23 Mart 2021 Salı

TARİHİN SONU ( FRANCIS FUKUYAMA ) BÖLÜM 4

TARİHİN SONU ( FRANCIS FUKUYAMA )  BÖLÜM 4


Francis Fukuyama, Tarihin Sonu, Şule ŞAHİN CEYLAN, liberalizm, komünizm, diyalektik, demokrasi, monarşi, faşizm,

O’na göre, dünya siyasetine hakim olmaya devam edecek tek sistem, batının liberal demokrasisidir. 11 Eylülün getirisi olan karsı karsıya gelişte, eşitler arası bir çatışma olmadığı gibi, geleneksel işleyişlerinde batının tehdidini hisseden toplumların, modernleşme karşıtı eylemleri söz konusudur (Fukuyama, 2002/a: 250). 
Fukuyama dini, milliyetçi, ırkçı ve etnik mücadelelerin, demokrasi karsısında durusunu, dünya çapında önemi olmayan rakipler olarak değerlendirmiştir. 
Hatta faşizmin Almanya’da ki ilk görünümü bile, dünyanın bütününü sarsacak bir kuvveti yansıtmamaktadır. Şimdilerde de, tehlikesinin büyüklüğüne inanılmayan akımların, benzeri bir tehdit oluşturması her zaman mümkündür. Fukuyama, milliyetçiliğin aşırı biçimini henüz olgunlaşmamış demokrasilerde görülebilecek bir problem olarak niteleyerek, demokrasinin ileri safhalarında çözüleceğini ileri sürmektedir. Oysa bundan kesin bir çözüm gibi bahsetmek Fukuyama’nın sıklıkla değindiği rasyonellikle uyuşmamaktadır (Himmelfarb, 2002: 63) 

Ayrıca bir diğer eleştiri noktası da, liberal demokrasinin sınıf sorununu çözdüğü ve diğer toplumsal sorunların modern izim öncesi dönemden kaldığı iddiasıdır. 
Böyle olmuş olsa bile bu, sorunların varlığını ve uyandırdığı rahatsızlığı gidermemektedir. 
Liberal demokrasi bakımından bu tip bir gerekçelendirmeye gitmek, açıkça sorunların varlığının kabulü ve çözümleyemedikleri için bastırılmaları anlamına gelir (Himmelfarb, 2002: 63). 

4. SONUÇ 

Francis Fukuyama’nın tarihin sonu tezine dikkat çeken ve üzerinde düşünmeye değer kılan etkeni, iddiasının büyüklüğünde aramak gerekir. Fukuyama demokratik devletin temel özelliklerini rasyonellik, homojenlik ve evrensellik olarak belirlemektedir. Demokrasi ilkelerine göre isleyen bir devlet, yarışan çıkarları insan olma kimliği çerçevesinde birleştirip, açık ve net ilkelere dayanmakta, kisiler arasındaki eşitsizliği kaldırarak sınıfsız bir toplum yaratmakta ve yurttaşlar arasında dil, din, ırk veya başka farklılıkları gözetmeden, esit hak ve özgürlüklerden yararlanmasını sağlamaktadır. Fukuyama, temel hak ve özgürlükler kategorisini, mülkiyet, düşünme, açıklama, istediği dine mensup olup bu dinin gereklerini yerine getirme, siyasi iktidara katılma haklarıyla çizmiştir. Fırsat eşitliğini dengeleyen ve yeniden paylaştırmayı sağlayan sosyal hakları geri planda tutmaktadır. Kanaatimizce söz konusu haklar da demokrasinin islemesi bakımından diğerleri kadar önemlidir. Liberal demokrasilerin sınıf sorununu ortadan kaldırdığını savunan birinin, bu yolda çözüm getiren hak ve özgürlükleri ikinci plana atmaması gerekmektedir. Eğer ki liberal demokrasi, toplumsal adaletsizlikleri asgari düzeye indirme işlevini üstleniyorsa, sosyal haklar 
bu yolda kullanacağı temel enstrüman niteliğindedir. 

Fukuyama, liberal demokrasinin sınıf sorununu çözdüğünü ve diğer toplumsal problemlerin demokrasi öncesi rejimlerin kalıntıları olduğunu söylemekte, ancak 
halen mevcut olan bu tip pürüzlerin nasıl aşılacağına dair bir çözüm getirmemekte dir. Oysa istikrarlı bir demokrasinin işlemesindeki engeller arasında, sosyal adaletsizlikleri de saymıştır. Demokrasinin istikrarını engelleyen böyle bir sorunu ortaya koyduktan sonra, nasıl çözümleneceği ile ilgili de görü belirtmesi, hiç değilse ertelememesi gerekir. Aslında kastettiği, liberal demokrasilerin bu tip pürüzleri gidermeyi hedeflediği olabilir. 

Ancak olan ve olması gerekeni birbirine karıştırmakta, henüz böyle bir sorumsuzlaştırma nın mevcut olmadığı gerçeğini gözardı etmektedir. 
Tezini, Hegel diyalektiği ve tarihselci yaklaşımla kuvvetlendirme çabasının, sistematik bir yol izlemediğini söyleyebiliriz. Hegel düşüncesinden kendi savını 
besleyecek unsurları, bütünlük kaygısı gütmeden çekip almıştır. Felsefi bir temelle, tarihin sonu fikrini daha kolay güçlendireceği fikriyle, çalışmasının çeşitli yerlerine 
serpiştirmiştir. Bu durumda hem kendince güçlü bir dayanak sağlamış, hem de cevaplayamadığı her soru ve sorunda devreye soktuğu bir anahtar edinmiştir. 
Fukuyama’nın, bir dönem liberal demokrasiye alternatif olmuş ya da olduguna inanılmış rejimleri eleştirisi ve O’na yöneltilen eleştirilerde, dikkatimizi çeken 
husus, tarihin sonunu ağırlıklı olarak S.S.C.B’nin dağılmasına ve Soğuk Savaş ’ın bitimine bağlamasıdır. Bu durum, ister istemez tarihte böyle bir devinim olmasaydı, 
Fukuyama’nın tezinin de yazılmayacağını akla getirmektedir. Yani aslında S.S.C.B’nin dağılması karsısında duyduğu sevinci dışa vurma sürecinde, bunu 
destekleyecek felsefi dayanaklar aradığını, her tür gerekçelendirmesi nin altında bu tepkinin yattığını söyleyebiliriz. İslamın bir seçenek olamayacağını söylerken, bunu temellendirdiği nokta da ilgi çekicidir. Hem liberalizmin ekonomik ve siyasi boyutunu birbirinden ayırmış, hem de İslamın liberalizm karsısında alternatif 
sayılmamasını, Batı ve İslam dünyası arasındaki güçlerin eşit olmayışıyla açıklamıştır. Güç derken kastettiğinin ne olduğu açık değildir. Yarıştırdığı güçler, 
ekonomik üstünlük ya da toplumlar tarafından benimsenme ihtimali olabilir. Liberal demokrasi ülkelerinin barısı yaydığı fikri de, yakın dünya tarihi hatırlanınca, kuşku uyandırmaktadır. Neticede Fukuyama’ nın demokrasinin üstünlüğü fikrine katılmakla beraber, bunu açıklarken dayandığı kaynakları ve gerekçelendirme 
biçimini tartışmaya açık bulmaktayız. 

KAYNAKÇA 

Akarsu, B. , (1994) Çağdaş Felsefe, İstanbul, İnkılap Kitabevi. 
Akyol, T. , (2002), Tarihin Sonu mu?, Aydın,M., Özensel, M., (edts), Francis Fukuyama v.d, Tarihin Sonu mu ? (148-156), Ankara,Vadi Yayınları. 
Bayar Bravo, I., (2005), ‘’Tarihin Sonu, İlerleme ve Küreselleşme Üzerine Bir İnceleme’’,C.Ü. Sosyal Bilimler Dergisi, Cilt: 29, No:2, 125-138. 
Bochenski, J. M.,(1997), Çağdaş Avrupa Felsefesi, çev: S.R. Kırkoglu, İstanbul, Kabalcı Yayınevi. 
Bock, K., (1990), İlerleme, Gelişme ve Evrim Kuramları, çev: A. Uğur, Bottomore, T., Nisbet, R., (edts), Sosyolojik Çözümlemenin Tarihi, (53-96), 
Ankara, Verso Yayıncılık. 
Bloom, A.,(2002), Fukuyama’nın Makalesi Üzerine, Aydın,M., Özensel, M., (edts), Francis Fukuyama v.d, Tarihin Sonu mu ? (50-55), Ankara,Vadi 
Yayınları. 
Boucher, Geoff,(1998), History and Desire in Kojeve, ‘Legacy of Hegel’ Seminar, www. marxıst. org (13.04.2007) 
Buhr, M./ Kosing, A.(1999), Bilimsel Felsefe Sözlüğü, çev.: V. Bildik, İstanbul: Toplumsal Dönüşüm Yayınları. 
Caslin, T., (1993), Devlet ve Ekonomi, Saybasılı, K.(edt.), Liberalizm, Refah Devleti, Eleştiriler, (290-314), Ankara, Bağlam Yayınları. 
Cevizci, A.(2002), Felsefe Sözlüğü, İstanbul, Paradigma Yayınları. 
Çaglar, B. (1996) Hukuk Devletinde Gündelik Hayatın Estetigi, Ökçesiz, H., (edt.), 
Hukuksal Olgular Araştırması ve Hukuk Devleti, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Arkivi 3, (165-171), İstanbul, Alkım. 
El-Efendi, A., (2002), Tarihin Sonu’ndan Sonra İslam ve Çatışmanın Geleceği, çev: Y.Aktay, Aydın,M., Özensel, M., (edts), Francis Fukuyama v.d, Tarihin 
Sonu mu ? (185-202) Ankara,Vadi Yayınları. 
Fukuyama, F., (1999), Tarihin Sonu ve Son İnsan, çev.: Z. Dicleli, İstanbul, Gün Yayınları. 
Fukuyama, F., ( 2000/a), Güven (Sosyal Erdemler ve Refahın Yaratılması) , 2.baskı, İstanbul, Türkiye İş Bankası Yayınları. 
Fukuyama, F., (2000/b), Büyük Çözülme, İstanbul, Sabah Kitapları. 
Fukuyama, F., (2002/a), Hala Tarihin Sonundayız , çev: Ö. Gözel, Aydın, M., Özensel, M., (edts), Francis Fukuyama v.d, Tarihin Sonu mu ? (248-250), 
Ankara,Vadi Yayınları. 
Fukuyama, F., (2002/b), Yayınlanısının 10. yılında Tarihin Sonunun Neresindeyiz?, çev.: C. Aydın, Aydın,M., Özensel, M., (edts), Francis Fukuyama 
v.d, Tarihin Sonu mu ? (172-175), Ankara,Vadi Yayınları. 
Fukuyama, F., (2002/c), Hedefler: Modern Dünya, çev. B. Akgün, Y. Aktay, Aydın,M., Özensel, M., (edts), 
Francis Fukuyama v.d, Tarihin Sonu mu ? (251259), Ankara,Vadi Yayınları. 
Gökberk, M., (1996), Felsefe Tarihi, İstanbul, Remzi Kitabevi. 
Hamilton, P., (1996), Historicism, London, Routledge. 
Himmelfarb, G.,(2002), Fukuyama’ya Cevap, çev: Yusuf Kaplan, Aydın,M., Özensel, M., (edts), Francis Fukuyama v.d, Tarihin Sonu mu ? (61-64), 
Ankara,Vadi Yayınları. 
Hüseyin, S. A.,(2002), Tarihin Sonu ve Medeniyetler Çatısması çev: Mevlüde Ayyıldızoglu, Aydın,M., Özensel, M., (edts), Francis Fukuyama v.d, Tarihin 
Sonu mu ? (203-222), Ankara,Vadi Yayınları. 
Kaboglu,İ.Ö.,(2002), Özgürlükler Hukuku, 6. baskı, İstanbul, İmge Kitabevi Yayınları. 
Kaloianov, Radostin, Hegel, Kojeve and Lacan; The Metamorphoses of Dialectics-Part II: Hegel and Lacan, www.academyanalyticarts. org. (10.04.2007) 
Kojeve, A.,(1934) Introduction to the Reading of Hegel, 
www. marxıst.org/reference/subject/philosophy/works/fr/kojeve.htm. (20.03.2007) 
Kumar, K.,(2002), Sosyalizmin Sonu mu? Ütopyanın Sonu mu? Tarihin Sonu mu?’ Dünya Neyi Tartışıyor : Yeni Düşünce Hareketleri, Doğu-Batı Düşünce 
Dergisi, sayı 19, 105-123. 
Laurent, Eric, The Dialogue Lacan-Kojeve on Bureaucracy and on Empire, 
www. wapol. org. (22.11.2006) 
Mazrui, Ali A.,(2002), Tarihin Sonu ve İslam, çev: K. Çayır, Aydın,M., Özensel, M., (edts), Francis Fukuyama v.d, Tarihin Sonu mu ? (125-147), 
Ankara, Vadi Yayınları. 
Miller, D./ Coleman, J./ Connolly, W./ Ryan, A., Blackwell’in Siyasal Düsünce Ansiklopedisi, cilt II,(1995), çev: B. Peker-N. Kıraç, Ankara, Ümit Yayıncılık. 
Pons, A.,(2003), İlerleme, çev: İ. Yerguz, Raynaud, P., Rials, S.,(edts), Siyaset Felsefesi Sözlügü, (430-435), İstanbul, İletişim Yayınları. 
Tanilli, S.,(1993), 7. baskı, Devlet ve Demokrasi, İstanbul, Cem Yayınevi. 
Tanilli, S., (2003), Nasıl Bir Demokrasi İstiyoruz?, İstanbul, Adam Yayıncılık: 1819. 
Touraine, A.,(1997), Demokrasi Nedir?, çev: O. Kunal, İstanbul, Yapı Kredi Yayınları. 
Özcan, M. T., (2001),Hukuk Sosyolojisine Giriş, İstanbul, Don Kisot Yayınları. 
Özlem, D.,(1994), Tarih Felsefesi, İstanbul,: Anahtar Kitaplar Yayınevi. 
Yılmaz, M.,(2002), Medeniyetler Çatışmasına Giriş, 
Yılmaz, M.(edt.), Samuel P. Huntington v.d , Medeniyetler Çatışması, (13-22), Ankara, Vadi Yayınları. 

***

TARİHİN SONU ( FRANCIS FUKUYAMA ) BÖLÜM 3

TARİHİN SONU ( FRANCIS FUKUYAMA )  BÖLÜM 3


Francis Fukuyama, Tarihin Sonu, Şule ŞAHİN CEYLAN, liberalizm, komünizm, diyalektik, demokrasi,

Ekonominin kötüye gidisini durdurmak için özel sektörün rolünü arttırması ve dışarıya açılması halinde, totaliter devleti bir başka tehlike beklemektedir: 
Ekonomide modernleşme, tüm diğer alanlara yansıyacak, düzeni eleştiren yeni bir aydın sınıfı oluşacaktır. Ayrıca yönetime kimin geleceği anayasayla belirlenmediği 
için, politikacılar reform vaatlerinde bulunup destek toplamaya çalışırlar, ki bu zaten modernleşmeyi tetiklemektedir (Fukuyama, 1999:49). 
Fukuyama’ya göre, ekonominin merkezi bir planlamayla yürütülmesi, sadece rasyonel yatırımları ve teknolojik gelişmeleri engellemekle kalmamış, aynı zamanda çalışma ahlakını da bozmuştur. Diğerlerinden daha verimli ve iyi çalışan kisi, bu yönünün takdir edilmemesi halinde, az emek harcayıp aynı parayı kazanma yoluna gidebilir. Çalışma ahlakı açısından, komünizmin benimsetmeye çalıştıgı grup ruhundan sa, bireysel çıkarlar daha teşvik edicidir ( Fukuyama, 1999:105, 234). 
Totaliter rejimlerin uygulamadaki bir başka olumsuzluğu, çevreyle ilgilidir. Vatandaşlar rejimin katılıma imkan vermeyen yönünden ötürü, çevreyi kirletip 
ekolojik dengeyi bozan kuruluşların faaliyetlerini engelleyemedikleri gibi, devlet politikaları da böyle bir izin vermemekte, bu konuda her hangi bir duyarlılık 
göstermemektedir (Fukuyama, 1999:130). 

3.1.2. Sağ Otoriter Rejimler 

Sağ otoriter rejimler ya faşizm ya da askeri diktatörlük biçiminde karşımıza çıkar. 
Askeri diktatörlüklerin uzun vadeli ve ortak bir felsefi, siyasi, ekonomik dayanağı 
olmadığı gibi, faşizm de felsefi ya da siyasi bakımdan bir bütünlük taşımadığı için, 
kesin sınırlarını belirlemek kolay değildir. Ancak faşizmin genel ögelerinin, kişisel 
haklar yerine ödevlerin ağır basması, eşit ve evrensel olmayışı, ulusal çıkarların ve devletin ön planda bulunması, ekonomik sorunların çözümünde bağımsız bir teori geliştirilmemesi, dış dünyaya karsı saldırgan bir milliyetçiliği beslemesi, ırkçı bir politika gütmesi, parlamenter rejimin temel ilkelerinin reddedilmesi olduğunu 
söyleyebiliriz (Tanilli,1993:67-72). 

Fukuyama’ya göre meşruiyet, sadece sol totaliter rejimlerin değil, aynı zamanda sa otoriter rejimlerin de temel sorunudur. Bireye özgürlük tanımayan, iktidarı tek bir kişinin veya bir grubun iradesine bırakan faşizm ve diğer askeri diktatörlükler, 
yapıları gereği baskıcı ve kısıtlayıcıdır lar. Bu yönü devre dışı bırakmak için, fasist 
rejimler bazı durumlarda plebisit yoluna giderek, iktidarı meşru bir temele 
oturtmaya çalışmışlardır (Tanilli, 1993:71-72). 
Ancak böyle bir gerekçelendirme tek basına yeterli değildir. Sadece zora ve baskıya dayanarak yönetilen bir ülkede, meşruiyet sorunu farklı görünümlerde ortaya çıkabilir. Meşruiyetin sağlanması, itaat eden kişilerden hiç değilse bir kısmının yönetime ve iktidarının haklılığına inanmasına bağlıdır. Meşruiyetin bir soruna dönüşmesi, sıradan halkın inançsızlığından ziyade, yönetime yakın olanların desteğini çekmesiyle gündeme gelmektedir. Temelde meşruiyet krizi, yüksek rütbeli kişilerin, düzenin haklılığına inancını yitirmesinin bir uzantısıdır ( Fukuyama, 1999: 32). 
Sağ otoriter rejimlerde bu sorun iki şekil de ortaya çıkar. Ya faşizm egemendir ve 
insanlar demokrasi ile eşitliğin dışarıda bırakıldığı yüksek bir ülkü etrafında 
birleştirilirler. Ya da mevcut toplumsal düzeni sağlamanın ötesinde bütünsel bir 
amacı olmayan, askeri diktatörlükler, bu amacı gerçekleştirmek için görevi 
devralırlar. 
İlkinde rasyonel olmayan bu yüce hedefe ulaşılamaması, ulaşıldığı hallerde ise, otoriteyi meşru kılan amaç ortadan kalktığı için, rejimin anlamsızlaşması söz konusudur. 
İkincisindeyse, yönetimdekilerin düzeni korumak veya yeniden sağlamak dışında bir rolleri olmadığından, meşruiyetleri de aynı amaçla sınırlıdır. İlk modelden farklı olarak, demokrasi ve halk egemenliği ilkesini reddetmez, ancak toplumun henüz buna hazır olmadığı gerekçesiyle ertelerler. 
Burada amaç ve meşruluk kısa sürelerle sınırlıdır. Böyle bir diktatörlük, saglam bir 
zemin üzerine kurulmadığından, toplumsal düzenin teminiyle meşruiyetini yitirir ya da geniş kapsamlı kalkınma planları yapılmadığı ve vaad edilen düzen 
oturtulamadığı için iktidardakiler kendi rızalarıyla çekilirler. Fukuyama istatistiksel 
bir değerlendirmeyle, terörizmle mücadele, eski düzenin sağlanması, ekonomik 
karışıklıktan kurtulunması gibi sınırlı amaçları bulunan askeri diktatörlüklerin, 
çoğunlukla kendi rızalarıyla en iyi rejimin demokrasi oldugunu ve yerlerini yeni 
yöneticilere bıraktıklarını vurgulamıştır ( Fukuyama, 1999: 34-38). 

Özetle faşizm ya da askeri diktatörlük görünümüyle tarih sahnesinde yerini alan 
otoriter rejimler, uzun süreli meşruiyet sağlayamadıkları ve demokrasi karsısında 
kuvvetli bir seçenek sunmadıkları için daha bastan eksik ve yetersizdir. Yönetenleri, ‘ideoloji’ kavramının soyut ve gerçekliği doğrudan betimlemeyen niteliğini dışta bırakmak için, kendi savlarını ‘dünya görüsü’ olarak tanımlasalar bile (Özcan,  2001:128), böyle bir kavram değişikliği meşruiyet zorunluluğunu ortadan kaldırmamaktadır. 

3.1.3. İslam 

İslam, toplumsal yasama iliskin bir takım ekonomik ve siyasal düzenlemeler getirmesi bakımından, diğer dinlerden ayrılmakta, bütünsel bir ideoloji olma özelliği de taşımaktadır. Bütün insanları ulusal özelliklerinden ayırarak sadece insan olma vasfıyla değerlendirmekte ve bu bakımdan evrensel bir yönü bulunmaktadır. Hatta bazı ülkelerde liberal demokrasiye baskın gelmekte ya da hiç değilse tehdit unsuru oluşturmaktadır (Fukuyama, 1999:60). 
Fukuyama İslamın bu yönünü ve dünyada azımsanmayacak sayıda insan tarafından benimsenmesini kabul etmekte, ancak liberalizme alternatif oluşturabileceğine inanmamaktadır. O’na göre, İslam sadece su anda kabul gördüğü ülkelerde gücünü devam ettirebilir ya da en fazla eski yandaşlarını yeniden kazanabilir. Evrensel bir yanı bulunmakla beraber, getirdiği dünya düzeninin benimsenmesi inanç boyutundan ayrılamaz. Liberal demokrasinin egemen olduğu ülke halkları açısından cazibe kazanmasını ve tarihin sonunda İslamın mutlak egemenliğini, Fukuyama mümkün görmemektedir ( Fukuyama, 1999: 60). Çünkü İslam demokratik bir hükumet sistemiyle bağdaş sa bile din ve vicdan özgürlüğü ile özgür ibadet hakkı gibi temel haklarla uyumlaştırılması çok zordur (Fukuyama, 1999: 219). 
    İslam dünyasını diğer dünya kültürlerinden ayıran şey, demokrasinin temel ilkelerinden olan dinsel hoşgörüyü reddeden tek sistem olusudur. 
Batıda, devletin dine hizmet etmek yerine, dinsel hoşgörü ve çoğulculuğu benimsemesi, İslam anlayışıyla uyuşmamaktadır (Fukuyama, 2002: 255). 
Ayrıca devletin belli bir dini benimseyerek, vatandaşlarına karsı ısrarcı bir tutum göstermesi, sanıldığının aksine, dinin kisiler üstündeki etkisini azaltmakta 
ve hatta soğumalarına neden olmaktadır (Fukuyama, 2000: 304). 

3.2. Fukuyama’ya Yöneltilen Eleştiriler 

Francis Fukuyama’nın tarihin sonuna erisildigi ve tüm dünya için düşünülebilecek en iyi rejimin liberal demokrasi olduğu tezi, iddialı yapısı dolayısıyla, çok sayıda eleştiriye neden olmuştur. 
Bu eleştirilerin bir kısmı, tezini kuvvetlendirmek için felsefi temel arayışına, Hegel diyalektiğini yanlı yorumlamasına, felsefece düşünme ve gerekçelendirme yönünün zayıflığına ilişkindir. Bazıları tarihin sonu ve liberal demokrasi tezine karsı çıkmamakta ancak bu sonuca varış yolunu eleştirmektedir. 
Bazılarıysa tarihin bir sona ulaştığını bütünüyle reddetmektedir. Hepsine bu metin kapsamında yer vermek mümkün olmamakla beraber, bir kısmına değinmeye çalışacağız. Fukuyama’ya ‘Medeniyetler Çatışması’ teziyle karsı çıkan Samuel P. Huntington, tarihin devam ettiğini, buna dayanarak liberal demokrasi ve hukuk devletinin evrenselleşmedigini, çatışmaların sürdüğünü belirtmiştir (Çağlar, 1996: 168). 
Dünyadaki diğer medeniyetlerin, batıyı taklit etmelerini engelleyecek farklı özellikler taşıdıklarını iddia eder. O’ na göre, yeni dünyadaki mücadelelerin gerçek 
nedeni, ekonomi yahut ideolojiler değil, kültürler arası farklılıklardır. Dünya olaylarında, milli devletlerin rolünü benimsememekte, ancak asıl mücadelenin, farklı medeniyetlere mensup milletler arasında gerçekleşeceğini ileri sürmektedir. Burada belirleyici etken olarak dine ve kültüre yer vermiştir, ki asıl ayrım batı medeniyeti ve diğerleri arasındadır (Yılmaz, 2002: 14). 
Fukuyama, kültürel faktörlerin varlığını reddetmemekte, hatta bunlara bazı durumlarda demokrasiye geçişi engelleyici rol tanımaktadır. Ancak O’na göre, asıl 
belirleyici kültür değildir. Toplumsal özelliklerden ötürü demokrasiye geçiş yavaş olsa bile, herhangi bir medeniyetin mensubu olmak, bu geçişi imkansız  kılmamak tadır. Demokratikleşme sürecindeki siyasi tutum, kültürden daha belirleyicidir. Ayrıca ülkelerin demokratik bir geleneğe sahip olması gerektiği iddiasını da reddetmekte ve başlangıçta ya da sonradan, katı bir otoriter geleneğe sahip hiçbir halkın ve ülkenin bulunmadığını söylemektedir (Fukuyama, 1999: 221-223). 

Kaldı ki ‘‘çağdaş liberal devlet, siyasal barışın temini için, dinsel ve geleneksel kültürlerin sunduğu farklı ahlaki öneriler arasında, hükumetlerin taraf 
tutmayan bir tavır sergilemeleri kavramı üzerine kuruludur’’ (Fukuyama, 2000/b: 19). Fukuyama ve Huntington’ın tezlerinin birbirine zıt yapısı, ilkinin Soguk Sava sonrasında dünya siyasetinin daha az anarşik olacağı, ikincisinin ülke içi 
çatışmaların yerini, medeniyetler arasındaki çatışmaların alacağı tezleri arasında, bir görüş ayrılığını da getirir (Hüseyin, 2002:203). 
Fukuyama’nın tarihin sonu teziyle ilgili şüpheleri ve eleştirileri arttırıp, Huntington ’un söylemini kuvvetlendiren en belirgin yakın tarihli olay, 11 Eylül saldırılarıdır. İşte bu noktada Fukuyama tezinin hala geçerli olduğunu ve yeni durumun bile liberal demokrasinin gücünü sarsamayacağını ileri sürmektedir. O’ na göre, demokrasinin kültürel bir temeli olmakla beraber, Huntington’un iddia ettiği gibi yalnızca batıda geçerli bir işlerliği bulunmamaktadır (Fukuyama, 2002/a: 249). 
Dünyanın birleşmeye doğru gittiği yönündeki bu iyi niyetli varsayım aslında, Batının değerlerinin küreselleşme aracılığıyla tüm dünyaya yayılması arzusunun başka türlü ifade edilişidir (Touraine, 1997: 202). 
Bu noktada İslamın, Fukuyama’nın tarihin sonundaki liberalizm anlayısına bir alternatif olabileceği iddiaları yoğunlaşmaktadır. İslamın, 11 Eylül olayları 
gerçekleşmeden önce de liberal demokrasi karsısında bir seçenek olduğu görüsü, bir nebze kuvvet kazanmıştır. Bu yöndeki eleştiriler, dünya nüfusunun önemli bir 
bölümünün müslüman olusuna, farkında olarak ya da olmayarak dünya tarihini bu kitlenin şekillendirdiğine, liberalizmin siyasal alana yansıyan tarafıyla, ekonomik 
yönünün birbirlerinden ayrı değerlendirilmesine ve İslamın özünde demokrasiyi dışlamadığına ilişkin dir. Öyle ki demokrasiyi dışlamayan İslamın, dünya nüfusunun beşte biri tarafından benimsendiği de göz önüne alınırsa, bir zaman sonra İslami değerlerin, müslüman olmayan ülkelerde bile geçerli kılınması mümkündür (Mazrui, 2002: 143-145). 

Hatta tarihin sonunu batı demokrasisiyle özdeşleştiren anlayış, kendisine yönelik böyle bir tehdit in varlığını sezinlediği ve bu nedenle gerildiği için, İslamın bir alternatif olamayacağını vurgulamaktadır (El-efendi, 2002: 189). Fukuyama ise 11 Eylül’de ortaya çıkan şiddeti, İslam dünyasının, tarihin sonunun gerçekliğini sezerek, kapıldığı bir endişenin açığa vurulması olarak algılamaktadır. 


***

TARİHİN SONU ( FRANCIS FUKUYAMA ) BÖLÜM 2

TARİHİN SONU ( FRANCIS FUKUYAMA )  BÖLÜM 2


Francis Fukuyama, Tarihin Sonu, Şule ŞAHİN CEYLAN, liberalizm, komünizm, diyalektik, demokrasi,Monarşi,



2.2. Tarihin Sonu Düşüncesinin Felsefi Dayanakları 
2.2.1. Hegel’de Diyalektik: 


Hegel’in diyalektik anlayışı, bir düşünce veya gerçek bir olguyu önce karşıtına dönüştüren, daha sonra tez ve antitez dediğimiz bu iki şeyi, bir senteze ulaştıran 
süreci temsil eder. Yani düşünce ve varlık alanında tez, antitez ve sentez olmak üzere üç temel öge bulunmaktadır ve zıtların birliği olan sentez, bir başka sahada tez ya da antitez olarak karsımıza çıkabilir (Cevizci, 2002:294-296). Hegel’in gerçek bilgi yöntemi saydığı diyalektiğin, oluşma ma, olumsuzlama, olumsuzlamanın olumsuzlanması şeklinde niteleyebileceğimiz yasaları (Buhr ve Kosing, 1999: 111), hem düşüncenin hem de varlığın gelişme biçimini betimlemektedir. Öyle ki 
düşünce de varoluş da, karşıtların uzlaşımıyla gelişirler. Her varılan uzlasma, kendi içinde yeni bir karşıtlık barındırmaktadır. Karşıtların uzlaşıma dönmesi ise belli bir 
sona dek devam eder (Gökberk,1996:437). 
Diyalektik olarak gelişen varlık, bir ilkenin belli bir sona, ereceği doğru ilerlemesini ifade eder. Hegel bu temel ilkeyi ‘geist’ ‘ide’ olarak adlandırmaktadır. ‘İde’, 
diyalektiğin üç aşamasından geçerek, kendi kendini bulmayı, bilinç ve özgürlüğe erişmeyi hedeflemektedir (Gökberk,1996:438). Hegel’in diyalektik anlayışı, sadece düşüncede sınırlı kalmayıp, varlığı açıklarken de bir anahtar islevi görmekte; hatta insanlık tarihini de aynı noktaya dayanarak aydınlatmaktadır. 
Hegel, tarihi, idenin diyalektik olarak açıklandığı, özgürlüğe doğru bilinçli bir süreç olarak nitelemiş, tarihin rastgele olaylar toplamı olduğunu kabul etmemiştir. O’na 
göre, özgürlük esastır. Bu mutlak ereğe ilerlerken, çeşitli dönemlerde, çeşitli toplumlar ve devlet tipleri, gelişme basamaklarını temsil etmektedir. Bu anlamda, 
dünya tarihi rastlantıların değil, özgürlük bilincinin gelişmesinde katedilen yolun tarihi (Cevizci,2002:478-479), özgürlük bilinci içinde sürekli bir ilerleyiş tir 
(Özlem, 1994:88). 
Devletlerin kurulması ve yıkılması bir bakıma insanların dogmasına ve ölmesine benzetilebilir (Akarsu, 1994:85). 
Diyalektik örgüde gelişen tarihsel süreç, farklı ekonomik ve düşünsel sistemlerin karsı karsıya gelip çatıştığı, güçlü ve daha az çelişkili sistemler ayakta kalırken 
diğerlerinin çöktüğü; bazı durumlarda, her iki zayıf sistemin karşılaşmasından bir üçüncünün ortaya çıktığı, evrensel bir arenaya benzetilebilir. Ulaşılması hedefle nen nokta özgürlük olunca, her yeni oluşum öncekinden bazı mirasları devralarak ilerleyecek ve nihayetinde insanlık özgürlük bilincine erişecektir. Böylece, 
uygarlıklar birbirlerini yalnızca teknik ve maddi bakımdan degil, bilinç düzeyinde de izleyeceklerdir (Fukuyama,1999:72). 

İşte burada devreye Hegel’in tarihe bakışındaki ‘tarihselci’ tutum girmektedir. ‘’Tarihselcilik, her tarihsel dönemin o zamanın koşulları ve düşünsel altyapısı 
dikkate alınarak yorumlanabileceğini, her şey ancak kendi tarihsel sürecinde açıklanabileceği için zaman dışı, değişmez kıstasların kabulünün anlamsızlığını 
savunan bir öğretidir’’ (Cevizci, 2002:1005). 

Tarih, doğa bilimlerinin yöntemiyle ya da herhangi bir ussal yaklaşımla değil, ancak kendi bütünselliğinde ve akısı içinde kavranabilir (Bochenski,1997:152). Her tarihsel dönem için, farklı bir dünya görüsü ve kavrayış modeli vardır (Özlem,1994:90). 
Hegel’e göre bilgi, bilincin kendini tanıyarak ilerlemesidir. 
Bilimsel gelişme sürecinde doğayı mantık yoluyla açıklayan bilinç, doğayı sadece kendi öz izlenimiyle değerlendirme imkanına erişecektir. Dolayısıyla doğanın 
anlaşılabilirliği, ayırt edici başkalığıyla sınırlıdır. Böyle bir çelişkinin ve sınırlı anlaşılabilirliğin sonucunda, bilinç bu başkalığı yükseltmek için uğraşacak tır. 
Bilincin doğayı anlamadaki her çabası, yeni bir çelişki sürecini başlatacak ve her aşamada tarih yinelenen dönüşümlerle örülecek tir. Bilincin gerçekliği inşa tarihi, 
bilinç ve doğa terimlerinin anlamları devamlı değiştiği için, sürekliliğin olduğu kadar süreksizliğin de tarihidir. Öyle ki bilinç ve doğanın kesin bir tanımına 
eriştiğimiz durumlarda bile, bunun anlamı, yalnızca her sürecin kendi bağlamında anlaşılabileceği bir bütünsellikte gizlidir (Hamilton, 1996: 47-48). 
Kendi zamanı ve koşullarıyla sınırlı olan insan bilinci, ancak kendi tarihselliği içerisinde kavranabileceği için, insanlık tarihi boyunca bilinç düzeyleri birbirlerini 
izlemiştir. Farklı dönemlerde ortaya çıkan ve kendi zamanı içinde anlam kazanan farklı görüşler, birbirleriyle çelişmekte ve yanlı bilinç ürünleri yerlerini yenilerine bırakmaktadır (Fukuyama,1999:74).
İnsan, değişmeyen bazı doğal niteliklerin toplamı değil de, tarihsel ve toplumsal koşulların bir yansıması olduğu için (Fukuyama,2002:23), 
Ne insan ihtiyaçları, ne de doğruluğuna inanılan bireysel özellikler, tüm zamanlara yayılacak denli değişmez ve mutlak değildir. İhtiyaç ve arzuları toplumsal koşullar belirlemekte, insan doğası önceden oluşan kültürel yapının üzerine eklemeler yaparak değişmektedir. 
Bu değişim, ‘ İde’ nin nihai hedefi olan özgürlüğe erişinceye dek devam edecek, akıl ve özğürlügün daha üst basamaklara ilerlemesiyle mutlak bilince ulaşılacaktır (Fukuyama,1999:75). 

Hegel toplumları özgürlük bilinci bakımından, Doğulu, Grek, Roma ve Hristiyan-Cermen olarak değerlendirmiş, bu sıralama doğrultusunda bir ilerleme 
kaydedildiğini belirtmiştir. Doğuda tek kisi yani hükümdar, Grek ve Roma’da bir kaç kisi özgürken, Hristiyan - Cermen dünyasında herkes özgürdür. 
Bu, sonuncuda, herkesin özgürlük bilincine sahip oluşuyla ilişkilidir. Hatta Hegel’e göre, Fransız Devrimi’ ile birlikte son nokta koyulmuş, bazı Avrupa devletlerinde özgürlük gerçekleşmiştir (Özlem, 1994: 91). 
Fukuyama’ya göre Hegel, dünya olaylarının tamamen bitmesini değil, son noktayı temsil eden, kendinden önceki düşüncelerin eksikliklerini barındırmayan, 
eşitlik ve özgürlük ilkelerinin egemen olduğu liberal devlet anlayışına erişilmesini kastetmektedir (Fukuyama,1999:76). 
Fukuyama, Hegel diyalektiğinden yararlanmış ancak diyalektiğin Marx’ta ifadesini bulan materyalist görünümünden sakınmak amacıyla, diyalektik anlayışa farklı bir 
yorum getiren Kojeve’e sıklıkla başvurmuştur. Bu nedenle Kojeve’e ve felsefi dayanaklarına ayrıca yer vereceğiz. 

2.2.2. Kojeve’in Hegel Yorumu: 

Hegel’in diyalektik anlayışı çerçevesinde mantıgın üç temel görünümü vardır. 
Bunlardan ilki soyut veya anlaşılabilir yönü; ikincisi diyalektik veya olumsuz rasyonel yönü; üçüncüsü ise spekülatif veya olumlu rasyonel yönüdür. Diyalektiğin diğer iki özelliği dışta bırakarak, mantığın ikinci yönüne indirgendiği düşünülebilir. Oysa mantığa diyalektik niteliğini her üçü birlikte vermektedir. Burada belirtilmesi 
gereken Hegel’de mantığın klasik anlamının dışında, bir varlık bilimi olusudur. 

Bu yüzden varlığı simgeleyen her üç özellik araştırma ve açıklama yöntemleri ya da mantığın parçaları değil, her mantıksal ve gerçekte var olanın kurucu unsurları dır (Kojeve, www.marxist.org). 

Kojeve’e göre Hegel’de diyalektik, sadece bir yöntem olmayıp, varlığın kendisidir. Doğru olan her şey ve doğrunun kendisi zaten varlıktır. ‘Kavram’dan anlaşılması 
gerekense, gerçekte var olandan çıkar sanan soyut bir niteleme değil, mantıksal ve gerçek bir şeydir. Çünkü doğruluğu varsayılan ‘mantıksal’ düşünce ve yeterli 
sayılan bir ‘kavram’, varlığı hiçbir şey eklemeden ya da değiştirmeden olduğu gibi tanımlamaktadır. Düşünce varlığa bağlı olduğu için, mantıksal düşüncenin üç yönü varsa, bu, varlığın diyalektik niteliginden kaynaklanmaktadır (Kojeve, www.marxist.org). 
Aynı şekilde Hegelci düşünürlerin, düşünce ve konuşmalarının diyalektik olusu, sadece gerçekte olanın, yani varlığın, diyalektik hareketini 
yansıtmalarıyla ilgilidir (Boucher, www.marxist.org.). Hegel’in izinden giderek varlığı ve sonraki aşamada tarihi, diyalektik bir süreç olarak açıklayan Kojeve, 
varlığa diyalektik özelliğini, mantığın olumsuz rasyonel veya diyalektik yönünün verdiği kanısındadır (Kojeve, www.marxist.org). 
Kojeve, Hegel diyalektiğinin ayırıcı özelliği olarak olumsuzlamayı ve insanı merkeze almaktadır. Bu anlamda Hegel diyalektiğini arzu, istek, mücadele ve 
çalışmaya, dışa vurum biçimlerine indirgemekte, diyalektiğin merkezine insanı koymaktadır. Kojeve’e göre olumsuzlama, insan ve dünya arasındaki birliğin 
bölünmesi anlamına gelir. Her ayrışım neticesinde, yeni bir senteze yani bir esime ulaşılacaktır. Bu durumda insan, kendini gelecekte simdi olduğundan daha iyi 
gerçekleştirebilecek, olumsuz rasyonel yön sayesinde, özgürlüğüne kavuşabilecek tir. O’na göre hiçlik, insanın bir karsı çıkıştan daha fazlası olduğunu, göstermektedir 
(Kaloianov, www.academyanalyticarts.org.). 

Kojeve’in tarih anlayışına baktığımızda, Hegel’in en temel hatasını, kozmik ve tarihsel zamanı ayırması olarak değerlendirdiğini görüyoruz. O’na göre, gerçek 
dünyada zamanın varlığı, arzu olarak isimlendirilir ve bu da yalnızca insana ait olan arzudur. Bu nedenle dünyadaki zamanın gerçek varlığı ve doğal gerçekliğin zamanı gerektirmesi, ancak ve ancak insan merkezli olusuna bağlıdır. Şimdiki zamanda beliren gelecek düşüncesi, bir başka arzuya, sosyal kabul görme isteğine, yönelik arzunun ifadesidir ve tarihi de bu arzudan kaynaklanan eylemler yaratmaktadır (Boucher, www.marxist.org). 

Zamanın merkezine insanı ve insan arzularını yerleştiren Kojeve, Hegel’i anlamanın anahtarını efendi ve uşak diyalektiğinde bulmuştur. Bir kabul görme mücadelesi olan tarih sürecinde, onuru ve diğerleri tarafından kabul görmeyi hedef koyan ve bu uğurda yaşamları pahasına savaşmayı göze alanlar ile risk almayıp böyle bir kabulden vazgeçenler her zaman olmuştur. İlkine efendi, ikincisine uşak denmektedir (Boucher, www.marxist.org). İnsanın kabul görme isteği ve bu 
uğurdaki mücadelesi, kendini koruma güdüsünün önüne geçmekte, içgüdüleriyle çelişebilmektedir. Saygınlık için risk almak ve hayatını ortaya koymak, başkaları na özgür ve gerçek bir insan olduğunu kabul ettirmenin bir yoludur. Ayrıca temel ve hayvani ihtiyaçlar dışında bir amaç için çatışa bilmek, bunun salt insani bir tarafı olduğunu da göstermektedir (Fukuyama,1999:157). 
Ancak söz konusu kabul görme ve saygıyla karşılanma olunca, bu arzunun uşaklar tarafından karşılanması efendiye yetmemekte, dengi saydığı kişilerin saygısını 
beklemektedir (Boucher, www.marxist.org). Efendinin tatminsizliği, hayatını ölüm korkusu nedeniyle tehlikeye atamayan ve uşak olarak kalmayı seçen kişiden 
gördüğü saygının, kendi dengi olan bir başkasının kinin yerini tutmayışından kaynaklanmaktadır. Efendi, hem bu sonuçtan memnun değildir, hem de islerini onun yerine uşaklarının yapması, onu tembelleştirip sadece tüketimle sürüp giden bir hayatı beraberinde getirmektedir (Fukuyama, 1999:198). 
Burada devreye çalışma girmekte ve var oluşu dönüştürerek, tarihsel bir gelişime neden olmakta; dünyayı değiştirirken, uşakları eğitmektedir (Boucher, 
www.marxist.org). Uşak, ölüm korkusuna yenilerek yitirdiği insanlığını, görev bilinci ve öz disiplini çalışarak kazanır. Efendi için çalışırken, bu yolla doğayı ve 
kendi öz doğasını değiştirebileceğini keşfeder. Efendi, saygınlık uğruna hayatını tehlikeye atarak özgür olduğunu kanıtlarken, uşağın özgürlük düşüncesi efendi için çalışarak gelişir. Uşak gerçekte özgür olmadığı, buna rağmen özgürlük bilinci taşıdığı için, felsefi ve bilinçsel bakımdan efendisinden daha ileridedir. 
(Fukuyama,1999:199-200) 

  Uşakların bulunduğu bir düzen, gerçek anlamda özgürlüğü engellediği için, tarih, uşakları vatandaşlara dönüştürmenin ve eşitler ile eşit biçimde çalışanların tarihi olmaktadır. Uşak, özgürlük bilincine ve sonrasında özgürlüğüne çalışma yoluyla ulaşsa bile, Kojeve’e göre insanı hayvanlardan ayıran en temel özellik, kabul görme amacıyla mücadele edişidir. Çalışma ve üretim ikinci sıradadır (Boucher, www.marxist.org). 

Kojeve, tarihin bir sonu bulunduğunu ve bu son geldiğinde, akıllı bir insanın zaten tüm gerçek ve ideal olumsuzlamayı, dönüştürme veya eleştiriyi, yani diyalektik 
yöntemi bırakacağını da öngörmektedir. Kojeve’e göre tarih, mücadele ve çalışmanın gerçek diyalektiğiyle sonlanacaktır. Kojeve bilincin, ölüm bilincini 
zorunlu kıldığını ve insanların ölümden kendi ölümleri gibi bahsedebildik leri, ölümü kavradıkları vakit, tarihin tamamlanacağını düşünmektedir. O’ na göre ölüm, kabul görme mücadelesinde bir başkaldırı yı ve açık bir dışa vurumu simgelemektedir. Efendi-uşak, bağımsızlık-bağımlılık noktasından bakınca, kendilik bilinci ile ölüm bilinci, birbirleriyle ilintili şeylerdir. Her ikisi de arzudan kaynaklanır ve korkuyla neticelenir (Boucher, www.marxist.org). 

Kojeve’in tarihin sonuyla kastettiği, aklın egemenliğinde, evrensel ve homojen bir devletin kurulduğu, sanat ve felsefe yapma imkanının sınırlanmadığı felsefi bir 
gereklilik ve siyasal tamamlanma dır (Bloom,2002:52-53). Böyle bir donanımı sağlayacak olan ise, liberal devlet ve liberal demokrasidir. Efendi ile uşak arasında 
bir dengenin sağlanması; efendinin özgürlük isteği, kabul görme arzusunda ve bu uğurda mücadelede gerçeğe dönerken, uşagın çalışmayla özgürlük bilincine 
kavuşması; tüm taleplerin karşılandığı bir ‘son’ hale ulaşılması da ancak liberal devlette mümkündür. Liberal devlet, efendi ve uşak ilişkisini barındırmadığı ve tüm insanlara ayrım yapmaksızın aynı kabulü sağladığı için evrensel, sınıfsız bir toplum yarattığı için homojendir (Fukuyama,1999:208-210). Asıl siyasal gerçekliği yansıtan modern devlette, tek tek uluslar değil, daha kapsamlı bir birlik, evrensellik söz konusudur (Laurent, www.wapol.org). Böyle bir yapının, tüm insanları tamamen tatmin etmesi, kabul görme yönündeki arzularını karşılaması, insanlık tarihinin en son devlet biçiminin bu olduğunu ve tarihin sonunu müjdelemektedir (Fukuyama,1999:210). 

3. ELEŞTİRİLER 

3.1. Fukuyama’nın Demokratik Olmayan Rejimleri Eleştirisi 

Francis Fukuyama, dünya tarihinin siyasal ve ekonomik alanda gelebileceği son nokta olarak liberalizmi koyarken, bunu sadece bir tercih değil, zorunlu bir son 
olarak da nitelemiştir. Önceki bölümde değindiğimiz tarihselci anlayısa göre ilk kabulü, tarihin gelişiminin basit tekrarlardan ibaret olmadığı; amaçlı ve planlı bir 
ilerleyişin sadece insanlar ile nesneler dünyasını değil, ülkeler ve yönetim biçimlerini de kapsadığıdır. Belli bir ereğe doğru ilerleyişi genel ilke sayarken, 
dünya tarihinden aldığı çeşitli örneklerle tezini kuvvetlendirmiştir. Bunu yaparken, tarihin sonu dediği liberal demokrasiye, bir dönem alternatif sağlamı dünya görüşlerini eleştirmiştir. S.S.C.B’nin dağılmasına dek liberalizmin karsısındaki en kuvvetli cephe olan komünizm, O’na göre başarısızlığıyla liberal demokrasinin tekliğini perçinlemiştir. 
Bir diğer eleştiriyi ise faşizme yöneltmiş, uzun soluklu devlet anlayışına imkan vermediğinin zaten dünya tarihinden çıkar sanabileceğini vurgulamıştır. 
Fukuyama’ya göre islam, siyasal bir yönü bulunsa ve dünya nüfusunun beste biri bu dine mensup olsa bile, büyük kitleleri sürükleyip tüm dünya için yeni bir düzen getirecek güçte zaten değildir. Çalışmamızın bu bölümünde Fukuyama’nın söz konusu dünya görüşlerini hangi açılardan eleştirdiğine yer vereceğiz. 

3.1.1. Sol Totaliter Rejimler 

Komünizm, ortak mülkiyet ve sınıfsız toplum düşüncesine dayanan, eşitlik temelli dünya görüsünü ifade eder (Cevizci, 2002:622). Komünizmin ilk ortaya çıkısı Karl 
Marx’la olmamakla beraber, en etkili kuramı O’nun tarafından geliştirilmiştir. Genel hatlarıyla özel mülkiyet yerine kamu mülkiyetini, iş bölümü yerine işbirliğini ve 
komünal dayanışmayı, liberal demokrasinin bireyci özgürlük anlayışı yerine herkesin kendiliğinden başarması gereken özgürleşme ve bağlarından kurtulmayı 
esas alır (Miller vd, 1995:35-36). Özel mülkiyetin var olmadığı ve üretim araçlarının toplumun tümüne ait olduğu böyle bir düzen, proleterya diktatörlüğü nün ve sosyalizmin hazırlık evresinden sonra ortaya çıkar (Cevizci, 2002: 622). 
Fukuyama’yı, liberal demokrasinin tarihin sonu olusunu açıklarken, öncelikle komünizm eleştirisine sevk eden etkeni, bu görü ve devlet sistemini çok özgün 
bulmasında degil, tarih sahnesinde azımsanmayacak sayıda ülke tarafından benimsenmesinde aramak gerekir. 
Fukuyama, sol totaliter rejimlerin, liberal demokrasinin bireysel özgürlük anlayısı karsısındaki, güçlü devlet, zayıf sivil toplum yapısını eleştirmektedir. O’ na göre 
devletin, kişilerin yasamını tüm ayrıntılarıyla denetlemesi, geleneksel otorite kurumlarıyla (din, dil, aile, tarih örnek verilebilir) bağlantılarını kesmesi, mevcut 
ilişkileri ve değerleri değiştirmesi hep aynı güçlü devlet idealinin yansımasıdır. Özel yaşamla ilgili bir özgürlükten bahsetmek mümkün değildir. 

Her tür yasam alanını kontrolü altına alan devlet, kişilerin kendi özel hayatlarıyla ilgili karar verme özgürlüklerini çeşitli baskı araçlarıyla engellese bile, bunu tam anlamıyla başaramadığı gibi, S.S.C.B’nin dağılma sürecinde görüldüğü üzere, düşünme yeti ve alışkanlığını tam olarak zarara uğratamaz. Kişisel inanç ve değerler, mutlaka bir yerde ortaya çıkacaktır. Fukuyama’ya göre bu insan doğasının özelliklerindendir (Fukuyama,1999:39-43). 

Buna bağlı olarak, başlangıçta eşitlik ve refah dileğiyle zorlamaya karsı gelmeyen fertlerin, bir zaman sonra, gereksinim ve beklentilerinin karşılanmamasından ötürü, içinde yasadıkları düzenin temel ilkelerine inançlarını yitirmeleri tehlikesi her zaman vardır. Bu da meşruiyet sorununu gündeme getirmektedir. Komünist düzen, meşruiyetini büyük ölçüde vatandaşlarına iyi ve kaliteli bir yasam sağlama hedefine dayandırmıştır. Ekonomideki kötüleşme, kisilerin düzenle ilgili inançlarını 
zedelemektedir. Fukuyama’ya göre, kapitalizm çerçevesinde serbest piyasa ekonomisinin egemen olmayışı, zaten ekonomide zayıflamaya neden olacaktır. 
Düzenin meşruluğunu, sınıfsız toplum fikrini benimsemiş kişilerin, yolsuzluk ve ayrıcalıklar yoluyla yeni bir sınıfın oluştuğunu görmeleri, zedelemektedir. 
Ayrıca meşruiyetin bulunmayışında, iyi konumdaki kişilerin rahatsızlığı, diğerlerine oranla daha önemlidir ve çöküş dönemini hızlandırır. 
Bu ise sol totaliter rejimlerde kaçınılmazdır. Meşruluğu yeniden kazanmak için baskı ve zorlamanın azaltılması, amaçlanandan farklı bir etki yaparak, devlet ile toplum dengesini toplum yararına çevirir. Devletin tüm yasam alanlarını denetleme imkanı kalmaz. Böylece yozlaşma ve bozulmanın önü açılır 
(Fukuyama, 1999:44-47). 

TARİHİN SONU ( FRANCIS FUKUYAMA ) BÖLÜM 1

TARİHİN SONU ( FRANCIS FUKUYAMA )  BÖLÜM 1





 Francis Fukuyama, Tarihin Sonu, Şule ŞAHİN CEYLAN, liberalizm, komünizm, diyalektik, demokrasi,

Şule SAHİN CEYLAN * 
* Arş. Gör., Marmara Üniversitesi Hukuk Fakültesi, Hukuk Felsefesi ve Sosyolojisi Anabilim Dalı., 
Üsküdar -İstanbul. 
İstanbul Ticaret Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi Yıl:5 Sayı:10 Güz 2006/2 s.233-252 

ÖZET 
Bu makalede, Francis Fukuyama’nın ‘ Tarihin Sonu ’ kuramı, liberalizm ve Kojeve’in Hegel diyalektiğine getirdiği yorumla baglantısı üzerinden ele alınmıstır. Fukuyama’ya göre, Monarşi veya Komünizm gibi yönetim biçimlerinin başarısızlıgı, insanlara özgürlük ve refah sunmaktaki eksikliklerinden kaynaklanmaktadır. İslamın alternatif bir yönetim sekli olarak düşünülmesini engelleyen de, özgürlük ve demokrasinin bulunmayısıdır. İslamın, modernitenin bazı önemli degerlerini saglayabilecek araçlara sahip olmaması, liberal demokrasi ve kapitalizmle tanımlanan moderniteyle bagdaşmasına imkan tanımamaktadır. Verili bir toplumda, özgürlügün geliştirilmesini için, en elverisli sosyal ve siyasi sistem 
liberal demokrasidir, ki zaten ideolojier arasındaki mücadelenin de liberalizmin zaferiyle sonuçlandıgı açıktır. 

Şule Şahin Ceylan,
 
1. GİRİŞ


Bütün ideolojiler aslında insanların refahı ve mutluluğunu öngörmekte; her yeni dünya görüşü, bu amaç doğrultusunda bir öncekinin eksik yanlarını ortaya koyarak, daha iyi olduğu düşünülen çözümler üretmektedir. Dünya tarihinin düşünsel altyapısı bu yönüyle, bir arayı ve buluşlar tarihi sayılabilir. Liberalizm de refah arayışında önemli bir adımı, hatta Fukuyama’ya göre, insanlığın gelebileceği ve dahi gelmiş olduğu son noktayı simgelemektedir. 
Kuskusuz tarihsel akısın, ilerleme gelişme veya evrim fikriyle ilk ele alınısı, Francis Fukuyama’nın kuramıyla değildir. Ondan önce, Aristoteles, Augustinus, Fontenelle, Saint-Pierre, Concordet, Comte, Spencer, Tylor, Turgot, Herder, Ferguson, Spencer, Durkheim, Maine, Hegel, Marx gibi düşünürler, farklı açılardan da olsa, ilerlemeden bahsetmişlerdir (Bock, 1990: 53-86). Genel anlamıyla ilerleme, uyğarlıgın belli bir yönde gelişmesini, sıçramalı değil ancak sıralı bir iyileşmeyi ifade eder (Pons, 2003:433). 

Fukuyama, tarihin bir amaca doğru ilerlediği görüsüyle, diğerleriyle benzeşmekte; bu amacın liberalizm olduğunu savunmakla onlardan ayrılmaktadır. 

O’na göre, farklı dinsel, kültürel, geleneksel yapılardaki her devlet, eninde sonunda aynı düzlemde buluşacaktır. Bu ortak noktayı ifade etmek için kullandığı ‘tarihin sonu’ kavramı, tarihsel olayların tamamen son bulması anlamına gelmemektedir. Fukuyama bununla, beşeri, siyasi ve iktisadi kurumların, gelisip değişerek ulaşabilecekleri en ideal formda, yani liberal demokrasi ve serbest piyasa ekonomisinin zaferinde, birleşmelerini kastetmektedir (Fukuyama, 2002/c: 252). 
Francis Fukuyama’nın liberalizm anlayışının ve liberalizmin egemenliğini dünyanın sonu saymasının, iki temel dayanagı vardır. Bunlardan ilki, modern doğa biliminin 
gelişmesinin, insanlık tarihinin bütününde ve dolayısıyla devletlerin askeri ve ekonomik konumlanışında, bir ilerlemeyi beraberinde getirdiğidir. 
Doğaya hakim oluş sürecini daha evvel başlatan ve görece tamamlayan uluslar, sahip oldukları teknolojik imkanlardan, yalnızca insan istek ve ihtiyaçlarını 
karşılarken değil, askeri yapılarını ve savunma güçlerini kuvvetlendirirken de yararlanmaktadırlar. 
Uluslararası ilişkilerde belli bir güç ve kabulün, ülke içinde ise bolluk ve refahın temin edilmesi sürecinde, kültürel farklılıklarından arınan devletler, aynı 
aşamalardan geçen diğerleriyle benzer bir yapılanmaya erişmektedirler. Modern bilim ve teknolojinin imkanlarından yararlanma, bunlar aracılığıyla ekonomik 
büyüme ve uluslararası alanda itibar sağlama gayesi, ekonomik liberalizmi tüm devletler için zorunlu kılmaktadır 
(Fukuyama, 2002/b:172-173; Fukuyama, 2002/c: 253). 
Bilimsel, teknolojik ve ekonomik gelişimin getirisi olan homojenlik, ekonomik liberalizmi açıklamakta, ancak liberal demokrasinin de aynı şekilde zorunlu 
oluşunu aydınlatmada bir başka anahtara ihtiyaç duyulmaktadır. İşte burada devreye Fukuyama’nın, liberal demokrasiyi bütün insanlığın nihai kaderi 
sayar ve belli bir amaca doğru rastlantısal olmayan gidisi benimserken yararlandığı, ikinci dayanak girmektedir. 
Bu, Hegel’in diyalektik anlayışı ve ilerleme fikridir. Hegel’de ilerleme, eksik olandan daha eksiksiz olana doğru bir gidisi simgeler. Tarih, kendinin 
bilincine varma, mutlaklaşma ve özgürleşme amaçlarına dogru ilerlemekte, bu olusu ise diyalektik süreç yönlendirmektedir (Bayar Bravo, 2005: 126). Fukuyama 
diyalektiği, K.Marx’ın üzerine inşa ettiği diyalektik materyalizmden arındırarak, Aleksandre Kojeve’in yorumuyla ele almıştır. 
Tarihin sonunu açıklarken kullandığı bu iki anahtarı es geçen devlet düzenleri, yıkılmı ya da yıkılmaya yüz tutmuştur. O’na göre, liberalizm her devletin 
kaçınılmaz ve nihai sonudur. Bu iddiasını pekiştirmek için, diğer dünya görüşlerinin uygulamadaki sonuçlarını, olumsuz yönleriyle ortaya koymus; örnek 
olarak sa otoriter rejimler, sol totaliter rejimler ve islami göstermiştir. 

2. FRANCIS FUKUYAMA’NIN DEMOKRASİ ANLAYIŞI 

2.1. Fukuyama’nın Bakışıyla Liberal Demokrasinin Özellikleri 

      Liberalizmin iktisadi ve siyasi olmak üzere iki yönü vardır. Liberalizmin iktisadi yönünü temsil eden ekonomik liberalizm, bireylerin görece özgür ve bağımsız olduğu fikrine dayanır. Bu özgürlük karsısında devletin, edilgen, sınırlı ve tarafsız olması, piyasaya en az düzeyde müdahale etmesi gerekmektedir (Caslin, 1993: 313). Fukuyama, ekonomik liberalizmin temel ilkelerini, özel mülkiyet ve piyasa eksenindeki özgür ekonomik faaliyet ve ilişkiler olarak belirlemiştir. O’na göre, bu temel ilkelerin yerine başkalarının konması, liberalizm ve liberal devlet anlayışıyla bağdaşmaz (Fukuyama,1999: 57-58). 
Siyasi liberalizm, girişim ve ticaret özgürlüğü seklinde özetlenebilen ekonomik liberalizmin, tamamlayıcısıdır. En genel hatlarıyla, çoğulculuk, genel katılma, 
çogunlugun yönetme hakkını ifade eder. Çoğulculuk, birbirinden farklı düşüncelerin bulunması ve bunların siyasi ve hukuki düzlemde varlık kazanmaları 
anlamına gelir. 
Düşünme, düşünceleri açıklama ve bunlar etrafında örgütlenme hakkını kapsamaktadır. Genel katılım, farklı düşüncelerin siyasi alanda ifade edilebilmesi, 
herkesin oy kullanma, seçme ve seçilme yoluyla siyasal iktidarı belirleyebilmesidir. Siyasal iktidarın, çoğunluk görüsüne uygun biçimde oluşması ise, halk egemenliği ilkesinin doğal uzantısıdır (Tanilli, 1993: 38-42). 

Fukuyama, liberalizm ve demokrasiyi, birbirine yakın ancak farklı kavramlar olarak tanımlamaktadır. Liberalizm, belli kişisel hak ve özgürlükleri devletin 
müdahalesinden koruyan hukuk düzenini; demokrasi, halkın çok partili bir sistemde gizli, genel ve eşit seçimler yoluyla yönetimi belirlemesini ve bu 
yolla siyasi iktidarı paylaşmasını ifade eder (Fukuyama, 1999: 57:58). 
Ancak yönetenlerin halk tarafından seçilmesi, demokratik bir siyasal sistemi tanımlamaya yetmemekte; İktidardakilerin, sahip oldukları yetkiyi, 
kişi özgürlükleri, İnsan hakları ve çoğulculuk ilkesine zarar vermeyecek şekilde kullanmaları gerekmektedir. (Tanilli,2003:18-19). 
    Devletin sınırlarını belirleyen ve yönetimdekilerin faaliyetlerini sınırlayan olgu, bireysel hak ve özgürlüklerdir (Fukuyama, 2000/a: 373). 

Liberal Demokrasinin, bireylere devlet karsısında tanıdığı bu hak ve özgürlükler, kisi özgürlükleri ve siyasal haklar; iktisadi, sosyal, kültürel haklar ve özgürlükler; çevre, gelişme ve barı hakları olarak gruplandırılabilir (Kaboğlu, 2002)1. 
Fukuyama, sınıflandırmayı sivil haklar, dinsel haklar ve siyasi haklar arasında yapmaktadır. 
Sivil haklar, bireyin, kişiliği ve mülkiyetiyle; dinsel haklar, dinsel inançları ve ibadetleriyle; siyasi haklar ise, yönetime katılımıyla ilgili olan, denetimden bağımsız olduğunu gösteren haklardır. Çalışma, konut ve sağlık hakkı gibi, ikinci ve üçüncü kuşak hakları temel haklar sınıfına sokmanın, mülkiyet ve özgür ekonomik etkinlik hakkı gibi, diğer haklarla uyumlaştırılmasının sorunlu ve zor olacağını düşündüğünden, bunları listeye dahil etmemektedir (Fukuyama,1999, 57-58). 
Liberal demokrasinin egemen olduğu bir devlet rasyonel, homojen ve evrenseldir. Rasyonelliği, yarışan çıkarları herkesin insan olma kimliği çevresinde 
uzlaştırmasın dan ve bilinçli biçimde açıklanmış ilkelere dayanmasından; homojenliği, kisiler arasındaki eşitsizlikleri kaldırarak sınıfsız bir toplum 
yaratmasından; evrenselliği ise bütün yurttaşlarını, sadece insan olma özellikleri dolayısıyla kabul etmesinden ve herhangi bir ayrım gözetmemesinden kaynaklanır. 
Evrensellik, en açık ifadesini herkesin doğmakla bir takım haklara sahip olmasında bulur. Burada herhangi bir din, dil, ırk, renk ayrımından bahsedilemez. Diğerlerinin ve devletin dokunamayacağı mülkiyet, her konuda istedigi gibi düşünme, açıklama, istediği dine mensup olup bu dinin gereklerini yerine getirme, siyasi iktidarı oylarıyla belirleme ya da aday olup yönetim kademesinde yer alma haklarına sahiptir (Fukuyama, 1999: 206). Kişilerin devlet ve diğerleri karsısında kazandığı özgürlük, evrensel ve homojen devlet anlayışının bir getirisidir (Kumar, 2002:119). 

Liberal demokrasi çerçevesinde devletin rolü, yurttaşlarını korumak, haklar tanımak, bu hakları kullanmalarının önündeki engelleri kaldırmak, ancak zorunlu olduğu durumlarda, belli insani ilkeleri asmadan, sınırlamalara gitmektir. Devlet söz konusu hakları temin ederken, yurttaşların yükümlülüğü yasalara uymaktır. Zaten, liberal toplumların özlerinde savaşçı olmadıkları ve bunun, kendi aralarındaki ilişkiye de yansıdığı kanaatindedir. Liberal demokrasi, doğal saldırganlık ve şiddet güdüsünü dizginlemekte hatta öldürmektedir. Demokratik yasallık, doğası gereği barısı zorunlu kılar (Fukuyama,1999: 206, 278). 
1 Kisi özgürlükleri ve siyasal haklar kendi içerisinde bireysel özgürlükler, toplu eylem özgürlükleri, siyasal haklar olarak ayrılır. Bireysel özgürlükler güvenlik içinde yasama ve seyahat hakkı olmak üzere bedeni özgürlükleri, düşünce ve ifade özgürlüğünü, vicdan, inanç ve din özgürlüğünü kapsar. Toplu eylem özgürlükleri dernek, toplantı, yürüyüş ve gösteri özgürlükleridir. Siyasal haklar seçme ve katılma hakkıdır. Mülkiyet hakkı ve girişim özgürlüğü iktisadi özgürlükler kapsamındadır. Sosyal haklar grubuna çalışma, sosyal güvenlik ve toplu bir sosyal hak olan sendika özgürlüğü girer. 
Eğitim hakkı ve öğrenim özgürlüğü, sanatsal yaratma özgürlüğü, basın ve görsel-işitsel iletişim özgürlüğü kültürel haklar kapsamındadır. 

Ayrıca çevre, gelişme ve barı hakları da vardır (Kaboglu, 2002). 
Ancak istikrarlı bir liberal demokrasinin oluşmasında, çesitli kültürel engeller vardır. 
    Bunlardan İlki ulusal, etnik ve ırksal bilinçle ilgilidir. 
Ulusal bir birlik duygusu, demokrasinin kurulması bakımından önemli olmakla beraber, farklı gruplardan kişileri dışlayacak kadar gelişmesi ve insanların 
kendilerini, sırf bu nedenlerle, diğerleriyle eşit hissetmemesi bir engel teskil eder. 
   İkincisi, dinin eşitlikçi ve hoşgörülü olmaktan uzaklaşmasıdır. 
Bu iki kültürel olgu, aslında demokrasiyle çatışmamak ta ancak aşırılıkları istikrarlı bir demokrasiye engel olmaktadır. 
   Üçüncüsü, büyük çaplı sosyal eşitsizlikler ve devletin bunun karsısındaki tutumu; 
   Dördüncüsü, kişilerin, grup bilinciyle kendilerini yönetme yetilerinin gelişmemi  olmasıdır (Fukuyama, 1999:217-220). Tüm bu kültürel olguların varlığı 
demokrasiyi zorlaştırsa bile, yoklukları halinde mutlaka demokrasiye geçileceği de garanti değildir. Ayrıca kültürel etkenler, demokrasi için zorunlu değil, 
kolaylaştırıcı koşullardır ve bunların engel düzeyinde olması dahi demokrasiyi imkansızlaştırmamakta dır. 
Çünkü demokrasi söz konusu olduğunda, kültürel değil siyasi koşullar belirleyici rol oynar. Fukuyama, istikrarlı demokrasinin oluşmasındaki engellerin, 
siyaset sanatından anlayan ve halkın eğilimlerini karşılayabilen, akıllı ve etkin devlet adamlarının varlığı sayesinde aşılabileceğini vurgulamıştır 
(Fukuyama, 1999:221-223). 
Liberal demokrasi, kişilerin talep, yasam biçimi ve tüketim alışkanlıklarının zamanla birbirine benzediği bir homojenliğe sahip olsa bile, bu, kültürel 
kökenli farklılıklarının tamamen kaybolması anlamına gelmez (Fukuyama,1999:235). 
Fukuyama, liberal demokrasinin tarihin sonu olduğunu söylerken, dünya üstünde hala bir takım eşitsizliklerin bulunduğu, herkesin aynı şekilde tatmin olmadığı 
gerçeğini reddetmemektedir. Ancak O’na göre issizlik, yoksulluk gibi sorunlar, liberal demokrasilerin eksikliği ya da kusuru değildir. Bütün liberal toplumlar, zaten eşitsizlik nedenlerini ortadan kaldırmaya çalışmaktadır. Diğer rejimlere bakıldığında, daha ciddi toplumsal düzensizlikler ve eşitsizlik görülmektedir. 

Yani Fukuyama’nın yaklaşımıyla, liberalizm eşitsizliğe neden olmamakta, aksine gidermeye çalışmaktadır (Fukuyama,1999:284-286). 
Fukuyama’nın demokrasi anlayışı çerçevesinde en çarpıcı açıklaması, tarihin sonuna gelindiği, bu sonun liberal demokrasi olduğu ve dünyada alternatif olabilecek her hangi bir rejimin bulunmadığıdır. Liberal demokrasinin egemen olduğu şimdiki dünya düzeninden, daha farklı ve daha iyi bir dünya tasavvuru mümkün değildir (Fukuyama,1999:60). 
O’na göre, endüstriyel gelişmeler demokrasinin oluşumunu zorunlu kılmakta, demokratik ilişkilere yol açmaktadır. Aralarındaki zorunlu ilişkiyi, Hegel’in ve 
ardı sıra Kojeve’in diyalektik anlayışıyla açıklaması, O’ nu, bu savı destekleyen diğerlerinden ayırmaktadır. Endüstriyel gelişmelerin neden demokrasiyle 
sonuçlandığına ilişkin, Fukuyama’nın diyalektik çözümlemesi dışında, üç tez vardır. 
Bunlardan İlki, sanayileşme sürecinin ortaya çıkardığı çıkar gruplarını sadece demokrasinin uzlaştıra bileceği görüşüdür. Demokrasinin diktatörlüklerden daha 
elverişli olması, çeşitli uzlaşmazlıkların hukuk aracılığıyla ve gönüllü biçimde çözülmesinde kendini gösterir. 
   İkincisi, Diktatörlüklerin zaman içinde yozlaştığı, ileri teknolojiye sahip toplumları yönetmekte zorlandığı ve demokrasinin bu yüzden kaçınılmaz olduğudur. 
Fukuyama’nın diğerlerine nazaran daha makul bulduğu 
   Üçüncü görüş, sanayileşme ile eğitim düzeyindeki artısın orta sınıf toplumlarına neden olduğu ve bu tip toplumların er geç eşitlik talep ettiğidir  (Fukuyama, 1999:122-125). 
Fukuyama, endüstriyel gelime ve demokrasi arasındaki ilişkiyi, liberal demokrasinin insanlık tarihinin son etkin ideolojisi olduğunu, tarihin mutlak bir sona doğru düzenli biçimde ilerlediğini ve tarihteki olayların rastlantı olmadığını açıklarken, hep aynı noktadan hareket etmiştir. Bu amaçla, Hegel’in tarihi diyalektik örgüde açıklamasından ve Kojeve’in Hegel yorumundan faydalanmıştır. Tezini güçlendirmek için, sırf olguları değerlendirerek çoğulcu demokrasi ve Piyasa Ekonomisini savunması mümkünken, bunu felsefi bir temel arayarak yapması (Akyol, 2002:150), çalışmamızın bir sonraki bölümünde Hegel diyalektiği ve 
Kojeve’in Hegel yorumundan bahsetmemizi gerektirmektedir. 


***

22 Mart 2021 Pazartesi

Koronavirüs Krizi Sonrası Uluslararası Politika ( International Politics after Coronavirus Crisis ) İNG-TR

International Politics after Coronavirus Crisis
İNG.

Chairman: Dr. Ozgur Tufekci
Executive Editor: Dr. Rahman Dag
International Politics after Coronavirus Crisis
Prof. Cenap Çakmak*
cenapcakmak75@gmail.com
* Professor of International Law and Politics,
Anadolu University Political Reflection
Magazine | Issue 23
International Politics after Coronavirus Crisis
The coronavirus crisis has in a matter of months paralyzed the interstate
system which was working modestly, particularly in certain areas. As
students of the IR, we have witnessed major developments and radical
transformations in the past decades: the Soviet Union collapsed; the EU has
evolved into a strong political entity; international terrorism has made it to
the agenda of world politics in the aftermath of the September 11 attacks;
millions were killed in civil wars in different parts of the world; the socalled
Arab Spring raised—albeit for a brief moment—hopes for sweeping
democratization in the MENA region; ethnic nationalism rose as a driving
force in intra-state disputes, causing fragmentation in national territories;
globalization, conversely, remained an attractive analytical tool to explain
the propensity towards integration. The list can be further extended. In
none of these instances was the international institutions as ineffective as
they are now in dealing with the Coronavirus crisis; the elements and pieces
of global governance did not experience such large scale collapse; the
severity of non-cooperation in the ongoing crisis is incomparable. The
World Health Organization (WHO), supposedly set up to address such
exact global health issues, has done too little other than calling it a
pandemic and urging nations to take care of themselves.
I would not go as far as to call the demise of the IR discipline, along with
the international institutions, norms and the international law as a whole. It
is quite possible that the coronavirus crisis would be remembered in the
history of the IR as an individual case, with no significant implications on
the future nature and conduct of international politics. It is also possible to
be optimistic and assume that the unique features of the crisis, its probable
solutions and the uncertainties surrounding it might have required radical
measures, including a total and absolute withdrawal from the processes of a
globalized world. It appears that the horror the coronavirus caused, due to
the potential collapse of the even the strongest national healthcare system
unless radical and extraordinary measures are taken, led almost all nations
to take unusual steps, including abrupt isolation and cessation of any
interaction with others.
However, the unique circumstances in the ongoing crisis that calls for an
urgent response do not justify the ineptness of the international society that
is built upon the assumption of a normative political design. It is just
sufficient to recall the indifference of the European Union—a shining
example of multilevel governance, democracy promotion and political
cooperation—which failed to give a helping hand to one of its founding
members, Italy, currently in a fierce struggle to contain the epidemic.
How the world ended up here?
A meaningful analysis of international politics should make references to
the dynamics and principles that abstractly create the discipline of the IR as
a political construction. Without such references, any argument will remain
speculative and unsupported. Thus, the ongoing crisis cannot be perfectly
isolated from the past and the practices and paths that created the present.
This is not to suggest a deterministic and linear political evolution; but we
can still speak of an order constructed by diverse political organisms that
are able to make rational decisions, learn from and interact with each other
through socialization. This is an anarchic order which cannot be suggested
to be ideal and which in some cases experiences partial chaos.
Unlike widespread public conviction, international politics are not, and
have never been, all about maximization of power and protection of
national interests. An argument insisting that it is the power that all
matters will instantly make a study of international politics obsolete. As an
analytical endeavour, the study of IR upholds an imagination of political
order; and in most cases, what actually matters is to better understand this
order from a political perspective.
This imagination bears several outcomes: first, if we speak of an order
(which does not necessarily have to be perfect and produce justice and
equality), we also need to refer to a society and a normative setup that
identifies the responsibilities and rights of the constituents. We all know
about the conventional constituents; but what we actually do not know that
they are not unrestricted autonomous entities; they are not independent in
absolute terms. In other words, the states may exist only together with
other subjects which are only possible when they observe and honour their
responsibilities (a fact that essentially necessitates a normative order).
How this discussion relates to the global governance crisis during the
coronavirus pandemic? To begin with, the crisis reveals serious flaws in the
ways global affairs are conducted. Basically, we have an assumption of
connectivity and interdependence between members of the international
society and of a set of rules and code of conduct that sustains this state of
interdependence. However, we have not noticed any trace of a society built
upon the premise of interdependence, of any working rules and of an
approach that prioritizes the common good of that society.

   Why have we not seen any useful response by the international society to
the pandemic in a way to make itself noticeable? Obviously, the primary
reason is the lack of political (and collective) interest in the global health
issues, the interest that, given the current crisis, these issues truly deserve.
Any mainstream IR textbook makes mention of these issues within a
political context. But let us not kid ourselves: these references are often of
secondary significance; more importantly, unlike the issues of the so-called
“high-politics,” including terror, civil war, territorial disputes, global health
has not been considered an indispensable part of a strong political
discourse. True, the IR discipline emerged out of the concerns on how to
eliminate the conditions that make wars political alternatives for the states
and how to maintain lasting peace. So this is a discipline whose ontological
justification stems from security-related debates. In recent decades, the
security framework has been extended beyond its traditional themes to
include human beings as an analytical subject (i.e. responsibility to protect
and human security); however, the enhanced framework does not yet make
any reference to global health.
I believe that a more structural problem is the erosion of the state
responsibilities that exist by virtue of acting as sovereign units and the
internationalization and endorsement of this erosion by particularly the big
states. This does not mean much for those who subscribe to the cliché that
international politics recognize no friendship but national interest. As I
noted above, however, international politics becomes analytically
meaningful with the responsibilities attached to the members of the
community. These responsibilities have been redefined constantly over the
past centuries; list of the state responsibilities has been updated; some
becoming less significant, others more powerful. What I am trying to draw
attention to is the growing tendency over the last decades to normalize noncompliance
with what being a member of international society requires.
More precisely, security-focused states like China and Russia, which have
not contributed a great deal to the world’s normative agenda and instead in
many cases acted irresponsibly, are the most to blame. Let us pause for a
moment and think: what position does these states uphold in transnational
issues including global environmental degradation, human rights,
democratization, poverty, inequality and refugees? What contribution have
these states made in the international regimes and mechanisms developed
to address these issues?
This argument may not bear direct relevance to the coronavirus crisis
(except the explicit responsibility of China which, despite calls, has not shut
down wet markets, and denied the existence of a dramatic health problem
that potentially may turn into a global concern until it was too late);
however, the gradual normalization of with drawal from international
norms should be taken into consideration. The explicit or implicit
endorsement of the Crimean annexation and heinous international crimes
in the Syrian civil war (just two examples to cite) is more salient than these
violations themselves. Worse, a number of the states which previously
contributed to the making of international society seems to have joined the
frenzy of deconstructing some of the well-established norms.
What is next?
Those who have a keen interest in foreign policy or international affairs are
often tempted to offer predictions on how the future will look like. The
widely held expectation that the study of IR plays such role is one source of
this temptation. It is at least partly true, as this is one of the functions of the
discipline. But any prediction on the future direction of international
politics should make sense in reference to the underlying logic and
dynamics, as well as observable interplays between changes and
continuities within the international community.
One thing is almost certain to happen: that the current chaos and state of
inaction will be replaced by some sort of coordination and cooperation
which may or may not be conclusive. However, it is hard to argue that
global pandemics will be made part of the political agenda of international
society. Despite that it has been a major concern even at times when the
interstate affairs were dictated by the concept of security dilemma (for three
centuries), cited as the main reason for the states to resort to war, it took a
long time to outlaw conduct of the war in international law (only after the
end of World War II). And yet comprehensive rules of law of armed conflict
have been drafted (the late 1800s and early 1900s) without any serious
objection shortly after the observation (in 1860s) that wars were being
fought in an inhumane manner. Recognition of pandemics as a concern and
issue of international politics is possible via a process of social learning
which we will only observe when the international society is willing and
ready to do so.
Political Reflection
Magazine | Issue 23

***

Türkçesi..,

Koronavirüs Krizi Sonrası Uluslararası Politika 
TR


Prof. Cenap Çakmak,Dr. Özgür Tüfekçi, 
Koronavirüs Krizi, Sonrası Uluslararası Politika, 
Arap Baharı,Dünya Sağlık Örgütü,Uluslararası kurumlar,

Başkan: Dr. Özgür Tüfekçi
Genel Yayın Yönetmeni: 
Dr.Rahman Dağ

Koronavirüs Krizi Sonrası Uluslararası Politika 
Cenap Çakmak *
cenapcakmak75@gmail.com
* Uluslararası Hukuk ve Siyaset Profesörü, 
Anadolu Üniversitesi Siyasi Yansıması
 Dergi | Sorun 23 


Koronavirüs Krizi Sonrası Uluslararası Politika

Koronavirüs krizi birkaç ay içinde eyaletleri felç etti özellikle belirli alanlarda mütevazı çalışan sistem Gibi

 Uluslararası İlişkiler öğrencileri, önemli gelişmelere ve radikal gelişmelere tanık olduk.

Son on yıllardaki dönüşümler: 

Sovyetler Birliği çöktü; AB'nin güçlü bir siyasi varlığa dönüştü; uluslararası terörizm başardı  11 Eylül saldırılarının ardından dünya siyasetinin gündemi; 
Milyonlarca insan dünyanın farklı yerlerinde iç savaşlarda öldürüldü; Sözde 
Arap Baharı - kısa bir an için de olsa - genişleme umutlarını artırdı MENA 
bölgesinde demokratikleşme; etnik milliyetçilik itici güç olarak yükseldi
devlet içi anlaşmazlıklarda güç, ulusal bölgelerde parçalanmaya neden olmak;
 
Küreselleşme, tersine, açıklamak için çekici bir analitik araç olarak kaldı
entegrasyon eğilimi. Liste daha da genişletilebilir. İçinde bu örneklerden hiçbiri 
uluslararası kurumlar kadar etkisiz değildi.

Şimdi Koronavirüs kriziyle uğraşıyorlar; elementler ve parçalar küresel yönetişimin bu kadar büyük ölçekli  bir çöküşü yaşamadığını;

Devam eden krizde işbirliği yapmamanın ciddiyeti kıyaslanamaz.

Dünya Sağlık Örgütü (WHO), sözde bu tür kesin küresel sağlık sorunları, buna bir
salgın ve ulusları kendi başlarına bakmaya çağırıyor.

Uluslararası İlişkiler disiplininin ölümü diyecek kadar ileri gitmem.
 
Uluslararası kurumlar, normlar ve bir bütün olarak uluslararası hukuk. 

O koronavirüs krizinin IR'nin bireysel bir vaka olarak geçmişi, üzerinde önemli 
bir etkisi yoktur.

 Uluslararası siyasetin gelecekteki doğası ve davranışı. Ayrıca mümkündür 
iyimser olun ve krizin benzersiz özelliklerinin muhtemel çözümler ve onu çevreleyen belirsizlikler, radikal işlemlerden tamamen ve mutlak çekilme dahil olmak üzere önlemler küreselleşmiş dünya. 

Görünüşe göre koronavirüsün neden olduğu dehşet, en güçlü ulusal sağlık sisteminin bile potansiyel çöküşü radikal ve olağanüstü önlemler alınmadıkça, 
hemen hemen tüm ulusların önderliğinde herhangi bir başkalarıyla etkileşim.
Bununla birlikte, devam eden krizin bir acil müdahale, uluslararası toplumun 
beceriksizliğini haklı çıkarmaz.

Normatif bir politik tasarım varsayımı üzerine inşa edilmiştir. 

Sadece Avrupa Birliği'nin kayıtsızlığını hatırlamak için yeterli - parlak bir
çok düzeyli yönetişim, demokrasinin teşvik edilmesi ve politik işbirliği - kuruluşlarından birine yardım eli uzatamadı üyeleri, İtalya, şu anda salgını kontrol altına almak için çetin bir mücadele içinde.

Dünya buraya  nasıl geldi? 

Uluslararası siyasetin anlamlı bir analizi, IR disiplini soyut olarak yaratan dinamikler ve ilkeler politik bir yapı. Bu tür referanslar olmadan, herhangi 
bir argüman kalacaktır spekülatif ve desteklenmeyen. Bu nedenle, devam eden kriz mükemmel olamaz  Geçmişten ve bugünü yaratan uygulama 
ve yollardan izole edilmiştir.

Bu, deterministik ve doğrusal bir siyasi evrim önermek değildir; ama biz
hala çeşitli siyasi organizmalar tarafından inşa  edilen bir düzenden bahsedebilir.
rasyonel kararlar verebilir, birbirlerinden öğrenebilir ve birbirleriyle etkileşim kurabilirler sosyalleşme yoluyla.  Bu, önerilemeyecek anarşik bir düzen ideal olmak ve bazı durumlarda kısmi kaos yaşayanlar.
  
Yaygın kamu kanaatinin aksine, uluslararası politika  değildir ve hiç olmadı, her şey gücün maksimize edilmesi ve ulusal çıkarlar. 

Her şeyin güç olduğu konusunda ısrar eden bir argüman meseleler anında uluslararası siyaset üzerine bir çalışmayı modası geçmiş hale getirecektir. 
 
Bir analitik çaba, Uluslararası İlişkiler araştırması, politik sipariş; ve çoğu durumda, asıl önemli olan, bunu daha iyi anlamaktır.
 
   Bu hayal gücünün birkaç sonucu vardır: Birincisi, bir düzenden bahsedersek
(mükemmel olması ve adalet ve eşitlik üretmesi zorunlu değildir), aynı zamanda bir topluma ve seçmenlerin sorumluluklarını ve haklarını tanımlayan normatif bir düzene de atıfta bulunmamız gerekir. 

Hepimiz geleneksel bileşenleri biliyoruz; ama aslında bunların sınırsız özerk varlıklar olmadıklarını bilmediğimiz şey; mutlak anlamda bağımsız değillerdir. 
Başka bir deyişle, devletler ancak sorumluluklarını gözlemlediklerinde ve onurlandırdıklarında mümkün olan diğer konularla birlikte var olabilirler 
(esasen normatif bir düzeni gerektiren bir gerçek). 

Bu tartışma, şu sıradaki küresel yönetişim kriziyle nasıl ilişkilidir?
korona virüs pandemi si ? 

Öncelikle, kriz küresel meselelerin yürütülme şeklindeki ciddi kusurları ortaya çıkarıyor. Temel olarak, uluslararası toplumun üyeleri arasında bağlantı ve karşılıklı bağımlılık ve bu karşılıklı bağımlılık durumunu sürdüren bir dizi kural ve davranış kuralları varsayımına sahibiz. 

Bununla birlikte, karşılıklı bağımlılık, herhangi bir çalışma kuralı ve o toplumun ortak yararına öncelik veren bir yaklaşım temelinde inşa edilmiş bir toplumun izine rastlamadık.

   Neden uluslararası toplumun pandemiye kendini farkedecek bir şekilde yanıt vereceğini görmedik? 

Açıkçası, birincil neden, küresel sağlık sorunlarına siyasi (ve toplu) ilgi eksikliği, mevcut kriz göz önüne alındığında, bu sorunların gerçekten hak ettiği ilgidir. Herhangi bir ana akım Uluslararası İlişkiler ders kitabı, bu konulardan politik bir bağlamda bahsetmektedir. 

Ama kendimizi kandırmayalım: bu referanslar genellikle ikincil öneme sahiptir; daha da önemlisi, terör, iç savaş, toprak anlaşmazlıkları dahil sözde “yüksek siyaset” meselelerinin aksine, küresel sağlık, güçlü bir siyasi söylemin vazgeçilmez bir parçası olarak görülmedi. 
Doğru, Uluslararası İlişkiler disiplini, savaşları devletler için siyasi alternatifler haline getiren koşulların nasıl ortadan kaldırılacağına dair endişelerden ortaya çıktı.
ve kalıcı barışın nasıl korunacağı. Dolayısıyla bu, ontolojik gerekçelendirmesi güvenlikle ilgili tartışmalardan kaynaklanan bir disiplindir. 
 
 Son yıllarda, güvenlik çerçevesi geleneksel temalarının ötesine geçerek insanları analitik bir konu olarak (yani koruma sorumluluğu ve insan güvenliği) 
içerecek şekilde genişletildi; ancak, geliştirilmiş çerçeve henüz küresel sağlığa herhangi bir gönderme yapmamaktadır.
 Daha yapısal bir sorunun devletin aşınması olduğuna inanıyorum egemen birimler olarak hareket etme ve bu erozyonun özellikle büyük devletler tarafından uluslararasılaşması ve onaylanması nedeniyle var olan sorumluluklar. 
Bu, uluslararası siyasetin dostluktan ziyade ulusal çıkar tanıdığı klişesini kabul edenler için pek bir anlam ifade etmiyor.

Yukarıda belirttiğim gibi, ancak, uluslararası siyaset analitik olarak
üyelerine verilen sorumluluklarla anlamlı topluluk. 

Bu sorumluluklar, geçtiğimiz yüzyıllarda sürekli olarak yeniden tanımlanmıştır; devlet sorumluluklarının listesi güncellendi; bazıları daha az önemli, bazıları daha güçlü hale geliyor. Dikkat çekmeye çalıştığım şey, son on yılda uluslararası toplumun bir üyesi olmanın gerektirdiklerine uyumsuzluğu normalleştirme eğiliminin artmasıdır. Daha doğrusu, dünyanın normatif gündemine çok fazla katkıda bulunmayan ve bunun yerine çoğu durumda sorumsuzca hareket eden Çin ve Rusya gibi güvenlik odaklı devletler en çok suçlanan ülkelerdir. 

Bir an için durup düşünelim: 


Bu devletler, küresel çevresel bozulma, insan hakları, demokratikleşme, yoksulluk, eşitsizlik ve mülteciler dahil olmak üzere ulus ötesi meselelerde 
hangi pozisyonda duruyor? Bu devletler, bu sorunları ele almak için geliştirilen uluslararası rejimlere ve mekanizmalara ne gibi katkılarda bulundular?   
   
Bu argüman koronavirüs kriziyle doğrudan alakalı olmayabilir.
(çağrılara rağmen ıslak piyasaları kapatmayan ve çok geç olana kadar potansiyel olarak küresel bir endişeye dönüşebilecek dramatik bir sağlık sorununun varlığını reddeden Çin'in açık sorumluluğu hariç); bununla birlikte, uluslararası normlardan uzaklaşarak yavaş yavaş normalleşmesi dikkate alınmalıdır. Kırım ilhakının ve Suriye iç savaşındaki iğrenç uluslararası suçların açık veya örtük olarak onaylanması (alınacak sadece iki örnek), bu ihlallerin kendisinden daha dikkat çekicidir. Daha da kötüsü, uluslararası toplumun oluşumuna daha önce katkıda bulunan bazı devletler, bazı köklü normların yapısökümünün çılgınlığına katılmış gibi görünüyor.

Sırada ne var?
  
   Dış politikaya veya uluslararası ilişkilere meraklı olanlar, genellikle geleceğin nasıl görüneceğine dair öngörülerde bulunma eğilimindedir.  
Uluslararası İlişkiler çalışmalarının bu tür bir rol oynadığına dair yaygın olarak kabul gören beklenti, bu günaha. 
En azından kısmen doğrudur, çünkü bu, disiplin. Ancak uluslararası alanın gelecekteki yönü hakkında herhangi bir öngörüde bulunulabilir.
 
Siyaset, temelde yatan mantık ve dinamiklerin yanı sıra değişiklikler ve değişimler arasındaki gözlemlenebilir etkileşimler uluslararası  toplum içinde süreklilikler. 

Bir şeyin gerçekleşeceği neredeyse kesindir: mevcut kaos ve eylemsizliğin yerini bir tür koordinasyon ve işbirliği  alacak kesin olabilir veya olmayabilir. Ancak bunu iddia etmek zor küresel pandemiler uluslararası kamuoyunun siyasi gündeminin bir parçası  haline getirilecektir.
 
Toplum. 

Buna rağmen, zaman zaman büyük bir endişe kaynağı Devletler arası ilişkiler güvenlik ikilemi kavramı tarafından dikte edildi (üç kişi için yüzyıllar), devletlerin savaşa başvurmasının ana nedeni olarak gösterilen, bir uluslararası hukukta savaşın yürütülmesini yasaklamak için uzun bir süre (Ancak II.Dünya Savaşı'nın sonu). 
Ve yine de kapsamlı silahlı çatışma hukuku kuralları (1800'lerin sonları ve 1900'lerin başları) herhangi bir ciddi (1860'larda) savaşların olduğu gözleminden kısa bir süre sonra itiraz insanlık dışı bir şekilde savaştı. Pandemilerin bir endişe olarak kabul edilmesi ve uluslararası politika meselesi bir sosyal öğrenme süreci ile mümkündür sadece uluslararası toplum istekli olduğunda gözlemleyeceğiz ve
bunu yapmaya hazır.

Siyasi Düşünce Dergi | Sorun 23

***

Çin’in Başarısının sırrı Teşhis, Takip, Tecrit ve Tedavi.,

Çin’in Başarısının sırrı Teşhis, Takip, Tecrit ve Tedavi.,


Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu,
Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu, “ Çin’in açıkladığı resmi rakamlarla ilgili kuşkular hala sürüyor. Ama muhtemelen teşhis, takip, tecrit ve tedavide uyguladıkları 
yöntemler açısından, dünyaya verecekleri birkaç ipucu olabilir” dedi.
14 Mayıs 2020 Perşembe 13:02

Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu,

GİRAY DUDA

Global çaptaki güncel gelişmeleri yakından izleyen Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu, Çin’in, Kovid-19 virüsü ile verdiği mücadeleyi geçmişteki tecrübelere dayalı sistemli bir çaba ile kazandığını belirtiyor. Global stratejist, Çin uzmanı Kalaycıoğlu ile Çin, ABD ve Avrupa Birliği’nin salgın karşısındaki güç, yetenek ve tavırlarını konuştuk.

- Sayın Kalaycıoğlu, korona virüsün dünyaya yayıldığı Çin’deki salgın dönemi bize büyük umutsuzluk veren bir görüntü ortaya koyuyordu. Yaklaşık 2 aylık sürede salgının bastırıldığı, bu görüşmemizi yaptığımız dönemde 8 gün boyunca Kovid-19’dan kimsenin ölmediği açıklandı. Bu sonuca bu kadar hızlı nasıl ulaştılar?
- Haklısınız. Dünyanın gecikerek öğrendiği salgın, özellikle Çin gibi dünyanın etrafında günde 24 saat dörtnala koşan ve diğer ülkeleri de peşinden koşturan bir ülke için umut kırıcı bir görünüm oldu. Ama Çin hem tarihinde nice salgın ve felaketlerle karşılaşmış bir ülke olarak Kovid-19’a pabuç bırakmayacak kadar güçlü ve kararlı, hem de felaketleri fırsata çevirme alışkanlığı binlerce yıllık tarihinin imbiğinden süzülmüş bir kültür olarak bunun da üstesinden geldi.
Yine de açıklanan resmi rakamlarla ilgili kuşkular hala sürüyor. Salgının ilk dalgasında, Şubat ayı itibarı ile resmi olarak 55.000 olarak duyduğumuz vaka sayısının gerçekte 232.000 civarında olabileceği düşünülüyor. Çin, en son 23 Nisan 2020 itibarı ile 83.000 vaka, 77.346 iyileşen hasta ve toplam 4.642 ölüm bildirdi. Aynı tarihte virüsün küresel olarak bulaştığı insan sayısının 2.9 milyona ulaştığı, en az 196.000 insanın öldüğü ve781.000 hastanın iyileştiği hatırlanacak olursa, yeni vakaların gelmediği (Rusya sınırındaki birkaç parlama dışında) Çin’in bunu en az hasarla atlatan ülkelerin başında geldiği düşünülebilir.

TEŞHİS, TAKİP, TECRİT VE TEDAVİ BAŞARISI

9.6 Milyon kilometrekarelik bir yüzölçümü ve 2019 itibarı ile nüfusu 1 milyar 435 milyona ulaşan bu Dev Ülke bunu nasıl başardı? Bu kadar uzaktan, bu kadar sınırlı bilgi ile üstelik rakamların gerçekleri ne kadar yansıtıp yansıtmadığından emin olmadıkça bunu açıklayabilmek mümkün değil. Ama muhtemelen teşhis, takip, tecrit ve tedavide uyguladıkları yöntemler açısından, dünyaya verecekleri birkaç ipucu olabilir. Tabii her an kendisini Kuzey Kore’den gelebilecek bir biyolojik saldırıya karşı teyakkuz halinde bulunduran Güney Kore’nin de. Yine başarılı örnekler arasında gözüken Yeni Zelanda ve Arjantin’e de dikkatle bakmak gerek. Neyi daha doğru yaptılar acaba?

ABD ARTIK DÜZENLİ, ORGANİZE ÜLKE DEĞİL

- Dünyayı en çok şaşırtan gelişme de ABD’nin korona virüsü karşısındaki zayıflığı, çaresizliği ve hastalık ile ölüm sayılarının çok yüksek sayılara çıkmasıydı. Dünyanın süper gücündeki bu olumsuzluğu nasıl değerlendiriyorsunuz?
- Korona virüsü gayet adil davranarak her ülkenin kapısını çaldı. Tabii rakamlar doğruysa çaldığı ilk kapı yüzüne çabuk kapandı. Çin’in toparlanmaya başlaması, hem ümit hem de ibret verici. Ama yola “America First” diye çıkıp, durduğu yerde dünyanın tabutuna çivi çakmaya kalkan Trump’a en iyi dersi Korona veriyor. Dünyanın 1 numaralı ülkesi ABD, Koronalı hasta ve ölüm sayısı açısından şu anda dünya birincisi. 2016 da yuttuğu büyük lokmayı hala hazmedemeyen Trump ya çok büyük konuştu veya Çin’in ahı tuttu.
Açıkçası bu benim 1970’li yıllardan beri tanıdığım, düzenli, organize, sağlık alt yapısı güçlü ABD değil. Daha zengin Amerika, daha yaşanabilir bir ülke olmaktan çoktandır uzaklaştı. Federal ve yerele ağırlık veren ülkede, hala büyük ölçek ve gelir dağılımı eşitsizliklerine yeterince önem vermemesi buna neden olduğu gibi, böyle bir beklenmedik salgın baskınında, eyaletlerin, kendi göbeğini kesmesinin değil, merkezi bir eş güdümün eksikliği hissedildi. Bu bağlamda, sık sık dile getirilen hatalar arasında, merkezi önlemlerle, hemen sınırların kapanmamış olması.

LAUBALİ LİDERLİK SORUNU

Laubali ve bir şey bilmediğini bilmez ama her işe karışır bir başkan ve ekibinin sorumsuz davranışları, Amerika’yı salgının yayılması açısından dünya birincisi yaptı. Ama bu kötü bir birincilik çünkü dünyanın 1 numaralı ülkesinde maske ve sıhhi eldiven bulunmuyor. Vantilasyon aletleri eksik, halkın çoğunluğu herhangi bir sağlık koruma şemsiyesinden yoksun. Böyle bir ABD, 21. Yüzyılın yüzkarası değilse, Rusya ve Çin için istihza malzemesi.

Hemen her akşam, hem New York valisi Cuomo’nın samimi yetersizlik raporlarını, Trump’ın insanlara, kendilerini, deterjan, çamaşır suyu veya dezenfektan içerek tedavi etmelerini telkin eden çözüm önerilerini, WHO’ya saldırıp, fonlarını keserek bir uluslararası kurumu daha rayından çıkarma çabalarını ibretle izliyorum. Bir taraftan “ne oldum dememeli, ne olacağım demeli” sözünün anlamını şimdi daha iyi takdir ediyorum. Öte yandan bu salgın eğer bir yıl önce olsaydı, New York valisi, 3 Kasım 2020 seçimleri için iyi bir demokrat başkan adayı olabilirdi diye düşünmekten kendimi alamıyorum.

TÖKEZLEYEN ABD EKONOMİSİ.,

Trump’ın sadece kendi sayesinde olmuş gibi övündüğü istihdam ve verimlilik salgın yüzünden tökezliyor. Federal hükümet hemen vatandaşlarına büyüklere 1000 çocuklara 500 dolarlık çek yolladı. 25 Nisan 2020 itibarı ile 88.1 milyon Amerikalıya, 158 milyar dolarlık bir ödeme yapıldığı açıklanmış durumda. Federal bütçeden hane halkı ve işletmelere yapılan destekler nedeni ile 2020 yılında bütçe açığının GSYİ hasılanın yüzde 15’ine ulaşacağı düşünülüyor. Eyalet bütçeleri de 2020 sonunda ciddi açıklar vereceğe benzer. Tabii yüksek gelir gruplarının vergilerini düşüren Trump, Kasım 2020’de yeniden seçilmezse, yerine Ocak 21’de gelecek demokrat başkanın yeniden vergi artırımına gitmesi, ülkede epey tepki toplayacaktır.



FED ZATEN ÖNLEM ALMAYA BAŞLAMIŞTI.,

Diğer dünya merkez bankaları gibi, hatta onlardan bile önce FED (Federal Rezerve), tahvil ve riskli risksiz borç senetlerini satın alarak, piyasaya can suyu yetiştirmeye, faizleri indirerek, likidite şırınga etmeye başladı. Amaç zaten durgunluk tehlikesi sinyalleri enflasyon oranının üzerinden bir türlü kalmayan durumu düzeltmek.

ADB ‘BÜYÜK BUHRAN’DAN DAHA ŞANSLI.,

- ABD eski gücüne nasıl ve ne kadar zamanda kavuşabilir? ABD Başkanı Donald Trump’ın seçim kampanyası bu salgından nasıl etkilenir?
- Dünya 1929 buhranının üstesinden Keynes’in ekonomiye kamu müdahalesi önerisi ile aştı. 1934 -1939 arasında Franklin Delano Roosevelt’in hayata geçirdiği New Deal (Yeni Uygulama) ile ABD tam 10 yılda depresyondan çıktığı gibi, İngiltere’ye de önderlik etti. Sonrası zaten bir başka büyük savaştı. O zor günlerin know-how’ı şimdi ellerinde. Zaten şimdi onun için her yerde ekonomide kamu önderliğini görüyoruz. Bu bağlamda, mali ve parasal genişleme, hane halkı ve şirketlere verilen destekler, vergi borcu ertelemeleri, tahvil satın alma yolu ile ekonomiye likidite sağlamak yanı sıra gıda ve ilaç yardımı gibi ayni yöntemler, merkez bankaları, maliye otoriteleri ve yerel yönetimler tarafından seferber edilmiş durumda.

İŞBİRLİĞİNE HAZIR BİR DÜNYANIN OLMASI BÜYÜK ŞANS.,

Bugün durgunluğa girmek üzereyken Kovid-19 fırtınasına yakalanan ABD ve diğer ülkeler, 1929’da olduklarından daha şanslı. Evet, insanlar daha hareketli, sınırlar daha açık olduğu için Korona gibi salgınlar ve ekonomik krizler, eskisinden daha kolay yayılmakta. Ama şimdi iletişim ile bilgi hızla yayılmakta, durum tespiti, korunma yöntemi, teşhis ve tedavi paylaşımı açısından işbirliği daha kolay. Ayrıca Trump, ne kadar yıpratmaya çalışsa da büyük buhran ve sonrasında olmayan IMF ve Dünya Bankası gibi iki uluslararası kurum var. Kurumsallaşmış G7, G8, G20 gibi işbirliği kuruluşları şimdi önemli fark. Olağanüstü durumlarda işbirliğine hazır bir dünyanın olması da her ülke gibi ABD’nin de şansı.

2021’DE NORMALLEŞME YOLUNA GİREBİLİR.,

Ama belki Amerika’nın en büyük tarihi şansızlığı Trump gibi bir başkan ile bu krizin girdabına kapılmamak için mücadele etmek mecburiyetinde olması. Eğer ABD Trump ve ekibine rağmen kurumlarını ve kurum geleneklerini keyfilikten koruyabilirse, ayrıca yürürlüğe konulan ulusal ve uluslararası önlem paketleri ile 2021’de ekonomi çarklarını yeniden döndürmeye başlarsa normalleşme yolağına girebilir. ABD için bu, ekonominin tedricen açılmaya başlayabileceği Haziran 2020’den önce olmaz. Ancak içine düşülen çukurdan çıkışın eş anlı olması beklenmemeli.
ABD ekonomisi, kendine yeter bir ekonomidir. Buna rağmen ticaret ortaklarının da normalleşmesi, ABD’nin de normalleşme hızını arttıracaktır. Bu söylediğime, Trump’ın ticaret savaşına girdiği Çin’in normalleşmesi de dâhil. Kaldı ki, 2020’yi her halükarda kayıp kapatacak olan Çin, 2021’den itibaren işlerini tekrar rayına oturtur ve dünyanın bu defa önce dev forklifti, sonra yine güçlü bir lokomotifi olursa, ABD de eski gücünü yine kazanır. Küreselleşme birbirine göbekten bağlı bir dünya düzeni yarattı. Bunu virüsün bile değiştirmesi kolay değil. Ama yine de iş ki, virüs ikinci kez dünyayı kalbinden vurmasın.

AB ÜLKELERİ İYİ GÜNLERDE DOST.,

- İkinci şaşkınlığı da Avrupa Birliği’nde yaşadık. Her konuda öncü niteliğiyle dünyaya yol gösteren, ders veren AB’nin salgın karşısında deyim yerindeyse parçalandığını izledik. Her ülke kendi başının çaresine düştü. AB’nin birlik yapısına aykırı bu kötü görüntüsünün nedenleri neydi? Bundan sonra AB’yi nasıl sorunlar bekliyor?
- Avrupa Birliği’nin (AB) ise, iyi günlerde dost, ama zor günlerde yolları ayrılan 27 ülkeli bir topluluk olduğu anlaşıldı. Oysa kötü günleri birlikte aşmak için kurulmuş, daha iyi günler için ortak politikalar, standartlar üretmiş, bunları yönetmek için iyi kötü çalışan kurumlar kurmuşlardı. Devasa bir ortak bütçe oluşturmuş, dünyanın para sahnesine 1999 dan bu yana çıkardıkları para birimleri Euro, tüm rezerv para birimlerine rakip hale gelmişti. Bugüne kadar birçok sistemik kriz atlattılar, sorunları aşmak için zirveler toplayıp, önlerine hedefler koyup ölçüt belirlediler. Yarattıkları para alanında birçok para disiplini yöntemi uyguladılar. Buna rağmen kurallara uymayanları yola getiremeyince 2009 da peş peşe gelen İrlanda, İspanya, Portekiz, İtalya ve Yunanistan’daki mali çöküntüyü bir süre uzaktan izleseler bile, ele güne ayıp olmasın diye çukurun dibinden çıkarmak için destekler verdiler.


SALGIN GÜNDEMLERİNE GEÇ DÜŞTÜ.,

Onların aralarını açan en önemli konu göçmen ve mülteciler oldu. Zor günlerde oradan buradan çıkan “Euro alanından ayrılırız ha!” çoğu kez sadece tehditten ibaret kaldı. Ama 2016 ve sonrasında Brexit ile yaşanan depremin moral çöküntüsünü atlatmaları pek kolay olmayacak. Çünkü bu AB’nin geleceği açısından umut kırıcı derken, bu defa Covid-19 vurdu. AB alanı da zaten bir durgunluğun eşiğindeydi. AB merkez bankasının artık yatırım ve harcamaları teşvik etmediği faiz indirimleri ve üye ülkelerden tahvil alımları ile durumu rahatlatmaya çalışıyordu. Ortak bir maliye politikaları olmadığı için, vergi indirimleri ile piyasayı canlandırma girişimleri bir koordinasyon gerektirmese bile eminim mali önlemleri eş anlı hale getirmek için üye ülke maliye bakanları konseyi toplantılarında bazı görüş alış verişleri yapıyorlardı. Virüs çarpmasına işte bu atmosferde yakalandılar. Salgın gündemlerine gecikerek düştü.

AB DOĞAL AFETLERDE SORUNLU.,

Kuruldukları andan itibaren “iyi günde, kötü günde ve sağlıkta” birlikte olma yemini etmişlerdi de doğal afet ve hastalık zamanları için birbirlerine verilmiş sözleri yok muydu? Acaba o yüzden mi 1997 Assisi depreminde İtalya’yı, 2001 Şap (Foot and Mouth Disease) salgınında İngiltere’yi kendi başlarına bırakmışlardı? İşte yine salgını güneyden kaptıklarında, İtalya ve İspanya’yı kendi başlarına bıraktılar. Ne yapabilirdi bu konuda Brüksel? Bu sorunun bir cevabı da aslında pek yok. Sağlık standartlarına uyulmadığı konusunda ihtar verecek halleri yoktu ki! Karantina sürelerini uyumlaştırmaya da vakit kalmamıştı. AB Schengen bölgesinin açık sınırlarında dolaşım serbestisini askıya alamazlardı. Kaldı ki, hem Schengen bölgesi, hem de para alanı dışında bulunan Birleşik Krallık (BK) virüsün hedefine Brexit’in banisi olmasa bile ateşli uygulayıcısı olan Boris Johnson ile girdi. Üstelik kendisi de hastalanarak.

TEŞHİSTE GECİKTİ, TECRİDİ İYİ UYGULADI.,

Neden İtalya ve İspanya bir anda Covid-19’a bulandı da, Yunanistan çabucak işin içinden çıktı? Bunun da cevabını şu aşamada vermek zor. Ama AB ve İngiltere’nin ortak sorunu, virüsü hafife almak, yayılmasına göz ucu ile bakmak ve vaka sayılarını tahmin edememek, yanlış saymak ve ölüm sayılarını karıştırmak olarak düşünülebilir. Teşhiste geciken AB bölgesi, tecridi ABD’ye göre daha iyi uyguladı. Ama hala gök güzünde görülen ilk güneş ışıltısı ile parklara, çayırlara yayılan maskesiz insanlar, birbirlerine uzak dursalar bile virüse meydan okuyor havasındalar. Yine de geçen yılın 4. Çeyreğine nazaran yüzde 1 büyümüş Euro alanı, bu yılın il çeyreğinde sadece yüzde 0.4 GSYİH artışı kaydetti. 2020 yılını ise yüzde -5.9 küçülme ile atlatırsa ne ala. Ama halen yüzde 7.3 olarak kaydedilen işsizlik, tek hanede kalmayacak, desteklere rağmen iflas ve iş yeri kapanmaları işsizliği çift haneli rakamlara taşıyacaktır. Şu anda yüzde 0.7 oranında olan fiyat artışlarının ise 2020 sonunda yüzde 0.3 indirmesi paçayı ekonomik durgunluğa iyice kaptırdıklarının kanıtı olacaktır.

DÜNYA EKONOMİSİ KÜÇÜLECEK.,

- IMF ve Dünya Bankası, 2020 başlarında genel bir yavaşlamanın açıklamalarını yapıyorlardı. Şimdi de beklenmeyen bir salgının öldürücü etkisi her yanı sardı. Küresel çapta bizi neler bekliyor?
- Haklısınız, hem IMF, hem de dünya Bankası, genel eğilimlere, ticaret savaşlarının da etkisini hesaba katarak 2020’nin büyümenin yavaşlayacağı bir yıl olacağını açıklıyorlardı. Ama pandemi bu kehanetin üzerine tüy dikti. Şimdi artık salgınla beraber artan beşeri maliyetin büyüme, istihdam ve gelir üzerindeki olası etkisini telaffuz etmeye başladılar. İlk değerlendirmelere göre tahmin bu yıl yüzde -3 bir daralma olacağı üzerine. Ama eğer yılın ikinci yarısında kapanan ekonomiler yavaş yavaş açılırsa biraz daha iyimser olunabileceğini açıklıyorlar. Ancak umut 2021’de. Salgın gelecek sonbahar ve kış yeni bir dalga ile saldırmazsa, 2021’de yüzde 5-6 arası bir küresel büyümenin kayıp yılı telafi etmeye başlayacağı düşünülüyor. Her iki kurum da kendi üzerlerine düşeni yapmaya gayret ediyor.
Bu bağlamda, IMF 1 trilyon dolar borç verme kapasitesi ile üyelerine acil likidite akıtacağını açıkladı. Sadece 100 milyarlık bir fonu, acilen seferber ettiği gibi, Özel Çekiş (SDR) haklarından da imkân kullandıracağını açıkladı. Dikkat edin Mart ayından bu yana, sanal da olsa kolları sıvadılar. Özellikle salgın ve ekonomik yükü altında en fazla ezilen 25 ülkeye hemen “olağanüstü zaman” (Catastrophe Containment and Relief) kredileri tahsis edip, borç taksit ve faiz ödemelerini erteleme sözü verdiler.

Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu 

DÜNYA BANKASI’NDAN SAĞLIK PROJELERİNE DESTEK.,

Dünya Bankası ise Nisan ayı başında önce acil tepki olarak 1.9 milyar değerinde bir hızlı (fast-track facility) proje finansmanı tahsisi yaptı. Mali desteği ilkelerinden şaşmayarak proje bazında vermesi, özellikle gelişmekte olan ülkelerde sağlık altyapısını güçlendirecek projelerin hayata geçirilmesini amaçlamış görünüyor. 25 ülkeye yönlendirilen bu ilk fon akışına ilaveten, 40 ülkeye, halen başlamış bulunan projelere 1.7 milyar dolarlık destek sözü verdi. Sadece Dünya Bankası olarak değil, Dünya Bankası grubu olarak, Covid-19’un en fakir ülkelerde yaptığı olumsuz etkiyi telafi amacı ile önümüzdeki 15 ay boyunca 160 milyar dolarlık bir paketi de açıklayıp, dünyanın her yerinden gelen taleplere cevap verecek şekilde pozisyon aldı.

DÜNYA SAĞLIK ÖRGÜTÜ GÜÇLENDİRİLMELİ.,

- Global bir virüs salgını karşısında Dünyanın ne kadar savunmasız olduğu ortaya çıktı. Yeniden her an gelebilecek bir salgına karşı dünya çapında ne tür önlemler alınması ve ne gibi yeni kurumların oluşturulması gerekir?
- İster genel, ister bireysel, ulusal, küresel veya kısmi olsun salgın ve salgından korunmak için başvurulan yöntemlerin uygulanmasında kamunun yönlendirici, denetleyici, düzenleyici ve engelleyici rolü önemli. Ülkeler arası işbirliği ve bilgi değiş tokuşu da öyle. Sağlık sektörlerine yönelik tüm kararlar ve halk sağlığı ile ilgili bilgilendirmeler yanı sıra, ilaç, serum teminindeki hız ve kolaylık kadar, hastane ve hastalık olmadan önleyici hekimlik hizmetlerinin kapasitesi dikkate alınması gereken konulardan.
Gelelim kurumsal yapılanmalara, bence WHO yani Dünya Sağlık Örgütü zayıflatılması değil güçlendirilmesi gereken bir koordinasyon kurumudur. ABD, CDC (Center for Disease Control and Prevention), diğer ülkelerdeki benzeri kuruluşların ulusal örgütlenme ağları kadar, WHO ile ilişkileri de önemlidir. Bu bağlamda, Türkiye’de de Hıfzısıhha Enstitüsünün yeniden işlevsel hale getirilmesi ve liyakate uygun yapılandırılması önemlidir.

SALGINLARA KARŞI HAZIR OLMALI.,

Salgın veya benzeri afetlere güçlü bir ekonomik, hukuki, idari ve fiziki altyapı ile girmek her zaman, afetlerin artçı etkisini göğüslemek için çok önemli. Bu bağlamda isterseniz önce bir salgın veya afet öncesinde hangi ülkelerin daha riskli olduğuna bakalım.
Evet, ekonomik açıdan en riskli ülkeler, iç borç, dış borç ve borçluluk oranı ile dış kaynak ihtiyacı yüksek olanlar. Bunlar dış kaynaklı şoklar açısından çok daha kırılgan. Bunun yanı sıra, dışa açılma derecesi yüksek, turizm, otelcilik, restoran ve eğlence gibi hizmet sektörlerinin GSYİH içindeki payı fazla olan ülkeler, yine dış kaynaklı şoklara karşı en çok topun ağzında olanlar. Bir de, mali disiplini zayıf, yolsuzluklarla zayıflatılmış, yabancı para rezervleri düşük, özerk olması gereken kurumları siyasi vesayet altına girerek yıpratılmış ülkelerin de virüsün yıkıcı etkisine karşı gerekli politika önlemlerini liyakatle alabilecek imkânı sınırlı.

ÖNLEM, TEŞVİK VE DESTEKDE DİKKATLİ OLUNMALI.,

Bunun dışında, yavaşlayan ekonomik koşullara ve durgunluk dalgasına karşı alınacak makroekonomik önlemlerin, panik havasına imkân vermeyecek etkinlikte atılması gerek. Teşvik ve desteklerde adres şaşmamalı ve ayrıcalık yaratılmamalı ki haksızlık olmasın. Şeffaflık olsun ki, güvensizlik artmasın. Borç geri ödemeleri aksamasın ki finans sektörleri dara düşmesin. Keyfi fiyat artışları olmasın, stokçuluk ve karaborsa orta çıkmasın. Bir de kamu duyuruları zamanında ve en yetkin ağızlardan yapılsın ki güven boşluğu ve zafiyeti ortaya çıkmasın.

YANGIN ÖNCESİNDE YETERLİ SUYUNUZ VAR MI?.,

- Türkiye’de krize hızlı tıbbi müdahaleye rağmen, yapılan yardım, teşvik ve tedbirlerin GSMH’ye oranının başka ülkelere göre düşük olduğu değerlendirmeleri yapıldı. Sizce kriz dönemi ve sonrası için ekonominin çarklarının dönmesi, küçük işletmeci ve esnafın, çalışanların krizden olumsuz etkilenmemesi için yapılan yardımla yeterli midir? Başka neler yapılabilirdi?
- Salgının Türkiye’ye ne zaman ulaştığını kestirmek mümkün olmadığı gibi, ilk vakanın belirlendiği tarihi de tam olarak kestirmek zor. Bizde salgın resmi olarak 17 Mart’tan itibaren ülke gündemine girmeye başladı. Ancak ekonomik sıkıntılar siz de biliyorsunuz ki çok daha önce başlamıştı. İflaslar, borç erteleme talepleri ve konkordato başvuruları 2017’den itibaren hepimizin endişesiydi. Bu bağlamda sistematik olmayan önlemler, destekler bilinenin dışında olmamakla birlikte, özellikle iki haneli enflasyona rağmen merkez bankası tarafından faiz indirimleri ile piyasa fonlama sürdürüldü. Bunun faydasına karşılık, döviz kuru üzerinde yarattığı baskı yolu ile enflasyona katkısı, hep değerlendirmeye çalıştığımız politika önlemleri oldu. Türkiye’nin salgın öncesi durumunu, bundan önceki sorunuzda “hangi ülkeler, beklenmedik krizler karşısında daha kırılgan?” sorusuna verdiğim cevaplarla değerlendirmek uygun olur. Özellikle, hazinenin gelir-gider durumu, Merkez bankası rezervleri, dış borçların GSYİH içindeki payı ile bütçe açıkları bize bir stres testi için iyi bir ayraçlar manzumesi verir. Tabii elimizdeki verilerin doğru ve kesin olduğu koşullarda, her ülke gibi Türkiye’nin de Mart ortası açıklanan salgın krizine nasıl yakalandığını düşünebiliriz. Şimdi bu konuda ayrıntıya girmeksizin bazı hususları birlikte saptayalım: Bir kere, özellikle beklenmedik/ dışarıdan gelen bir kriz karşısındaki gücünüz, kriz öncesi durumunuza bağlı. 

Bu yangına yetiştireceğiniz suyun depodaki durumu gibi.

MÜLTECİLERE BÜYÜK KAYNAK AYRILDI.,

Unutmayalım ki bir de Türkiye içinde bulunduğu jeopolitik riskler, muhatap olduğu ve büyük ölçüde kendi yağı ile çözüm üretmek zorunda kaldığı mülteci sorunlarına büyük kaynak tahsis etmiştir. Dolayısı ile eğer bu salgın krizi 2010 dan önce üzerimize çökseydi, daha güçlü mali imkânlarla, ihtiyaç sahiplerine yetişebilirdi hükumet.

SLUMPFLASYONU KONUŞACAĞIZ.,

Öte yandan, tüm dünya gibi Türkiye de bu tutulumdan 2021 başında çıkmaya başlarsa, piyasalara akıtılan bol likidite, kaçınılmaz olarak enflasyona zemin hazırlayacak gibi gözüküyor. Bilindiği gibi aşırı bol likidite, sınırlı mal ve hizmetin peşine düşerse enflasyon tetiklenir. Bu durumda gelişmiş ülkelerde tek haneli fiyat artışlarına meyleden koşullar, iş imkânları ile el ele yürürse, uzunca bir nekahat dönemini, güçlü bir iyileşme izleyebilir. Ama bu girdaba zaten çift haneli fiyat artışları, likidite bolluğu ve para ikamesi (dolarizasyon) ile yakalanan Türkiye, yüksek enflasyon, yüksek işsizlik, yanı sıra sürgit eden bir ekonomik daralmayı, yani küçülmeyi yaşamaya eğilimli olacaktır. Bunun ekonomi yazınındaki izdüşümünü ise artık, “slumpflasyon” kavramı olarak göreceğe benzeriz.
Son olarak, Türkiye’nin yabancı sermaye çıkışları, düşük ve daha da düşen tasarruf düzeyi, dünyanın ve ülkenin içinde bulunduğu koşullara bağlı olarak gelmeyecek yabancı sermaye nedeni ile acilen dış kaynak ihtiyacı bulunmaktadır. Bu konudaki girişimlerin ne sonuç vereceğinin göreceğiz.