ırak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ırak etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

16 Şubat 2018 Cuma

ABD NİN IŞİD STRATEJİSİ VE IRAK İLE SURİYE YE OLASI YANSIMALARI, BÖLÜM 2

ABD NİN IŞİD STRATEJİSİ VE IRAK İLE SURİYE YE OLASI YANSIMALARI, BÖLÜM 2



1. Bush’tan Obama’ya Kalan Sorunlu Miras:

Irak ve IŞİD’e Giden Yol 

ABD Başkanı Barack Obama 2008’de göreve geldiğinde, Ortadoğu özelinde üç önemli sorunla karşı karşıyaydı. Bunlardan birincisi Irak’ta istenen istikrarın sağlanamaması ve ülkedeki yaklaşık 140,000 Amerikan askeri, ikincisi Afganistan operasyonu ve Irak işgali nedeniyle dünya genelinde ve Ortadoğu özelinde artan Amerikan karşıtlığı, üçüncüsü de İran’ın nükleer faaliyetleriyle ilişkiliydi. 

Göreve geldiği ilk dönemde üç konuyla ilgili George W. Bush döneminden farklı bir politika izleyeceği sinyali veren Obama, önceliğinin Irak’taki Amerikan askerlerini çekmek olduğunu ifade etmiş ve bölgedeki Amerikan imajını yenilemek için George W. Bush döneminden farklı olarak daha ılımlı bir retorik kullanmaya başlamıştı. Irak savaşı ve Amerikan karşıtlığı gibi faktörlerin yanında yaşadığı ekonomik krizin de etkisiyle Ortadoğu’ya yönelik angajmanını düşürme ye başlayan Obama yönetimi, bir yandan genel savunma   harcamalarında kesintiye giderken diğer yandan Irak’taki Amerikan askerlerinin çekilme 
işlemlerinin 2011 Aralığında tamamlanacağını duyurmuştu. Başta Basra Körfezi olmak üzere Ortadoğu genelinde bir güç boşluğunun ortaya çıkmaması için, bölge ülkeleri ittifak ilişkisi çerçevesinde daha yüksek hacimli silah satışlarıyla 
desteklenmeye başlanmıştı. 

Bununla beraber, biri Irak iç siyasetindeki köklü dönüşüm, diğeri Arap baharı olmak üzere iki gelişme, ABD’nin yeni politikasını Ortadoğu bağlamında zorlamaya başlamıştır. Zira Amerikan askerleri Irak’tan çekilirken arkalarında istikrarlı bir Bağdat yönetimi bırakamamıştı. Nuri El-Maliki’nin özellikle 2010’da başlayan ikinci döneminde uyguladığı politikalar, Irak’ta zaten pamuk ipliğine bağlı dengeleri sarsmaya başlamıştı. 

Bir taraftan Sünni Arapları sistemden dışlayan Maliki, diğer taraftan Kürt gruplarla petrol gelirlerinin paylaşımı ve ihtilaflı bölgeler konusunda sorunlar yaşamakta ve uyguladığı politikalardan diğer Şii gruplar da rahatsızlık 
duymaktaydı. 

Irak’ta güvenlik sorunları Maliki’nin politikalarından önce de bulunmaktaydı ancak bu durum 

Maliki’nin kutuplaştırıcı politikaları ile süreklilik kazandı. Örneğin IŞİD’in henüz saha kontrolünü ele geçirmediği 2013 yılında Irak’ta gerçekleştirilen bombalı saldırılar sonucunda ayda ortalama 800’ün üzerinde Iraklı öldürülmekteydi. 
Dolayısıyla Maliki yönetimi ve uygulamaları, Irak’taki bütün tarafların ortak bir uzlaşma zemini bulmasının önünde en önemli engeldi. 

Ancak ABD, Irak’ta giderek kötüleşen bu durum karşısında angajmanını düşük düzeyde sürdürmeye devam etmiş, Maliki’ye karşı çıkmamış, hatta kerhen desteğini sürdürmüştü. ABD’nin bu politikası ülkedeki krizi derinleştiren önemli 
bir faktör olarak rol oynamış ve ülkenin kırılganlığını arttırmıştı. 

2. Arap Baharı, 

Obama’nın Kırmızı Çizgilerive Suriye Obama yönetimi, Arap baharı ile başlayan Ortadoğu’daki dönüşüm sürecinin ilk aşamalarında da açık bir pozisyon almaktan çekinmişti. Nitekim 2010 yılının sonunda başlayan halk hareketleri sonucunda Tunus’ta ve Mısır’da iktidarlar değişmiş, Obama ise bundan yaklaşık altı ay 
sonra 19 Mayıs 2011’de “bölgedeki değişim hareketlerini desteklediğini” belirtmekle beraber – Irak tecrübesine atıfta bulunarak- güç kullanma yoluyla yapılan rejim değişikliğinin zor ve maliyetli olduğunu da vurgulamıştı.1 
Bu bağlamda Irak ve Afganistan’da yaşanan tecrübelerin etkisiyle, askeri müdahalelerle yapılan rejim değişikliklerinde ABD’nin artık öncü rolü oynamayacağı deklare edilmekteydi. Bir anlamda ilan edilmemiş bir Nixon doktrinine benzeyen ve güvenlik politikalarında Vietnam sendromunun  gölgesinde gelişen düşük profilli Amerikan politikası, Libya’da Kaddafi güçlerine karşı düzenlenen askeri harekâtta da kendini göstermişti. 
Zira Libya’da düzenlenen operasyonda “geriden liderlik” olarak ifade edilen pozisyonu takınan Obama yönetimi,2 daha önce olduğunun aksine bu operasyona öncülük etmemiş, geri planda kalarak sadece bazı taktik katkılarla destek vermeyi tercih etmişti. 

Ortadoğu’daki değişimin kısa bir zaman dilimi içinde ve hızlı bir akışla gerçekleşmesi nedeniyle Obama’nın Ortadoğu’ya yönelik dış politikası gerek bölgede gerekse Amerikan kamuoyunda ilk dönemlerde çok fazla sorgulanma mıştı. Ancak Suriye’de 2011 yılının Mart ayından itibaren başlayan halk hareketi ve sonrasında gelişen iç savaş, Amerikan politikalarının ciddi şekilde 
sorgulanmasına yol açtı ve Obama pozisyonunu, kerhen de olsa revize etmek zorunda kaldı. 
Bu çerçevede Esad rejiminin sivillere yönelik katliamları sonucunda henüz 2,000 Suriyeli hayatını kaybetmişken Obama ilk kez 2011 Ağustos’unda 
“Esad’ın gitmesi gerektiğini” açık bir şekilde ifade etmiş, ancak bu söylemi retorikten ibaret kalmıştı. Sahada Esad güçleriyle çatışan muhaliflerin ve ABD’nin Ortadoğu’daki müttefiklerinin en büyük beklentisi, ABD’nin uluslararası 
bir koalisyon oluşturarak Esad yönetiminin sivillere yönelik katliamının durdurul ması veya en kötü ihtimalle muhaliflere askeri ve lojistik destek verilmesiydi. Ancak Obama yönetimi, bunun yerine sahadaki muhaliflere öldürücü olmayan lojistik yardım ve istihbari bilgi sağlamayı tercih etmişti. 

Suriye’de ölü sayısının 20,000’in üzerine çıktığı ve sahadaki insani durumun giderek daha kötü bir hal aldığı 2012 yılında uluslararası toplumdan gelen ‘insani müdahale’ taleplerine karşı Obama, 21 Ağustos 2012’de yaptığı açıklamada, 
Şam yönetimine yönelik doğrudan askeri müdahale için kimyasal silah kullanımını kırmızı çizgi olarak ilan etmişti.3 Bir anlamda Suriyelilerin 
konvansiyonel silahlarla öldürülmesine müdahale etmeyeceğini ancak kimyasal silah kullanımına karşı çıkacağını açıklayan Obama’nın kırmızı çizgisinin çiğnendiği daha önceleri iddia edilse de, Esad rejimi tarafından 23 Ağustos 2013’te gerçekleştirilen Guta saldırısı, söz konusu kırmızı çizginin açık bir ihlali olmuştu. Bu kimyasal saldırı sonrasında Esad rejimine yönelik bir Amerikan müdahalesinin artık kaçınılmaz olduğu düşünülmekteydi. 
Bu bağlamda müdahalenin Esad rejimine son vermek için mi yoksa sadece kimyasal silah stokunun ortadan kaldırılmasına yönelik mi olacağı tartışmaları 
yaşanırken, Suriye’nin Kimyasal Silah Sözleşmesi’ne katılması ve elindeki kimyasal silahları teslim etmesi karşılığında Obama yönetimi müdahaleden vazgeçmişti. Bu dönemde BM verilerine göre Suriye’de ölü sayısının 100,000’in 
üzerine çıktığı ifade edilmekteydi. 

3. Radikalizmin Artması, 

IŞİD ve ABD 2000’li yıllarda ortaya çıkan iki gelişme, Ortadoğu genelinde ve Irak ile Suriye özelinde radikal örgütlerin ve bu örgütlere katılımın artmasına neden olmuştur. Irak’tan başlamak gerekirse, 2003 Mart’ında yaşanan Amerikan işgali ve 2011 Aralığı’na kadar devam eden Amerikan askeri varlığı, daha önce Afganistan, Çeçenistan, Bosna gibi yerlerde savaş tecrübesine sahip yabancı savaşçıların Irak’a girmesine ve örgütlenmelerine neden olmuştu. Irak’ın işgaliyle beraber ülkenin “Sünni Arap” kimliğinin ortadan kalkması ve özellikle Sünni Arap kesimin yeni oluşturulan sistemden dışlanması, söz konusu örgütlere yerel katılımın artmasında önemli bir faktör olmuştu. Bu sorunun farkına varan ABD, Sünni grupları yeniden şekillenen sisteme entegre etmeye çalışmış, yerel aşiretlerle uzlaşma yoluna giderek desteklerini almış ve bu sayede söz konusu örgütlerin hareket alanlarını büyük ölçüde sınırlandırmıştı. Ancak Maliki  yönetimi nin özellikle Amerikan askeri varlığının ülkeden çekilmesinden sonra uyguladığı politikalarla Sünni gruplar yeniden sistemden dışlanmaya başlamıştır. Bu durum ise Bağdat yönetimine karşı mücadele eden radikal örgütlere yerel katılımın ve desteğin artmasına neden olmuştur. 
Nitekim birçok Sünni Arap, Maliki’nin politikalarına duydukları tepki nedeniyle bu örgütlere katılmasa bile en azından örgütlerle mücadele etmemiştir. 

Suriye’ye bakıldığında ise radikal örgütlerin sayısının ve etkisinin artması, Suriye’deki iç savaşın uzamasıyla doğru orantılı bir seyir izlemiştir. 
Zira Suriye’de halk hareketinin başladığı 2011 yılı içinde ülkede sayıları yüzlerle ifade edilen yabancı savaşçı bulunmaktaydı. Bunlar arasında daha ziyade Arap baharındaki dönüşümün yaşandığı Libya, Tunus ve Mısır’dan gelenler ço-
ğunluğu oluştururken, El-Kaide ile ilişkili olan veya El-Kaide gibi örgütlerin çizgisine sahip kişi sayısı oldukça sınırlıydı. Ayrıca ilk aylarda yabancı savaşçılar  ın çoğunun temel motivasyonu Esad rejiminin devrilmesiydi. Çünkü bu kişiler 
Suriye’ye kendi ülkelerinde yaptıkları devrimin benzerini gerçekleştirmek için gelmişti. Bu nedenle ilk dönemde Esad karşıtı gruplar birbirlerine saldırmaktan ziyade Esad güçlerine karşı mücadele etmekte ve bu mücadelede zaman zaman 
işbirliğine gidebilmekteydi. 

Bununla beraber, muhalif grupların kendi içindeki örgütlenme sorunları, ülke dışından bekledikleri silah ve lojistik desteği alamamaları, Esad rejiminin bilinçli bir şekilde uyguladığı politikalar ve dışarıdan El-Kaide zihniyetine sahip daha 
fazla kişinin gelmesi ile beraber Suriye’de radikal örgütlerin etkisi giderek artmaya başlamıştır. 
Bu noktada muhaliflerin askeri ve lojistik destek alamaması, buna karşılık radikal örgütlerin hem askeri hem finansal açıdan üstün durumda bulunmaları 
ve Esad rejiminin uyguladığı bilinçli politikaların etkili olduğunu vurgulamak gerekir. 
Zira savaşma kabiliyeti yüksek, silah donanımı iyi ve finansal açıdan mensupları nı tatmin eden radikal örgütler, özellikle bazı bölgelerde saha hâkimiyeti ni ele geçirmekte zorlanmamış ve Esad rejiminin hareketsizliği de bu örgütlerin 
sahada elde ettikleri başarılarda önemli bir rol oynamıştır. 

Esad rejimi, bu örgütlerle doğrudan mücadele etmek yerine daha ziyade Özgür Suriye Ordusu’nun üzerine gitmeyi tercih etmiş ve bu durum da kaçınılmaz olarak söz konusu örgütlerin sahadaki kazanımlarını pekiştirmelerine yol açmıştır. Ilımlı muhalefet ise büyük ölçüde Suriye Ordusu’ndan kaçan askerlerin beraberlerinde getirdiği silahlarla ve dışarıdan alabildikleri sınırlı silah ve mühim mat desteğiyle hem Esad güçlerine hem de bu örgütlere karşı mücadele etmeye çalışmıştır. Dolayısıyla Suriye’deki iç savaşın uzamasıyla hem ülkeye gelen yabancı savaşçı sayısı artmış hem de ılımlı muhalefetin büyük ilerlemeler kaydedememesi nedeniyle radikal örgütlere yerel katılım artmıştır. Bu örgütler içindeyse hareket tarzı ve etkisi açısından IŞİD ön plana çıkmıştır. 

Buradan hareketle radikal örgütlerin gerek Irak gerekse Suriye’de etkisini arttırması, aslında öngörülemeyen bir gelişme değildi. Bu durum, öngörülebilir olduğu gibi, önlenebilirdi. Nitekim Irak’ta Maliki’nin kutuplaştırıcı ve özellikle 
Sünni Arapları sistem dışına iten politikaları önlenebilseydi, IŞİD’e yerel halk desteği günümüzdeki kadar olmaz ve IŞİD Irak içinde harekete geçmeye çalıştığında, ciddi bir Sünni Arap muhalefetiyle karşılaşırdı. Öte yandan, Suriye’de ılımlı muhalefet desteklense ve Esad rejiminin gerçekleştirdiği katliamlara karşı yaptırımlar uygulanabilseydi, IŞİD’in sahada kalıcı kontrolü 

söz konusu olmaz, örgüte özellikle yerel katılımlar düşük düzeyde kalabilirdi. Ancak Obama yönetimi, Irak ve Suriye’de radikalizmin artması sürecinde, genel Ortadoğu politikasıyla uyumlu olarak sürece müdahil olmamış ve deyim 
yerindeyse seyirci kalmıştır. Bu noktada sürece müdahil olmaktan kastedilen, Suriye ve Irak’ta Amerikan askeri müdahalesi değildir. Zira bu noktaya gelmeden çok sayıda politika alternatifi bulunmaktaydı ve bunlar uygulanmış olsaydı, bugün IŞİD’in söz konusu ülkelerde ve bölge genelinde oluşturduğu tehdit konuşulmayacaktı. 

4. IŞİD’le Mücadele Stratejisinin Arka Planı, 

IŞİD her ne kadar Irak kaynaklı ortaya çıksa da, esas kazanımlarını Suriye’de elde etmiş ve 2014 Haziran’ında Musul’u işgaliyle beraber Suriye ve Irak’ın bazı bölgelerinde saha hâkimiyetini ele geçirmiştir. IŞİD’in Suriye’de kontrolü altında 
bulundurduğu topraklar, muhaliflere yönelik saldırıları ve Irak’ta gerçekleştirdiği katliamlar ilk aşamada ABD ve uluslararası toplumun gündeminde fazla yer bulmamıştı. Bununla beraber, IŞİD’in Irak’ta ilerleyişini sürdürmesi ve ülkedeki etnik ve dini gruplara karşı gerçekleştirdiği katliamlar, kafa kesme şeklindeki infaz görüntüleriyle beraber IŞİD tehdidi konusunda farkındalığın artmasına neden olmuş ve Obama yönetimini harekete geçirmiştir. Nitekim hâlihazırda Nuri El-Maliki’nin politikaları nedeniyle parçalanmanın eşiğine gelen Irak’taki 
istikrarsızlık, IŞİD’in ilerleyişiyle beraber farklı bir noktaya gelmişti. Bunun üzerine ABD, Irak’ı parçalanmadan kurtarmak için daha önce kerhen destekledi ği Maliki’den desteğini çekmiş, Sünni Arap ve Kürt grupların desteğini almak 
amacıyla yeni bir başbakan belirlenmesi sürecini desteklemiştir. Bu bağlamda 30 Nisan 2014’te yapılan seçimlerden üç ay sonra Fuad Masum Cumhurbaşkanı olarak seçilebilmiş ve yeni Irak hükümeti yoğun pazarlıklar sonucunda seçimlerden ancak 5 ay sonra 2014 yılının Eylül ayında kurulabilmiştir. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

ABD NİN IŞİD STRATEJİSİ VE IRAK İLE SURİYE YE OLASI YANSIMALARI, BÖLÜM 1

ABD NİN IŞİD STRATEJİSİ VE IRAK İLE SURİYE YE OLASI YANSIMALARI, BÖLÜM 1






ORSAM Rapor No: 191 
Eylül 2014 
ISBN: 978-605-4615-91-9 
Ankara - TÜRKİYE ORSAM © 2014 

Bu raporun içeriğinin telif hakları ORSAM’a ait olup, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak makul alıntılar ve yararlanma dışında, hiçbir şekilde önceden izin alınmaksızın kullanılamaz, yeniden yayımlanamaz. Bu raporda yer alan değerlendirmeler yazarına aittir; ORSAM’ın kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır. 


Hazırlayanlar: 
Doç. Dr. Ferhat Pirinççi, ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Uludağ Üniversitesi Öğretim Üyesi 
Oytun Orhan, ORSAM Araştırmacısı 
Bilgay Duman, ORSAM Araştırmacısı 
ORSAM Rapor No: 191, Eylül 2014 


İçindekiler 
Takdim..............................................................................5 
Giriş..................................................................................7 

1. Bush’tan Obama’ya Kalan Sorunlu Miras: Irak ve IŞİD’e Giden Yol...9 
2. Arap Baharı, Obama’nın Kırmızı Çizgileri ve Suriye.........................9 
3. Radikalizmin Artması, IŞİD ve ABD............................................10 
4. IŞİD’le Mücadele Stratejisinin Arka Planı.....................................11 
5. Obama’nın IŞİD Stratejisinin Ana Hatları.....................................12 
6. IŞİD Karşıtı Koalisyon Oluşumu..................................................13 
7. ABD’nin IŞİD Stratejisinin Irak Bağlamında Değerlendirilmesi........13 
8. ABD’nin IŞİD Stratejisinin Suriye Bağlamında Değerlendirilmesi.....16 
Sonuç........................................................................................ 20 


ORSAM Rapor: 191, Eylül 2014 

TAKDİM 

Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) Irak’ta Musul’u ele geçirdikten sonra kısa süre içinde İran sınırına kadar uzanan bir bölgede hâkimiyet kurdu. Örgüt uzun süredir Suriye’de etkili olsa da Irak’taki kazanımları sonrasında ABD başta olmak üzere Batı’nın hedefi haline gelmiştir. Batı açısından bakıldığında dönüm noktası IŞİD’in Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) başkenti Erbil’in sınırlarına dayanması olmuştur. Bunun üzerine ABD ani bir kararla Irak’ta IŞİD mevzilerini havadan bombalamaya başlamıştır. Bu süreç kısa vadeli de olsa Iraklı Kürtler üzerindeki IŞİD tehdidini bertaraf etmiştir. ABD’nin havadan verdiği destek ve karadan Irak merkezi ordusu ile Peşmerge güçlerinin ilerlemesi ile IŞİD Irak’ta bir nebze olsun geriletilmiştir. 

Hava saldırıları ABD Genelkurmay Başkanı’nın ifade ettiği üzere IŞİD’in kısa vadeli taktiksel hedeflerinde değişiklik yapacak ancak IŞİD tehdidini kalıcı şekilde yok etmeye imkân sağlamayacaktır. 
ABD tarafından son yıllarda karşılaşılan en büyük tehdit olarak nitelenen IŞİD’in kalıcı olarak bertaraf edilmesi için ABD Başkanı Barack Obama 10 Eylül 2014 günü ülkesinin IŞİD’e yönelik stratejisini açıklamıştır. 
IŞİD’e yönelik hava saldırıları, terörle mücadele kapasitesinin artırılması, yerel güçlerin  desteklenmesi ve insani yardımın artırılması gibi başlıkları içeren 4 ayaklı planın başarılı olması için de NATO ve müttefiklerini devreye sokarak bir koalisyon oluşturulmuştur. Söz konusu süreç IŞİD’in geleceğini etkileyeceği gibi Irak ve Suriye’deki güvenlik durumu, siyasi ortam, insani boyut gibi açılardan kritik etkiler yaratacaktır. 

ORSAM tarafından yayınlanan elinizdeki rapor temel olarak iki noktaya odaklanmaktadır. Birincisi IŞİD’i ortaya çıkaran faktörler ile IŞİD’le mücadele için oluşturulan koalisyonun oluşum süreci. 
İkincisi IŞİD ile mücadelenin Irak ve Suriye bağlamında yaratacağı etkiler. “ABD’nin IŞİD Stratejisi ve Irak ile Suriye’ye Olası Yansımaları” başlıklı raporumuzun IŞİD meselesinin dünya gündeminin en üst sırasında yer aldığı şu günlerde tartışmalara ışık tutacağını umuyor ve kamuoyunun ilgisine sunuyor  uz. Keyifli Okumalar. 

Doç. Dr. Şaban Kardaş 
ORSAM Başkanı 
ORSAM 
Rapor: 191, Eylül 2014 
Hazırlayan: Doç. Dr. Ferhat Pirinççi, ORSAM Ortadoğu Danışmanı, Uludağ Üniversitesi Öğretim Üyesi 
Oytun Orhan, ORSAM Araştırmacısı 
Bilgay Duman, ORSAM Araştırmacısı 

ABD’NİN IŞİD STRATEJİSİ VE IRAK İLE SURİYE’YE OLASI YANSIMALARI 

Giriş;





Irak 2003 işgalinden bu yana güvenlik ve siyasal istikrarsızlık sorunları ile boğuşmaktadır. İşgal sonrasında devletin tasfiyesi ile yaşanan otorite boşluğu, istikrarın bir türlü sağlanamamasına neden olmuştur. Sonraki süreçte merkezi otoriteyi ele geçiren güçlerin toplumun önemli bir kesimini dikkate almayan politikalar izlemesi merkez kaç kuvvetlerin güçlenmesine neden olmuştur. Merkezden umudunu kesen kesimler dışlanmışlık ve umutsuzluk duygusu içinde farklı siyasal arayışlara girmiştir. Suriye ise Arap Baharı sürecinin devamı olarak 2011 yılının Mart ayından bu yana muhalif hareketlerin merkezi otoriteye yönelik başta sivil sonradan silahlı boyut kazanan ayaklanmasına sahne olmaktadır. 
Uluslararası toplumun söylem düzeyinde sert ancak pratiğe dönüşmeyen politikaları neticesinde Suriye’deki ayaklanma etnik-mezhepsel boyutu ağır basan bir iç savaşa dönüşmüştür. Esad rejimi, uluslararası sistemin sağladığı rahat hareket alanından faydalanarak ayaklanmayı her türlü şiddet yöntemini kullanarak bastırmaya çalışmıştır. Bunun sonucunda yaklaşık 250.000 kişi hayatını kaybetmiş, ayaklanma öncesi 23 milyon olan nüfusun yarıya yakını ya iç ya da dış göçe maruz kalmıştır. Rejim ve muhalifler arası mücadele tam bir kördüğüme dönüşmüş ve ülkede kaotik bir ortam hüküm sürmektedir. 

Irak ve Suriye’de yaşanan istikrarsızlık, şiddet kullanımı ve siyasal dışlanmışlığın iki önemli sonucu olmuştur. Birincisi radikal düşünceye sahip gruplar açısından yeni bir savaş alanı doğmuştur. İkincisi, umutsuzluk duygusuna kapılan geniş halk kitleleri radikal gruplara katılmaya; en azından bu gruplara sempati duymaya başlamıştır. İşte bu sürecin ortaya çıkardığı sonuçlardan biri Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütüdür. Kökeni Irak’ta işgal sonrası kurulan 
Irak El Kaidesi’ne dayanan IŞİD, Suriye iç savaşının yarattığı ortamdan faydalanarak kısa sürede ülkenin kuzey bölgesinde etkinlik kazanmıştır. 

Suriye’de kontrol ettiği kaynaklar ve savaştan elde ettiği silah gücünü Irak’ta kullanan örgüt, merkezi otoritenin politikalarından rahatsız kitlelerin desteğinden de faydalanarak kısa süre içinde Musul’dan İran sınırına uzanan bir hattı kontrol etmeyi başarmıştır. Bu döneme kadar IŞİD’e karşı eyleme geçmeyen Batı, örgütün Erbil sınırlarına dayanması ile karar değişikliğine gitmiştir. ABD’nin hava saldırıları ile başlayan süreç 10 Eylül 2014 tarihinde ABD Başkanı Obama’nın IŞİD’e yönelik dört ayaklı mücadele planını ilan etmesi ile devam etmiştir. ABD IŞİD ile mücadele planına müttefiklerini de dâhil ederek IŞİD’i yok etmeye yönelik uzun süreli bir mücadele başlatmıştır. 

Genel kabul IŞİD ile Irak ve Suriye’de birlikte mücadele etmeden yok edilmesi nin mümkün olmadığıdır. Dolayısıyla Irak ile başlayan hava saldırılarının Suriye ile devam etmektedir. IŞİD ile mücadele örgütü yok etmenin ötesinde mücadelenin yürütüleceği Irak ve Suriye’de güvenlik, siyasal ortam, insani durum gibi açılardan önemli etkiler yapması beklenmektedir. Bu çalışma da temel olarak bu soruya odaklanılmaktadır. Çalışmada ilk olarak IŞİD’in oluşumuna giden süreç ele alınacaktır. IŞİD’i doğuran en önemli faktörün Irak ve Suriye’deki istikrarsızlık ve merkezi otoritelerin dışlayıcı politikaları olduğu tespitinden hareket edilecektir. IŞİD’in doğuşu ve gelişimini ele alan bölümün ardından ABD başta olmak üzere Batı’nın IŞİD’e yönelik harekete geçme süreci ele alınacaktır. Bu kısımda ABD tarafından açıklanan IŞİD ile mücadele 
planının içeriği ele alınacaktır. Sonraki iki kısımda ise IŞİD ile mücadele planının Irak ve Suriye bağlamında etkileri değerlendirilecektir. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

12 Şubat 2018 Pazartesi

SURİYE İÇ SAVAŞI VE ORTA DOĞUDA GÜVENLİK

SURİYE İÇ SAVAŞI VE ORTA DOĞUDA GÜVENLİK 


Oytun ORHAN 


Suriye iç savaşı ve Irak’taki gelişmeler iç içe geçmiş durumdadır. Geçmişte Lübnan’ın Ortadoğu güvenliği için oynadığı rolü şimdi çok daha geniş bir coğrafyada ve daha etkili bir şekilde Suriye ve Irak oynamaktadır. 

Mart 2011 tarihinde Suriyelilerin özgürlük talepleri ile başlayan halk ayaklanması, rejimin gösterileri şiddet yolu ile bastırması, Suriye’nin jeopolitik önemi nedeniyle çok sayıda ülkenin soruna müdahil olması ve Suriye toplumunun heterojen yapısı gibi faktörlerin etkisiyle kanlı bir iç savaşa dönüşmüştür. 

İç savaş tam bir kördüğüm halini almış ve ilk aşamada komşulara yayılma etkisi gösteren Suriye iç savaşı, Ortadoğu güvenliğini giderek artan oranda tehdit etmeye başlamıştır. Diğer taraftan iç savaşın bölgede tetiklediği güvenlik sorunu, Suriye’deki istikrarsızlığı da besler hale gelmiştir. Özellikle Suriye, Irak ve Lübnan’da yaşanan gelişmeler, birbirinden bağımsız değerlendirilemez bir hal almıştır. Suriye iç savaşının Ortadoğu güvenliğine etkisi radikalizm, Şii-Sünni kutuplaşması, sınırların değişmesi, bölgesel rekabet ve vekaleten savaş ile Suriyeli mülteciler ve güvenlik olmak üzere 5 başlık altında incelenebilir. 

Radikalizm 

Irak işgali, Ortadoğu’da radikal hareketlerin zemin kazanmasına neden olmuştu. Irak’ta çok uzun dönemdir hakim olan güçlü merkezi otoritenin çöküşü ülkede derin bir güç boşluğu doğurmuş ve boşluk başta El Kaide olmak üzere 
birçok radikal grup tarafından doldurulmaya çalışılmıştı. Irak’ta hakim olan kaotik ortam, söz konusu grupların kendilerine yeni bir mücadele alanı bulmasını sağlamış, dünyanın değişik ülkelerinden insanların radikal gruplar safında 
savaşmak üzere Irak’a akın etmesine yol açmıştı. El Kaide bağlantılı Irak İslam Devleti bir ara Musul’da İslam Devleti ilan edecek güce dahi ulaşmıştı. ABD’nin askeri varlığı nedeniyle bu grupların gücü kırılsa da etkilerini günümüze 
kadar korumayı başardılar. Irak İslam Devleti’nin devamı olan Irak ve Şam İslam Devleti (IŞİD) örgütünün başta Musul olmak üzere Irak’taki son dönemdeki kazanımları, bu etkinin de sonucudur. 



Suriye iç savaşı, söz konusu gruplar açısından yeni bir fırsat yarattı. Daha önce Afganistan, Çeçenistan ve Irak’ta yaşanan süreç, Suriye’de yaşanmaya başladı ve binlerce kişi IŞİD ve Nusra Cephesi gibi cihatçı örgütler safında savaşmak üzere Suriye’ye akın etti. 

Savaşçılar dünyanın her bölgesinden olmakla birlikte önemli bir kısmı Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinden geldi. Suriye rejiminin kontrolü kaybettiği bölgelerde bu örgütler sahip oldukları insan kaynağı, finans gücü, savaş tecrübesi ve ideolojik bağlılık gibi faktörler sayesinde öne çıktı ve özellikle Suriye’nin kuzey cephesinde önemli bir coğrafyayı kontrol eder hale geldi. Bu durum, Ortadoğu ve Suriye’ye komşu ülkelerin güvenliği açısından biri kısa, diğeri uzun vadeli iki tehdit ortaya çıkardı. Kısa vadeli tehdit, Suriye’de güçlenen radikal grupların komşu ülkelere yayılma eğilimi göstermesi oldu. Değişik boyutlarda olsa da her komşu ülke, bu tehdit ile doğrudan karşı karşıyadır. Irak’ta IŞİD örgütünün ilerleyişini Suriye’deki kazanımlarından bağımsız düşünmek imkansızdır. Lübnan’da çok uzun yıllar sonra ardı ardına söz konusu gruplar tarafından intihar saldırıları gerçekleştirilmektedir. 

IŞİD ve Nusra CephesiSuriye’de, Türkiye ve Ürdün’e açılan bazı sınır kapılarını kontrol etmektedir. Türk ordusu, IŞİD’in sınır bölgesinde yarattığı istikrarsızlık nedeniyle örgütün mevzilerini iki kez bombalamak zorunda kalmıştır. 
IŞİD’e bağlı teröristler, Niğde’de bir polis ve bir astsubayı şehit etmiştir. 
Bu sürecin Ortadoğu’da daha uzun vadede yaratacağı güvenlik tehdidi ise çoğunluğu Kuzey Afrika ve Ortadoğu ülkelerinden gelen savaşçıların sahip oldukları tecrübe ve network ile ülkelerine dönecek olmasıdır. 

 < Suriye’de sivil halk ayaklanması, süreç içinde dinsel/ mezhepsel boyutu güçlü bir iç savaşa dönüşmüştür. Bu durum, Irak işgali ile bölgede önemli bir çatışma dinamiği haline gelen “Şii-Sünni” kutuplaşmasını derinleştirmiştir. >

Şii-Sünni Kutuplaşması 

Irak işgalinin Ortadoğu’da yarattığı en önemli sonuçlardan biri, bölgede Şii-Sünni kutuplaşmasının derinleşmesi ve yeni bir çatışma dinamiği olarak ortaya çıkmasıdır. Irak’ta yaşanan mezhepsel boyutu güçlü iç savaş, Ortadoğu ülkelerinin müdahil olması ile bölgesel boyut kazanmıştır. Irak’ta iktidarın Şiilere geçişi ile İran’dan başlayıp Lübnan’a uzanan coğrafyayı içeren “Şii Hilali” kavramı bu dönemde ortaya çıkmıştır. Yeni durumu tehdit olarak algılayan ülkeler arasında bir “Sünni blok” doğmuş, taraflar arasında Irak, Lübnan ve Yemen üzerinden yürütülen bir vekaleten savaş yaşanmıştır. 

< Suriye’de sivil halk ayaklanması, süreç içinde dinsel/ mezhepsel boyutu güçlü bir iç savaşa dönüşmüştür. Bu durum, Irak işgali ile bölgede önemli bir çatışma dinamiği haline gelen “Şii-Sünni” kutuplaşmasını derinleştirmiştir.>

Bölgedeki neredeyse her aktör kutuplaşmada pozisyon almıştır. Bu durum, her şeyden önce geneli heterojen toplumsal yapıya sahip Ortadoğu ülkelerinin iç toplumsal barışını olumsuz etkilemiştir. Ulusal kimliklerden ziyade mezhepsel kimlik ön plana çıkmış ve aynı ülkenin vatandaşları arasında güven bunalımı yaşanmaya başlamıştır. Ülkelerin dış politika tercihlerini mezhebi referans alarak yapması, içerde farklı grupların devletle sadakat bağını zayıflatmış ve dışlandığını düşünen gruplar, hak arayışı için şiddeti bir yöntem olarak seçmiştir. Irak ve Lübnan’da Sünnilerin silahlanması, Suudi Arabistan’da büyük çaplı olmasa da Şii ayaklanmaları, bu duruma örnek olarak verilebilir. 

Sınırların Değişmesi 

Suriye’de iç savaşın nasıl sona ereceği ve yeni Suriye’nin nasıl olacağı sorusunu yanıtlamak neredeyse imkansızdır. Ancak her halükarda eski Suriye’ye geri dönülmesinin ve ülkenin güçlü merkezi otorite ile yönetilmesinin zor olduğu söylenebilir. 

Ortadoğu’da güçlü merkezi otoritenin ortadan kalktığı durumlarda nasıl bir siyasi yapının ortaya çıkabileceğine ilişkin iki örnek olarak Lübnan ve işgal sonrası Irak verilebilir. 

Her iki ülkede fiili anlamda değişik etnik/dinsel grupların kendi alanlarını kontrol ettiği ve hatta Irak’ta görüldüğü üzere federal bölgelerin olduğu görülmektedir. Suriye iç savaşının dördüncü yılına girdiği şu dönemde de ülkenin fiili anlamda çok kabaca “rejim bölgesi, muhalifler bölgesi ve Kürt bölgesi” şeklinde üçlü bir bölünmeye maruz kaldığı söylenebilir. Bu bölünmeyi daha kritik kılan ise Irak’taki fiili parçalanma ile paralellikler taşıması ve birbirini etkileme/tetikleme eğilimi gösteriyor oluşudur. Suriye’de muhalif bölgesi neredeyse tamamen Sünni çoğunluğun yaşadığı bir alanı kapsamaktadır. 
Orta Irak’ı kapsayan Sünni bölgeler, fiilen zaten uzun süredir merkezi hükümetin tam kontrol edemediği alanlardı ve son kriz ile beraber Sünni bölgesinin sınırları daha net biçimde ortaya çıkmaya başlamıştır. 
Suriye’de Kürtler, merkezi hükümetin Kürt yerleşimlerinden çekilmesi ile kontrolü Suriye’de rejimin zayıflamasına paralel, varlığını sağlamayı ve daha önemlisi dış tehdış desteğe dayandıran farklı merkezkaç kuvvetler ditlere rağmen bunu sürdürmeyi başarmıştır. 

Gelinen noktada, tek oluşmuş ve bu da bölgede vekaleten savaş taraflı ve meşruiyeti olmayan bir 
yapı da olsa Kürt otonom bölgeleri oluşturmayı başarmışlardır. 

<  Suriye’de rejimin zayıflamasına paralel, varlığını dış desteğe dayandıran farklı merkezkaç kuvvetler oluşmuş ve bu da bölgede vekaleten savaş açısından yeni bir oyun alanı doğurmuştur.Böylece Suriye iç savaşı, hem bölgesel kutuplaşmayı ve vekaleten savaşı derinleştirmiş hem de tersine bölgesel rekabet Suriye’deki istikrarsızlığı beslemiştir >

Irak’ta ise Kürtler 1. Körfez Savaşı’ndan bu yana sahip oldukları fiili otonomiyi Irak işgali sonrası yasalzemine oturtmuş ve son Irak krizi bunu bağımsızlığa taşıma imkanını ciddi bir olasılık olarak gündemegetirmiştir. Irak’taki gelişmeler ile birlikte düşünüldüğünde Suriye iç savaşının bölgeülkeleri açısından sınırların yeniden çizilmesine varacak düzeyde bir güvenlik tehdidini ortaya çıkardığını
söylemek yanlış olmayacaktır.

Bölgesel Rekabet ve Vekaleten Savaş 

Lübnan son derece karmaşık etnik ve dinsel toplumsal grupların bir arada yaşadığı bir ülkedir ve bu gruplar arasında tarihsel kökenleri de olan bir güvensizlik söz konusudur. 

Bu güvensizlik 1975 yılında başlayıp 15 yıl süren iç savaş ile kökleşmiştir. 

Bunun yanı sıra, ülke zayıf merkezi otorite ile yönetilmektedir. Bu nedenle, kendini güvende hissetmeyen toplumsal gruplar bir dış gücün korumasına ihtiyaç duymaktadır. Bu durumun iki önemli sonucu vardır. Birincisi ülke sürekli olarak dış etkiye açık kalmakta ve bölgesel aktörlerin rekabet alanlarından biri haline gelmektedir. İkincisi ülkede istikrar ve güvenlik çok kırılgan bir hal almaktadır. Bu nedenle, Lübnan Ortadoğu’ya istikrarsızlık ihraç etme potansiyeli nedeniyle her zaman bölge güvenliği için önemli bir ülke olmuştur. İşgal, benzer bir durumu Irak ve iç savaş da Suriye için doğurmuştur. Suriye’de rejimin zayıflamasına paralel, varlığını dış desteğe dayandıran farklı merkezkaç kuvvetler oluşmuş ve bu da bölgede vekaleten savaş açısından yeni bir oyun alanı doğurmuştur. 

Böylece Suriye iç savaşı, hem bölgesel kutuplaşmayı ve vekaleten savaşı derinleştirmiş hem de tersine bölgesel rekabet Suriye’deki istikrarsızlığı beslemiştir. Dolayısıyla Lübnan ve Irak’tan sonra Suriye de Ortadoğu 
güvenliği açısından yeni ve daha büyük bir sorun alanı olarak ortaya çıkmış durumdadır. 

Suriyeli Mülteciler ve Güvenlik 

Suriye krizini önemli kılan unsurlardan biri insani boyuttur. İç savaş nedeniyle 3 milyonun üzerinde Suriyeli, ülke dışına göç etmek durumda kalmıştır. 

Mültecilerin büyük çoğunluğuna Suriye’nin dörtkomşu ülkesi Türkiye, Lübnan, Ürdün ve Irak ev sahipliği yapmaktadır. Türkiye ve Irak Kürt Bölgesi, imkanları itibarıyla nispeten daha az risk altında olsa da ekonomik olarak zayıf, kaynakları sınırlı, hassas siyasalve toplumsal yapıya sahip Lübnan ve Ürdün için mülteciler 
giderek bir güvenlik sorununa dönüşmektedir. 

Suriye’de istikrarsızlığın sürmesi, yeni göç dalgaları ihtimalini güçlendirmektedir. Özellikle Şam’da çatışmaların yoğunlaşması zaten büyük baskı altında olan Ürdün ve Lübnan’a doğru kitlesel göç yaşanmasına neden olacaktır. Dört komşu ülkedeki yerel halk arasında mültecilere yönelik söylemsel tepki düzeyinde kalan bir kızgınlık gözlemlenmektedir. Bu ortam, her an sosyal bir patlamaya dönüşme ihtimalini içinde barındırmaktadır. Göç edenlerin büyük çoğunluğunun Sünni olması, özellikle Lübnan gibi etnik/mezhepsel ayrıma dayalı toplumsal ve siyasal yapıya sahip ülkelerde gerilimi tırmandırmaktadır. Güvenlik açısından en önemli konulardan biri de mültecilerin yaşam koşullarının özellikle Lübnan ve Ürdün’de son derece kötü olmasıdır. Bu durum, mülteci kamplarında ve kamp dışında yaşayan Suriyelilerin bölgede istikrarsızlık çıkarma potansiyeline sahip güçler açısından kaynak olarak kullanılması riskini beraberinde getirmektedir. Filistin mülteci kamplarının uzun yıllardır Orta doğu güvenliği açısından oynadığı rol, örnek olarak gösterilebilir. 

Suriye iç savaşı ve Irak’taki gelişmeler iç içe geçmiş durumdadır. Geçmişte Lübnan’ın Orta doğu güvenliği için oynadığı rolü şimdi çok daha geniş bir coğrafyada ve daha etkili bir şekilde Suriye ve Irak oynamaktadır. İki ülke de kısa ve orta vadede sorunları aşmaktan ziyade artan bir istikrarsızlık ile karşı karşıya kalacak gibidir. Dolayısıyla yayılma etkisi ile öncelikle komşu ülkelerin ama genelde Ortadoğu güvenliğinin uzunca bir süre tehdit altında olduğu söylenebilir. 

http://www.orsam.org.tr/files/OA/63/oytunorhan.pdf


***

5 Ekim 2017 Perşembe

Musul Operasyonu: Çözüm mü Yeni Karmaşa mı?


Musul Operasyonu: Çözüm mü Yeni Karmaşa mı?

  • Veysel Kurt
  • Kasım 2016
  • Musul Operasyonu





Veysel Kurt

Veysel Kurt

vkurt@setav.org

DEAŞ’ın 2014 Haziran ayında Musul’u ele geçirmesi hem Irak hem de Suriye için önemli bir dönüm noktası oldu. İlk defa bir terör örgütü büyük şehirleri (Irak’ın ikinci, Suriye’nin altıncı büyük şehri) ele geçirerek eğitimden sosyal işlere, siyasi düzenden güvenlik konularına kadar “düzen kurucu” olmaya yönelik bir iddia sahibi oldu. DEAŞ Irak ve Suriye’de yayıldıkça uluslararası aktörlerin de bölgeye yönelik stratejilerinin temel gerekçesi konumuna geldi. Suriye krizine oldukça üst düzeyde müdahil olan Rusya, örgütün bulunmadığı yerlerde Esed rejimi karşıtı muhalif grupları bombalarken gerekçesi DEAŞ’tı. ABD’nin onlarca ülkeyi toplayarak oluşturduğu “DEAŞ karşıtı koalisyon” literatüre girdi. Ancak bu denli geniş koalisyonlara ve onca bombardımana rağmen DEAŞ’ın yok edilmesi bir yana geriletilmesi bile zaman aldı.
DEAŞ’a karşı iki yıldır bir şekilde tartışılan ve hazırlık süreci aylardır devam eden Musul operasyonu da bir haftadır devam ediyor. ABD’nin Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) ile yaptığı anlaşma, Irak ordusuna verdiği eğitim ve Türkiye’nin Başika’da düzenlediği eğitim kampları bu hazırlık aşamasının en önemli unsurlarıydı. Operasyonu yürüten başlıca güçler arasında IKBY’ye bağlı Peşmerge güçleri, ABD’nin eğittiği ve komutasını yürüttüğü Irak merkezi güçleri, Türkiye’nin eğittiği Ninova Muhafızları ve başta Haşdi Şa’bi olmak üzere Şii milisler bulunuyor.
DEAŞ’ın Muhtemel Tepkileri

Musul, DEAŞ için birçok açıdan önemli bir bölge. Örgütün yerel unsurlarla ittifak kurması, güvenliği sağlayarak kontrolü ele geçirmesi ve petrol satışından önemli gelirler elde etmesi örgütün hem propaganda aracı oldu hem de hızlıca büyümesi için zemin oluşturdu. Musul’un önemi göz önünde bulundurulduğunda DEAŞ’ın nasıl direneceği sorusu ortaya çıkmaktadır. Ortak beklenti, örgütün Musul’un etrafında taciz saldırıları, mayınlar ve petrol hendeklerini ateşe vererek operasyonu yavaşlatma taktiklerini uygulaması, şehir içinde ise yoğun çatışmaların yaşanması yönündeydi. Böyle de oldu.
Özellikle son bir yıldır ekonomik açıdan zayıflayan, ideolojik açıdan açmazlara düşen ve yeni militan kazanma konusunda sıkıntı çeken DEAŞ’ın mevcut koşullarda sahip olduğu bütün imkanları riske atarak ölüm kalım savaşına girmesi beklenmiyor. Nitekim bir haftadır uyguladığı taktikler de bu yönde. Böylece hem varlığını sürdürmek için zaman kazanacak hem de olası bir kaosun sorumluluğunu koalisyon güçlerine yükleme söylemini kullanma imkanı kazanmış olacak. İleriki zamanlarda ise militanlarının bir kısmının yeraltına çekilmesi, bir kısmının Suriye’ye geçmesi ve diğer bir kısmının da Irak’ın diğer bölgelerine gitmesi söz konusu olacaktır. Musul’a yönelik operasyon devam ederken örgütün Kerkük’ü ele geçirme çabası da bir yönüyle bu açıdan okunabilir.

Muhtemel Senaryolar

Operasyonun Musul’un DEAŞ’tan arındırılması hedefiyle başlamış olması bir yandan iyimser bir hava oluştururken öte yandan DEAŞ sonrası nasıl bir Musul’un ortaya çıkacağı sorusunu gündeme getirdi. İyimserlik Musul’un DEAŞ’tan arındırılması ve bu örgüte önemli bir darbe vurulacak olmasından kaynaklanıyor. Ancak bu durum aynı zamanda endişelerin başladığı noktaya denk geliyor. Zira yukarıda zikredilen koalisyon güçlerinin siyasi amaçları ve stratejileri açısından birbirleriyle uyumlu olduğunu iddia etmek çok zor. Tek ve en önemli özellikleri DEAŞ karşıtlığında birleşmeleri bu soruyu anlamlı kılmaktadır.
Her bir aktörün DEAŞ’ın sökülüp atılması dışında kendi gündemi ve buna bağlı stratejisi olduğu muhakkak. İran, 2003’te gerçekleşen ABD işgali dolayısıyla Irak’ta oluşan güç boşluğunu doldurarak Şii nüfuzunu artırmak ve bu nüfuzu askeri milislerle tahkim etme peşinde. Haşdi Şa’bi’nin koalisyonun başlıca güçlerinden birini oluşturması, İran’ın bu operasyonu etkinlik sahasını Irak’ın Sünni bölgelerine doğru genişletmek için önemli bir fırsat olarak kullanabileceğini düşündürüyor. Kuzey Irak yönetimi ise bu operasyonu bağımsızlık yolunda bir kaldıraç olarak kullanmakla kalmayacak, petrolden istediği pay ve petrolün pazarlanması noktasında inisiyatif almak için çalışacaktır. ABD işgali sonrasında Kerkük’te ortaya çıkan fiili durumun Musul’da da oluşması durumunda IKBY burada da söz sahibi olmak isteyecektir.
Bütün bu farklı ajandalar, operasyonun muhtemel sonuçları ile ilgili endişelerin gündeme gelmesine neden olmaktadır. Türkiye’nin temel hedefi ise sınır güvenliğini tehdit etmenin ötesinde ülke içinde eylem yapan DEAŞ ve PKK gibi terör örgütlerinin gücünü kırmak ve etkinlik alanlarını kısıtlamak olarak özetlenebilir. DEAŞ sonrası bu farklı ajandaların nasıl yönetileceği hayati bir mesele olarak duruyor. Özellikle Şii milislerin yayılma ve intikam heveslerinin kontrol altında tutulması gerekiyor.

DEAŞ’ı Irak’ta var eden ve genişlemesine sebep olan en temel unsurların ABD işgali ile oluşan güç boşluğu ve Irak eski başbakanı Maliki’nin mezhepçi politikaları olduğu unutulmamalıdır. Dolayısıyla operasyonu yürüten tarafların mezhepçi siyasi angajmanları bir tarafa bırakması hem sivil halkın örgüte karşı mobilize olması hem de örgütle sempati düzeyinde ilişki kuran tabanın çözülmesi için önemlidir. İran ve Iraklı Şii milislerin mezhepçi politikaları ve intikam duygusuna yönelik söylemleri, Musul merkezli yeni bir mezhep çatışmasının önünü açabilir. Dahası Musul halkını DEAŞ’a daha fazla iterek yeni bir kaosun kapısını aralayabilir ya da örgütün sergilediği şiddet eylemlerinin benzerlerine zemin hazırlayabilir.
Her ne kadar şehir içine yalnızca Irak merkezi güçlerinin gireceğine dair bir mutabakata varıldığı duyurulmuşsa da milislerin verdikleri sözleri tutacaklarının garantisi yok. Çok daha önemlisi bu operasyonun arifesinde Haşdi Şa’bi güçlerinin merkezi Irak ordusuna katılması yönünde bir yasa tasarısının hazırlandığı bilinmekteydi. Formel düzeyde Irak merkezi gücünün içinde yer almaları, milislerin sahip oldukları motivasyonu değiştiremediği takdirde benzer davranışları resmi üniforma altında sergileyecekleri anlamına gelecek ve sonuç değişmeyecektir. Yeni bir kaosa kapı aralanması durumunda DEAŞ temizlense dahi Musul operasyonunun başarılı olması mümkün olmayacak ve hazırlıkları süren Rakka operasyonunu da çıkmaza sokacaktır.

7 Ocak 2017 Cumartesi

4 TEMMUZ ÇUVAL OLAYI





4 TEMMUZ ÇUVAL OLAYI 




'Çuval olayı'nın perde arkası WikiLeaks'te






Yarım yüzyılı aşkın müttefiklik tarihinde ABD ile Türkiye arasında yaşanan en büyük kriz olarak tarihe geçen 'Çuval olayı'nın perde arkası yine gizli belgeler
T24 - Wikileaks'in Türkiye konulu belgelerini yayımlayan Taraf gazetesi, 4 Temmuz 2003'te dönemin ABD Ankara Büyükelçisi Robert Pearson'ın Washington'a ilettiği kriptoyu yayımladı. Kriptoda ABD ile Türkiye arasında yaşanan en büyük kriz olarak gösterilen 'çuval geçirme olayı' yer aldı. 


Taraf gazetesinde " Türkler Kerkük Vadisi'ni vuracaktı " başlığıyla yayımlanan (4 Nisan 2011) birebir çevrilen Wikileaks kriptosu şöyle: 


Türkler Kerkük Vadisi'ni vuracaktı

4 Temmuz 2003’te Türk Özel Kuvvetleri’nin Süleymaniye’deki karargâhını basan Amerikan güçlerinin bunu niye yaptıklarının cevabı, ABD kriptolarına yansıdı: Bir Türk askeri de Kerkük Valisi’ni öldürme planının parçasıydı.

Taraf’ ın 30 mart çarşamba günkü sürmanşetinde “Çuval baskını ‘geliyorum’ demiş” ifadesi vardı. O gün yayımladığımız “WikiLeaks Belgeleri,” 22-23 Nisan 2003’te Kuzey Irak’ta meydana gelen olay sonrasında, Türk ve Amerikan Özel Kuvvetler komutanları arasında yapılan toplantının zabıt tutanağına geçen kararları da içeriyordu.

22 Nisan 2003 günü, Erbil’deki Özel Kuvvetler Komutanlığı Karargâhı’nda görev yapan Türk askerleri, “Türkiye’den gelen bir insani yardım konvoyuna eskortluk etmek üzere” gittikleri Kerkük’te gözaltına alınmış, ertesi gün de Amerikan askerî personeli eşliğinde Türkiye’ye gönderilerek, Irak’tan sınırdışı edilmişlerdi. Bir hafta sonra, 30 Nisan 2003’te yapılan askerî toplantıda, iki tarafın da altına imza koyduğu kararlarla, Irak’taki Türk askerî personelinin her zaman üzerinde kimlik ve üniforma taşıması gerektiği Türkiye’ye tebliğ ediliyor ve bu kurala uymayan askerlerin gözaltına alınacağı kayda geçiriliyordu. Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hilmi Özkök’ün “ültimatom benzeri” diyerek eleştirdiği ancak geçerliliğine kimsenin resmen itiraz etmediği bu kararların üzerinden iki ay geçtikten sonra, 4 Temmuz 2003’te, “Çuval Olayı” yaşandı.
Süleymaniye baskınında, ABD’liler Türk Özel Kuvvetleri’ne mensup, üçü subay, sekizi astsubay on bir Türk askerini gözaltına aldılar; bu askerlerin üzerinde üniforma ve kimlik yoktu.

Tabii, hadise iki taraf için de bu kadar “basit” değil. Süleymaniye olayı, Türkiye’nin toplumsal hafızasına, “ABD’nin Türk askerlerinin başına ‘çuval’ geçirmesi” olarak kazındı. Amerikan tarafı ise, Türk Özel Kuvvetleri’nin de katılımıyla Kerkük Valisi’ne yönelik bir suikast gerçekleştirilmesinin, ABD askerlerince son anda önlediğini savundu ve bu tezinden bugüne kadar vazgeçmedi.

Gerçek neydi? Ve “Çuval Olayı”nın yaşandığı günlerdeki ikili temaslar gerçeği ne kadar anlatıyordu? Taraflar birbirlerine neyi, nasıl söylemişlerdi? Bugün, bu soruların cevabını arayarak, “WikiLeaks Türkiye Belgeleri” kapsamındaki “çuval” telgraflarını dikkatinize sunuyoruz.

Elçilik, bu baskını Türklerden öğrendi

4Temmuz 2003’te “GİZLİ” ibareli, “Türkiye, Kuzey Irak’taki Özel Kuvvetler Personeli’nin Derhal Serbest Bırakılmasını Talep Ediyor” başlıklı, Büyükelçi W. Robert Pearson’ın onayıyla gönderilen telgrafı, ABD Büyükelçiliği Başmüsteşarı Robert Deutsch kaleme almış. Telgrafı aynen aktarıyoruz:
(1) Bağdat’ın da asgari düzeyde bilgilendirilmesi elzemdir.
(2) Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Vekili Baki İlkin, aktarıldığı üzere, Türk Özel Kuvvetleri’nin Irak’ın Süleymaniye şehrinde ABD güçlerince gözaltına alınmasını(telgrafın bu cümlesinde “reported” –aktarılan– ifadesi kullanılarak, gözaltı olayının bir olgu değil, bir iddia olduğu ima ediliyor) resmen protesto etmek için, 4 temmuz akşamı Başmüsteşar’ı(Robert Deutsch) davet etti.

150 ABD askeri Türk karargâhında

İlkin’e göre, 4 temmuz günü saat 14:30 civarında, 150 ABD askeri, tesiste arama yapmak üzere Süleymaniye’deki Türk Özel Kuvvetler Karargâhı’na geldi. Bu noktadan itibaren, Türk Özel Kuvvetleri’nin kendi üstleriyle iletişimleri engellendi. Tesisin dışındaki bir görgü tanığının, binanın arandığını, hatta altının üstüne getirildiğini, Özel Kuvvetler birim komutanının ofisindeki Türk bayrağının yırtılarak indirildiğini ve 18 Türk Özel Kuvvet mensubunun prangalanarak götürüldüğünü Özel Kuvvetler’e anlattığı anlaşılıyor. Bundan kısa bir süre sonra, ABD askerleri, Süleymaniye’deki Irak Türkmen Cephesi ofisine de gitmişler ve Türkmenler gözaltına alınmış. Başlarına çuval geçirilerek, prangalanarak ve kelepçelenerek götürülmüşler. Bu noktada, dışarıdaki görgü tanığıyla iletişim de kesilmiş. Dahası, Süleymaniye’deki Türkmen radyo istasyonunun yayını durdurulmuş.

Saddam’ın Fedaisi gibi davrandılar

(3) İlkin, her iki grubun da Kerkük’te bir cezaevine götürüldüklerini aktardı. Irak’taki Türk Özel Kuvvetleri’ne karşı başka hareketler de yapıldığına ilişkin teyit edilmemiş haberler olduğunu ilave etti ve bu haberlerin doğru olmadığını umduğunu söyledi. İlkin, Türklere davranılma biçiminin acınası olduğunu, Saddam’ın Fedaileri’ne de aynı böyle davranıldığını ve kuşkusuz bir müttefiğe davranma biçiminin bu olmaması gerektiğini söyledi.
(Irak’ta 1995’ten itibaren etkinleşen “Fedayiin” adlı paramiliter grup, Baas rejimine bağlı özel muhafızlardı. Irak Savaşı’nın 1 Mayıs 2003’te bittiği resmen ilan edilen muharip safhasından sonra, Haziran 2003’te “Yarımada Operasyonu” adıyla daha sınırlı bir harekât başlatan ABD askerleri, Fedayiin’in karargâhına girdiler ve birçok Iraklı milisi öldürdüler. Büyükelçi İlkin’in, Süleymaniye’deki olayı, ABD’nin Saddam’ın Fedaileri’ne karşı tavrına benzetmesi, “Yarımada Operasyonu”nun o an itibariyle “taze” olan kanlı imajına atıf yapması bakımından özellikle çarpıcı.)

“Kerkük bugün kurtuldu” dediler

İlkin, Türklerin bu tür bir eyleme girişilmesine kimin karar verdiğini bilmediklerini anlattı ve bu olgunun konuyla ilgili olup olmadığını bilmemekle birlikte, daha önce kendisiyle zorluklar yaşadıkları 101. Hava İndirme Tümeni’nden Albay (William)Mayville’in de 4 temmuzda, Süleymaniye’de olduğunu anladıklarını belirtti. İlkin, Türk hükümetinin daha önce Albay Mayville’in tavır ve hareketlerinden şikâyetçi olduğunu da kaydetti. Türk hükümeti, yetkililerle ve Ankara ile Washington arasındaki iletişim, tatil (ABD’nin Bağımsızlık Günü tatili) nedeniyle aksayacağı için, bu eylemin 4 temmuzda yapılmış olabileceğinden kuşkulanıyor. İlkin, Kerkük-Süleymaniye bölgesinde bazı şahısların “Kerkük bugün kurtarıldı” dediği haberleşmelerin tespit edildiğini de kaydetti. (Yorum: bunun, olaydaki Türk aleyhtarı niyeti teyit ettiğini ima ederek.)

“Askerlerimizi derhal bırakın”

(4) İlkin, bu olayın şimdiden basına sızdığını (bunu teyit etmeyi başaramadık) ve Cumhurbaşkanı Sezer’le Başbakan Erdoğan’ın da haberdar edildiğini söyledi. Eğer sorunlarla derhal ilgilenilmezse, bu olayın, iki tarafın da yeniden sağlam bir zemine oturtmak için çalıştığı ABD-Türkiye ilişkisinde ciddi olumsuz yansımaları olacaktı. Türk hükümetinin, olayın çözüme kavuşturulması için, şu hususları da içerecek şekilde, hızla harekete geçilmesini talep ettiğini bildirdi:
— Gözaltına alınanların derhal serbest bırakılması,
— Olayın tümüyle soruşturulması,
— Kararın sorumlularının belirlenmesi ve gerekli tedbirin alınması,
— Soruşturmanın sonuçlarının Türk hükümetiyle paylaşılması.

(5) YORUM: Büyükelçilik, iddia olunan bu olayı, Türk Genelkurmayı ve Dışişleri kaynaklarından 4 temmuz günü ikindi saatlerinde öğrendi. Konuyla ilgili herhangi bir faaliyet olup olmadığını askerî ve sivil kanallardan (EUCOM - Avrupa Kuvvetleri Komutanlığı, CENTCOM - Merkezî Kuvvetler Komutanlığı, ABD Dışişleri, OCPA - Bağdat’ta Saddam Hüseyin’in Cumhuriyet Sarayı’nda karargâh kuran ve o sıradaki başkanı ABD’li Paul Bremer olan Geçici Koalisyon İdaresi) teyit etmeye çalıştık. Olayı teyit edebilmemiz altı yedi saat aldı ve Büyükelçi Pearson (bakanlığa çağrılmamızdan hemen önce) Müsteşar İlkin’e, üzerlerinde kimlik ve üniforma olmadığı için sivil oldukları varsayılan 23 kişiyi gözaltına aldığımızı bildirdi.

Söyleyin, Türklere ne anlatalım...

(6) EYLEM TALEBİ: İlişkimiz açısından yaratabileceği ciddi potansiyel sonuçlar düşünüldüğünde, bu olayı mümkün olan en hızlı şekilde çözüme kavuşturmamız gerekmektedir. Ankara saatiyle 5 temmuzda (saat farkı nedeniyle Ankara’da günün Washington’dakinden yedi saat önce değiştiği gözönünde tutularak yapılan bir vurgu) Türk hükümetine vermek üzere mümkün olan en fazla ayrıntıyı içeren bir cevap talep ediyoruz. Bu adımı niye attığımızı çok hızlı bir şekilde, en somut ve mümkün olan en ikna edici ifadelerle Türklere anlatmamız gerekiyor. Enformasyonun hassasiyeti ve gizliliği düşünüldüğünde bu konudaki brifingi en uygun olacak kanallardan vermeliyiz.

İki sis bombası atıp içeri girdiler

WikiLeaks Belgeleri arasında “çuval” konusuna ayrılmış ikinci yazışma ise, 5 Temmuz 2003’te yine Başmüsteşar Robert Deutsch tarafından kaleme alındığı anlaşılan “GİZLİ” ibareli telgraf. “Türk Özel Kuvvetleri’nin Yakalanması Sınırı Kapatır” başlığını taşıyan telgrafın tam metni şöyle:
(1) Bağdat’ın da asgari düzeyde bilgilendirilmesi elzemdir.
(2) Büyükelçi (Pearson), 5 temmuz sabahı Dışişleri Müsteşar Vekili Baki İlkin’le, Irak’taki Türk Özel Kuvvetleri’nin gözaltına alınması hakkında konuştu. İlkin, Kuzey Irak’taki ABD askerî yetkililerinin, kimliği belirlenemeyen bir grup Türk’ün gözaltına alındığını ve kimliklerinin belirlenmesi ve serbest bırakılmalarının diplomatik kanallardan istenmesi halinde bu kişilerin salıverileceğini, 173. (173. Hava İndirme Tugayı kastediliyor) ile ilişkili Türk İrtibat Timi’ne bildirdiklerini söyledi. İlkin, olaya karışan Amerikan biriminin cuma sabahı Kerkük’te binalara hücum eğitimi yaparken görüldüğünü anlattı. Bunu birkaç kez tekrar ettikten sonra, KYB (Kürdistan Yurtsever Birliği) güvenlikçilerinin eşliğinde, toplam kırk civarında araç içeren bir konvoyla Süleymaniye’ye doğru yola çıkmışlar. Türk Özel Kuvvetleri’ni barındıran binaya, içeri iki sis bombası attıktan sonra girmişler.

Kerkük Valisi’ne karşı bir Türk

(3) OCPA (Irak’taki Geçici Koalisyon İdaresi) yetkilisiyle görüşen Büyükelçi, kimliklerinin tesbiti durumunda şüphelilerin serbest bırakılacakları yönünde Türk İrtibat Timi’ne yapıldığı iddia olunan teklifi teyit edemedi. Bağdat’tan anlıyoruz ki, Türk Özel Kuvvetleri’nin bir mensubunun Kerkük Belediye Başkanı’nı (telgrafta böyle yazıyor ama kastedilen ‘belediye başkanı’ değil Kerkük Valisi) öldürme planının parçası olduğu iddiasına ilişkin soruşturma devam ediyor.

Habur Kapısı kapanıverdi...

(4) ABD askerî kaynaklarından, 10 Türk Özel Kuvvetler mensubunun daha gözaltına alındığı başka bir baskının da 5 temmuz sabahı gerçekleşmiş olabileceğinin işaretini aldık. Ayrıca, bu olayın bir sonucu olarak Türklerin Habur Kapısı’nı kapattıklarını ve silahlı muhafızlarla güvenceye aldıklarını da anlıyoruz. Türk Özel Kuvvetler Komutan Yardımcısı Tuğgeneral (Abdullah) Kılıçarslan üç otomobilde 16 kişilik bir heyetle, Kürdistan Yurtsever Birliği “Başbakanı” Barham Salih’le görüşüp durumu denetlemek üzere Süleymaniye’ye gidiyor.

TSK: Suikast iddiası saçmalık

(5) Anaakım Türk gazetesi Hürriyet bu sabah birinci sayfasında, bu olayla ilgili, ABD’nin suikast planıyla ilgili iddialarını da not eden bir manşet habere yer verdi. Başbakan Erdoğan olayı “fevkalâde üzücü” ve “kabul edilemez” diye nitelendirdi. Genelkurmay İkinci Başkanı General Büyükanıt, haberin maalesef doğru olduğunu açıkladı. Türklerin Kerkük Valisi’ni öldürmeyi planladıkları iddiasını ise saçmalık olarak nitelendirdi. Bir haber, Bakan (Colin) Powell’ın (Abdullah) Gül’e gereken herşeyin yapılacağını söylediğini duyurdu. Bir başkası, bunun sonucunda ABD yetkililerinin Türk ordusuna Irak’tan çekilmesi yönünde baskı yaptığını öne sürdü. Gazeteciler bir tepki için Büyükelçiliği sıkıştırmaya başladılar.

Bu iş pazartesi mutlaka bitmeli

(6) YORUM: 4 temmuz akşamı Dışişleri Bakanı Gül ile Dışişleri Bakanı (Powell),Genelkurmay Başkanı General (Hilmi) Özkök ile Avrupa Kuvvetleri Komutanı General(James) Jones arasındaki görüşmelere dayanarak, Türk yönetimi, Amerikan üst düzey yönetiminin bu olayı hızlı biçimde çözüme kavuşturmak için çalıştığına inanıyor. Bu beklenti ve haftasonu olmasının verdiği nisbî sükûnet, bu olayın bir sonuca ulaştırılması için kısa bir süre tanıyor. Ancak, eğer bu olay çözüme kavuşturulmaz ve Türk Özel Kuvvetleri pazartesi sabahına kadar serbest bırakılmazsa, ABD-Türk ilişkilerine ciddi biçimde zarar verecek ve çok geniş yansımaları olacak bir siyasi ve toplumsal tepki Türkiye’de hızla ivme kazanacaktır. Ankara Büyükelçiliği, bu meseleyi önümüzdeki kırk sekiz saat içinde çözüme kavuşturmaya katkıda bulunacak her türlü harekete hazırdır.

Manşetlere bakın, öfkeyi anlayın

ABD’nin Ankara Büyükelçiliği, 7 temmuz pazartesi sabahı Washington’a, Türk Özel Kuvvetleri’nin gözaltına alınmasına ilişkin olarak basında çıkan haberlere geniş yer veren bir telgraf gönderdi. Telgrafın başlangıcında, ABD’nin temsilcilikleri önünde gösteriler düzenlendiği ve Türk yetkililerinin giderek daha yüksek tonda açıklamalar yaptıkları kayda geçirildi. Telgrafın şu paragrafı, günün atmosferini hatırlamamıza yardımcı olabilir:

6 temmuzdaki başlıca Türk gazetelerinin manşetleri –“Çirkin Amerikalı” (Milliyet): “Bu Ne Biçim Stratejik Ortak” (Radikal)– buradaki basının genel tonunu yansıtıyor. Öfkenin büyük bölümü, birçok kişinin Süleymaniye’deki ABD operasyonunu yönettiğini varsaydığı Albay William Mayville’e yönelmiş durumda. Türkiye’nin en yüksek tirajlı gazetesi Hürriyet ’in birinci sayfasındaki bir başlıkta, “bu adama haddini bildirin” ifadesi var. Sabah ise Albay Mayville’in Kuzey Irak’ta Türkmenler ve Araplara karşı sistematik olarak Kürtleri kayırdığına ilişkin bir “kanıt” listesini ayrıntılarıyla yansıttı.

Telgrafta ayrıca, gazetelerin, Süleymaniye baskınının Türk askerlerini Kuzey Irak’tan tamamen atma amacıyla düzenlendiğine ilişkin iddialarına da mesafeli bir dille yer verilmiş. Bir Hürriyet yazarının “ABD, Türk Özel Kuvvetleri’nin üç ay içinde Irak’tan çıkmasını istedi” diye yazdığı yine teyit edilmeksizin aktarılıyor. Süleymaniye baskınında, Celal Talabani liderliğindeki KYB’den gelen istihbarata dayanıldığına ilişkin haberler ile Cumhuriyet gazetesinin, Kürt grupların ABD’yi Türkiye’ye karşı kışkırttığını savunan yorumları da telgrafta yer almış. Sabah’ın, Washington kaynaklı haberinde, Süleymaniye baskınının ABD Dışişleri Bakanlığı, Beyaz Ev ve Irak’taki sivil yetkililerin bilgisi dışında gerçekleştirildiğini yazdığı; buna karşın, Radikal’den Murat Yetkin’in, olayla ilgili olarak Türk tarafına resmen bilgi verilmesinin geciktirilmesini, bu baskının yerel bir askerî inisyatiften ziyade, “ABD devlet politikasının parçası” olmasına bağladığı da, telgrafın Türk basınındaki çelişkili yorumlara verdiği örnekler arasında.

http://t24.com.tr/haber/cuval-olayinin-perde-arkasi-wikileakste/136878

.