2 Aralık 2020 Çarşamba

Türk Silahlı Kuvvetlerinin Tasfiye Edilmesi Projesi. BÖLÜM 1

Türk Silahlı Kuvvetlerinin Tasfiye Edilmesi Projesi veya “Prof. Dr. Mümtazer Türköne’yi Doğru Okumak” BÖLÜM 1





Prof. Dr. Ümit Özdağ
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü
Yönetim Kurulu Başkanı
Pazar, Kasım 08, 2020

    Türkiye Cumhuriyeti, kurulduğu 1923 senesinden bu yana yaşadığı en ağır kriz sürecinden geçmektedir. Ağır krizin nedeni; Türk Silahlı Kuvvetleri tarafından “asimetrik psikolojik savaş” diye nitelendirilen, devlet ve toplumu dönüştürücü Türkiye ve TSK’ya karşı sürdürülen bir enformasyon savaşıdır.

Enformasyon savaşı; elektronik harbi, psikolojik savaşı, internet ağ savaşını, akıllı silahları ve komuta-kontrol-iletişim savaşını bütünleştiren yeni bir savaş biçimidir. Enformasyon savaşı, sadece orduların komuta-kontrol-iletişim ve istihbarat sistemlerini felç eden bir savaş türü değil aynı zamanda toplumsal davranışlar oyununun nihai amacı olan istikrarı bozmak, bir ulusun ya da bir kurumun ortak inanışlar bütününü parçalamak, tutunma bağlarını koparmak, psikolojik eğilimler ve bağdaşma imkanlarını yok etmek, hedef topluma karşı uygulanan saldırıları ve savaşı meşrulaştırmak, hatta rasyonelleştirmek, güvenliği sağlayan kurumların ve kişilerin işlevlerini bulandırmak, tartışmalı hâle getirmek; kendi enformatik etkinliğini artırmak için toplumsal örgütlenme biçimini değiştirmek, kendi hamlelerine uygun hâle getirmek gibi unsurları kapsayan yeni bir savaş konseptidir.

    Türkiye ve Türk ordusuna karşı sürdürülen enformasyon savaşının amacı, Türk milletinin İstiklal Harbi sonucunda milli-üniter bir devlet olarak kurmuş olduğu Türkiye Cumhuriyeti devletinin tasfiye edilmesidir. Bu konuda iç ve dış güç odakları uzlaşma içindedir. Tasfiye edilen Türkiye Cumhuriyetinin yerine kurulması hedeflenen, geçici olarak başkanlık sistemi ile yönetilen, hegemonik tek-parti rejimine kaymış, Türkiye Cumhuriyeti devletinin kurucu değerlerini tasfiye etmiş, çok etnikli/milletli federal bir devlettir. Oluşturulması hedeflenen “Yeni Türkiye”nin sınırları ise henüz netlik kazanmamıştır.


Yeni federal/çok milletli Türkiye, geçici olarak bugünki sınırları üzerinde kurulabileceği gibi Kuzey Irak’ta oluşan Kürt devletçiği de projeyi daha cazip hâle getirmek amacı ile bir süre için “Yeni Türkiye”ye bağlanabilir. Bir süre için federal/çok milletli “Yeni Türkiye” bünyesinde varlığını sürdüren federe Kürdistan, sonunda Adana ve Hatay üzerinden Akdeniz’e açılacak, Iğdır üzerinden Ermenistan’a ulaşacak ve Türkiye’nin geri kalanından ayrılacaktır.

Bu büyük bölgesel politik projenin başarılı olabilmesi için Türk siyasetinin bütün önemli unsurlarının projeyi açık bir şekilde onaylaması veya en azından bu projeye etkili bir şekilde karşı çıkmamasına bağlıdır. Bu aktörlerin en önemlisi ve en etkilisi hiç şüphesiz Cumhuriyetin kuruluşunda olduğu kadar bütün Türk tarihi boyunca özellikle bekâ politikaları anlamında devlet yönetiminde en etkili kurum olan Türk ordusudur. Türk ordusunun karşı olduğu bir devlet ve sistem projesinin başarılı olma şansı yoktur.

İçinden geçtiğimiz süreçte Türk siyasetinin iktidar dahil önemli bir bölümü “nasıl bir Cumhuriyet olması konusunda projelerini açık bir dille” ifade etmeseler de “statüko” diye adlandırdıkları üniter-milli devlet yapısına sahip Türkiye Cumhuriyetinin tasfiye edilmesi gerektiği konusunda hemfikirdirler. Cumhuriyet Halk Partisi ve Milliyetçi Hareket Partisi, samimi bir şekilde Cumhuriyetin kuruluş esaslarını savunsalar dahi “Yeni Türkiye’nin” iç ve dış projecileri tarafından kolaylıkla tasfiye edilebilir görülmektedirler.

Bugün var olanı, “statüko” diye küçümsenmeye çalışılan İstiklal Harbi’nin sonuçlarını savunan en etkili kurumsal yapı Türk Silahlı Kuvvetleridir. Türk ordusu, federasyoncu/çok milletçi çizgiyi tespit ve deşifre etmiş, fikri ve söylemsel düzlemde açık muhalefete geçmiştir. TSK bu muhalefetini Genelkurmay Başkanlarının değişik resmî toplantılarda yaptığı açıklamalar ve muhtemelen MGK toplantılarda raporlar ile milletin ve hükümetin gündemine taşımışlardır.

Komutanların ağır şekilde eleştirdiği ve Türk ordusunun şiddetle direndiği Yeni Türkiye projesinin başarıya ulaşması, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu projeyi kabul etmesine bağlıdır. Türk ordusunun bu projeyi kabul etmeyeceğini bilen projenin dış sahipleri ve iç ortakları, Türk ordusunu en azından bu projeye karşı çıkamayacak hâle getirmek amacı ile kapsamlı bir enformasyon savaşı başlatmıştır. Genelkurmay Başkanlığı, Türkiye’ye ve kendisine karşı sürdürülen bu savaşı “asimetrik psikolojik savaş” kavramı ile tanımlamıştır.

Sürdürülen enformasyon savaşı ile Türk Ordusu; içinde katliamcıları, katilleri, darbecileri barındıran, kontrgerilla / Ergenekon örgütlenmeleri ile Türk milletinin yüksek menfaatlerine ihanet eden bir illegal örgüt ve katiller çetesi olarak sunulmaya çalışılmaktadır.

Türk ordusunun kendisine emanet edilen Mehmetçikleri, PKK tarafından katledilmesi için silahsız şekilde yolladığı, (33 erin Bingöl’de şehit edilmesi), Reşadiye’de 7 Mehmetçiğin katledilmesini sağladığı, komutanların Yahudi veya Hristiyan olduğu değişik kaynaklardan televizyon haberi, gazete köşe yazısı, televizyon yorumu, dizi film ve en önemlisi fısıltı gazetesi ile binlerce kez tekrar edilerek iftira edilmektedir. Türk ordusuna karşı sürdürülen enformasyon savaşının elemanları, TSK’nın PKK’dan beter olduğunu söyleyecek ve TSK’nın kurumsal yapısının tasfiye edilerek yerine yeni bir ordunun kurulmasını önerecek kadar ileri gitmektedirler.[1]

Subaylar tutuklanmakta, taciz edilmekte, gözaltına alınmakta ve kelepçelenmekte, askerî araçlar şehir içinde durdurularak sorgulanmaktadır. Bazı subaylar, gazi subaylar kendilerine karşı yürütülen psikolojik savaş, itibar infazı ve yargısız infazlar karşısında dayanamayarak intiharı bir yol olarak seçmekte, Yıldırım Bayezid gibi intihar ederek onurlu bir şekilde ölmenin daha doğru olacağını düşünmektedirler. Bazı siyasetçiler, gazeteciler, aydınlar açıklamalarında yazılarında, ifadelerinde Türk ordusuna karşı inanılmaz bir nefret kusmaktadırlar. Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı kimliği taşıyan bu insanların kendi ordularına duyduklar kinin boyutlarını kavramakta insan zorlanmaktadır. Türk ordusu kendi ülkesinde, kışlalarında kuşatma altına alınmış bir ordu hâline gelmiştir.

Sürdürülen enformasyon savaşı ile Türk ordusunun önüne iki seçenek konulmak istenmektedir. Birinci seçenek, Türk ordusunun enformasyon savaşına yenildiğini açıklayarak “Yeni Türkiye” projesinin gönülsüz parçası olmayı ve Anayasanın ilk dört maddesinin değiştirilmesini kabul etmesidir. İkinci seçenek ise, yürütülen enformasyon savaşına karşı isyan eden ve gelişen PKK kent terörizmini yaygınlaşmasını engellemeye çalışan TSK’yı bir askerî darbe yapmaya zorlamaktır. Böyle bir askerî darbe sonrasında bir yandan K. Irak’ta Barzani/Talabani Kerkük’ü ilhak ederek bağımsız Kürdistan’ı ilan edecek, öte yandan PKK bir iç savaş çıkarması için desteklenecektir. Türkiye, PKK’nın girişimini bastırsa dahi, K. Irak’ta Kerkük’ü ilhak eden ve Irak’tan ayrılma sürecinde biraz daha ilerleyen bir K. Irak’a imkan ve kabiliyetleri yeterli olsa dahi uluslararası müdahale yapamayacaktır.
Bu kapsamlı ve büyük enformasyon savaşının karargahı ve kurmay heyeti Türkiye dışındadır. Türkiye içinde ise enformasyon savaşının özellikle psikolojik harekat boyutunu sürdüren geniş bir altyapı vardır. Bu geniş altyapı içinde bazı isimler ön plana çıkmaktadır. Bu isimlerden birisi ve hatta en önemlisi Prof. Dr. Mümtazer Türköne’dir. M. Türköne de en azından ne yaptığının farkındadır ve bunu şöyle ifade etmektedir: “Asker düşmanı olanlardan biri de benim. (…) 

Hatta, Genelkurmay Başkanı'mızın tasvir ettiği şekilde, ‘orduya karşı medya üzerinden psikolojik harekât yürüten’lerden biri de ben olabilirim.”[2]

M. Türköne’yi Türk ordusuna karşı yürütülen enformasyon savaşı içine sıkıştırarak “psikolojik operasyoncu” olarak okumaya çalışmak büyük bir yanlış olur. Türköne’nin bunun çok ötesinde bir konumu vardır. M. Türköne, yeni bir Türkiye projesini temsil eden bir grubun “ortak aklının” temsilcisidir. Bundan dolayı, M. Türköne’nin yazdığı köşe yazılarının ve yaptığı açıklamaların iyi okunması, gelecekte ülkemizde olabilecekleri öngörmek ve yapılan planlar konusunda fikir sahibi olmak için büyük bir önem taşımaktadır. 
Bu çalışmanın amacı, M. Türköne’nin son yıllarda yaptığı açıklamalar ekseninde Türk ordusu ile ilgili yapılan planları okumaya çalışmaktır.

Enformasyon Savaşı ve Mümtazer Türköne

MümtazerTürköne, 12 Eylül öncesinde Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde okuyan az sayıda Ülkücüden birisidir. Ülkü Ocakları Genel Merkezi’nde eğitimci olan Türköne, 12 Eylül’den sonra akademik yaşama, gelecekte Türk sosyal biliminin Şerif Mardin’i olacağını vaat eden siyasal İslam üzerine çok önemli bir doktora tezi ile başlamıştır. Kitap olarak da yayınlanan doktora tezi 1995 senesinde SBF’den sosyal bilimler ödülü almıştır. Ancak MümtazerTürköne, doktora çalışmasını bitirdikten kısa bir süre sonra, kısa zamanda günlük siyasetin yönlendirilmesinde “siyasal öğütçülüğün” daha kârlı olduğunu keşfetmiştir.

Böylece Türk sosyal bilimi bir kayıp yaşarken, günlük siyaset her şarta uyan bir danışman kazanmıştır. Türköne, “anahtar teslimi politik söylem” konusunda 1990’lı yıllarda gelişmiştir. 1990’lı yılların Ergenekon’u olarak suçlanan “Çiller Özel Örgütü” adlı bir örgütten bahsedildiği ve PKK’ya karşı kırsal ve kentsel alanlarda sen sert politikaların sürdürüldüğü dönemde, Türköne, Başbakan Tansu Çiller’in başdanışmanlığını yapmaktadır. Çiller’in özel propaganda gazetesi olan “Öncü”nün ilk kurgusunu yapan da Türköne’dir. Kamuoyu, M. Türköne’yi, T. Çiller için yazdığı yazılarda bazen “Taoculuk” ile bazen Ergenekon örgütü üyesi olmakla da suçlanan Abdullah Çatlı için “Bu memleket için kurşun yiyen de kurşun atan da kahramandır.” dedirten, danışman olarak tanır.

MümtazerTürköne, bu cümleyi kendisinin yazdırmadığını NTV’de Ocak 2009 başında Ruşen Çakır ile girdiği tartışmada, açıklamış bu iddianın bir şehir efsanesi olduğunu ileri sürmüştür. Ancak T. Çiller’e beraber danışmanlık yaptığı Şükrü Karaca, o yazının MümtazerTürköne tarafından kaleme açıkladığını birkaç gün sonra basına açıklamıştır. Bütün bunların dışında M. Türköne, hiçbir zaman sadece “metin yazarı” konumuna indirgenemeyecek kadar güçlü bir siyaset bilimci ve siyasal analizcidir.

M.Türköne, Çiller’in danışmanı olduğu dönemde 1990’lı yıllarda düşük yoğunluklu çatışmanın ideolojik boyutu konusunda eski Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar ile de yakın olmuştur. Mehmet Ağar, PKK’ya karşı sürdürülen mücadelenin politik/ideolojik meşruluğu ile ilgili M. Türköne’den alıntılar yapmış ve bu alıntıları yaparken ad vermeden kaynak göstererek, M. Türköne’yi basına “genç fakat vukuflu bir akademisyen” diyerek övmüştür. Mehmet Ağar, Türköne’ye entelektüel yardımları için şükranını Emniyet Genel Müdürü olarak silah hediye ederek ödemiştir. Tansu Çiller’in siyasetten tasfiye olmasından sonra Türköne 2000’lerin ortasına kadar siyasetin kenarında yer almıştır.

Türköne, Ergenekon için Psikolojik Zemin Hazırlıyor (5-6 Haziran 2006)

2007 yılı ortalarından itibaren Türkiye gündeminin en önemli maddesi iddia edilen “Ergenekon Terör Örgütü” soruşturma ve yargılaması olmuştur. Böylece dünya tarihinde ilk kez bir terör örgütü yargılaması, “iddia edilen” yani varlığı ispatlanmamış bir örgüte karşı başlamıştır. Çünkü terör örgütleri çağlar boyunca gizli olmamışlardır. Gizli olmak terör örgütünün doğasına aykırıdır. Terör örgütlerinin kadroları ve gerçekleştirilene kadar eylemleri gizlidir. Ancak örgütün ismi, gerçekleştirilen eylemleri gizli değildir. Aksine eylemleri örgütün propaganda aracıdır. Türkiye’de yaşanan süreçte ise devletin hiçbir istihbarat ve güvenlik kurumunun davanın varlığından haberdar olmadığı ve sadece savcılık makamı tarafından olduğu iddia edilen varsayılan terör örgütü söz konusudur.
Esasen 1997’den itibaren bir terör örgütü olarak değil ancak gizli örgüt olarak, Ergenekon örgütünün varlığı bazı yazarlar tarafından savunulmuştur. Ergenekon örgütünün NATO tarafından 1950 sonrasında NATO ülkesi üyelerde kurulan özel harp örgütleri ile ilgisi olduğunu ileri süren bazı araştırmalar yapılmış, birçok makale yazılmıştır. Bu çalışma ve makalelerde Ergenekon’u bir “örgüt” olarak ileri süren ve eleştirerek hedef alan yazılar yayınlanmıştır. Ancak büyük bir çoğunluğu sol siyasî kültürden gelen bu araştırmacıların hiç birisi Ergenekon’u bir Türk destanı olarak hedef almamış ve karalamamış, varsayılan örgüt ile Ergenekon efsanesi arasında bir bağ kurmamıştır.

Bu görev M. Türköne’ye düşmüş ve böylece Türköne’nin Tansu Çiller’in siyasetten ayrılması ile sona eren, siyasette etkin olma süreci tekrar başlamıştır. 4 ve 6 Haziran 2006’da Türköne, henüz Ümraniye soruşturmasının başlamadığı “Ergenekon örgütü”nü değil, Ergenekon destanını hedef alan, üst üste iki yazı kaleme almıştır.[3]Türköne, yazılarında doğrudan Ergenekon’u bir kavram olarak kirletmeye çalışmıştır. Türköne, Ergenekon destanının Türk değil, Moğol destanı olduğunu ileri sürmüştür.

Türköne yazısında şöyle demektedir: “Ergenekon, kaynağı tartışmalı bir efsanedir… Derin devlet içindeki çetelerin tarihten süzülen kavramları ve efsaneleri isim olarak seçmeleri tesadüf olamaz. Tarih bugüne dair hükümlerimiz ve tercihlerimizi meşrulaştırmak için ayıklanır, duruşumuzun ve yaptıklarımızın dayanaklarını oluşturur. Çatışan ideolojiler, çatışan farklı tarih yorumları olarak ortalıkta dolaşır. Öyleyse çetelerle baş edebilmek için, içinde çetelerin de yer aldığı ama çok daha geniş kesimleri temsil eden bu tarih yorumları ile baş etmemiz gerekir.”

Türköne, daha sonra Ergenekon ve bozkurt sembolüne saldırısını: “Şayet Türk milletini bir hayvanla sembolize etmek gerekirse, bu sıfata layık tek canlı, damarlarında yüzde yüz Türk kanı dolaşan asil Kangal köpeği olabilir. Türk milletini hakkıyla temsil edebilir” deme noktasına gelecektir. Türköne, bu yazıları ile “Ergenekon” kavramını zihinlere çete kavramına denk düşecek şekilde çizmenin ilk adımını atmıştır. Artık Türkiye içinde “Ergenekon psikolojik harekâtı” başlamıştır. Bir süre sonra Ümraniye soruşturması başlayınca “Ergenekon psikolojik harekâtı” bu hukuki süreci alabildiğince istismar edecektir.

Türköne: “Ergenekon’da Suçlu Özel Kuvvetlerdir”, (12 Mart 2007)
Ergenekon destanının suçlu ortamı yaratan bir iklimi beslediği açıklamasını yapan M. Türköne; Şemdinli, Sauna ve Atabeyler soruşturmaları sonrasında ve Ümraniye soruşturması başlamadan yaptığı bir açıklamada olayların arkasında Özel Kuvvetler Komutanlığı’nın olduğunu ileri sürmüştür. M. Türköne Mart 2007’de Neşe Düzel’e şöyle demektedir: “Soğuk Savaş döneminde gayrinizami savaş tekniklerini kullanmak için kurulan, örgütlenen ve kendisini hukukla pek sınırlı saymayan ve kanun dışı yöntemleri hâlâ kullanabilen bir yapı bu… Özel Harp Dairesi… Özel Kuvvetler… Muhtemeldir ki, bunun istihbarat teşkilatında da uzantıları var. Bu gücün hâlâ ciddi bir operasyon yeteneği var. Nitekim Kuvayi Milliye dernekleri diye yapıları ortaya çıkarıyorlar. Bunların “Yeni Ulusalcılık” diye bir ideolojisi var. Yeni Ulusalcılık, bu gayri nizami yapının, bu çeteleşmenin ürettiği ürediği, yapının ideolojisidir. Toplum içindeki gerginlikleri, kutuplaşmaları, düşmanlıkları kullanan, psikolojik harekâtlarla toplum mühendisliği projeleri yapan ve sivil uzantıları da olan güçler bunlar.”[4]

Bu açıklamadan sonra başlayan Ümraniye soruşturması sonucunda 14 Temmuz 2008’de Birinci İddianame yayınlandığı zaman gerçek sanığın, savcılar tarafından M. Türköne gibi Özel Kuvvetler Komutanlığı olarak görüldüğü açık bir şekilde şu şekilde ortaya konulmuştur: “NATO’nun komünizmle mücadele amacıyla birçok ülkede kurduğu bu örgütler, zaman içerisinde amaçları dışına çıkmış ve bir kısım kişi ve zümrelerin kendi amaç ve ideolojilerini gerçekleştirmek için kullandıkları birer terör örgütüne dönüşmüştür.” Ergenekon örgütünün “Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde faaliyet gösterdiği” defaatle dile getirilmiş ve Türk ordusunun Özel Harp Dairesi-Özel Kuvvetler Komutanlığını “terör örgütü” olarak tanımlanmıştır.

Türköne yine haklı çıkmıştır. Türköne’nin Ergenekon destanı konusundaki karalamalarından bir sene sonra, iddia edilen Ergenekon terör örgütüne karşı operasyon başlamıştır. Türköne’nin, suçlu Özel Kuvvetler Komutanlığı demesinden 16 ay sonra İddianame’de Özel Kuvvetler Komutanlığı suçlanmıştır. M. Türköne, öngörü zaferini şu cümlelerle kutlamıştır: “Genelkurmay'ın iki yıl öncesinde kalan bu bildirisinden Ergenekon davasının iddianamesine geçelim. İddianame doğrudan doğruya, Genelkurmay'ın bu bildirisinde geçen kontrgerilla örgütlenmesinin dava konusu edildiğini açık ve net ifadelerle belirtiyor: 46. sayfada yer alan şu ifadeye bakalım: "...NATO'nun komünizmle mücadele amacıyla birçok ülkede kurduğu bu örgütler, zaman içerisinde amaçları dışına çıkmış ve bir kısım kişi ve zümrelerin kendi amaç ve ideolojilerini gerçekleştirmek için kullandıkları birer terör örgütüne dönüşmüştür." İddianamedeki bu bölüm, aslında Genelkurmay'ın yukardaki bildirisine de bir cevap niteliğinde. Ergenekon İddianamesi, Ergenekon'u doğrudan doğruya Soğuk Savaş döneminde kurulan kontrgerilla örgütünün yoldan çıkmış, yozlaşmış, kişisel çıkar amacıyla kullanılan hâli olarak tanımlıyor. İddianame değişik yerlerde sıklıkla bu örgütün kendisini "Türk Silahlı Kuvvetleri bünyesinde faaliyet gösteren" bir örgüt olarak takdim ettiğini tekrarlıyor.”[5]

Ergenekon Psikolojik Harekâtında Mümtazer Türköne

Ümraniye soruşturmasının başlamasından sonra hukuki süreci psikolojik savaş amacı ile istismar edenlerin başında M. Türköne gelmiştir. Bu konuda Türköne’nin yazdığı birçok yazıdan sadece iki tanesinin, Türköne’nin süreçte yaşadığı psikolojiyi göstermesi açısından altı çizilmelidir. Bunlardan birisinde Türköne, Yeni Şafak gazetesi yazarı Yusuf Kaplan’a bile “Pes doğrusu” dedirten şu satırları yazmaktadır: “Koskoca bir kaya yerinden oynuyor. Kayanın altını mesken tutmuş haşeratın panik içinde kaçmaya başladığını görüyoruz. Yılanlar, çıyanlar, akrepler, solucanlar panik içinde sağa sola koşuyorlar. Onları koruyan koca kaya kütlesi kalkınca, artık her birini teker teker ayağınızla ezebilirsiniz.”[6]

Güngören’de gerçekleşen ve PKK’nın yaptığı kısa zaman sonra meydana çıkan katliamdan sonra ise Türköne yazdığı “Katliamın Sorumlusu Kim?” başlıklı yazıda “Öncelikle bombaların PKK’ya mal edileceği, Türk ordusunun bölgede yürüttüğü operasyonlarda gerekçe olarak gösterileceğine dair işaretler var (…) Bugünün gündemi içine PKK’nın veya PKK’ya yakın bir başka örgütün, böylesine zalim bir katliamla sağlayabileceği hiçbir fayda yok. PKK’nın ilan ettiği strateji içinde bu eylemin anlamı da yok. Akla en yakın ihtimal bu eylemin Ergenekon gündemiyle yakından alakalı olduğu.”[7]

Bu yazılar, aslında bir psikolojik tutumu göstermek açısından önemli olsalar da stratejik içeriği açısından çok önemli değildir. Ancak Türköne’nin düşünce ve öngörülerinin üzerine oturduğu psikolojik ortamı göstermek açısından önemli görünmektedir. Üstelik bu psikolojik zemin, Türköne’nin genel psikolojisi ile uyum içinde de değildir. Çünkü Türköne; zeki, ince bir alaycı, alttan alıcı bir dostluğu temsil etse de hiçbir zaman kaba, hoyrat olmakla suçlanamaz çünkü öyle değildir. Oysa yukarıdaki cümleler en basit ifade ile “kaba”dır.

Türköne, TSK’yı Hedef Alıyor: “Bu Ordu 86 Yıldan Bu Yana Savaşmıyor” (13 Ekim 2008)

M. Türköne, 2008’in ikinci yarısından itibaren sadece Özel Kuvvetler Komutanlığı ve iddia edilen Ergenekon terör örgütüne değil, doğrudan Türk Silahlı Kuvvetleri’ne ağır şekilde saldırmaya başlamıştır. Bu saldırılar Türkiye’de yürütülen enformasyon savaşının yeni bir aşamaya taşındığının ve artık TSK’nın dolaylı değil doğrudan baskı altına alınacağının da habercisidir. Türköne’ye göre, “Türkiye’nin en geri, en hantal, en akıl dışı, en geleneksel bürokratik kurumu Türk Silahlı Kuvvetleri’dir” Türk subaylarında iki ilgi alanı vardır: “Siyaset ve borsa”. Türköne, Türk subayları için şöyle der: “Borsaya inanılmaz ilgileri var. Hepsi borsa uzmanı.” Türköne’ye göre, Türk ordusu, baskı kurarak terörü engellemeye çalışan postal kafalılığı temsil etmektedir.[8]

M.Türköne, Türk ordusunun 86 seneden beri savaşmadığı ve sadece tören yaptığını ileri sürerek, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin 1774’e kadar olan geçmişini iyi gözden geçirmesini istemektedir.[9] Orduların, bütün kurumlar gibi özeleştiri yapmalarında büyük fayda vardır. Ancak, Türköne’nin Türk ordusuna yönelik saldırılarının her türlü ahlaki boyutu yitirdiği görülmektedir. Türk ordusunu son 86 senede bir “tören ordusu” ilan etmek vicdansızlıktan da ötedir.

Türk ordusu, 1923 sonrasında 1938’e değin, Doğu ve Güneydoğu Anadolu’da çıkarılan 15 bölücü isyanı bastırmıştır. Bunu, ordunun Kore Savaşı’na katılması izlemiştir. Türk birlikleri Kore’de en sert çatışmalara girmiştir.[10] Türk ordusunun 1974’te düzenlediği Kıbrıs Barış Harekâtı, deniz ötesi çıkarma harekâtı olarak, en zor savaş türlerinin başında gelmektedir. Türk Ordusu, Kıbrıs Savaşı’ndan da başarı ile çıkmıştır.

1984’te PKK terör örgütü, Türkiye’ye karşı, vekaleten savaş denilen düşük yoğunluklu bir çatışma süreci başlatmıştır. PKK, 1984-2007 sürecinde kendisini Suriye, Irak, İran, AB ülkeleri ve nihayet ABD’ye kiralayarak Türkiye’ye karşı savaş türleri içinde bir milleti ve orduyu en fazla zorlayan düşük yoğunluklu çatışmayı sürdürmüştür. Ordu, bu mücadeleden de yüz akı ile çıkmış, 1997’de PKK yenilmiş, birinci ve ikinci adamı tutuklanmış, terör örgütü, Türkiye dışına çekilmeye zorlanmıştır.


***

AB GÖÇMEN FONU NERELERE HARCANDI BÖLÜM 3

AB GÖÇMEN FONU NERELERE HARCANDI BÖLÜM  3



KAYIT DIŞI SUÇLAMASI,AB Komisyonu, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı, Göçmen Bürosu, Gözde Kazaz , Göçmen  Geri Kabul Anlaşması,


TBMM ARŞİVİNDEN GERİ KABUL ANLAŞMASI..

Konu: TÜRKİYE CUMHURİYETİ İLE AVRUPA BİRLİĞİ ARASINDA İZİNSİZ İKAMET EDEN KİŞİLERİN GERİ KABULÜNE İLİŞKİN 
               ANLAŞMANIN ONAYLANMASININ UYGUN BULUNDUĞUNA DAİR
Yasama Yılı: 4
Birleşim: 106
Tarih: 19/06/2014

CHP GRUBU ADINA OSMAN FARUK LOĞOĞLU (Adana) - 

    Sayın Başkan, Değerli Milletvekilleri; Türkiye Cumhuriyeti ile Avrupa Birliği Arasında İzinsiz İkamet Eden Kişilerin Geri Kabulüne İlişkin Anlaşma konusunda Cumhuriyet Halk Partisi adına söz almış bulunuyorum. Hepinizi saygıyla selamlıyorum.
Geri kabul anlaşması Genel Kurula gelmeden önce İçişleri ve Avrupa Birliği Uyum Komisyonlarında görüşülmüş, sonrasında Dışişleri Komisyonunda ele alınmıştır. Anlaşmanın görüşüldüğü bütün komisyonlarda partimiz milletvekilleri kapsamlı muhalefet şerhleriyle itirazlarımızı kayda geçirmişlerdir fakat itirazlarımıza ne yazık ki kulak asan olmamıştır. Oysa, ciddi ulusal çıkarlarımız söz konusudur. Biliniz ki, biz, bu konuda siyaset yapma peşinde değiliz. Kaygılarımız ciddi ve samimidir. Amacımız, hep birlikte ülkemiz için uygun ve yararlı olanı bulmak ve yapmaktır.
Değerli milletvekilleri, Türkiye ile Avrupa Birliği arasında imzalanan geri kabul anlaşması mütekabiliyet temelinde Türkiye'de veya AB'ye üye ülkelerden birinde ülkeye giriş, ülkede bulunma veya ikamet etme koşullarını sağlayamayan veya sağlayamaz duruma düşen kişilerin anlaşmada belirlenen koşullar ve kurallar çerçevesinde ilgili ülkeye geri gönderilmesi işlem ve usullerini düzenlemektedir.
Bu anlaşmaya göre Türkiye, ülkesi üzerinden AB ülkelerine yasa dışı yollarla giden üçüncü ülke vatandaşlarını anlaşma yürürlüğe girdikten üç yıl sonra geri almaya başlayacaktır. Fakat, Türkiye'yle ikili geri kabul anlaşması veya benzer düzenlemeleri bulunan üçüncü ülkelerin vatandaşları ve vatansız kişilerin iadesi geri kabul anlaşması yürürlüğe girdiği tarihten itibaren başlayacaktır. Geri kabul anlaşması uygulanmaya başlandıktan sonra AB ülkelerine yasa dışı yollardan giriş yapmış veya AB ülkelerinde ikamet eden düzensiz göçmen grubuna düşen vatandaşlarımız da maalesef Türkiye'ye iade edileceklerdir.

Yukarıdaki gerçekler ortada dururken, 16 Aralık 2013 tarihinde imzalanan geri kabul anlaşması ve vize muafiyeti için yol haritası belgeleri üzerinden yanıltıcı bir ilgi ve algı yaratılmaya çalışılmaktadır. Bu anlaşmanın "Adalet, Özgürlük ve Güvenlik" başlıklı 24'üncü Fasıl'ın otomatik ve standart bir gereği olduğu ileri sürülmekte iktidar tarafından ve sanki Türkiye'nin imzadan başka seçeneği olmadığı izlenimi verilmeye çalışılmaktadır. Oysa, geri kabul ile vize arasındaki bağlantı, Avrupa Birliği tarafının kurduğu ve dayattığı bir bağlantıdır. Adalet ve Kalkınma Partisi, Türkiye-AB ortaklık hukukunda yeri olmayan bir kurguyla maalesef bu dayatmada bulunmuş, Türkiye bu dayatmaya direnmemiş ve müzakere masasında başarısız olmuştur.

Şimdi müzakere sürecinin niçin başarısız olduğunu size somut örneklerle açıklayacağım:

Birincisi: Hükûmet yetkilileri, önceleri, hep, önce vize muafiyetinin sağlanacağını sonra geri kabul anlaşmasının imzalanacağının sözünü halkımıza vermişler fakat bu sözler unutulmuş ve 16 Aralıkta iki anlaşmaya da aynı zamanda imza atılmıştır; hatta, geri kabul anlaşmasının daha önce yürürlüğe girmesini de onaylamışlardır. Kısacası, Adalet ve Kalkınma Partisi iktidarı sözünde duramamış, hakkımız olan vize bağışıklığını da sağlayamamıştır.

İkincisi: Anlaşma metninde Türkiye'nin coğrafi konumundan kaynaklanan özellikleri nedeniyle ilgili Cenevre sözleşmelerine koyduğu çekinceleri yansıtacak hükümlere de yer verilmemiştir. Türkiye korumasız bırakılmıştır.

Üçüncüsü: Söz konusu anlaşmanın bazı hükümleri taraf olduğumuz Birleşmiş Milletler temel insan hakları sözleşmelerinden olan Tüm Göçmen İşçiler ve Aile Fertlerinin İnsan Haklarının Korunmasına Dair Uluslararası Sözleşme'nin 22'nci maddesiyle çelişmektedir. Bu sözleşme göçmen işçilere ve aile fertlerine, sınır dışı edilmeden önce, bulundukları ülkede birtakım güvenceler sağlar. Oysa, geri kabul anlaşması bu insanların sorgusuz sualsiz sınır dışı edilmelerini öngörmektedir.

Dördüncüsü: Hükûmet üyelerinin büyük bir zafer edasıyla halkımızı inandırmaya çalıştıkları "vize muafiyeti" müjdesi maalesef doğru değildir, bir aldatmacadan ibarettir. Anlaşmada böyle bir hüküm yoktur. Zira, Avrupa Birliği tarafından belirlenen koşullara bağlı olarak en erken üç buçuk yıl sonra, o da o tarihte karşı tarafın yapacağı son bir değerlendirmenin olumlu olması hâlinde vize serbestisi hayata geçecektir. Yani, AB'nin çıkarları bakımından sonu belli, bizim kazanımımız açısından ise sonu belirsiz olan bir süreçten bahsediyoruz. Diğer bir deyişle, vize muafiyetinin belirli koşullara bağlı olduğu ve Türkiye bu koşulları yerine getirse bile dizginleri Avrupa'nın elinde olan ucu açık bir süreçle karşı karşıya olduğumuz gerçeğini Hükûmet halkımızdan saklamaktadır.

Beşincisi: Geri kabul anlaşması, AB ülkelerinde doğmuş olanlar da dâhil olmak üzere, düzensiz konumda bulunan Türk vatandaşları ile düzenli konumlarını muhafaza edemeyen Türk vatandaşlarını da kapsamaktadır.
Arkadaşlar, bu, bu anlaşmanın en tehlikeli yönlerinden biridir ve Hükûmet hâlâ bu tehlikeyi görmezlikten gelmekte ısrar etmektedir. Bu ciddi tehlikeye burada özenle ve önemle dikkatinizi çekiyorum.

Değerli Arkadaşlar, Avrupa'da yaşayan yasal ikamet sahibi Türk vatandaşları, bu konumlarını çeşitli gerekçelerle kaybettikleri takdirde geri kabul anlaşması kapsamına girecekler ve sınır dışı edilecekler.
Bildiğiniz gibi, Türkiye ile Avrupa Birliği tarafından 1980 yılında imzalanan 1/80 ve 3/80 sayılı Ortaklık Konseyi Kararları, Türkiye-AB ortaklık hukukunu oluşturmaktadır. Vatandaşlarımızı bağlayan hukuk, işte bu ortaklık hukukudur. Dolayısıyla, AB ülkelerinde yasal ikamet hakkı bulunan Türk vatandaşlarının geri kabul anlaşması kapsamına alınmış olması hiçbir şekilde kabul edilemez. Zira bu anlaşma vatandaşlarımızın serbest dolaşımla ilgili bir dış kazanımlarını da tehdit etmektedir, bu tehdidi bertaraf eden bir hükmün geri kabul anlaşmasında yer almaması ise büyük bir eksikliktir.

Altıncısı: Ülkemize iade edilecek düzensiz göçmenlerin kaynak ülkelere, yani geldikleri ülkelere gönderilip gönderilemeyecekleri de belirsizdir. Ülkemizin konumu ve kara ve deniz sınırlarımızın yapısı düşünüldüğünde, önümüzdeki yıllarda ülkemizde uzun sürelerle kalan düzensiz göçmen sayısında önemli artışlar olacaktır. Zira Türkiye'ye gönderilecek göçmenler ile onların ülkeleri arasında bir geri kabul anlaşmamız yoksa ve o ülkelerde silahlı çatışma gibi insan hayatını tehdit eden durumlar varsa, bu insanları, Türkiye'ye geri kabul ettiğimiz göçmenleri kendi ülkelerine gönderemeyeceğiz.
Değerli Milletvekilleri, bu anlaşma, Türkiye'yi bir yasa dışı göçmenler deposu hâline getirecektir.

Yedincisi: Geri kabul anlaşması ülkemize aynı zamanda ağır ekonomik ve toplumsal külfetler getirmektedir. Ülkemize iade edilecek düzensiz göçmenlerin geri gönderme merkezlerinde idari gözetim altında tutuldukları süre boyunca barınma ve ülkelerine geri dönüşlerine ilişkin masraflar Türkiye tarafından karşılanacaktır. Geri kabul anlaşması bağlamında ülkemizin üstleneceği maliyetin Avrupa Birliği tarafından karşılanacağına ilişkin bir garanti bulunmamaktadır. Bu konuda AB İçişleri Komiseri Cecilia Malmström tarafından kamuoyu önünde yapılan sözlü bir taahhüt dışında somut herhangi bir taahhüt yoktur. AKP Hükûmeti, bu konuda sadece "Görüşmeler devam ediyor." demekle yetinmektedir. Dolayısıyla, arkadaşlar bilelim, faturayı Türkiye'nin ödeyeceği anlaşılmaktadır.

Sekizincisi: Vize serbestisini sadece geri kabul anlaşmasıyla yan yana getirerek sanki ikisi birbirlerinin net karşılığıymış izlenimi yaratılmaya çalışılmaktadır. Halkımızı eksik bilgilendiren AKP Hükûmeti, söz konusu anlaşmanın Avrupa Birliğine vizesiz girişin 4 ayrı koşulundan yalnızca 1'i olduğu gerçeğini de saklamaktadır. Bu koşullar şunlardır:

1) Belge Güvenliği,
2) Yasa Dışı Göç, ki bu geri kabul anlaşması bu bölümün bir parçasıdır,
3) Kamu Düzeni ve güvenliği,
4) Dış İlişkiler ve temel haklar.

4 Ana kriterden 3'üncüsü olan kamu düzeni ve güvenliği maddesinin içinde -burada özellikle iktidar partisi milletvekili arkadaşların dikkatini çekiyorum- bu maddede, bu başlık altında yolsuzlukla mücadele için uygulanacak stratejik eylem planı ve Avrupa Birliği ülkeleriyle bu konuda yasal iş birliği yükümlülüğü vardır.
Şimdi gerçekçi olalım, yolsuzluklar konusunda yüz kızartıcı bir sicile sahip olan ve temizlenmesine her türlü yolla karşı koyan AKP iktidarı, yolsuzlukla mücadele konusunda Avrupa Birliğiyle nasıl iş birliği yapacaktır?

Vize serbestisi için 4'üncü kriterin başlığı ise "Dış İlişkiler ve Temel Haklar"dır. Buna göre, vatandaşlarımızın ve yabancıların vatandaşlık haklarının uluslararası standartlara uygunluğunu düzenleme yükümlülüğü Türkiye için vardır.
Soruyorum: Nijeryalı Festus Okey'in İstanbul'un göbeğinde Beyoğlu Polis Merkezinde kurşunlanarak, iki gün önce de Afganistanlı Lütfullah Tacik'in Van'da polis tarafından dövülerek öldürülmesine seyirci kalan, kendi vatandaşlarının gaz bombalarıyla ve sokak ortasında öldürülmesine salık veren AKP Hükûmeti, vize serbestisi konusunda bu 4'üncü kriterin yani vatandaşlık hakları konusunun gereğini nasıl yerine getirecektir?

Dokuzuncusu: Vize serbestisi için Avrupa her ülkeye yönelik aynı yöntemi işletse de kararlar ülke bazında alınmaktadır. Her ülkenin farklı koşulları karar sürecini etkiler. Bu nedenle, Hükûmetin vize muafiyeti için halkımıza Avrupa Birliğiyle üçüncü ülkeler arasında vize muafiyet süreçlerini örnek göstermesinin Türkiye bakımından bir anlamı yoktur. Vize muafiyeti için yol haritası belgesi somut ve soyut birçok yükümlülük içermektedir. Türkiye'nin -bütün bu koşulları sağlasa da- vize muafiyetine ne zaman sahip olacağı kesin bir takvime bağlanmamıştır.

Onuncusu: Dışişleri Bakanı Davutoğlu ve AB Bakanlığı, vize muafiyet diyaloğunun Türkiye'nin belli çekincelerinin yer aldığı meşruhatlı yol haritası üzerinden yürütüleceğini söylemektedir fakat imzalanan asıl anlaşmalarda Türkiye'nin çekinceleri yer almamaktadır. Sayın Davutoğlu'nun övgüyle bahsettiği meşruhatlı yol haritası bir anlaşma değildir, meşruhatlı yol haritasının hukuki bağlayıcılığı bulunmamaktadır.

Değerli milletvekilleri, yol haritası, Avrupa tarafının Türk tarafına talimatnamesi niteliğinde bir belgedir. Meclisimizin tam bir değerlendirme yapabilmesi için Hükûmetin yol haritası konusunda Meclise bilgi vermesi gerekirdi, oysa bu da yapılmamıştır.

Değerli milletvekilleri, sonuç olarak, geri kabul anlaşması ile vize konuları arasında hukuki bir bağlantı yoktur. Karşı tarafın dayatmasını Adalet ve Kalkınma Partisi itirazsız kabul etmiştir. Beceriksiz ve başarısız bir müzakere süreci sonucunda imzalanan ve Türkiye'nin hak ve çıkarlarını çiğneyen söz konusu anlaşma üzerinden "Vize kolaylığı sağladık." propagandası yapılmakta ve kamuoyumuz aldatılmaktadır.
Geri kabul anlaşması Türkiye'ye toplumsal, ekonomik ve güvenlik bağlamında ağır yükümlülükler getirmektedir. Türkiye, sayıları giderek artacak yasa dışı göçmenlerin barındığı ve uzun süreler kalacağı bir ülke hâline gelecektir. Buna karşılık, vize kolaylığı en erken üç buçuk yıl sonra devreye girecektir. O da farklı koşullara ve AB tarafının yapacağı değerlendirme ve karara bağlı olacaktır.
Avrupa Birliğinin bu anlaşmayı hızla onayarak 7 Mayıs 2014 tarihinde yani bundan üç beş hafta önce resmî gazetelerinde yayımlamış olmasının, herhâlde, bizim için bir uyarı olması lazım. Avrupa acele ediyor çünkü ciddi çıkarları söz konusudur. Biz de Cumhuriyet Halk Partisi olarak diyoruz ki: "Bizim de hayati çıkarlarımız var. Onun için bu konuya bir daha bakalım."

Başbakan Erdoğan bazen farkında olmadan doğruları ağzından kaçırabiliyor. Hatırlayınız, geri kabul anlaşması imzalandığında, Başbakan Erdoğan "Biz Avrupa'ya yük götürmüyoruz, Avrupa'dan yük almaya gidiyoruz." demişti. Evet, bu anlaşma Avrupa'nın yükünü alıyor ve Türkiye'nin omuzlarına yüklüyor. Ancak, Türkiye yük taşıyıcısı değildir ve olmamalıdır. Bir anlaşmada tarafların karşılıklı yararlarının dengede ve eş zamanlı olması gerekir. Geri kabulde, Türkiye peşin ödeme yapmakta, karşılığında belirsiz bir vize sözü dışında bir şey alamamaktadır. Genel uygulama Avrupa Birliğiyle üyelik müzakerelerine başlayan ülkelere vize muafiyeti tanınması şeklindedir. Türkiye bu müzakerelere başlayalı kaç yıl olmuştur ama vize muafiyeti tanınmamıştır. Bu uygulamanın yani Avrupa Birliğinin genel uygulamasının tek istisnası Türkiye'dir. Türk hükûmetleri bu konuyu uzun bir süreden beri Avrupa yetkilileriyle ele alagelmiş ancak bugüne kadar bu konuda başarı sağlanamamıştır. AKP Hükûmeti de bu haksız ve istisnai duruma tepki göstereceği yerde bu haksızlığın sürmesine hizmet etmektedir.

Değerli arkadaşlar, bu kapsamda bir geri kabul anlaşmasının imzalanması ancak ülkemizin üyeliğinin gerçekleşmesi hâlinde ya da belirttiğim gibi Türkiye'nin Avrupa'ya mülteci gönderen tüm ülkelerle geri kabul anlaşmaları yapması durumunda uygun olurdu. Fakat bulunduğumuz noktada üyelik hedefimiz her gün yara alırken böyle bir anlaşmayı imzalamak ülkemizi sosyal ve ekonomik alanlarda ve güvenlik alanında zora sokacaktır. Ayrıca, geri kabul anlaşmasını bu hâliyle imzalamak Türkiye'nin uluslararası platformlardaki itibarını da zedeleyecektir.
Bildiğimiz gibi, geçtiğimiz günlerde Avrupa Birliği Komisyonu büyük çoğunluğu Karayipler ve Pasifik bölgelerinde adalar olmak üzere 19 ülkeye vizeyi kaldırdı. Hâl böyleyken, yıllardır Avrupa Birliğiyle müzakere eden Türkiye ise yerinde saymakta, hatta yeni koşullara ve ucu açık bir sürece mahkûm edilmektedir. Biz ülkemizi itibarsızlaştıracak, Avrupa Birliğine katılım sürecini geriletecek bu onur kırıcı ve çifte standartlı durumu kabul etmiyoruz.

Yukarıda saydığım gerekçelere dayanarak biz Cumhuriyet Halk Partisi Grubu olarak bu anlaşmaya "hayır" diyeceğiz ancak size ülkemiz, halkımız adına, özellikle iktidar partisi milletvekillerine samimi bir çağrımız da var, tabii, dinleyen varsa:

1) Böyle bir anlaşmanın imzalanmasına karşı değiliz, imzalansın.
2) Ancak, mevcut hâliyle bu anlaşma yetersizdir, dengesizdir, çıkarlarımızı korumamaktadır.
3) Cumhuriyet Halk Partisi vize muafiyetinin üç dört yıl sonra değil, şimdi başlamasını istemektedir.
4) Dolayısıyla, çağrımız, bu anlaşmayı geri çekin, eksikliklerini gidermek için Avrupa Birliğiyle masaya yeniden oturun ve yeniden müzakere edin, biz de size yardımcı olalım ve bu konuyu ulusal çıkarlarımız doğrultusunda tekrar değerlendirelim. Bunu yapmadığınız takdirde tarihî bir hataya imza atmış ve ulusal çıkarlarımızın zarar görmesine ortak olmuş ve hizmet etmiş olacaksınız.
Hepinize saygılar sunuyorum. (CHP Sıralarından alkışlar)


***

AB GÖÇMEN FONU NERELERE HARCANDI BÖLÜM 2

AB GÖÇMEN FONU NERELERE HARCANDI BÖLÜM  2

Sayıştay 58 milyon Euro'nun peşinde: AB fonları nereye gitti?



Cumartesi, Ekim 11, 2014

Avrupa Birliği'nin Türkiye'ye kullandırdığı fonları denetleyen Sayıştay, 58 milyon euronun takibinin yapılamadığını belirledi. Kurum, dağıtımda da AB yönetmeliğine uyulmadığına dikkat çekti.

Sayıştay’ın, AB Bakanlığı ile ilgili denetim raporunda, aday ülkelere birliğe katılım öncesinde kullandırılan fonlarla ilgili raporunda çarpıcı tespitler yer aldı.


BÜTÇE KARMAŞASI

Raporda, ‘Katılım Öncesi Mali Yardım Aracı’ (IPA) kapsamında gerçekleştirilen programlara ilişkin harcamaların, AB Komisyonu ve Türkiye tarafından ortak olarak finanse edilen program bütçeleri üzerinden yürütüldüğü belirtilerek, “Program bütçelerinin ne kadarının AB katkısı, ne kadarının ulusal katkıdan 
oluşacağı finansman anlaşmalarında belirlenmiştir. Programların tamamlanmasıyla birlikte bütçelerinin gerçekleşme durumlarına göre AB Komisyonu ve Türkiye tarafından aktarılmış olup da harcanmayan katkı payı tutarlarının taraflarına iade edilmesi gerekmektedir. Avrupa Birliği Komisyonu’na iade edilmesi ve bütçeye gelir kaydedilmesi gereken tutarların takibinin yapılabilmesi için gerekli izleme hesaplarının bulunmadığı görülmüştür” tespiti yer aldı.

TOPU MALİYE BAKANLIĞI’NA ATTI

AB Bakanlığı, cevapta topu Maliye Bakanlığı’na attı. Bakanlık, izleme hesaplarının oluşturulması talebinin Maliye Bakanlığı’na iletildiğini belirtti. Sayıştay, bu yanıta “düzenlemelerin yapılması” uyarısıyla karşılık verdi.


TAKİP MÜMKÜN DEĞİL

Fonlarla ilgili benzer sıkıntı, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı’na ilişkin raporda da yer aldı. Raporda, sadece 2013’te kullandırılan kaynağın 58 milyon euro (170 milyon lira) olduğuna dikkat çekilirken, AB Ko-ordinasyon Daire Başkanlığı’nın (ABKDB) Hibe Yönetmeliği hükümlerine uymadığı ifade edilerek, “Söz konusu kayıtların herhangi bir şekilde ulusal muhasebe sistemi tarafından takip edilmesinin mümkün ol-madığı görülmüştür” denildi.


KAYIT DIŞI SUÇLAMASI

Raporda, “Söz konusu IPA fonlarını kullandıran kurumun muhasebe kayıtlarında izlenmemesi, mevzuata aykırılık teşkil etmekte ve kamu kaynaklarının kayıt dışında kalmasına neden olmaktadır. Bu durum, Bakanlığın mali tablolarının gerçek durumu yansıtmamasını, faaliyetlerin, faaliyet raporlarında görülmemesini netice vermektedir” tespiti dikkat çekti. Çalışma Bakanlığı, bu tespite “Proje karşılığında hesaplarına para aktarılan kamu idaresi tanımına uymadıklarından ilgili yönetmelik kapsamında olmadıkları” yanıtı verdi.



'' Göçmen  Geri Kabul Anlaşmasının Uygulanması imkânsız’'


Gözde Kazaz 
01.04.2016
GÜNCEL


Beş ay süren çetin görüşmelerin ardından Türkiye ve AB arasında imzalanan geri kabul anlaşması 20 Mart’ta yürürlüğe girdi. Girmesine girdi fakat aralarında BM Mülteci Yüksek Komiserliği’nin de bulunduğu insan hakları örgütleri ‘anlaşma hukuka aykırıdır’ diyerek anlaşmanın parçası olmayacaklarını deklare edince, Yunanistan geri dönüşlerin başlama tarihinin 4 Nisan’a ertelenmesini talep etti; Avrupa Birliği’nden geri dönüş işlemlerini yürütecek görevlilerin de bir an önce Yunanistan’a ulaşması gerektiğini açıkladı. Anlaşma kapsamında bu ayın sonunda 6 bin, sene sonuna kadar da 20 bin göçmenin Türkiye’ye iade edilmesi planlanıyor. Fakat savaştan kaçan mültecilerin ahvali ve uluslararası insani hukuk bu planın neresinde duruyor? Siyaset Bilimci Dr. Cengiz Aktar Cengiz Aktar anlattı.
Uluslararası insan hakları kuruluşları, Türkiye-AB arasında imzalanan geri kabul anlaşmasının hukuka aykırı olduğunu açıkladılar ardı ardına. Neye göre hukuka aykırı bulunuyor?

Başta BM Mülteciler Yüksek Komiserliği olmak üzere, BM İnsan Hakları Yüksek Komiserliği, Uluslararası Af Örgütü, İnsan Hakları İzleme Örgütü (HRW), Fransa Mülteci ve Vatansız Ajansı (OFPRA), Uluslararası Kurtarma Komitesi (IRC), Sınır Tanımayan Doktorlar ve Avrupa Konseyi İnsan Hakları Komiseri Nils Muiznieks bu anlaşmanın uluslararası insani hukuka aykırı olduğunu söylediler. Dayandıkları yer şurası: Türkiye 1951 Mülteci Sözleşmesi ile  1967 New York Ek Protokolüne getirdiği coğrafi çekince nedeniyle, Avrupa dışından iltica talebinde bulunanların mülteci olarak kabul edilebildiği bir ülke değil. Yani bu insanları geriye yollamanın hukuki dayanağı yok. Türkiye’nin “güvenli iltica ülkesi” olabilmesi için uluslararası mülteci hukukunun temeli olan bahsettiğim sözleşmeyi olduğu gibi kabul etmesi gerekiyor. Kabul etmiyorsa güvenli bir iltica ülkesi değildir. Bu yüzden de bu kuruluşlar anlaşmaya taraf olmak istemiyorlar.   




Cengiz Aktar

Anlaşmaya konu olan geri yollama nasıl uygulanacak? 

Geri yollama işlemi üç şekilde olur: Biri gönüllüdür, reddedilen mülteci kendisi dönmeyi kabul eder. İkincisi, Suriyeliler ve başka üçüncü ülke vatandaşlarının birebir uzman hukukçuyla yapacakları mülakat sonucu geri yollanmaları mümkün olur. Üçüncüsü de zorla deport etmedir. Mülakat yolunda zaten sorun var; en az bir buçuk saat sürmesi gereken bireysel mülakatların altından kalkmak mümkün değil,  yıllar alır. O yüzden Suriyelilere “prima facie” mülteci statüsü verildi; yani grup olarak mülteci kabul edildiler. İkinci şıkkı yapabilecek olan uluslararası kuruluşlar biz bu işte yokuz dediler. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği’nin işin içinde olmaması zaten sorunu içinden çıkılmaz hale getiriyor. Çünkü Yunanistan makamlarında böyle bir uzmanlık yok. Zorla deport etme ise neredeyse imkansızdır çünkü insanlar direnirler ve nitekim direnme de başladı. Geri kabul anlaşmalarının infaz oranının çok düşük olduğunu biliyoruz. 100 kişiyi yasadışı deklare edip sınır dışı kararı verirsin, onların beşi gider, geri kalanı toplumun içinde kaybolur. 

Yunanistan’dan 4 Nisan’a kadar AB’den gelecek görevlileri beklediğini açıkladı. Kimdir bu görevliler?

Olsa olsa polis ya da üye ülkelerin iltica konusunda uzman polisleridir. Ama bu işler polisler tarafından yapılmaz. Kağıt üzerinde güzel duran, amatör Avrupa Birliği bürokratları tarafından kaleme alınmış ham hayallerdir bunlar. 

Türkiye’nin alacağı her mülteci için AB’nin bir mülteci alma planına ne diyorsunuz? 

Saçma sapan bir şey bu. Uygulanması neredeyse imkansız. Bütün bu kavram kargaşasında hayata geçirilebilecek, Türkiye’nin yükünü hafifletmek babında yapılabilecek yegane operasyon, Türkiye, Yunanistan, Ürdün ve Lübnan’dan Almanya gibi üçüncü ülkelere doğrudan iskandır. Uluslararası normlar uyarınca komite kurulur. BM Mülteciler Yüksek Komiserliği bu konuda uzmandır. Ama iki yıldır Yunanistan’dan yapılmaya çalışılan  doğrudan iskan  bir türlü layıkıyla yürümüyor çünkü Avrupa ülkeleri kota vermiyor ve mülteci almıyor. 
Zaten bildiğimiz kadarıyla anlaşmada, AB ülkelerinin kaç mülteci alacaklarına dair bir taahhütleri yok? 

Tabii, örneğin İspanya yaklaşık 30-35 kişi aldı. Birkaç ülkenin dışında herkes yan çiziyor. 

Anlaşmada bir de “Türkiye sınırı yakınlarındaki, daha güvenli olacak bazı bölgelere, yerel nüfusun ve mültecilerin transferi” gibi bir girişim çerçevesi çiziliyor. Bu girişimin Türkiye’nin Suriye’de hayalini kurduğu ‘güvenli bölge’ olup olmadığı da tartışılmıştı. Buna kapı mı açacaktır bu çerçeve?

Uluslararası uygulama şunu söyler: bunun gibi kitlesel ilticalarda, ilticayı kabul eden ülke mültecileri mümkün olduğu kadar sınır bölgesine yerleştirilmez. Çünkü geldikleri ülkenin korumasını kaybetmişlerdir, o ülke o sınıra askeri operasyon düzenleyebilir. Mültecilerin güvenliği açısından tehlikelidir. Sınırda mülteci kampı olmaz. Ayrıca mülteciler mümkün olduğu kadar dağıtılır, yoğun olarak belli bir bölgede oradaki nüfus yapısını değiştirecek şekilde tutulmazlar. Üçüncü nokta da şu; Kürt siyasi hareketinin “oradaki nüfus dengelerini değiştirme amacıyla mı yapılıyor?” sorusu var. Bu önemli bir sorudur. Çünkü önümüzdeki öngörülebilir bir zaman diliminde Suriyeli mülteciler Türkiye’den de, Ürdün’den de, Lübnan’dan da kolay kolay ayrılamazlar. Nedeni iç savaşın bitmemiş olması ama aynı zamanda ülkenin yerle bir olmuş olması. 

“Suriyeliler için Vatandaşlık verilebilir”

Türkiye’de mültecilerin ‘misafir’ kabul edildiğini düşünürsek, burada yaşayan mültecilerin statüsü ne olacak? 

İltica kurumu olmayan, iltica konusunda deneyimi ve kurumsal hafızası olmayan Türkiye’nin, Suriyeliler konusunda alabileceği en makul karar, vatandaşlık vermektir. Bunun pek çok örneği vardır. 

Mültecilerin buradaki hayatlarını garantiye almanın yolu budur kanaatimce.  
Müktesebatta 19. yüzyıldan bu yana, Balkanlardan ve Kafkaslardan gelenlere vatandaşlık verilmesi var.  19 yüzyılda gelenler, Osmanlılaştırılırlar veya Türkleştirilirler. Ama aynı zamanda yerleştirildikleri bölgelerdeki Gayrimüslim nüfusa rakip hatta düşman hale gelirler. Yani vatandaşlık verirken çok  dikkatli olmak lazım, sadece belli bölgelerde iskan olmaması lazım, dağıtılmaları gerekir. 

Suriyelilerden bahsediyoruz ama mülteci statüsü olmadan Türkiye’de yaşayan pek çok göçmen var. Bahsettiğiniz vatandaşlık onları da kapsar mı?

Sanmıyorum. Burada belirleyici faktör Sünniliktir. 

Anlaşmada, Türkiye’ye ‘yeni göç yollarının açılmasını engelleme’ görevi de veriliyor. Bu mümkün olabilir mi?

Çok zor. Göç teorisinin altın kurallarından biridir: hareket edebilen bir canlı kendini güvende hissetmiyorsa kaçar. Kimse engelleyemez. 

Uluslararası insan hakları kuruluşları anlaşmanın uygulanamaz olduğunu düşünüyor ama yürürlüğe girdi neticede. Yapılabilecek birşey var mı?
Uygulamaya bakalım, ilkbaharda, yazın ne olacak? Ben bunun  uygulanabilir olmadığını düşünüyorum. Geri yollama mümkün değildir.

Uygulanamazsa Türkiye’nin müeyyidesi ne olur? 

Onu da, başta Sayın Merkel olmak üzere, imza atanlar düşünsün. 

"Türkiye Güvenli bir Ülke değil"
Bill Frelick 
HRW Mülteci Programı Direktörü


Bill Frelick

Türkiye-AB geri kabul anlaşmasının uluslararası insani hukukuna aykırı olduğunu açıklayan örgütler arasında İnsan Hakları İzleme Örgütü de (HRW) bulunuyor. Örgütün Mülteci Hakları Programı Direktörü Bill Frelick, Agos’un sorularını cevapladı. Geri kabul anlaşmasının yürürlüğe girmesinin ardından mültecilere yönelik baskının arttığı Yunanistan’da göçmenlerin tutulduğu merkezlere erişimlerinin olmadığını belirten Frelick, bölgedeki mülteciler ve insan hakları örgütlerinden aldıkları bilgilere göre durumun kötü olduğunu belirtiyor. 

Sığınmacıların bekletildiği yerlerden biri olan Pire Limanı’nda yaklaşık 5 bin kadın, çocuk ve erkek, sağlıklı olmayan koşullarda bekleme alanlarında, çadırlarda ya da kamyon altlarında kalıyor. Hiçbir resmi yetkilinin olmadığı bölgede, kamptaki gündelik ihtiyaçları gönüllüler sağlıyor. 
 
Anlaşmanın, göçmenlerin toplu olarak ihraç edilmesine kapı aralayacağı insan hakları örgütleri tarafından eleştiriliyor. Bill Frelick’in aktardığı kadarıyla sürecin yasallığı başlı başına bir muamma: “Anlaşmayla ilgili esas sorun şu: bu plan, "Türkiye'den Yunan adalarına usulsüz bir şekilde geçen tüm yeni göçmenlerin" geri dönmesini gerektiriyor ama aynı zamanda da bu geri dönüşlerin "AB yasaları ve uluslararası yasalarla tam uyum içinde gerçekleşeceğini, bu yüzden de toplu ihraçların yaşanmayacağını" iddia ediyor. Fakat sonuç önceden belirlenmişse, sığınma taleplerinin bireysel olarak değerlendirilmesinin ne ölçüde yasal olabileceğinden emin değiliz. 

Peki Türkiye mülteciler için güvenli bir ülke mi? Frelick bu soruya ‘Türkiye’nin uluslararası standartlarla uyumlu, güvenli bir üçüncü olarak görülebileceğini düşünmüyoruz’ cevabını verip ekliyor: “Türkiye’yi yakın zamanda terk etmiş olan mülteci ve göçmenlerle yaptığımız mülakatlar gösteriyor ki ülkedeki koşullar pek çoğu için kabul edilebilir değil. Ayrıca Türkiye’nin, Yunanistan’dan kitlesel olarak gelecek göçmenleri kabul edebilecek ve onlara düzgün koşullar sağlayabilecek bir hazırlığı da yok.”


***

AB GÖÇMEN FONU NERELERE HARCANDI., BÖLÜM 1

 AB GÖÇMEN FONU NERELERE HARCANDI., BÖLÜM 1


AB GÖÇMEN FONU NERELERE HARCANDI.,
AB-Türkiye Mülteci Anlaşması: AB fonları nereye ve nasıl harcanıyor?
 
Zehra Yildiz  & Ioannis Antypas  
•  Son Güncelleme: 
03/09/2018

Türkiye ve Avrupa Birliği (AB), 18 Mart 2016’da imzalanan ‘Mülteci Mutabakatı’ ikinci yılını doldururken liderler anlaşmanın devamı için Bulgaristan’ın başkenti Sofya'da buluşuyor.

İki taraf arasında yapılan anlaşma, Avrupa Birliği ülkelerine kaçak yollarla varan göçmenlerin Türkiye’ye geri gönderilmesini ve bunun karşılığında da Türkiye’de yasal olarak kalan Suriyelilerin Avrupa’da mülteci olarak kabul edilmesini içeriyor.

Mülteci anlaşmasının karşılığında ise Türkiye’ye 6 milyar euroluk finansal yardım, Türkiye vatandaşlarına AB ülkeleri için vize kolaylığı ve Türkiye’nin AB’ye girme sürecinin hızlandırılması yer alıyor.

AB-Türkiye arasındaki ilişkiler, fonların ilk yarısının yeterince hızlı aktarılmadığı ve AB’nin verdiği sözleri tutmadığı gerekçesiyle gergin durumda. Bu sebeple, 26 Mart Varna zirvesinde görüşmelerin nasıl geçeceği en çok merak edilen konulardan birisi.

AB, 6 milyar euroluk maddi yardımı iki aşamada vermeyi karara bağlayarak fonların ilk kısmı olan 3 milyar euroyu Türkiye’ye aktarmıştı. Fakat Türkiye Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan anlaşmanın imzalanmasın dan 6 ay sonra yaptığı açıklamada hayal kırıklığını şu şekilde dile getirmişti; “Bize ödenen 179 milyon euro, bize söz verilense 3 milyar euro.”

Ayrıca yakın zamanda Avrupa Birliği Bakanlığı, “Suriyelilerin ihtiyaçları dikkate alındığında, AB'nin taahhütlerini yerine getirmede daha hızlı olması gerektiği çok açıktır” açıklamasında bulundu.


Anlaşmanın ikinci yılında, 14 Mart 2018’de, AB Komisyonu göç ve vatandaşlık delegesi Dimitris Avramopoulos Türkiye’ye ikinci paket olarak diğer 3 milyar euronun ödenmesi konusunda da hem fikir olduklarını ifade etti.

Avrupa Komşuluk Politikası ve Genişleme Müzakereleri delegesi Johannes Hahn Mülteci Mutabakatıyla ilgili Euronews’a şu sözleri aktardı: “Anlaşma her iki taraf için de iyi gidiyor, mutabakatın imzalanmasından itibaren Avrupa’ya gelen kaçak göçmen sayısı hızlı bir şekilde düştü.”

Türkiye’deki Göç Araştırmaları Vakfı (GAV), AB fonlarının ilk paketinin oldukça yavaş aktarıldığını, bu sebeple ikinci pakette daha hızlı ve etkin olunması gerektiğini belirtti.

Varna görüşmeleri gündemdeyken, AB fonlarının nasıl kullanıldığı, yeterli fon sağlanıp sağlanmadığını ve mültecileri kabul eden ülkelerin söz konusu fonları nasıl paylaştığını görmek için bazı grafikler hazırladık.

Grafiğe ilk baktığımızda kontratlı fonlar ve ödenmiş fonlar arasında ciddi bir farkın olduğu görülüyor. Avrupa Komisyonu delegesi Hahn, ilk paket esnasında Türk yetkilerle yeterince iyi iletişim kuramadıklarını bu sebeple fonların ödenmesinde gecikmeler olduğunu belirtiyor.

İnteraktif grafik versiyonu için tıklayın

Grafik: Ioannis Antypas
AB fonlarının detaylı analizi

AB fonlarının ilk paketinde hangi projelere ne kadar fon ayrıldığını görmek ve Türkiye’nin bu fonlardan ne kadar faydalandığını anlayabilmek için aşağıdaki grafiği hazırladık.

İnteraktif grafik versiyonu için tıklayın
Grafik: Ioannis Antypas

Fonlar yeterli mi?

Grafiğe baktığımızda toplam 75 projeyi kapsayan toplamda 3 milyar kontratlı fonun yer aldığı görülüyor. En önemli aktörlerden Birleşmiş Milletler Dünya Gıda Programı (WFP), Birleşmiş Milletler Mülteciler Yüksek Komiserliği (UNHCR), SGDD Asam, Türk Kızılayı gibi aktörleri görüyoruz. Ayrılan AB fonlarına göre, Türkiye’de durumu öncelik gerektiren kadın, çocuk sığınmacılara kişi başına aylık 30 euro veriliyor.

İsmini vermek istemeyen bir mülteci uzmanı, Türkiye’deki sığınmacılar için verilen fonların çok az kısmının bu kişilere ulaştığını söylüyor. AB fonlarının öncelikle büyük hükümet-dışı örgütlere, onun ardından yerel sivil toplum kuruluşlarına ve en sonunda sahada bulunan küçük derneklere ulaştığını belirtiyor. 

Bu sebeple, aşama aşama ulaştırılan fonların en sonunda sığınmacılara çok az oranlarda ulaştığını söylüyor.

Bu iddiaların üzerine AB yetkilisine sorduğumuzda, bunun kesinlikle ‘imkansız olduğunu’ ve projelerin gözetmenler eşliğinde yürütüldüğü için bu tarz iddiaların yersiz olduğunu ifade ediyor.

Diğer taraftan uluslararası örgütlere nazaran, Türkiye’ye çok az fon verilmesiyse dikkatleri çeken bir diğer nokta. Göç Araştırmaları Vakfı’na göre Türkiye en büyük Suriyeli mülteci nüfusuna ev sahipliği yapmasına rağmen verilen fonlar ihtiyaçları karşılamıyor: “AB, Suriyelilerin nitelik eksikliklerini gidermek amacıyla yetişkinler için dil kursları ve mesleki programları finanse etse de bunlar yukarıda belirtilen rakamlar göz önünde bulundurulduğunda yetersiz kalıyor.”

İnsani yardım harcamaları ve insani yardım dışındaki harcamalar 
AB fonlarının insani yardım ve insani yardım dışındaki harcamaları hemen hemen eşit durumda. İnsani yardım harcamaları genellikle Suriye sınırını geçişte ihtiyaç duyulan acil yardımlar, durumu hassas olan göçmenlere koruma ve taşımacılık gibi yardımları kapsıyor. 
İnsani yardım dışındaki harcamalarsa göçmenlerin topluma entegrasyonunu , sağlık, eğitim ve iş imkanlarını kapsıyor.

AB ve Türkiye, göçmenlerin eğitimi için, özellikle Türkçe eğitimi için, daha fazla fon ayrılmasında hem fikirler. AB delegesi Hahn’ın ifade ettiği şekilde, 300 binden fazla sığınmacı Türkiye’de eğitim hizmetinden faydalanabilmekte.

Euronews’ün araştırmasına göre, Türkiye’ye aktarılan 1.3 milyar euronun yaklaşık 550 milyon eurosu eğitime harcanmış durumda. Fakat GAV’a göre, “Türkiye’de 3.5 milyon göçmenin yaklaşık %50’sini 0-18 yaş aralığındakiler oluşturuyor. Bu veriler Türkiye’nin dinamik bir genç nüfusla karşı karşıya olduğunu gösteriyor.”

Mülteci Mutabakatının insan hakları boyutu

AB-Türkiye Mülteci Mutabakatının insan hakları boyutunda ise Af Örgütü Mülteci Hakları Koordinatörü Volkan Görendağ, hazırlık müzakerelerinin ve sonuçlarının insan hakları açısından oldukça problemli unsurlar içerdiğini belirtiyor. Görendağ: “Avrupalı politikacıların bu anlaşmanın kabul edilemeyecek sonuçlarına göz yumup, AB-Türkiye mülteci anlaşmasını başarı gibi göstermesi ve bu anlaşmayı model alarak başka ülkelerle müzakere etmesi kabul edilemez.” ifadelerine yer veriyor.

Af örgütü Mülteci hakları koordinatörü ayrıca, sunulacak mali desteğin insan hakları ilkelerine aykırı başka konuların bir koşulu olarak sunulmaması gerektiğini savunuyor ve şu ifadeleri ekliyor: “Türkiye ve Yunanistan’ın düzensiz olarak Avrupa’ya geçmeye çalışırken yakalanan mülteci ve sığınmacılara gösterdiği hukuka aykırı muamele ve kötü koşulların AB-Türkiye mutabakatının etkisiyle arttığı sonucunu çıkarmamak elde değil.”

Diğer taraftan, Mülteci Destek Derneği (MUDEM), Türkiye’nin Suriyeli sığınmacı lara yönelik cömert ve insani yaklaşımının birçok insana hayata yeniden tutunma için destek sağladığını dile getirdi. MUDEM sözcüsü Euronews’a şu sözleri aktardı: “Ekonomik kaygılardan öte insani yaklaşımı öne alan ve kapılarını açan Türkiye'ye destek hususunda ise uluslararası kamuoyunun tarihi bir sorumluluğu vardır. Bu hususta Avrupa Birliği'nin destekleri başta olmak üzere uluslararası aktörlerin destekleri artarak devam etmelidir.”

MUDEM’e göre Varna görüşmeleri sırasında mülteci kabul eden ülkelerin kotaları da gözden geçirilmeli; “Türkiye'nin dört milyon civarında mülteciye ev sahipliği yaptığı günümüzde bazı ülkelerin kotaları yüz kişi gibi karşılaştırılamayacak sayılarla sınırlıdır. Bu da kişileri, düzensiz yollardan göç etmeye ve çok tehlikeli yolculuklara çıkmaya sevk etmektedir. Bu nedenle, görüşmelerin önemli bir kısmının da söz konusu kotaların artırılması hususunda ayrılması görüşündeyiz.”

Varna görüşmelerinin nasıl geçeceği ve sonuçlarının nasıl olacağı henüz bilinmezken, anlaşma öncesinde Türkiye’ye vaat edilen Türk vatandaşlarına vize kolaylığı ve AB üyeliğinin bir süreliğine rafa kaldırıldığı da göz ardı edilemeyecek bir gerçek.

***

15 TEMMUZ İÇ SAVAŞ PROVASI

15 TEMMUZ İÇ SAVAŞ PROVASI



15 Temmuz İç Savaş Provası: 
Kaan Turhan 
kaanturhana@gmail.com
Uyuyan Hücrelerin Postal Sesleri.,


    Türkiye’deki kadroları ve devletin her kademesini ele geçirmiş olan fetullahçılar maşasıyla Amerika, Türkiye’de bir iç savaşın provasını gerçekleştirmiştir. 
Gelecekte de daha büyük bir hamleyle, Türkiye’yi zapturapt altına almayı amaçlıyorlar. 
Amerika’nın bölgedeki gücü zayıfladıkça ve hedeflediklerinde karmaşa arttıkça Türkiye’yi kullanma stratejisi devam ediyor. 
    15 Temmuz’daki askeri hareket de Türkiye’yi yeniden hizaya sokma ve operasyonlarda kendine bağımlı kadrolar oluşturma stratejisinin bir parçasıydı. 
Yukarıda medyadan derlediğim haberler dikkatle incelenirse; devlet bu operasyonda sınıfta kalmıştır. Böylesi kirli bir yapılanmayı takip edebilmeyi, 
istihbari çalışmayı net bir biçimde yapamamış, özel iletişim kanallarına günümüz teknolojisinde ulaşamamıştır. 
MİT, Genelkurmay, Emniyet, Devlet kurumları sınıfta kalmıştır. Fetullah Gülen ve yandaşları hem Türkiye’yi ele geçirmiş hem de dünya egemenliğinde CIA kontrolünde faaliyetleriyle tüm mütedeyyin insanları “himmet” adında “hizmet”e vakfettirmiştir. 
    Nurettin Veren’in ifadeleriyle yurt dışına yönelik uyarılar önemlidir: “FETÖ’ye arka çıkan devletler, başta ABD şunu iyi bilmeli ki, FETÖ’nün çılgın projesi ve ütopyası, sadece Türkiye’ye darbe yapmak ve Türkiye’de hakimiyet kurmak, halife olmak değildir. 
    Bilerek kendini 5 defa kullandırıp, ortağını 100 defa kullanma stratejisini hayata geçirerek, kendi hayalinde kurguladığı, bütün dinleri harmanlayıp ve bütün dünya siyasal yönetim sistemine de hâkim olacak, tek merkezden yönetecek, dünya vatikan’ını inşa etme projesidir. 
    Bu Dünya Vatikan’ının Komuta Merkezi, Güney Afrika’daki Johannesburg kentinde 2007 yılında Gülen’in talimatıyla Ali Katırcıoğlu’na kurdurulan, 
1 milyar dolara yakın harcamayla tamamlanmış olan, NİZAMİYE KÜLLİYESİDİR. 
15 Temmuz’da yapmış olduğu darbe hareketi, herkesi bela ve musibete sürükleyen macerası, sadece Türkiye’deki vatandaşlarımıza ve kuruluşlarımıza 
ve devletimize mahsus bir saldırı değildir.[1]

” Tüm dünya üzerindeki okullarla, batı kontrolünde adam devşirme ve yetiştirme eğitimleriyle dünya ülkelerini ve halkları da tehdit etmekte olan fetullahçılarla, Nurettin Veren’in saptamalarına göre, batının hesabı bitmemiştir. 

Belki de Veren’in yanıldığı nokta, fetullahçıların Amerika’dan bağımsız hareket serbestîsi içinde olma olgusudur. Nizamiye Külliyesi bilgisiyse; fetullahçılara merkez üs olarak Afrika’yı verip, koruma altına alma stratejisi olabilir. Lâkin fetullahçılara, Amerika’nın ılımlı İslam ve İslamiyet’in İsevileştirilmesi projelerinde ihtiyacı vardır ve proje devam etmektedir.
 
            Tek Adam: Recep Tayyip Erdoğan
 
            15 Temmuz Gecesi ve sonrasında, Tayyip Erdoğan’ın heyecanını, ciddiyetini ve de dik duruşunu sahiplenen kimse olmadı. Adeta tek başına kaldı. 
Hâlihazırdaki hükümet kadrolarının, sessizce, olan bitene zayıf tutumlarla sarılmaları dikkatten kaçmamaktadır. Erdoğan’ın, 15 Temmuz darbe girişimini 
Eniştem ”den öğrendim açıklaması: her şeyden önce, yalnız kaldığına işaret etmektir.




   MİT, Genelkurmay, Emniyet, Jandarma fetullahçıların elinde hareket etmekteyken; Erdoğan’ın yalnızlığı gün yüzüne 15 Temmuz’la birlikte çıkmıştır. 
MİT’in böyle kanlı bir darbe girişiminden, hava üslerindeki hareketlilikten ya da askerlerin birbirleriyle haberleşmelerinden habersiz olduğu gerçeği şunu 
da göstermektedir ki, fetullahçılar MİT’te ve diğer istihbarat kurumlarında kalkan görevi görerek gerçeği gizlemişlerdir.

 Başka bir açıklaması da Hakan Fidan’ın her şeyden haberi olduğu, darbe gecesi öncesinde Genelkurmay’a giderek, bir hareketliliğin olduğunu bildirmesi 
haberlerine dayanarak, Hakan Fidan’ın da darbecilere kalkan olduğudur. İstihbarat zafiyetinin bilmediğimiz başka teknik hatalar da olabilir belki ancak bu 
ne Hakan Fidan’ı ve Genelkurmay’ı aklar!
 Erdoğan’ın darbe girişimi sonrası açıklamalarında yer alan bir konu daha yalnızlığının tescili niteliğindeydi. Devlet kadrolarında, 20 bin kişinin açığa 
alınmasını eleştirenlere, "100 bin, 200 bin ucu nereye giderse gitsin bu temizliği yapacağız" demesiydi. TSK’da, Emniyet’te, Yargı’da, Eğitim’de yapılan 
operasyonlarla birlikte, bu kadar büyük rakamlara ancak siyasi alandaki, medya alanındaki operasyonlarla ulaşılabilecektir. Bu da siyasal olarak, Erdoğan’ın 
yalnızlığının delili olarak yorumlanmalıdır.
 Nitekim, darbe girişiminde MİT’in zafiyetine ilişkin, CHP Ankara Milletvekili Murat Emir’in 15 Temmuz günü yaşananlarla ilgili Cumhurbaşkanı Erdoğan ve 
Başbakan Binali Yıldırım'ın açıklamaları ile ilgili soru önergesinde şunları ifade etmişti:
 
“MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, darbe girişimi gecesi MİT olarak neler yaptıklarına ilişkin basına yansıyan değerlendirmeler de şaşkınlık vericidir. 
TSK’da bazı askerlerin darbe girişiminde bulunacağını, darbe girişiminin başladığı saatten yaklaşık 5 saat önce yani 15 Temmuz 2016 Cuma saat 16.00 sıralarında öğrendiği ifade edilen Hakan Fidan, bu bilgiyi ancak 4 saat sonra yani darbenin girişiminin başlamasından sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’a söylemiş. Hakan Fidan'ın darbe girişimine ilişkin, söz konusu gün 16.00'da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar'ı telefonla bilgilendirdiği, 16.30'da MİT Müsteşar Yardımcısı'nın Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler'le karargâhta görüştüğü, 18.00'de Fidan'ın karargâha giderek Akar'la bizzat görüştüğü 
de bilinen bilgiler arasındayken, Fidan’ın, darbenin asıl hedefi konumundaki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bilgilendirmemesi ciddi kuşkular yaratmıştır.”
 
     CHP Ankara Milletvekili Murat Emir’in soru önergesi şu maddelerden oluşuyordu:
-Sivil, Polis ve Asker 246 kişinin hayatını kaybettiği, darbecilerden de 24’ünün ölü ele geçirildiği darbe girişiminden MİT’in son saatlerde haberinin olması, 
MİT yetkilileri açısından görev kusuru mudur?
 
-MİT Müsteşarı Hakan Fidan, darbe girişiminde bulunulacağını öğrenilmesinin ardından, sırasıyla hangi birimlere haber verilmiştir? Cumhurbaşkanı ve 
Başbakan’a haber verilmediği iddiası doğru mudur?
 
-Hakan Fidan, darbe girişiminden sonra, Cumhurbaşkanı ile birebir yaptığı görüşmede istifasını sunmuş mudur?
 
-Cumhurbaşkanı ve devlet yetkililerinin darbe girişimindeki istihbarat zafiyeti söylemlerinde; Genelkurmay Başkanlığı’nın elinde bulunan Genelkurmay 
Elektronik Sistemler’in (GES)  sivilleştirilme iddiasıyla MİT’e bağlanmasının payı var mıdır?
 
-MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın bu darbe girişiminden önceki süreçte, 15 darbe girişimini, belli komutada kademesindeki askerleri ikna ederek durdurduğu 
dile getirilmektedir. Bu iddia doğru mudur? Doğruysa, Hakan Fidan’ın görevi istihbarat toplamak mıdır, darbecileri ikna etmek midir? Dile getirilen bu 
iddialar; Genelkurmay, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı tarafından bilinmekte midir? 
 
-Hakan Fidan, 15 Temmuz 2016’da “bu sefer de darbecileri ikna ettim” şeklinde söylemde bulunmuş mudur? Üst kademelere haber verilmemesinin nedeni 
bu mudur?
 
-Hakan Fidan, bu durumda darbe girişimi yapacak komutanların kim olduğunu önceden biliyor muydu? 
 
-Cumhuriyet Gazetesi’nin 27 Haziran 2016 tarihli sayısında “MİT’te neler oluyor?” başlığıyla çıkan haberde, Arapça monitörlerin (telefon dinleyen kişi), Arapça görüşmelerin neredeyse tamamını İstihbarat Değeri Yoktur (İDY) yaptığı, yönetimin de bu duruma göz yumduğu belirtilmiştir. IŞİD militanlarının 
ağırlıklı Arapça konuştuğu ve IŞİD’in Türkiye’deki bombalı saldırıları dikkate alındığında, haberde konu yapılan iddiaların vahimliği tartışmasız önemdedir. 
Bu iddialar doğru mudur? Doğruysa, dinlemeleri İDY yapan monitörler hakkında herhangi bir soruşturma açılmış mıdır? Açılmışsa nasıl sonuçlanmıştır?
 
-Hakan Fidan hakkında, 15 Temmuz Darbe Girişimi’ne ilişkin görevi ihmal ya da başka bir iddia üzerinden herhangi bir soruşturma açılmış mıdır?[2]

            Devletin istihbaratı darbe girişiminde sınıfta kalmış ve Cumhurbaşkanı’nın ‘sır küpüm’ dediği Hakan Fidan, bu kanlı senaryoda Erdoğan’ın yalnızlığının nirengi noktasını oluşturmuştur.
Erdoğan bu yalnızlıkta, sadece Türkiye içinde muhatap olmadı. Batıdaki müttefiklere sürekli göndermelerde bulunarak, bizi yalnız bırakmayın, “ya FETÖ ya Türkiye” mesajını açık açık dillendirdi. Rusya’yla tekrar ilişkileri iyileştirme çabaları, Suriye’yle tekrar iyi ilişki hesapları yaparken, NATO ve Amerika’yla 
ilişkiler sorgulanmaya başlandı. Gerilimli bir atmosfer yaşandı. Amerika da Fetullah Gülen’in iadesi konusunda Türkiye’ye karşı tutumunu sürdürüyor. 
Lâkin dünya üzerinde fetullahçı yapılanmaya ihtiyaçları var. Ayrıca Nurettin Veren’in açıklamaları da gösteriyor ki, üst akıl noktasında sosyal medya 
uygulamaları ve sitelerinin (facebook, twitter vb.) üst yönetimlerinde, NASA’ya, Petrol Şirketlerine varıncaya kadar fetullahçı kadrolar kritik üs kurmuş 
durumdadırlar.
 
      Türkiye Her Koşulda Çöküş İçinde

            Türkiye öylesine ilginç ve ilginç olduğu kadar da yabancı servislerin operasyonel gücünün net biçimde ortada olduğu bir darbe girişimi gerçeğini 
yaşadı ki kimse bu ortamda ne olacağını, nasıl davranacağını, net bir biçimde salt gerçeği göremez oldu. At izi it izine iyice karışmış durumdadır.

            Hanefi Avcı örneğin, “Haliçte Yaşayan Simonlar” kitabı çıktığında okumuş ve yeni bir şeyin olmadığını görmüştük. Bu denli gündeme taşınıp da 
içi kof bir kitabı bu denli pohpohlamak önemliydi. Emniyet Müdürlüğü ve görevleri sırasında net olamayanlar, emekliliklerinde itirafçı olmuşlardı.
 
      Orhan Gökdemir’in bu konudaki saptamları da değerli:
 
“Zaman yazarı Hüseyin Gülerce, Bugün yazarı Ahmet Taşgetiren, yazar Latif Erdoğan, cemaatin ilk polis imamı olduğu söylenen Kemalettin Özdemir, Gülen'in eski sağ kolu Nurettin Veren hava bulanır bulanmaz itirafçı oldu. 17-25 Aralık girişiminden sonra baş gösteren devletin tokat atma ihtimali karşısında öyle bir korktular ki o gün bugündür kesintisiz konuşuyorlar. Sonra mehdinin bütün adamları arasında bir salgın hastalık gibi yayıldı bu hal.
 
Gülen’in sağ kolu itirafçı, en önemli gazetecisi itirafçı, ilk polis imamı itirafçı, gazeteci ve yazar örgütünün başkanı itirafçı, jandarma imamı itirafçı, genç 
subayları itirafçı, generalleri itirafçı, polisleri itirafçı, yargıçları, savcıları itirafçı…Aklını, vicdanını yarım akıllı ağlak bir vaize ipotek etmiş sefiller sürüsü 
acıklı bir müsamere sahneye koyuyor sanki.
 
Onur yok bu oyunda, insan yok, vicdan yok. İtaat etmeyi alışkanlık edinmiş olanların zalim karşısında boyun eğip diz çökerek küçülüşünü izlemekteyiz. 
Her oyuncu “pişmanım” diye inleyerek rolünü tamamlayıp çekiliyor sahneden.
 
Zaman gazetesinin “Gözü kara” kalemşoru Mümtazer Türköne, “O Camiayla olduğum için pişmanım. Darbeciler idam edilsin” dedi. 

İdam edilmesini istediği darbeciler yoldaşlarıydı. Ergenekon-Balyoz operasyonunun cemaatin talimatı üzerine başlama vuruşunu yapan Ankara Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya, “Gülen cemaatini dini bir cemaat sanmıştım, pişmanlığın zirvesindeyim” dedi. Oysa tutup içeri tıktıklarından hiçbiri böyle bir pişmanlık beyanında bulunmamıştı.
 
Darbe girişiminin ardından tutuklanan Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın yaveri Piyade Yarbay Levent Türkkan ifadesinde suçlamaları kabul etti, itiraflarda bulundu ve pişmanım dedi. Cemaat'e yakın Boydak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hacı Boydak gözaltına alınıp serbest bırakıldı. 

İçeride pişmanım demeyi unuttu. O da yazılı bir açıklama yaptı, "FETÖ örgütüne, geçmişte iyi niyet ve sadece vatanseverlik duygusuyla yaptığımız yardımları düşününce bugün kahroluyoruz" dedi. Cemaatin amansız savunucusu gazeteci Nazlı Ilıcak, "Yanıldığımı, bu yapılanmanın bir örgüt olduğunu 15 Temmuz sonrasında gördüm. Daha önce bilseydim karşısında yer alırdım" dedi.
 
Öte dünyaya inan, mehdiye inan, kutsal kitaba inanan, şehitliğe inanan, mehdinin ağzını sildiği peçeteye inan, mehdinin kirli donuna, kılına, tüyüne inanan, bilemediğimiz bilcümle saçma sapan şeye inanan ve ömrü boyunca Allah yolunda ölmeye hazırlanan bu insanlar arasında bir tek kişi çıkıp “bu dava benim davam, geri adım atmam, haklıyım” demedi, diyemedi. Aklını, vicdanını yarım akıllı ağlak bir vaize ipotek etmiş sefiller sürüsü acıklı bir müsamere sahneye koyuyor sanki.[3]
           
Bu itirafçılık olayı da dikkatle izlenmeli ve tehlikenin önemli bir parçası olarak kayda geçirilmelidir. 

Zira  itirafın isnat edilen olayın vukuu hakkında kesin bilgi içerdiği anlamına gelmez. Çünkü şahitlik gibi itiraf da ihbar grubunda yer alan bir tasarruf 
olduğundan kural olarak doğrulanması ya da yalanlanması mümkündür ve kesin bilgi kaynağı görülmez. Bundan dolayı itirafın herhangi bir baskı ya da 
yanılmadan kaynaklandığının anlaşılması, halin delâletinin ve vâkıanın itirafın doğruluğuna imkân vermemesi gibi durumlarda itirafa itibar edilmez[4].”
           
İtirafçılar kadar, medyada yeni iklimi yönlendiren kimselere de dikkat etmek gerekmektedir. Kripto fetullahçıların yönlendirmelerine karşı, sadece ve 
sadece Türkiye’nin çıkarları öne çıkarılarak hareket edilmelidir.
           
   15 Temmuz darbesinin Türk Milleti üzerindeki biyo psiko sosyal etkisi uzmanlarca incelenmeli ve dikkatle sağaltım yayınları yapılmalıdır. 
Halkın orduya olan güvensizlik çıtasının yükseltilmesi, ordu millet birlikteliğinin tesisi için çalışmalar yapılmaktadır. 
Lakin Türk askeri, sokaklarda üniformayla, kamufulajla dolaşamaz duruma gelmiştir. 
   15 Temmuz’a ilişkin halkın kahramanca, darbecilerin önüne çıkıp savaş vermesi, birçok şehit vermemiz ağır bir toplumsal travmanın da yaşandığını göstermekte dir. Askeri kurumların bu süreçle budanması, işlevsiz hâle getirilmesi noktasında da dikkatli davranılmalı ve ülkenin tepesinde hâlâ Atatürk düşmanları nın, Cumhuriyet düşmanlarının olduğu unutulmamalıdır.
           
İstanbul'da darbe girişimi soruşturmasında emniyette gözaltına tutulduğu 13’üncü gün fenalaşan ve kaldırıldığı hastanede can veren tarih öğretmeni 42 yaşındaki Gökhan Açıkkollu’nun cenazesi, İstanbul’da izin verilmediği için eşinin memleketi Konya’nın Ahırlı İlçesi’ne bağlı Büyüköz Mahallesi’nde toprağa verildi. Öğretmen Açıkkollu’nun cenaze namazını cami imamı kıldırmayınca, mahalle halkından bir kişi kıldırdı. Öğretmen Gökhan Açıkkollu’nun başına gelenler, toplumsal kesimlerce infiale yol açabilecek niteliktedir. Bu tür provokasyonel yöntemler, Türkiye’deki ayrılığı keskinleştirir ve Türkiye’nin üstünde durduğu bıçağı biler.
             
Askeri okulların kapatılması olayıysa; TSK’nın AB raporlarında vurguladığı ‘profesyonel ordu’ için tırpan niteliği taşımaktadır. Askeri okulların kapatılması, Fetullahçıların askeri okullara sızması nedeniyle değil; AKP’nin varoluş ve kuruluş felsefesi gereğidir. Aynı zamanda niyetin Kemalist kurum ve kuruluşlar olduğu, OHAL kapsamında çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname’lerle birçok kurumun özelleştirileceği gerçeğidir.
 
12 Ağustos 2016’da kabul edilen Kanun Hükmünde Kararname’yle, Varlık Fonu Yasa Tasarısı'yla Devlet Kurumlarına ait kamusal varlıkların özelleştirilerek satılabilecek:
 
Atatürk Orman Çiftliği Genel Müdürlüğü, Atatürk Kültür Merkezi, Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü, Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü, Spor Toto Teşkilat Başkanlığı, TRT, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü, Türkiye Taşkömürü Kurumu Genel Müdürlüğü, Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu, GAP Başkanlığı, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, Savunma Sanayii Müsteşarlığı, PTT, TRT, İller Bankası, TÜBİTAK, Milli Piyango, TPAO, DSİ, GAP Başkanlığı, DHMİ, YURTKUR, Karayolları Genel Müdürlüğü, Türkiye Bilimler Akademisi, Türkiye Adalet Akademisi, Spor Genel Müdürlüğü gibi stratejik tüm kurumlar özelleştirilebilecek tir.
 
AKP’nin bu tasarısına muhalefet karşı çıktı da ‘şimdilik’ belki de bu tasarı iptal edildi.
Sonuç: Türkiye’de İç Savaş Koşulları Oluşturuluyor!
       
15 Temmuz kanlı kalkışma aynı zamanda, Türkiye’de bir iç savaş çıkma olasılığının test edildiği alan yarattı ve başarılı oldu.
 
Türkiye, bölgesinde güçsüz bir ordu ve moralsiz, kırılgan, dayanıksız, personeli birbirine güvenmeyen bir yapıya hapsedilmiştir. 
Ortadoğu’da, Kafkaslarda, Güneydoğu’da en çok gereksinim duyacağımız noktada askerimiz ve kurumsal olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’miz görev yapamayacak noktaya getirilmiştir.
 
Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı’na getirilen, Uluslararası Savunma Danışmanlık İnşaat Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi (SADAT) Yönetim Kurulu Başkanı emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, özel harp yöntemleriyle Türkiye’de iç savaş koşullarının yaratılmasında kilit rol oynayabilecektir. 

   SADAT ile gayri nizâmi harp çerçevesinde şehirlerde halkı kışkırtıp, birbirine düşürebilecek suikastlar, halkı bölebilecek dezenformasyonlar ve manipulasyonların yapılabileceği açık bir tehdit olarak dikkat çekmektedir.
 
15 Temmuz’da “hazır kıt’a” olarak ülküsel duyguları aşındırılan halk, tankların önüne sürülmüş, birçok cân yanmış, insanlar darbe girişimindeki askerlerle meydan muharebesi kurgusunda karşı karşıya getirilmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Yenikapı mitinginin ertesinde de demokrasi nöbetlerine “ara veriyoruz” (son değil!) demesi de çözümlemede dikkat edilmesi gereken konulardandır.
 
Yani bu halk yapay, zorla varsayılan farklılılar (Kürt, Alevi gibi) üzerinden meydanları kuşattığında, iş çoktan bitmiş olacak, iç savaş yaratılarak ülke 
çökertilecektir. Kilis’ten, Artvin’e kadar olan kuşakta komutanlıklar büyük sıkıntılar içindedir ve moral motivasyon olarak tutuklanan komutanlarından ötürü birlikler ‘başsız’ kalmıştır. 
Kilis Artvin kuşağından doğuda tasarlanan bir kukla Kürt devleti, iç savaşla birlikte kaçınılmaz hâle gelecektir.
 
 
[1] Nurettin Veren, Karanlık konseyin ve Fetö’nün Yeni Dünya Düzeni ortak projesi, Yeni Akit, 16.08.2016
[2] 15 Temmuz’un yanıt bekleyen soruları Meclis gündeminde, 28.07.2016
[3] Orhan Gökdemir, Mehdinin Bütün Adamları, SOL, 16.08.2016
[4] İslam Ansiklopedisi, Cilt: 23, Sayfa: 461
http://acikistihbarat.com/HaberGoruntule.aspx?id=10607


***