İRAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
İRAN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Şubat 2020 Cumartesi

Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler BÖLÜM 8

Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler  BÖLÜM 8


İran’ın Suriye Politikası 

Uğur KÖROĞLU 


< İran, İmam Humeyni önderliğinde gerçekleştirilen 1979 İslam Devrimi’nden 
sonra Suriye ile münasebetlerini şahlık dönemine nazaran ciddi biçimde 
geliştirmiştir. Suriye, İran İslam Devrimi’nden sonra İran’ın Arap Dünyası içerisinde ilişkilerinin en iyi olduğu ülke olarak ön plana çıkmıştır. SDE Analiz  >

   Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerinde geçtiğimiz yıl şiddetini arttıran, 
Tunus, Mısır ve Libya gibi ülkelerde uzun yıllardır iktidarda olan yöneticilerin 
devrilmeleri ile sonuçlanan ve uluslararası kamuoyu tarafından “Arap 
Baharı” diye adlandırılan süreç hem bölgede hem de küresel sistemde 
ciddi değişiklikler ve ciddi kırılmalar meydana getirmesi öngörülmektedir. 
Suriye’de 2011 Mart ayında başlayan ve şiddetini arttırarak şimdiye kadar 
devam eden çatışmalar bölgesel istikrarsızlığı tetikleyici bir hal almış 
durumdadır. Söz konusu gelişmelerin en yakından hissedildiği ülkelerin 
başında ise Türkiye, İran ve İsrail gelmektedir. Her üç ülkenin de bu 
gelişmeler karşısında farklı perspektiflere ve çıkarlara sahip olmaları Suriye 
konusunda farklı tutum geliştirmelerine ve sorunun daha da karmaşık 
bir hal almasına sebep olmaktadır. Özellikle bölgenin Türkiye ve İran’ın 
söz konusu soruna ilişkin yaklaşımları, Suriye’deki gelişmelerin alacağı 
seyri yakından etkilemektedir. İki ülkenin soruna yönelik geliştirdikleri 
politikalardaki farklılıkların sağlıklı bir biçimde değerlendirilebilmesi, İran-
Suriye ilişkilerinin tarihsel seyrinin kısaca gözden geçirilmesiyle mümkün 
olabilir. 

1979 İran İslam Devrimi’nden Sonra İran-Suriye İlişkileri 

İran, İmam Humeyni önderliğinde gerçekleştirilen 1979 İslam Devrimi’nden 
sonra Suriye ile münasebetlerini şahlık dönemine nazaran ciddi biçimde 
geliştirmiştir. Suriye, İran İslam Devrimi’nden sonra İran’ın Arap Dünyası 
içerisinde ilişkilerinin en iyi olduğu ülke olarak ön plana çıkmıştır. İki 
ülkeyi, Arap-Fars çekişmesi, dünyadan izolasyon vb. tüm olumsuz etkenlere 
rağmen, bir araya getiren sebep(ler) dönemlendirilmek suretiyle şu şekilde 
özetlenebilir: 

< 1985-1988: Lübnan’da başlayan iç savaşta Suriye’nin Şii Emel Örgütü’nü, İran’ın ise Hizbullah’ı desteklemesi ve iki örgütün aralarında yaşanan çatışmalar ilişkileri gerginleştirse de, 1988’de, karşılıklı çabalar ve çeşitli gelişmeler sonucu 
iki ülkenin arası yeniden düzelme eğilimine girdi. SDE Analiz >

1-1979-1982: İran’da meydana gelen İslam Devrimi’nin (10 Şubat 1979) ilk 
dönemleri Camp David Sözleşmesi’nin (17. 09. 1978) hemen sonrasına 
ve bu sözleşmeyi esas alan Mısır-İsrail Barış Antlaşması’nın da (26. 03. 1979) hemen öncesine denk gelmekteydi. Adı geçen antlaşmanın ardından Mısır’ın ve diğer bazı Arap ülkelerinin İsrail karşıtlığına resmi olarak son vermelerinin sonucunda Suriye’nin yalnızlığa düşmesi, buna karşılık İran’ın daha devrimin ilk aylarında İsrail büyükelçiliğini kapatarak binasını da Filistin elçiliği için tahsis etmesi ve Filistin’e tam destek sözü vermesi gibi gelişmelerden dolayı Suriye ile İran arasında hızlı bir yakınlaşma başlamıştı. Devrimi tanıyan ilk Arap ülkesinin Suriye olması ve Hafız Esed’in Ayetullah Humeyni’ye tebriklerini bildirmesi, söz 
konusu yakınlaşmanın düzeyini göstermesi açısından önemlidir. İran’ın da, gerek İslami bir rejime geçmesi gerekse devrimin hemen akabinde başlayan İsrail karşıtlığı nedeniyle yaşadığı/yaşayabileceği izolasyon durumunu aşmak açısından Suriye ile yakınlaşması ve Suriye’nin desteğini kazanması gerekmekteydi. 

1979 yılında Irak’ta iktidarı ele geçiren Saddam Hüseyin’in kaygı verici kişisel özellikleri ve İran topraklarının bir kısmını 22 Eylül 1980 tarihinde işgal ederek başlattığı savaş Suriye tarafından endişeyle karşılandı. Saddam’ın olası bir zaferin ardından kendi ülkesine de saldıracağını düşünen ve Irak’ın da Arap 
liderliğinde söz sahibi olması ihtimali karşısında Suriye yönetimi, yaklaşık 
sekiz yıl sürecek savaşta resmi olarak İran’ı destekleyen tek Arap ülkesi, 
hatta dünyadaki tek ülke konumundaydı. 

2-1982-1985: Bu yılların başında İsrail, Lübnan’ın güneyini işgal etmişti. 
Suriye için zaten tehdit olan İsrail, bu sefer farklı bir cepheden kendisine 
yaklaşıyordu. Tam da bu sırada İran destekli Hizbullah’ın kurulması17 
ve derhal İsrail ile ABD güçlerine karşı eylemlerde bulunması 
İran’la ilişkileri daha da sağlamlaştırmıştı. 

3-1985-1988: Lübnan’da başlayan iç savaşta Suriye’nin Şii Emel Örgütü’nü, 
İran’ın ise Hizbullah’ı desteklemesi ve iki örgütün aralarında yaşanan 
çatışmalar ilişkileri gerginleştirse de, 1988’de, karşılıklı çabalar ve çeşitli 
gelişmeler sonucu iki ülkenin arası yeniden düzelme eğilimine girdi. 

4-1988-1991: İran-Irak savaşının bittiği bu dönemin başlarında, Lübnan’da 
işbaşına gelen başkan Michel Aoun’un Suriye karşıtı eylemeleri ve Irak’ın 
Kuveyt’i işgalini öne sürerek bölgeye giren ABD silahlı kuvvetlerinin 
Suriye’yi tedirgin etmesi iki ülke arasındaki ilişkilerin yeniden ivme 
kazanmasını sağladı. 

5-1991-2003: Bu görece uzun süreyi taraflar daha çok silahlanma 
konusunda birbirlerine yardım ederek geçirdiler. Hizbullah ve 
Hamas’ı takviye ederek İsrail’e baskıyı arttırmak için uğraştılar. Nitekim 
2000 yılında Hizbullah’ın yoğun mücadelesi sonucu İsrail’in, Güney 
Lübnan’dan çekilmek zorunda kalması bu çabaların iki ülke açısından 
olumlu bir sonucudur.18 

6-2003-…: Bu dönemde başlayan İkinci Körfez Savaşı’nın ardından iki 
ülkenin de ortak düşman olarak gördüğü Saddam’ın devrilmesi Suriye ve 
İran açısından olumlu ve siyasi kazanım olarak karşılandı. Buna karşılık, 
ABD’nin “teröre karşı savaş” söylemi çerçevesinde iki ülkeyi de hedef 
tahtasına oturtması İran ve Suriye arasında belirli bir endişe yarattı. 

< 1991-2003: Bu görece uzun süreyi taraflar daha çok silahlanma  konusun da  birbirlerine yardım ederek geçirdiler. Nitekim 2000 yılında Hizbullah’ın yoğun mücadelesi sonucu İsrail’in, Güney Lübnan’dan çekilmek zorunda kalması bu çabaların iki ülke açısından olumlu bir sonucudur. SDE Analiz  >

Bu nedenle, her iki ülke de Irak bağlamında ortak bir siyaset izlemeye başladı. 
İran, Irak’ta büyük çoğunluğunu Şiilerin teşkil ettiği Amerikan karşıtı 
grupları destekleyerek kontrolü Amerika’ya kaptırmamaya çabalarken, 
Suriye’nin gayretleri ise, olası tehdit ve müdahaleleri önlemek için Irak’ı 
dönem dönem sınırını kapatmaya kadar zorladı. Bu dönemin şüphesiz 
ki en çarpıcı gelişmesi 2006 yılında İsrail’in Güney Lübnan’a saldırarak 
Hizbullah’la savaşa girmesidir. Seyyid Ali Hamanei’ye yakınlığı malum 
olan Hizbullah’ın bu savaştan adı konulmamış bir zaferle çıkması, Suriye 
yönetimi ve halkının İran’a karşı sempatisini ve güvenini arttıran büyük 
bir etken olmuştur.19 

Neticede bu önemli kırılma-birleşme dönemleri ve barındırdığı olaylar, 
her iki ülkenin ilişkilerinin bir tür ‘kader ortaklığı’ veya en azından ‘mantık 
evliliği’20 düzeyinde ilerlemesine katkıda bulunmuştur. Söz konusu siyasi 
gelişmeler özellikle İran’ın ekonomik açıdan Suriye’ye büyük destek 
vermesini de beraberinde getirmiş, bu kapsamda Suriye’ye düşük maliyetli 
petrol ve ürünleri ile doğal gaz vb ihracatın yapılmasını sağlamıştır. 

2011 Suriye Olayları ve İran’ın Tutumu 

2011 yılı başlarında Arap Baharı tüm bölgeyi ve dünyayı etkilerken gözler 
doğal olarak Suriye’ye de çevrilmişti. Burada da bir devrim, değişim veya 
dönüşüm olacak mıydı? Diğer Arap ülkelerine göre birkaç ay gecikmeli de 
olsa, Suriye’de de bir takım olaylar patlak vermişti. Batı ülkeleri, Türkiye 
ve bazı Arap medyası ile siyasileri bu olayları, diğer ayaklanmalar gibi bir 
özgürlük ve demokrasi hareketi şeklinde görüp yorumlamışlarsa da, İran’ın 
konuya bakışı çok farklı olmuştur. 

İran İslâm Devrimi sonrasında uygulanan “Yeşil Kuşak” politikası ile bölgede 
tecrit edilmeye çalışılan İran yönetimi, İsrail’den ve İsrail üzerinden Batılı 
ülkelerden, özellikle ABD’den tehdit algılamaktadır. Ortadoğu ve Kuzey 
Afrika ülkeleri ile Suriye’deki olaylar patlak vermeden önce Suriye Devlet 
Başkanı Beşşar Esed’in kendisini ziyareti sırasında bir demeç veren İran dinî 
lideri Ayetullah Ali Hamanei “…Batı’lı ülkeler ve özellikle de Amerika hem 
bölgede ve hem de kendi içerisinde çeşitli sorunlarla karşı karşıya olup, 
bölgede ve hatta Lübnan’da dahi herhangi bir başarı sağlayamamıştır. 
Bu şartlar altında İran, Suriye, Irak ve Türkiye arasında bir dayanışma 
ve işbirliği ortamının sağlanması bölgenin yararınadır…” cümleleriyle 
bu durumu net bir biçimde ifade etmiştir. Aynı toplantıda Hamanei “… 
İran İslam Cumhuriyeti ve Suriye ortak bir siperde yer almışlardır ve 
ortak hedeflere sahiptirler…” diyerek İran ve Suriye arasındaki ilişkilerin 
dayandığı stratejik temele işaret etmiştir. Suriye olaylarının Türkiye ile derin 
bir ayrılığa dönüşmesi, Türkiye’ye bir parçası konuşlandırılan NATO füze 
savunma sisteminin İran tarafından şüpheyle karşılanması gibi hususlar 
İran-Türkiye ilişkilerinde ufak çaplı bir krize de sebep olmuştur. 

İran, Suriye’de yaşanan gelişmeleri dış destekli bir proje olarak 
değerlendirmektedir. İran dinî lideri Ayetullah Ali Hamanei’nin Bi’set 
Bayramı dolayısıyla yaptığı konuşmada Suriye olaylarını  “…Amerikalılar bölgede Mısır, Tunus, Yemen ve Libya’daki olayların benzerini çıkartmayı amaçlamış olup, direniş cephesindeki Suriye’yi karıştırmak peşindeler. ''

< Başbakan R. Tayyip Erdoğan ve beraberindeki heyetin İran’da kabulü sırasında da Suriye halkı lehine olan her türlü reformu desteklediklerinin 
altını çizen Hamanei İran’ın Suriye’yi desteklemesinin en önemli sebebi 
olarak Suriye’nin Siyonist direniş çizgisinde yer alıyor olmasını göstermiştir. 
SDE Analiz  >

Ancak Suriye’deki olayların mahiyeti, bölge ülkelerindeki gelişmelerden 
tamamen farklıdır. Bölge ülkelerindeki İslami uyanışın özü, anti-siyonist ve 
anti-Amerikancı bir harekete dayanmaktadır. Ancak Suriye’deki olaylarda 
Amerika ve İsrail’in parmağı açıkça görülmekte olup, biz İran halkının bu 
bağlamdaki mantığı ve kriteri şudur ki, her nerede Amerika ve Siyonizm 
lehine slogan atılırsa, bu hareket sapmaya uğramıştır. Elbette İran halkı ve 
İslam nizamının bu mantık ve kritere dayalı direnişi düşmanı öfkelendirmekte 
ve onların komplolarının artmasına yol açmaktadır. Ancak, dirençli İran 
halkı mevcut duruşunu gevşeklik göstermeksizin sürdürecektir…” şeklinde 
değerlendirmesi İran’ın Suriye politikasını anlamayı kolaylaştırmaktadır. Bu 
çerçevede Türkiye Başbakanı R. Tayyip Erdoğan ve beraberindeki heyetin 
İran’da kabulü sırasında da Suriye halkı lehine olan her türlü reformu 
desteklediklerinin altını çizen Hamanei İran’ın Suriye’yi desteklemesinin 
en önemli sebebi olarak Suriye’nin Siyonist direniş çizgisinde yer alıyor 
olmasını göstermiş ve Suriye’de başlayan reform sürecinin devam etmesi 
gerektiğini ifade etmiştir.21 

İran Cumhurbaşkanı Mahmud Ahmedinejad’ın konuyla ilgili görüşleri 
ise,‘Rehber’in sözlerinden çok farklı olmamakla birlikte, bazen daha 
politik manevralarla sergilendiği bazen de İran’daki genel kabulün aksine 

< Suriye olaylarının başlangıcında ve ortalarında daha ihtiyatlı bir dil kullanan 
Ahmedinejad, bugün gelinen noktada, Suriye yönetimini ve halkını, ayaklan maları iyi bir şekilde idare etmelerinden dolayı tebrik etmiş ve Batının bir tuzağı olarak değerlendirdiği bu oyuna gelinmemesinin sevindirici olduğunu  belirtmiştir. SDE Analiz > 

Suriye’deki göstericilere şiddet uygulandığını kabul eder bir nitelik taşıdığı 
için önemlidir. Örneğin Rusya Cumhurbaşkanı Medvedev ile yaptığı telefon 
görüşmesinde, Suriye’deki olayların çözümünü ve gerekli reformları yine 
Suriyelilerin yapması gerektiğini, dışarıdan müdahale olmamasının önemini 
vurgulamıştır.22 Ahmedinejad, benzeri ifadeleri BM genel sekreteriyle 
görüşmesinde de dile getirmiştir.23 Buna karşılık Ahmedinejad, Beşşar 
Esad’la bir görüşmesi sırasında isyancılara karşı şiddet uygulanmasına 
son vermesini ve askeri güçle hiçbir meselenin halledilemeyeceğini beyan 
etmiştir.24 Suriye olaylarının başlangıcında ve ortalarında daha ihtiyatlı bir 
dil kullanan Ahmedinejad, bugün gelinen noktada ise, Suriye yönetimini ve 
halkını, ayaklanmaları iyi bir şekilde idare etmelerinden dolayı tebrik etmiş 
ve Batı’nın bir tuzağı olarak değerlendirdiği bu oyuna gelinmemesinin 
sevindirici olduğunu belirtmiştir.25 

İran İslam Cumhuriyeti’nin diğer yetkili makamları da Suriye’deki kalkışma 
ve karışıklılar hususunda Ali Hamanei ve Ahmedinejad’ın görüşleriyle 
aynı veya yakın doğrultudaki fikirlerini zaman zaman dile getirmişlerdir. 
Bunlardan biri de İran’ın, Arap ve Afrika ülkelerinden sorumlu dışişleri 
bakan yardımcısı Hüseyin Emirallahiyan’dır. Bir Türk gazeteci tarafından 
Türk dışişlerinin son günlerdeki çıkışları hakkında kendisine yöneltilen bir 
soru üzerine; İran’ın her yönden Suriye’yi desteklemeye devam edeceğini 
ve Suriye halkının Esed’in himayesi altında istenilen reformlara sağlam bir 
şekilde ulaşacağını beyan eden Emirallahiyan, buna karşılık muhaliflerin 
silahlandırılmamasının da şart olduğunu söylemiştir. Aynı yetkili bir başka 
görüşmesinde ise “İran’ın kırmızı çizgisi, Suriye halkı içindeki grupların 
birbirlerini öldürmeleri ve ülkeye dışarıdan askeri müdahale olmamasıdır” 
diyerek düşüncelerini dile getirmiştir.26 İran’ın BM daimi temsilcisi 
Muhammed Hezai de, Suriye halkının reform sürecinde gösterebileceği 
sabırsızlığın bölgeye felaket getireceğini ileri sürmüştür.27 Dışişleri bakanı 
Ali Ekber Salihi, ‘direniş’28 hareketinin sonuna kadar süreceği mesajını 
iletmiştir.29 

Bu veriler ışığında bakıldığında, küçük farklar/farklılıklar dışında, İran’ın 
resmi söyleminde kendi içinde herhangi bir ayrılığın bulunmadığı ve kendi 
içerisinde bir tutarlığa sahip olduğu görülmektedir. Çeşitli devlet yetkilileri 
ve milletvekillerinden oluşan ve bu noktada farklı düşünen küçük bir azınlık 
grubu olsa da, güçlü olamayışları ve söylemlerinin süreksizliği onları 
akamete ve etkisizliğe uğratmaktadır. 

Yukarıda bahsi geçen siyasal kişiler ve onların oluşturduğu kurumsal yapıların görüşlerinin yanısıra, göz ardı edilmemesi gereken bir unsur da, şüphesiz ki İran halkıdır. İran halkı genel olarak devletin resmi görüşlerini benimsemekle beraber, özellikle ‘yeşil hareket’e destek verenlerin ve diğer görüşlerdeki bazı grupların, ülkelerinin Suriye’ye yardım etmesini daha çok ekonomik yönlerden eleştirdiği ve zaman zaman seslerini yükselttiği görülmektedir. 

Bütün bunların dışında bir de gücü artık son zamanlarda iyice artan sosyal 
medya, video paylaşım siteleri vb. türden internet ortamlarında konuyla 
ilgili son derece zengin bir kaynak bulunmaktadır. ‘İslam Devrimi’ ve Suriye 
yönetimi taraftarlarının kendilerini haklı göstermek üzere yoğun çaba 
harcadıkları bu sitelerde, daha çok Batı ve Suriye yönetimi karşıtlarının 
dünya medyasına sundukları görüntülerin sahteliği, bütün olup bitenin 
aslında bir komplo ve göz boyamadan ibaret olduğu iddia edilmektedir. 

< İran halkı genel olarak devletin resmi görüşlerini benimsemekle beraber, özellikle ‘yeşil hareket’e destek verenlerin ve diğer görüşlerdeki bazı grupların, 
ülkelerinin Suriye’ye yardım etmesini daha çok ekonomik yönlerden eleştirdiği ve zaman zaman seslerini yükselttiği görülmektedir. SDE Analiz  >

Buraya kadar sunmaya çalıştığımız bilgiler ışığında, İran’ın Suriye olaylarına 
bakışının, özellikle resmi makamlar bağlamında ortak bir söyleme yaslandığını 
söylemek mümkündür. Tüm bunların dışında gerek İranlı yetkililerin 
yaptıkları gayrı resmi konuşmalardan gerekse ‘Devrim’ (İran İslam Devrimi) 
ve Suriye taraftarlarının aralarında yaptıkları konuşmalardan, aslında 
Suriye’de hemen hemen hiçbir büyük halk ayaklanmasının yaşanmadığı, 
katliamları yapanların bilakis göstericiler olduğu, bu göstericilerin çoğunun 
halk tarafından tanınmadığı, dışarıdan veya Filistinli göçmenlerden parayla 
tutulan adamlar 30 oldukları yönünde genel bir kanaat çıkarmak mümkündür. 
Bu kesimlere göre, Suriye olayları, dini inanç ve mezhep farklılıklarını 
bahane eden, ama aslında ABD, İsrail ve genel olarak Batı’nın 31 kışkırttığı, 
bizzat para verip silahlandırdığı bir grup teröristin çıkarttığı olaylardan 
öteye bir şey değildir. Hatta Suriye ordusundan ayrılan 2500 kadar askerin 
“Muaviye Tugayları” adıyla birlikler kurmaları doğrultusundaki söylentiler 32 
ve benzeri iddialar kendilerinin bu tezlerini daha da güçlendiriyor. Çünkü 
hiçbir aklı başında Sünni’nin yapmayacağı bu anlamsız isimlendirmenin 
telaffuzu bile, karşı tarafı tahrik etmeye yetmektedir. 

Suriye sorunu kapsamında, bütün bu reel-politik söylem ve iddiaların 
yanısıra, ilgili çevrelerce pek gündeme getirilmeyen meselenin teo-politik 
boyutuna da değinmek gerekmektedir. Bu boyutu, her ne kadar bilimsel 
bir şekilde ortaya koymak en azından şimdilik mümkün olmasa da, Mehdi 
inancının İslam âlemindeki, ama özellikle Şiiler arasındaki öneminin de İran-
Suriye ilişkilerinde bir belirleyicilik payı olduğu düşünebilir. Aslında Mehdi 
inancını ve onun gelişini beklemeyi inançlarının merkezine oturtmuş bir 
ulema kadrosunun en üst düzey yöneticileri oluşturduğu İran’da bu husus 
kesinlikle görmezden gelinmemelidir. Resmi makamlarca doğrudan ‘İmam 

< En çok öne çıkan görüşİran’ın aslında tarihsel arkaplanına dayalı devlet geleneğinin dünyadaki bütün gelişmelere yansıyor oluşudur. Bu görüşü savunan lar bir İslam devleti de olsa İran’ın aslında ulusal çıkarlarını düşünen ve derin  amaçları olan bir devlet olduğu görüştür. SDE Analiz >

Mehdi geliyor, çok yakında gelecek’ 33 tarzında sözler sarfedilmemiş olsa 
da, bölgenin ve dünyanın yakın bir süre zarfında barışa ereceği, İsrail’in 
ortadan kalkacağı, şu anki neslin bu büyük uyanışa tanıklık edeceği yönünde 
resmi makamların söylediği sözler Mehdi’ye bir işaret olarak yorumlanabilir. 

Sonuç ve Değerlendirme 

Bütün bu veriler ve bilgiler ışığında, İran’ın Suriye’deki rejime sahip 
çıkmaya ve bu rejimle ortaklığını sürdürmeye devam edeceğini söylemek 
mümkündür. Suriye’deki olayların üzerinden bir yılı aşkın bir süre geçmesine 
rağmen, İran’ın aksi bir davranış sergilememiş olması ve hatta bu ülkeyle 
birçok yeni yatırım ve ticaret anlaşması yapması İran’ın Suriye yönetimine 
desteğinin süreceğini göstermektedir. Ancak daha önce değinildiği gibi, 
İran, Suriye’yi hatasız bir ülke olarak da görmemekte, aksine halkın samimi 
isteklerine bir an önce olumlu cevaplar verilmesi noktasında Esed’i ve diğer 
yetkilileri uyarmaktadır. Ancak İran, Suriye’deki reformların zaman alacağını 
ve halkın sabırlı olması gerektiğini düşünmektedir. Bu noktada, İran’ın 
hassasiyetinin daha çok samimi talepleri olan halk ile dışarıdan destekli 
‘Siyonist’ planlara alet edilen ‘sözde halk’ arasında yapılan bir ayrıma dayalı 
olarak şekillendiğini söylemek mümkündür. Ayrıca İran’ın dünya genelinde 
‘mustazafların’ ve özelde İslam ülkeleri için ‘İslami’ kesimin yanında olduğu 
yönündeki söylem de bu ülkenin Suriye olaylarıyla ilgili dünyaya vermek 
istediği imaj ve mesajın önemli göstergeleridir. 

Buraya kadar anlatılanlar, yazının başlığı da göz önünde bulundurularak 
mümkün olduğunca objektif bir biçimde İran resmi makamlarının 
Suriye’de yaşanan gelişmelere bakışını yansıtmaya çalışmıştır. Bununla 
beraber daha sağlıklı bir analiz için İran’ın resmi söylemleri dışında İran 
dışından uzmanların görüşleri, yorumları ve yaşanmış gerçeklerle olayların 
değerlendirilmesinin gerektiği açıktır. 

Bu bağlamda en çok öne çıkan görüşİran’ın aslında tarihsel arkaplanına 
dayalı devlet geleneğinin dünyadaki bütün gelişmelere yansıyor oluşudur. 
Bu görüşü savunanlar bir İslam devleti de olsa İran’ın aslında ulusal 
çıkarlarını düşünen ve derin amaçları olan bir devlet olduğu görüştür. 

Bu çıkarlar içerisinde dünyadan izole edilmek pahasına da olsa kendine has 
bir yönetim biçimi ve dış politika uygulamaları ortaya koyarak ABD ve diğer 
büyük güçlere karşı farklıbir model olarak dünya sahnesinde yer almak isteyişi 
de bu tezin dayanakları arasında değerlendirilebilir. Bu noktada akla şu 
sorular gelebilir: yukarıda verilen İranlı resmi makamların genel görüşlerine 
göre Suriye’ye desteğin asıl gayesi Suriye’nin Siyonizm karşısındaki duruşu, 

Filistin ve Lübnan’a (özelde Hizbullah’a) sağladığı destek olduğuna göre bu 
‘ulusal çıkarlar’ Lübnan ve Filistin’i de kapsamaktadır; bölgenin demografik 
yapısının ezici çoğunluğunu Arapların oluşturması, etnik olarak daha çok 
Farsî ve Türkî temellere dayalı İran’ın hangi planı dahilinde yer alabilir? 

Ayrıca adı geçen üç ülkenin ekonomik durumları ve stratejik konumları gibi 
etmenler göz önünde bulundurulduğunda neredeyse hiçbir cazibeleri 
olmamasına ve alternatifi ülkeler (en başta Türkiye) zaten mevcut olmasına 
rağmen İran, niçin son derece yüklü miktardaki maddi kaynağını adı geçen 
bölgelere akıtmaktadır? Bunun yerine İsrail’e, Suriye ve İran’ın vereceği 
küçük tavizler iki ülkenin de reel olarak daha çok yararına olmaz mı? Ayrıca 
ulusal çıkarlardan kasıt topyekûn bir İran ulusunun mu yoksa Fars eksenli bir 
ulusalcılığın çıkarları mı? İran’ın da her ülke gibi modern devletler sisteminin 
bir gereği olan ulusal çıkarlarının olması doğaldır ancak bu çıkarların neler 
olduğunun somut ve destekli bir şekilde yukarıda arz edilen ve/veya farklı 
soruları da kapsayarak acilen cevaplanması gerekmektedir ki konuya ilgili 
ülkeler bölge ve dünya barışına daha yapıcı eleştirilerde bulunabilsin. 

Bir diğer görüşe göre ise İran, aslında evrensel bir insani ve/veya İslami 
kaygı taşımamakta aksine sadece Şiiliğin gelişmesi ve yayılması için 
çalışmaktadır, Suriye yönetimine de desteği bu yüzdendir. Bahsi geçen 
görüşü savunanların en önemli argümanları: ‘Madem İran’ın evrensel insani 
ve İslami kaygıları var o halde niçin Sünni Çeçenistan ve Çin’deki Uygurlara 
yönelik destek vermemiştir?’. Son derece haklı görünen bu argümana karşı, 
nüfusunun ağırlıklı çoğunluğu Şii olan Azerbaycan Cumhuriyeti’ne İran’ın 
hiç de olumlu olmayan genel yaklaşımı, Azerbaycan-Ermenistan savaşında 
Azerbaycan’a destek vermeyişi, hatta 2001 yılında Hazar denizi üzerinde 
savaş uçaklarını uçurtan İran’ın Azerbaycan’a gözdağı vermesi, Irak’taki 
Şiilere – ki Irak Şiiliği ile İran Şiiliğinin yapısı hemen hemen aynıdır - kayıtsız 
şartsız destek vermemesi, bazen de onlarla fikirsel çatışmalara düşmesi 
cevaplanmaya muhtaç önemli sorular olarak ortaya çıkmaktadır. Şiilik 
eksenli düşüncenin Suriye ayağında ise oradaki Şii/Alevi olarak nitelenen/ 
adlandırılan azınlığın İran tarafından ne derece İslam dairesinde görüldüğü 
ve kendilerine ne kadar yakın buldukları sorunsalı yer almaktadır. 

< İran’ın da her ülke gibi modern devletler sisteminin bir gereği olan ulusal çıkarlarının olması doğaldır ancak bu çıkarların neler olduğunun somut ve destekli bir şekilde yukarıda arz edilen ve/veya farklı soruları da kapsayarak acilen cevaplanması gerekmektedir. SDE Analiz >

İran’ın her ne kadar ‘Suriye Alevileri’ olarak bilinen Nusayrileri defalarca 
Şiileştirmek yönünde atılımları34 olmuşsa da Nusayrilerin buna pek de sıcak 
bakmadıkları bilinmektedir. Dolayısıyla Nusayrilere göre – ama sadece 
göreli olarak -Şiiliğe daha yakın Türkiye Alevilerine karşı bile mesafeli ve 
şüpheli yaklaşan İran siyasileri ve din adamlarının Suriye Alevilerini ne 
derece kendi Şii inançlarına uygun olarak benimsedikleri muammadır. 

< Bütün bu belirtilen hususlar İran’ın, -göreli dahi olsa -Şiiliğe yakın duran mezhep, inanç ve tarikat gibi yapılara yakın durduğu gerçeğini  değiştirmemek tedir. Bununla beraber arz edilen soru işaretlerini ortadan kaldırmak ise daha 
detaylı çalışmaları gerektirmektedir. SDE Analiz >

Ancak bütün bu belirtilen hususlar İran’ın, - göreli dahi olsa -Şiiliğe yakın 
duran mezhep, inanç ve tarikat gibi yapılara yakın durduğu gerçeğini 
değiştirmemektedir. Bununla beraber arz edilen soru işaretlerini ortadan 
kaldırmak ise daha detaylı çalışmaları gerektirmektedir. 

İsrail ile aslında danışıklı bir dövüş içinde bulunarak bölgede İran ve İsrail’in 
birbirlerini destekleri yönünde henüz söylenti boyutunda komplo teorilerini 
de çalışmanın bu kısmına eklemek gerekir. 

Yukarıda sunulan üç ana görüşe ayrı ayrı inanlar olduğu gibi üçünün 
birden de geçerli olduğunu kabul edenler bulunmaktadır. İran İslam 
Cumhuriyeti’nin resmi söyleminin karşıtı olan ve İran’ın uluslararası 
arenada tavır ve tutumlarını açıklamaya yönelik yukarıda sözü edilen teori 
ve düşüncelerin somut olarak dile getirilişi son Suriye olaylarının ardından 
daha da belirginleşmeye başlamışsa da, yine yukarıda sorulan soruların 
henüz net cevaplarının olmayışı ve bu teorilerin/fikirlerin başka açılardan 
da İran politikalarının seyrini tanımlamada yetersiz kalmaktadır. Bu soruların 
cevaplanması ve teorilerin açıklığa kavuşturulması bölge ile konuya 
müdahil diğer ülkelerin buna bağlı olarak da İran’ın kendisinin eylem ve 
politikalarına olumlu yönde katkı yapacağı muhakkaktır. 

9 Ocak 2020 Perşembe

OTUZ ÜÇ KURŞUN., BÖLÜM 1

OTUZ ÜÇ KURŞUN.,  BÖLÜM 1




OTUZ ÜÇ KURŞUN.,
ORGENERAL MUSTAFA MUĞLALI OLAYI 
Belge Yayınları 
1. Baskı 1991 
218 Sayfa 

İSMAİL BEŞİKÇİ, 
ARKA KAPAK 

   “Otuz Üç Kurşun” Türk tek parti sistemini, bu sistemin Kürdistan politikasını tek başına anlatacak bir niteliğe ve güce sahiptir. 1943 yılında, bizzat idari ve askeri tertiplerle, 40’ı aşkın masum Kürt köylüsünün toplanıp gözaltına alınması, idari organın gözaltına alma ve tutuklama gücünü ve yetkisini göstermesi 
bakımından çok önemlidir. Bu, her ne kadar, Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun 18. maddesinden doğuyorsa da, bu yetkinin özellikle Kürdistan’da kullanıldığı, bir jandarma onbaşısının kararıyla bir köy halkının gözaltına alınabildiği bilinmektedir. 

    Daha sonra 40’ı aşkın bu gruptan, 33’ünün, yine askeri bir kararla, “ Sorgusuz - Sualsiz ” kurşuna dizilmesi, idari ve askeri organların ne derece güçlü ve sorumsuz olduğunu açıkça göstermektedir... 
Türk tek parti sistemi hakkında, değerlendirmeler yapanlar, bu olguyu ve buna benzer olguları, bilinçli olarak görmezlikten gelmişler, anlatmamışlardır. Bu tür olguları görmemek de anlatmamak da büyük bir başarı gösterdikleri için de, “Türk tek parti sistemi, demokratik idi, halkın söz sahibi olduğu bir yönetimdi, 
yegane söz sahibi halk idi, hakka hukuka saygı duyuluyordu, herkese eşit muamele yapılıyordu” gibi sonuçlara varmışlardır. Bu, elbette, bilimsel bir bilgi üretimi değildir. Resmi ideolojiyi doğrulamak ve meşru göstermek çabasıdır. Zira bilimsel düşünce hiçbir olguyu görmezlikten gelemez, gizleyemez. 

   Birden fazla ulusun bir arada yaşadığı devletlerde, hele bir ulusun ötekini veya ötekilerini kesinlikle boyunduruk altına aldığı bir devlette, demokrat bir unsur olmak son derece zor bir özelliktir. Bu tür ülkelerde egemen ulus aydınları, demokratları iki standartlı düşünüyorlar. Kendi ulusları için dile getirdikleri, mutluluk, refah, maddi ve manevi kalkınma özlemlerini, ezilen ulus için kesinlikle istemiyorlar. 
Onların köle olarak yani kendi uluslarının boyunduruğu altında kalmasını istiyorlar. Savunuyorlar. 
Demokrat unsurların en tutarlısı olan sosyalistler için de durum aşağı yukarı böyle. Halbuki bunlar bir ikilem karşısındadırlar. Ya, ezilen ulusun, anti-sömürgeci ulusal demokratik mücadelesi yanında yer almak veya militarist sömürgeci burjuvazilerinin safında yer almak zorundadırlar Bunların dışında 
üçüncü bir alternatif yoktur. 

II.. OLGU 

“Otuz üç Kurşun” olayı, 1948 yılından itibaren, TBMM’nde konuşulmaya başlanmıştır. Fakat olay ile ilgili en önemli açıklamalar 15 Ağustos 1956 günkü oturumda yapılmıştır. 

A. “ Otuz Üç Kurşun” Olayı Hakkında Meclis Görüşmeleri

KEMAL YÖROKOĞLU (Van)— Muhterem arkadaşlar, bu hadiseyi Meclis kürsüsüne getiren Merhum Eskişehir Mebusu İsmail Hakkı Çevik’e Cenabı Haktan mağfiret dilerim. Aynı zamanda yine muhalefet senelerinde aynı hadiseleri Heyeti Umumi’ye getiren muhterem reisimiz Fikri Apaydın’a minnet ve şükranlarımı arz etmeyi vazife bilirim. 

Muhterem arkadaşlar; Hadise, maalesef kendileri burada değil, İsmet İnönü’nün Reisi Cumhur olduğu yıllarda cereyan etmiş yani 1943 senesinde. 

Bendeniz o zaman Van Cumhuriyet Müddeiumumisi olarak bulunuyordum. Ve bu hadisenin bütün teferruatta en hurda noktalarına kadar aydınlatmayı vazife bilmekteyim. 

Muhterem arkadaşlar; Cumhuriyet Hak Partisi iktidarı bilhassa Şark vilayetleri için gıdasını, zulmün, işkencenin, kahrın nüsgundan (öz suyundan) almıştır. Böyle bir zihniyete sahip bu iktidar zamanında, 1943 senesinde, Van hudut bölgelerinde dikkate şayan bir asayişsizlik mevcuttu ki, biz iktidara geldiğimiz zaman,  Demokrat Parti asayişi temin edemiyor, diye bir terane tutturmuşlardı. Halbuki asayişsizlik bütün şiddeti ile, bütün kuvveti ile kendi devirlerinde hüküm sürmüştür. Nitekim, muhterem arkadaşlar, Özalp hududunda İran’dan sık sık bazı hayvan gaspları oluyordu. İran hududundan geliyorlar ve bizim huduttan hayvanatı alıyorlar, İran’a götürüyorlardı. Bizimkiler de bu asayişsizliği, bu 
taarruzları, bu gaspları önlemek, bunlara mani olmak yollarını bırakıyorlar, o zamanki zihniyet icabı bir mukabeleyi bil misil yapıyorlar. Yani, bizden de bir kısım halkı teşvik ediyorlar. İranlıların hayvan atını aldırıp, Özalp’te satıyorlar. Bizim tarafımızdan hayvanları gasp edilen İranlılar hükümete müracaat 
ediyorlar, diyorlar ki; daha evvelki gaspılar bizim mıntıkamızdan yapılmamıştır. Siz bizim hayvanlarımızı haksız olarak götürdünüz. İade ediniz. Aksi takdirde devletin haysiyetini kıracak harekette bulunacağız, diyorlar. Bizimkiler yine aldırmıyorlar. Bu vaziyet muvacehesinde günün birinde hudut karakollarını 
aşarak, Özalp kaza merkezine bir buçuk kilometre mesafede yayılmakta olan hayvanatı alıp götürüyorlar. Hakikaten devlet olarak gayet çirkin bir mesele: Hudut taburu var, jandarması var, polisi var, hudut karakolları var. Adamlar bir buçuk kilometre mesafesine kadar geliyorlar. Kaza merkezinin, yayılmakta olan hayvanatını götürüyorlar. Bu hadise karşısında adamlar devletin haysiyetini kıracak vaziyeti meydana getiriyorlar. Bu sırada Muğlalı Van’a geliyor, vali ile temasa geçiyor. Ben orada Müddeiumumi idim ve aynı zamanda Vanlıyım, benimle teması mahzurlu görüyor ve Vali’nin evinde gizli toplantılar yapılıyor. Ne yapayım, şu vaziyeti nasıl kurtarayım? Şu köyden 5, bu köyden 4, şu köyden 
6 olarak 38 kişi topluyorlar, bunlar, İranlılara yataklık ediyorlar şeklinde itham ediliyorlar ve bu suretle idarecilerin aczini kapatmak için işi bu vatandaşların ölümüne kadar götürüyorlar. Şimdi bunları mahut Polis Vazife ve Salahiyeti Kanunu’nun 18. Maddesi mucibince nezaret altına almıyorlar. 

Bu hengamede bunlar serbest bulunduğu sırada 38 kişiden 5 kişiyi zabıtla bize veriyorlar. Zabıt bana geldi, tetkik ettim, gördüm ki, adamların aleyhinde hiçbir kuvvetli delil yok, düşündüm... öyle bir zihniyet ki, serbest bıraksak “efendim ne yapalım? yakalayıp adliyeye veriyoruz, ama serbest bırakıyorlar” diyecekler. Bizzarure, Polis Vazife ve Salahiyet Kanununun 18. maddesini işletmek zorunda kalıyoruz. 
Asayişi temin edemiyoruz gibi bir laf söylenmesini önlemek ve bunu onlara bir koz olarak vermemek için, tahkikatın selameti bakımından beş kişiyi tevkif ettim. Bu beş kişiyi tevkif ettiğimizin 3. günü diğer geriye kalan 33 kişiyi tekrar topluyorlar, bir iki süvari müfrezesi ile, sonradan muttali olduğumuza göre, bunlara diyorlar ki, “bize eşkıyaların güzergahını gösterin”. 

Bunlar da masumane, peki diyorlar ve müfreze ile gidiyorlar. Tam İran hududunda, alınan tertibat üzerine makineli tüfeklerle bu 33 vatandaş öldürülüyor. 
Diğer beş kişiyi bilahare biz tahliye ettik. Dava açtık, ağır cezada beraat ettiler. Bu beş kişinin hayatı kurtuldu. 

İran hududundan ateş ediliyor, bizimkiler de ateş ediyor, bu müsademede askerlere hiçbir şey olmuyor, 33 kişi ölüyor. Zabıt varakasını aldım, Adliye vekaletine gönderdim. Dedim ki; hadisenin oluşuna göre bu, askeri bir suçtur. Askeri makamlar tarafından işlenmiştir, askeri bir suç olduğu kanaatindeyim, keyfiyeti takdirinize arz ederim. Bir de ilişik olarak takdim ettiğim zabıt varakasından başka bir malumat yoktur. 

Hakikat bunların öldürüldüğü merkezindedir. Adliye Vekaleti soruyor, biz tekrar gönderiyoruz. Sonunda Adliye Vekaleti bu suçun askeri bir suç olduğu neticesine varıyor ve keyfiyeti Dahiliye ve Milli Müdafaa Vekaletlerine intikal ettiriyor. 

Şimdi, 1943 senesinden ta 1948 senesine kadar mesele alhalihi (olduğu gibi, gizli) kalıyor. Ve ölenlerin yakınlarından birisi de bizim cezaevinde mahkum olduğu için, İsmail Özer, Reisi cumhur’a Meclis Riyasetine, Başvekalete ve Dahiliye Vekaletine mütemadiyen telgraflar yağdırıyor. Adliye Vekaleti, suç, 
askeri bir suç olduğu için müdahale edemiyor. O da keyfiyeti takibat yapmak salahiyet ve vazifesini haiz makamlara bildirdim, diyor. 1948’de, arz ettiğim gibi, bu iş arzuhal encümeninden Meclise intikal edince takibata başlanıyor. Bendeniz o zaman Gümüşhane Ağır Ceza Reisi idim, şahit sıfatıyla Askeri mahkemede malumatıma müracaat edildi. Ve bildirdim. 

Zabıt varakasının sahteliği şu şekilde tebeyyün ediyordu: Zabıt varakası hakkında soruyorlar. Diyorlar ki, şahit, aynı zamanda bu iki müfreze birden ateş ediyor, ayrıca iki manga ile emniyet tedbirleri aldırıyorlar... Bu emniyet tedbirlerini alan subay diyor ki, zabıt varakası hilafı hakikattir. İran hududundan 
ateş edilmiş değildir. Tam dereye geldiğimiz zaman evvelce kararlaştırılmış tertibata göre derhal makineli tüfeklerle bu vatandaşlar kurşuna dizildiler. 

Arkadaşlar, çok hazindir, tabur kumandanı Şükrü Bey vatandaşları kurşuna dizen müfreze kumandanlarına telefon ediyor diyor ki, Muğlalı Paşa muvaffak iyetinizden dolayı sizi tebrik ediyor. Arkadaşlar, sanki bir Rus ordusunu imha etmişler, bir fütuhat yapmışlar gibi bir de bunları tebrik ediyorlar. 
Ve hadisenin bütün merkezi sıkleti budur. arz ettiğim gibi 33 vatandaşın en ufak bir suçu yoktur. Biraz evvel arz ettiğim gibi devlet hudutta asayişi temin edemediği için, bir aczin içinde bulunduğu için bu aczini setretmek (gizlemek, kapatmak) üzere, kudretsizliğini örtmek için 33 vatandaşı kanunsuz, nizamsız 
öldürtüyor. 

1. Olayın Tanıkları Ne Diyor? 

a) Yüzbaşı Dr. Reşit Ersezer Yüzbaşı, Dr. Reşit Ersezer, olaylar sırasında Özalp’te askeri doktordur. 

    1943’teki Özalp, Van’a 84 km. ve hududa da 10 km. mesafede bulunan bir kaza merkezi idi. Sonradan yeri değiştirildi. Ve Van’a yaklaştırıldı. Özalp mıntıkasında birkaç aşirete mensup halk toplulukları yaşamaktadır. Özalp’in doğusunda Arapşorik köyü tam hudut üzerindedir. Güneyinde Milanengiz Köyü 
vardır. Bu köylerde Milan aşireti mensupları yaşarlar. Milan Aşiretinin bir kısmi da İran arazisi içindedir. 
İran arazisi içindeki Milan aşiretinin, güneyindeki bölgede Memikan aşireti bulunur. Milan aşiretinin reisi Mehmet Mısto (Mustafa) Memikan aşiretinin reisi Mehmed Hudi’dir. Mehmet Mısto Türk dostu ve milli emniyetimizin ajanıdır. Rus kuvvetlerinin miktarı, silahları, konuşları, hareketleri hakkında sık sık bize haber 
gönderirdi. Memikan aşireti ise dost değildir. Türk-İran hududu, kuzeyden güneye uzanan engebeli bir arazidir ve her tarafından geçit vermez. En büyük geçit yeri Kotor deresi ve Kotor vadisidir. Bu vadi, Özalp’e 23 km. uzaklıktadır. Bu vadiye hakim tepelerde bizim Heretil karakolumuz vardır. Huduttaki 
karakollarımız arasında umumiyetle 23-25 km. mesafe bulunurdu. Her karakolda da kuvvet bulunurdu. 
Her karakoldan devriye postaları çıkartılır ve hudut üzerinde devriye gezdirilirdi. Bu suretle geçitler kontrol altında bulundurulurdu. 

    1943 yıllarında Doğu bölgelerinde bazı maddelerin yokluğu kaçakçılık olaylarına sebebiyet veriyordu. 
Bizim tarafımızda gaz ve çay bulunmuyordu. İran’da da şeker ve ilaç sıkıntısı vardır. Doğu halkı çay tiryakisidir. Aydınlatma vasıtası olarak da gazyağına muhtaçtı. Bu maddeler huduttaki köyler halkı tarafından takas suretiyle kaçak olarak temin edilirlerdi. Görevliler de buna göz yummak mecburiyetinde idiler. Çünkü gazyağı gelmezse, resmi daireler dahil bütün halk ışıksız kalmağa 
mahkumdu. İran’da et pahalı idi. Bu bakımdan koyun kaçakçılığı da oluyordu. Ender olarak, talan suretiyle, sürülerin kaçırıldığı olayı vaki oluyor idi ise de, ekseriya, anlaşmalı olarak sürüler geçerdi. Hatta, sürüler geçirilirken, hudutta koyun başına bir lira rüşvet alındığı bile halk arasında söylenirdi. Sürüsünü 
satan sürü sahibi ertesi gün telaş içinde kaza merkezine gelir ve sürüsünün çapulcular tarafından kaçırıldığını anlatarak şikayette bulunurdu. Bunun üzerine resmi tutanaklar yapılır ve üst makamlara sunulurdu. Bu tutanaklar, üst makamlar kanalı ile, Muğlalı’ya kadar ulaştırılır dı. Tedbir olarak İçişleri 
Bakanlığından bir emir gelmişti. Bu emre göre sürüler hududa 10 km. mesafeye kadar otlatmak maksadıyla sokulmayacaktı. İran tarafındaki sürüler de hududa yaklaştırılmaz lardı. Ancak, Mehmet Mısto’nun sürüleri hududa kadar yaklaşır ve orada otlarlardı. Zira en iyi otlaklar hudut civarında idiler. 
Mehmet Mısto, Türk dostu ve Türk ajanı olduğuna güvenir ve bizden bir fenalık geleceğine ihtimal vermezdi. Fakat her nedense Kaymakam Mehmet Mısto’dan hoşlanmazdı. Özalp’te bir tabur piyade bir bölük jandarma ve bir bölük de süvari birliği vardır. Bir gün, Mehmet Mısto’nun sürüsünü kaçırmak için plan hazırlanır. Plan muvaffak olmuştur ve sığır ve koyundan mürekkep Mehmet Mısto’nun sürüsü kaçırılmıştır. Sürünün bir kısmı sivil halk arasında pay ediliyor. Bir kısmı da asker kazanına giriyor. Mehmet Mısto bir mektup yazarak kendisinin Türk hükümetinin adamı olduğunu ve şimdiye kadar Türklere hiçbir fenalığının dokunmadığını, buna rağmen niye sürüsünün kaçırıldığını soruyor ve sürüsünün kendisine iade edilmesini rica ediyordu. 

   Tutuklular kaymakam tarafından bırakıldıktan sonra, içlerinden asker olanları Şube reisi, binbaşı Sıtkı Tutanak, askerlik şubesine çağırıyor. Ve sizler askersiniz, diyor. Ben durumu beğenmiyorum, başınıza büyük işler açılabilir, derhal kıtalarınıza dönünüz. 

İkisi kıtalarına dönüyorlar. Diğer hasta olan üçü dönecek vaziyette değillerdir. Bunlar köylerinde kalıyorlar. Bu defa toplatılan 33 kişidir. Üçü hasta erdir. Tabur kumandanı tümenden aldığı emir üzerine 7. Bölük kumandanı yüzbaşı Vahdi'yi çağırıyor, ve tutukluların hududa götürülerek öldürülmelerini emrediyor. Fakat Vahdi Yüzbaşı tecrübeli bir askerdir ve Askeri Ceza kanununda suç olan emirler 
yapılmaz; diye bir madde vardır. Binbaşıdan yazılı emir istiyor. Binbaşı da tecrübelidir. Yazılı emir vermesine imkan yoktur. Fakat bu emri yapabilecek iki kişi vardır. Süvari bölüğünde Yedek Asteğmen Bilal Bal ve Yedek Asteğmen Durmuş Özbek. Bunlar, henüz, kanuna nizama vakıf değillerdir. Emrin de Muğlalı’dan geldiğini biliyorlar. İtirazsız emir yerine getiriliyor. Hepsini öldü diye bırakıyorlar. Ama içlerinden biri ölmemiştir. Ve yoklama yapanları aldatmıştır. Sürünerek hududa geçiyor ve Mehmet Mısto’ya iltica ediyor. İşte bundan sonra olay herkes tarafından anlaşılmış ve gerek Mehmet Mısto’dan 
ve gerekse Van’da tutuklu bulunan yaralının kardeşi tarafından dilekçelerle Cumhurbaşkanına, başbakana, Meclis Reisine, dilekçeler vererek olayı duyuruyorlar. Ve müsebbiplerin cezalandırılmasını istiyorlar. Fakat, maalesef hiçbiri cevap alamıyorlar. Ancak, Demokrat Parti mebusları Meclise girdikten 
sonra, bu olayı kurcalıyorlar. Ve müsebbibinin mahkemeye sevkini temin ediyorlar. Muğlalı’nın Van’da Avni Doğan’a sarf ettiği, “Ben emri yüksek yerden aldım”, sözleri 1951 yılında Meclis araştırmasına yol açmıştır. 

b. Yedek Teğmen Durmuş Özbek 

Biz, arkadaşım, Yedek Subay İlyas Yalçın ile birlikte, kurşuna dizme olayının cereyan eniği yerin yakınındaki Takorengiz Askeri Sınır Karakolunda görevliydik. Bize gelen emir, kurşuna dizme görevi verilen süvari bölüğünden, Necdet ve Bilal adlı yedek subay arkadaşlarım ile, komutaların daki birliği gözetleme ve herhangi bir saldırıya karşı koruma idi. Bu arada önümüze imzalamamız için, önceden düzenlenmiş bir de zabıt konmuştu. Zabıtta olay, bir kurşuna dizme değil de sanıkların sınır dışından vuku bulan tecavüz sebebiyle meydana gelen silahlı çatışmada iki ateş arasında kalarak kaza kurşunlarıyla öldükleri şeklinde ifade ediliyordu. O günün olağanüstü şartları içinde esasen içyüzünü pek 
bilmediğimiz bu olaylı zaptı imzaladık. … Dışarıdan herhangi bir saldırı yoktu. Teğmenlerin havaya ateş ederek verdikleri işaret üzerine mangalar ateş açtı. Ve 33 vatandaş böylece kurşuna dizildi. 

Ancak benim bu olayda dikkatimi çeken, kurşuna dizme görevini yerine getiren birliklerin, karargahlarına, milli bir görevi yerine getiren insanların ruh haleti içinde, “Dağ Başını Duman Almış” marşını söyleyerek dönmeleriydi. Anladığım kadarıyla vatan hainliği etmiş kimseleri kurşunladıkları kanaati içinde idiler. 

c. Yedek Teğmen Seyit Bali (49) 

Üçüncü Ordu Komutanının dönüşünden pek az zaman sonra Diyarbakır’daki Birinci Genel Müfettiş, Avni Doğan, Özalp’e gelip, Kaymakamdan ve Tb.K. dan bilgi istedi. Ve tutuklularla da konuşarak “Suçsuz olduğunuz anlaşılmıştır, serbest bırakılacaksınız” dedi. Ertesi gün serbest bırakılan bu şahıslar 3. 
Ordudan gelen yeni bir emirle tekrar tutuklanarak aynı yere kondular. 

Bölüğümüzün mevcudu 80 kadardı. Çavuş ve onbaşıların hepsi Hasankaleli idi. Eratın bir kısmı Hasankaleli, bir kısmı Çankırı ve Düzceli, diğer bir kısmı ise, atlarıyla gelen zatililerden oluşmuştu. Bize verilen yazılı emirde, “Bu tutuklu şahıslar Yüzbaşı Vahdet Yüzgeç tarafından kaymakamlıktan teslim alınacak ve Hasankaleli çavuş ve erlerden kurulu iki manga refakatinde Çilli mevkiine götürülüp gizli çıkış ve giriş yerlerinin tespiti istenecek, şayet kaçmağa teşebbüs ederlerse üzerlerine ateş edilecektir” mealinde idi. İlçelerinde Araproşik köyünün ağası olup katilden İran’a kaçan Mehmedi Mısto’nun kızı da vardı. Bu kadın Özalp’te bir yed-i emine bırakılmıştı. Yoksa hepsi 33 kişi idi. 

 Emir gereğince 30 Temmuz 1943 günü sabahı bu şahıslar … Tb. K. tarafından verilen emir üzerine ben ve Teğ. Necdet Bilget’ce kaymakamlıktan teslim alınarak, Takorengiz Konuşu’nun emniyet tertibatı almış bulunduğu Çilli mevkiine götürüldüler. 11 ve 12 kişilik iki kafile halinde İran hudut taşı üzerinde 
Bölük K. Vekili Necdet Bilget’in Konuş komutanı Teğ. Ekrem’in yanında hakim bir tepeden kılıçla verdiği emri üzerine iki manga tarafından açılan ateş ile öldürüldüler. 

 2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,,


***

19 Aralık 2019 Perşembe

İsrail in Güvensizliği ve İsrail Askerî İstihbaratı., BÖLÜM 2

İsrail in Güvensizliği ve İsrail Askerî İstihbaratı., BÖLÜM 2



1960’lı yıllar ve Altı Gün Savaşı

14 Şubat 1960 tarihinde, Mısır ordularını Sina Çölü’ne nakletmiştir. Aman, söz konusu bu konuşlandırmayı ancak dört gün sonra fark edebilmiştir. İsrail Silahlı Kuvvetleri alarm durumuna geçmiş ve yedek kuvvetler silah altına alınmıştır (Kahana, 2005:262; Bar-Joseph, 2010:514). 

Bu dönemde, Aman ve Mossad arasında bir fikir ayrılığı meydana gelmiştir. Mossad, Alman bilim adamlarının, Mısır’ın füze programını desteklediğini, öne sürmüştür. Ancak, bu görüş, Aman tarafından kabul edilmemiştir. Almanya’nın İsrail’e soykırım tazminatlarını ödemesi bunda etkili olan bir unsurdur (Paskovich, 2013b:13-14). Aman yetkilileri, İsrail hükümetinin isteği doğrultusunda davranmışlardır. Başlangıçta, Aman da Mossad gibi Mısır’ın füze tehdidini ciddiye almıştır. Şimon Peres yönetiminin baskısı, Aman’ın fikrinin bir gecede değişmesine neden olmuştur. Aman, daha önceki fikirlerinin aksine, Alman bilim adamlarının, kimyasal ve biyolojik silahlarla ilgili bir çalışmasının bulunmadığı yönünde beyanat vermiştir (Black, Morris, 1999:173).
Mossad şefi Meir Amit ve Aman şefi Aharon Yariv, 1964 yılında görevlerine başladıklarında, Birim 188’in Aman’dan Mossad’ın kontrolüne geçmesine karar vermişlerdir. Birim 188, Arap ülkelerine casus yerleştirme ve yönetme görevini yürütmüştür. Böylelikle, Mossad, Arap ülkelerindeki Arap ve İsrailli ajanların sorumluluğunu üstlenirken, Aman sadece düşman ülkelerdeki Arap ajanlardan sorumlu hale gelmiştir. Bu değişiklik, ordunun sivil örgütlenmenin kendilerine yeterince bilgi vermediği yönündeki eleştirisinin ardından gerçekleşmiştir (Black, Morris, 1999:195).

1966 yılının sonbaharında,  Aman, Yemen Savaşı’nın ardından Mısır’ın askerî bir operasyona girişmeyeceğine inandığını açıklamıştır. Ancak, Aman bu konuda yanılmıştır. Mayıs 1967’de Mısır, Birleşmiş Milletler gücünün, Sina Çölünden ayrılmasını talep etmiş ve ardından ordusunu Sina Çölüne nakletmiştir (Kahana, 2005:263). 

Aman, Mayıs 1967’de Mısır ve Ürdün harekâtlarını yanlış değerlendirmiştir (Black, Morris, 1999:411). Aman, 1966-67 döneminde, bazı teknik düzenlemeler nedeniyle, yıllık değerlendirmesini yapamamıştır. 1967 yılı Mayıs ayında yapılan toplantıda, bir yıl sonra bir savaş beklemediğini, kesin bir dille açıklamıştır. Aman şefi Aharon Yariv, 14-16 Mayıs’ta Mısır kuvvetlerinin Sina’ya gireceğini tahmin edemediklerini, ifade etmiştir. Aman, 15-30 Mayıs 1967 tarihleri arasında, Nasır’ın Sina’ya girişini, BM Acil Durum gücünün geri çekilişini, ve boğazın kapatılmasını tahmin edememiştir  (Black, Morris, 1999:183,189). 1966-67 döneminde, Aman, İsrail’in Suriye üzerinde artan askerî baskısının Mısır’a etkisini ve Nasır’ın savaşa giden tutumunu, anlayamamıştır. Ancak, savaş sırasındaki istihbaratı, önemli ve başarılıdır (Bar-Joseph, 2007:583).
Richard Deacon (1999:184), Altı Gün Savaşı’nda elde edilen zaferin, İsrail istihbarat örgütlerine ait olduğunu ileri sürmektedir. 1956 Savaşı sonrasında, Araplara karşı kısa sürecek ama etkin sonuçları olacak bir savaşın, Arap-İsrail sorunun çözebileceği sonucuna varılmıştır. Altı Gün Savaşı’nda elde edilen zaferin, Mossad ve Aman’a ait olduğu öne sürülmektedir. Bu savaşta İsrail’in Humint’ten yani insana dayalı istihbaratından sonraki en önemli başarısı, Air-Photint yani hava fotoğraflarıdır. Ayrıca, Sigint adı verilen sinyal istihbaratı, düşmanın telsiz mesajlarının ve telefonlarının dinlenmesini sağlamıştır. Aman, 1967 savaşı sonunda yenilen üç Arap ordusunun yapılarını, silahlarının ve personelinin niteliğini öğrenme fırsatına kavuşmuştur. Aman görevlileri, savaşta ele geçirilen gizli belgeleri uzun süre incelemişler ve son derece önemli bilgiler elde etmişlerdir (Black, Morris, 1999:197, 200).

1967 Altı Gün Savaşı, Arap devletlerini ve özellikle Mısır Devlet Başkanı Nasır’ı utandıran bir yenilgiyle sonuçlanmıştır. Savaşın ardından Nasır istifasını sunmuş ancak Mısır halkının desteği sonucunda istifasını geri çekmiştir. Cemal Abdul Nasır’ın 1970 yılında kalp krizinden hayatını kaybetmesinin ardından yerine geçen Enver Sedat’a göre, İsrail’le savaşın ve barışın olmadığı düzen kabul edilemezdi.  İsrail ise, 1967 savaşı ile geniş sınırlara ulaşmış ve stratejik bir derinliğe sahip olmuştur. İsrail, bu dönemde ve sonrasında 3 ana askerî amaca sahip olmuştur. İlk hedefi, küçük kara ordusu ve ilk saldırıyı engelleyecek kapasiteye sahip düzenli ve üstün teknolojiyle donatılmış güçlü hava kuvvetleri ile sınırlarını korumaktır. İkinci hedefi, saldırıya karşı koyacak iyi eğitimli ve hızlı şekilde mobilize olabilecek yedek kara kuvvetlerinin bulundurulmasıdır. İsrail’in üçüncü hedefi ise, sınırlardaki birliklerin ve yedeklerin harekete geçmesini sağlayacak yeterli erken uyarı sisteminin yapılandırılmasıdır. Ancak, Ekim 1973’teki savaşta bu üç temel amacın gerçekleştirilmesi konusunda başarısızlık yaşanmıştır. Bu savaşta en önemli başarısızlık, stratejik ikaz ve ihbar sisteminin bulunmayışı olarak açıklanmaktadır  (Buckwalter, 2002).
Mossad ve Aman ajanları, Altı Gün Savaşları’nın ardından, Dimona nükleer tesisindeki faaliyetlerine devam edebilmek için uranyum ve plütonyum arayışına girmişlerdir. Bu amaçlarını 1968 yılının sonunda, gerçekleştirmişlerdir. Batı Alman bandıralı bir gemi uranyum yüküyle Antwerp’ten ayrılmış, İtalya’ya gitmesi gerekirken Rotterdam’dan, Almanya’ya geri dönmüştür. Yolda geminin yükünün boşaltıldığı ve personelinin değiştirildiği anlaşılmıştır (Deacon, 1999: 231). Böylelikle, nükleer tesis için gerekli olan materyal İsrail tarafından ele geçirilmiştir.

Aman üzerindeki istihbarı görevlerin arttığı görülmüştür. Altı Gün Savaşları’nın ardından Aman ve Şabak arasında yeni bir görev dağılımı yapılması Aman’ı rahatlatmıştır. Bu savaşla işgal edilen yerler, iç istihbaratın görev sahasının genişlemesine neden olmuştur. Aman, Batı Şeria ve Doğu Kudüs’teki Filistinli ajanları Şabak’a devretmiştir (Black, Morris, 1999: 208). 
1970’li yıllar ve Yom Kippur Savaşı 

1967 Altı Gün Savaşları’nda elde edilen zaferin ardından Aman, Arap ordularının toparlanmak ve yeniden silahlanmak için bir yıl ya da bir buçuk yıla ihtiyaç duyacaklarını öngörmüştür. Bu öngörüyü haklı çıkaracak şekilde, 1968 yılında, Mısır’ın askerî gücü resmi rakamlara göre savaş öncesi durumundan daha üstün hale gelmiştir. Aman, cephe boyunca farklı yerlerde kurduğu dinleme cihazları ile Arap askerî istihbarat servislerini dinlemiştir. 1968-70 yılları arasında İsrail, hava saldırıları düzenlemiştir. Bu döneme yıpratma savaşı adı verilmiştir. Aman, İsrail komandoları ve havacılarına hedeflerin yerlerini bildirerek yardımcı olmuştur. Aman, Mısır cephesini havadan gözetleyen pilotları korumak için İHA (İnsansız Hava Araçları)  geliştirmiştir. Daha sonra, uzun menzilli ve kameralı 'dron'lar geliştirmeyi başarmıştır (Black, Morris, 1999:239-240). 
Aman, Yom Kippur Savaşı öncesinde, Mısır ve Suriye’de haberleşme trafiğinin arttığını, köprü inşa faaliyetlerinin gerçekleştirildiğini, mayınlı arazilerin temizlendiğini, tespit etmiştir. Ancak, savaşın çıkmayacağı sonucuna varmıştır. Hükümet yetkilileri, Mossad’ın istihbarat kaynaklarından pek çok uyarı almışlardır. Nasır’ın damadı Eşref Marvan, Mısır savaş planı da dahil olmak üzere pek çok doğru bilgiyi, İsrail’e vermiştir. Ancak, Aman şefi Zeira, Marvan’ın durumunu sorunlu bulmuştur. Marvan’ın savaşın başlayacağına dair verdiği son dakika istihbaratı, İsrail’i tamamen sürpriz bir saldırıdan korumuştur (Bar Joseph, Levy, 2009:483). 

13 Eylül 1973 yılında Suriye-İsrail çatışması, Suriye’nin 12 uçağına karşı 1 İsrail uçağının düşürülmesiyle sonuçlanmıştır. Bu olayın ardından, Aman misilleme beklentisinde olduğunu bildirmiştir. Ancak, Mısır ve Suriye’nin kuvvet konuşlandırmaları normal olarak nitelendirilmiştir. 25 Eylül 1973’te Ürdün Kralı Hüseyin, İsrail Başbakanı Golda Meir’le acil bir görüşme yapmayı istemiş, Suriye’nin savaş hazırlığında olduğunu ve Mısır’ın Suriye birlikleriyle birlikte hareket edeceğini iletmiştir. Başbakan Golda Meir, bu haberi Aman’ın araştırmasını istemiştir. Aman şefi Eli Zeira, Kral Hüseyin’in Enver Sedat’ın yanında yer aldığını ve İsrail’e blöf yaptığını ileri sürmüştür. Kral Hüseyin’in uyarısı Golan tepelerinde İsrail’in gücünün arttırılmasını sağlamış, ama Meir’in ertesi gün Avrupa’ya yapacağı ziyareti engellememiştir. 28 Eylül’de, Sovyetler Birliği’nden göçen Yahudileri taşıyan Moskova-Viyana seferini yapan tren, Suriye’de örgütlenmiş olan Filistinli bir örgüt tarafından ele geçirilmiştir. Örgüt üyeleri, Sovyet Yahudileri için Schonau Kalesi’nde hazırlanan transit merkezinin kapatılmasını talep etmişlerdir. Kendisi de bir Yahudi olan Avusturya Şansölyesi, rehineleri kurtarmak için örgütün isteklerini kabul etmiştir. Bu olay, Başbakan Golda Meir’ın ülkeye dönmesinin gecikmesine neden olmuştur. Meir, 3 Ekim 1973’e kadar ülkesine dönememiştir (Buckwalter, 2002).
Mısır, 27 Eylül 1973’te, seferberlik ilan ederek yedek kuvvetlerin 7 Ekim’e kadar hizmet vereceklerini duyurmuştur. Mısır, 1973 yılı boyunca 23 kez yedek kuvvetlerini seferberliğe çağırmıştır. 30 Eylül’de, İsrail tarafını yanıltmak için yedek kuvvetlerinin küçük bir kısmını terhis etmiş, ancak yedek kuvvetlerin büyük kısmı askerî hizmetlerine devam etmişlerdir. Aman, insan istihbarat (Humint) unsurlarının uyarılarına rağmen, bu ve benzeri hareketlilikler genel durum olarak nitelendirmiştir. İsrail’i asıl yanıltan daha önce savaş çıkacağı konusunda sürekli aldıkları istihbaratlar ve bunlar sonucunda savaş çıkmaması olmuştur (Buckwalter, 2002).

6 Ekim 1973 yılında, 13:55’te başlayan Yom Kippur Savaşı’nın gelen pek çok istihbarata rağmen öngörülememiş olması, Aman açısından bir dönüm noktasıdır. Bu savaşta baskına uğranılmış olması devletin diğer kurumlarının olduğu gibi Aman'ın da sorgulanmasına neden olmuştur. Yom Kippur Savaşı ile ilgili istihbarat bilgileri yanlış yorumlanmıştır. İstihbarat örgütlerinin yönetim kademesinde sorunlar baş göstermiştir. Bu dönemde hükümet çevrelerinden, Aman ve Mossad’a yönelik yoğun eleştiriler gelmiştir. Aman’ın istihbarat başarısızlığının nedenleri araştırılmıştır. Aman’ın lider kadrosunun sık sık değiştirilmesi,  Aman personelinin kendilerini güvende hissetmemelerine neden olmuştur. Aman şefi Tümgeneral Eliyahu Zeira, 1973 yılında göreve getirilmiştir. Aman’a bağlı görev yapan subaylar, Mısır’ın savaş hazırlığı yaptığını iletmişler, ancak Zeira onlarla aynı kanıda olmamıştır. Moşe Dayan anılarında, 1973 yılının Ekim ayı başlarında, Aman’ın Mısırlıların tatbikat düzenlediğini ilişkin bilgi verdiğini ancak Aman tarafından bu durumun savaş hazırlığı olarak değerlendirilmediğini açıklamıştır. Mossad, 1973 yılında, Norveç’in Lillihammer şehrinde masum bir kişiyi terörist sanarak öldürmüştü. Mossad’ın bu başarısızlığının ardından Mossad’dan gelen raporlara gereken önemin verilmemeye başlanmıştır; Mossad ve Aman arasındaki eşgüdüm bozulmuştur.  NSA ve CIA’dan gelen istihbaratlara da gereken önem verilmemiştir. ABD hükümeti, şüpheleri olmasına rağmen, kesin olarak Mısır’ın bir savaş başlatacağına inanmamıştır. 5 Ekim 1973, saat 18:00’de Mısır ve Suriye saldırısının başlayacağına dair gelen istihbaratlara rağmen, Aman şefi Zeira, bu görüşü kesinlikle reddetmiştir. Yom Kippur Savaşı’nda yapılan en büyük hata, Aman’a gelen bilgilere, Şabak ve Mossad’a gelen bilgilere göre, daha çok önem verilmesidir. Diğer üzerinde durulması gereken konu ise, istihbarat birimlerine yazılı raporlar gelmesi ancak fotoğraf ve haritaların eksik kalmasıdır (Deacon, 1999:281-290). 

Aman şefi Zeira, Yom Kippur Savaşı’nı incelemek için kurulan Agranat Komisyonu’na verdiği ifadesinde, istihbarat kaynağının kendilerine pek çok kez Mısır saldırısı hakkında bilgi verdiğini, orduyu alarma geçirdiklerini, ancak saldırının gerçekleşmediğini belirtmiştir. Zeira, kaynağın kendilerini, 6 Ekim tarihinde “bugün” dediğini eklemiştir. Aslında, Aman, 1973 yılı ortalarında, Mısır ve Suriye’nin savaş planını öğrenmiş, ancak ordu Arapların kullandığı farklı taktiklerden dolayı bunu anlayamamıştır. Eylül 1970’de, Enver Sedat, İsrail’le savaş planını açıklamış ancak İsrail tarafından ciddiye alınmamıştır.  1967’deki zaferle İsrail, stratejik derinlik kazanmıştır. Aman, Mısır’ın hava kuvvetlerinin güçsüz olduğuna ve Suriye’nin Mısır olmadan İsrail’le savaşmayacağına dair güçlü inançlara sahip olmuştur (Black, Morris, 1999: 243-246). 
İsrail’de seçimlerin yakın olması, savaş hazırlığına kaynak aktarılmasını güçleştirmiştir. Araplar, hava üstünlüğü problemini uzun-menzilli uçaklar değil, Sovyet yapımı SAM ve Scud füzeleriyle çözmüşlerdir. 1973 yılında, Mısır’ın elinde bulunan SAM füzeleri, kara kuvvetlerinin korunmasını sağlamıştır.  Hava gücü üstünlüğünün İsrail’in düşündüğü kadar belirleyici olmadığı anlaşılmıştır. Mısır ve Suriye’nin işbirliği gerçekleşmiştir (Buckwalter, 2002). 
Mısır’ın 1972 yılında Sovyet danışmanları göndermesi, İsrail’in savaş ihtimaline dair varsayımının zayıflamasına neden olmuştur. Ancak bu tarihlerde, Sovyet silah satışı, tezat oluşturacak şekilde artmıştır. Zeira ve Aman, savaş ihtimalinin dillendiren Mossad’a karşı üstün konumlarını sürdürmüşlerdir. CIA, 24 Eylül’de Mısır’ın yaptığı tatbikatın geçmiş zamanlardaki tatbikatlarla karşılaştırıldığında farklılıklar gösterdiğini iletmiştir (Buckwalter, 2002).  26 Eylül 1973’te Savunma Bakanı Moşe Dayan ve İsrail  Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Komutanı İzak Hofi’nin, Suriye’nin yığınağı konusundaki endişelerini iletmelerine rağmen, Aman, Suriye’nin Mısır olmadan savaşmayacağını ve Mısır’ın da savaş açmayacağını bildirmiştir. Zeira, 1 Ekim 1973’te, Tahrir 41 adlı tatbikatla ilgili Genelkurmay toplantısında bilgi vermiş ve bunun taarruz için bir gizlenme ya da aldatma olabileceğini kabul etmemiştir. 3 Ekim’de yapılan toplantıya ise Zeira yerine Tuğgeneral Aryeh Şalev katılmıştır. Hazırlanan raporda, Suriye cephesinde tank, top sayılarındaki artış belirtilmiş, ancak Elazar ve Dayan’ın dillendirdikleri endişelere rağmen, Aman raporunun sonucu ağır basmıştır. Raporda, yığınağın savunma amaçlı olduğu ve saldırı ihtimalinin zayıf olduğu belirtilmiştir. 5 Ekim 1973 tarihinde, Aman’ın görüşü, savaşın ihtimal dışı olduğu yönündedir. Bunun ana nedeni, Arapların zayıf olarak nitelendirilmeleridir. Mısır’ın yanıltma amaçlı tatbikatı, Aman şefi Zeira tarafından savaş hazırlığı olarak algılanmamıştır. Mısır ve Suriye’nin bu aldatma başarısında, iki ülkede savaş planını bilenlerin sayısının az olması gelmektedir. Savaş planını bilenler, devlet başkanları, savunma bakanları, genelkurmay başkanları, istihbarat başkanları, hava kuvvetleri ve kara kuvvetleri komutanlarıdır. Aman’ın değerlendirmelerini zayıflatan unsur ise, hava fotoğraflarıyla belgelenen Sovyet ailelerinin Mısır’ı terk etmeleridir (Black, Morris, 1999:252-259).

Aman’ın 1973 Savaşı’ndaki istihbarat başarısızlığının nedenleri, Arapların gücünü küçümsemesi, istihbarat bilgilerini paylaşmaması, saldırı ihtimaline dair verileri gizlemesi (Bar-Joseph, Levy, 2009: 484) olarak sıralanmaktadır. Elazar, Aman’ın kendilerini Arap birliklerinin yerleri, Mısırlıların kanalda kurdukları köprü sayısı ve iki zırhlı Mısır tugayının doğu kıyısına geçiş zamanı konusunda bilgilendiremediğini ifade etmiştir. Aman, Sovyet yapımı sagger (tanksavar) silahları konusunda da orduyu yeteri kadar bilgi verememiştir. Aman ayrıca, Irak askerî gücünün Golan tepelerine ulaşmasını engelleyebilecek bilgiyi orduya verememiştir (Black, Morris, 1999:263-264). 

Aman’ın istihbarat konusundaki, tekeli, 1973 savaşındaki başarısızlığın temel nedenidir. Bu nedenle, Mossad’ın uyarılarına gereken önem verilmemiştir. Ayrıca, Yona Bandman ve Ali Zeira’nın otoriter tutumları, açık ve hoşgörülü bir tartışma ortamını engellemiş ve istihbarat başarısızlığına yol açmıştır (Bar Joseph, Levy, 2009:469). 

Aman şefi Eli Zeira’nın başarısızlığının bir nedeni de Mısır Devlet Başkanı Nasır’ın damadı Eşref Marvan’dan gelen bilgilere aşırı güvenmesidir. Son elde edilen bilgiler, Marvan’ın “çift taraflı ajan” olduğu yönündedir. Marvan, Temmuz 1973’te, savaşın başlayabileceği bilgisini vermiştir. Ancak, Zeira, Marvan’ın kendisini aldattığına inanmıştır (Bar-Joseph, Levy, 2009:482-3). 
 Agranat Komisyonu, savaş sonrası İsrail’in pozisyonunu değerlendirdiğinde iki ana konuyla karşılaştığını, belirtmiştir. İsrail, Mısır’ın hava üstünlüğü problemini çözmeden saldırmasını beklememiştir. Ayrıca, Mısır olmadan Suriye’nin saldırı olasılığı olmadığı kabul edilmiştir (Buckwalter, 2002). 30 Ocak 1975 tarihinde yazılan son Agranat Komisyonu Raporunda Aman’ın savaşın ilk 3 günündeki başarısızlıkları anlatılmıştır. Komisyon, Aman şefi Zeira, yardımcısı Aryeh Şalev, Yarbay Yona Bendman, Subay David Gedaliah’ın görevlerinden alınmalarını tavsiye etmiştir. Komisyon ayrıca istihbaratta Aman’ın tekelinin kırılmasını da tavsiye etmiştir. Mossad içinde büyük bir araştırma dairesi kurulmuştur. Aman’ın askerî istihbarata ağırlık vermesi, kararına varılmıştır. Aman, yeniden yapılandırılmış, içerisinde coğrafi birimler kurulmuştur. Coğrafi birim şeflerinin kendi bölgelerindeki askerî, teknolojik, siyasi ve ekonomik istihbarattan sorumlu olmalarına karar verilmiştir. Küçük rütbeli subayların fikirlerini açıklamalarına olanak verilmesine karar verilmiştir. Değerlendirme raporlarını açık olması, kesinlik içermemesi ve fazla değerlendirme yapılmaması, uygun görülmüştür. Dronlar satın alınmış, elektro-optik alan gözetleme birimi kurulmuştur. Aman’ın üç bölge komutanlığı; kuzey, orta ve güney, merkez komutanlıklarını dengeleyecek şekilde güçlendirilmiştir. Aman şefinin iş yükü azaltılmış ve ona yardımcı olacak şef istihbarat subayı görevlendirilmiştir (Black, Morris, 1999:265-268).

Aman, savaşın yakınlığın işaret eden sinyaller ve bunlar arkasındaki gürültüleri birbirinden ayıramamıştır. İstihbaratı değerlendirme ve yorumlama görevinin siyasetçilere bırakılması sonucu ortaya çıkmıştır. Yom Kippur Savaşı’nın ardından istihbarat değerlendirmelerinde, kuşkuya daima yer verilmesi gerekliliği anlaşılmıştır. Arap ülkelerinin ordularının büyüklüğü ve otoriter rejimleri, İsrail’in daima tetikte olması sonucunu ortaya koymuştur (Black, Morris, 1999:268-269).
Aman, Yom Kippur Savaşı’nın ardından, Enver Sedat’ın barış girişimi konusunda yeterli bilgiye sahip olmamıştır (Black, Morris, 1999:273-275; Kahana, 2005:263). 1975-76 yıllarında gerçekleşen Lübnan Savaşı’nda, Aman ve Mossad’ın orduya gerekli istihbaratı sağlayamadığı, ileri sürülmektedir. Mossad, Lübnan’daki Hristiyan lider Beşir Cemayel’le sıkı ilişkiler kurmuştur (Ostrovsky, 1994:55).

Aman ve Mossad, İran Devrimi’nin gerçekleşeceği konusunda fikir birliğine sahip olmuşlar ancak tam olarak ne zaman vuku bulacağını tahmin edememişlerdir. Uri Bar-Joseph, İran Devrimi konusundaki İsrail istihbaratının bu öngörüsünü övmüş ve Amerikan istihbaratıyla karşılaştırıldığında, önemli bir başarı olduğunu belirtmiştir. İsrail istihbarat örgütleri,  İran kültürünü tanımakta ve Fars dilini iyi bilmektedirler. Bu yetenekler, İsrail istihbaratının, İran konusunda daha başarılı olmasına neden olmuştur (Pascovich, 2013a:93).

1980’li Yıllar

1980’lerde Mossad, Sudan’da eğitim alan Filistinlilerle ilgili bilgi toplamıştır. Mossad, Şabak ve Aman’ın araştırmaları sonucunda, bu yapının başında Mısırlı Ayman El Zevahiri’nin olduğu anlaşılmıştır. Enver Sedat suikastı sonrasında tutuklanan ve daha sonra serbest bırakılan Zevahiri, Sudan’da yaşamaktaydı ve, Ladin’le yakın işbirliği içindeydi. Bu dönemde Ladin, Sudan’da inşaat firmalarına sahipti ve bu firmalardan bir tanesinin ismi “El Kaide” idi. Mossad, bu örgütlenmeyle ilgili daha çok bilgi toplamak ve gerekirse önleyici faaliyetlerde bulunmakla görevlendirilmiştir. Başbakan İzak Rabin, küresel cihadın büyüyen tehdidi konusunda kamuoyunu uyaran konuşmalar yapmıştır (Shpiro, 2012:240-241).
1981 ve 1982 yıllarında, Celile’ye Barış Operasyonu öncesinde, Mossad, Maruni Hristiyanların gücünü abartmıştır. Aman daha doğru bir değerlendirme yapmıştır. Maruni Hristiyanların güçsüz olduklarını ve yeni bir düzen kuramayacaklarını görmüş ve Lübnan’a askerî müdahaleden kaçınılmasını tavsiye etmiştir (Kahana, 2005:263). 
Aman ve Şabak, 1987 yılında Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ndeki Filistinlilerin ayaklanmasını doğru değerlendirememişlerdir (Turquie diplomatique, 2013, Kahana, 2005:263; Pascovich, 2013b:16). İstihbarat örgütlerinin, Filistin halkının sosyo-ekonomik sorunları ile ilgili istihbarı verilerinin eksiklikleri olduğu görülmüştür (Pascovich, 2013b:16).

1990’lı yıllar

Temmuz 1988’de Aman, Irak’ın Kuveyt’e saldırabileceği uyarısında bulunmuştur. Ancak saldırının kesin tarihi konusunda önceden tespitte bulunamamıştır. 1 Ağustos’ta ise Irak’ın Kuveyt’e saldıracağını bildirmiş ancak kesin tarih vermemiştir (Black, Morris, 1999:412-421). Aman, Kuveyt’in işgalini haber veremediği için eleştirilmiştir. Aman, ayrıca Irak’ın İsrail’e scud füzesi fırlatmasının düşük bir ihtimal olduğunu belirtmiştir. Bu bağlamda, Irak’ın Kuveyt’e saldırması olayında, İsrail istihbaratının başarısız olduğu belirtilmektedir (Kahana, 2005:264).
İsrail istihbarat örgütleri, 1993 yılında gerçekleştirilen Oslo Barış Görüşmelerini önceden tahmin edememişlerdir. Aman, 1996 yılında Suriye’nin Golan Tepelerindeki askerî hareketliliğini savaş hazırlığı olarak değerlendirmiş, ancak bu doğru çıkmamıştır. İsrail istihbarat örgütleri, Ağlama Duvarına giden Kudüs Tüneli’nin açılmasının, Filistin ayaklanmalarına yol açabileceğini tahmin edememişlerdir (Kahana, 2005:264).  

2000’li yıllar

İsrail istihbarat örgütleri, İsrail’in tek taraflı olarak Lübnan’dan ayrılmasına Hizbullah’ın askerî tepkisini abartmış ve Güney Lübnan’da bir askerî güç bulundurulmasını tavsiye etmişlerdir (Kahana, 2005:264).  Başbakan Barak, Aman’ın bu istihbaratını bertaraf etmek ve orduyu Güney Lübnan’dan çıkarmak için yoğun çaba sarf etmiştir. Barak’ın bu durumu aşmasında İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin eski Genelkurmay Başkanı ve Aman’ın eski şefi olması etkili olmuştur (Bar-Joseph, 2010:510).
2000 yılında El Aksa İntifadası (II. İntifada) başladığında, Aman bu durumun sorumluluğunun Yaser Arafat’a ait olduğu bilgisini vermiştir. Bu bilgi kamuoyu ve İsrail Silahlı Kuvvetleri tarafından kabul edilmiştir. Yıllar sonra bu tahminin yanlış olduğu anlaşılmıştır. Aman’ın verdiği bu istihbarat İsrail  Silahlı Kuvvetleri İkinci İntifada’ya karşı yoğun askerî güç kullanmasına neden olmuştur (Bar-Joseph, 2010:510). Aman, şiddetin tırmanmasına yol açmıştır. 

2000 yılının Ocak ayında Filistin Ulusal Yönetimi’nin bulunduğu bölgedeki istihbarat faaliyetlerinin tümü, İsrail'in iç istihbarat örgütü Şabak’tan Aman’a geçmiştir. Bu durum, bölgede güvenlik algısının değiştiğinin bir göstergesidir. El Aksa İntifadası ile Şabak’ın insani istihbaratına ihtiyaç duyulmuştur. 2000 yılının Eylül ayından itibaren, Aman ve Şabak Filistinlilerle ilgili istihbarat yükünü paylaşmaktadırlar. İnsani istihbarat son derece önemlidir; Şabak Batı Şeria ve Gazze’de bilgi ağı oluşturmuştur. Aman’ın ileri teknoloji ürünü aletleriyle telefonların dinlemesi kolay olmuş, ancak argo konuşmaların anlaşılması konusunda güçlük çekilmiştir. Şabak ve Aman, Batı Şeria’da sıkı bir işbirliği içindedirler. Ancak, Güney Lübnan’da, Hizbullah’la ilgili bu tür işbirliği içine girmemişlerdir (Jones, 2003:276-7)

Son dönemde, İsrail istihbaratına başlıca iki konuda eleştiri yöneltilmiştir. İlk eleştiri, İsrail İstihbarat örgütlerinin, 11 Eylül olayını tahmin edememiş olmalarıdır (Kahana, 2005:264). Ancak, dünyanın en büyük istihbarat yapılanmasına sahip olan ABD bu saldırıların yerini ve zamanını kestirememiştir, bu nedenle bu eleştiri haklı değildir. İkinci eleştiri, İsrail istihbaratının 11 Eylül saldırılarının Irak ile bağlantılı olduğu (Fuerza, 2013) ve Irak'ın. konvansiyonel olmayan silah kapasitesini abarttığı (Kahana, 2005:264). yönündedir. Irak'a müdahaleye kadar giden bu olayda, ABD istihbarat örgütlerinin devletin karar birimlerini nasıl yanılttığı ancak müdahaleden sonra anlaşılabilmiştir. Bu ortamda, İsrail'den ABD'nin bölgeye müdahalesini önleyecek bir tutum izlemesini beklememek gerekir. Bu durum olsa olsa, İsrail'in ABD'ye karşı uyguladığı bilgi harekâtı kapsamlı bir operasyon olarak değerlendirilebilir.
İsrail Silahlı Kuvvetleri Mayıs 2000’de, Lübnan’ı terk etmeden hemen önce, Hizbullah’ın füze kapasitesini, bu füzelerin saklandığı yerleri öğrenmiştir. Söz konusu füzelerin Hayfa’yı vurabileceği bilgisine sahip olmuştur. Aman, füzelerin, Hizbullah mensuplarının evlerinde gizlendiğini öğrenmiştir. Bu bilgilere, Aman’ın Ünite 8200 adlı sinyal istihbaratı birimi ve İsrail Hava Kuvvetleri keşif gücünün çalışmaları neticesinde ulaşılmıştır. Bekaa vadisinde, 220 orta menzilli füzenin bulunduğu değerlendirmesi yapılmıştır (Lambeth, 2011). 
Aman, Ocak 2006’da 130 sayfalık bir rapor hazırlamıştır. Bu rapor, Hizbullah’ın savaş planından bahsetmektedir. Raporda, Hizbullah’ın orta menzilli füzelerinin yerleri açıklanmıştır. Ancak, dosya yüksek düzeyde gizli olarak sunulduğundan, Aman Araştırma Birimi’nin dışında görülmesi engellenmiştir (Lambeth, 2011:150).

12 Temmuz 2006’da Aman, 100 İran Devrim Muhafızının, Lübnan’da Hizbullah adına bulunduğunu haber vermiştir. Aman, Hizbullah’ın 500 Fecir-3 ve Fecir-5 orta menzilli füzelerinin ve 20-30 tane uzun menzilli Zellal7 füzelerinin bulunduğunu bildirmiştir. ABD istihbaratı da İran’ın Hizbullah’a 100-200 milyon dolar tutarında yardımda bulunduğu bilgisini iletmiştir. Savaş öncesi Hizbullah askerî gücünü, 3500 kişiden 5000 kişiye çıkarmıştır. Aman Araştırma Biriminin başında bulunan Yossi Baidatz kamuoyuna, Hizbullah’ın elinde yüzden fazla 25-45 mil menzile sahip İran yapımı Fecir-3 ve Fecir-5 orta menzilli füzelerinin ve uzun menzilli Zellal7’lerin bulunduğunu bildirmiştir (Lambeth, 2011:15, 92). 
Aman, 2000’li yılların ortalarından itibaren Hizbullah’ın elindeki uzun ve orta menzilli füzelerin ve füze fırlatma depolarının yerlerini bulmaya çalışmıştır. Bunun yanında, Hizbullah’ın önemli liderlerinin yerlerini tespit etmeye çalışmıştır. Örgütün yeraltı silah depolarının ve sığınaklarının yerlerini belirlemek için uğraş vermiştir. Minyatür sinyal istihbarat aletleri ve İsrail Hava Kuvvetleri, bu konuda yardımcı olmuşlardır (Lambeth, 2011:92). 
2006 Savaşı’nın ilk saldırılarında, İsrail Hava Kuvvetleri’nin (İHK) açıklamalarına göre, Fecir füzelerinin yüzde 50’si yok edilmiştir. İHA'lara sahip olan ve onları istihbarat için kullanan Aman’dı. Daha sonra bu görev, İHK’ya verilmiştir. İHA’lar 2000 yılından sonra yoğun olarak kullanılmaya devam edilmiştir. Ofeq, Eros A ve B uyduları, Aman ve İHK’ya kaliteli resimler sunmayı sürdürmektedirler (Lambeth, 2011:110,121) Aman, uydu ve sinyal istihbaratını kontrol etmektedir (Henriksen, 2007:15). Bu durum Aman’a büyük bir istihbarı güç vermektedir. 
Winograd Komisyonu, 2. Lübnan Savaşı ile ilgili bir rapor hazırlamıştır. Bu raporda, Aman’ın Hizbullah konusunda, siyasetçiler ve askerî görevlilere, geniş ve güçlü bir istihbarat sağladığı vurgulanmaktadır. Ancak bu raporda, taktiksel düzeyde verilen istihbarat konusunda belirsizliklerin olduğu açıklanmıştır. Hizbullah’ın asker kaçırma eylemlerine gireceği ve ülkenin kuzeyinde artan çatışma olasılığına karşı tedbir alınması gerekliliği konusundaki Aman şefi Aharon Zeevi Farkash’ın mektubu, 18 Aralık 2005 tarihinde,  Başbakan Ariel Şaron’a ve mektubun kopyaları da Savunma Bakanı ve Genel Kurmay Başkanı’na iletilmiştir (Bar-Joseph, 2007). Aman ve İHK, 2006 Savaşında iletişim frekanslarının bozulmasını sağlamışlardır (Lambeth, 2011:242).
Aman, Lübnan Savaşı öncesinde Hizbullah’ın İsrail askerlerini kaçıracağına dair istihbaratı sunmuştur. Hizbullah’ın elinde çoğunluğu kısa-menzilli 10 binden fazla füze bulunduğu bilgisini iletmiştir. Aman, olası bir İsrail saldırısında, Hizbullah’ın İsrail’in kuzeyine binlerce füze atabileceğini, bu füzelerin Hayfa ve hatta Tel Aviv’e bile ulaşabileceği tahmininde bulunmuştur. Ancak, Aman’ın vermiş olduğu istihbarat, bu kısa menzilli füzelerin konuşlandırılmasını engelleyecek kadar kapsamlı bir istihbarat olmamıştır. Bunun yapabilmenin yolu Güney Lübnan’ın kara kuvvetleri ile işgal edilmesinden geçmekteydi. Nasrallah, savaştan iki ay önce, 12 bin kısa menzilli füzeye sahip olduklarını duyurmuştur. Uzun, orta ve kısa menzilli füzeleri yanında Hizbullah’ın elinde İran’ın verdiği Ebabil İHA’ları bulunmaktaydı. Ebabil İHA’ları 450 km. menzile ve 40-50 kg. patlayıcı taşıyabilme kapasitesine sahiptir. Aman, Hizbullah elinde bulunan kısa menzilli füzelerin sayısının 10 bin ila 16 bin arasında olduğu bilgisini vermiştir. Ancak bu değerlendirmede rakamlar arasındaki fark oldukça fazla olarak nitelendirilmiştir. Buna göre, günde 150-200 roketin fırlatılması beklenmiştir. Aman’ın sahip olduğu görüntü ve sinyal istihbaratı, füzelerin yerinin tespit edilmesini sağlayamamıştır, bu nedenle füzeler yok edilememiştir. Ayrıca, Aman, Hizbullah’ın elinde C-802 gemisavar füzesinin bulunduğuna dair kesin bir istihbarata sahip olmamıştır. Bu konudaki uyarısı İsrail Donanma Komutanlığı tarafından ciddiye alınmamıştır. Aman, Hizbullah’ın elindeki  tanksavar silahların sayısını var olandan daha düşük olarak, karar-alıcılara sunmuştur  (Bar Joseph, 2007:585-591). 

12-13 Temmuz 2006 tarihinde, Hizbullah’ın elindeki 40 tane insansız hava aracı ve uçak yok edilmiştir. İlk raporlara göre, çok sayıda uzun-menzilli ve orta-menzilli füze, 18 tane fırlatma rampasının (toplam sayı: 19-21) tahrip edildiği belirtilmiştir. Amerikalı bir yetkili ise, ilk üç günde, İHK’nın, Hizbullah’ın elindeki silahların %7’sini tahrip ettiğini belirtmiştir (Bar Joseph, 2007:586).  
Aman’ın 8200 numaralı Sinyal ünitesi, Hizbullah ve Hamas liderleri arasındaki iletişimde, şifreli konuşmaları çözmüş ve Hizbullah ve Hamas arasındaki işbirliğini açığa çıkarmıştır. Hamas ve Hizbullah’ın, özellikle işgal edilmiş topraklardaki terörist faaliyetlerde ortak hareket ettikleri anlaşılmıştır. Aman’ın, özellikle 2006 Lübnan Savaşı’ndaki en önemli zayıflığı Hizbullah liderleri ve Hizbullah’ın komuta ve kontrol sistemlerine sızamamış olmasıdır. Bu savaşta, hiçbir üst düzey Hizbullah lideri ortadan kaldırılamamıştır. Bu durumda, İsrail üst düzey siyasi karar alıcılarının bu yöndeki tavsiyelerinin rol oynadığı da düşünülmektedir (Bar Joseph, 2007:586).
  
Aman, savaştan çok önce Hizbullah’ın elindeki kısa menzilli Katyuşa füzelerinin Lübnan-İsrail sınırı arasına yerleştirildiğini tespit etmiştir. Ancak savaş sırasında, fırlatıcıların tam yerini gösterememiştir. Bu nedenle, İHK, birkaç istisna dışında bu hedefleri vuramamıştır. Kısa-menzilli füzelerin yer değiştirmesi kolaydır. Bu olayda Aman ve İHK suçlanmıştır ancak askerî uzmanlar kısa-menzilli füzelerin yok edilmesi için kara harekâtına ihtiyaç duyulduğunu, belirtmişlerdir. Ancak bilindiği gibi, bu harekâtta, İsrail hava kuvvetleri asıl yükü üstlenmiştir. Savaş sonrası, İsrail’in kara ordusunun güçlendirmesinin gerekli olduğu fikri güçlenmiş ve bu yönde askerî planlar yapılmıştır. Aman, Litani nehri ve uluslararası sınır arasındaki bölgede geniş kapsamlı bir kara harekâtının yapılmasını sağlayacak bilgileri verememiştir. Bu konudaki bilgiler hem yetersiz hem de eski olarak değerlendirilmiştir. Aman, son ana kadar kara kuvvetlerine bu bilgileri vermemiş ve metal kutularda saklanmasını sağlamıştır. Ancak kutular açıldığında resim ve haritaların 2002 yılından kaldığı ve bütçe kısıntıları nedeniyle güncellenmediği ortaya çıkmıştır. Aman’ın kara kuvvetlerine verdiği bilgilerin niteliği, savaş öncesi bir kara harekâtının yapılmayacağı yönünde beklentiden kaynaklanmaktadır. Bu savaşta İHK’nın asıl yükü üstleneceği ve donanma ve özel kuvvetlerin, onu destekleyeceğinin tahmin edildiği, anlaşılmaktadır (Bar Joseph, 2007:589-92). 
İsrail’in Mayıs 2000’de Lübnan’dan ayrılmasının ardından, Hizbullah pek çok yeraltı tüneli ve sığınağı inşa etmiştir. Böylelikle savaşçılarını ve silahlarını saklama imkânına sahip olmuştur. Bu sığınak ve depoların tam yerleri, hiçbir Hizbullah mensubu tarafından tam olarak bilinmemektedir. Asia Times’ın haberine göre her Hizbullah biriminin sadece üç sığınağın yerini bilmesine izin verilmiştir. En önemli sığınak ve silah deposu, Lübnan tepelerinde 40 metre derinlikte olandır. 600 ayrı silah deposu, Litani bölgesinin güneyine yerleştirilmiştir (Bar Joseph, 2007:590).  
Aman, savaş öncesi tüm istihbarat tekniklerinden faydalanmıştır. Gözlem, sinyal ve insan istihbarat teknikleri yanında Nasrallah’ın kamuoyuna yaptığı konuşmalara da dikkat edilmiştir. Mossad ve Aman arasında üst düzey bir işbirliği gerçekleştirilmiştir (Bar Joseph, 2007:593).  
Aman’ın başarısızlığı, Hizbullah’ın farklı yapısından, örgütün komuta ve kontrol sistemine nüfuz edilememesinden ve Aman’ın bu savaş konusundaki eksikliklerinden kaynaklanmaktadır. İnsani istihbarat konusunda, Hristiyan Maronilerden faydalanılmamıştır. Aman yüksek düzey teknolojik istihbarat yöntemlerini kullanmıştır, ancak bunlar faydalı olmamıştır (Bar Joseph, 2007).
Aman, Hizbullah’a nüfuz edememiş, insani istihbaratı kullanamamıştır. Hizbullah, İran Devrim Muhafızları’nın eğitimi sayesinde profesyonelleşmiştir. Örgüt içerisindeki bölümlendirme sayesinde gizli bilgilerin, düşmanın eline geçmesi önlemiştir. Hizbullah üyeleri, İsrail kendilerini sürekli izliyor ve dinliyor gibi yaşamaya alışmışlardır. Hizbullah, yüksek teknolojiyle haberleşme yönteminden kaçınmaktadır. Bunun yanında, İsrail hakkında bilgi edinmek için Suriye’de bulunan sinyal istasyonları kullanılmış ve İsrail sinyal ünitelerinin frekanslarının kısmi olarak bozulması sağlanmıştır (Bar Joseph, 2007:594-95).  

Aman’ın Barış İstihbaratı

Filistin ve İsrail arasındaki sorun, İsrail’in 1947 yılında 181-II sayılı BM kararı ile tarif edilen sınırlardan daha fazla bir alanı kapsayacak şekilde kurulmasıyla başlamıştır. 1967 yılında gerçekleşen Altı Gün Savaşı ile İsrail, Batı Şeria, Gazze ve Doğu Kudüs’ü işgal etmiştir. İşgal edilen yerlere Yahudilerin yerleşmesi, sorunun büyümesine yol açmıştır. Filistinliler ve İsrailliler arasındaki çatışma, Siyonizm-Arap milliyetçiği arasındaki çatışma olarak tanımlanmaktadır. İsrail, 1967 yılı öncesindeki sınırlara dönülmesini kabul etmemektir (Bayraktar, 2012:262).

1980’li yıların sonunda başlayan ve özellikle 1990’lar sonrası gerçekleştirilen Aman’ın istihbarı faaliyetleri, barış istihbaratı olarak nitelendirilmiştir. Aman’ın çalışma alanının büyük kısmını, “Filistin’le ilgili barış için istihbarat” teşkil etmektedir. Bu kapsamda, Aman görevlileri, Filistin Millî Misakı, yani Filistin Kurtuluş Örgütü’nün Kuruluş Belgesini, incelemişlerdir (Pascovich, 2013b).
1993 yılında Prensipler Antlaşması olarak bilinen Oslo Antlaşması, Washington’da imzalanmıştır. Bu antlaşma, mültecilerin durumu, Kudüs’ün statüsü, sınırlar ve Yahudi yerleşim yerlerinin geleceği ile ilgili hükümler içermemektedir (Bayraktar, 2012:263). Bu antlaşma kapsamında Filistin’de beş yıl içerisinde geçici bir yönetim kurulması onaylanmıştır. Filistin’in nihai statüsünün, beş yılın sonunda belirlenmesi ise karara bağlanmıştır. 
Şimon Perez, 1992 yılındaki Oslo Barış Görüşmelerinde, askerî istihbaratı, orduyu ve ABD’yi sürecin dışına çıkarmış ve Filistin Hükümeti ile gizli barış görüşmeleri yürütmüştür. Ancak, daha sonra, İsrail halkının şüphelerini ortadan kaldırmak amacıyla, Aman yeniden barış sürecinin içine dahil edilmiştir. 1993 Oslo görüşmeleri sırasında, FKÖ, İsrail’in yaşam hakkını kabul etmiştir. Bunun yanında, Oslo görüşmelerinin yazılı olmayan prensibine göre Arafat, İsrail’in çekildiği yerlerde terörizmin ortadan kaldırılmasını kabul etmiştir. CIA, 1980’lerin sonunda, FKÖ ile ilişkisini düzeltmeye başlamıştır. CIA, Oslo Barış antlaşmalarının ardından yeni Filistin Yönetimi’nin güvenlik birimlerinin yapılandırılması, eğitilmesi konularında yardımcı olmaya başlamıştır (Shpiro, 2012). 
Barış Antlaşması’nın ardından Filistinli mültecilerin Batı Şeria ve Gazze’ye dönmeleriyle, Aman, Şabak ve Mossad’ın yetki alanları karışmış; örgütler finans kaynaklarını ve kontrol alanlarını kaybetmemek için rekabete girmişlerdir (Newton, 2011:124). 
Netanyahu’nun 1996 yılındaki ilk başbakanlığı döneminde, hükümet ve istihbarat servisleri arasında gergin bir ilişki kurulmuştur. Netanyahu, siyasal tecrübeden yoksun olarak iktidara gelmiştir. Bunun yanında, siyasal tecrübelerinden yararlanacağı yardımcılar yerine kendisine genç yardımcılar seçmiştir. Netanyahu ve tüm ekibi, Oslo Barış Sürecine karşı bir tutum sergilemişlerdir. Bu ekip, Yaser Arafat’ı terörist olarak görmeye devam etmiş; Oslo Barış Sürecine destek veren, Aman, Mossad, Şabak’a da şüpheyle yaklaşmışlardır. (Uri- Bar, 2013: 358). 
Netanyahu, İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin, Aman, Mossad ve Şabak’ın, “barış süreci” ile ilgili isteklerinden hoşlanmamış; onlarla görüşmeleri azaltmıştır. Gönderilen istihbarat raporlarını okumamış, hatta geleneğin tersine Filistinlilerle diplomatik ilişkilerde, askerî yetkililerin yer almasını engellemiştir. (Pascovich, 2013b:19). 
İsrail İstihbarat Topluluğu, halk arasında apolitik olmakla ünlenmiştir. Ancak Netanyahu’nun başbakanlığının ilk döneminde bu ünleri yara almıştır. Bu dönemdeki baskılardan muaf tutulan Mossad şefi Dr. Uzi Azad olmuş; Dr. Azad, 1997-99 yılları arasında, Netanyahu’nun dış politika danışmanı ve 2009-2011 yılları arasında millî güvenlik danışmanı olarak görev yapmıştır. 1996-2001 yılları arasında Askerî İstihbarat Araştırma Biriminin ve tüm istihbarat değerlendirmelerinin başında bulunan Gilad, fikirlerini daha rahat ifade etmiş; barış sürecindeki çıkmazın, Netanyahu’nun politikalarının bir ürünü olduğunu ve bu durumun öncelikle Suriye ve diğer Arap devletleriyle savaşa yol açabileceğini, savunmuştur (Bar-Joseph, 2013). 
1995-1998 yıları arasında Aman’ın başında bulunan Moşe Ya’alon’un Arafat’ı terörist olarak nitelendirilmesi (Jones, 2003:277) emekli olmuş diğer istihbarat uzmanları tarafından Netanyahu’nun baskılarına boyun eğmesi olarak nitelendirilmiştir. Şabak Şefi Ami Ayalon da, Gilad gibi, Netanyahu’nun politikalarının ve yeni yerleşimlerin,  intifadaya yol açabileceğini, ileri sürmüştür. Netanyahu’nun yardımcıları, daha önce İsrail donanmasına da komuta eden Ayalon’un hükümetin politikalarına sadık olmadığını ve bulunduğu görevi hak etmediğini belirtmişlerdir. Netanyahu, muhalefet liderleriyle görüşen İsrail Savunma Gücü’nün komutanını görevden almış; istihbarat örgütlerinin, diplomatik görüşmelere katılmasına, izin vermemiştir. Bu bağlamda, Netanyahu, istihbarat tahminlerini değiştirmeyi başaramamıştır (Bar-Joseph, 2013). 
1999 yılında, İsrail Savunma Gücü ve Aman’ın, Ehud Barak’la fikir anlaşmazlığına düştüğü bilinmektedir. Barak, İsrail askerî güçlerinin Lübnan’dan çekilmesini istemiştir. Aman, askerî güçlerin bir kısmının bölgede kalmasını tavsiye etmiştir (Shpiro, 2012).
 Son dönemde ise en önemli konu, İran’ın nükleer silahlanmasıdır. İstihbarat örgütlerinin görüşlerinin aksine, Netanyahu, İran’a karşı askerî bir müdahaleden yanadır. Mossad’ın eski başkanlarından Meir Dagan, böyle bir müdahalenin, son derece aptalca, olduğunu vurgulamaktadır. Mossad Başkanı Tamir Pardo da İran’ın, İsrail’in  varlığına ciddi bir tehdit sayılamayabileceğini, belirtmektedir. Bu görüşler, siyasi baskılara rağmen, henüz değiştirilmemiştir (Bar- Joseph, 2013:359-360).
11 Eylül olaylarından sonra, Amerikan istihbarat servislerinin yeterlilikleri konusunda tartışmalar yapılmaya başlamıştır. Amerikan terörle müdahale uzmanlarının, İslami terörizm konusunda, İsrailli meslektaşlarının tecrübelerinden yararlanmaları gerektiği belirtilmiştir. Aman, Mossad ve Şabak’ın yöntemlerinin, Amerikalı istihbarat örgütlerinin yöntemlerinden çok üstün olduğu, öne sürülmüştür.  İsrail istihbarat görevlileri, bölgenin farklı dillerini öğrenmekte ve bölgenin kültürünü tanımaktadırlar. İstihbarat teknikleri ve psikoloji konusunda eğitimden geçmektedirler (Schindler, 2005:706). 

Aman’ın Geleceği

Aman, çok önemli siyasal kararların alınmasında etkili olan bir örgütlenmedir. Aman, istihbarat örgütleri içinde en tepede olduğunu ileri süren uzmanlar bulunmaktadır (Jones, 2003:275). Aman’ın lider konumu, kamuoyunun görüşünü şekillendirmede, ona büyük bir güç sağlamaktadır. Aman siyasal olarak son derece etkin bir konumdadır. Aman şefi ve Araştırma Biriminin başkanı, millî güvenlikle ilgili tüm kabine toplantılarına katılmaktadırlar (Bar-Joseph, 2010: 509).
Aman ve diğer istihbarat örgütlerinin eğitim durumlarına değinmek önemli olacaktır. Aman’ın analizcileri kariyerleri süresince en azından Ortadoğu ile ilgili bir lisans derecesine sahip olmaktadırlar. Bazı durumlarda lisans derecesinde sahip olmayanlara da rastlanmaktadır. Araştırma Birimindeki analiz kariyerleri kısadır ve yetersiz sayıda Yüksek lisans derecesine sahip olan görevlileri bulunmaktadır. Çok kısa sürelerde rotasyon olması, belli alanlarda uzmanlaşmayı engellemektedir. Mossad da bu durumun tersine, görevliler, uzmanlık alanlarında Yüksek Lisans ve doktora yapmakta ve standard rotasyonları beş senede bir yapılmaktadır. Pek çok durumda,  aynı sahada iki dönem kalarak uzmanlıklarını arttırmaktadırlar (Bar Joseph, 2010: 520).  
İstihbarat örgütlerinin Aman’ın operasyonlarındaki başarısızlıklar ve askerî ve siyasi konularda ayrım yapılması gerekliliği nedeniyle, devletle ilgili faaliyetlerinin kademeli olarak sonlandırılması gündemdedir. Aman’ın Araştırma Bölümü’nün sol örgütlerle ilgili çalışmalar yaptığı belirtilmektedir. Sol örgütlerin, Batı’da İsrail karşıtı aktivitelerde bulundukları ve böylelikle İsrail devletinin meşruiyetinin sorgulanmasına yol açtıkları ileri sürülmektedir (Pascovich, 2013b:228). 

Aman’ın geleceğiyle ilgili üzerinde durulması gereken diğer konu, dindar Yahudileri sahada görevlendirilmesidir. Bu durum, istihbarat etiği ve dinin çatışmasına yol açabilecektir (Shpiro, 2007a)

Sonuç

Başbakan Ben Gurion, 1948 yılında, istihbarat birimlerinin yapılandırılmasına karar vermiştir; İsser Beeri, askeri istihbarattan sorumlu olmuştur. Mart 1949’da, İsrail Silahlı Kuvvetleri istihbarat şubesi kurulmuş ve başına Chaim Herzog getirilmiştir. Başlangıçta, askeri istihbarat, sadece Arap ülkelerinden bilgi toplamakla görevlendirilmiştir; 1950’den sonra ise Arap olmayan devletlerle ilgilenilmiştir. Devletin ilk kurulduğu yıllarda, askeri istihbaratın görev ve yetkileri tam olarak belirlenememiştir. 1953 yılında, askeri istihbarat bölümü, İsrail Silahlı Kuvvetleri İstihbarat Şubesi ya da diğer adıyla Aman olarak yapılandırılmıştır. Aynı dönemlerde, Ben Gurion, askeri istihbaratın güçlendirilmesi kararını almıştır. Aman, İsrail dışında oluşturduğu yapılanma sayesinde sanayi casusluğu gerçekleştirmiştir.
Aman, 1950’li yıllarda, Arap ordularına karşı yapılacak olan bir savaşa hazırlanmak amacıyla ülkeye girmeye çalışan Araplar, sınırlardaki köylüler ve muhbirlerden yararlanmış; onlardan değerli bilgiler elde etmiştir. Aynı dönemde, Dr. Ne’eman tarafından geliştirilen bilgisayar teknolojisi, verilerin depolanması ve yeniden değerlendirilmesini sağlamıştır. Esir düşen Arap subaylar ve Arap ülkelerinde yaşayan Yahudiler, önemli haber kaynakları olmuşlardır. Böylelikle, Aman, 1956 Sina saldırısı öncesinde, Arap orduları hakkında ayrıntılı bilgiye sahip olmuştur; medyayı kullanarak dezenformasyon faaliyetlerinde bulunmuştur. ABD istihbarat örgütleri, fotoğraf, radar ve gözlem istihbaratı konusunda İsrail istihbarat örgütlerini desteklemişlerdir. 
1967 yılı Mayıs ayında, Aman, Arap ülkelerinden kaynaklanan bir savaş beklentisinin bulunmadığını açıklamıştır. Bu değerlendirme doğru çıkmamış olsa da Aman’ın savaş sırasındaki istihbaratı başarılı bulunmuştur. Savaş sırasında, Aman, insani istihbarat ve hava fotoğraflarından yaralanmış ve ordunun zaferine katkıda bulunmuştur; savaş sürecinde ve sonrasında Aman, Arap ordularının yapılarını, silahlarını ve personelinin niteliğini öğrenmiştir. Aman ajanları aynı tarihlerde, nükleer tesisleri için gerekli olan uranyumun ele geçirilmesi için başarılı operasyonlar gerçekleştirmişlerdir. 1968-70 yılları arasında, İsrail, Arap ülkelerine hava saldırıları düzenlemiştir; Aman, orduya hedeflerin yerlerini bildirmiştir. Aman’ın siyasallaşması, Altı Gün Savaşları’nın ardından yoğunlaşmıştır. İsrail, bu dönemde, Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ni işgal etmiştir. 1967 yılında elde edilen zafer, İsrail’in stratejik derinliğini arttırmıştır.
Aman’ın geçmişi ve operasyonları incelendiğinde, 1973 Yom Kippur Savaşı’nda gelen istihbaratların iyi değerlendirilememesi, ana sorun olarak görülmektedir. Aman; savaş öncesinde Mısır ve Suriye arasında artan haberleşme trafiğine, tatbikatlar, seferberlik, köprü inşa faaliyetleri ve yetkili ağızlar ve istihbarat kaynaklarından gelen bilgilere rağmen, savaşın çıkmayacağı değerlendirmesinde bulunmuştur. Mısır Devlet Başkanı Nasır’ın damadı Eşref Marvan’ın savaş ihtimalini dillendirmesine rağmen, Aman şefi, Zeira, pek çok kez gelen benzer istihbaratlar ve savaş çıkmaması nedeniyle, bu istihbarata güvenememiştir. Aman, Mısır’ın hava kuvvetlerinin güçsüz olduğuna ve Suriye olmadan savaşa girmeyeceğine inanmıştır. Yakın zamanda, İsrail’de seçimlerin yapılacak olması, savaş hazırlığına kaynak aktarılmasının önünde önemli bir engel olarak görülmüştür. Mossad, belirtilen dönemde, savaş ihtimalini duyurmuştur. Ancak, Aman, siyasal süreçte daha etkin olmuştur. 1973 Yom Kippur Savaşı’nın ardından, Aman faaliyetlerinin askeri istihbaratla sınırlandırması kararı gündeme gelmiştir.

Aman, İran devriminin gerçekleşeceği ve Irak’ın Kuveyt’e saldırabileceği gibi tutarlı değerlendirmelerde bulunmuştur. İkinci İntifadanın başlayacağı tespitinde bulunamamıştır; sorumluluğun Arafat’ta olduğu değerlendirmesini yaparak, askeri güç kullanımının önünü açmıştır. Oslo Antlaşması’nın ardından, Filistinli mültecilerin Batı Şeria ve Gazze Şeridi’ne dönmeleri ileAman, Şabak ve Mossad’ın yetki alanları karışmıştır; örgütler yetki alanları ve finansal kaynaklarını kaybetmemek için rekabet içine girmişlerdir.

Aman, 2006 yılında, Lübnan Savaşı’nda, Hizbullah liderlerinin komuta ve kontrol sistemlerine sızamamıştır; bu savaş esnasına geniş kapsamlı bir kara harekatının yapılmasını sağlayacak istihbari bilgileri verememiştir. Aman, istihbarı sorunlarını, 2009 ve 2014 Gazze operasyonlarında çözmeye çalışmıştır
İsrail’in tehdit algısı yüksektir. İsrail’in tehdit algıladığı bölgeler; Filistin toprakları olan Batı Şeria, Gazze yanında İran, Suriye, Lübnan ve Mısır’dır. Tehdit algısının sürmesi, ülkenin güvenliği için, istihbarat birimlerine olan ihtiyacın devam ettiğini ve yakın gelecekte değişmeyeceğini göstermektedir. Bu bağlamda İsrail’in, İsrail Silahlı Kuvvetleri ve askeri istihbarat örgütü Aman’a olan bağımlılığı sürmektedir; her iki örgütlenme de karar alma süreçlerinde etkin konumlarını korumaktadır. Askeri istihbarat örgütü Aman, ileri teknoloji ürünü teçhizatları kullanmakta ve güçlenmektedir.

İsrail’in savunulmasını zorlaştıran stratejik derinlik sorunu bilinen bir olgudur. Aman’ın erken ikaz ve ihbar kabiliyetinin yüksek olması bir gerekliliktir. Arap Baharı, İsrail’in tehdit, tecrit ve güvensizlik algısının artarak devam etmesine yol açmıştır. Filistin sorunun çözülememiş olması ve İsrail’in dünya kamuoyuna duyurduğu terörist saldırılar, Aman’ın güçlenmesini ve siyasal arenada daha etkili bir aktör olmasını sağlamaktadır. İsrail'in askerî istihbarata barış zamanında da ihtiyaç duyduğu, açıktır. İsrail'in, askerî istihbarat yapılanmasını, sadece savaşta değil, barış ortamında da etkin bir şekilde kullanması; saldırgan, güvenlikçi politikalarının ve güçlü güvensizlik algısının ürünüdür. Mevcut sorunlarını çözmede çatışmacı tutumunu terk etmediği sürece, İsrail’in bu tür aygıtlara olan ihtiyacı azalmayacaktır.

Aman, bilgi teknolojilerini yaygın ve etkin olarak kullanmayı sürdürmektedir; sigint, elint, humint, muharebe sahası istihbaratı, biyografik istihbarat, hedef istihbaratı, teknik istihbarat, stratejik istihbarat, istihbarat operasyonu gibi istihbaratın bütün alanlarında faaliyet göstermektedir. Aman, bu kapsamda ülkedeki diğer istihbarat ve güvenlik yapılanmaları ile sıkı bir iş birliği içindedir;  komuta, kontrol, muhabere, keşif, gözetleme, erken ikaz ve ihbar sistemlerinin faaliyetlerini bütünleştirmiştir. ABD ile askeri savunma ve istihbarat alanında yakın ilişkisi sürmektedir. 
İsrail, düşük yoğunluklu çatışma ortamına rağmen, sürekli savaş halindeymiş gibi istihbarat faaliyetlerini sürdürmektedir. Özellikle Arap Baharının beraberinde getirdiği gelişmeler, istihbaratın önemini arttırmıştır. 2006 Lübnan Savaşı’nda, İsrail Silahlı Kuvvetleri’nin kara harekatındaki başarısızlığı, istihbaratın güçlendirilmesinin gerekliliğini ortaya koymuştur. 2014 yılının Temmuz ayında başlayan Koruyucu Hat Operasyonu, bunun testi niteliğindedir.
İran’ın dış politika parametreleri, İsrail tarafından öngörülebilir olarak nitelendirilmemektedir; bu belirsizlik, askeri istihbaratın önemini arttırmaktadır. İran ve Batı arasındaki işbirliği, İsrail’in yalnızlaşması ve bu bağlamda işlerini kendisinin çözmesi anlamına gelmektedir. 

ABD ve İsrail istihbaratları arasında işbirliği sürmektedir.  ABD, İsrail’in yanında olacağı sözünü pek çok durumda verse de iki devletin bazı durumlarda farklı siyasal hedef ve yol haritalarının olabileceği görülmektedir. Suriye konusunda, ABD ve İsrail’in işbirliği bilinmektedir; İsrail farklı tarihlerde Suriye’yi bombalamıştır. Lübnan, İsrail için önemli bir risk unsuru olmayı sürdürmektedir. Lübnan’da Hizbullah’ın varlığı öncelikli güvenlik sorunlarından biridir. 
Suriye savaşı, Hizbullah militanlarının  savaş tecrübesini arttırmıştır. 

Aman’ın siyasal konulardan elini çekip, sadece askerî konularla ilgilenmesi yönündeki görüşlere rağmen, bu durumun gerçekleşmesi yakın gelecekte mümkün görülmemektedir. İsrail, demokratik bir ülke olarak nitelendirilmesine rağmen, siyaset ve ordunun birbirlerinden ayrılmayan, bütüncül yapısından dolayı eleştirilmektedir. Güvenlikçi politikalar, askeri istihbaratın, karar alma süreçlerindeki gücünü parlatmaktadır. Modern İsrail devletinin güvenlik anlayışı, Yahudilikten etkilenmektedir; Kudüs, El Halil gibi bölgelerin sürekli gözlemlen mesi ve İsrail devletinin elinden çıkmaması üzerine kurgulanmıştır.
İsrail askeri istihbaratı, teröre karşı savaşta ve demokratik düzenin korunmasın da tam yetkilidir. Yüksek tehdit algısı, Aman’a verilen bu olağanüstü yetkilerin kötüye kullanılması sonucunu doğurabilmektedir. İsrail’e yönelik tehditlerin yoğunluğu ve sayısı arttıkça, Aman’ın siyasi şekillendirmelerden uzaklaştırılması mümkün değildir. 

Aman, siyasi arenada sözü dinlenir bir kurum olmayı sürdürmekte dir. Arap medyasını şekillendiren ajanları ile olayları kendi istediği şekle sokmayı başarmaktadır. Aman, elde ettiği bilgileri sınıflandırma ve depolamada başarılıdır. Dinleme cihazları ile düşmanlarının en büyük sırlarının ortaya çıkarılmasında uzmanlaşmıştır. Barış sürecinin devamının sağlanması konusunda, Aman son derece etkili bir aktördür. Aman, ordunun gücü ve teknolojik üstünlüğü ile kendini geliştirmeyi sürdürecektir.


Kaynakça

Akşam (06.08.2014). İsrail Ordusu: 64 askerimiz öldü. http://www.aksam.com.tr/dunya/israil-ordusu-64-askerimiz-olduruldu/haber-329832 (Erişim: 11.08.2014).
Anadolu Ajansı. (2014, 4 Mart). İsrail’in Güvenliği ABD’nin Öncelikli Konusu. http://www.aa.com.tr/tr/dunya/296252--israil-in-guvenligi-abd-nin-en-oncelikli-konusu (Erişim: 28.03.2014).
Anadolu Ajansı. (2014, 6 Şubat). İsrail sözlerimi çarpıtmamalı. http://www.aa.com.tr/tr/haberler/283868--esat-yine-de-kazanamiyor (Erişim: 28.03.2014).
Bar-Joseph, U. (2007). Israel’s Military Intelligence Performance in the Second Lebanon War. International Journal Of Intelligence and Counterintelligence, 20, 583-601.
Bar- Joseph, U. (2010). Military Intelligence as the National Intelligence Estimator: The Case of Israel. Armed Forces & Society, 36 (3), 505-525.
Bar-Joseph, U. (2013). The Politicization of Intelligence: A Comparative Study. International Journal of Intelligence and CounterIntelligence, 26, 347-369. 
Bar Joseph, U, Levy, J. S. (2009).Conscious Action and Intelligence Failure. Political Science Quarterly, 124 (3), 461-488.
Bayraktar, Bora. (2012). Barış Çalışmaları Perspektifinden İsrail-Filistin Sorunu. İçinde Atilla Sandıklı (Ed.) Teoriler Işığında Güvenlik, Savaş, Barış ve Çatışma Çözümleri. İstanbul: Bilgesam, 249-277.
BBCTürkçe. (13.03.2014). İslami Cihad’la İsrail Arasında yeniden ateşkes. http://www.bbc.co.uk/turkce/haberler/2014/03/140313_gazze.shtml (Erişim 31.03.2014).
Beres, Louis Rene. (2014). Like two scorpions in a Battle: Could Israel and Nuclear Iran coexist in the Middle East. Israel Journal of Foreign Affairs, 8(1), 23-33.
Buckwalter, D. T. (2002). The 1973 Arab-Israeli War. İçinde David E. Williams (Ed.) Case Studies in Policy Making and Implementation (ss.119-138). RI: Naval War College.
Bursadabugün. (14.03.2014). 
Sınırda Gerginlik.
http://www.bursadabugun.com/haber/sinirinda-gerginlik-387478.html (Erişim: 27.03.2014).
Fuerza, Z. F. (2013). Master of Deception: Zionism, 9/11 and the War on Terror Hoax. Zion Crime Factory .
Giannoulis, A. (2011, October). RIEAS Research Paper: Intelligence Failure and the importance of Strategic Forthsight to the preservation of National Security, no:155, Athens.
Haber7.(11.07.2014). Erdoğan: İsrail’le mümkün değil. http://www.haber7.com/dis-politika/haber/1178919-erdogan-israille-mumkun-degil(Erişim: 11.07.2014).
Haaretz. (19.03.2014). Netanyahu orders IDF to prepare for possible strike on Iran during 2014. http://www.haaretz.com/news/diplomacy-defense/1.580701 (Erişim 27.03.2014).
Henriksen, T.H. (2007). The Israeli Approach to Irregular Warfare and Implications for the US. Florida: Joint Special Operations University.
Hürriyet. (23.03.2014). İsrail Cenin Kampını Bastı 3 Ölü. http://www.hurriyet.com.tr/dunya/26065157.asp (Erişim: 27.03.2014).
Hürriyet. (19.03.2014). Netanyahu: Bizi inciteni, bizde incitiriz. http://www.hurriyet.com.tr/dunya/26037920.asp (Erişim: 27.03.2014).
Hürriyet. (11.03.2014). İsrail’den Türkiye’ye sürpriz mesaj. http://www.hurriyet.com.tr/dunya/25981981.asp (Erişim: 28.03.2014).
İslami Analiz. (13.03.2014). İslami Cihad İsrail İstihbatratını Gafil Avladı. http://islamianaliz.com/haber/yedioth-ahronot-islam-cihad-israil-istihbaratini-gafil-avladi/2723/#sthash.yoakOKJs.dpuf (Erişim: 28.03.2014).
Jones, C. (2003). One Size Fits All: Israel, Intelligence and the al-aqsa Intifada. Studies in Conflict & Terrorism, 26, 273-288.
Kahana, E. (2005). Nalyzing Israel’s Intelligence Failures. International Journal of Intelligence and CounterIntelligence, 18, 262-279.
Lambeth, B. S. (2011). Air Operations in Israel’s War Against Hezbollah. Pittsbourg: RAND
Milli Gazete. (05.11.2013). İsrail Askeri İstihbarat Başkanından itiraf! http://www.milligazete.com.tr/haber/Israil_Askeri_Istihbarat_Baskanindan_itiraf/296534 (Erişim: 31.03.2014).
Newton, A. (2011). The ‘Talking Cure’: Intelligence, Counter-Terrorism Doctrine and Social Movements. Intelligence and National Security, 26(1), 120–131.
Ostrovsky, V. (1994). Other Side of Deception. New York: Harper Collins Publishers.
Pascovich, E. (2013a). Intelligence Assessment Regarding Social Developments: The Israeli Experience, International Journal of Intelligence and CounterIntelligence, 26(1), 84-114.
Pascovich, E. (2013b). Military Intelligence and Controversial Political Issues: The Unique Case of Israeli Military Intelligence. Intelligence and National Security, April, 1-35.
Radikal. (21.10.2013). 10 Mossad ajanına 10 Predatörle Yanıt. http://www.radikal.com.tr/turkiye/10_mossad_ajanina_10_predatorla_yanit-1156405 (Erişim: 28.03.2014). 
Sabah. (2014, 23 Mart). İsrail’in Hizbullah Endişesi. http://www.sabah.com.tr/NewYorkTimes/2014/03/23/israilin-hizbullah-endisesi (Erişim: 28.03.2014).
Schindler, J. R. (2005). Defeating the Sixth Column: Intelligence and Strategy in the War on Islamic Terrorism. Orbis, Fall, 695-712.
Shpiro, S. (2006). No Place to Hide: Intelligence and Civil Liberties in Israel. Cambridge Review of International Affairs, 19 (4).
Shpiro, S. (2007a). Speak No Evil: Intelligence Ethics in Israel. Paper presented at 2007 ISA Annual Conference, Chicago. 
Shpiro, S. (2007b). Intelligence Ethics in Israel. İçinde Michael Murphy Andregg (Ed.) Intelligence Ethics: The Definitive Work of 2007(ss.3-10). Minnesota: Center for the Study of Intelligence and Wisdom.  
Shpiro, S. (2012). Israeli Intelligence and al-Qaeda. International Journal of Intelligence and CounterIntelligence,25, 240-259.
Star. (19.03.2014). Latif Erdoğan: Cemaati İsrail eğitiyor. http://haber.stargazete.com/politika/latif-erdogan-cemaati-israil-egitiyor/haber-857612 (Erişim: 28.03.2014).
Star. (19.03.2014). İsrail Ordusu Suriye’yi vurdu. http://haber.stargazete.com/dunya/flas-flas-israil-ordusu-suriyeyi-vurdu/haber-857636 (Erişim: 28.03.2014).
Solportal. (22.03.2014). Hizbullah Angajman kurallarını değiştiriyor. http://haber.sol.org.tr/dunyadan/hizbullah-angajman-kurallarini-degistiriyor-haberi-89821 (Erişim: 28.03.2014).
Solportal. (19.03.2014). İsrail ve Cihadçılar birlikte saldırdı. http://haber.sol.org.tr/dunyadan/israil-ve-cihadcilar-birlikte-saldirdi-haberi-89637 (Erişim: 28.03.2014).
Sondakika. (27.02.2014). İsrail İnsan Hayatını Hiçe Sayıyor. http://www.sondakika.com/haber/haber-insan-hayati-hice-sayiliyor-5725033/ (Erişim: 28.03.2014).
Taner, B. Ö. (2012). From Allies to Frenemies and Inconvenient Partners: Image Theory and Turkish-Israeli Relations. Perceptions,17(3), 105-129.    
Timeturk. (18.03.2014). İsrail’de 6. Negev Konferansı. http://www.timeturk.com/tr/2014/03/17/israil-de-6-negev-konferansi.html (Erişim: 28.03.2014).
Timeturk. (18.03.2014). İsrail Ordusu Mescid-i Aksa’ya girdi. http://www.timeturk.com/tr/2014/03/18/israil-ordusu-mescid-i-aksa-ya-girdi.html (Erişim: 28.03.2014).
Turquie diplomatique. (2013). İstihbarat ve Mitler: İsrail’in Gizli Savaşları sayı:58, http://www.trdiplo.com/66-istihbarat-ve-mitler-israil-gizli-savaslari-trdiplo.aspx (Erişim: 28.03.2014).
Türkiye. (15.03.2014). Mescid-i Aksa’ya İsrail Ablukası. http://www.turkiyegazetesi.com.tr/dunya/141301.aspx (Erişim: 28.03.2014).
Weiss, L. (2013). The Lavon Affair: How a false-flag operation led to war and the Israeli bomb. Bulletin of Atomic Scientists, 69(4), 58-68.
Yesevi, Ç.G. (2014
Yesevi, Ç.G. (2014a) Koruyucu Hat: Kara Operasyonu Tecrübesi ve Silah Ticareti. 21. Yüzyıl Dergisi, 70, Ekim.
Yesevi, Ç.G. (2014b). İsrail Silahlı Kuvvetleri. Milli Güvenlik ve Askeri Bilimler 1(2), 123-170.
Yakındoğuhaber. (05.11.2010). İsrail askeri istihbaratından dört cephede savaş öngörüsü. http://www.ydh.com.tr/HD8395_israil-askeri-istihbaratindan-dort-cephede-savas-ongorusu.html  (Erişim: 28.03.2014).
Summary
Insecurity of Israel and Israel’s Military Intelligence
Çağla Gül YESEVİ


https://iku.academia.edu/%C3%87a%C4%9FlaG%C3%BClYesevi



***