29 Eylül 2021 Çarşamba

SURİYE, ARAP BAHARI. BÖLÜM 1

 SURİYE, ARAP BAHARI. BÖLÜM 1



Mohamad Said KANBAR

Marmara Üniversitesi

Ortadoğu ve İslam Ülkeleri Araştırmaları Enstitüsü

Ortadoğu Siyasi Tarihi ve Uluslararası İlişkileri  Bölümü


SURİYE, ARAP BAHARI

GİRİŞ

2010’un son aylarında Kuzey Afrika’dan başlayan halk ayaklanmaları daha sonra farklı Arap ülkelerine dağılmıştı. Mart 2011’da Suriye’nin güney kentinde Deraa’da başladı. Daha sonra farklı şehirlere yayılması, sivil ile polisler arasında başlayan sürtüşmeler, daha sonra askerler araya girerek isyanlar şiddetli çatışmaya dönüştü. Ancak bu devrim Tartus, Lazıkiya ve Konaytara’da rejim tarafından kontrol altına aldı hiç çatışma yaşanmadı. İsyanlar Suriye’ye geçmeden önce Beşar Esad tarafında bazı reformları yapacağını söz verdi. Ancak tam bu sırada olaylar çıkınca ve durumlar değişti. Gerek yerel gerekse ulusal çağrılar üzerinde Esad rejimi bırakması bastırılınca Rusya ve İran rejime yana tavır alında, Suriye’nin Baharı bir iç savaşa dönüştürüldü. 2012 yılında farklı ülkelerden Suriye’ye gelen yabancı militanlar farklı bir tablo söz konusu oldu. Eğer Suriye halkı hep yek bir direniş gösterseydi ve dış müdahale söz konuş olmasaydı, Arap Baharı gerçekleşir miydi? Bu kadar kayıp, ölü ve zülüm olur muydu? Terör örgütleri Suriye’de volta atar mıydı? 

ARAP BAHARINDAN ÖNCE SURİYE

Suriye’nin etnik yapısına baktığımızda tek bir ulustan oluşmamaktadır. bu etnikler arasında Arap, Kürt, Dürzi, Nusayri, Türkmen, Yahudi ve Ermenilerden oluşmaktadır. Aynı zamanda da farklı dinler de vardır, Bütün bu farklılıklar olmasından dolayı ülkede 1945’ten 1970’li yıllara kadar askeri darbeler yaşanmıştır ve son olarak da Hafız el-Esad tarafında son askeri darbe gerçekleştirdikten sonra günümüze kadar devam etmektedir. Esad ailesi alevi kime göre de Nusayri kökenli ekalliyette olan bir aileden gelmektedir. 

1963’te iktidara gelen Baas Partisi’nin ülkedeki siyasal istikrarı sağlaması ancak Hafız Esad’ın 1970 yılında iktidarı ele geçirmesi ve 1971 yılında yapılan referandumda oyların %99,2’sini alarak devlet başkanı seçilmesiyle mümkün olmuştur. Devleti istikrara kavuşturması ve sistemin kurumsallaştırılması konusundaki başarılarından ötürü Esad, yerli ve yabancı gözlemciler tarafından Suriye’nin kurucu babası olarak nitelendirilmektedir. Bugünkü siyasal yapının hemen tamamında Hafız Esad’ın izlerini bulmak mümkündür. 1972’de Baas Partisi öncülüğündeki altı siyasi partiden oluşan Ulusal İlerici Cephe’yi kurduktan sonra 1973 yılında kalıcı bir anayasa hazırlanmış ve yürürlüğe konmuştur. 30 yıllık iktidarı boyunca milliyetçi, realist ve pragmatist özellikleri ön plana çıkan bir liderlik sergileyen Hafız Esad, ülkedeki siyasal, ekonomik ve toplumsal hayatı kontrol altında tutan totaliter bir rejim kurmuştur. (Ataman, 2012). Hafız Esad hükümetti teşkil ettikten sonra başta kalarak 2000 yılına dek devam etmiştir. 2000 yılında vefatından sonra oğlu Beşar Esad tarafında iktidarı teslim aldı. Beşar Esad başa geldikten sonra ülkede yaşayan Müslüman kardeşler, Kürtler ve bazı etnik gruplara yeni ıslahçı bazı vaatlerde bulunarak ülkeye yumuşak bir hava esmaya başlamıştır. Bu vatlar arasında Kürtlere bazı hakları tanıması, kimliksiz olan Kürtleri vatandaşa alınması ve illegal olan siyasi Kürt partileri ve Arap partilerin tekrardan siyasi faaliyetlerini devam etmesi sözü varmıştı. 

Beşar Esad yukarıda bahsettiğim vaatların vermesi belki de babasının çevresindeki adamları şaşırtırmış olabilir. Aslında kendisi Avrupa’da eğitimi görmesinden dolayı Suriye halkı Babası döneminde geride kaldığını ve dünyaya kapalı olduğunu fark etmiştir. 2002 yılında “Şam baharı” dediğimiz bir hava esmiş ve halka rahat bir nefes sağlanmıştır. Devlet kontrolündeki Suriye Bilgisayar Derneği başkanı olarak internetin ülkeye girmesini sağlamış ve devlet başkanlığı yemin töreni sırasında da açıklık ve şeffaflık sözü vermiştir.  Beşar, iktidarının ilk yılında gerçekten de oldukça reform yanlısı ve açık bir siyaset izlemiştir. ‘Şam Baharı’ olarak adlandırılan bu dönemde gözle görülür bir siyasi serbestlik dönemi ortaya çıkmıştır. Evlerde, kahvehanelerde veya başka toplantı yerlerinde aydınlar rahatlıkla toplanıp her türlü konu üzerine tartışmalar düzenlemişler, tartışma forumları kurmuşlar ve hiçbir baskıyla karşılaşmamışlardır. Ancak bu özgürlük dönemi kısa sürmüş, 2002 yılı ortalarında bu toplantılar yasaklanmış ve daha sonra bu organizasyonlara katılanlar tutuklanmaya başlanmıştır. (Özkaya, 2008) çünkü dışarıdan yapılan siyaset Baas Partisine tehdit etmiş. Aynı zaman kendisi Suriye’nin ilk cumhurbaşkanı olarak Şam’dan çıkıp Kürtlerle temas kurmak için Haseke vilayet ’tine ziyaret etti. Esad ile beraber gerek siyasi, ticari, askeri gerekse eğitim bakımında ciddi gelişmeler söz konusu olmuştur. Bütün bunlar olurken bununla beraber de ilk hedef Baas Partisi Suriye genelinde daha sağlam bir taban hazırlanmaktaydı. 

Beşar Esad 2000 ile 2011 yılları arasında Suriye genelinde ve özellikle Araplar ile şiddetli protesto veya ayaklanma gibi sorunlar çıkmamıştır. Ancak 2003 yılında ABD tarafından Irak’a ihtilalinden bir yıl sonra yani 2004 yılında Kamışlı kentinde Kürt ve Araplar arasında çıkan çatışmalar daha sonra Kürtlerin yoğunlukla yaşadığı bölgelere dağılmıştır. Bunun sonucunda onlarca ölü,  yüzlerce yaralı ve gözaltı söz konusu olmuştur. Ancak daha çok geçmeden Esad Kürt partilere çağrı yaparak ve bu anlaşma içinde gözaltı olanları serbest bırakması sonucu olmuştu. Yine buna benzer bir olayda 2005 yılında Kürt dini adamı öldürmesiyle olmuştur. Ancak babası tarafında özellikle 2 Şubat 1982 tarihinde gerçekleştirilen ve 20,000 civarında sivil insanın hayatını kaybettiği tahmin edilen Hama Katliamı, Hafız Esad döneminin en tartışmalı ve kanlı müdahalesi olarak sonraki yıllarda da sıklıkla hatırlanmıştır (BUÇUKCU, Haziran 2012). İhvanın bazı üyeleri Ürdün, Suudi Arabistan ve Türkiye Yalova’ya yerleşti (Taştekin, 2015). Hafız el-Esad ülkenin Laik kimliği vurgulamak için 1973’te İslam, cumhurbaşkanın dini ve yaşamının kaynağıdır” diye bir maddenin istediğinde kendi ayağına kurşun sıktığını anladı ve geri adım attı. Aynı zaman da hafız Esad İhvan’ın İslamcı söylemini kırmak için 1973’te kişisel servetinden Hama’da medreseler ve Humus ’ta dini yardım kurumlarına bağış yaptı, 1974’te de imamların maaşlarında artışta bulundu (Taştekin, 2015)

Suriye’nin toplumsal tabanına baktığımızda bir değişiklik söz konusudur. Suriye’de heterojen bir toplumsal yapı mevcuttur. Suriye’nin parçalanmış toplumsal yapısı daha çok coğrafyasının bir sonucudur. Aynı zamanda bir geçiş noktası olan Ortadoğu bölgesinin dışlanmış halk kesimlerinin sığındığı ve yurt edindiği bir coğrafya olan Suriye’nin her bir dağlık bölgesi farklı bir etnik gruba korunak olmuştur. Ülkedeki farklı etnik, dinsel, toplumsal ve coğrafi aktörler varlıklarını ve özerkliklerini bugüne kadar koruyabilmiş; parçalanmış toplumsal yapı ülke siyasetinin ve ekonomisinin en önemli nedenlerinden biri olarak etkisini devam ettirmiştir (Ataman, 2012). Genellikle elit tabaksının iktidar çevresinde bulunmak mümkündür. Bununla beraber gerek devlet gerekse özle sektör alanında olsun yüksek bir oranda akraba yöntemiyle elaman almaktadır. Özellikle devlet kadrolarında ve aynı zamanda öncülük Baas Partisine aittir. Bu da doğrudan toplumda bir sorun yaşamaktadır. 

ARAP BAHARINDAN GÜNÜMÜZE KADAR 

Arap Baharı olarak adlandırılan süreç, genel olarak kabul gören bir bakışa göre, 26 yaşındaki seyyar satıcı Muhammed Bouaziz’nin 17 Aralık 2010’da kendi bedeni yakarak Tunus Devrimi’ni ateşlemesiyle başladı. Yaklaşık bir ay sonra Tunus diktatörü Zeynel Abidin bin Ali, ülkeyi terk ederek ülke tarihinde yeni bir sayfanın açılmasına yol açtı. Ardından olaylar Mısır’a sıçradı ve otu yıl aşkın bir süredir Mısır’ı yöneten Hüsnü Mübarek, 11 Şubat 2011’de görevini bırak zoruna kaldı. Sırada Libya vardı: 42 yılıdır ülkeyi demir yumrukla yöneten Muammer Kaddafi, NATO’nun da müdahil olduğu bir iç savaşın ardından 20 Ekim 2011’de muhaliflerce ele geçirerek öldürüldü. Daha sora Yemen Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih 27 Şubat 2012’de görevini bırak zorunda kaldı (Taşkın, 2013). Sırada en uzun, en kanlı ve hala devam eden Suriye vardı. 

Kuzey Afrika ve Ortadoğu’yu içine alan geniş bir coğrafyada, iktidarları boyunca dünyanın birçok demokratik ülkesinde neredeyse iki kuşak devlet adamlarının siyaset sahnesine gelip gittiği kadar uzun süre görevde kalan ve dokunulmasa belki bir kuşak daha eskitecek olan diktatörleri birkaç ay süren kanlı bir mücadele sonunda deviren halk hareketine kısaca “Arap Baharı” denilmekte (Kibaroğlu, 2011). Arap Baharı öncesi geçerli olan bölgesel yapının belki de en önemli özelliği mevcut rejimlerin neredeyse tamamının temsili ve demokratik olmayan karakteriydi. İktidarda bulunan yönetimlerin çoğu meşruiyetlerini ya askeri bir darbeye ve bunun neticesinde oluşturulan baskıcı devlet kurumlarına ya da kraliyet bağlarına ve monarşik bir geçmişe dayandırmaktaydı. Bütün bölge ülkelerinin, Türkiye ve İsrail’i dışarıda tutmak kaydıyla, paylaştıkları orta nokta kamuoyunun ve halkın meşruiyet oluşturmada etkisiz kaldığıydı (Oğuzlu, 2011).

Arap Baharı olarak tanımlanan gelişmelerin başlamasından kısa süre öncesine kadar konumlarını sarsılmaz kabul eden, adeta ebediyete kadar yönettikleri toplumların “lideri” olarak kalacağını düşünenlerin, ülkelerinde “artık çok partili seçimlere hazır” bir ortam oluştuğunu açıkça ifade etmeye başlamaları, ya da o güne kadar toplumun bazı kesimlerini yok sayan anlayışa sahip olanların, “bireysel ve kültürel özgürlüklerin yaşanması gerektiği” vurgusunu yapmaya başlamaları, bu sürecin öncelikle ve özellikle bölgesel etkilerinin kısa sürede daha geniş bir coğrafyada hissedileceğine işaret etmektedir (Kibaroğlu, 2011, s. 30). 

2010 yılı sonu 2011 yılı başında Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki otoriter rejimlere yönelik büyük bir öfke patlaması gerçekleşip bu patlama mevcut rejimlerin varlıklarını tehdit eder hale dönüşünce, 2011 yılı Ocak ayında Wall Street Journal’a mülakat veren Suriye Devlet Başkanı Beşar Esad bölgede reform ve değişime yönelik ciddi bir talep olduğunu fark ettiğini ve bu talebi karşılamaya yönelik adımlar atacaklarını ifade etti (BUÇUKCU, Haziran 2012). 

2011 yılı Mart ayından itibaren Suriye’ye de sıçradı. Mart ayının ilk günlerinde başlayan barışçıl gösterilere güvenlik güçlerinin sert müdahalesi, ülkede giderek çok sayıda insanın hayatını kaybettiği bir iç savaşa yol açtı. Aslında Suriye’deki olaylar, Tunus ve Mısır’da büyük kitleleri sokağa döken eylemlerin aksine, oldukça düşük bir profilde başlamıştı. Olayların fitilini ateşleyen ilk gelişme, güneydeki Deraa kentinde iki gencin duvar yazıları sebebiyle tutuklanması sonrasında meydana geldi. Yoğun işkencelere maruz kalan gençlerin serbest bırakılması için mensup oldukları aşiretlerin sokağa dökülmesi, kentte gerilimi arttırdı (Dağ, 2013). Ayaklanmaların eskiden Baas ideolojisinin kalelerinden biri olan Deraa’da başlamasının en önemli nedenleri, bütün ülkeyi etkileyen kuraklık ve yolsuzlukla beraber burada yaşayanların Lübnan’daki iş olanaklarını yitirmesi sonucu büyük bir işsizlik sorununun ortaya çıkmasıdır (Şen). Olayların başlamasıyla Esad demokratikleşme yolunda bazı adımlar atmıştır. Bu sırada Kürt parti temsilcileri, aydınları ve Kürt aşiretlerin liderleriyle buluşan Esad, 7 Nisan 2011’de kimliksizliklerle ilgili bir karar almış ve kimliklerinin verilmesini istemiştir (Mahalli, 2014, s. 262). Ayaklanmayı sınırlı bir coğrafyada hapsetmek için ve Kürtleri hiç olmazsa “tarafsız” kalmaya ikna etmek için Esad’ın yaptığı ilk reformlardan biri 6 Nisan 2011’de gerçekleşmiştir. Nevroz da ulusal bir bayram olarak ilan edilmiştir. (Karabat, 2013). Nedense Suriye toplumsal gösteriler sadece birkaç ay sürdü. İlk olarak bu gösterilere her Cuma günü namazdan sonra başlıyordu ve her Cuma da başka bir isim ile anılmaktaydı. Ancak bu gösteriler her zaman kanlı dağılıyordu ve giderek öfke yükseltiyordu. Muhalifler ilk kez nefsi müdafaa hakkı Temmuz 2011’den itibaren kullandı. Ancak madalyonun gerçek yüzü farklıydı (Taştekin, 2015, s. 77). Bu da giderek her iki taraftan merhametsiz ve sonu gelmeyecek bir savaşa dönüştü. Burada gösteriler de kısmen sona ermiş diye biliriz. Orda sadece silahlı çatışmalar yer aldı. Ortalık giderek karıştı.

2. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***


TERÖR DEVLETİ

                                               TERÖR DEVLETİ

 

 Suay Karaman

 Elli yılı aşkın süredir devam eden Filistin ile İsrail arasındaki çatışmada, her iki taraftan on binlerce insanın yaşamını yitirdiği, yüz binlerce insanın yaralandığı, yaklaşık bir milyon insanın da evlerinden ve yurtlarından sürüldüğü bilinmektedir. Ramazan ayıyla birlikte İsrail polisi Kudüs’teki Şam Kapısı’nda akşamları iftar düzenlenmesini engellemek için bariyerler yerleştirmişti. Filistinliler bu durumu protesto ediyor ve İsrail polisi ile çatışıyordu. 7 Mayıs Cuma akşamı İsrail, işgal altındaki Doğu Kudüs’te bulunan Mescid-i Aksa’ya baskın düzenledi. Camide namaz kılanlara ses bombaları ve plastik mermilerle saldırdı. Gazze ve diğer kentlere de sıçrayan olaylar halen devam etmektedir. İsrail’in havadan ve karadan vurmaya devam ettiği Gazze Şeridi'nde tablo giderek ağırlaşmaktadır.

 

Arap ve Yahudi grupların sert çatışmalarında birçok ölüm ve yaralanma olayı meydana gelmiştir. Geceleri sürekli iki tarafın ateşlediği roketlerin kıvılcımlarıyla İsrail ve Filistin semaları aydınlanmaktadır. Bu durumda iç savaş uyarısı yapan İsrail Cumhurbaşkanı Reuven Rivlin, “Sokaklarımızda savaş patlak verdi. Çoğunluk gördüklerine inanamıyor ve şok yaşadığı için hiçbir şey söyleyemiyor” dedi.

14 Mayıs 1948 tarihinde kurulan İsrail, kurulduğundan beri sürekli Araplarla savaşmış ve her savaştan topraklarını büyüterek çıkmıştır. ABD’nin stratejik müttefiki olan hatta Ortadoğu’daki jandarması kabul edilen İsrail’in, sürekli yeni yerleşim birimleri kurup, Filistin halkını sürmesine ve katletmesine, ABD destek olmaktadır. Çünkü emperyalizm, siyonizmin işbirlikçisidir, destekçisidir.

Son iki yılda dört seçim gören İsrail’de iç siyaset hayli karışık bir durumdadır. Hakkındaki yolsuzluk iddiaları ile gündeme gelen Başbakan Binyamin Netanyahu, bu saldırılarla kendi durumunu unutturarak, iktidarda kalabilmek için yeni ve kanlı bir oyunun peşindedir. Açıkça bir terör devleti görünümündeki İsrail, bu yaptıkları nedeniyle tüm dünyada öfke yaratmıştır ve gelen tepkilere karşın saldırılarına devam etmektedir. Ama İsrail’e yaptırım uygulamak söz konusu değildir çünkü arkasında ABD ve batının desteği bulunmaktadır.

Türkiye’de, siyasi iktidarın desteğiyle Filistinlilerin yaşadıkları karşısında Ankara, İstanbul, Adana, Kayseri başta olmak üzere bazı kentlerde mitingler düzenlendi. Küresel salgın nedeniyle sokağa çıkmanın yasak olduğu günlerde “tekbir” getirerek sokaklara dökülen tarikat artıklarının organizasyonu ilginçtir. Bunlar bir araya toplanırken güvenlik güçleri ne yapmıştır, hatta nerededir gibi sorular da yanıtsızdır. İstanbul’da binlerce kişi Türk ve Filistin bayraklarıyla Beşiktaş'taki İsrail Başkonsolosluğu önünde sloganlar atarak İsrail'e tepkilerini gösterdi. Vatan Caddesi'nde bir araya gelen vatandaşlar, Türk ve Filistin bayrakları asılı araçlarıyla konvoy yaparak İsrail'i protesto etti. “Kahrolsun İsrail” diye sloganlar atılarak, İsrail’in kahrolmadığı bilinmesine karşılık, sadece kendi bindirilmiş kıtaları alanlara çıktı. Ama bu bindirilmiş kıtalar Uygur Türklerine yapılanlara tepki vermedi. Bu bindirilmiş kıtaların, Yunanistan’ın işgal ettiği Ege adalarımız konusunda hiçbir tepki ve eylemi olmadığı gibi söylemi bile yoktur. Siyasi iktidarın ülkemizin sorunlarını unutturmak için Filistin konusunda, küresel salgına karşın bindirilmiş kıtalarını sokaklara döktüğü anlaşılmaktadır.

 

12 Mayıs Çarşamba günü Suudi Arabistan ziyareti sonrasında Dışişleri Bakanının yaptığı açıklama şöyledir: “Hep böyle kınıyoruz ama ümmet adım atmamızı bekliyor. Artık bu tür saldırıların durması gerekiyor. Elbette uluslararası hukuk çerçevesinde Filistinlilerin haklarını korumamız lazım.“ Ümmet sözcüğüyle ne anlatılmak istenmektedir; hangi ümmet nasıl bir adım atmamızı bekliyor? Müslüman Kardeşler mi, Taliban mı, Hizbullah mı, IŞİD mi, HAMAS mı? İsrail’e karşı ümmeti göreve çağırma girişimleri boşunadır, sonuç vermeyeceği bellidir. Ümmet değil ama Türk Milleti bu sorunu barış ile çözmelidir. Eşsiz önderimiz Atatürk’ün “Yurtta Barış, Dünyada Barış” ilkesi her zaman geçerliliğini korumaktadır. Günümüzde büyük bir insanlık dramı haline gelen Filistin sorunu, iki devletli şekilde çözülmelidir. Ancak ne yazık ki İsrail’in saldırgan tutumuna karşı şimdilik kısa vadede bir çözüm görünmemektedir.

 

Ülkemizin ovalarını, barajlarını İsrail’e peşkeş çekerseniz, tohumlarınızı İsrail’den alırsanız, savaş uçaklarının teknolojik sistemleri İsrail tarafından yapılırsa, özelleştirme adı altında birçok şirketinizi İsrail’e satarsanız, İsrail ile ticari ilişkileriniz büyük boyutlara ulaşmışken İsrail’e karşı sadece kınama yaparsınız. Bu yüzden İsrail ile ilişkilerinizi donduramazsınız, büyükelçinizi çekemezsiniz çünkü elinizi vermişsiniz, kolunuz onlarda. Üstelik Tayyip Erdoğan’ın 29 Ocak 2004 tarihinde Yahudi Üstün Cesaret Madalyası aldığı düşünülünce, İsrail’e sadece içi boş kınamalar yapılacağı bilinmelidir. İsrail'in yoğun saldırıları karşısında, 14 Mayıs Cuma günü Mescid-i Aksa'da toplanan kalabalığın “Biz buradayız, sen neredesin Erdoğan” sloganı atarak, protesto gösterilerinde bulunduğu da gözlerden kaçmamıştır.

 

Azim ve Karar, 17 Mayıs 2021.

https://azimvekarar.net/suay-karaman/

 ***

 

ÜÇÜNCÜ NÜKLEER ÇAĞ..

ÜÇÜNCÜ NÜKLEER ÇAĞ..


Prof.Dr.Sait Yılmaz

28 Kasım 2018

ABD yönetimi 1987’de imzalanan Orta Menzilli Nükleer Güçler Anlaşması’ndan (INF ) çekilmeyi ve anlaşmanın yeniden gözden geçirilmesini istiyor . ABD başkanı Donald Trump, kararının gerekçesini ‘Rusya ve Çin sürekli silahlanırken biz buna müsaade edemeyiz’ şeklinde açıkladı. ABD, INF anlaşmasından çekilme kararını henüz resmen hayata geçirmedi. Amerikalılar, Rusların hem START hem de INF Anlaşmalarını ihlal ettiklerini iddia ediyorlar. 2010 yılında imzalanan ve 2021 yılında yenilenecek Yeni START (Stratejik Silahlar) Anlaşması’na göre, her iki tarafın elinde ancak 1.500 (konuşlu) stratejik savaş başlığı olabilir. Amerikalılara göre, Ruslar 1.550 adet sınırına rağmen her çeşit nükleer envanterlerini geliştiriyorlar. Gene Amerikalılar, olası bir savaşta Rus tehdidinin nükleer seyir (cruise) füzeler ile destekleneceğini ve ‘ilk kullanan’ olma stratejisi izleyeceklerini iddia ediyorlar. Bu iddialar, Amerikalıların nükleer silahlarını modernize etme, artırma yanında füze, denizaltı ve savaş uçakları gibi nükleer silah atma platformlarını geliştirme gerekçesi olarak sunuluyor. Nükleer silahların azaltılması konusunda yakın zamanda tekrar bir işbirliği veya silahlanmadan vazgeçme olasılığı gözükmüyor ama nükleer kabiliyetleri artırma çalışmaları hızla devam ediyor. Putin ise Nükleer Armageddon’dan (Kıyamet Savaşı) bahsediyor. Gelinen durum Soğuk Savaş döneminden daha kötü. 

Neler oluyor ve olabilir? Anlatalım. 

Üçüncü Nükleer Çağ..

Nükleer silahlanma gayretlerini üç ayrı döneme ayırabiliriz. 1945 yılında Hiroşima ve Nagazaki’nin bombalanması ile başlayan ilk dönemde nükleer silahlar, Doğu ile Batı arasındaki muhtemel bir çatışmanın korkutucu unsurları idi. Önceleri Amerikalılar, nükleer silahları savaşta daha fazla insanı yok etmek için ‘topçunun takviyesi’ rolünde gördüler. Bu dönemin önemli bir virajı 1962 yılında yaşanan Küba Krizi oldu ve nükleer savaşın kazananının olmayacağı düşüncesi yani nükleer silahtan kullanmaktan uzak durulması gereği kafalara iyice yerleşti. Artık nükleer silahlar ‘caydırıcılık’ vasıtası idi. Tarafların elindeki nükleer silahlar ‘karşılıklı caydırıcılık’ içinde siyasi kararların yumuşamasına da etki etti. Örneğin, Sovyetlerin Berlin Duvarı’nı inşası veya Çekoslovakya’yı işgali gibi çatışmalar geri plandaki nükleer silah endişesi ile daha fazla tırmanmadan bir noktada durdu. Nükleer caydırıcılık sadece nükleer savaşı değil, konvansiyonel savaşı da önledi. Soğuk Savaş süresince taraflar vekilli savaşlara ve silahlanma yarışına ağırlık verdiler.

İkinci nükleer çağ, 1989’da Berlin Duvarı’nın yıkılması ile başladı ve Soğuk Savaş’ın son döneminde imzalanan anlaşmaların gereği ve genel iyimserlik havası içinde taraflarca nükleer silah envanterleri önemli ölçüde azaltıldı. Ancak, Rusya tarafında nükleer silahlar, eski Sovyet gücüne ulaşmanın ve dünya gücü kalmanın bir garantisi olarak görülmeye devam etti. Rusya’nın elde kalan ortaklıkları da onun nükleer gücünden cesaret alıyordu. 1998 yılında Hindistan ve Pakistan tarafından yapılan nükleer testler bu çağın yeni zorluklarının habercisi oldu. Nükleer Silahların Yayılmasının Önlenmesi (NPT ) Anlaşması’na aykırı olmasına rağmen ABD ve Rusya’yı hedef almayan bu iki yeni nükleer güç çok fazla tepki almadı. Bununla beraber, Hint nükleer silahları 1950 sonrası gelişen düşmanlık nedeni ile Çin için tehdit ya da caydırıcılık teşkil ediyor. Böylece caydırıcılık iki taraflı olmaktan çıkıp, çoktaraflı hale geldi. 11 Eylül 2001 saldırıları ise devlet dışı aktörlerin nükleer silah kullanma olasılığını da gündeme taşıdı. Bu dönemde, nükleer silahların artık stratejik seviyede bir caydırıcılık unsuru olmaktan öteye terörizm vasıtası olma ihtimali istihbarat teşkilatlarını alarma geçirdi.

Üçüncü nükleer çağın başlangıç noktası, 2014 yılında Rusya’nın Kırım’ı ilhak etmesi oldu. Rusya, gördüğü tepkiler üzerine Avrupa güvenlik sisteminin bir parçası olmaktan ve NATO üyeliğinden ayrıldı. Daha da önemlisi 1989’dan tam 25 yıl sonra tekrar NATO için bir tehdit kabul edilmeye başlandı ve ittifakın çarkları son dört yıldır Rus tehlikesine yönelik olarak dönüyor. 1990 sonrasında konvansiyonel kabiliyetlerinin ABD’nin çok gerisinde olduğunun farkında olan Ruslar, ikinci çağda nükleer kabiliyetlerine dayalı bir savunma anlayışını korumuşlardı. Şimdi ise konvansiyonel gücü sınırlı olan Rusya’nın nükleer gücü komşuları için ciddi bir endişe konusudur. Çünkü Ruslar, nükleer kabiliyetlerini konvansiyonel savaşta kullanmanın hesaplarını yapıyorlar. Sovyet etki dönemine dönmek isteyen Ruslar, İsveç ve Polonya üzerinde uçurdukları nükleer kabiliyetli bombardıman uçakları ile mesaj veriyorlar. Batı ise önceki iki çağdan alınan derslerden üçüncü çağa yönelik bir nükleer strateji geliştirmeye çalışıyor; hem konvansiyonel bir savaşın hem de devlet dışı bir aktörün tehdidini önleyecek bir strateji . Diğer yandan Kuzey Kore ve İran’ın nükleer programları, Üçüncü Çağ’da nükleer silahların rolü konusunda yeni tartışmalar başlattı. 

Harita: INF Anlaşmasına Göre Rus Orta Menzil Nükleer Silah Etki Sahası



Nükleer stratejik ortamdaki değişimler..

Bugünün stratejik ortamı 30 yıl öncesinden çok farklı. Soğuk Savaş sonrası nükleer silahlar konusundaki trendleri şu şekilde sıralayabiliriz ;

- ABD ve Rusya, nükleer savaş başlık sayısını azaltmaktaydı. Her ikisi de, 1991 yılından beri stoklarını %75 azalttı.

- Ruslar 1990’ların sonundan itibaren nükleer silah atma sistemlerini modernize etmeye başlarken, ABD ise kendi sistemleri için araştırma ve geliştirme faaliyetlerine ciddi fonlar ayırmaya başladı. ABD bir nükleer atma sistemini son olarak 1994’de kurarken, Ruslar en son yeni bir sistemi 2016’da kurdular.

- ABD’ye göre kendi nükleer modernizasyon programı Yeni START Anlaşması’na uygun olarak 1.550 kurulu savaş başlığı sınırları içinde yürümektedir. Gene Amerikalılara göre Ruslar, bu sınırı 2011’de aştılar. 

- ABD, Avrupa’daki ‘stratejik olmayan’ nükleer silah sayısını 1970’lerdeki yaklaşık 7.000’den bugün 180’e düşürdü. Sovyetler Birliği döneminde bu miktar yaklaşık 20.000 civarında idi. Bugün ise Ruslarda 2.000-4.000 civarında bulunduğu iddia ediliyor. Dolayısı ile ABD, Rusları azaltma yönündeki kendi trendini izlememekle suçluyor.

- Amerikalılar, Rusların her yıl daha akıllı ve etkili nükleer savaş başlıkları üretirken, kendilerinin yeni kabiliyetler inşa etmediğini iddia ediyorlar. Hatta 1980’lerden beri yeni bir nükleer başlık, 1990’ların başından beri ise hiçbir yeni başlık üretmediklerini söylüyorlar. Rusların, kilotondan daha düşük ve taktik nükleer silah üreterek, Batının Avrupa’daki olası müdahalelerini önlemeye niyetinde oldukları düşünülüyor.

Bu iddialara dayanarak ABD, Rus nükleer kabiliyetlerine bir reaksiyon olarak yeni bir strateji ihtiyacı arayışındadır. Sadece Rusya’ya karşı değil Çin’e yönelik olarak da nükleer gücünün modernize edilmesi ve caydırıcı seviyeye ulaştırılması hedefleniyor.

Gelinen stratejik ortamda Batılı güçleri kendine tehdit olarak gören, ekonomisi ve askeri gücü yetersiz Rusya, İran ve Kuzey Kore gibi ülkeler, güç konumunu nükleer silahlarla takviye etmeye çalışıyor. Yani anlayış; konvansiyonel gücün zayıf ve ABD gibi bir ülke ile başın belada ise nükleer güç edineceksin. Öte yandan Ruslar ilave olarak, nükleer silahları konvansiyonel güçlerinin yanında onları tamamlamak için yani konvansiyonel savaş içinde kullanmak istiyor. Silahsızlanma anlaşmalarının gereği olan şeffaflık yani bilgi paylaşımını reddediyor. Kırım’ın işgalinin ardından Moskova, Kasım 2014’de, nükleer emniyet ile ilgili yıllık Rusya-ABD Zirvelerine katılmayacağını açıkladı. Bir ay sonra ise Rus nükleer atıkları ile ilgili Nunn-Lugar Kanunu diye bilinen ikili işbirliği programından çekildiğini beyan etti. Amerikalılara göre Ruslar, INF aleyhine Avrupa’ya yeni sistemler kuruyorlar ve bu nedenle Doğu Avrupa’daki Amerikan nükleer silahları önemini koruyor. Buna Asya Pasifik’te güce susayan Çin’in arayışları da eklenince, ABD’ye göre nükleer silahlardan arınmış bir dünya hayali artık masada bir konu değildir. 

ABD, gerçekte ne yapmak istiyor?

INF, 1991’deki uzun menzilli stratejik nükleer silahlara ilişkin START anlaşmasına paralel olarak, menzili 500-5.000 km. arasında olan yerde konuşlu kısa ve orta menzilli balistik ve seyir (cruise) füzelerinin elimine edilmesini öngörüyordu. Bazılarına göre Trump’ın INF’den çekilme niyeti sadece Rusları yeni bir anlaşma için zorlamaya yöneliktir . Ancak, INF’nin reddi ABD için Rusya’ya karşı artık kuvvetli bir baskı vasıtası olacak çünkü Doğu Avrupa’nın özellikle Ukrayna’nın Rus sınırlarına yakınlığı kısa ve orta menzil için en çok Rusları tehdit ediyor. ABD, 2010’lu yılların başından itibaren Rusları sık sık INF Anlaşması’nı ihlalle suçlamaya başlamıştı. INF’nin ABD’ye diğer bir yararı da Çin, Kuzey Kore ve İran’a yönelik sınırlamaların da ortadan kalkması olacak. Özetle nükleer çılgınlığın önü tamamen açılıyor. Amerikalılara göre INF Anlaşması’nın diğer bir imzacısı olan Çin anlaşmayı halen %95 oranında ihlal etmiş durumdadır . Öte yandan ABD’nin Çin ile Güney Çin Denizi’nde beklenen savaşında kullanacağı ASB  (Hava-Deniz Muharebe) Konsepti) ile Çin’in A2/AD  önleme konsepti INF düzenlemeleri içinde uygulanamaz. Ancak, ABD’nin unuttuğu bir şey var; INF’den çekilmek Rusların da bu tür silahları sınırsızca hem Avrupa’ya hem de ABD kıtasına karşı kullanılması imkânı sağlayacak. Halen hem ABD hem de Rusya, parasının çoğunu stratejik bombardıman, karada konuşlu kıtalararası balistik füzeler, denizaltıdan atılan balistik füzeler ile hipersonik uçan aletler ve uydusavar sistemler gibi yeni projelere harcıyorlar . ABD ve Rusya arasında bir nükleer anlaşma olmadan diğer ülkeleri de durdurmak mümkün olmayacaktır. Özetle sınırsız bir yeni nükleer silahlanma yarışı içine sürükleniyoruz. 

Bugün NPT’ye dâhil olmayan Hindistan, Pakistan ile NPT dâhilindeki Çin daha fazla nükleer silah yapmaya devam ederken, ABD ve Rusya ise elindekileri modernize etmeye odaklanmış durumdalar . INF’nin kalkması Washington’a Rusya’ya karşı daha yakın ve saldırgan vasıtalar sağlayacak. ABD, Doğu Asya’da gemileri ve denizaltıları dışında da Çin’i nükleer füzelerle kuşatabilecek. Trump, INF’den çekilerek ABD’nin nükleer envanterini geliştirmenin önünü açacak. ABD yönetiminin nükleer silahlanmaya kamu desteği sağlamak için medyada propaganda teması “daha güvenli ülke” . Ama bu Rusların da işine gelecek. Putin, askeri gücünü ancak nükleer gücü ile ayakta tutabileceğinin ve bu şekilde Rus çıkarlarını ve gündemini sürdürebileceğinin, bunun da kendi varlığını meşru kılmanın en önemli sahnesi olduğunun farkında. Nitekim Putin, şimdi bir konferanstan diğerine gidip korku senaryoları anlatıyor. Nükleer yol, Rusları tekrar süper güç konumuna getirecek. Bu işten en çok uzun zamandır yeni silah satışına ve projelerine susamış savunma sanayi ve silah şirketleri karlı çıkacak. Eğitime ve sağlığa harcanacak paralar şimdi sınırsızca onlara gidecek. Nükleer savaşın kazananın olmayacağı yönünde Soğuk Savaş döneminde öğrenilen dersler unutulmuş durumda. Trump, silahların kontrolü ve nükleer silahların yayılmasının önlenmesi konusunda ise diğer konularda olduğu gibi kendini işin ustası ve ülke çıkarlarını koruduğu varsayımı ile hareket ediyor. 

Sonuç..

Eğer nükleer silahlanmayı durduramazsak, bu sefer Soğuk Savaş’taki gibi şanslı olmayabiliriz. ABD yeni nükleer stratejisinin gerekçelerine inandırmak için hikâyeler düzerken, NATO içinde yeni strateji tartışmalarını başlatarak, her zaman olduğu gibi başta İran olmak üzere kendi tehdidini diğerlerine satmak istiyor. 

Nitekim Temmuz 2016’daki NATO’nun Varşova Zirvesi’nin ana gündem konularından birisi ‘yeni nükleer strateji’ oldu. Avrupa’nın öte yakasındaki Rusların nükleer kabiliyetli savaş uçakları, denizaltıları komşu ülkelere yönelik tehdidin ana kaynağıdır. Caydırıcılık ve karşı koymak için ABD’den çok bizlerin yeni stratejilere ihtiyaç var. Bizim gibi ülkelere düşen, hava savunma sistemleri yani denizden ya da havadan atılacak bu savaş başlıklarını ve atma vasıtalarını vuracak kabiliyetleri edinmektir. Nükleer savunma, füze savunması ile birlikte ele alınmalıdır. İsrail gibi ABD savunma garantisine sahip olmadığımıza ve Rusya’nın ise en yakın potansiyel tehdit olduğunu göz önüne alırsak, kendi milli hava savunma sistemimizi geliştirmek için oldukça yolumuz olduğunu ve ABD tarafından NATO içinde 70 yıldır uyutulmaya devam ettiğimizi söyleyebiliriz. En iyi savunma, ‘taarruz’ olduğuna göre belki de kendi nükleer silahımızı yapmamızın zamanı gelmedi mi? Türkiye’nin nükleer stratejisi kendi askeri hedeflerine uygun, daha çok taktik seviyede olmalıdır; bunun için de bazı fikirlerimiz var..

Prof.Dr.Sait Yılmaz

28 Kasım 2018

***

28 Eylül 2021 Salı

21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 6

 21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 6




3. ARAP  BAHARININ TÜRKİYE'YE TÜRKİYE-ORTA DOĞU İLİŞKİLERİNE YANSIMALARI VE TÜRKİYE'NİN ORTA DOĞU POLİTİKASINDA SÜREKLİLİK VE DEĞİŞİM


3.1. Türkiye'nin Orta Doğu Politikası'nda Süreklilik ve Değişim


  Cumhuriyetin ilanı ile birlikte Türk Dış Politikası'nın değişmeyen iki olgudan birincisi Lozan Statükosunu bağlılık, ikincisi ise güvenlik endişesi olmuştur. 

Orta Doğu kapsamında bu iki olgu düşünülecek olursa, özellikle ikinci kavram Türkiye'nin Orta Doğu politikasını şekillendiren öğelerden biri olduğu gözlemlenebilir. Bu güvenlik endişesi Türkiye'yi komşuları arasında bulunan Orta Doğu ülkelerine daha farklı politikalar uygulaması sonucu yaratmıştır. 

Özellikle Soğuk Savaş yıllarında Türkiye'nin izlediği Batı eksenli politikalar, büyük ölçüde güvenlik endişesinden kaynaklanmıştır. Çeşitli jeopolitik ve jeokültürel alanların kesişim noktasında bulunan Anadolu'nun yüzyıllar boyunca göç ve istila hareketlerine sahne olmuş olması bu coğrafyada kurulmuş olan Türkiye Cumhuriyeti'ni çeşitli güvenlik kaygıları yaşamasına sebebiyet vermiştir. Bu bağlamda cumhuriyetin ilk yıllarından, Soğuk Savaş'ın sonuna denk gelen Özal Hükümeti'ne kadar Türk Dış politikasında, akılcı, maceradan uzak ve hatta göreceli pasif olarak nitelendirilecek bir gelenek sürdürülmüştür. 

İkinci Dünya Savaşı sonrası uygulanan bu politikaya en temel sorgulama Cumhurbaşkanı ve Başbakan olarak görev almış olan Turgut Özal tarafından yapılmaya başlanmıştır. Özal, Türkiye'nin İkinci Dünya Savaşı sonrası İtalyanlardan boşalan Oniki Ada'yı kaçırdığını dile getirmiş ve Körfez Krizi sırasında girişken tavırlarıyla ''Yeni-Osmanlıcılık'' olarak söz edilen bir politika izlemeye başlamıştır. 

  1991-2002 yılları arasında Türkiye aynen 1945-1950 yılları arasında olduğu gibi yeni oluşan sisteme entegre olmaya çalıştığı yıllardır. Soğuk Savaş sonrasında ortaya çıkan ABD önderliğinde ki tek kutuplu yapı ve meydana gelen değişikliğe ayak uydurma çabaları AKP iktidarıyla yerini insiyatif alan, bu insiyatifi alırken ekonomik büyüklüğü vurgulayan ve en nihayetinde özellikle Orta Doğu'da Özal'ın öncüsü olduğu ''Yeni-Osmanlıcık'' diye adlandırılan politikanın bir benzerini uygulamaya başlayan bir Türkiye ortaya çıkmıştır. 

  AKP iktidarı öncesinde, Orta Doğu bağlamında Türkiye az risk alan ve pasif bir politika izlenmekteydi. Özellikle İsrail-Filistin konusunda denge politikası izleyen Türkiye, Arapların kendi aralarında yaşadıkları problemlere de mümkün olduğunda taraf olmamaya özen göstermiştir.  AKP iktidarıyla birlikte değişen Orta Doğu politikasıyla, İsrail'e karşı sert politikalar izleyen Türkiye, Filistin konusunda da neredeyse tüm dünyanın Filistin'in meşru temsilcisi saydığı, Batı ve İsrail konusunda daha ılımlı, daha anlaşılabilir olan FKÖ yerine İsrail'in bölgeden silinmesi gerektiği, Batı'ya karşı sert tavırları olan Hamas'ı muhattap alması Türkiye'nin bölge politikası açısında alışılagelmiş bir tutum olarak gözükmemektedir. Zira nispeten laik referanslı daha ılımlı bir oluşum olan FKÖ yerine, İsrail'e varolma hakkı tanımayan, şiddete dayalı direnişi strateji haline getiren yapısıyla tipik bir terör örgütü görünümü veren Hamas'ın desteklenmesi daha önce Arapların arasındaki anlaşmazlıklara taraf olamama stratejisi yerine bu anlaşmazlıklarda tutum takınma durumunda olan bir Türkiye ortaya çıkmıştır.

  Bütün bu olanlar birlikte düşünülecek olursa, geçmişten beri yaşanan güvenlik kaygısı sonucu komşularla sıfır sorun politikasının oluşturulması bu tarihsel korkunun varlığına ve sürekli olduğuna işaret etmektedir. Ancak geçmişten beri devam eden uluslararası sistem ışığında gelişen Orta Doğu politikası yerine, insiyatif kullanan ve uluslararası sistemden kısmi bağımsız davranan Türkiye'nin Cumhuriyet yıllarından beri süregelen göreli pasif politikayı terk etmiş olduğu anlaşılmaktadır. 

3.2. Arap Baharı'nın Türkiye-Orta Doğu İlişkilerine Yansımaları

  Öncelikle belirtmek gerekir ki amaç Arap Baharı analizinden çok Türkiye'ye olan etkilerini değerlendirmektir. Çünkü daha devam etmekte olan bir süreç için kesin tahminlerde bulunmak ilerisi için çok makul bir davranış olarak gözükmemektedir. Bazı araştırmacılara göre  Büyük Orta Doğu projesi kapsamında bir hareket olan Arap Baharı, bazı araştırmacılara göre salt bir halk uyanışı olmaktadır. Bu süreç ile ilgili yorum yapabilmek ve tabloya daha geniş bakabilmek için sürecin en azından tamamlanmış olması gerekir.

 Şüphesiz bu süreç Türkiye için başlarda çok olumlu olarak düşünüldüyse de özellikle Suriye ve Mısır'da yaşananlardan sonra giderek olumsuz bir hal almaktadır. 2011 yılından beri yaşanan çatışmalar sadece Suriye'de milyonlarca kişi etkilemiş ve hala etkilemektedir. Mısır'da ise Türkiye'nin desteklediği ve kredi verdiği Müslüman Kardeşler lideri Muhammed Mursi'ye karşı darbe yapan Sisi, yönetimi devralarak askeri bir yönetim tarzını sürdürmeye başlamıştır. 

Tabiki de yaşanan bu gelişmeler Türkiye'ye siyasi ve ekonomik yönden kayıplar vermektedir.

  Yaşanan Arap Baharı öncesinde Türkiye Suriye'ye yaklaşık 1.8 milyar dolarlık ithalat yapmaktaydı.  Ancak yaşanan bu gelişmelerin etkisiyle Türkiye'nin Suriye ile var olan dış ticaret hacminin ciddi anlamda daraldığı görülmektedir. Gümrük ve Ticaret Bakanlığı'nın yaptığı yazılı açıklamada, TÜİK ile Gümrük ve Ticaret Bakanlığı'nın ortak hazırladığı verilere göre 2008 yılında Türkiye ile Suriye'nin dış ticaret hacmi 2 milyar dolar iken, 2009 yılında 1.9 milyar dolara gerilemiş olmasına karşın 2010 yılında 2.8 milyar dolara çıkmış, 2011 yılında ise 2.3 milyar dolar olmuştur. 

Ancak gelişmelerin ışığında Ocak 2012- Temmuz 2012 verilerine bakıldığında dış ticaret hacmi sadece  366 milyon dolar seviyesinde kalmıştır. 

  Siyasi olarak da hükümeti oldukça yıpratan Suriye meselesi Türkiye'de iç muhalefet tarafından sıklıkla dile getirilmektedir. Suriye'den kaçıp Türkiye'ye sığındığı var sayılan yaklaşık 700 bin civarında ki Suriyeli vatandaşlarda Türk halkı içinde gün geçtikte rahatsızlık hissi yaratmaya başlamıştır. Muhalif kesim tarafından sıklıkla dile getirilen Suriye politikasının yanlışlığı özellikle dışişleri bakanı olan Ahmet Davutoğlu'na karşı bir kamuoyu oluşmasına neden olmaktadır. 

  Arap baharının yaşlandığı coğrafyalarda sadece Suriye'de değil diğer ülkelerle de Türkiye'nin ekonomik olarak etkilendiğini söylemek yanlış olmaz. 

Ekonomi Bakanlığından edinilen bilgilere göre Türkiye'nin Arap Baharı'nın yaşandığı bölgelerden Bahreyn, Cezayir, Mısır, Ürdün ve Yemen'e yaptığı ihracat sınırlı ölçüde etkilendi. Libya ve Suriye ise ihracatın büyük düşüş yaşadığı ülkeler oldu. Türkiye'nin Bahreyn'e yaptığı ihracat 2010 yılında 172 

milyon dolar iken Arap Baharından sonra sınırlı bir düşüş yaşayarak 160 milyon dolara geriledi. Türkiye'nin 2012 yılında ocak-ağustos ayları arasında ise bu ülkeye ihracatı sadece 10 milyon dolar seviyesine kalmıştır. Arap Baharı'nın ihracatı en çok etkilediği iki ülkeden biri olan Libya'ya 2010 yılında ihracat 1 milyar 932 milyon dolar olurken bu rakam 748 milyon dolara kadar gerilemiştir. Tunus ise Arap Baharının yaşanmasına rağmen ihracatın etkilenmediği tek ülke oldu. Türkiye'nin buraya yaptığı ihracat 2009 yılında 647 milyon dolar, 2010 yılında 714 milyon dolar, 2011'de 802 milyon dolar olurdu.  

2012 yılının ocak-ağustos döneminde ihracat rakamı 518 milyon dolar olarak kayda geçmiştir. 

  Arap Baharı'nın ekonomik etkileri yanında sosyal etkileri de bulunmaktadır. Özellikle Suriye'den daha güvenli bölgelere yaşanan göç kuşkusuz en çok Türkiye'yi etkilemiştir. 2 Nisan 2013 AFAD (Başbakanlık Afet ve  Acil Durum Yönetim Başkanlığı) verilerine göre Türkiye'de barınma merkezlerinde bulunan Suriyeli mülteci sayısı 191.993, hasta-yaralı sayısı 242, refakatçi sayısı ise 87'dir. 

Yaşanan bu göçler karşısında uluslararası sistemde birçok girişimde bulunan Türkiye büyük ölçüde istediği sonucu alamamış ve Suriye'de devam eden iç savaşa karşı bir politika oluşturamamıştır. Şimdilik hala devam edecek gibi gözüken Arap Baharı'nın etkileri Türkiye'yi en çok ekonomik olarak etkilemiş ve etkilemeye devam etmektedir. Küresel krizden dolayı Avrupa'nın ihracattaki payı azalmasına karşılık Orta Doğu'ya yönelen Türkiye Arap Baharı yaşanmasından dolayı da bölgeye olan ihracatı azalma göstermektedir. 

İhracat hedeflerinin tutturulmasında önemli bir yerde bulunan Orta Doğu'nun yaşanan bu krizler nedeniyle Türkiye'ye, beklediği ekonomik hareketliliğe cevap vermekte zorlandığı görülmektedir. 

Bu krizlerin devam etmesi durumunda daha da düşük seviyeleri ulaşması öngörülmektedir. 

Bu sebeple Türkiye bir an önce bu Arap Baharı'nın neden oldu siyasi ve ekonomik krizlere çözüm bulması, Türkiye'ye hem ekonomik açıdan rahatlama sağlayacak olurken, hem de iç ve dış siyasette yıpranmaktan kurtulacaktır.

SONUÇ

  Orta Doğu'nun bu karmaşık olan yapısı ülkelerin dış politikalarını da karmaşık hale getirmektedir. Etnik nüfusa endeksli olmadan çizilen sınırlar bölgede sürekli bir çatışma halinde olmasını sağlamakta, aynı zamanda bölgede diktatör rejimleri ortaya çıkarmaktadır.  Bunların yanın sıra Batı'nın kışkırtmaları sonucu çıkartılan krizler bölgeyi Orta Doğu için daha yaşanmaz hale getirmekte olmasına karşın Batı için böylesine zenginlikleri barındıran toprakların istikrarsız olması onların bölgeyi gasp etmesi için gerekli bir unsur olarak düşünmektedirler. Aynı zamanda Batı bölge liderlerini halk nezdinde meşruiyetini hesaba katmadan, sadece kendi çıkarlarına göre desteklemesi bölgenin gelişmesinin önünde ki en büyük engellerden birisidir. 

Bütün bu Batı'nın Orta Doğu halkını hiçe sayar politikalarına bölgede güçlü olan Suudi Arabistan, Mısır, Katar, Türkiye gibi bölgesel güçlerin ayna tutması burayı daha da ümitsizleştirmektedir. 

  Orta Doğu'nun yaşadığı krizlerde en fazla pay sahibi olan İsrail'in bölgede güçlü bir devlet olarak varlığına devam ettiği sürece bu bölgenin normalleşmesi, gelişmesi, refahını artması ve son olarak modernleşmesi imkansız olarak gözükmektedir. Bölge aktörleri Orta Doğu'nun gelişmesi için yapacakları politikalarda öncelik olarak İsrail'i Orta Doğu'dan izole etmek olmalıdır. İsrail'in izolasyonuyla Batı bölgeye daha az angaje olacak ve ülkeler daha bağımsız kararlar alabilecekleridir. Ancak Orta Doğu'da ki liderlerin yapısına bakılacak olunursa bununda çok gerçekçi olduğu şimdilik söylenemez. 

  Orta Doğu'nun normalleşmesi adına yapılacak adımlardan bir diğeri de sınır sorunlarının çözülmesidir. Birinci ve İkinci dünya savaşlarından sonra çizilen bu yapay ve halkları birbirinden ayıran sınırlar bölgenin gerçek karakteristik özelliklerini göstermesinin önünde büyük bir engeldir. 

Hatırlanacağı üzere Avrupa içinde yüzyıllarca savaşmış ve bu yüzyıllar boyunca savaşarak hiçbir kazanım elde edememiştir. Ancak Avrupa İkinci dünya savaşından sonra sınır sorunlarını hallederek, zenginliklerini birleştirmiş ve sonuç olarak dünyanın en büyük medeniyetini inşa etmiştir. 

Bölge ülkeleri kalkınmak istiyorsa, gerekirse yeni ve adil  sınırlar çizmeyi göze almalıdır.

  Bu bölgenin diğer dünyadan bir farkı olduğu unutulmamalıdır. Bu fark da Orta Doğu medeniyeti diğer bir çok medeniyet gibi demokrasiye yatkın değildir. 

Bunun en büyük örneği Türkiye'dir. Orta Doğu'nun en demokratik ülkesi olan Türkiye dünya standartlarına bakıldığı zaman yargı bağımsızlığından, yasama ve yürütme organlarına kadar tam anlamıyla demokrasinin olduğu söylenemez. Bölge halkları totaliter rejimlere ya da tek adam iktidarlığına son derece yatkındır. Türkiye'de oluşan bir algı olan tek parti iktidarlığı her zaman iyidir mantığı bile bunun en açık kanıtı olmaktadır. Bölge halkı koalisyon ve yetki dağılımdan haz etmemekte,  bu bağlamda Orta Doğu'ya dikte ettirilen Avrupa standartlarında olan bir demokrasi çağrısı yine bölgeyi istikrarsızlaştırmaktadır. 

İleriki yıllarda bulunacak ve Orta Doğu medeniyetine uygun bir yönetim şekli yine bu bölgeyi siyasi baskılardan kurtaracaktır.

  Son olarak Türkiye ABD'nin bölgedeki imaj kaybını dikkate alarak bölgede İran ve Rusya ile daha iyi ilişkilerde bulunmalı ve bu bölgenin yeniden inşasında ABD'nin önceliklerinden çok bölgesel güçlerin, aynı zamanda kendi çıkarlarını göz önüne almak zorundadır. Bu bağlamda atılacak ilk adımlar bölgenin ekonomisi için Orta Doğu serbest pazar fikri canlandırılabilir. Bu yapılanma bütün bölgenin faydasına olacaktır.


KAYNAKÇA


Arı, Tayyar, Geçmişten Günümüze Orta Doğu: Siyaset, Savaş ve Diplomasi, 5. Baskı, Bursa: MKM Yayınları, 2012

Oran, Baskın, Türk Dış Politikası: Kurtuluş Savaşından Bugüne Olgular, Belgeler, Yorumlar Cilt 3, İstanbul: İletişim Yayınları, 2013

Arı, Tayyar, Yükselen Güç: Türkiye-ABD İlişkileri ve Orta Doğu, Bursa: MKM Yayınları, 2010

Davutoğlu, Ahmet, Stratejik Derinlik, İstanbul: Küre Yayınları, 2010

Tür, Özlem, ''Türkiye'nin Irak ve Suriye İlişkileri'', XXI. Yüzyılda Türk Dış Politikasının Analizi, Faruk Sönmezoğlu (der), İstanbul: Der Yayınları, 2012, ss. 593-615

Ayman, Gülden, ''Türkiye-İran İlişkilerinde Kimlik, Güvenlik, İşbirliği ve Rekabet'', XXI. Yüzyılda Türk Dış Politikası Analizi, Faruk Sönmezoğlu (der), İstanbul: Der Yayınları, 2012, ss. 547-591

Yetkin, Murat, Tezkere, İstanbul: Remzi Kitapevi, 2004

Şahin, Mehmet, Türkiye'nin Orta Doğu Politikası:Süreklilik ve Değişim

http://www.akademikortadogu.com/belge/ortadogu8%20makale/mehmet_sahin.pdf, (E.T. 05/12/2013)

Bila, Fikret,  ''İran'ın PKK Politikası'', Milliyet, 10 Mayıs 2006

Oktav, Özden Zeynep, ''Arap Baharı ve Türkiye Körfez Devletleri İlişkileri'', Orta Doğu Analiz, Cilt 5, Sayı: 51, Mart 2013, ss. 69-78 

http://www.orsam.org.tr/tr/trUploads/Yazilar/Dosyalar/201335_ozden_zeynep_oktav.pdf (E.T. 17/12/2013)

As, Efdal, ''16. Yüzyıldan Cumhuriyetin İlk Yıllarına Kadar Türkiye-İran Sınır Sorunları ve Çözümü'', Ankara Üniversitesi Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Atatürk Yolu Dergisi, Cilt: 12, Sayı: 46, Güz 2010, ss. 210-235

Buzkıran, Davut, ''Arap Baharı'nın Türkiye'ye Olan Ekonomik ve Sosyal Etkileri'', Sosyal ve Beşeri Bilimler Dergisi, Cilt 5, No: 1, 2013, ss.148-161, 

http://www.sobiad.org/ejournals/dergi_SBD/arsiv/2013_1/davut%20_buzkiran.pdf    (E.T. 22/01/2014)

***

21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 5

 21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 5



İsrail komandoları filoda bulunan Mavi Marmara gemisine uluslararası sularda yaptığı müdahale sonrası 9 eylemcinin öldürülmesi Türkiye tarafından sert tepki ile karşılandı ve Türkiye bu tarihten sonra İsrail karşıtı politikalarında uluslararası platformda arkasına daha büyük bir destek almaya başladı. Türkiye ilişkilerin düzelmesi için beş talepte bulunmuştur. Bunlar, özür dilenmesi, tazminat ödenmesi, Gazze'de uygulanan ablukanın kaldırılması, olaya ilişkin uluslararası araştırma komisyonu,el konulan geminin iadesi.

  İsrail ile yaşanan krizlere bakıldığında 2009 yılından sonra yaşanan krizler oldukça önem teşkil etmektedir. Bu yıllarda iki ülke arasında üst düzey bir ziyaret gerçekleşmemiştir ve İsrail artık Türkiye'yi yumuşak karnından vurmaktadır.  İsrail Türkiye'nin Kürtlere ve Ermenilere yönelik soykırım yaptığı görüşlerini savunmaya başlarken,Türkiye ise daha önde çıkan krizlere rağmen askeri ilişkilerin hiç kopmadığı İsrail'e karşı 2011 yılında tüm askeri anlaşmaları dondurma kararı almasıyla aslında ne kadar ciddi krizler yaşandığını göz önüne koymaktadır.

  ABD'nin Orta Doğu'da uyguladığı üç ayaklı politikanın ilk ayağını oluşturan İsrail'in güvenliğinin sağlanması ve dolayısıyla Türkiye'nin bu politikaya karşı olan duruşu ABD tarafından da hoş karşılanmamaktaydı. 2009 yılına kadar Türkiye'nin bölgede izlediği kısmi bağımsız politika İsrail ve ABD'li yetkililer tarafından sabredilmiş ve bu tarihten sonra oluşacak krizlerde İsrail ve dolaylı yoldan ABD Türkiye'ye İsrail ve ABD çıkarlarına ters politikalar izlememesini öğretir nitelikte politikalar uygulamaya başlamıştır. Bu bağlamda Suriye'de yaşanan krizden, Mavi Marmara baskını, Libya örnekleri düşünüldüğünde Türkiye ilk safhalarda kendi dış politikasını uygulamaya çalışacak ama sonra bölgede İsrail'in güvenliğini tehdit eden adım atmamayı öğrenmeye başlayacaktır.

2.4. İran

  Aynı coğrafyada farklı kültür, ırk ve yönetim anlayışına sahip bu iki ülke arasında tarih de yan yana görülmeye başlandığından beri bu iki ülke arasında rekabet dikkat çekmektedir. Farklı mezhepsel anlayışlar ve bölgesel olayları etkileyebilme güçleri bu iki ülkeyi rekabet içine sokmaktadır. 

İran ile yaşanan rekabet Safevi Hanedanlığından daha da önce Akkoyunlu ve Karakoyunlu devletlerine kadar dayanmaktadır. Türkiye'den sonra en fazla Türk yoğunluğa sahip olan İran'da 25 milyon civarında Azeri Türkü yaşadığı bilinmektedir.

  İran ile Türkiye arasında ki ilişkileri dikkate aldığımızda rekabet ve husumet kavramlarını dikkate almak zorundayız. İran ile Türkiye arasında rekabet olduğu doğrudur ama bunu husumet içinde değerlendirmek yanlış olacaktır. Bu konuyu şu örneği vererek daha da anlaşılabilir hale getirebiliriz. 

Aile fertleri içinde bile birbiriyle rekabet halinde bireyler olabilir ama önemli karar alınacağı zaman birlik içinde hareket eden bu fertler aralarında husumetin olmadığını gösterirler. Husumetin rekabetten ayıran en önemli özellik ise tarafların mantıklı düşünmesini engellemek olmaktadır. 

Bugün Azerbaycan-Ermenistan ve İsrail-Filistin arasındaki ilişkiler husumetin en önemli örnekleridir.

  Türkiye ile İran'ın ilişkilerinde husumet olmasının önünde engeller vardır. 1623-1639 Savaşını sona erdiren ve hali hazırda Türkiye-İran sınırını belirleyen Kasr-ı Şirin Antlaşması kendisini bugüne kadar korumuş ve daha sonra ortaya çıkan sınır sorunlarının çözülmesine yardımcı olmuştur.   

Bugünde bu tarz sorunların yaşanmamasının yanı sıra birbirleriyle boy ölçüşebilecek güçte olan bu iki ülke aralarında daha akılcı politikalar izlemeyi makul görmüşlerdir.

  Irak'ın işgaliyle beraber Türkiye kendi bölgesinde ABD'ye karşı yumuşak dengeleme politikası uygulaması kapsamında İran ile yakınlaşmaya başlamıştır. 

Ancak bu yakınlaşma büyük bir güce karşı durmak adına yapılmamış sadece zımni bir uzlaşıyla hareket etmek çerçevesinde gerçekleşmiştir. 

Yumuşak dengelemenin amacı geleneksel dengelemeden farklı olarak güçler dengesini değiştirmeyi değil güçlü devletlerin tek taraflı eylemlerini ekonomik, diplomatik, ve kurumsal çabalarla engellemeyi, zorlaştırmayı hedeflemektedir.  Türkiye'nin ABD operasyonunu zorlaştırma, geciktirme, engelleme çabaları İran ve Suriye ile ilişkilerinin gelişmesine neden olmuştur.

  2003 yılında 1 Mart Tezkeresinin onaylanmaması İran tarafından olumlu karşılanmış ve aynı yıl Türkiye'de gerçekleşen terör olayları İran tarafından kınanmış, Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Gül 2004 senesinde ayrı ayrı İran'ı ziyaret etmişlerdir. İran bir yandan Afganistan'da ki diğer yandan Irak'ta ki ABD varlığından son derece rahatsızlık duymaktaydı. Bu dönemde ABD politikalarına karşı çıkan Türkiye ise İran için işbirliği yapılabilir olmasından dolayı ayrıca önemli olmuştur çünkü İran için bölgede ki en önemli tehdit ABD varlığıdır.Türkiye açısından en somut getirisi ise İran'da bulunan PKK mensuplarının Türkiye'ye verilmesi olmuştur. İran içinse bu politika bir yandan onun Türkiye'ye ne denli dost olduğunu kanıtlamasına yararken diğer taraftan da Türkiye'yi, beklediği desteği veremeyen ABD ile olan müttefiklik ilişkisini sorgulamaya itmeyi hedeflemiştir. 

  Hamas'ın Filistin'de seçimleri kazanmasıyla İsrail'in bölgeye olan ablukası karşısında duran Türkiye'nin, bölgede Hamas ve Filistin Kurtuluş Örgütü arasında arabuluculuk yapmaya çalışması İran tarafından tepkiyle karşılanmıştır. İran bu yakınlaşmanın kendi etkisini sınırlandıracağını düşünmekteydi. 

İran'da bölgede ki İsrail yaptırımlarından son derece rahatsız olmakta ve Filistin konusuna aşırı hassasiyetle yaklaşmakta olmasına karşın çözümün kendi etkisi altında olan grupların başarısıyla olmasını istemekte bu bağlamda Filistin Kurtuluş Örgütü ve Hamas'ın yakınlaşmasını istememektedir.

  Türkiye'nin nükleer silahlanma konusunda yaptığı açıklamalar ise İran tarafından oldukça memnuniyetle karşılanmaktadır. Zira Türkiye'nin uluslararası platformda İran'ın kesinlikle nükleer silaha sahip olmadığını belirtmesi ve dikkatleri İsrail'in sahip olduğu nükleer silahlara çekmesi İran tarafının savunduğu politikayı Türkiye'nin uluslararası ortamda dile getirmekte oluşu İran'ın Türkiye'ye yakınlaşmasını sağlamaktadır.

  Irak işgalinden sonra ABD'nin İran'ın üzerindeki baskısı artması Türkiye tarafından endişeyle karşılanmıştır. Sıradaki hedef olarak İran'ın gösterilmesi Türkiye açısından üç nedenden ötürü bir felaket senaryosu olarak gözükmekteydi. 

Birincisi Türkiye Irak'ın aksine İran'a enerji açısından bağımlıdır ve olası bir ABD işgalinde bu enerji ithalinin durması Türkiye'yi tamamen Rusya'ya bağımlı hale getirecek bu da bölgede enerji ihtiyacını çeşitlendirme politikası sürdüren Türkiye için tam anlamıyla bir felaket olacaktır. 

İkinci olarak Irak'ın istikrarsızlaşması sürecinde PKK'nın Kuzey Irak'a yerleşmesi Türkiye'nin bölgeden algıladığı tehdidi üst seviyeye çıkarmıştır. Bunun üstüne bir de İran'ın istikrarsızlaşması PKK'nın etkinliğini arttıracak olmasından dolayı Türkiye açısından ikinci büyük felaket olacaktır. 

Üçüncü olarak Türkiye İran ekonomisine entegre olma açısından belli bir başarı yakalamış ve bölgede ciddi Türk yatırımcılar bulunmaktadır olası işgal sonrası uygulanacak yaptırımlar Türkiye'nin bu pazarı kaybetmesinin yanı sıra Orta Asya ile de kara bağlantısını koparacaktır. Bu nedenlerden dolayı uluslararası sistemde Türkiye her defasında İran yanında yer almış ve ABD'nin İran'a uyguladığı ambargo ve yaptırımlara karşı çıkmaktadır. Irak'ın aksine İran'ın işgali bölgede Türkiye'nin etkinliğinin yok olması anlamına gelmektedir. Türkiye bütün bu etkenlerden dolayı İran ile Batı arasında arabuluculu, bu arabuluculuk çalışmalarına ev sahipliği yapma, İran'ı Batı'ya açmak için çalışmış hatta 2009 yılında İran'a yaptığı teklifle uranyum zenginleştirme çalışmalarını Türkiye topraklarında yapmasını önermiştir. Ama İran bu öneriye sıcak bakmamış ancak İran 17 Mayıs 2010'da yaptığı Tahran Bildirisiyle, Brezilya ile birlikte Türkiye topraklarında gerçekleşecek uranyum takas anlaşmasını kabul etmiş fakat bu anlaşma Batı tarafından kabul edilmemiştir.

  İran'ın Batı karşısında kendisini Arap ülkelerinden farklı olarak güçlü hissetmesi bu politikaların sonuçlarının sınırlı etkiye sahip olmasına neden olmuştur. 

Zira İran'da olası bir müdahalede kendisi kadar Türkiye'nin de zarar göreceğinin farkındadır. 2011 yılı verilerine bakıldığında iki ülke arasındaki ticaret hacminin yaklaşık 16 milyar dolar ve bu rakamın 11 milyar dolarını Türkiye'nin doğalgaz ithalatı oluşturması Türkiye açısından enerji güvenliği gözler önüne sermektedir.

  Son dönemlerde Arap Baharı kapsamına Libya'ya NATO müdahalesi sırasında Türkiye'nin sonradan da olsa destek vermesi ve Suriye'de muhalifler yanında yer alması ilişkilerin gergin geçmesine neden olmaktadır. Aynı zamanda Türkiye İran ve Batı'nın uzlaşmaz tutumlarını görerek İran'ın yanında daha az durmaya başlamıştır. Buna en güzel örnek NATO kapsamında Malatya/Küreciğe yerleştirilen NATO savunma füzeleridir. Her ne kadar Türk yetkililer bu füzelerin savunma amaçlı olduğunu vurgulasa da herkes bunların olası bir İran saldırısı karşısında İsrail ve Avrupa'nın güvenliği için olduğu bilmekte dir. Türkiye son dönemde İran'a olan bağımlılığı azaltmaya çalışırken bir yandan da İran'ı kendine bağımlı yapmaya çalışmaktadır. İran ile olan altın ticareti Türkiye'nin bu uygulamasının bir sonucu olmaktadır.

2.5. Diğer Körfez Ülkeleri

    Türkiye'nin ticarete dayalı yeni ekonomik bağlantı bulma politikası özellikle 2000'li yılların ortalarından itibaren Türkiye'yi Körfez Ülkelerine yakınlaştırmaya başlamıştır. Özellikle 11 Eylül saldırılarıyla ABD'nin bölge ülkelerine uyguladığı sert politikaların etkisiyle ABD'den uzaklaşan bölge ülkeleri Türkiye ile ekonomik ve güvenlik alanlarında işbirliği yapmaya başlamıştır. Bu bağlamada 2005 yılında Türkiye ile Suudi Arabistan arasında, ekonomik işbirliğini arttırmaya yönelik serbest ticaret sahası oluşturma girişimlerine bir ön hazırlık olarak önemli bir anlaşma yapılmış ve üst düzeyde karşılıklı ziyaretlerde bulunulmuştur.  

2008 yılında KİK Türkiye'yi stratejik ortak ilan ederek ilk defa bölge dışından bir ülkeyi stratejik ortak ilan etmiştir. Bu çerçevede 2002 yılında 2.1 milyar dolar olan ticaret hacmi, 2009 yılına gelindiğinde 8 milyar dolara çıkmıştır. Türkiye ile olan iyi ilişkiler Körfez Ülkeleri adına da çok yararlı bir hal almaya başladı, örneğin Suudi Arabistan'da Kral Abdullah ABD yanlısı politikalar izlediği gerekçesiyle halk tarafından eleştirilirken, Türkiye ile izlenen olumlu politikalar, halk nezdinde, sadece ABD eksenli politika izlenmediği, bölgesel olarak önemli olan Türkiye ile de pozitif ilişki kuran bir lider olarak gözükmeye başlamıştır.

  Türkiye ile Körfez ülkeleri arasında hızla gelişen bu ilişkiler İran tarafından da dikkatle izlenmektedir. Şüphesiz Körfezin en güçlü ülkesi olan İran,  Türkiye'nin bölgeye entegre olmaya çalışmasından son derece rahatsız olmaktadır. 

Türkiye, İran'ın bu şüpheci yaklaşımından dolayı İran ile de ekonomik  ilişkileri geliştirme yoluna giderek bir bağlamda İran'a da güvence vermeye çalışmıştır. İran'ın Körfez ülkelerinde bulunan Şii nüfusu üzerinde etkisi artması kuşkusuz bu bölge ülkelerini son derece rahatsız etmekteydi. Bu anlamda özellikle Suudi Arabistan Türkiye'yi İran'ı dengelen bir unsur olarak görmektedir.

  Geniş perspektiften bakıldığı zaman Türkiye'nin İran'ı karşısına alarak Körfez Ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmaya çalışması çok akılcı değildir. Gün geçtikçe İran doğalgaz ve petrolüne bağımlılığı artan Türkiye aynı zamanda İran'a ile özellikle bölgede kurulacak olası bir Kürt devleti ve terörle mücadele konusunda son derece muhtaçtır. Bir başka sebep ise Türkiye bölgede çıkan krizlerden dolayı petrol fiyatlarında oluşacak artışlardan son derece zararlı çıkacağı için İran gibi enerji zengini olan bir ülkeyle, çok güvenilmez ve her ne kadar bunu inkar etmeye çalışsalar da son süreçte ABD'nin sözünü dinleyecek olan Körfez Devletleri için ilişkilerin bozulması çok mantıklı gözükmemektedir. Bölgede izlenecek politika ekonomik olmalıdır yani, İran'ı çok rahatsız edecek özellikle güvenlik, ''stratejik ortaklık'' gibi bölgeye çok fazla entegre olmaya çalışan Türkiye ABD'nin bölgeye inmesiyle hem Körfezde hem de İran nezdinde etkinliğini kaybetme olasılığına karşı dikkatli olunmalıdır.

6. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 4

 21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 4



2.2. Suriye 


  Orta Doğu bölgesinin en önemli ülkelerinde biri olarak nitelendirilen Suriye bölgenin istikrarı için oldukça önemli bir noktadır. 22.5 milyon nüfusuyla belli bir insani ve askeri gücü olan bu ülke 10 Haziran 2000'de Hafız Esad'ın ani ölümüyle yeni bir döneme girmiştir.  10 Temmuzda yapılan referandum da oyların %97.2'sini alarak devlet başkanı seçilen Beşar Esad ile birlikte ülkede iyimser bir hava esmeye başlamıştır. 

  2002 sonrası önemde Türkiye ile Suriye arasında ki ilişkiler bölgesel dinamikler ekseninde devam etmekteydi. Özellikle Irak işgali sürecinde ortak çıkar ve endişeleri taşıyan bu iki ülke daha da yakınlaşmaya başlamıştır. ABD'nin asi devlet olarak nitelediği Suriye'nin en büyük ortağı ve destekçisi eski kutup başı, süper güç olan Rusya olması sebebiyle nasıl Türkiye Irak politikasında ABD'nin çıkarlarına karşı gelmesi söz konusu değilse - bu kadar sert olmasa da- yine Türkiye Suriye ile olan politikasında Rusya'nın aleyhinde veya Rusya olamadan bir tutum sergilemesi çok gerçekçi gözükmemektedir. 

ABD'nin Suriye'ye karşı olan bu olumsuz tutumu Türkiye'yi etkilese de ABD Türkiye'yi Suriye ile ilgili olan iletişiminde bir aracı olarak kullanmaktadır ve bundan dolayı bir ABD jandarması olan Türkiye'nin Suriye ile olan iyi ilişkisi ABD tarafından, açıkça belirtilmese de, olumlu gözükmektedir.

  Irak ve Türkiye gibi Suriye de çok mezhepli ve mozaik biçimindeki etnik yapısı Suriye'nin Irak müdahalesine karşı çıkmasının en önemli sebebidir ki bu sayede Beşar Esad Türkiye ile dost bir ilişki kurmaya çalışmıştır.

  Irak'ın işgaliyle birlikte iki ülke içinde ki Kürt sorunu yeni bir boyut kazanmıştır ve Beşar Esad Ocak 2004'te yaptığı ziyaret sırasında dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök Suriye'den terörle mücadele konusunda daha somut destek beklediklerini bildirmiştir.  İstenilen bu somut destek Mart 2004'de Suriye'nin Kürt yoğunlukta olan kenti Kamışlı'da bir futbol müsabakası sırasında çıkan meydana gelen 27 ölü, 120 yaralıyla sonuçlanan olaylar sonrasında gelmeye başlamıştır. Suriye bu tarihten sonra silahlı eyleme yeniden başlayan PKK'ya karşı mücadele etmeye başlamış ve Türkiye ile ortak düşman vurgusunu daha çok yapmaya başlamıştır.

  2003-2007 arasında Suriye toplam 73 PKK mensubunu Türkiye'ye teslim ederek, Türkiye'ye en fazla PKK'lı teslim eden ülke olmuş, 2005 Temmuzunda PKK tarafından gerçekleştirilen saldırıyı kınayarak, ilk kez bir PKK saldırısını kınamıştır. Ekim 2007'de Türkiye ABD'nin itirazlarına rağmen sınır ötesi operasyon yapmayı gündemine aldığı dönemde B. Esad bu operasyonu destekler biçimde açıklamalar yapmıştır. Bütün bu gelişmeler Irak işgali sonrasında ortaya çıkan Kürt sorunu iki ülkeyi ne kadar yaklaştırdığını göstermektedir.

  Türkiye ile Suriye arasında ki ilişkileri etkileyen bir başka bölgesel dinamik de Lübnan'dır. 1990'lar boyunca Türkiye-Lübnan ilişkileri hep Suriye'nin gölgesinde kalmıştır. 2004'den sonra Suriye ile ilişkilerin düzelmesi sonucunda Türkiye Lübnan ile ikili temas kurmaya başlamıştır. Bu temasların amaçları ise, Türkiye'nin Irak toprak bütünlüğünün savunulması için bölgedeki çok mezhepli devletlerin desteğini almak istemesi ve Türkiye'nin bu dönemde gerçekleştirdiği Güney Kıbrıs açılımıyla birlikte bu topraklarla tarihsel dostluğu bulunan Lübnan'ın desteğini almak istemesiydi. 

  2000'li yıllarda Suriye ile Türkiye arasındaki ilişkileri etkileyen başka bir bölgesel dinamik de şüphesiz İsrail olmuştur. Türkiye, Suriye ile İsrail arasında teorik olarak devam eden savaşı bitebilmek için bir dizi arabuluculuk rolü üstlenmiştir. Bunun nedeni ise herhangi bir çatışma veya savaş durumunda Türkiye'nin arada kalmak istememesidir. Türkiye bir kaç defa arabuluculuk üstlenmesine karşın başarılı olamamış, öyle ki Mavi Marmara saldırısı sonrası İsrail ile ilişkileri kopma noktasına gelen Türkiye bağlamında B. Esad saldırıyı çok sert bir dille kınarken artık Türkiye'nin bölgede arabulucu rolünün azaldığına ilişkin vurgusuda dikkatlerden kaçmamıştır.

  2007 yılı Türkiye-Suriye ilişkileri açısından iki önemli gelişmeyi beraberinde getirmektedir. 

Bunlardan ilki Serbest Ticaret Antlaşması'nın yürürlüğe girmesi, ikincisi ise Türkiye'nin İsrail ile Suriye arasındaki arabuluculuk rolüdür. 

Arabuluculuk rolü çözümün bulunmasından çok Suriye ile Türkiye arasında güven ortamının sağlanması bağlamında önemli olmuştur. 2004'de siyasi ortam nedeniyle Suriye'nin kabul etmediği arabuluculuk rolü üç yıllık bir gecikmeyle yeniden başlamıştır. Aslında başlarda neredeyse iki tarafı da yüz yüze getirmeye kadar gelinen nokta İsrail'in Gazze'ye uyguladığı şiddetin artmasıyla durmuş, Başbakan Erdoğan'ın Davos'da söylediklerinin ardından İsrail'in Mavi Marmara baskınıyla birlikte geri dönüşü olmayan çıkmaza girmiştir. 

Bu dönemde Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın kardeşim dediği Esad ve buna karşılık Esad'ın Türkiye'nin uluslararası platformlarda Suriye adına konuşabilme yetkisi bulunduğunu söylemesi ilişkilerin ne derece iyi olduğunun göstergeleridir.

  2009 yılına gelindiğinde ilişkiler daha da ileri gitmiş, iki ülkenin ekonomik entegrasyon fikri gündeme gelmiştir. İki ülke arasında Yüksek Düzeyli Stratejik İşbirliği Konseyi kurulması kararlaştırıldı ve bu anlamda 51 adet anlaşma imzalandı aynı zamanda vize kaldırılarak iki ülke halklarının serbestçe dolaşımı söz konusu oldu. Hatta daha da ileri gidilerek Avrupa Birliği modeline benzer bir bölgesel entegrasyon fikri ortaya atılmaya başlandı ve bu bağlamda Türkiye, Suriye, Lübnan ve Ürdün arasında ekonomik birliktelik ve serbest mal ve insan dolaşımına olanak sağlayan bölgesel ekonomik birlik için anlaşmalar imzalandı.

  2011 yılında Tunus'ta başlayan ve Mısır'da devam eden ayaklanmalar rejimlere değiştirmeye başlamış ve belki de bu tarihten sonra Türkiye sadece Suriye politikasında değil tüm Orta Doğu politikasında üst üste hatalar yapmaya başlamıştır. Bunların en önemlisi şüphesiz Suriye politikası olmuştur. 

Ağustos 2011'de Suriye meselesi bizim iç meselemizdir diyecek kadar ileri giden Erdoğan  bu tarihten sonra kademeli olarak Suriye'ye karşı sert söylemlerde bulunmaktan çekinmemiştir. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nu Şam'a gönderen Erdoğan Suriye'den bir takvime bağlı olarak hayata geçirilmesini söylediği bir dizi somut beklentileri olduğunu bildirmiştir. Sadece bir yıl önce ortak kader, ortak tarih gibi söylemlerde bulunulmasına rağmen bu söylemelerin yerini düşmanlığa bırakması şüphesiz dış politikadaki bir dizi beceriksizliğin ürünü olmuştur. Zamanla muhaliflerin desteklenmesi hatta kimyasal silah kullanıldığını iddia ederek ABD'den bölgeye müdahale etmesinin istenmesi artık Esad rejimiyle AKP hükümetinin açıkça uzlaşma olasılığını ortadan kaldırmıştır. 

Ancak Suriye'de ki rejimin Rusya ve Çin ile sıkı bir ittifak içinde olması bu rejimim uluslararası ortamda hala meşruiyetinin olduğunu gösteren bir unsur olmuştur. Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu'nun uluslararası platformlarda Çin ile Rusya'nın Suriye sorununda izole edilmesi gerektiğini savunması Türkiye'nin ne kadar çaresiz olduğunu kanıtlamaktadır. Bölgenin belki de en güçlü aktörü olan Rusya'nın ve bölgeyle en güçlü ekonomik ilişkileri olan Çin'in bu meselden soyutlanmaya çalışılması ne derece mümkün olduğu tartışmalıdır.

  Suriye ile Türkiye ilişkilerinin genel manada bölgesel dinamiklerden etkilenmesi sonucu son zamanlarda yaşanan olumsuz gelişmeler ekonomik açıdan da Türkiye'ye ciddi zararlar vermektedir. Yaklaşık 1 milyon dolayında Türkiye'ye yerleşen Suriyeli mülteciler Türkiye ekonomisine ciddi zararlar vermekte aynı zamanda bu sorunlu ilişkilerden dolayı Suriye ile 2010 yılında yaklaşık 3 milyar dolar olan ticaret hacmi bugün yok denecek kadar azdır. Türkiye'nin gelecekteki Suriye politikası ayaklanmanın durmasına endekslidir. Bu bağlamda şuan gelinen noktaya bakıldığında Esad rejiminin yıkılması Türkiye'nin yeniden bu ülkeyle ilişkilerin normalleşmesi bağlamında kırmızı çizgi olarak gözükmektedir.

2.3. İsrail

  Türkiye'nin İsrail ilişkileri İsrail-Arap dünyası daha ziyade İsrail-Filistin ilişkileri ve tabiki de ABD faktörü olmadan anlaşılması çok güçtür. 

2. Dünya Savaşı sonrası bölge dinamikleri, etnik kökenleri, bölgenin sosyal, kültürel, siyasi yapısı göz ardı edilerek İngiltere ve büyük ölçüde ABD tarafından bölgeye yerleştirilen Yahudiler Soğuk Savaş boyunca bir çok krize neden olmuşlardır. Soğuk Savaş yılları boyunca Türkiye İsrail'e gerekli tepkileri ve yaptırımları uygulayamadı ve dolayısıyla bölgeden uzaklaşmasına, kendi topraklarına yabancılaşması na neden olmuştur.

  2000'li yıllar itibariyle ama özellikle AKP'nin iktidara gelmesinden sonra İsrail ile yaşanan gelişmeler oldukça karmaşık bir yapıya sahip olmuştur. 2000 yılında ABD Başkanı Bill Clinton gözetiminde başlayan Camp David süreci bekleneni verememiş ve İsrail'in politikaları sadece Türkiye'de ki kanı önderlerinden değil  tüm bölge halklarından büyük tepki toplamaya başlamıştır.

  AKP iktidarıyla birlikte bölge eksenli politika söylemleri çoğalmış ve bunun en önemli sonucu İsrail ile olan gelişmelere yansımıştır. Daha yeni iktidara gelen hükümet 2003 yılında İsrail'i devlet terörü uygulamakla suçlamıştır. Sertleşen bu söylemlere rağmen ilişkilerde ki askeri ve ekonomik boyut mükemmele yakın ilerlemekte problem siyasi konularda olmaktadır. Türkiye İsrail'e tepki Filistin'de yaşanan ambargo ve saldırılara tepki gösterdikçe bölgede ki etkinliği artmıştır. Mısır'ın Arap Baharı'ndan önce Filistin'e sınır kapılarını kapatması ve İsrail politikalarını destekler nitelikte ki davranışları Arap dünyasının senelerdir belki de Nasır'dan beri arayıp da bulamadığı liderini bulduğu, Türkiye'nin ezilen Arap halklarının savunucusu olma rolü sayesinde bunun iyice nitelikleştiği yorumları yapılmaya başlandı.

  1990'lı yıllarda İsrail ile stratejik işbirliğini mümkün kılan alanların çoğu 2000'li yıllara gelindiğinde artık bu işbirliğinin devam edilemez olduğunu göstermekteydi. Türkiye'nin Arap dünyasıyla daha etkin bir şekilde politika üretmesi sonucu artık İsrail'in dengeleyici unsuruna daha az ihtiyaç duyulmakta, Türkiye'de askerin siyasetten uzaklaşması sonucu İsrail ile iyi ilişkisi bulunan bu kesimin artık karar alma mekanizması üzerinde etkinliği azalmakta ve Filistin ile yaşanan barış görüşmelerinin tıkanması sonucu topluma daha duyarlı davranan yeni hükümetin oy aldığı seçmeninin düşüncesinden çok farklı hareket etme durumunun ortadan kalkması başlıca gelişmeler olmaktadır. Ancak İsrail'in güvenlik endişeleri açısından hala Türkiye'ye ihtiyaç duyması sebebiyle 2009 yılına kadar bu sert söylemleri görmezden gelerek askeri ve ekonomik anlamda iyi olan ilişkileri devam ettirip siyasi ortam da ilişkileri yumuşatma çabaları gözükmektedir. İsrail ne olursa olsun ordu modernizasyonu, silah ticareti gibi askeri konularda Türkiye'nin ilk çaldığı kapılardan biri olmaktadır.

  2005 yılında yeniden İsrail ile Türkiye ilişkileri iyimser havada seyretmeye başlamıştır ki bunun iki temel nedeni vardır. Birincisi Yaser Arafat'ın ölümünden sonra Filistin hareketinin yeniden yapılanma sürecine girmesi ile birlikte geçici bir sükunet ortamının olması ve ABD'nin bölgedeki iki temel müttefikinin arasının düzeltmesi yönündeki telkinleri. Görüldüğü gibi İsrail ile olan ilişkilerde en önemli belirleyiciler yine ABD ve Filistin olmaktadır. Ocak 2005'de Dışişleri Bakanı Abdullah Gül'ün ve Mayıs'ta Başbakan Erdoğan'ın İsrail ziyaretleri bu olumlu havayı göstermektedir. Bununla beraber Nisan 2005'de Türkiye'nin BM Güvenlik Konseyi geçici üyeliğine İsrail destek verdiğini açıklamıştır. Yine aynı yıl içinde barış sürecine ekonomik katkı sağlamak amacıyla '' Ankara Forumu'' adı altında işbirliği süreci başlatılmıştı.

  2006 yılına gelindiğinde Filistin'de Hamas'ın oyların çoğunluğu alarak iktidara gelmesi ve bu iktidar Türkiye tarafından da desteklenmesi yeniden ilişkilerde siyasi krizlere neden olmaya başladı. Başbakan Erdoğan'ın İsrail'in orantısız güç kullandığını, kadın ve çocuklara şiddet uyguladığını çeşitli uluslararası platformlarda dile getirmesi İsrail tarafından sert tepkilere neden olmuştur.

  2008 yılının sonlarına gelindiğinde İsrail'in Gazze'ye yönelik operasyonlarını arttırması ikili ilişkilerde yeni bir krize neden olmuştur. Ocak 2009'da Başbakan Erdoğan İsrail'in BM üyeliğini tartışmaya açması ardından Davos'da İsrail Cumhurbaşkanı Şimon Perez'e arasında geçen tartışma ilişkilerin normal seyrinden uzaklaştığını göstermekteydi. Davos zirvesinde Başbakan Erdoğan'ın İsrail Cumhurbaşkanına yaptığı suçlama niteliğinde ki haklı çıkışı hiç kuşkusuz dünya gündemine oturmuştu. Başbakan Erdoğan'ın bu çıkışı belki de ardından gelen seçimlerde daha başarılı olmasını sağlamıştı.

  Mart 2009'da İsrail'de Benyamin Netanyahu liderliğinde aşırı sağcıların ağırlıkta olduğu bir hükümetin kurulmasıyla ilişkiler daha soğumaya başladı. 

Ekim 2009'da İsrail ile ortak yapılması amaçlanan Anadolu Kartalı tatbikatının Türkiye tarafından iptal edilmesi Tel-Aviv tarafından siyasi bir hamle olarak nitelendirilmiştir. Yine bu dönemde ''TV dizi krizleri'' de ilişkilere damga vurmaktaydı. Özellikle Kurtlar Vadisi dizisinde ki İsrail karşıtı sahneler İsrail'li etkilileri son derece rahatsız etmekteydi. Konuyla ilgili görüşmek üzere Tel Aviv büyükelçisi Oğuz Çelikkol'u makamına çağıran İsrail Dışişleri Bakan Yardımcısı Danny Ayolan, Çelikkolu'u kameralar önünde küçük düşüren söz ve davranışlarda bulunması krizin daha da büyümesine yol açtıysa da İsrail'in olay sonrası yolladığı özür mektubu tansiyonu biraz da olsa düşürmüştü.

  31 Mayıs 2010'da yaşanacak olay belki de ilişkilerin tarihinde yaşanan en büyük krize yol açacaktı. Gazze ablukasını delmek için Türk sivil toplum kuruluşu olan İHH öncülüğünde hareket eden ''Gazze'ye Özgürlük'' filosuna İsrail askerleri tarafından yapılan müdahale Türkiye ve tüm dünyayı şok etmiştir. 


5. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***


21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 3

 21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 3



2. AKP İKTİDARI DÖNEMİNDE TÜRKİYE-ORTA DOĞU


  Sovyet Rusya'nın dağılmasının ardından oluşan durum Batı dünyasında bir süre hoşnutluk duygusu yarattı. Artık Batı sistemi dünyaya egemen olacak ve çatışmalar sona erecekti. Ama bunu hemen ardından bir sistemin devam edebilmesi için bir öteki yaratmak gerekli olduğu anlaşıldı ve eskiden komünizmin aldığı yeri şimdi dinsel bir öteki devralmıştır.  Artık mücadele ideolojiler arası değil medeniyetler arası olacaktır.  İlk defa 1990 yılında Bernard Lewis tarafından kullanılan medeniyetler çatışması tezine göre 1648 Westfalya Barışı'ndan itibaren uluslararası politikanın odak  noktaları sırasıyla krallar, uluslar ve ideolojiler arasında mücadeleler olarak gerçekleşmiş idi. Soğuk savaşın bitmesiyle beraber ise artık bu mücadele medeniyetler arası olacaktı. Müslüman medeniyetinin kalbi olan Orta Doğu ise bu mücadeleden düşen payı fazlasıyla alacak ve Batı medeniyetleri Irak, Afganistan, Sudan gibi müslüman ülkeleri işgal edecekler, ama daha önemlisi neredeyse bütün Orta Doğu'da çıkan krizlerin başlıca nedeni bu medeniyetler çatışması tezini doğrular nitelikte olacaktı. 

ABD haydut devlet olarak nitelediği beş ülkeden (K.Kore, Küba, Libya, Sudan ve Suriye)  üç tanesi ve Oğul Bush'un Şer Ekseni olarak nitelendirdiği üç ülkeden (İran, Irak ve K.Kore) iki tanesinin Orta Doğu'da bulunan devletler olması bu bölgenin ne kadar karışacağını daha o zamanlar ortaya koymuştur.

  2000’li yılların başından itibaren Türkiye'nin Orta Doğu'ya yönelmesinin başlıca sebepleri; AB tarafından Türkiye'ye uygulanan çifte standartlı politikalar ve Türkiye'nin yeni politika arayışları, 2009 Kriziyle birlikte Avrupa'yı eski cazip halinden çıkarmış olması ve bu kriz dolayısıyla azalan Avrupa pazarına ikame olarak Orta Doğu'nun görülmesi, 2003 yılında ABD'nin Irak işgali ile birlikte ABD'ye duyulan güvenin derinden sarsılması, Irak'ta ABD'nin dış güç olarak yarattığı yıkıma bölgenin önde gelen ülkelerinde olan Suudi Arabistan ve Mısır'ın bu politikalara karşı çıkamaması(burada eklemek gerekirse İran bu müdahaleye çok sert tepki vermesine rağmen izole olmuş olmasından kaynaklanan yalnızlığından dolayı lider ülke konumuna sahip olamamıştır.). 

  AKP'nin Kasım 2002'de başa gelmesiyle birlikte Türkiye siyasi ve ekonomik istikrar sağlanmış ve bu değişiklik çok tabiidir ki Orta Doğu politikalarının değişimine de yansımıştır. 2002-2009 yılları arasın da başbakanlık danışmanı Mayıs 2009 itibariyle de dışişleri bakanı olan Ahmet Davutoğlu temel stratejilerini Stratejik Derinlik doktrini çerçevesinde belirmiştir. Bölgeye ve problemlere daha fazla angaje olan, daha etkin, problem çözen ve arabulucu olarak komşularla sıfır sorun politikasının da başlangıcı olmuştur.Belirttiğimiz gibi İsmail Cem'in dışişleri bakanlığı döneminde de bu politikanın izlerini bulmak mümkün olsa da dönemin siyasi gerçekliği bunu uygulamanın önünde engel teşkil etmiştir.Bu dönemde Irak, Filistin ve Lübnan'da ki krizler Türkiye'nin bu stratejilerini uygulama zemini hazırlamış ve kısa süreli olacak da olsa Türkiye bölgede tek başına etkin olmasına neden olmuştur.  

1 Mart tezkeresinde Türkiye'nin ABD alehinde aldığı karar büyük bir etki yaratmış ve Türkiye'nin Orta Doğu'da lider ülke imajına çok büyük katkı sağlamıştır.   

Bu yıllara bakıldığında Türkiye'nin Orta Doğu politikası daha önceki yıllarda olduğu gibi bölgede ki komşuları olan İran, Irak ve Suriye odaklı gelişmekteydi. 

  Türkiye'nin bölgeye daha çok angaje olma, problem çözme gibi düşünceleri 1991 Körfez Savaş'ına dayanmaktadır.Bu dönemde Türkiye ABD yanına taraf olmasına rağmen ve ABD Türkiye'nin hassasiyetlerini hiçe sayan politikaları bir anlamda Türkiye'nin gözünü açmış olacak ki 1 Mart 2003 Tezkere'si TBMM'den geçmemiştir.Bölgede etkin olma stratejisi bir nevi Adana Mutabakatı ile başlasa da en nihayetinde AKP Hükümeti ile birlikte tam rayına oturma görüntüsü göstermektedir.

  2010 yılının ortalarına kadar AKP hükümeti Orta Doğu'da çok etkili politikalar sürdürdü. Daha çok genç bir hükümetken bile 2003 yılında ki 1 Mart Tezkeresinde salt ülke çıkarları adına verilen karar bu politikaların başlangıcı olarak görülebilir.Dönemin Amerikan Başkanı Bush'un Türkiye'nin yaptığı politikalarını ''At Pazarlığı'' olarak adlandırması aslında ABD'nin ne kadar öfkeli olduğunun açık bir kanıtı olmuştur. Hatta bazı Amerikan kanı önderlerinin Türkiye'nin ihanet ettiğini ve artık Irak'ın yeniden inşasında aktör olamayacağını söylemeleri bu kararın ne kadar büyük bir etkisinin olduğunu ortaya koymaktadır. Uluslararası kamuoyunda ki hiç kimse Türkiye'nin ABD'nin teklif ettiği hibe ve kredileri geri çevireceğini tahmin etmemekteydi. 

1991 Körfez Savaşı'ndan ağzı yanan Türkiye bu kez bu politikaya alet olamamış ve aynı zamanda bölgede karizmatik bir ülke konumuna gelmeye başlamıştır. 

Gerçi sonradan ufak tavizler verilmiş olsa da yine de Türkiye çok başarılı bir politika izlemiş olacaktı.  Bu politikalarla birlikte ekonomik olarak da bölgeye angaje olmak isteyen Türkiye büyük bir başarı elde etmiş 2000 yılında 5 miyar dolar olan ticaret hacmi 2011 yılına gelindiğinde 45 milyar dolar olmuş ayrıca bölgede ki ticaretten senede yaklaşık 7 milyar dolar dış ticaret fazlası vermektedir.Bu bağlamda Türkiye yüzde 8,5 ile dünyada Çin'den sonra en çok büyüyen ikinci ülke olmasının altında yatan en büyük gerekçelerden birisi de Orta Doğu'da uygulanan etkin ekonomik politika olmasıdır.

  Bütün bu bölgede bağımsız ve salt Türkiye çıkarları adına etkin olma stratejilerinin de bir sonu olacaktı.Bu son herkesin beklediğinden daha geç olsa da 31 Mayıs 2010 tarihinde İsrail'in uluslararası sularda bir Türk gemisine yaptığı saldırıyla beraber gelmiş oldu.Bu saldırı sonrası bir rüyadan uyanan Türk hükümeti çok geçmeden Orta Doğu'da ABD ve İsrail'in çıkarlarını yok sayarcasına bir politika uygulayamayacağını anlamış oldu.Zaten bu tarihten sonra Orta Doğu'da çıkan her krizde Türkiye yanlış adımlar atmış bu bağlamda daha sert politikalar uygulamış ve bizzat Başbakan Erdoğan Libya krizinde ilk NATO'nun ne işi var orda diyerek adeta emperyalizme karşı çıkan bir üçüncü dünya ülkesi tavrı ortaya koymuştur.Nitekim daha sonra Erdoğan yaptığı açıklamada NATO'nun orada olmasından duyduğu memnuniyeti açıklamakta çok geç kalmamıştır.

  Bölge politikaları itibariyle belki de yapılan en büyük hata Suriye meselesinde yapılmıştır. Öyle ki Hatay'da muhalif güçleri destekleyen Türkiye, Şam'da bulunan Esad rejimine karşı bu muhaliflere yardımda bulunmuş ama kimse yaklaşık 500 km uzakta olan Şam'ın Hatay'dan yapılan takviyeler le yıkılmayacağını öngörememiş ve hala öngörememektedir. Esad güçlerinin yıkılması bağlamında daha ileride Kürt açılımı kullanılarak Abdullah Öcalan ile görüşülecek ve  burada bulunan PYD güçlerinin muhalif kadroya katılması için PKK lideriyle pazarlıklar yapılacaktı.

  2010 tarihine kadar sürekli tekrarlanan ve seçimlerin baş vaadlerinden olan komşularla sıfır sorun politikası darbe üstüne darbe yemekteydi.  

Suriye krizi,  Mısır desteklenen Müslüman Kardeşler lideri Muhammet Mursi'nin iktidardan uzaklaştırılması, Irak'ta yaşanan gelişmelere önlem alınamaması, Yunanistan ile yaşanan gerginlikler derken sıfır sorun stratejisi bir bakıma sıfır çözüm stratejisine dönüşmüş idi.

2.1. Irak


  2000'li yılların belki de en büyük gelişmesi 49 ülkenin koalisyon güçleri olarak söylenen ama aslında ABD önderliğinde, İngiltere ile Irak'ın 2003 baharında işgal edilmiş olmasıydı. İşgal sürecinde Türkiye ve diğer Arap ülkeleri ortak kaygı ve çıkarlara sahip gözükmekteydi. 

Bu bağlamda dönemin Başbakanı Abdullah Gül Suriye, Mısır, Suudi Arabistan, Ürdün ve  İran'ı kapsayan ilk bölge turu Irak konusunda çıkarların belirlenmesinde büyük rol oynamıştır. 

1990'lar da oluşturulmaya çalışılan Komşuluk Forumunun başarılı bir yeniden denenmesi sayılabilecek bu girişim sonunda Irak'a Komşu Ülkeler Toplantıları adıyla periyodik olarak düzenlenecek bir bölgesel dayanışma mekanizması oluşturuldu ve ilk toplantı 23 Ocak 2003'de İstanbul'da yapıldı. 

  Bölge ülkelerinin çoğu Saddam rejimine karşı olsa bile işgalin getireceği belirsizliği istememekteydi. Bu anlamda Türkiye'de işgale kadar olan kısımda Saddam rejimiyle uluslararası kamuoyunu barıştırmaya çalışmıştır.Göreli olsa da istikrarlı bir ülke olan Irak'ın istikrarsızlaşması bölge ülkelerini ama özellikle komşusu olma sebebiyle Türkiye'yi derinden  etkileyecek olduğunu o zamanlar Türk kanı önderleri farkına varmışlardır. 

Irak'ın kuzeyinde yaşayan Kürt grupların otorite boşluğundan yararlanması ileride olası bir Kürt devletine giden yol başlı başına Türkiye için sorun teşkil etmekteydi. 

Bunun üstüne PKK'ın bu bölgeleri mesken haline getirmesi kontrolü çok zor olan coğrafyayı Türkiye açısından kriz bölgesi haline getirecektir. Sadece Türkiye açısından değil Irak'ın olası parçalanması bölgede çok etnikli veya çok mezhepli yapılar üstüne kurulmuş devletleri de zora sokma olasılığı çok yüksekti.

Komşu ülkelerin Irak üzerinde fikir birliği yaptıkları noktalar ise, Irak'ın toprak bütünlüğü kesinle korunmalıdır, Irak'ın doğal kaynakları tüm Irak halkına eşitçe dağıtılmalıdır, işgal güçleri bir an önce çekilmeli ve BM ülkede etkin hale gelmelidir, ülkede faaliyet içinde olan ve komşu ülkeleri tehdit eden terör grupları etkisiz hale getirilmeli ve ülkede siyasal ve ekonomi yapı düzeltilerek merkezi otorite güçlendirilmelidir. Diğer bir taraftan İran'ın ülkedeki Şii grupları üzerinde ki etkinliği bölgede ki diğer Sünni ülkeleri oldukça rahatsız etmekte özellikle Türkiye Sünni gruplar üzerinde 2005 yılından itibaren siyaset yapmaya çalışsa da şu ana kadar İran'ınkine benzer bir etki alanı yaratamamıştır. Bölge ülkelerinin üzerinde mutabakata vardığı ve kesinlikle kabul edilemez saydığı olgu ise Irak'ın kuzeyinde bulunan Kürtlere bağımsızlık verilmemesiydi. Bu sorun Türkiye, Irak ve Suriye arasında stratejik bir yakınlaşmaya sebep olmuştur.

  Irak işgaline giden süreçte Türkiye aslında çok net bir tutum sergilememiştir. Pek çok ayrı tutumu bir arada sergileyen Türkiye bir taraftan savaşı önlemeye çalışırken, aynı anda ABD ile iyi ilişkilerini devam ettirmek, Arap dünyasıyla iyi geçinmek ve Türk kamuoyunu mutlu etmek istiyordu. 

Kamuoyunda Irak'ın Türkiye'ye bir tehdit olmadığı fikri paylaşılmakla beraber iki karşıt düşünce belirmekteydi.Bu düşüncelerden ilki olası bir savaşta Türkiye'nin stratejik çıkarları gereği ABD ile birlikte hareket etmesi gerektiği, aksi taktirde Türkiye'nin oluşan durumlarda söz hakkının olamayacağı, 

Kürtlerin daha fazla güçleneceği, Türkmenlerin hakkının yok sayılacağı ve ABD ile ilişkilerin zora gireceği savunulmaktaydı.  Türkiye'nin savaşa girmezse kaybedeceği görüşünü savunan bu görüşe mensup bazı kişiler daha ileri giderek Türkiye'nin Irak'a girerek Musul ve Kerkük'ü geri alması gibi romantik milliyetçi söylemlerde de bulunmuştur. Diğer düşünceye göre ise Türkiye savaş dışı kalmalıydı. Bu savaş başkasının savaşı olduğunun altı çizilmiştir. 

Bu söylem dönemin Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök tarafından da Diyarbakır'da dile getirildi. Aynı zamanda Özkök bu savaşın 1991 Körfez Krizi gibi ağır ekonomik bunalımlar getireceğini dile getirmiş, Türk toprağına ABD askerinin konuşlanmasına dikkat çekmiştir. Bir taraftan Türkiye'ye ABD askerinin gelmesi fikri 1. Dünya Savaşına dair hatıraları akla getirirken egemenlik bağlamında da sorunlu görülmüş, diğer taraftan Türk askerinin ABD komutası altında savaşa girmesi sakıncalı görülmüştür. 

  Kasım 2002'de göreve gelen yeni hükümet 27 Aralık 2002 tarihli Milli Güvenlik Kurulu toplantısında alınan karara göre ABD ile Irak'ın kuzeyinden bir cephe açma konusunda müzakerelere başlanmıştır. Bu toplantıda ayrıca Türkiye'nin Irak konusunda kırmızı çizgileri belirlenmiştir: Bağımsız bir Kürt devletinin kurulması, Türkmenlerin güvenliklerinin sağlanması ve Kerkük ve Musul'un statüsü. ABD ile uzun görüşmeler sonucunda bir Anlayış Muhtırası imzalanmış, buna göre ABD Türkiye'ye verdiği destek karşılığında 6 milyar dolar yardım sözü vermiş, Türkiye'de konuşlanacak asker sayısı 60 000 ile sınırlı tutulurken ABD ile birlikte Kuzey Irak'a 40 000 dolayında Türk askerin gönderileceği kararlaştırılmıştır. 

  Bütün bu pazarlıklara rağmen 1 Mart 2003'de yaşanacak olay bütün ilişkileri alt üst edecek ve artık Türkiye Orta Doğu'da lider ülke olma adına ilk adımını atacaktır. 1 Mart 2003'de TBMM'de yapılan oylamada anayasal çoğunluğun elde edilememesi üzerine tezkere geçmemiş ve Türkiye savaş dışında kalmıştır. 

Bu durum Irak'a kuzeyden açılacak olan cephenin açılmasını engellerken, Türkiye-ABD ilişkilerini derinden etkilemiş ve özellikle Kürt grupların güçlenmesi ve PKK'nın gücünü arttırması gibi savaş öncesi dile getirilen kaygılar gerçekleşmeye başlamıştır.

  Türkiye bir anlamda kendini affettirmek için 20 Mart'ta ABD'nin Türk hava sahasını kullanmasına izin veren tezkereyi geçirse de ABD Irak'ın denize açılan ve en stratejik komşusu olan Türkiye'nin topraklarını kendine kullandırmaması ile oluşan zararı Türkiye'ye her fırsatta yüklemeye başlamıştır. 

Saddam Hüseyin sonrası dönemde Türkiye'nin güvenlik çıkarları her defasında ihlal edilmiş, gerek Barzani gerekse Talabani Türkiye'ye karşı oldukça sert bir tutum sergilemeye başlamıştır.

 Türkiye her fırsatta Kerkük'ün statüsü hakkında görüşler ileri sürmüş savaşın buraya sıçramaması, bölgenin zengin petrol yataklarının ayrı bir statüde değerlendirilmesi ve en önemlisi bölgenin giderek Kürtleştirilmemesi konularını savunmuş ama ilk başlarda kolay bir zafer kazandığını zanneden ABD zaferi açıladıktan sonra gerçekleştirdiği yıkımı ve kaosu görünce, göreli daha güvenli olan bu bölgenin geleceği hakkında herhangi bir değişiklik yapmaktan kaçınmıştır.

  Bütün bu olanların üstüne 4 Temmuz 2003'de yaşanacak olay Türkiye ile ABD arasında derin bir güvenlik krizi ortaya çıkaracaktır. Süleymaniye'de ki Türk Özel Timi Bürosu 100 kadar ABD askeri ve ABD askerleriyle işbirliği yapan KYB peşmergelerince basılmış ve 11 Türk askerinin başına çuval geçirerek göz altına alınmıştır. ABD daha da ileri giderek ilerde yaptığı açıklamada, Türk askerlerinin Kuzey Irak'ta ABD tarafından kurulmak istenen istikrarı bozmak için gerçekleştirilen sabotaj faaliyetlerinin bir parçası olduğunu belirterek  ABD'nin bir taraftan Türkiye'nin bölgedeki askeri varlığına yönelik olumsuz tavrını ortaya koymuş, diğer taraftan Türkiye'yi bu askeri varlığını kaldırması yönünde üstü kapalı tehdit etmiştir. Yaşanan bu gelişme 1991 Körfez savaşından beri yaşanan gerilimli ilişkilere rağmen Kuzey Irak'ta var olan Türk-Amerikan işbirliğinde köklü bir değişime sebep olmuş ve bu tarihten sonra bölgede Türkiye işbirlikçi ülke yerine sorun teşkil eden bir ülke konumuna gelmiştir. ABD'nin yaptığı bu hareketle Türkiye'yi 1 Mart tezkeresinden sonra cezalandırmaya çalıştığı çok aşikardır.

  Irak savaşı sonra ABD bölgede yarattığı yıkımı ve kaosu gördükten sonra yeniden müttefik arayışına girmiştir. Bu bağlamda 20 Mart tarihli ABD güçlerine lojistik destek verilmesini sağlayan tezkerenin 6 aylık süresi dolmasıyla beraber Türkiye'nin Irak'a yeniden asker göndermesi gündeme gelmiş, 10 000 dolayında Türk askerinin Irak'a ABD'nin güçlük çektiği bölgelere gönderilmesi düşünülmüştür. 8.5 milyar dolarlık kredi içeren bir yardım paketiyle birlikte 7 Ekim'de Türk Silahlı Kuvvetlerinin Irak'a güvenlik ve istikrarı sağlamak amacıyla gönderilmesi TBMM tarafından kabul edilmiş ve Başbakan Erdoğan tezkere ile ilgili Türk askerinin önceliğini bölgedeki PKK unsurunun temizlenmesi olarak açıklamıştır. Ancak bu sefer de bölgede ki Kürt ve Arap grupların tepkisi üzerine tezkere rafa kaldırılmıştır. 2000 yılında PKK tarafından ilan edilen ateşkes 2004 yılında sona erdirilmiş ve yaklaşık 1200 PKK mensubunun Türkiye'ye giriş yaptığı tahmin edilmektedir. Türkiye bu kaygıları aşabilmek için Irak'ta merkezi otoritenin güçlendirilmesi adına ülkedeki tüm grupları kapsayan bir yönetim anlayışı gerektiğini vurgulamıştır. Görüldüğü üzere Türkiye'nin Irak politikası Irak'ın bütününü gözeten, insan hakları, evrensel değerlerin savunulması olarak gösterilmeye çalışılsa da Türkiye için önemli olan Irak'ın güçlü bir merkezi otoriteye sahip olarak kuzeyde bulunan Kürt gruplarını tasfiye etmesi ve bu sayede Türkiye'nin Irak'ın kuzeyinden gelen tehdit algılamalarından kurtulması üzerine kurulmuştur.

  2007 yılından itibaren gergin seyreden ilişkilerde kısmi bir yumuşama görülmeye başlanmıştır. Tabiki bu yakınlaşma ABD'nin desteği olmadan düşünülmesi çok gerçekçi olmamaktadır zira ABD bu dönemde Irak'a komşu ülkeler bağlamında kendisini stratejik ortak olarak gördükleri ülkeleri destekleyerek bir nevi bölgede kendi itibarını ve çıkarlarını korumak, garantiye almak için bu tarz politikalar izlemeye başlamıştır. Bu yakınlaşma Cumhurbaşkanı Abdullah Gül'ün de söylemlerine yansımış ve bölgede ki Kürtleri Türkmenler gibi akraba olarak nitelendirmeye başlamıştır. 2006 yazında ABD'nin desteğiyle ortak Terörle 

Mücadele Koordinasyon Grubu oluşturma konusunda anlaşmaya varılmıştır. Bu koordinasyon grubuna Türkiye emekli Orgeneral Edip Başer'i atamış ama bu koordinasyon grubu terörle mücadele de çok etkin olamamıştır. Başer konuyla ilgili ilerleme kaydedilememesini şu sözlerle eleştirmiştir: ''PKK ile mücadele de ABD'den bazı açılımlar bekliyorum. Bunun olmaması durumda istifa edeceğim. Burada süs vazosu gibi oturmanın anlamı yok.'' Bu açıklamadan sonra ABD ile yakınlığıyla bilinen AKP hükümeti anında Başer'i görevinden almıştır.

  Erdoğan'ın Kasım 2007 ziyaretinden sonra Irak tarafında da tavır değişiklikleri olmaya başlamıştır. Daha önde Ankara'nın sınır ötesi operasyonlarına ve PKK militanlarının teslim edilmesi şeklinde ki isteklerine çok sert yanıt veren Barzani, ziyaret sonrası özellikle operasyonların sınırlı tutulması halinde karışmayacaklarını söylemeye başlamıştır.

  2009 yılında Barack Obama'nın iktidara gelmesiyle ABD askerlerinin Irak'tan çekilme sürecinde Türkiye ABD varlığı sonrası Irak'la özellikle de Kürdistan Bölgesel Yönetimi (KYB) ile ilişkileri yeniden gündeme almıştır. Abdullah Gül ziyareti sırasında bölgede ki Kürtler ile Türkiye arasında ki sorunun PKK varlığından ibaret olarak dile getirmiştir. Ardından Davutoğlu'nun Erbil'e giderek KYB merkezini ziyaret eden ilk Türk yetkili olmasıyla ilişkiler daha da olumlu bir hava seyretmeye başlamıştır.

  Türkiye ile Irak arasında bulunan ekonomik ilişki de Türkiye'nin Kürt yönetimine tahammül etmesine yol açmaktadır. 2011 itibariyle yaklaşık 8 milyar dolar bölgeye ihracatı bulunan Türkiye bu paydan vazgeçmek istememektedir. Son dönemlerde ilgili yetkililerin yaptığı açıklamalara göre Türkiye'nin Irak'a 20 milyar dolar seviyesinde bir ihracat rakamı hedeflediği görülmektedir. Buna karşılık 1 milyar dolardan bile daha az Irak'tan ithalat yapan Türkiye nadir dış ticaret fazlası verdiği ülkelerden biridir Irak. 2009 itibariyle Kuzey Irak'ta yatırım yapan şirketlerin sayısı 500'ü geçmiştir ki bu ekonomik yatırımlar Türkiye'yi daha ılımlı politikalar seyretmeye zorlamaktadır.

 Türkiye ile Irak arasında pek çok alanda olumlu adımlar atılırken bu adımların hepsi bölgede ABD'nin çıkarına aykırı olamamaktadır ve hala güvenlik kaygıları, 

Kerkük meselesi, su sorunu gibi bir çok mesele sorunlu alanlar olarak göze çarpmaktadır.


4. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,


***