21 YY Türkiyenin Orta Doğu Politikası. BÖLÜM 5
İsrail komandoları filoda bulunan Mavi Marmara gemisine uluslararası sularda yaptığı müdahale sonrası 9 eylemcinin öldürülmesi Türkiye tarafından sert tepki ile karşılandı ve Türkiye bu tarihten sonra İsrail karşıtı politikalarında uluslararası platformda arkasına daha büyük bir destek almaya başladı. Türkiye ilişkilerin düzelmesi için beş talepte bulunmuştur. Bunlar, özür dilenmesi, tazminat ödenmesi, Gazze'de uygulanan ablukanın kaldırılması, olaya ilişkin uluslararası araştırma komisyonu,el konulan geminin iadesi.
İsrail ile yaşanan krizlere bakıldığında 2009 yılından sonra yaşanan krizler oldukça önem teşkil etmektedir. Bu yıllarda iki ülke arasında üst düzey bir ziyaret gerçekleşmemiştir ve İsrail artık Türkiye'yi yumuşak karnından vurmaktadır. İsrail Türkiye'nin Kürtlere ve Ermenilere yönelik soykırım yaptığı görüşlerini savunmaya başlarken,Türkiye ise daha önde çıkan krizlere rağmen askeri ilişkilerin hiç kopmadığı İsrail'e karşı 2011 yılında tüm askeri anlaşmaları dondurma kararı almasıyla aslında ne kadar ciddi krizler yaşandığını göz önüne koymaktadır.
ABD'nin Orta Doğu'da uyguladığı üç ayaklı politikanın ilk ayağını oluşturan İsrail'in güvenliğinin sağlanması ve dolayısıyla Türkiye'nin bu politikaya karşı olan duruşu ABD tarafından da hoş karşılanmamaktaydı. 2009 yılına kadar Türkiye'nin bölgede izlediği kısmi bağımsız politika İsrail ve ABD'li yetkililer tarafından sabredilmiş ve bu tarihten sonra oluşacak krizlerde İsrail ve dolaylı yoldan ABD Türkiye'ye İsrail ve ABD çıkarlarına ters politikalar izlememesini öğretir nitelikte politikalar uygulamaya başlamıştır. Bu bağlamda Suriye'de yaşanan krizden, Mavi Marmara baskını, Libya örnekleri düşünüldüğünde Türkiye ilk safhalarda kendi dış politikasını uygulamaya çalışacak ama sonra bölgede İsrail'in güvenliğini tehdit eden adım atmamayı öğrenmeye başlayacaktır.
2.4. İran
Aynı coğrafyada farklı kültür, ırk ve yönetim anlayışına sahip bu iki ülke arasında tarih de yan yana görülmeye başlandığından beri bu iki ülke arasında rekabet dikkat çekmektedir. Farklı mezhepsel anlayışlar ve bölgesel olayları etkileyebilme güçleri bu iki ülkeyi rekabet içine sokmaktadır.
İran ile yaşanan rekabet Safevi Hanedanlığından daha da önce Akkoyunlu ve Karakoyunlu devletlerine kadar dayanmaktadır. Türkiye'den sonra en fazla Türk yoğunluğa sahip olan İran'da 25 milyon civarında Azeri Türkü yaşadığı bilinmektedir.
İran ile Türkiye arasında ki ilişkileri dikkate aldığımızda rekabet ve husumet kavramlarını dikkate almak zorundayız. İran ile Türkiye arasında rekabet olduğu doğrudur ama bunu husumet içinde değerlendirmek yanlış olacaktır. Bu konuyu şu örneği vererek daha da anlaşılabilir hale getirebiliriz.
Aile fertleri içinde bile birbiriyle rekabet halinde bireyler olabilir ama önemli karar alınacağı zaman birlik içinde hareket eden bu fertler aralarında husumetin olmadığını gösterirler. Husumetin rekabetten ayıran en önemli özellik ise tarafların mantıklı düşünmesini engellemek olmaktadır.
Bugün Azerbaycan-Ermenistan ve İsrail-Filistin arasındaki ilişkiler husumetin en önemli örnekleridir.
Türkiye ile İran'ın ilişkilerinde husumet olmasının önünde engeller vardır. 1623-1639 Savaşını sona erdiren ve hali hazırda Türkiye-İran sınırını belirleyen Kasr-ı Şirin Antlaşması kendisini bugüne kadar korumuş ve daha sonra ortaya çıkan sınır sorunlarının çözülmesine yardımcı olmuştur.
Bugünde bu tarz sorunların yaşanmamasının yanı sıra birbirleriyle boy ölçüşebilecek güçte olan bu iki ülke aralarında daha akılcı politikalar izlemeyi makul görmüşlerdir.
Irak'ın işgaliyle beraber Türkiye kendi bölgesinde ABD'ye karşı yumuşak dengeleme politikası uygulaması kapsamında İran ile yakınlaşmaya başlamıştır.
Ancak bu yakınlaşma büyük bir güce karşı durmak adına yapılmamış sadece zımni bir uzlaşıyla hareket etmek çerçevesinde gerçekleşmiştir.
Yumuşak dengelemenin amacı geleneksel dengelemeden farklı olarak güçler dengesini değiştirmeyi değil güçlü devletlerin tek taraflı eylemlerini ekonomik, diplomatik, ve kurumsal çabalarla engellemeyi, zorlaştırmayı hedeflemektedir. Türkiye'nin ABD operasyonunu zorlaştırma, geciktirme, engelleme çabaları İran ve Suriye ile ilişkilerinin gelişmesine neden olmuştur.
2003 yılında 1 Mart Tezkeresinin onaylanmaması İran tarafından olumlu karşılanmış ve aynı yıl Türkiye'de gerçekleşen terör olayları İran tarafından kınanmış, Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanı Gül 2004 senesinde ayrı ayrı İran'ı ziyaret etmişlerdir. İran bir yandan Afganistan'da ki diğer yandan Irak'ta ki ABD varlığından son derece rahatsızlık duymaktaydı. Bu dönemde ABD politikalarına karşı çıkan Türkiye ise İran için işbirliği yapılabilir olmasından dolayı ayrıca önemli olmuştur çünkü İran için bölgede ki en önemli tehdit ABD varlığıdır.Türkiye açısından en somut getirisi ise İran'da bulunan PKK mensuplarının Türkiye'ye verilmesi olmuştur. İran içinse bu politika bir yandan onun Türkiye'ye ne denli dost olduğunu kanıtlamasına yararken diğer taraftan da Türkiye'yi, beklediği desteği veremeyen ABD ile olan müttefiklik ilişkisini sorgulamaya itmeyi hedeflemiştir.
Hamas'ın Filistin'de seçimleri kazanmasıyla İsrail'in bölgeye olan ablukası karşısında duran Türkiye'nin, bölgede Hamas ve Filistin Kurtuluş Örgütü arasında arabuluculuk yapmaya çalışması İran tarafından tepkiyle karşılanmıştır. İran bu yakınlaşmanın kendi etkisini sınırlandıracağını düşünmekteydi.
İran'da bölgede ki İsrail yaptırımlarından son derece rahatsız olmakta ve Filistin konusuna aşırı hassasiyetle yaklaşmakta olmasına karşın çözümün kendi etkisi altında olan grupların başarısıyla olmasını istemekte bu bağlamda Filistin Kurtuluş Örgütü ve Hamas'ın yakınlaşmasını istememektedir.
Türkiye'nin nükleer silahlanma konusunda yaptığı açıklamalar ise İran tarafından oldukça memnuniyetle karşılanmaktadır. Zira Türkiye'nin uluslararası platformda İran'ın kesinlikle nükleer silaha sahip olmadığını belirtmesi ve dikkatleri İsrail'in sahip olduğu nükleer silahlara çekmesi İran tarafının savunduğu politikayı Türkiye'nin uluslararası ortamda dile getirmekte oluşu İran'ın Türkiye'ye yakınlaşmasını sağlamaktadır.
Irak işgalinden sonra ABD'nin İran'ın üzerindeki baskısı artması Türkiye tarafından endişeyle karşılanmıştır. Sıradaki hedef olarak İran'ın gösterilmesi Türkiye açısından üç nedenden ötürü bir felaket senaryosu olarak gözükmekteydi.
Birincisi Türkiye Irak'ın aksine İran'a enerji açısından bağımlıdır ve olası bir ABD işgalinde bu enerji ithalinin durması Türkiye'yi tamamen Rusya'ya bağımlı hale getirecek bu da bölgede enerji ihtiyacını çeşitlendirme politikası sürdüren Türkiye için tam anlamıyla bir felaket olacaktır.
İkinci olarak Irak'ın istikrarsızlaşması sürecinde PKK'nın Kuzey Irak'a yerleşmesi Türkiye'nin bölgeden algıladığı tehdidi üst seviyeye çıkarmıştır. Bunun üstüne bir de İran'ın istikrarsızlaşması PKK'nın etkinliğini arttıracak olmasından dolayı Türkiye açısından ikinci büyük felaket olacaktır.
Üçüncü olarak Türkiye İran ekonomisine entegre olma açısından belli bir başarı yakalamış ve bölgede ciddi Türk yatırımcılar bulunmaktadır olası işgal sonrası uygulanacak yaptırımlar Türkiye'nin bu pazarı kaybetmesinin yanı sıra Orta Asya ile de kara bağlantısını koparacaktır. Bu nedenlerden dolayı uluslararası sistemde Türkiye her defasında İran yanında yer almış ve ABD'nin İran'a uyguladığı ambargo ve yaptırımlara karşı çıkmaktadır. Irak'ın aksine İran'ın işgali bölgede Türkiye'nin etkinliğinin yok olması anlamına gelmektedir. Türkiye bütün bu etkenlerden dolayı İran ile Batı arasında arabuluculu, bu arabuluculuk çalışmalarına ev sahipliği yapma, İran'ı Batı'ya açmak için çalışmış hatta 2009 yılında İran'a yaptığı teklifle uranyum zenginleştirme çalışmalarını Türkiye topraklarında yapmasını önermiştir. Ama İran bu öneriye sıcak bakmamış ancak İran 17 Mayıs 2010'da yaptığı Tahran Bildirisiyle, Brezilya ile birlikte Türkiye topraklarında gerçekleşecek uranyum takas anlaşmasını kabul etmiş fakat bu anlaşma Batı tarafından kabul edilmemiştir.
İran'ın Batı karşısında kendisini Arap ülkelerinden farklı olarak güçlü hissetmesi bu politikaların sonuçlarının sınırlı etkiye sahip olmasına neden olmuştur.
Zira İran'da olası bir müdahalede kendisi kadar Türkiye'nin de zarar göreceğinin farkındadır. 2011 yılı verilerine bakıldığında iki ülke arasındaki ticaret hacminin yaklaşık 16 milyar dolar ve bu rakamın 11 milyar dolarını Türkiye'nin doğalgaz ithalatı oluşturması Türkiye açısından enerji güvenliği gözler önüne sermektedir.
Son dönemlerde Arap Baharı kapsamına Libya'ya NATO müdahalesi sırasında Türkiye'nin sonradan da olsa destek vermesi ve Suriye'de muhalifler yanında yer alması ilişkilerin gergin geçmesine neden olmaktadır. Aynı zamanda Türkiye İran ve Batı'nın uzlaşmaz tutumlarını görerek İran'ın yanında daha az durmaya başlamıştır. Buna en güzel örnek NATO kapsamında Malatya/Küreciğe yerleştirilen NATO savunma füzeleridir. Her ne kadar Türk yetkililer bu füzelerin savunma amaçlı olduğunu vurgulasa da herkes bunların olası bir İran saldırısı karşısında İsrail ve Avrupa'nın güvenliği için olduğu bilmekte dir. Türkiye son dönemde İran'a olan bağımlılığı azaltmaya çalışırken bir yandan da İran'ı kendine bağımlı yapmaya çalışmaktadır. İran ile olan altın ticareti Türkiye'nin bu uygulamasının bir sonucu olmaktadır.
2.5. Diğer Körfez Ülkeleri
Türkiye'nin ticarete dayalı yeni ekonomik bağlantı bulma politikası özellikle 2000'li yılların ortalarından itibaren Türkiye'yi Körfez Ülkelerine yakınlaştırmaya başlamıştır. Özellikle 11 Eylül saldırılarıyla ABD'nin bölge ülkelerine uyguladığı sert politikaların etkisiyle ABD'den uzaklaşan bölge ülkeleri Türkiye ile ekonomik ve güvenlik alanlarında işbirliği yapmaya başlamıştır. Bu bağlamada 2005 yılında Türkiye ile Suudi Arabistan arasında, ekonomik işbirliğini arttırmaya yönelik serbest ticaret sahası oluşturma girişimlerine bir ön hazırlık olarak önemli bir anlaşma yapılmış ve üst düzeyde karşılıklı ziyaretlerde bulunulmuştur.
2008 yılında KİK Türkiye'yi stratejik ortak ilan ederek ilk defa bölge dışından bir ülkeyi stratejik ortak ilan etmiştir. Bu çerçevede 2002 yılında 2.1 milyar dolar olan ticaret hacmi, 2009 yılına gelindiğinde 8 milyar dolara çıkmıştır. Türkiye ile olan iyi ilişkiler Körfez Ülkeleri adına da çok yararlı bir hal almaya başladı, örneğin Suudi Arabistan'da Kral Abdullah ABD yanlısı politikalar izlediği gerekçesiyle halk tarafından eleştirilirken, Türkiye ile izlenen olumlu politikalar, halk nezdinde, sadece ABD eksenli politika izlenmediği, bölgesel olarak önemli olan Türkiye ile de pozitif ilişki kuran bir lider olarak gözükmeye başlamıştır.
Türkiye ile Körfez ülkeleri arasında hızla gelişen bu ilişkiler İran tarafından da dikkatle izlenmektedir. Şüphesiz Körfezin en güçlü ülkesi olan İran, Türkiye'nin bölgeye entegre olmaya çalışmasından son derece rahatsız olmaktadır.
Türkiye, İran'ın bu şüpheci yaklaşımından dolayı İran ile de ekonomik ilişkileri geliştirme yoluna giderek bir bağlamda İran'a da güvence vermeye çalışmıştır. İran'ın Körfez ülkelerinde bulunan Şii nüfusu üzerinde etkisi artması kuşkusuz bu bölge ülkelerini son derece rahatsız etmekteydi. Bu anlamda özellikle Suudi Arabistan Türkiye'yi İran'ı dengelen bir unsur olarak görmektedir.
Geniş perspektiften bakıldığı zaman Türkiye'nin İran'ı karşısına alarak Körfez Ülkeleriyle iyi ilişkiler kurmaya çalışması çok akılcı değildir. Gün geçtikçe İran doğalgaz ve petrolüne bağımlılığı artan Türkiye aynı zamanda İran'a ile özellikle bölgede kurulacak olası bir Kürt devleti ve terörle mücadele konusunda son derece muhtaçtır. Bir başka sebep ise Türkiye bölgede çıkan krizlerden dolayı petrol fiyatlarında oluşacak artışlardan son derece zararlı çıkacağı için İran gibi enerji zengini olan bir ülkeyle, çok güvenilmez ve her ne kadar bunu inkar etmeye çalışsalar da son süreçte ABD'nin sözünü dinleyecek olan Körfez Devletleri için ilişkilerin bozulması çok mantıklı gözükmemektedir. Bölgede izlenecek politika ekonomik olmalıdır yani, İran'ı çok rahatsız edecek özellikle güvenlik, ''stratejik ortaklık'' gibi bölgeye çok fazla entegre olmaya çalışan Türkiye ABD'nin bölgeye inmesiyle hem Körfezde hem de İran nezdinde etkinliğini kaybetme olasılığına karşı dikkatli olunmalıdır.
6. BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder