16 Ocak 2021 Cumartesi

COVID-19’UN ETKİLERİ

COVID-19’UN ETKİLERİ 






Jose Ignacio TORREBLANCA  
Avrupa Dış İlişkiler Konseyi (ECFR) Madrid Ofisi Direktörü, İspanya 
COVID-19’UN ETKİLERİ 

Küreselleşme, Çok Taraflılık,  Avrupa Birliği, Demokrasi, Jose Ignacio TORREBLANCA  ,

COVID-19 krizinin üç temel etkisi ortaya çıkmıştır. 

Birincisi, küresel düzende meydana gelmiştir. 

Koronavirüs, pandemiye karşı mücadele edebilecek kurumları güçlendirmek suretiyle çok taraflı işbirliğinin iyileştirilmesini zorunlu kalmıştır. Krizden en çok etkilenen az gelişmiş ülkelere yardım etmek için, başta Dünya Sağlık Örgütü    (DSÖ) olmak üzere, ticaretin sürdürülmesini sağlayan kuruluşlara ve uluslararası finansman kurumlarına gereksinim duyulmaktadır. COVID-19 dikkatleri bir kez 
daha küreselleşme karşıtı tartışmalara çekmiştir. Bazıları bu krizin, devletleri daha savunmasız bir konuma sürükleyen küreselleşmenin sonucu olduğuna inanmakta dır. Bununla birlikte, küreselleşme karşıtlığı bu krizden önce de var olan siyasi bir tercihtir. Devletlerin bazıları, diğerlerine göre çok daha savunmasız, zor durumda ve tedarik zincirlerine karşı aşırı bağımlı oldukları için pandemi ve kriz yönetimi 
ile yedek kaynakların kullanımında farklı uygulamalarda bulunacaklardır. Ancak bu durum, küreselleşme karşıtı bir sürecin yaşanacağı anlamına gelmemektedir. Aksine, pandemi ve sonuçlarına karşı mücadele etmek için çok taraflı kurumlara 
her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulacaktır. 

Salgının ikinci etkisi AB’nin yönetim tarzı ve bütünleşme süreci üzerinde görülmektedir. Kriz Avrupa yönetim mekanizmalarının güçlü ve zayıf yanlarını ortaya çıkarmıştır. Avrupa’da yetkiler, devletlerin elinde olmasına rağmen yukarıdan aşağıya ve aşağıdan yukarıya adem-i merkeziyetçiliğe dayalı çok katmanlı bir hükümet sistemi içinde kullanılmaktadır. Bu durum devletlerin etkisiz veya savunmasız görünmelerine yol açabilmektedir. Bu yüzden, kriz birçok AB ülkesi için ekonomik ve sosyal açıdan gerileme riski oluşturmanın yanı sıra, Avrupa kurumlarının etkinliğinin ve krize karşı koyma mücadelesinde devletlere yardım etme kapasitelerinin sorgulanmasına da neden olmaktadır. Bu bağlamda, Koronavirüs tartışmaları çerçevesinde 2008 krizinde yaşanan Kuzey-Güney ayrışmasının yeniden ortaya çıkması iyiye işaret değildir. 

Bununla birlikte, adil olmak gerekirse, Avrupa kurumlarının 2008’de olduğundan daha süratli ve etkili bir şekilde salgına karşılık verdiğini söyleyebiliriz. Avrupa Merkez Bankası ile Avrupa Komisyonu, üyelere yardımcı olmak ve istikrarı sağlamak için müdahalede bulunulması gerektiğinin farkına daha erken vardılar. Ekonomik toparlanma için gerekli mekanizmaların uygulanması için ise Avrupa Birliği’nin önünde hala uzun ve zorlu bir yol bulunmaktadır. Bu görevi nasıl gerçekleştireceklerini ve kaça bölüneceklerini henüz bilmiyoruz, ama en azından birbirlerine ihtiyaç duyduklarının farkına vardılar. Avrupa iç piyasasına bakınca büyük tahribat İtalyan ve İspanyol ekonomilerinde görülüyor, bu durum doğal 
olarak Avrupa’nın bütününü olumsuz şekilde etkileyecektir. COVID-19’un üçüncü etkisi iç siyaset üzerinde olacaktır. Pandemiye karşı mücadelede otoriter rejimler in demokrasilerden daha etkili olup olmadığı tartışması, ABD ve Birleşik Krallık dahil olmak üzere birçok demokrasinin salgına geciken müdahalesi sonucunda, Çin ve diğer otoriter devletler tarafından demokrasinin eksiklerine ve uyguladıkları 
otoriter önlemlerin başarısına ilişkin söylemlerini dile getirmek için kullanılmakta dır. Ancak, demokrasilerin otoriter sistemlere kıyasla daha zayıf ve daha az etkili olduğu doğru değildir. Tayvan, Japonya veya Güney Kore gibi demokratik ülkeler, vatandaşlarının özgürlüklerinden ödün vermeden Koronavirüs’e karşı etkili bir şekilde mücadele edilebileceğini kanıtlamışlardır. Bu krizin, otoriter liderlerin 
güçlerini merkezileştirmesini, muhalefeti ezerek karşıtlarını bastırmasını, medyaya saldırmasını ve nihayetinde kişisel güçlerini pekiştirmesini kolaylaştıran bir yönünün bulunduğu doğru olmakla beraber, gerçekte COVID-19 krizi bu tür 
uygulamalar için bir sebep olmaktan ziyade bir mazeret oluşturmaktadır. 

Bu kriz ile mücadele edebilmek için otoriter olmayan, ancak daha etkin ve esnek bir idari yönetime ihtiyaç vardır. Büyük şehirlerde virüse karşı takip edilecek mücadele stratejisi, kırsal alanlarda uygulanacak stratejiyle aynı değildir. Merkezi 
makamlar salgınla mücadelede uygulanacak sıhhi ve ekonomik önlemlerin verimli olmasını sağlamak için yerel ve bölgesel yönetimlerin yanı sıra ekonomik ve sosyal sektörlerle de diyalog içinde olmalıdır. Gücü daha merkeze çekerek, diyaloğu ortadan kaldırmaya niyetlenenler muhtemelen başarısız olacaktır. 

Bu kriz, çok taraflılığın, AB’nin kapasitesinin ve ulusal düzeyde demokratik siyasetin güçlendirilmesine yol açmalıdır. 


***

COVID-19 SONRASI AVRUPA’NIN KÜRESEL ROLÜ

COVID-19 SONRASI AVRUPA’NIN KÜRESEL ROLÜ 





Dr. Nathalie TOCCI 
İtalya Uluslararası İlişkiler Enstitüsü Başkanı, 
AB Yüksek Temsilcisi ve AB Komisyonu Başkan Yardımcısı Josep Borrell’in Özel Danışmanı, İtalya 


 Avrupa Birliği, Çok Taraflılık, Uluslararası Örgütler, Dr.Nathalie TOCCI, COVID-19 Sonrası Avrupa, Küresel Rolü, 


Avrupa Birliği yöneticilerinin, COVID-19 salgını ortaya çıkmadan önce kullandıkları söylemlerde, AB’nin jeopolitik gücünü bir şekilde vurgulamaya oldukça özenli davrandıkları aşağıdaki örneklerden de anlaşılmaktadır: 
• Yüksek Temsilci ve Komisyon Başkan Yardımcısı Josep Borrell, Avrupa Birliği’nin “güç dilini kullanmayı öğrenmesi” gerektiğini, 
• Avrupa Komisyon Başkanı Ursula von der Leyen, Komisyonunu “jeopolitik bir Komisyon” olduğunu, 
• Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, AB’nin dağılmaması için kendisini küresel bir güç olarak tanımlaması gerektiğini ifade etmişlerdi. 

COVID-19 Sonrası Avrupanın Küresel Rolü 

Yukarıdaki bu söylemlerin ardında 21. yüzyıldaki Avrupa projesinin artık tamamen küreselleşme odaklı olması gerektiği gerçeğini gören siyasi bir önsezi bulunmakta dır. AB, kuruluş felsefisi gereği sadece kıtadaki barışı sağlamak ve tek pazarın kazançları ile Avrupa refahını arttırmak için değil, çağımızın başlıca küresel sınamalarının üstesinden gelebilmesi için de var olmalıdır. 

COVID-19 salgını öncesinde de Avrupa kıtasında küresel sınamaların üstesinden gelebilecek kritik kitleyi sadece Avrupa Birliği’nin oluşturabileceği esasen görünüyordu. Üye devletlerin, en büyükleri de dahil olmak üzere, 21. yüzyılın 
ulus aşırı özelliğe sahip teknoloji, iklim ve demografi gibi küresel sınamalarla birer ulus devlet olarak tek başlarına başa çıkabilmeleri mümkün değildir. AB, dünyadaki paydaşlarla bir araya gelmesi halinde bu zorlukları aşacak kritik güce sahiptir. 
COVID-19 küresel salgını bu gerçeği daha da görünür hale getirmiştir. Tıpkı üye devletlerin COVID-19 krizi ve bunun sonucunda ortaya çıkan ekonomik krizden kendi başlarına sıyrılamayacakları gibi, Avrupa da genel olarak dünyanın ve özellikle de komşularımızın tünelin sonundaki ışığı görememeleri halinde bu krizi güçlü ve sağlıklı şekilde atlatamayacaktır. COVID-19’un AB’nin kırılgan bölgelerini 
kasıp kavurduğu, Amerika Birleşik Devletleri ve Çin arasındaki gerilimin tırmandığı ve çok taraflılığın kendisine en çok ihtiyaç duyulan bir anda işlevsiz kalma tehlikesiyle karşı karşıya kaldığı bu zamanda, Avrupa dış politikasının kış uykusuna yatması bir seçenek olamaz. AB’nin iç tutarlılığı kadar küresel rolü de 
eşit derecede varoluşsal olup, COVID-19 salgını bu açıdan bir dönüm noktası oluşturmaktadır. 

Kendi içinde hayatta kalma savaşına odaklanan Avrupa’nın, bu çok yönlü krize hemen eğilerek müdahale fırsatını elinden kaçırmış olmasına rağmen, AB Küresel 
Stratejisinde belirtildiği üzere, güvenlik, dirayetli olmak, çatışmalara ve krizlere bütüncül bir yaklaşım, bölgesel işbirliği ve çok taraflılık gibi AB’nin dünyadaki rolünü yönlendiren temel ilkelerine işlerlik kazandırmak bakımından COVID-19 
hem meşruiyet temeli oluşturmakta hem de Avrupa’nın bir an önce harekete geçerek kayıplarını telafi etmesi için bir fırsat sunmaktadır. 

ABD ile Çin arasında giderek artan stratejik rekabetinin ortasında kalan Avrupalılar, ikisinden birini seçmek ya da birine boyun eğmek zorunda kalmak yerine ikisi arasında nirengi noktası oluşturmaya imkan verecek stratejik özerklik 
arayışlarını artırmalıdır. Böyle bir özerklik, Avrupa’yı artık belirginleşen küresel çatışmanın adeta bir başka sahası haline getirmeyi amaçlayan asimetrik karşılıklı bağımlılığın yıkıcı etkilerine karşı koruyacaktır. 

Ancak, amaç sadece savunmada kalmak değildir. COVID-19 krizi, çok taraflı kurallara dayalı sistemin sürdürülmesi ve iyileştirilmesinde Avrupa’nın liderliğine 
olan ihtiyacı her zamankinden daha fazla öne çıkartmaktadır. 

Küresel olarak COVID-19, dayatmaktan ziyade sadece gözeten ve tavsiye veren bir yönetişim mimarisinin çerçevesini de gözler önüne serdi. Buna en iyi örnek Dünya Sağlık Örgütü’dür. Bu kriz, Avrupa’nın ve dünyanın ihtiyaç duyduğu şeyin daha fazla uluslararası işbirliği, kurallar, normlar ve kurumlar olduğunu 
göstermektedir. Birleşmiş Milletler’in en sadık müttefiki olarak Avrupa COVID-19 sonrası dünyanın yenilenmiş bir BM ihtiyacını karşılama sorumluluğunu da taşımaktadır. 

COVID-19 kriziyle mücadelede şeffaf bilgi paylaşımını ve en iyi uygulamaları sağlamak üzere veri toplama için standart yöntemler kullanılmalıdır. Aynı şekilde, etkili bir uluslararası müdahale için tıbbi teçhizat tedariki konusunda işbirliği şarttır. 2007-2008 krizinden farklı olarak, reel ekonomide başlayan ancak finansal piyasalara da yayılabilen bu krizin küresel ekonomik etkilerini hafifletmek amacıyla G20 gibi çok taraflı forumları harekete geçirmek de önem taşımaktadır. Üstelik COP26 (BM İklim Değişikliği Zirvesi) küresel büyümenin yeşil bir büyüme şeklinde yeniden başlatılmasına fırsat vermektedir. COP26 ve 2021 yılında yapılacak G20’ye başkanlık edecek iki Avrupa ülkesiyle - İngiltere ve İtalya – birlikte bu iki küresel yönetişim platformunu geliştirmek Avrupalıların kaçırmaması gereken bir fırsattır. 

Aynı şekilde, başta çevremizdeki kırılgan bölgelerde ve çatışma alanlarında olmak üzere, Avrupa’nın sürdürülebilir kalkınma gündemini bir kenara bırakmak yerine bu konuda başı çekmesi de önemlidir. Etiyopya Başbakanı Abiy Ahmed, 
Koronavirüs’ün Afrika’da önünün alınmaması halinde, dünyanın en savunmasız bölgeleri üzerinde yıkıcı insani ve ekonomik etkiler bırakmasının yanı sıra, salgının Avrupa’ya ve dünyanın geri kalanına tekrar sıçrama riskini yaratacağı konusunda uyarıda bulundu. Bu ülkelerdeki kırılgan sağlık sektörlerini desteklemek için doğrudan doğruya mevcut kaynakları seferber etmenin ötesinde, 2021-2027 Çok Yıllı Mali Çerçevesi’ne ait yol gösterici ilkelerin uluslararası olduğu kadar Birlik içi dayanışmayı sağlaması sorumluluğu da Avrupalılara aittir. COVID-19 ayrıca, hem Avrupa Yatırım Bankası hem de Avrupa İmar ve Kalkınma Bankası ile üye devlet kalkınma ajanslarının fonlarının ortaklaşa koordine edilebileceği daha tutarlı bir Avrupa uluslararası finans mimarisinin tesis edilmesine vesile olmalıdır. 

Her gün ölen ve hastalığa yakalanan vatandaşlarına ilişkin olarak yayınlanan verilerle, karantinadan kaynaklanan sosyal kaygı ve beraberinde getirdiği ekonomik felaketle mücadele eden Avrupalıların, tek başlarına direnerek bu 
virüsü yenebilmenin bir yolu olmadığını artık anlamaları gerekmektedir. 

Papa Francis’in söylediği gibi, küresel olarak aynı gemide olduğumuzun farkına varmalıyız. 

***


SINIR KAPILARINDA DÜZEN: KÜRESELLEŞME, TEKNOFOBİ VE DÜNYA DÜZENİ*

SINIR KAPILARINDA DÜZEN: KÜRESELLEŞME, TEKNOFOBİ VE DÜNYA DÜZENİ* 






Dr. Samir SARAN
Observer Research Foundation Başkanı, Hindistan 
* Bu makale ilk olarak 27 Nisan 2020 tarihinde Observer Research Foundation (ORF) isimli kuruluşun web sitesinde yayımlanmıştır. 
(https://www.orfonline.org/expert-speak/order-at-the-gates-globalisation-techphobia-and-the-world-order-65227/). 

Küresel Liderlik, ABD-Çin Rekabeti, Dr. Samir SARAN, Uluslararası Örgütler, Çin, 


Yaklaşık otuz yıl önce Francis Fukuyama, Sovyetler Birliği’nin yakın zamanda çöküşünün ve liberalizmin evrenselleşmesinin ideoloji ve siyasi modeller bağlamındaki tarihsel mücadeleyi sonlandıracağını savunmuştu. Yakın 
zamanda kendisinin de itiraf ettiği gibi bu tez aşırı iyimserdi. Güçlü kimliklerin ve milliyetçi liderlerin yeniden ortaya çıkışı kin ve hizipçilik politikasının önünü açtı. Bu durum, küresel güç dengesindeki değişimler ile yıkıcı teknolojik ve endüstriyel 
gelişmelerle birleştirildiğinde ufukta yeni bir dünyanın belirdiği açıkça görünmektedir. Yeni Koronavirüs’ün ortaya çıkışı zaruri değişim süreçlerini hızlandırmış, hükümetler, işletmeler ve toplulukların gelecekle ilgili alacakları önemli kararlar için ihtiyaç duydukları zamanı azaltmıştır. 

Bu değişimlerin belki de en önemlisi Pax-Americana’nın Batı dünyasında tartışma ya yer bırakmayacak şekilde tahtını kaybetmiş olmasıdır. COVID-19 salgını Amerikan liderliğinin tam manasıyla yokluğuna şahitlik ettiğimiz ilk küresel sınamadır. Ayrıca Batı’nın toplumsal ve yönetişimsel kırılganlıklarını bariz biçimde ortaya çıkarmıştır. Birçok AB üyesi artık menfaatlerinin ve naifliğin bir sonucu olarak Çin’e duydukları güveni açıkça ifade ederken, AB bu salgın sürecinin 
ortasında kaynaklarını üye ülkeler arasında adil bir şekilde dağıtmak için mücadele vermektedir. Ekonomik olarak Kuzey ve Güney Avrupa arasında, değerler konusunda ise Batı ve Doğu Avrupa arasındaki farklılıkların artması muhtemeldir. 
Uluslararası liberal düzenin zayıflamış transatlantik çekirdeğinin COVID-19 sonrası dünyada daha da zayıflaması oldukça yüksek bir ihtimaldir. 

Gelecekte herhangi bir yeni liderin bu görevi doğrudan üstleneceği kesin değildir. Birçoklarının tahminine göre önemli bir aday olan Çin, başta Koronavirüs’ü kontrol altına almak için attığı yanlış adımlar olmak üzere birbiriyle bağlantılı birkaç sebepten dolayı uluslararası toplumun öfkesinin hedefi oldu. DSÖ aracılığıyla kendi imajını aklama çabalarına ve çeşitli bölgelere tıbbi malzeme göndermesine rağmen Çin’in AB üyesi devletlerin arasına nifak sokma çabaları ve Hong Kong, Tayvan ve Güney Çin Denizi kıyı bölgelerindeki sert yaklaşımları dostlar kazanmasını engellemektedir. 
Çin’in kendi içindeki Afrika diasporasına yönelik belgelenmiş ırkçılığı da bu orta krallıkla olan bağımlılıklarını ve ilişkilerini yeniden değerlendiren devletlerin sayısını arttırdı. 
Birçok ülke, Çin ile Batı yarımküre arasında hızla değişen ve gelişen güç dengelerine uyum sağlamakta Sınır Kapılarında Düzen: Küreselleşme, Teknofobi ve Dünya Düzeni zorlanmaktadır. Salgınla en etkili biçimde mücadele etmiş 
olan Doğu Asya demokrasileri olup bitenleri endişeyle izliyor. Sözkonusu ülkelerin devletleri birbirine düşürmeye ve kendilerine manevra alanları yaratmaya devam edecekleri konusunda bir şüphe bulunmamaktadır. Çin’e seyahatleri ilk sınırlayan ülkelerden biri olan Rusya, artık sınırları içindeki salgının tehdidi altındadır. Rusya yine de, ABD hegemonyası altında yönetilen ve temelde demokratik olmadığına inandığı dünya düzenini zayıflattığı sürece Pekin’in gündemini desteklemeye devam edecektir. Rusya’nın dönem başkanlığı sürecinde BRICS ülkelerini (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin ve Güney Afrika) dünyanın boğuştuğu sorunlara yanıt vermek için nasıl yönlendirdiğini görmek ilginç olacaktır. 

Çeşitli coğrafyalarda birbiriyle bağlantılı olarak gelişen bu sorunlar, güçlü devletin geri dönmesi ve milliyetçi liderliğin normalleşmesi şeklinde gerçekleşen genel bir eğilime yol açmaktadır. Koronavirüs salgını bu süreçte bir katalizör görevi 
görecektir. Bazı hükümetler, Macaristan Başbakanı Orban’ın yaptığı gibi, gücünü pekiştirmek için acil durum ve ulusal güvenlik yetkilerini kullanacaktır. 
Diğerleri bunu, Trump yönetiminin öncelikli hedefi olan uluslararası kuruluşları   suçlamak ve zayıflatmak için bir bahane olarak kullanabilirler ve böyle hareket etmeleri vatandaşları tarafından desteklenecektir. 
Bu gelişmelerin en belirgin etkisi bildiğimiz küreselleşmenin sonunun gelmesi olacaktır. Birçok devlet, özellikle siyasi güvenin sınırlı olduğu bölgelerle karşılıklı 
bağımlılığı azaltmak için etkin adımlar atacaktır. Japonya’nın teşvik paketleri yoluyla sanayisini Çin’in tedarik zincirlerinden kurtarmaya yönelik çabaları bunun bir göstergesidir. Ancak, bu kararların dalga etkisi, petrol arzını sürdürmek ve 
işgücü hareketlerini yönetmek için mücadele veren Körfez ülkelerinden, hem Çin hem de ABD ile derin ticari ilişkilerinde büyük kesintiler yaşayacak olan ASEAN’a kadar geniş bir coğrafyada hissedilecektir. 

Gerçekten de son derece iç içe geçmiş topluluklardan oluşan küresel bir köyden, siyasi ve ekonomik yakınlık temelli bir “kapalı küreselleşme” biçimine geçiş kaçınılmaz görünmektedir. Küresel ekonominin dijitalleşmesi bu süreci 
hızlandıracak ve teknolojik araçlar buna yardımcı olacaktır. 

Hükümetler COVID-19 salgını ile mücadele etmek için dijital ve gözetim teknolojisinden faydalandıkça, hem liberal hem de liberal olmayan toplumlarda yeni bir “teknofobi” yabancı teknoloji platformlarını ve işletmelerini etkilemeye 
başlayacaktır. Devletler sosyal, ekonomik ve stratejik etkileşimlerde sanal ve dijital alana yönelerek siyasi değerlerini ve teknoloji standartlarını toplumlarımızı yönetecek algoritmalara ve altyapıya “kodlamak” için yarışacaklardır. 
Bu ise kalıcı bir “kod savaşına” yol açacak rekabetçi bir süreç olacaktır. 
En kaygı verici olan, uluslararası toplumun kolektif zorluklarla başa çıkma yeteneği ve iradesinin telafisiz şekilde zarar görecek olmasıdır. G20’den BM Güvenlik Konseyi’ne kadar çok az uluslararası kuruluş pandemiye karşı yeterli derecede hızlı ve etkin mukabele edebileceğini gösterdi. 

Dünya Sağlık Örgütü gibi diğer kuruluşların siyasi esaret ve manipülasyonlara maruz kalması bu yapılara karşı gittikçe zayıflayan küresel güvenin daha da azalmasına yol açmıştır. Bu güven azalmasının gelecekte yaşanabilecek benzer boyuttaki sınamalar bakımından belirsizliklere yol açacak olması, günümüz küresel işbirliği üzerinde tehlikeli bir kırılganlık meydana getirmektedir. Örneğin iklim değişikliği, kıyı çizgilerini yeniden çizmeye, gıda kıtlığına neden olmaya, 
eşitsizliği artırmaya ve ulusal kaynakları hiç olmadığı kadar zorlamaya başladığında, bu ne anlam ifade edecektir? Eğer COVID-19 salgınına karşı küresel tepki bir gösterge ise, her ülkenin kendi başının çaresine bakmasının ve bir çoğunun korkunç etkilere maruz kalmasının kaçınılmaz olacağı bir gerçektir. 

Sınır Kapılarında Düzen: 

Küreselleşme, Teknofobi ve Dünya Düzeni Koronavirüs, Ian Bremmer’in “G-Sıfır” olarak adlandırdığı, çok kutuplu, lidersiz ve yenilenmiş jeopolitik çatışmalar ile kuşatılmış olan olgunun ortaya çıkışının habercisi olabilir. Bunu da Batı’nın “ahlaki” üstünlüğünü kaybettiği ve Pekin’in genişleyen Kuşak ve Yol Girişimi ile yeniden 
şekillendirmeye çalıştığı, Kremlin’in jeopolitik hırslarını Doğu Avrupa, Batı Asya ve Kuzey Kutbu’na kadar genişletme fırsatını yakalayacağı, jeopolitik veya jeoekonomik becerisi olmayan ülkelerin baskı veya mecburiyetten “taraf seçmesinin” gerekeceği bir dünya olarak tarif edebiliriz. 

Koronavirüs birçok toplumun yoksulluk, çatışma, işsizlik ve eşitsizlik yüzünden ağır sıkıntılar yaşarken büyük güçlerin sorunlara gözlerini yumduğu veya maddi kaynaklarını kendi toplumları ve çıkarları için ayırdığı düzensiz bir dünyanın habercisidir. Uluslararası kuruluşlar içerisinde G20, G7, BRICS, AGİT ve ŞİÖ gibi çok yönlü çabalar, büyük küresel aktörlerin belirli bir gayeyle toplandığı ve birbirleriyle yapıcı görüşmeler yapamayan aktörlerin ise temsilcileri aracılığıyla konuşabilecekleri yegane alanlar olabilirler. “Kapalı küreselleşme” için kural belirleyiciler bu örgütler mi olacaktır, yoksa ortak bir geleceği şekillendirmeye yardımcı olmak üzere kurulmuş ve 75 yaşındaki BM’yi, yeniden tasarlamayı, 
canlandırmayı ve köklü bir reforma tabi tutmayı başarabilir miyiz? 


***

BİR İMPARATORLUK KRİZİ Mİ? COVID-19 SALGINININ ABD DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ .,

BİR İMPARATORLUK KRİZİ Mİ? COVID-19 SALGINININ ABD DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ .,





SALGIN VE ULUSLARARASI SİYASET 

Prof. Richard SAKWA 
Kent Üniversitesi Rusya ve Avrupa Politikaları Öğretim Üyesi, 
Chatham House Rusya ve Avrasya Politikaları Programı Üyesi, Birleşik Krallık 
 
Ulus Devlet, Küresel Yönetişim, ABD-Çin Rekabeti, Rusya, Avrupa Birliği, Küreselleşme, Rekabet, Jeopolitik, 

Modern dünyayı karışıklığa iten küresel çapta ekonomik bir durgunluk, yönetişim bozukluğu ve ortak bir müdahale geliştirememe hatası ile birleşen ölümcül ve bulaşıcı bir virüsün oluşturduğu “Mükemmel bir Fırtına”dır. Bu, dünyayı derinden etkileme potansiyeline sahip öngörülmesi güç nadir bir olay yani “siyah kuğu” vakasından ziyade, göz göre göre gelen ve hazırlıksız yakalanılan bir “gri 
gergedan” vakasıdır. COVID-19’un yıkıcı etkisi bulaşma kolaylığı, belirtilerinin ortaya çıkmasındaki gecikme, ölümcüllüğü, aşı eksikliği ve yeterli sayıda test yapabilecek tesislerin bulunmayışı nedeni ile daha da büyümüştür. 

Salgın ve Uluslararası Siyaset 

COVID-19 krizi Soğuk Savaş sonrası dönemin varsayımlarının ve önyargılarının aniden ortaya çıktığı bir dönüm noktasıdır. COVID-19 salgını uzun vadeli değişimleri hızlandırmış ve toplumlarımız ile uluslararası ilişkiler modelinin temelindeki gerçekleri su yüzüne çıkartmıştır. Salgın sonucunda yeni bir küresel ve bölgesel güç dengesi oluşmayacaktır. Bununla birlikte, bir süredir görünür olan eğilimler daha net bir biçimde ortaya çıkacaktır. 

Kriz epidemioloji ve sağlık alanlarının yanı sıra, nüfus ve ekonomide ortaya çıkan sonuçlarla baş edebilmek için gerekli kaynağa sahip tek gücü, yani ulus devleti bir kez daha toplumsal yaşamın merkezi yapmıştır. 
Aynı şekilde kriz, merkez ve çevre arasındaki güven eksikliği ile halk sağlığı ve refahına ilişkin çalışmaların yetersizliği bazı devletlerin zayıflığını ortaya çıkarırken, merkezi hükümet ile bölgeler ve devlet ile toplum arasında sağlıklı bir ilişkiyi kurmuş olan diğer devletlerin büyük bir itibar kazanarak ön plana çıkmasına yol açmıştır. 
Başka bir deyişle salgın, sadece devletler ve uluslararası yönetişim araçları için değil, devletin nasıl yönetildiğine de dair bir sınav olmuştur. Yaygınlaştırılmış refah devleti olan ülkeler salgını, parçalı ve ekonomik kazancı önceleyen sağlık 
sistemleri bulunanlara göre daha iyi yönetme eğilimindedir. Kriz dönemindeki performans ile siyasi rejim türü arasında doğrudan bir ilişki yoktur. Diğer bir deyişle, alınan önlemler demokrasi ya da otoriterlikle değil, devletin kapasitesi ve 
yöneticilerinin liderlik yeteceğiyle bağlantılıdır. 
Kriz ayrıca uluslararası işbirliği ajanslarının önemini de vurgulamıştır. G-7, bir kez daha krizin yönetiminde önemli bir etkisi olmayacak dar bir yapı olduğunu kanıtlarken, G-20 grubu, 2008 mali çöküşünden sonra yaptığı gibi bir liderlik rolünü üstlenememiştir. Milliyetçilik ve çok taraflılık arasında yeni bir denge ortaya çıkmamış, bunun yerine küresel yönetişimin zayıflığı belirginleşmiştir. 

Uluslararası politikanın yürütülmesi öncekinden çok daha fazla devlet odaklı duruma gelmiştir. Küreselleşme, daha önce bazı ekonomik zorunlulukların devlet politikalarının önüne geçtiğini göstermişti. Ancak acil eylem gerektiğinde, 
ilk harekete geçen daima devlettir. Sorunlar küresel çapta ortaya çıksalar da, bunlara ulusal düzeyde verilen tepkiler çok önemlidir. Böylelikle ulusal refah ve sağlık hizmetlerinin önemi bir kez daha vurgulanmış olup bu kavramlar 2008-09 
ekonomik krizinden ve ardından gelen Avro Bölgesi krizinden sonra yıllar boyu süren kemer sıkma politikalarıyla birçok Avrupa ülkesinde fazlasıyla ikincil bir konuma getirilmişti. 
COVID-19’a karşı başlatılan mücadele hükümetlerin yeterliliklerinin ölçülmesi için bir sınav olmuş; ABD bu konuda kötü puan almış; Çin’in bilgiyi örtbas etme girişimleri ve sağlık krizini yanlış yönetmesi, Koronavirüs’ün genetik yapısını zamanında paylaşması ve yayılmasını önlemek için kararlı eylemlerde bulunmasıyla dengelenmiş; Almanya’daki etkili merkezi politika, güçlü federal yönetişim ve yüksek toplumsal güvenin birleşimi krizi hafifletirken, ABD’de benzer 
bir kapsayıcı halk sağlığı sistemi ve sosyal güvenlik ağının yokluğu ortaya çıkmıştır. 

Salgın hem ABD’nin hem de Avrupa’nın nüfuz etme gücünde görülen azalmayı hızlandırmıştır. Çok taraflı kuruluşların ve sorun paylaşımının oynadığı rolün hayati önemi haiz olduğu görülse de küresel yönetişim kurumları hakkında Amerika’nın uzun zamandır devam eden tezat yaklaşımı yeni bir seviyeye taşınmıştır. Trump yönetimi, krizin zirvesinde BM Dünya Sağlık Örgütü’nden fon desteğini çekmiştir. Ancak kısa süre sonra hiçbir ülkenin - hatta ABD kadar güçlü bir ülkenin bile - krizle ve onun ekonomik, sosyal ve sağlıkla ilgili sonuçlarıyla kendi kendine başa çıkamayacağı belli olmuştur. 
Liberal küresel düzenin evrensel ilkelerinin bir kısmının reddedilmesiyle, halihazırda görünür olan küreselleşme karşıtı çabalar yoğunlaşmıştır. Bu eğilime, otoriterliğe duyulan istek, demokrasi karşıtı eğilimler ile içe kapanma ve büyüme 
taraftarlığı eşlik etmiştir. 
AB’nin 4 Nisan 2020’de aşı araştırması ve yaygınlaştırılması için fon elde etmek amacıyla ev sahipliği yaptığı bağış konferansında zıt eğilimler de ortaya çıkmış, birçok ülkede muhalif siyasi güçler halk sağlığı müdahalelerine destek sağlamak için işbirliği yapmışlardır. 
Koronavirüs güçler dengesinin ve ideolojik taahhütlerin zaten değiştiği bir zaman diliminde patlak vermiştir. Büyük güç çatışmasının yeniden ortaya çıkması ve uluslararası siyasette bir yanda ABD ve müttefiklerinin diğer yanda Çin ve 
onunla aynı çizgide olanların bulunduğu iki kutuplu bir yapıya doğru dönüşün yaşanması ile dünya düzenine ilişkin kriz derinleşmektedir. 

Trump’ın liberal düzenin evrenselliğini reddetmesi ile kibirli “insani” ve rejim değişikliği müdahaleleri birçokları tarafından ülke içindeki sıkıntıların aşılması için ABD dış politikasının dengeli hale getirilmesi olarak görülerek memnuniyetle karşılanmıştır. Bu dönüşüme uzun süredir devam eden çatışmaların özellikle Çin ile olan ilişkilerin alevlenmesi de eşlik etmektedir. 2018’in sonlarında başlatılan ticaret savaşı, bir anlaşmanın ilk bölümünün imzalanmasıyla 2020 başlarında çözülmüştür. Bununla birlikte, COVID-19’un en yaygın yaşandığı ve ölüm sayılarının en fazla olduğu ülkenin ABD olmasını takiben Trump’ın virüs hakkında başlangıçta takındığı muğlak tutum peşini bırakmamaktadır. 

Kriz, Trump yönetiminin eksikleri ile Amerikan sağlık sistemi ve kriz yönetimindeki başarısızlıkları daha da büyüterek ortaya çıkarmıştır. Dikkatler Çin’e dönmüş, Çin ilk olarak Wuhan’daki salgınla başa çıkma konusundaki başarısızlıklarından dolayı 
suçlanmış, ardından kriz nedeniyle ABD ve küresel ekonomiye verilen büyük zararlar için Çin’den tazminat talep etme yoluna gidilmiştir. 

Salgın öncesi dönemde de Rusya giderek artan yaptırımlara maruz kalmaktaydı. Yaptırımların sonuncusu Baltık Denizi altındaki Kuzey Akım-2 gaz boru hattının Almanya’ya kadar uzatılmasına karşı uygulanmıştır. Trump’ın 2016’da Rusya ile “devam etmenin” mantıklı olduğu yönündeki açıklamasına rağmen, Rusların ABD seçimlerine müdahalesi iddiaları uzlaşma çabalarını aksatmıştır. Trump’ın Putin’e karşı dostane sözleri gücüne duyduğu isteksiz saygı nedeniyle de olsa, aslında stratejik hedefi Rusya’yı Çin ile olan uyumlu ilişkisinden uzaklaştırmaktı. 

1990’lardan bu yana gelişmekte söz konusu uyum 2014 yılından ve İkinci Soğuk Savaş’ın başlamasından sonra büyük ölçüde hızlanarak sürmektedir. 
Trump’ın ise Kissinger tarzı ters bir manevra ile Çin yerine Rusya’yı kazanma şansı bulunmamaktadır. 
Rusya ve ABD ilişkilerinde yeni bir ‘sıfırlama’ beklemek için neden yoktur. İlişkilerde geçmişten gelen bozulma, Eylül 2001 saldırılarından sonra olduğu gibi işbirliği dönemleriyle arada kesintiye uğramaktadır. Mevcut kriz bağları tekrar 
güçlendirme fırsatı vermiştir. Trump, büyük güçler arasındaki anlaşmaları ve kişisel ilişkileri destekleyen ve ticari faaliyetlere ağırlık veren bir başkandır. Bu nedenle Koronavirüs yeni bir açılım için kendisine alan sağlamıştır. 2020 İlkbaharında Putin ve Trump arasında önceki dönemlere göre daha fazla telefon görüşmesi yapılmıştır. Ancak, Trump’ın “büyük bir pazarlık”   gerçekleştirebilme imkanı son derece sınırlıdır. Kongrede Demokratlar Rusya’ya verilecek tavizlere kesin olarak karşı çıkmakta ve Cumhuriyetçi Parti üyelerinin büyük bir bölümü Trump’ın Rusya’nın Çin’e karşı mücadelede potansiyel bir müttefik olduğu görüşünü paylaşmamaktadır. 

Bu, dünyanın iki karşıt kutba ayrılmasından başka bir şey değildir. Bununla birlikte çift kutupluluğun yeni uyarlamasının, 1945 ve 1990 arasındaki Birinci Soğuk Savaş dönemindekiyle pek az ortak noktası vardır. Uluslararası sistem çok daha bütünleşmiş durumdadır ve tek bir tane çok taraflı küresel yönetişim biçimi yaratmıştır. Artık tek bir küresel pazar ekonomisi ve karşılıklı ekonomik bağımlılık üzerine kurulu geniş bir tedarik zinciri bulunmaktadır. Bugün iki kutup yoğun biçimde iç içe geçmiş durumdadır. Ancak bu durum çatışmayı azaltmaktan çok, yaptırım, mali baskı ve benzeri yöntemlerle mücadelenin yürütülebileceği yeni bir alan sağlayabilmektedir. 

Kriz gittikçe güçlenen Çin-Rusya ilişkileri konusunda için de bir sınama olmuştur. Wuhan’daki salgın pandemiye dönüşürken, Rusya Çin ile olan sınırını 31 Ocak’ta kapatmıştır. Çin vatandaşları evlerine döndükten sonra, Rusya yenilenen 
enfeksiyonun ana kaynaklarından biri konumuna geçmiştir. Ancak Rusya, Çin’i savunan ve yanında duran birkaç ülkeden biridir. Dışişleri Bakanı Sergei Lavrov, Çin’e tazminat ödetilmesine ilişkin çağrının ‘kabul edilemez ve şoke edici’ 
olduğunu savunmuştur. Putin, 16 Nisan’da Xi Jinping ile yaptığı telefon görüşmesinde, Çin’in salgını durdurma konusunda yeteri kadar hızlı hareket etmediğini öne süren “zarar verici” eleştirileri kınamıştır. Krizin “Rusya ve Çin arasındaki kapsamlı stratejik ortaklığın özel niteliğini kanıtladığını” savunmuştur. Çin, petrol fiyatları düştükçe ve üreticiler fazla üretimi kısmaya çalışırken Rusya’nın yardımına koşmuştur. Çin’in Rusya’dan ham petrol ithalatı artmış ve Avrupa’daki talebin düşmesi sonucu Rus şirketlerinin can damarı Çin olmuştur. COVID-19, Moskova ve Pekin’e ortak sınamalara karşı birlikte oluşturacakları bir cephenin stratejik önemini göstermiştir. 

Koronavirüs çok taraflı işbirliğine ve bunun sonuçlarıyla ilgilenen uluslararası örgütlerin güçlendirilmesine duyulan ihtiyacı vurgulamakla birlikte, uluslararası politikanın “yeniden ulusallaştırılması” yönündeki eğilimi de ortaya çıkartmıştır. 
Her şeyden önce AB üzerine odaklanmış bir işbirliğine dayalı bazı girişimler varken, kriz mevcut bazı çatışmaları daha da şiddetlendirmiş ve derinleştirmiştir. COVID-19’un ulusları bir araya getirdiğine dair çok az işaret bulunmaktadır. 
Koronavirüs uluslararası yönetişimin zayıflığını, devlet eyleminin önceliğini, büyük güçlerin aralarındaki rekabetin sürekliliğini ve Soğuk Savaş sonrası uluslararası politikada ortaya çıkan genel tıkanıklığı daha da tahkim etmiştir. COVID-
19’un sosyal ve ekonomik etkileri büyük olsa da uluslararası politika açısından doğru kararların alınabilmesinin yolunu açmak yerine sorunları ortaya koyma yönünde etkisi olmuştur. 

***


COVID-19 SONRASI DÜNYA DÜZENİ VE JAPONYA DIŞ POLİTİKASI: “ ÜÇ DÜNYA ” NIN DOĞUŞU

COVID-19 SONRASI DÜNYA DÜZENİ VE JAPONYA DIŞ POLİTİKASI: “ ÜÇ DÜNYA ” NIN DOĞUŞU 





Prof. Yuichi HOSOYA 
Keio Üniversitesi Uluslararası Siyaset Profesörü, Japonya 
SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 

 
Japonya, ABD-Çin Rekabeti, Çok Taraflılık, Uluslararasıcılık, COVID-19 Sonrası, Dünyadaki Yeri, Amerikan Dünyası, Çin Dünyası, Diğer Dünya, 
Tayvan, Hong Kong, Güney Kore, Singapur,

Yeni Koronavirüs olarak adlandırılan COVID-19’un hızla yayılması sonucu büyük güçlerin siyasi liderleri ve önde gelen stratejistler mevcut pandemi krizi nedeniyle dünyanın nasıl bir dönüşüm geçireceğini tartışmaya başladılar. 
Tartışmalar dünya siyasetinin iki büyük gücü olan ABD ve Çin arasındaki ilişkilerin gelecekteki seyrine odaklanmış görünüyor. Sözkonusu yeni Koronavirüs enfeksiyonu ilk olarak 11 milyonluk nüfusu ile merkezi Çin’deki en kalabalık şehir 
olan Wuhan’da ortaya çıkmış olsa da şu anda doğrulanmış en yüksek COVID-19 vakasına ve ölüm sayısına sahip ülke ABD’dir. 

Hem ABD hem de Çin kaçınılmaz olarak COVID-19’un yayılmasından etkilenecekler. Bazıları Koronavirüs’ün ABD donanmasına ait gemilerde ortaya çıkmasından ABD ordusunun ciddi şekilde etkileneceğini ve bunun Çin’in 
gücünü artıracağını savunuyor. Bununla birlikte birçok ülke Çin Hükümeti’ni Wuhan’da ortaya çıkan Koronavirüs enfeksiyonunu zamanında bildirmemesinden dolayı eleştiriyor. Çin Hükümeti’nin vatandaşlarının Japonya dahil olmak üzere 
yabancı ülkelere uçmasına izin vererek virüsün sınırlarının ötesine yayılmasını engellememesi de eleştiriliyor. 

Trump yönetimi de mevcut durumdan Başkan Donald Trump’a olan desteğin Başkanlık seçim kampanyasının tam ortasında düşüşe geçmesi nedeniyle oldukça rahatsızdır. 
Japonya açısından mevcut pandemi krizine dair birkaç önemli eğilim tespit edebiliriz. Japonya Hint-Pasifik bölgesinde ABD’nin en güçlü müttefikidir. 

Öte yandan, Çin akıllı telefonlar gibi bazı ana ürünleri için hayati öneme sahip 
sanayi parçalarının üretimi konusunda Japonya’dan gelen yatırımlara önem veriyor. ABD ve Çin’den sonra dünyanın üçüncü en büyük ekonomisi olan Japonya’nın takip ettiği dış politika COVID-19 sonrası dünya düzeninin şekillenmesinde etkili olabilir. 

ABD ve Çin Arasındaki Büyük Güç Rekabeti Yoğunlaşıyor 

Başkan Yardımcısı Mike Pence’in Vaşington’daki Hudson Enstitüsü’nde yaptığı tarihi konuşmadan sonra, Trump yönetiminin Çin’e karşı daha sert bir tavır almaya başladığı daha da netleşti. New York Times bu konuşmayı “Pence’in Çin hakkındaki konuşması ‘Yeni Soğuk Savaş’ alameti olarak görülüyor” başlığıyla duyurdu.1 ABD’nin önde gelen dış politika uzmanlarından birisi olan Walter Russell tüm bu gelişmeleri “İkinci Soğuk Savaş” olarak yorumlarken, Wall Street Journal’daki köşesinde Başkan Yardımcısı Pence’in konuşmasını “Henry Kissinger’ın 1971’deki Pekin ziyaretinden bu yana ABD-Çin ilişkilerindeki en büyük değişim” olarak değerlendirdi.

Bu nedenle, “Büyük Kopma”nın COVID-19’un 2020’nin başlarında yayılmasından önce başlamış olduğunu savunmak daha uygun olacaktır. Bu eğilimin artık geri döndürülemez bir hal aldığını ve hatta hızlandığını vurgulamamız gerekiyor. 
Pew Araştırma Merkezi’nin Mart 2020 tarihli kamuoyu anketine göre,Amerikalıların %66’sı Çin hakkında olumsuz görüşe sahipken sadece %26’sı olumlu görüştedir.3 ABD’de Çin’e yönelik olumsuz görüşler 2006’daki %29 oranından 2020 yılında %66’ya yükseldi. Son iki yılda ise olumsuz görüşler yaklaşık %20 arttı. 

Bu eğilim Amerikalıların Çin’i artık fırsattan çok risk olarak gördüklerini gösteriyor. Japonya’da ise durum biraz farklıdır. Nisan’da Japon halkının Devlet Başkanı Xi Jinping’i ağırlaması bekleniyordu. Sözkonusu ziyaret, bir Çin Devlet Başkanının 12 yılın ardından Japonya’ya gerçekleştireceği ilk ziyaret olacaktı. Bu nedenle Japonya Hükümeti Başkan Xi’nin ziyaretinin getireceği başarıya büyük önem veriyordu. Artan Çin-ABD gerginliğinden duyduğu kaygının da etkisiyle Japonya Başbakanı Shinzo Abe’nin Çin’e yaklaşımının son yıllarda eskisinden daha yumuşak hale geldiği sık sık dile getiriliyor. 

Çin ve Japon Hükümetleri, Başkan Xi’nin Nisan ayında Japonya’ya gerçekleştirmesi öngörülen devlet ziyaretini iptal etmeye karar verdikten sonra, Çin-Japon ilişkileri nin geleceği konusunda farklı bir tutum almaya başladılar. Nisan ayında Japon Hükümeti üretimlerini Japonya’ya geri taşıyan şirketler için 2 milyar dolarlık ekstra bütçe tahsis edeceğini açıkladı.
Bu arada Çin Hükümeti, Başkan Xi’nin ziyaretinin iptal edildiği açıklandıktan sonra Senkaku Adaları yakınlarındaki gemilerinin sayısını artırmaya karar verdi. 

Bu durum Japonya’da genel olarak COVID-19’un ABD ordusunda yaygın olarak görüldüğünün bildirilmesinden sonra Çin’in ABD’nin bu bölgeye müdahale etmeye ne ölçüde hazır olduğunu test etmeye yönelik bir adımı olarak yorumlandı. 
Bu gelişmelerin hepsi ABD-Çin ilişkilerinin bozulmasıyla sonuçlandı. ABD Başkanlık seçimleri de Koronavirüs krizinin daha da siyasallaşmasına neden oluyor. Koronavirüs’ün ABD’de yayılması karşısındaki yetersiz müdahalesinden kaynaklanan sorumluluktan kaçmaya çalışan Başkan Trump sürekli Çin’i eleştiriyor. 
Cumhurbaşkanı Xi’nin Japonya ziyaretinin iptal edildiğinin açıklanmasından sonra Japonya’nın eskisinden daha fazla ABD’nin yanında yer aldığı görülse de Japonya Çin’e karşı daha yumuşak bir tutum gösteriyor. Japon Hükümeti, Başkan Trump’ın defalarca hedef aldığı Dünya Sağlık Örgütü’ne mesafe koymak için güçlü bir irade göstermiyor. Japonya, ABD-Çin arasındaki sertleşen rekabeti eskisinden daha çok fazla dikkate almalıdır. İki büyük gücün Koronavirüs ile mücadele dahil olmak üzere önemli uluslararası konularda yakında işbirliği yapmaya başlayacağını varsaymak gittikçe zorlaşıyor. 

Amerikan Dünyası, Çin Dünyası ve Diğer Dünya 

Yakında Amerika merkezli dünya ile Çin merkezli dünya arasında daha büyük bir ayrışmanın görülmesi muhtemeldir. 
Her iki taraf da uluslararası toplumu cezbetmek için yarışıyor. Fakat hem ABD’nin hem de Çin’in COVID-19 sonrası dünyada kaybeden taraflar olacağı düşünülebilir. İkisi de dünyanın dikkatini olumlu yönde çekmekte başarısız olurken, kendi içlerinden gelen ciddi eleştirilerden muzdaripler. Ayrıca, popülizmin yaygınlaşması büyük güçlerin uyguladıkları politikaları duygulara ve milliyetçiliğe hitap eder hale getirdi. Bu nedenle, Koronavirüs ile mücadelede konusunda uluslararası işbirliği nin sağlanması olasılığı artık eskisinden daha az. COVID-19 Sonrası Dünya ve Japonya’nın Dış Politikası: “Üç Dünya”nın Doğuşu O halde, COVID-19 sonrası dünya düzenini şekillendirmede hangi ülke daha önemli hale gelecektir? 

Koronavirüs’ün yayılmasını etkili bir şekilde kontrol altına alabilen ülkeler ekonomilerini diğerlerinden daha önce yoluna koyabilecektir. Tayvan, Hong Kong, Güney Kore, Singapur ve Japonya gibi Doğu Asya güçleri COVID-19’un yayılmasını en iyi kontrol edebilecek ülkeler arasında yer alıyorlar. Bu ülkeler 2003’te Hong Kong’da başlayan SARS’ı tecrübe etmiş olmaları sebebiyle ortaya çıkan yeni bir pandemi için daha hazırlıklı görünüyorlar. 

Japonya’daki ölüm oranları İngiltere’den yüz kat ve ABD’den kırk dört kat daha azdır. Japonya’da teyit edilen vaka sayısı ile ölüm oranları da en alt düzeyde olduğu için Japon Hükümetinin sokağa çıkma yasağı uygulamasına gerek 
kalmadı. Japonya ekonomisi ciddi hasar görmüş olsa da Japonya sağlık sistemi herhangi bir çöküş yaşamadı. 

Başkan Yardımcısı Pence, Çin’e karşı çok daha çatışmacı bir tutum almaya başlarken, Japon Hükümetinin “Özgür ve Açık Hint-Pasifik” vizyonu olarak adlandırılan yeni bir diplomatik girişimi desteklediğini hatırlatmamız gerekiyor. 
Japonya hem kurallara dayalı uluslararası düzeni hem de benzer düşünen ülkeler arasındaki işbirliğini pekiştirerek sözkonusu dış politika vizyonunu sürdürebilir. 
Japonya, Kapsamlı ve Yenilikçi Trans-Pasifik Ortaklık Anlaşması’nı (CPTPP) ve AB-Japonya Ekonomik İşbirliği Anlaşması/Stratejik İşbirliği Anlaşması’nı (EPA/SPA) güçlendirerek sözkonusu dış politika vizyonunu geliştirebilir. 

Bu iki büyük serbest ticaret anlaşması COVID-19 sonrası dünyada serbest ticaretin sürdürülmesi için önemli bir eşik olacaktır. Ayrıca, Japonya hem çok taraflılığı hem de DSÖ gibi uluslararası kuruluşları desteklemeye devam edebilir. 

Japon halk sağlığı sisteminin son yüzyılda dünyanın en etkili halk sağlığı sistemlerinden biri olduğunu da hatırlatmamız gerekir. Bu, diğer Doğu Asya güçleriyle birlikte Japonya’nın önemli bilgi ve araçların yanı sıra Avigan gibi antiinfluenza ilaçları sağlayabileceği anlamına geliyor. Japonya, sözkonusu anti-influenza ilacı Avigan’ı 38 ülkeye ücretsiz olarak dağıtmaya başladı. Hastalığın bulaştığı çok sayıda Japon Avigan kullanarak beklenenden çok daha hızlı iyileştiler. 

Küresel bir lider olmayan Japonya, ABD ve Çin ile eşit güce sahip olmasa da “diğer dünyada” işbirliğinin geliştirilmesinde önderlik yapabilir. Elbette, bu ülkeler ABD ve Çin’i uluslararasıcı politikalar ortaya koymaya daha istekli olduklarında aralarına kabul edebilirler. Böyle bir uluslararasıcı politika Koronavirüs’ün ikinci ve üçüncü dalgalarının yayılmasını önlemeye yardımcı olabilecektir. 

Notlar 

1. Jane Perlez, “Pence’s China Speech Seen as Portent of ‘New Cold War,’” The New York Times, 5 Ekim 2018. 
2. Walter Russell Mead, “Mike Pence Announces Cold War II,” Wall Street Journal, 8 Ekim 2018. 
3. Kat Devlin, Laura Silver ve Christine Huang, “U.S. Views of China Increasingly Negative Amid Coronavirus Outbreak,” 
    21 Nisan 2020, Pew Araştırma Merkezi. 
4. Isabel Reynolds ve Emi Urabe, “Japan to Fund Firms to Shift Production Out of China,” Bloomberg, 9 Nisan 2020, 
    https://www.bloomberg.com/news/articles/2020-04-08/japan-to-fund-firms-to-shift-production-outof-china. 


***

COVID-19 SONRASI, DEPRESYON, RESESYON VE KÜRESEL, YENİDEN YAPILANMA

COVID-19 SONRASI, DEPRESYON, RESESYON VE KÜRESEL, YENİDEN YAPILANMA 



Depresyon, Resesyon ve Küresel Yeniden Yapılanma, Dr. George FRIEDMAN, Jeopolitik, Ekonomi, Çin, Türkiye,




Dr. George FRIEDMAN, Geopolitical Futures Kurucusu ve Başkanı, ABD 
2019 Aralık ayı sonunda yayımlanan 2020 Tahmin Raporumuzda yılın çerçevesini üç büyük gücün çizeceğini öngörmüştük. İlk olarak, özellikle ağırlıklı şekilde ihracata bağımlı ülkeler olmak üzere, tüm ulusları etkileyecek bir döngüsel resesyon bekliyorduk. İkinci olarak ise, milliyetçiliğin ve uluslararası örgütlere karşı güvensizliğin artacağını tahmin ediyorduk. Bunun, resesyonun özellikle münferit uluslar ve bölgeler arasında farklı çıkarlar ve farklılıklar meydana getireceği Avrupa’da belirgin olmasını bekliyorduk. Brexit, bu anlamda Avrupa Birliği’nde ortaya çıkan tiyatronun sonuncu değil, sadece ilk perdesiydi. Üçüncü olarak, ABD’nin ulusal güvenlik odağını Çin ve Rusya’ya kaydırma sürecini 
hızlandıracağını ve diğer bölgelerde askeri varlığını azaltacağını tahmin ediyorduk. Buna ek olarak ABD’nin küresel çevreyi şekillendirmek için askeri gücü yerine ekonomik gücünü giderek daha fazla kullanacağını öngörmüştük. Birçok ülke 
ABD’ye sermaye ve ticaret bakımından bağımlı olduğu için bu, halihazırda Çin, İran ve Rusya'da olduğu gibi önemli bir araç haline gelecekti. Önde gelen ekonomik ve askeri güçte meydana gelen kaymalar, küresel sistemi diğer uluslardaki kaymalardan daima daha fazla etkiler. 
Sözkonusu tahminler temelde hatalı olmamakla birlikte, Çin’de ortaya çıkan küçük bir salgının daha sonra Koronavirüs pandemisine dönüşeceğini öngörmekte başarısız olmuştur. Pandemi resesyonu derinleştirdi, Avrupa gibi bölgelerdeki mevcut gerilimleri alevlendirdi ve ABD’nin askeri stratejisindeki değişiklikleri hızlandırdı. 
Salgınla ilişkili en önemli mesele, sözkonusu durumun sadece kötü bir resesyon mu yoksa bir depresyon mu olduğudur. 
Depresyonlar temel olarak resesyonlardan farklıdır. Resesyon konjonktür devrinin işleyişi için gerekli olan döngüsel bir olaydır. Öncelikli olarak zayıf işletmeleri başarısızlığa zorlayarak ekonomiye verimlilik dayatan ve sermayenin yeniden tahsis edilmesine imkan sağlayan finansal bir sınamadır. 

Depresyon ise finansal olmaktan ötedir. Ekonominin temel unsurlarının, sadece uzun vadede onarılabilecek şekilde tahrip edilmesine yol açar. Ekonomiyi önemli ölçüde küçültür ve işsizliği de aynı ölçüde artırır. Dolayısıyla depresyonun önemli siyasi sonuçları vardır. Resesyon ekonomi çerçevesinde kaymalara yol açabilir. 
Depresyon ise rejimin değişmesine sebep olabilir. Bu nedenle depresyon tamamen farklı bir olaydır ve kökeni ekonomi olmakla birlikte jeopolitik bir olaya dönüşen bir meseledir. 
Dünya 1920’den beri iki büyük depresyon geçirmiştir. İlki Birinci Dünya Savaşı’nın bitişiyle meydana gelmiştir ve Avrupa’nın genelini ve belirli bir zaman sonra ABD’yi etkisi altına almıştır. İlk depresyona neden olan unsurlar, Avrupa’nın 
fiziksel ekonomisinin yok edilmesi, iş gücünün tahrip edilerek kesintiye uğraması, Avrupa sanayisinin sivil kullanımdan askeri kullanıma geçişi ve eski hale dönmek için gerekli olan sermaye ve insan gücünün eksikliğiydi. Bu durum, özellikle terhis 
edilen askerleri kapsayan çok büyük bir işsizlikle sonuçlandı. 

İki savaş arasındaki kriz hem yenilgiye uğramış olan hem de galip gelen ülkeleri istikrarsızlaştırarak radikal siyasi güçlerin ortaya çıkmasına sebep oldu. Galip gelen ülkelerde bu kuvvetler kontrol altına alındı. Almanya ve Rusya gibi yenilgiye uğrayan ülkelerde veya İspanya ve İtalya gibi diğer ülkelerde depresyon, diğer ülkelerin suçlanması yoluyla destek kazanmaya odaklanılmasına neden olarak iç rejimde kaymalar oluşturdu. Avrupa’da savaşın neden olduğu derin ekonomik 
yıkımdan Hitler ve Lenin ortaya çıktı. 

İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ikinci bir depresyon ortaya çıktı. Ekonominin yıkılması ve üretimin savaşa yönlendirilmesi, İngiltere’den Japonya’ya büyük bir sosyal ve siyasi felaket meydana getirdi. Bu iki şekilde kontrol altına alındı. İlk olarak ABD ve Sovyetler Birliği istikrarsızlığı bastırdı. Sovyetler güç tehdidiyle, Amerikalılar ise iyi gelişmiş iş gücünü kullanan sermayenin yardımıyla bunu gerçekleştirdi. Depresyonun niteliği ezici bir dış gücün dayatılmasına veya 
böyle bir gücün mevcut olmayışına bağlıdır. 

Koronavirüs pandemisi savaşlardan üç şekilde farklıdır. Birincisi, askeri bir sona ulaşmak için tasarlanmamış biyolojik bir olaydır. İkincisi, dünyadaki hemen hemen her ulusu etkilemiştir. Üçüncüsü, kendine özgü bir yıkım biçimine sahiptir. Siyasi-askeri bir eylem olmadığı için, Soğuk Savaş sırasında nükleer tehdidin ele alındığı gibi müzakereler yoluyla çözülemez. 
Küresel olduğu için de önceki depresyonlardan sonra olduğu gibi harekete geçecek istikrarlı bir platform yoktur. 
Tıbbi yatıştırma veya engelleme yöntemi mevcut değildir. Mevcut yegane strateji insanları birbirinden izole etmektir. Bu da işgücünü ekonomiden ayırarak ekonomiye benzersiz bir şekilde zarar verir. İşgücü ve müşteri eksikliği, Amerika Birleşik Devletleri’nde 1929 krizinde olduğu gibi, ekonomik sistemin ani bir düşüşe geçmesine neden olur. Ekonomi küçüldükçe işletmeler başarısız olur ve tecrit edilenler işsiz kalır. 1929’dan sonra Amerikan ekonomisi yaklaşık %30 oranında daraldı. 
Mart 2020’de tecrit başladığında, ekonomi %5 oranında daraldı. Yılın ilk çeyreğinin sonuna kadar, %15 oranında başka bir daralma daha olması muhtemel. Pandemi yılın üçüncü çeyreğine kadar devam ederse, ekonomik netice 1929’dakine 
benzer olacaktır. Hükümetler tarafından sermayenin küresel infüzyonunun gerçekleştirilmesi durumunda, meydana gelmesi muhtemel sermaye eksikliği sistemi yeniden canlandırmayı zorlaştıracaktır. Bu sürecin tıbbi bir çözüm yolu bulunmasıyla sona ermesi muhtemel olmakla birlikte, böyle bir tıbbi çözüm Haziran’da bulunsa bile, üretim ve dağıtım için gereken süre bizi yılın üçüncü çeyreğine itecektir. Dünya henüz ilk küresel depresyon dönemine girmemiş olsa da oraya doğru gidiyor. 

Öngörmüş olduğumuz resesyondan depresyona doğru ilerliyoruz. Bunu takip eden süreç çok büyük bir sosyal istikrarsızlık ve ekonomik felaket olur. Bu, rejimler çerçevesinde ve ötesinde siyasi gerilimlere yol açacaktır. 

Hükümetlerin kendi ulusal çıkarlarına odaklanmak zorunda kalması işbirliğini zorlaştıracaktır. Bunun yanı sıra, ülkeler dış tedarik zincirlerinin ve ithalata bağımlılığın oluşturduğu tehlikenin farkında oldukları için ulusal stratejiler diğer ülkelere daha ucuz üretim için oluşturulan bağımlılığı azaltarak ulusal güvenliği korumaya odaklanacaktır. 
Dünyaya baktığımızda, Çin’in azalan ihracatı ve ABD gümrük vergileri nedeniyle zaten sarsılmış olduğunu, Hong Kong’un iç belirsizliğin yanı sıra dış tüketimin azalması ve Çin tedarik zincirine karşı isteksizlikle boğuştuğunu fark ediyoruz. Halihazırda Rusya verimlilik düşüşüyle tetiklenen petrol fiyatlarındaki çöküşle uğraşıyor (petrol gayrisafi yurtiçi hasılasının yaklaşık %30’unu oluşturuyor). AB’de gördüğümüz ihtilaf, Almanya ve Kuzey Avrupa’nın, farklı ihtiyaçları olan Güney Avrupa ile yüzleşmesiyle arttı ve bu sırada Doğu Avrupa mesafesini korumaya devam ediyor. ABD ise dünyadaki rolünü değiştiriyor, çevresel alanlara karışmaktan kaçınıyor ve Çin ile Rusya gibi varoluşsal tehditlere odaklanıyor. 

Her şeyden önce, kendi ekonomik kriziyle başa çıkmak istiyor ve başka yerlerde sorumluluk almak istemiyor. İlk depresyon İkinci Dünya Savaşı’yla sonuçlandı, ikincisi ise Soğuk Savaş’la. Mevcut olanın ağır bir resesyon değil de bir depresyon olduğu ortaya çıkarsa, o zaman her bir hükümetin kendi ulusal çıkarlarına odaklanmasını bekleyebiliriz. Ayrıca, halihazırda ABD ve Çin arasında gördüğümüz gibi, uzun süredir var olan şüphecilik daha da derinleşebilir. Hiçbir hükümetin zayıf görünmek istemediği bir dünyada dış politika kendi başına bir servettir. 

Türkiye’nin durumu ise bambaşkadır. Türkiye’nin Doğu Akdeniz ve Libya’daki faaliyetleri büyük bir bölgesel güce dönüşme yolundaki uzun vadeli bir sürecin parçasıydı. Elbette ki Türkiye de tüm diğer ülkeler gibi pandemiden nasibini aldı. 
Fakat ABD’nin bölgeye olan ilgisi azalıyor ve Rusya da ciddi biçimde zayıflamış durumda. Mevcut durumun korunması olasılığı yüksek. ABD’nin yatırım ve ithalatı durdurarak Çin’i zayıflatma fırsatı olduğu gibi, Türkiye’nin de krizi, bölgeyi yeniden yapılandırmak için kullanma fırsatı mevcut. Ancak, ABD, Türkiye ve diğerleri için asıl mesele dış politika aracılığıyla uluslararası durumu idare ederken, içerideki gerilimi yönetmek olacak. 
Durumun sadece bir resesyon olduğu ortaya çıksa ve her şey eski haline dönse dahi, ülkeler içindeki ve arasındaki kırılma çizgileri belirginleşmiştir. Depresyondan kaçınabiliriz, ancak ülkelerin kendi çıkarlarına daha fazla odaklanmasından 
veya diğerler ülkelere olan aşırı bağımlılığa karşı şüphe duymalarından kaçınamayız. Bu olayla dünyanın öz güveni teste tabi tutulmuştur. Şimdi, sahip olduğumuzu düşündüğümüz seçeneklerin büyük güçler tarafından elimizden alınabileceğini keşfetmiş bulunuyoruz. 


***