Yeni Dünya Düzeni etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yeni Dünya Düzeni etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Aralık 2020 Çarşamba

15 TEMMUZ İÇ SAVAŞ PROVASI

15 TEMMUZ İÇ SAVAŞ PROVASI



15 Temmuz İç Savaş Provası: 
Kaan Turhan 
kaanturhana@gmail.com
Uyuyan Hücrelerin Postal Sesleri.,


    Türkiye’deki kadroları ve devletin her kademesini ele geçirmiş olan fetullahçılar maşasıyla Amerika, Türkiye’de bir iç savaşın provasını gerçekleştirmiştir. 
Gelecekte de daha büyük bir hamleyle, Türkiye’yi zapturapt altına almayı amaçlıyorlar. 
Amerika’nın bölgedeki gücü zayıfladıkça ve hedeflediklerinde karmaşa arttıkça Türkiye’yi kullanma stratejisi devam ediyor. 
    15 Temmuz’daki askeri hareket de Türkiye’yi yeniden hizaya sokma ve operasyonlarda kendine bağımlı kadrolar oluşturma stratejisinin bir parçasıydı. 
Yukarıda medyadan derlediğim haberler dikkatle incelenirse; devlet bu operasyonda sınıfta kalmıştır. Böylesi kirli bir yapılanmayı takip edebilmeyi, 
istihbari çalışmayı net bir biçimde yapamamış, özel iletişim kanallarına günümüz teknolojisinde ulaşamamıştır. 
MİT, Genelkurmay, Emniyet, Devlet kurumları sınıfta kalmıştır. Fetullah Gülen ve yandaşları hem Türkiye’yi ele geçirmiş hem de dünya egemenliğinde CIA kontrolünde faaliyetleriyle tüm mütedeyyin insanları “himmet” adında “hizmet”e vakfettirmiştir. 
    Nurettin Veren’in ifadeleriyle yurt dışına yönelik uyarılar önemlidir: “FETÖ’ye arka çıkan devletler, başta ABD şunu iyi bilmeli ki, FETÖ’nün çılgın projesi ve ütopyası, sadece Türkiye’ye darbe yapmak ve Türkiye’de hakimiyet kurmak, halife olmak değildir. 
    Bilerek kendini 5 defa kullandırıp, ortağını 100 defa kullanma stratejisini hayata geçirerek, kendi hayalinde kurguladığı, bütün dinleri harmanlayıp ve bütün dünya siyasal yönetim sistemine de hâkim olacak, tek merkezden yönetecek, dünya vatikan’ını inşa etme projesidir. 
    Bu Dünya Vatikan’ının Komuta Merkezi, Güney Afrika’daki Johannesburg kentinde 2007 yılında Gülen’in talimatıyla Ali Katırcıoğlu’na kurdurulan, 
1 milyar dolara yakın harcamayla tamamlanmış olan, NİZAMİYE KÜLLİYESİDİR. 
15 Temmuz’da yapmış olduğu darbe hareketi, herkesi bela ve musibete sürükleyen macerası, sadece Türkiye’deki vatandaşlarımıza ve kuruluşlarımıza 
ve devletimize mahsus bir saldırı değildir.[1]

” Tüm dünya üzerindeki okullarla, batı kontrolünde adam devşirme ve yetiştirme eğitimleriyle dünya ülkelerini ve halkları da tehdit etmekte olan fetullahçılarla, Nurettin Veren’in saptamalarına göre, batının hesabı bitmemiştir. 

Belki de Veren’in yanıldığı nokta, fetullahçıların Amerika’dan bağımsız hareket serbestîsi içinde olma olgusudur. Nizamiye Külliyesi bilgisiyse; fetullahçılara merkez üs olarak Afrika’yı verip, koruma altına alma stratejisi olabilir. Lâkin fetullahçılara, Amerika’nın ılımlı İslam ve İslamiyet’in İsevileştirilmesi projelerinde ihtiyacı vardır ve proje devam etmektedir.
 
            Tek Adam: Recep Tayyip Erdoğan
 
            15 Temmuz Gecesi ve sonrasında, Tayyip Erdoğan’ın heyecanını, ciddiyetini ve de dik duruşunu sahiplenen kimse olmadı. Adeta tek başına kaldı. 
Hâlihazırdaki hükümet kadrolarının, sessizce, olan bitene zayıf tutumlarla sarılmaları dikkatten kaçmamaktadır. Erdoğan’ın, 15 Temmuz darbe girişimini 
Eniştem ”den öğrendim açıklaması: her şeyden önce, yalnız kaldığına işaret etmektir.




   MİT, Genelkurmay, Emniyet, Jandarma fetullahçıların elinde hareket etmekteyken; Erdoğan’ın yalnızlığı gün yüzüne 15 Temmuz’la birlikte çıkmıştır. 
MİT’in böyle kanlı bir darbe girişiminden, hava üslerindeki hareketlilikten ya da askerlerin birbirleriyle haberleşmelerinden habersiz olduğu gerçeği şunu 
da göstermektedir ki, fetullahçılar MİT’te ve diğer istihbarat kurumlarında kalkan görevi görerek gerçeği gizlemişlerdir.

 Başka bir açıklaması da Hakan Fidan’ın her şeyden haberi olduğu, darbe gecesi öncesinde Genelkurmay’a giderek, bir hareketliliğin olduğunu bildirmesi 
haberlerine dayanarak, Hakan Fidan’ın da darbecilere kalkan olduğudur. İstihbarat zafiyetinin bilmediğimiz başka teknik hatalar da olabilir belki ancak bu 
ne Hakan Fidan’ı ve Genelkurmay’ı aklar!
 Erdoğan’ın darbe girişimi sonrası açıklamalarında yer alan bir konu daha yalnızlığının tescili niteliğindeydi. Devlet kadrolarında, 20 bin kişinin açığa 
alınmasını eleştirenlere, "100 bin, 200 bin ucu nereye giderse gitsin bu temizliği yapacağız" demesiydi. TSK’da, Emniyet’te, Yargı’da, Eğitim’de yapılan 
operasyonlarla birlikte, bu kadar büyük rakamlara ancak siyasi alandaki, medya alanındaki operasyonlarla ulaşılabilecektir. Bu da siyasal olarak, Erdoğan’ın 
yalnızlığının delili olarak yorumlanmalıdır.
 Nitekim, darbe girişiminde MİT’in zafiyetine ilişkin, CHP Ankara Milletvekili Murat Emir’in 15 Temmuz günü yaşananlarla ilgili Cumhurbaşkanı Erdoğan ve 
Başbakan Binali Yıldırım'ın açıklamaları ile ilgili soru önergesinde şunları ifade etmişti:
 
“MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın, darbe girişimi gecesi MİT olarak neler yaptıklarına ilişkin basına yansıyan değerlendirmeler de şaşkınlık vericidir. 
TSK’da bazı askerlerin darbe girişiminde bulunacağını, darbe girişiminin başladığı saatten yaklaşık 5 saat önce yani 15 Temmuz 2016 Cuma saat 16.00 sıralarında öğrendiği ifade edilen Hakan Fidan, bu bilgiyi ancak 4 saat sonra yani darbenin girişiminin başlamasından sonra Cumhurbaşkanı Erdoğan’a söylemiş. Hakan Fidan'ın darbe girişimine ilişkin, söz konusu gün 16.00'da Genelkurmay Başkanı Orgeneral Hulusi Akar'ı telefonla bilgilendirdiği, 16.30'da MİT Müsteşar Yardımcısı'nın Genelkurmay 2. Başkanı Orgeneral Yaşar Güler'le karargâhta görüştüğü, 18.00'de Fidan'ın karargâha giderek Akar'la bizzat görüştüğü 
de bilinen bilgiler arasındayken, Fidan’ın, darbenin asıl hedefi konumundaki Cumhurbaşkanı Erdoğan’ı bilgilendirmemesi ciddi kuşkular yaratmıştır.”
 
     CHP Ankara Milletvekili Murat Emir’in soru önergesi şu maddelerden oluşuyordu:
-Sivil, Polis ve Asker 246 kişinin hayatını kaybettiği, darbecilerden de 24’ünün ölü ele geçirildiği darbe girişiminden MİT’in son saatlerde haberinin olması, 
MİT yetkilileri açısından görev kusuru mudur?
 
-MİT Müsteşarı Hakan Fidan, darbe girişiminde bulunulacağını öğrenilmesinin ardından, sırasıyla hangi birimlere haber verilmiştir? Cumhurbaşkanı ve 
Başbakan’a haber verilmediği iddiası doğru mudur?
 
-Hakan Fidan, darbe girişiminden sonra, Cumhurbaşkanı ile birebir yaptığı görüşmede istifasını sunmuş mudur?
 
-Cumhurbaşkanı ve devlet yetkililerinin darbe girişimindeki istihbarat zafiyeti söylemlerinde; Genelkurmay Başkanlığı’nın elinde bulunan Genelkurmay 
Elektronik Sistemler’in (GES)  sivilleştirilme iddiasıyla MİT’e bağlanmasının payı var mıdır?
 
-MİT Müsteşarı Hakan Fidan’ın bu darbe girişiminden önceki süreçte, 15 darbe girişimini, belli komutada kademesindeki askerleri ikna ederek durdurduğu 
dile getirilmektedir. Bu iddia doğru mudur? Doğruysa, Hakan Fidan’ın görevi istihbarat toplamak mıdır, darbecileri ikna etmek midir? Dile getirilen bu 
iddialar; Genelkurmay, Başbakanlık ve Cumhurbaşkanlığı tarafından bilinmekte midir? 
 
-Hakan Fidan, 15 Temmuz 2016’da “bu sefer de darbecileri ikna ettim” şeklinde söylemde bulunmuş mudur? Üst kademelere haber verilmemesinin nedeni 
bu mudur?
 
-Hakan Fidan, bu durumda darbe girişimi yapacak komutanların kim olduğunu önceden biliyor muydu? 
 
-Cumhuriyet Gazetesi’nin 27 Haziran 2016 tarihli sayısında “MİT’te neler oluyor?” başlığıyla çıkan haberde, Arapça monitörlerin (telefon dinleyen kişi), Arapça görüşmelerin neredeyse tamamını İstihbarat Değeri Yoktur (İDY) yaptığı, yönetimin de bu duruma göz yumduğu belirtilmiştir. IŞİD militanlarının 
ağırlıklı Arapça konuştuğu ve IŞİD’in Türkiye’deki bombalı saldırıları dikkate alındığında, haberde konu yapılan iddiaların vahimliği tartışmasız önemdedir. 
Bu iddialar doğru mudur? Doğruysa, dinlemeleri İDY yapan monitörler hakkında herhangi bir soruşturma açılmış mıdır? Açılmışsa nasıl sonuçlanmıştır?
 
-Hakan Fidan hakkında, 15 Temmuz Darbe Girişimi’ne ilişkin görevi ihmal ya da başka bir iddia üzerinden herhangi bir soruşturma açılmış mıdır?[2]

            Devletin istihbaratı darbe girişiminde sınıfta kalmış ve Cumhurbaşkanı’nın ‘sır küpüm’ dediği Hakan Fidan, bu kanlı senaryoda Erdoğan’ın yalnızlığının nirengi noktasını oluşturmuştur.
Erdoğan bu yalnızlıkta, sadece Türkiye içinde muhatap olmadı. Batıdaki müttefiklere sürekli göndermelerde bulunarak, bizi yalnız bırakmayın, “ya FETÖ ya Türkiye” mesajını açık açık dillendirdi. Rusya’yla tekrar ilişkileri iyileştirme çabaları, Suriye’yle tekrar iyi ilişki hesapları yaparken, NATO ve Amerika’yla 
ilişkiler sorgulanmaya başlandı. Gerilimli bir atmosfer yaşandı. Amerika da Fetullah Gülen’in iadesi konusunda Türkiye’ye karşı tutumunu sürdürüyor. 
Lâkin dünya üzerinde fetullahçı yapılanmaya ihtiyaçları var. Ayrıca Nurettin Veren’in açıklamaları da gösteriyor ki, üst akıl noktasında sosyal medya 
uygulamaları ve sitelerinin (facebook, twitter vb.) üst yönetimlerinde, NASA’ya, Petrol Şirketlerine varıncaya kadar fetullahçı kadrolar kritik üs kurmuş 
durumdadırlar.
 
      Türkiye Her Koşulda Çöküş İçinde

            Türkiye öylesine ilginç ve ilginç olduğu kadar da yabancı servislerin operasyonel gücünün net biçimde ortada olduğu bir darbe girişimi gerçeğini 
yaşadı ki kimse bu ortamda ne olacağını, nasıl davranacağını, net bir biçimde salt gerçeği göremez oldu. At izi it izine iyice karışmış durumdadır.

            Hanefi Avcı örneğin, “Haliçte Yaşayan Simonlar” kitabı çıktığında okumuş ve yeni bir şeyin olmadığını görmüştük. Bu denli gündeme taşınıp da 
içi kof bir kitabı bu denli pohpohlamak önemliydi. Emniyet Müdürlüğü ve görevleri sırasında net olamayanlar, emekliliklerinde itirafçı olmuşlardı.
 
      Orhan Gökdemir’in bu konudaki saptamları da değerli:
 
“Zaman yazarı Hüseyin Gülerce, Bugün yazarı Ahmet Taşgetiren, yazar Latif Erdoğan, cemaatin ilk polis imamı olduğu söylenen Kemalettin Özdemir, Gülen'in eski sağ kolu Nurettin Veren hava bulanır bulanmaz itirafçı oldu. 17-25 Aralık girişiminden sonra baş gösteren devletin tokat atma ihtimali karşısında öyle bir korktular ki o gün bugündür kesintisiz konuşuyorlar. Sonra mehdinin bütün adamları arasında bir salgın hastalık gibi yayıldı bu hal.
 
Gülen’in sağ kolu itirafçı, en önemli gazetecisi itirafçı, ilk polis imamı itirafçı, gazeteci ve yazar örgütünün başkanı itirafçı, jandarma imamı itirafçı, genç 
subayları itirafçı, generalleri itirafçı, polisleri itirafçı, yargıçları, savcıları itirafçı…Aklını, vicdanını yarım akıllı ağlak bir vaize ipotek etmiş sefiller sürüsü 
acıklı bir müsamere sahneye koyuyor sanki.
 
Onur yok bu oyunda, insan yok, vicdan yok. İtaat etmeyi alışkanlık edinmiş olanların zalim karşısında boyun eğip diz çökerek küçülüşünü izlemekteyiz. 
Her oyuncu “pişmanım” diye inleyerek rolünü tamamlayıp çekiliyor sahneden.
 
Zaman gazetesinin “Gözü kara” kalemşoru Mümtazer Türköne, “O Camiayla olduğum için pişmanım. Darbeciler idam edilsin” dedi. 

İdam edilmesini istediği darbeciler yoldaşlarıydı. Ergenekon-Balyoz operasyonunun cemaatin talimatı üzerine başlama vuruşunu yapan Ankara Cumhuriyet Savcısı Ferhat Sarıkaya, “Gülen cemaatini dini bir cemaat sanmıştım, pişmanlığın zirvesindeyim” dedi. Oysa tutup içeri tıktıklarından hiçbiri böyle bir pişmanlık beyanında bulunmamıştı.
 
Darbe girişiminin ardından tutuklanan Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar’ın yaveri Piyade Yarbay Levent Türkkan ifadesinde suçlamaları kabul etti, itiraflarda bulundu ve pişmanım dedi. Cemaat'e yakın Boydak Holding Yönetim Kurulu Başkanı Hacı Boydak gözaltına alınıp serbest bırakıldı. 

İçeride pişmanım demeyi unuttu. O da yazılı bir açıklama yaptı, "FETÖ örgütüne, geçmişte iyi niyet ve sadece vatanseverlik duygusuyla yaptığımız yardımları düşününce bugün kahroluyoruz" dedi. Cemaatin amansız savunucusu gazeteci Nazlı Ilıcak, "Yanıldığımı, bu yapılanmanın bir örgüt olduğunu 15 Temmuz sonrasında gördüm. Daha önce bilseydim karşısında yer alırdım" dedi.
 
Öte dünyaya inan, mehdiye inan, kutsal kitaba inanan, şehitliğe inanan, mehdinin ağzını sildiği peçeteye inan, mehdinin kirli donuna, kılına, tüyüne inanan, bilemediğimiz bilcümle saçma sapan şeye inanan ve ömrü boyunca Allah yolunda ölmeye hazırlanan bu insanlar arasında bir tek kişi çıkıp “bu dava benim davam, geri adım atmam, haklıyım” demedi, diyemedi. Aklını, vicdanını yarım akıllı ağlak bir vaize ipotek etmiş sefiller sürüsü acıklı bir müsamere sahneye koyuyor sanki.[3]
           
Bu itirafçılık olayı da dikkatle izlenmeli ve tehlikenin önemli bir parçası olarak kayda geçirilmelidir. 

Zira  itirafın isnat edilen olayın vukuu hakkında kesin bilgi içerdiği anlamına gelmez. Çünkü şahitlik gibi itiraf da ihbar grubunda yer alan bir tasarruf 
olduğundan kural olarak doğrulanması ya da yalanlanması mümkündür ve kesin bilgi kaynağı görülmez. Bundan dolayı itirafın herhangi bir baskı ya da 
yanılmadan kaynaklandığının anlaşılması, halin delâletinin ve vâkıanın itirafın doğruluğuna imkân vermemesi gibi durumlarda itirafa itibar edilmez[4].”
           
İtirafçılar kadar, medyada yeni iklimi yönlendiren kimselere de dikkat etmek gerekmektedir. Kripto fetullahçıların yönlendirmelerine karşı, sadece ve 
sadece Türkiye’nin çıkarları öne çıkarılarak hareket edilmelidir.
           
   15 Temmuz darbesinin Türk Milleti üzerindeki biyo psiko sosyal etkisi uzmanlarca incelenmeli ve dikkatle sağaltım yayınları yapılmalıdır. 
Halkın orduya olan güvensizlik çıtasının yükseltilmesi, ordu millet birlikteliğinin tesisi için çalışmalar yapılmaktadır. 
Lakin Türk askeri, sokaklarda üniformayla, kamufulajla dolaşamaz duruma gelmiştir. 
   15 Temmuz’a ilişkin halkın kahramanca, darbecilerin önüne çıkıp savaş vermesi, birçok şehit vermemiz ağır bir toplumsal travmanın da yaşandığını göstermekte dir. Askeri kurumların bu süreçle budanması, işlevsiz hâle getirilmesi noktasında da dikkatli davranılmalı ve ülkenin tepesinde hâlâ Atatürk düşmanları nın, Cumhuriyet düşmanlarının olduğu unutulmamalıdır.
           
İstanbul'da darbe girişimi soruşturmasında emniyette gözaltına tutulduğu 13’üncü gün fenalaşan ve kaldırıldığı hastanede can veren tarih öğretmeni 42 yaşındaki Gökhan Açıkkollu’nun cenazesi, İstanbul’da izin verilmediği için eşinin memleketi Konya’nın Ahırlı İlçesi’ne bağlı Büyüköz Mahallesi’nde toprağa verildi. Öğretmen Açıkkollu’nun cenaze namazını cami imamı kıldırmayınca, mahalle halkından bir kişi kıldırdı. Öğretmen Gökhan Açıkkollu’nun başına gelenler, toplumsal kesimlerce infiale yol açabilecek niteliktedir. Bu tür provokasyonel yöntemler, Türkiye’deki ayrılığı keskinleştirir ve Türkiye’nin üstünde durduğu bıçağı biler.
             
Askeri okulların kapatılması olayıysa; TSK’nın AB raporlarında vurguladığı ‘profesyonel ordu’ için tırpan niteliği taşımaktadır. Askeri okulların kapatılması, Fetullahçıların askeri okullara sızması nedeniyle değil; AKP’nin varoluş ve kuruluş felsefesi gereğidir. Aynı zamanda niyetin Kemalist kurum ve kuruluşlar olduğu, OHAL kapsamında çıkarılan Kanun Hükmünde Kararname’lerle birçok kurumun özelleştirileceği gerçeğidir.
 
12 Ağustos 2016’da kabul edilen Kanun Hükmünde Kararname’yle, Varlık Fonu Yasa Tasarısı'yla Devlet Kurumlarına ait kamusal varlıkların özelleştirilerek satılabilecek:
 
Atatürk Orman Çiftliği Genel Müdürlüğü, Atatürk Kültür Merkezi, Kıyı Emniyeti Genel Müdürlüğü, Milli Piyango İdaresi Genel Müdürlüğü, Spor Toto Teşkilat Başkanlığı, TRT, Türkiye Petrolleri Anonim Ortaklığı, Devlet Hava Meydanları İşletmesi Genel Müdürlüğü, Türkiye Taşkömürü Kurumu Genel Müdürlüğü, Yüksek Öğrenim Kredi ve Yurtlar Kurumu, GAP Başkanlığı, Devlet Tiyatroları Genel Müdürlüğü, Devlet Opera ve Balesi Genel Müdürlüğü, Devlet Su İşleri Genel Müdürlüğü, Savunma Sanayii Müsteşarlığı, PTT, TRT, İller Bankası, TÜBİTAK, Milli Piyango, TPAO, DSİ, GAP Başkanlığı, DHMİ, YURTKUR, Karayolları Genel Müdürlüğü, Türkiye Bilimler Akademisi, Türkiye Adalet Akademisi, Spor Genel Müdürlüğü gibi stratejik tüm kurumlar özelleştirilebilecek tir.
 
AKP’nin bu tasarısına muhalefet karşı çıktı da ‘şimdilik’ belki de bu tasarı iptal edildi.
Sonuç: Türkiye’de İç Savaş Koşulları Oluşturuluyor!
       
15 Temmuz kanlı kalkışma aynı zamanda, Türkiye’de bir iç savaş çıkma olasılığının test edildiği alan yarattı ve başarılı oldu.
 
Türkiye, bölgesinde güçsüz bir ordu ve moralsiz, kırılgan, dayanıksız, personeli birbirine güvenmeyen bir yapıya hapsedilmiştir. 
Ortadoğu’da, Kafkaslarda, Güneydoğu’da en çok gereksinim duyacağımız noktada askerimiz ve kurumsal olarak Türk Silahlı Kuvvetleri’miz görev yapamayacak noktaya getirilmiştir.
 
Cumhurbaşkanlığı Başdanışmanlığı’na getirilen, Uluslararası Savunma Danışmanlık İnşaat Sanayi ve Ticaret Anonim Şirketi (SADAT) Yönetim Kurulu Başkanı emekli Tuğgeneral Adnan Tanrıverdi, özel harp yöntemleriyle Türkiye’de iç savaş koşullarının yaratılmasında kilit rol oynayabilecektir. 

   SADAT ile gayri nizâmi harp çerçevesinde şehirlerde halkı kışkırtıp, birbirine düşürebilecek suikastlar, halkı bölebilecek dezenformasyonlar ve manipulasyonların yapılabileceği açık bir tehdit olarak dikkat çekmektedir.
 
15 Temmuz’da “hazır kıt’a” olarak ülküsel duyguları aşındırılan halk, tankların önüne sürülmüş, birçok cân yanmış, insanlar darbe girişimindeki askerlerle meydan muharebesi kurgusunda karşı karşıya getirilmiştir. Cumhurbaşkanı Erdoğan tarafından Yenikapı mitinginin ertesinde de demokrasi nöbetlerine “ara veriyoruz” (son değil!) demesi de çözümlemede dikkat edilmesi gereken konulardandır.
 
Yani bu halk yapay, zorla varsayılan farklılılar (Kürt, Alevi gibi) üzerinden meydanları kuşattığında, iş çoktan bitmiş olacak, iç savaş yaratılarak ülke 
çökertilecektir. Kilis’ten, Artvin’e kadar olan kuşakta komutanlıklar büyük sıkıntılar içindedir ve moral motivasyon olarak tutuklanan komutanlarından ötürü birlikler ‘başsız’ kalmıştır. 
Kilis Artvin kuşağından doğuda tasarlanan bir kukla Kürt devleti, iç savaşla birlikte kaçınılmaz hâle gelecektir.
 
 
[1] Nurettin Veren, Karanlık konseyin ve Fetö’nün Yeni Dünya Düzeni ortak projesi, Yeni Akit, 16.08.2016
[2] 15 Temmuz’un yanıt bekleyen soruları Meclis gündeminde, 28.07.2016
[3] Orhan Gökdemir, Mehdinin Bütün Adamları, SOL, 16.08.2016
[4] İslam Ansiklopedisi, Cilt: 23, Sayfa: 461
http://acikistihbarat.com/HaberGoruntule.aspx?id=10607


***

25 Aralık 2017 Pazartesi

ABD-İNGİLTERE ÖZEL BİR İLİŞKİ BÖLÜM 4

ABD-İNGİLTERE  ÖZEL BİR İLİŞKİ  BÖLÜM 4


ABD-İngiltere ilişkileri anlatılanların ışığı altında ABD-İsrail ilişkilerine benzetilebilir. Hatta denebilir ki İngiltere ile ABD arasındaki ilişkiler 
zaman zaman İsrail ile ABD arasındaki ilişkilerden bile ileri bir noktaya ulaşabilmekte, bir ‘kader birliği’ne varabilmektedir. Bu çerçevede ABDİsrail 
ilişkileri ve Amerikan karar alma mekanizmalarında İsrail’in etkisinin yanında neredeyse az-işlenmiş bir konu olan ABD-İngiltere ilişkileri ve İngiliz etkisi uluslararası politikada çektiği dikkatin ötesinde bir öneme sahiptir.56 


DİPNOTLAR;

1 Başbakan Thatcher’in İngiltere-ABD ilişkilerine bakış açIsI: Financial Times, 23 Mart 1985. 
2 Kimi gözlemciler bu istisnalara Küba Füze Krizi’ni ve İngiltere’nin Vietnam’da ABD’ye yardım etmemesini de ekler. 
3 Örneğin William Strang 1949’da İngiltere’nin ABD dışında güveneceği başka bir seçeneğin kalmadığını ileri sürmüştü. 
4 ‘ Özel ilişki ’ (Special Relationship) İngiliz ve ABD’li akademisyenlerce iki ülke iliflkilerini ifade etmek için sıklıkla kullanılır. Her ne kadar bu kavramın anlamı ve sınırları üzerinde kayda değer bir mutabakat sağlanamamışsa da, genel ön kabul ABD ve İngiltere’nin diğer ülkelerden ayrılan bir ilişkiler yumağına sahip olduğu dur. 1940’lardan günümüze hemen hemen her İngiliz Başbakanı iki devlet arasındaki ‘özel ilişki’den bahsetmiştir. Kavram İngiltere’de ABD’den daha çok kullanılır. 
Kavramın tanımı için bkz.: Graham Evans ve Jeffrey Newham, Dictionary of International Relations, (Londra: Penguin Books, 1998), ss. 506-508.
5 Ritchie Ovendale, Anglo-American Relations in the Twentieth Century, (Londra: Macmillan, 1998), s. 11. 
6 George W. Ball, The Discipline of Power, (Londra: Bodley Head, 1968).
7 H.C Allen, Great Britain and the United States: A History of Anglo-American Relations, (Londra: Oldhams, 1955) ve The Anglo-American Predicament, (Londra: Macmillan, 1960).
8 Nicholas’a göre ilişkilerin temelini ekonomik ve siyasi yakınlıktan çok savunma ihtiyaçları oluşturdu. iki ülkenin stratejik yönden birbirlerine ihtiyaç duymaları ilişkilerin gelişiminde büyük bir katkı sağladı. H.G. Nicholas, The United States and Britain, (Londra: University of Chicago Press, 1975).
9 Donald B. Schewe (ed.), Franklin D. Roosevelt and Foreign Affairs, 1937-1939, (New York: Garland, 1979), ss. 136-137.
10 Coral Bell, The Debatable Alliance: An Essay in Anglo-American Relations, (Londra: Oxford University Press, 1964).
11 İngiliz BaşbakanI Winston Churchill’in Westminster Koleji’nde (Fulton, Missouri) yaptığı ünlü konuşma bu 
algılamayı açıkça ortaya koyar. Churchill, 5 Mart 1946’da yaptığı bu konuşmasında savaş dönemindeki işbirliğinin sonuç almadaki önemine işaret ettikten sonra işbirliğinin savaş sonrasında da devam etmek zorunda olduğunun altını çizmiştir. 
12 ABD’nin iki dünya savaşı esnasındaki yardımları masum birer yardım şeklinde algılanamaz ve ABD’nin iktisadi ve siyasi bir güç olarak dünya sahnesine çıkması tesadüfi sayılamaz. Bu dönemde borçlanmaların dolar cinsinden olması ve ABD’nin yardımlar yoluyla kendi ekonomik üstünlüğü için zemin hazırlaması dikkat çekiciydi.
13 C. J. Bartlett, The Special Relationship: A Political History of Anglo American Relations Since 1945, (Londra: Longman, 1992), ss. 4-5. Morgenthau’nun yaklaşımına karşın dönemin ABD’sinde belirtilmeye değer iki farklı görüş daha vardı. Bunlardan ilki savaş sonrasında ABD ve tüm dünya için en önemli görevin Ingiliz ekonomisini ayağa kaldırmak olacağını iddia ediyordu. Çünkü Ingiltere dünya ekonomik dengelerinde önemli bir yer tutuyordu ve bu ekonomide yaşanacak bir çöküş ABD dahil tüm ülkeler için bir felaketi getirebilirdi. 
Diğer bir grup ise savaş sonrasında ABD’nin dünya siyasetine ve ekonomisine müdahale etme ihtiyacı duymayacağını, kendi içine dönmesi gerektiğini savunuyordu. 
14 Bu durum Amerikan İç Savaş’ın nedenleriyle büyük bir benzerlik gösterir. Bu savaşta da gelişen Amerikan sermayesi geleneksel yöntemler üzerine kurulu Güney’i ekonomik çıkarlarına ulaşmak için devre dışı etmişti.
15 Amerika’nin savaş sonundaki ‘naive’ Stalin politikasına karşın Ingiltere’nin şüpheci-temkinli ’ Sovyet politikasi dikkat çekicidir. ABD’nin Ortadoğu konusunda Ingiltere’ye bağımlılığı da kayde değer bir noktadır. 
Ayrıca ABD’nin savaşa girişinin İngiliz manipulasyonları sonucunda olduğu iddiaları da İngiltere’nin ABD karşısında üstünlüklerine işaret eder. 
16 Unutulmamalıdır ki İkinci Dünya Savaşı ile İngiltere tarihinde ilk kez bu denli büyük bir işgal tehlikesiyle karşı karşıya gelmiş, ülkenin en önemli sanayi merkezleri ve büyük şehirleri günlerce Alman uçakları tarafından 
bombalanmştır. İngilizler bu durumdan kurtulmanın tek yolu olarak ABD’nin
savaşa girmesini görmüşler, nitekim savaşta ABD’nin desteğiyle kazanılmıştır. Diğer bir deyişle ABD ‘ ölümü görmüş ’ ‘İngiltere’yi kurtaran’ ülke olarak algılanmıştır. 
17 ‘Yenilgi’ kelimesi İkinci Dünya savaşı sonrası İngilteresi için ağır bir kavram sayılabilir. Ne var ki şekli zafere rağmen Ingiltere savaş öncesi konumunu hemen hemen her sahada yitirmiş, büyük güç olmaktan sıradan güç olmaya doğru olan süreçte hızla kan kaybetmiştir. Bu nedenle savaşın izleri büyük bir zaferden çok büyük bir yenilgi olarak zihinlerde kalmıştır. 
18 Bartlett, The Special, s. 23.
19 Bazı İngiliz çevrelerinde seslendirilen bir görüş olsa da İkinci Dünya savaşı sonrasında ABD’nin tekrar izolasyoncu 
bir politikaya döneceğini söylemek zordur. Amerika’nın artan dış bağlantıları ve bu çıkarlara dönük tehditler böyle bir alternatifi başından geçersiz kılmaktadır. 
20 Alan Farmer, Britain: Foreign and Imperial Affairs, 1939-64, (Bedford: Hodder&Stoughton, 1998), s.41-42.
21 John Baylis, Ken Booth, John Garnett ve Phil Williams, Contemporary Strategy I, The Nuclear Powers, (Londra: Croom Helm, 1987), s.145. 
22 Soğuk Savaşın ABD-İngiltere ilişkileri üzerindeki etkisi için ayrıca bkz.: T. H. Anderson, The United States, Great Britain, and the Cold War, 1944-47, (Londra: University of Missouri Press, 1981); F. S., Harbutt, The 
Iron Curtain: Churchill, America and the Origins of the Cold War, (Londra: Oxford University Press, 1986); R. Edmonds, Setting the Mould: the United States and Britain, 1945-51, (Londra: Allen and Unwin, 1985).
23 Bu yöndeki korkular İngiliz Dışişleri Bakanlığı tarafından hazırlanan The Strategic Aspect of British Foreign Policy adlı raporda görülebilir (Londra: The Foreign Office, Eylul 1946). 
24 Notun kısa olması ve İngiltere’nin Amerikalılar’a bir uygulama planı sunmamış olmaları Ingiltere’nin konuya önem vermemesinden kaynaklanmıyordu. Londra’da konuyla ilgili olarak ateşli bir tartışma sürüp gitmekteydi. İngiltere Ortadoğu’daki masrafları tek başına karşılayıp karşılayamayacağını uzun süre düşündü, fakat bir çıkar yol bulamadı. 1947 yazında İngiltere’de yaşanan ekonomik kriz ingiltere’yi Ortadoğu konusunda daha bir ABD’ye itti.
25 Üslerin ilişkilerdeki yeri konusunda bkz.: S. Duke, United States Defence Bases in the United Kingdom, (Londra: Macmillan, 1987); D. Gates, ‘American Strategic Bases in Britain: the Agreements Governing Their Use’, Comparative Strategy, Cilt: 8, 1989. 
26 Batlett, The Special, s. 39.
27 İngiltere, ABD’nin uluslararası alandaki tecrübesizliğinin farkındaydı ve Amerikan politikalarını iyi hazırlanmamış, anlık eylemler olarak görüyordu. 
Zaman zaman bu politikalar tüm bir süreci değiştirebilecek ciddiyetteydi. 
Örneğin Truman’ın 30 Kasım’da Kore’de nükleer silahların kullanılabileceğini ima etmesi Westminster’da paniğe yol açmaya yetmişti. ibid., s. 48-49. Bu dönemde İngiltere’nin tüm gayretleri ABD karar alma mekanizmasında İngiltere’ye bir yer açmak şeklinde özetlenebilir. Özellikle nükleer silahların kullanımı konusunda, Ingiltere en azından silahlar kullanılmadan önce bilgilendirilmek istiyordu. Atlee’nin 4-5 Aralık 1950 Washington ziyareti ve 1951 Eylül’ündeki diğer Ingiliz girişimleri bu çabaya birer örnektir. 
28 Ian Budge, Ivor Crewe, David McKay ve Ken Newton (editorler), The New British Politics, (Harlow, Essex: Longman, 1998), s. 544. 
29 Süveyş Krizi konusunda çok sayıda çalışma var. Bunlardan bir kaçı konuyla ilgilenenler için yararlı olabilir: L.D. Epstein, British Politics in the Suez Crisis, (Urbana: University of Illinois Press, 1964); D. Neff, Warriors at Suez, (New York: Liden, 1981); D. Charlton, Britain and the Suez Crisis, (Oxford: Basil Blackwell, 1988); W.R. Louis ve R. Owen (eds.), Suez 1956, (Oxford: Clarendon Press, 1989); H. Thomas, The Suez Affair, (Londra: Weidenfeld & Nicolson, 1966).
30 Kasım 1956’da İngiltere, bir seferde, dolar ve altın rezervlerinin yüzde 15’ini kaybetmişti. Bunun üzerine Macmillan İngiltere’yi büyük bir ekonomik krizden kurtaracak çarenin ABD’nin güvenini yeniden kazanmak olduğunu söyledi. 
31 Süveyş yenilgisi İngiliz sömürgelerindeki bağımszlık mücadelelerine doğrudan etki yaptı. Örneğin Gana’daki bağımsızlık hareketi hız kazanarak 1957’de bağımsızlığa ulaştı. 
32 Amerikan tutumunun altında yatan bilinen sebepler şu şekilde özetlenebilir: 
a) İngiliz-Fransız ortak operasyonunun SSCB’nin bölgeye girişine yol açmasına engel olmak, 
b) İngiliz sömürgeciliği ile ABD’nin özdeşleştirilmesinin engellenmesi, 
c) Batı karşıı› Arap milliyetçiliğine zemin sağlanmaması, 
d) Bölgedeki Amerikan inisiyatifinin Doğu veya Batı blokundan ülkelere geçmemesi. İngiltere Süveyş operasyonu öncesinde ABD’yi 
yeterince bilgilendirmemiş, bu tutuma karşı Washington’da ciddi bir reaksiyon oluşmuştu. Bu noktada ABD İngiliz sömürgeciliyle özdeşleştirilmekten köşe bucak kaçarken Türkiye’nin aynı yıllarda İngiltere’nin bir ‘ajanı’ gibi algılanması dikkat çekici bir noktadır.
33 Christopher Tugendhat ve William Wallace, Options for British Foreign Policy in the 1990s, (Londra: Routledge, 1988), s. 14.
34 İngiltere’nin Süveyş sonrası politikaları için bkz.: A. Horne, Macmillan, 1957-1986, (Londra: Macmillan, 1989); 
H. Macmillan, Riding the Strom, 1956-1959, (Londra: Macmillan, 1972) ABD’nin Suveyş sonrası politikaları içinse bkz.: Foreign Relations of the United States, 1955-57, Cilt. iv. 
35 D. Nunnerley, Kennedy and Britain, (Londra: Bodley Head, 1972). 
36 C. J. Bartlett, British Foreign Policy in the Twentieth Century, (Londra: Macmillan, 1989), s. 107.
37 ABD, İngiltere’nin özellikle Hong Kong, Malaya, Pasifik ve Basra Körfezi’nde ABD’yi destekleyecek politikalar üretmesini istiyordu. Kağıt üzerinde İngiltere de bu bölgelerde istekli gibi görünüyordu fakat her iki taraf da ittifakın çıkarlarından çok kendi ulusal sorunlarına yeni destekler arıyorlardı. Özellikle İngiltere için Endonezya-Malezya sorunu önemliydi. 
38 Amerikalılar İngiltere’nin AET’ye üyeliğinden sadece siyasi değil ekonomik yararlar da beklediler. ABD’ye göre İngiltere ancak AET üyeliği ile arzuladığı ekonomik güce ulaşabilirdi. Ayrıca ABD’ye göre Commonwealth ‘sözde’ bir topluluktan başka bir şey değildi. Bartlett, The Special, s. 117.
39 Çelişkili bir şekilde ilk yıllarda İngiliz sağı (Conservative Party ve diğerleri) Avrupacı, sol (Labour Party ve aşırı sol) 
ise Commonwealth’ci idi, yani İngiltere’nin AET’ye üyeliğine karşı idi. Sol’a göre Avrupa bütünleşmesi kapitalizmin yeni bir şekli idi. 1980 ve 1990’larda ise şaşırtıcı bir şekilde sol Avrupacı olurken, sağ Avrupa Birliği’ni İngiltere’nin gücünü azaltan bir yapı olarak gördü.
40 Kissinger’a göre Heath, de Gaulle’un bir başka versiyonudur ve Heath hükümeti genel olarak Ingiltere-ABD 
ilişkileri içinde bir istisnadır, yoksa ilişkilerin özünü değiştiren bir dönem değil. Kissenger’in görüşleri için bkz.: 
Henry Kissenger, The White House Years, (New York: Weidenfeld and Nicolson, 1979). 
41 W. C. Croomwell, ‘Europe and the Structure of Peace’, Orbis, Spring 1978, ss. 29-30. 
42 Bu dönem ile ilgili olarak bkz.: Geoffrey Smithy, Reagan and Thatcher, (Londra: Bodley Head, 1990); J. 
Krieger, Reagan, Thatcher and the Politics of Decline, (Londra: polity Press, 1986); L. Freedman (ed.), The Troubled Alliance: Atlantic Relations in the 1980s, (Londra: Heinemann, 1983); C. Hill, ‘Reagan and 
Thatcher: The Sentimental Alliance’, World Outlook, Cilt: 1, No.: 2, ss: 2-18; D. Reynolds, ‘A Special Relationship? America, Britain and the International Order since the Second World War’, International Affairs, Cilt: 62, No. 1, ss. 1-20.
43 Michael Smith, ‘Britain and the United States: Beyond the Special Relationship?’, içinde Peter Byrd (ed.), 
British Foreign Policy under Thatcher, (New York: St. Martin’s Press, 1988), s.11. 
44 Bartlett, The Special, s. 149.
45 Falkland Savaşı konusunda bkz.: L. Freedman, Britain and the Falklands War, (Oxford: Basil Blackwell, 
1988); Walter Little, ‘Anglo-Argentine Relations and the Management of the Falkland Questions’, icinde Peter 
Byrd (ed.), British Foreign Policy under Thatcher, (New York: St. Martin’s Press, 1988; J. Goebel, The 
Struggle for the Falkland Islands, (Yale, 1982).
46 John Baylis, Anglo-American Defence Relations, 1939-1984, The Special Relationship, (Londra: Macmillan, 1984), s.189.
47 İngiltere Kraliçe, Grenada’nin Başkanı sayılıyordu. Diğer bir deyişle ABD’nin İngiltere’ye en azından durumu 
bildirmesi lazım gelirdi. Bu olay güvensizlik ve şüphe için iyi bir örnek sayılabilir. 
48 The Times, 17 Nisan 1986.
49 Blair’in sağ ve sol arasında yeni bir yol olarak takdim ettiği Üçüncü Yol ya da Blairism’in aldığı en önemli eleştiri Amerikan kaynaklı olmasıdır. Buna göre Blair yüzyıllardır süren bir geleneği tersine işletmiş ve kökleri Amerikan yaşam tarzında bulunan bir anlayışı İngiltere’ye ithal etmiştir.
50 William Wallace, ‘Where Uncle Sam Leads…’, New Statesman, 24 Nisan 1998, s. 32. 
51 Wallace, ‘Where’, s. 32.
52 Bazı araştırmacılar ise Washington için Japonya’nın hatta Arjantin’in Ingiltere’den daha önemli hale geldiğini 
iddia ettiler. Fakat bu değerlendirmelerin konjonktürel olaylar sonucunda yapıldığı söylenebilir. İsmi geçen 
ülkeler ile ABD arasındaki ilişkiler bir ya da bir kaç boyutta önem kazanırken, İngiltere ile ilişkiler hemen 
hemen her alanda üst düzeyde seyretmektedir.
53 The Times, 2 July 200. 
54 Carol Bell, ‘The Special Relationship’ icinde M. Leifer (ed.), Constraints and Adjustments in British 
Foreign Policy, (Londra: George Allen & Unwin, 1973), ss. 103-119.
55 Nükleer silahlarda ABD’nin payı ve bu bağımlılığın oluşumunun tarihsel çerçevesi konusunda bkz.: Ian Smart, The Future of the British Nuclear Deterrent: Technical Economic and G.M. Dillon, Dependence and Deterrence: Success and Civility in the Anglo-American Special Nuclear Relationship, 1962-1982, (Londra: Gower, 1983). 
56 Bu önemin Türkiye gibi ABD politikaları üzerinde etki sağlamak için diğer ülke ve grupları kullanan görece daha ‘zayıf’ ülkeler için daha önemli olduğu açıktır. Bu yazının doğrudan konusu olmadığından ve daha geniş bir yazıda ele alınacak önemde olması nedeniyle ABD-İngiltere ‘özel ilişkisi’nde Türkiye’nin yerine değinilemedi. 
Ancak Yahudi lobisinin ABD politikalarindaki yerinin geniş yer bulduğu Türk kamuoyunda hem Avrupa’da hem de ABD’de etkisi büyük olan ABD-Ingiltere ilişkilerinin yeterince takdir edilmemesi hem şaşırtıcı, hem de düşündürücüdür.


Kaynakça 

Allen, H. C., Great Britain and the United States: A History of Anglo-American 
Relations, (Londra: Oldhams, 1955). 
Allen, H. C., The Anglo-American Predicament, (Londra: Macmillan, 1960). 
Anderson, T.H., The United States, Great Britain, and the Cold War, 1944-47, 
(Londra: University of Missouri Press, 1981). 
Ball, George W., The Discipline of Power, (Londra: Bodley Head, 1968). 
Bartlett, C. J., British Foreign Policy in the Twentieth Century, (Londra: Macmillan, 1989). 
Bartlett, C. J., The Special Relationship: A Political History of Anglo American 
Relations Since 1945, (Londra: Longman, 1992). 
Baylis, John, Anglo-American Defence Relations, 1939-1984, The Special 
Relationship, (Londra: Macmillan, 1984). 
John Baylis, Ken Booth, John Garnett ve Phil Williams, Contemporary Strategy I, The Nuclear Powers, (Londra: Croom Helm, 1987). 
Bell, Coral, The Debatable Alliance: An Essay in Anglo-American Relations, (Londra: Oxford University Press, 1964). 
Bell, Carol, ‘The Special Relationship’ icinde M. Leifer (ed.), Constraints and 
Adjustments in British Foreign Policy, (Londra: George Allen & Unwin, 1973), ss. 103- 119.
Budge, Ian, Ivor Crewe, David McKay ve Ken Newton (editorler), The New British Politics, (Harlow, Essex: Longman, 1998). 
Croomwell, W.C., ‘Europe and the Structure of Peace’, Orbis, Spring 1978. 
Dillon, G.M., Dependence and Deterrence: Success and Civility in the Anglo- 
American Special Nuclear Relationship, 1962-1982, (Londra: Gower, 1983). 
Duke, S., United States Defence Bases in the United Kingdom, (Londra: Macmillan, 1987). 
Edmonds, R., Setting the Mould: the United States and Britain, 1945-51, (Londra: Allen and Unwin, 1985). 
Epstein, L.D., British Politics in the Suez Crisis, (Urbana: University of Illinois Press, 1964). 
Evans, Graham ve Jeffrey Newham, Dictionary of International Relations, (Londra: Penguin Books, 1998), ss. 506-508. 
Alan Farmer, Britain: Foreign and Imperial Affairs, 1939-64, (Bedford: 
Hodder&Stoughton, 1998). 
Financial Times (Londra, İngiltere, günlük), 23 Mart 1985. 
Foreign Relations of the United States, 1955-57, Cilt. iv. 
Freedman L. (ed.), The Troubled Alliance: Atlantic Relations in the 1980s, (Londra: Heinemann, 1983). 
Freedman, L., Britain and the Falklands War, (Oxford: Basil Blackwell, 1988). 
Gates, D., ‘American Strategic Bases in Britain: the Agreements Governing Their Use’, Comparative Strategy, Cilt: 8, 1989. 
Goebel, J., The Struggle for the Falkland Islands, (Yale, 1982). 
Harbutt, F.S., The Iron Curtain: Churchill, America and the Origins of the Cold War, (Londra: Oxford University Press, 1986). 
Hill, C., ‘Reagan and Thatcher: The Sentimental Alliance’, World Outlook, Cilt: 1, No.: 2, ss: 2-18. 
Horne, A., Macmillan, 1957-1986, (Londra: Macmillan, 1989). 
Kissenger, Henry, The White House Years, (New York: Weidenfeld and Nicolson, 1979). 
Krieger, J., Reagan, Thatcher and the Politics of Decline, (Londra: Polity Press, 1986). 
52 SEDAT LAÇ‹NER/ABD-‹NG‹LTERE: ‘ÖZEL’ B‹R ‹L‹fiK‹

Little, Walter, ‘Anglo-Argentine Relations and the Management of the Falkland Questions’, içinde Peter Byrd (ed.), British Foreign Policy under Thatcher, (New York: St. Martin’s Press, 1988). 
Louis W.R. ve R. Owen (eds.), Suez 1956, (Oxford: Clarendon Press, 1989). 
Macmillan, H., Riding the Storm, 1956-1959, (Londra: Macmillan, 1972). 
Neff, D., Warriors at Suez, (New York: Liden, 1981); D. Charlton, Britain and the Suez Crisis, (Oxford: Basil Blackwell, 1988). 
New Statesmen (haftalık siyasi dergi, sol kanatta). 
Nicholas, H.G., The United States and Britain, (Londra: University of Chicago Press, 1975). 
Nunnerley, D., Kennedy and Britain, (Londra: Bodley Head, 1972). 
Ovendale, Ritchie Anglo-American Relations in the Twentieth Century, (Londra: 
Macmillan, 1998). 
Reynolds, D., ‘A Special Relationship? America, Britain and the International Order since 
the Second World War’, International Affairs, Cilt: 62, No. 1, ss. 1-20. 
Schewe, Donald B. (ed.), Franklin D. Roosevelt and Foreign Affairs, 1937-1939, (New York: Garland, 1979). 
Smart, Ian, The Future of the British Nuclear Deterrent: Technical Economic and Strategic Issues, (Londra: RIIA, 1977). 
Smith, Michael, ‘Britain and the United States: Beyond the Special Relationship?’, içinde 
Peter Byrd (ed.), British Foreign Policy under Thatcher, (New York: St. Martin’s Press, 1988). 
Smithy, Geoffrey, Reagan and Thatcher, (Londra: Bodley Head, 1990). 
The Strategic Aspect of British Foreign Policy adlı raporda görülebilir (Londra: The Foreign Office, Eylül 1946). 
The Times, 17 Nisan 1986. 
Thomas, H., The Suez Affair, (Londra: Weidenfeld & Nicolson, 1966). 
Tugendhat, Christopher ve William Wallace, Options for British Foreign Policy in the 1990s, (Londra: Routledge, 1988). 

EKLER 

Ek 1: İngiltere’deki Belli Başlı ABD Üsleri 
Ana Operasyon Üsleri: RAF Alconbury (Kuzey Huntingdon), RAF Bentwaters ve 
Woodbridge (Suffolk), RAF Chicksands (Kuzey Shefford), RAF Fairford (Gloucestershire), RAF 
Lakenheath (Kuzey Brandon), RAF Mildenhall (Suffolk), RAF Upper Heyford (Oxfordshire), RAF 
Sculthorpe (Kuzey Fakenham), RAF Greenham Common (Berkshire), RAF Wethersfield (Kuzey 
Braintree). Bu üslere ek olarak operasyonun niteliğine göre diğer üsler de kısmi olarak kullanıldı/
kullanılıyor. Amerikan Hava Gücü İletişim İmkanları: 30’a yakın üs/merkezde 
iletişim noktası bulunmakta. Büyük bir kısmı RAF ve diğer İngiliz silahlı kuvvetleri ile ortak 
kullanılıyor. Bunlardan bazıları şöyle sıralanabilir: Aberdeedn, Barford, Barkway, Chelveston, 
Chicksands, Croughton, Daventry radio Relay, Hillington, Inverbervie, Kinnaber, Latheron, Menwith Hill Satellite Communications Station, Wethersfield, Fylingdales Moor. 




AVRASYA DOSYASI 


***

ABD-İNGİLTERE ÖZEL BİR İLİŞKİ BÖLÜM 3

ABD-İNGİLTERE  ÖZEL BİR İLİŞKİ BÖLÜM 3



İlk olarak Amerikan deniz birimleri ve istihbarat birimleri yakın mesaiye başladılar. ABD resmi görüşmelerin sona ermesini takiben Arjantin’e karşı ekonomik önlemler almaya başladı ve 1956 Süveyş Krizi’nin aksine İngiltere’nin bu savaşta yenilmesinin ABD tarafından kabul edilemez bir sonuç olacağını ima etti. ABD tüm bunlara ek olara İngiltere’ye maddi yardımda da bulundu. 
Bu yardımlar İngilizler tarafından ‘önemli fakat hayati değildi’ şeklinde değerlendirilmekteyse de ABD’ye göre bu yardımlar olmasaydı İngiltere’nin başarıya ulaşabilmesi neredeyse imkansızdı. Amerikan donanması İngilizler’e savaş boyunca lojistik destek sağladı. Falkland Adaları ve İngiltere arasındaki mesafenin uzaklığı dikkate alınırsa ABD’nin iletişimde sağladığı yardımlar olmasaydı İngiliz iletişimi ve istihbaratı sekteye uğrayabilirdi. Özellikle Amerikan uyduları savaş boyunca İngiltere’ye çalıştı. Yine bu çerçevede Amerikan Sidewinder füzeleri İngiliz Harrier uçaklarının vuruş gücünü arttırdı, böylece bu uçaklar çok alçaktan isabetli vuruşlar yaparak savunmasız Arjantin uçaklarını devre dışı bıraktılar. Yine Amerikan Shrike füzeleri de İngiliz vuruş gücünü arttıran diğer bir yardımdı. Ayrıca Amerika Falkland Adaları’na en yakın mevzilerden Ascension Adası’nın İngilizler tarafından üs olarak kullanılmasına ‘göz yumdu’. Tüm bu yardımlar olmasaydı İngiltere’nin bu savaşı kazanması 
şüphesiz zor olacaktı. Aslında savaş boyunca ABD’in kalbi tamamen İngiltere’den yana değildi ve Falkland Savaşı’ndaki tutumu nedeniyle ABD Latin Amerika’da prestij kaybına uğradı. İçerideki Latin lobisine ek olarak İngiltere’nin haklılığı da su götürür nitelikteydi. Tüm bu anlatılanlar çerçevesinde denebilirki bu savaşta ‘özel ilişki’ ve bağlar çatıştı ve ABD İngiltere’nin ‘doğal bir müttefiki’ gibi davrandı. 
İki ülke arasında etkisini daha sonraki yıllarda da sürdüren bir diğer gelişme de NATO’nun ani müdahale gücünün geliştirilmesi alanında oldu. Afganistan’ın işgali sonrasında Körfez’de ve genel olarak Ortadoğu ve Güney-Batı Asya’da Batı’nın ani müdahalelere hazır olması gerektiğini savunan İngiltere bu konuda ABD’yi ikna etti ve bu tarihten itibaren iki devletin sınır ötesi hareketleri daha hızlı ve koordineli yürütebilmeleri için çalışmalar başlatıldı. NATO alanı dışında ortak operasyon konusunda diğer üyeler isteksiz göründüğünden bu proje de 
ABD ve İngiltere arasındakı yakınlığı arttırıcı etki yaptı. Her ne kadar bu çalışmalar İngiliz ekonomisine yük olmuş, İngiltere bu konuda ABD’ye 
yetişememisse de, sonuçta kalıcı bir işbirliği oluşturulmuş oldu.46 

Günümüzde eski Yugoslavya Cumhuriyetlerinde ve Kuzey Irak’ta görev alan İngiliz ve Amerikan kuvvetleri arasındaki uyum kendisini biraz da bu yıllara borçludur. Ayrıca bu işbirliği sayesinde İngiltere diğer NATO üyelerinin hiç bir şekilde ulaşamayacakları bilgilere ulaşabildi. 

İşbirliğinin en uç noktada yaşandığı bir alan da istihbarattı. Daha önce de gösterildiği üzere ‘özel ilişki’nin en yoğun yaşandığı alan istihbarat olmuştu ve bu gelenek bu dönemde de bozulmadı. Dahası iki ülke oluşturdukları ağ sayesinde tüm dünyadaki iletişimi izleyerek birbirlerini haberdar etme yoluna gittiler. Bu konuda en önemli görev Cheltenham’daki İngiliz GCHQ (Government Communications Headquarters, Hükümet İletişimler Merkezi) ile Amerikan NSA’ya (US National Security Agency, Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı) düşüyordu. 
İki örgüt tüm dünyadaki tüm iletişim şekilleriyle yapılan haberleşmeyi takip edip, bunları anlamlı olacak şekilde sınıflandırmakla görevli idiler. 

Bu haliyle iki örgüt hem iki ülke istihbaratına, hem de genel olarak ortak politika oluşturulmasına zemin hazırlıyordu. 1982’de GCHQ’da yaşanan ‘sendika krizi’ ilişkilerde kısa dönemli bir gerilim yarattıysa da işbirliği derinleşerek devam etti. 

1983’te ABD İngiliz Devletler Topluluğu (Commonwealth) üyesi olan Grenada’ya İngiltere’ye haber vermeden bir müdahalede bulununca (Grenada Olayı) ilişkiler biraz gerildiyse de bu olay dikkat değer bir zarar vermedi.47 Sadece İngiltere’de bazı siyasi grupların ABD’nin İngiltere’ye yeterince güvenmediği yönündeki endişeleri kuvvetlendi. İkinci önemli ve ‘sıcak’ işbirliği 1986’da Libya Olayı’nda yaşandı. 

Libya’yı bombalayan F1-11 uçakları İngiltere’deki üslerden kalktı. İngiliz halkının büyük bir çoğunluğu ABD’nin bu üsleri kullanmasını kınamasına karşın Thatcher üslerin kullanımına izin verdi.48 Muhalefete göre ABD, İngiltere’ye sormadan İngiltere’deki üsleri SSCB’ye karşı bile kullanabilirdi. Fakat hiç bir Batılı devletin ABD’ye destek vermediği bir ortamda Thatcher bu kararı sayesinde ABD’deki popülaritesini ve etkisini artırmayı başardı. Tıpkı Falkland Olayı’nda olduğu gibi Libya’nin bombalanması olayı da ‘özel ilişki’ye bir delil sayılabilir. Çünkü 
saldırıda Amerikan üslerinin kullanılmasına Avrupa’da izin veren tek ülkeydi İngiltere. Bir çok Avrupa ülkesi saldırıyı yapacak olan uçakların hava sahalarını kullanmalarına bile izin vermiyordu. Ayrıca Thatcher da biliyordu ki Libya Saldırısı’nda ABD’ye açıktan destek vermek İngiltere’nin ulusal çıkarlarına aykırıdır. Nitekim olayın ardından Arap dünyasında bazı İngilizler öldürülürken, İngiltere de ‘ABD’nin emperyalist politikalarının aracı’ olarak görülmeye başlandı. İngiltere’nin Ortadoğu’daki diplomatik gücü büyük kayba uğradı. Bu da ‘özel 
ilişki’nin gücünü gösterir.

Thatcher aşırı komünizm düşmanlığına rağmen ABD’yi komünizm konusunda yumuşatma işini yaparken bile puan topladı ve Avrupa’lı müttefiklerin tartarak söylediklerini Washington’a ‘daha yumaşak bir üslupla’ iletti. Sovyetler Birliği’nin verdiği tavizler sayesinde Reagan’ın Soğuk Savaşı yeniden canlandırma çabaları sonuçsuz kalırken İngiliz- Amerikan işbirliği daha çok kendisini Ortadoğu’da göstermeye başladı. İran-Irak Savaşı ile başlayan çatışmalarda İngiltere ABD’ye destek veren ilk ülke oldu ve bir çok operasyonda işbirliğine gitti. Bu işbirliği Körfez Savaşı’nda doruk noktasına ulaştı. Bu savaşta denebilir ki uluslararası toplum neredeyse ortak hareket etti. Fakat İngiltere’nin desteği zamanlaması 
ve içeriği açısından dikkat çekiciydi ve İngiliz desteği savaş sonrasında 10 yılı aşkın bir süre neredeyse hiç değişmeden devam etti ve İngiltere bu bölgede adeta çıkarlarını ABD ile birleştirdi. 

Nükleer alanda İngiltere’nin ABD’ye bağımlılığı devam etti. Bu konuda iki ana akım ortaya çıktı: İngiltere’nin ekonomik gerileme döneminde nükleer silahlara kaynak aktarmasını öngören birinci grup, ülkenin güvenliğini tamamen Amerikan silahlarına bırakması gerektiğini savunurken, sol gruplar İngiltere’nin nükleer silahlardan vazgeçmesi gerektiğini, çünkü bu silahların sadece Amerikan 
çıkarlarına hizmet ettiğini, İngiliz savunma sistemine riskten başka yeni bir şey eklemediğini öne sürdü. 

Yeni Dünya Düzeni: ABD-İngiltere Ortak Yapımı? 

Soğuk Savaş’ın ardından dünyanın siyasi görünümü çok değişti; artık denge Doğu ve Batı arasında değildi. Her ne kadar yeni durumu açıklayacak yeterlilikte bir uluslararası ilişkiler teorisi ortaya çıkamamışsa da, ön plana çıkan açıklamalar ‘kapitalizmin zaferi’ ve ‘medeniyetler çatışması’ şeklinde oldu. Özellikle ikinci açıklama ABD’de geniş bir taraftar kitlesi buldu. ‘Batı’ kavramını ön plana çıkaran bu anlayışa göre dünya medeniyetlerden oluşuyordu ve bundan sonraki çatışmalar din ve kültür farklılığı üzerinde bu medeniyetler arasında yükselecek ti. Teorinin sahibi Samuael P. Huntington’a göre Batı medeniyetinin karşısındaki en önemli tehditler de İslam ve Çin medeniyetleriydi. Bu teorideki ‘Batı’ kavramına  İngiltere ve ABD dışındaki diğer ‘Batılı’ ülkeler heyecanla sahip çıkmadılar. Özellikle Fransa ‘Anglo-Sakson senaryosu’ olarak algıladığı bu yaklaşıma uzak durdu. Buna karşın projeyi ilk sahiplenen İngiltere oldu. Thatcher yeni tehdidin İslam radikalizminden geldiğini öne sürerek, NATO ve diğer Batı savunma örgütlerinin bu tehdidi dikkate alarak yeniden yapılandırılma sı gerektiğini söyledi. Her ne kadar ABD başkanları teoriye sahip çıkmak istememişlerse de pratikte İngiltere ile birlikte ABD’nin yeni dünya düzeni algılamasında uluslararası terörizm, tehdit olarak İslam özel bir yer tuttu ve iki ülkenin uluslararası ilişkileri algılamasında ortak bir bakış açısı geliştirildi. 

Üçüncü Yol, Amerikan Yolu mu?: Blair ve Clinton 

Daha önce de görüldüğü üzere okyanusun iki tarafı arasındaki yakınlaşma biraz da iktidardaki partilerin ideolojik yakınlıklarıyla da ilgiliydi. Örneğin Thatcher ile Reagan’ın sağ ideolojiye getirdikleri benzeri yorumlar onları diğer alanlarda da işbirliğine taşımıştı. Benzeri bir gelişme, görece kısa sayılan, Major yönetiminden sonra Blair-Clinton örneğinde de yaşandı. Daha önce yeni sağda sağlanan birleşme, bu sefer yeni solda sağlandı.49 Blair ile Clinton arasındaki benzerlikler, seçim öncesi tahminleri boşa çıkardı ve İngiltere-ABD ilişkileri eskisinden 
daha iyiye doğru gitmeye başladı. Daha ilk basın toplantılarında Blair ve Clinton ‘özel ilişki’yi yeniden tesis etme konusunda görüş birliğine varırken, Blair ortak tarih bağları ve mirasın iki ülke arasındaki anlayışı belirlediğini söyledi. Kendisinden önceki hükümetlerin ABD politikalarını derinleştirerek devam ettiren Başbakan Tony Blair ABD’yi en önemli ortak olarak görmeye başladı. Bir yandan Avrupa Birliği ile ilişkiler en üst düzeyde devam ettirildiyse de, Blair daha önce Heath’in düştüğü hataya düşmedi ve Avrupa ile ABD’nin birbirinin rakibi sayılmamaması gerektiğini söyledi. Blair’in şu sözleri tarihi ‘özel ilişki’nin devam ettiği yönünde kesin ipuçları verdi: ‘İngiltere ile Amerika biraraya geldiğinde bizim başaramayacağımız çok az şey vardır.’51 İngiliz dış politikası uzmanı William Wallace’a göre kullanılan bu ifadeler ‘basit bir kelime jesti’ olarak alınamaz,52 çünkü Blair’in kullandığı dil ve yaklaşım onun Fransa ya da Almanya’ya yaklaşımından çok daha sıcak ve içtendi. 

Major ve Blair döneminde asıl işbirliği uluslararası ortak operasyonlarda yaşandı. Soğuk Savaş’ın ardından uluslararası ilişkilerin temel özelliklerinden biri de bölgesel çatışmalar oldu. Doğu-Batı dengesinin döndürdüğü çatışmalar dengenin sona ermesiyle yeniden alevlenirken (Azerbaycan-Ermenistan savaşı gibi), varlıklarını Soğuk savaş değerlerine borçlu olan bazı devletler de çözülme sürecine girdi (Yugoslavya gibi). Bunlara ek olarak teknolojik gelişmenin de yardımıyla ulusal düzeydeki suçlar uluslararası alana taşındı ve tüm dünyayı tehdit eder oldu (uyuşturucu kaçakçılığı, uluslararası terörizm gibi) Ayrıca bu dönemde ülkeler ararası göçte büyük bir artış yaşandı. İstikrarı tehdit eden tüm bu gelişmeler ile, süper devlet bile olsa, tek bir devletin başa çıkabilmesi çok zordu. Özellikle savunma harcamalarında büyük kesintiler yapılması yönünde baskıların olduğu bir dönemde bu daha da zordu. Bu nedenle ABD Körfez Savaşı’ndan, Bosna’ya, Bosna’dan Somali ve Kosova’ya kadar özellikle NATO’daki müttefiklerinden yardım bekledi. Fakat Almanya bu boşluğu dolduramadı, Fransa da eski muhalif tutumunu bir çok olayda devam ettirdi. İtalya gibi diğer müttefiklerin ise bu boşluğu dolduracak ne siyasi, ne de ekonomik ağırlıkları bulunuyordu. Böyle bir ortamda sahneye yine İngiltere çıktı ve Kuzey Irak’tan Kosova’ya kadar her operasyonda ABD’nin yanında 
yer aldı. Hatta bu operasyonlarda işbirliği ve karşılıklı danışma sistemi Soğuk Savaş’tan daha iyi çalıştı. İngiltere bu konuda ABD’ye destek vermekle 
kalmadı, kendi silahlı kuvvetlerini bölgesel müdahaleye göre yeniden dizayn etti. Bu çerçevede bir yandan kara kuvvetlerinde azaltmaya giderken, diğer taraftan uluslararası operasyonlarda başarıyı artıracak hava ve deniz gücüne ağırlık verdi. Tüm bu değişikliklerin Amerikan silahlı kuvvetleriyle yapılan ortak çalışmaların bir ürünü olması dikkat çekiciydi. Major ve Blair döneminde yapılan bir diğer işbirliği de askeri alanda ve istihbarat alanında iletişimde yaşandı. 

Ortak haberalma sistemleri de bulunan iki ülke bir çok bilgiyi düzenli olarak paylaştı ve bu işbirliği halen devam ediyor. Denebilir ki ABD ve İngiltere arasındaki bu işbirliğini ABD ile her hangi bir üçüncü ülke arasında görme imkanı yoktur. 

Soğuk Savaş sonrası dönem ile ilgili olarak eklenmesi gereken son bir nokta da ABD’nin Avrupa’da asıl ‘partner’ olarak Almanya’yı gördüğü iddiasıdır. Benzeri iddialar Heath döneminde de ortaya atılmış olmasına karşın o dönemde Almanya Avrupa’nın siyasi liderliği rolünü yerine getiremedi ve ABD’nin Avrupa politikasında beklenen rolü oynayamadı. Kohl ile birlikte Almanya İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra ilk kez liderlik konusunda inisiyatifi eline almak istedi. Bunda iki Almanya’nın birleşmesinin ve Alman ekonomisinin gösterdiği başarının 
büyük rolü oldu. Fakat Almanya 1. Dünya Savaşı ve Hitler dönemlerinin gölgesi altında siyasi liderlik için gerekli ‘moral ağırlığı’ ortaya koyamadı. 

Ayrıca uluslararası alanda uluslararası toplumun ortak sorunları ve Batı’nın genel çıkarlarından çok, geçmişte olduğu gibi kısır, yerel çıkarlar çerçevesinde bir politika izledi. Almanya’nın Balkan politikası buna güzel bir örnektir. 
Bu çerçevede Almanya ABD ile ortaklık için gerekli entellektüel birikim, tecrübe, esneklik ve çıkar birliğini ortaya koyamadı. Avrupa Birliği’ndeki dengelerin Almanya ile, ABD karşısında mesafeli durmaya özen gösteren, Fransa arasındaki işbirliğine dayanıyor olması Almanya’nın ABD ile ilişkilerde İngiltere’nin yerini 
almasında başka bir engeldi. Tüm bunlara ek olarak Almanya’nın bölgede ABD’nin ‘taşeronu/ortağı’ olma konusunda ne kadar istekli olduğu da tartışmalıdır.52 

Blair döneminde belirtilmesi gereken bir diğer işbirliği alanı da nükleer alandı. Daha önce de belirtildiği üzere, İngiltere’nin ABD’ye olan nükleer bağımlılığını eleştiren grupların başında İngiliz solu geliyordu. Fakat İngiltere’de iktidara sol bir partinin, İşçi Partisi’nin, gelmesine rağmen ‘nükleer işbirliği’ devam etti ve İngiltere ağır maliyetine rağmen nükleer silahlar için taşıyıcılar almaya devam etti. Amerikan Trident nükleer denizaltılarının alımı bunun için iyi bir örnektir. 

Blair döneminde özel ilişkide kırılma yaratan istisnalara gelince, temelde ciddi bir fikir ayrılığı olmadığı görülür. Bu dönemde kayda değer kırılma olarak 2000 yılı içinde ortaya çıkan ABD’nin İngiltere ile ortak kurduğu Echelon adlı elektronik istihbarat sistemini İngiltere aleyhine ekonomi casusluğu için kullanması sayılabilir.53 

SONUÇ 

Tüm bu anlatılanlardan sonra, her ne kadar gücü ve sınırları üzerinde bir mutabakat bulunmuyorsa da ABD ile İngiltere arasında ‘özel bir ilişki’ olduğu söylenebilir. Bu ilişki diğer ülkeler arasındaki ilişkilerden özü ve şekli itibariyle farklılıdır. İkinci Dünya Savaşı, Soğuk Savaş gibi konjonktürel olaylar bu ilişkinin gelişimine destek olmuştur, fakat bu ilişkinin gücü çok daha derinlerde saklıdır. Ayrıca zamanla gelişen farklı ulusal çıkarların erozyon etkisine rağmen, bu özel ilişki zaman içinde şekil değiştirse de günümüze kadar etkisini son derece 
canlı bir şekilde ortaya koymuştur. Bell’in de belirttiği gibi bu ilişki çok güçlü, fakat bu gücü iki taraf tarafından oluşturulmasından kaynaklanmıyor. 
Ortak anlayış gibi bir çok faktörün birleşmesiyle ortaya çıkan bir kapasiteden alıyor.54 

Diğer bir deyişle bu ilişki bir amaca ya da olaya özgü oluşturulmuş bir yapı değil, doğal olarak orada duran bir olgu. Yukarıda anlatılan olaylarda görüldüğü gibi taraflar birbirlerini farklı algılasalar, farklı çıkarların peşinden koşsalar da, tarih iki ülke arasında ‘özel bir ilişki’nin bulunduğunu kanıtlıyor. Churchill (1951-55), Macmillan (1957-62) ve Thatcher (1979-90) dönemlerinde özel ilişkinin 
bulunduğu konusunda neredeyse kesin bir mutabakat var. Elbette bu ‘özel ilişki’nin de istisnaları var. Eisonhower’ın Süveyş politikası, Wilson’ın Johnson’dan gelen Vietnam’da yardım isteğini reddetmesi ve Heath hükümetinin İngiltere’yi ABD’den uzaklaştırıp Avrupa’ya yakınlaştırma çabaları bu istisnaları oluşturuyor ve bir grup yazarca bunlar ‘özel ilişki’nin sadece bir illüzyon olduğunu, gerçekte var olmadığını kanıtlamak için kullanılıyor. Fakat bu örneklerin, bu iddiayı tam olarak kanıtlayabildiğini söyleyebilmek çok güç, çünkü ülkeler arasında çıkar farklarının olması doğaldır ve her alanda, her zaman işbirliği ve yakınlık beklemek mümkün değildir. Bu nedenle istisnalardan 
çok ortak noktalara bakmak daha doğru sonuçlara götürebilir. 

20. yüzyılın başından günümüze, faşizmin yıkılmasından, komünizmin yıkılmasına kadar hemen hemen bir çok uluslararası kampanyayı birlikte yürüten bu iki ülke arasında eğer ‘özel bir ilişki’ yok idiyse bile sırf bu yüzyılda yaşanan ortak tecrübe ‘özel bir ilişki’yi doğurmuş oldu. 


Bu nedenle son söz olarak ‘özel ilişki’nin sadece tarihte yaşanmadığı, fakat günümüzde de bir çok alanda etkisini gösterdiği söylenebilir. 
‘Özel ilişki’nin derecesine gelince, işbirliğinin ortak istihbarat gibi çok hassas konularda da etkisini sürdürmesi, hatta bu alanlarda diğer alanlara göre daha güçlü olması etkisinin derinliğini de göstermektedir. 
İstihbarat alanında İkinci Dünya Savaşı’yla resmiyet kazanan işbirliği sonraki yıllarda çok büyük bir yol katetti. ABD’nin teknolojik işbirliği İngiltere’nin entellektüel birikimiyle birleşince iki ülke de bu işbirliğinden vazgeçemeyecek bir noktaya geldiler. Özellikle İngiltere istihbaratın teknolojik boyutunda Amerika’ya büyük oranda bağımlı durumda. İstihbaratın dışında diğer savunma teknolojilerinde de İngiltere’nin ABD’ye bağımlılığı üst düzeyde. 
Bu konuda başta uzun menzilli füzeler ve nükleer silah taşıyıcıları olmak üzere savaş teknolojisinde Amerikan’ın katkısı tartışılamayacak kadar önemli.55 İngiltere işbirliği siyasi alana yansımasa bile Amerika ile ‘özel ilişki’den bu alanlarda sonuna kadar yararlanıyor. ABD tarafına gelince, İngiliz entellektüel birikimi ve tecrübesine ek olarak ABD hemen hiç bir olayda tek kalmıyor. İngiltere’nin etkilediği geniş bir uluslararası grup ve Avrupa’dan Afrika’ya, Uzak Doğu’ya yayılan bir siyasi nufüzu/ağırlığı olduğu da dikkate alınırsa İngiliz desteği ABD için önemli. Özellikle Avrupa’da seslendirilen ABD karşıtlığının yanında ABD’yi ‘doğal müttefik’ olarak gören İngiltere’nin yaklaşımı ABD için vazgeçilemeyecek bir avantaj. 

4 CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***