22 Ekim 2020 Perşembe

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRI AŞAN SULARIMIZ., BÖLÜM 1

ULUSLARARASI POLİTİKA VE TÜRK DIŞ POLİTİKASI AÇISINDAN SINIRI AŞAN SULARIMIZ., BÖLÜM 1 

su kaynakları, A. Nazmi ÜSTE,Fırat, Dicle,Hidrolik Enerji,sanayi gelişimi, sınıraşan sular,Türk Dış politikası,

A. Nazmi ÜSTE (*) 
(*) Araş. Gör. D.E.Ü. İ.İ.B.F.Kamu Yönetimi Bölümü 

ÖZET 

Su, 21. Yüzyıla yaklaştığımız şu günlerde uluslararası politikada dikkate alıması gereken bir olgu olarak belirmiştir. Özellikle hızlı nüfus artışı, sanayi 
gelişimi, teknolojik yenilikler su kullanımını arttıran bir gelişmeye neden olmuştur. 
Bu şartlar altında özellikle su kaynakları kıt kaynaklar çatısı altına yerleşmiştir. 
Çalışma, Orta Doğu gibi su açısından son drece yetersiz bir bölgenin önemli su kaynakları olan Fırat ve Dicle merkezine oturtulmuş, bu çerçevede uluslararası 
ilişkiler ve Türk Dış politikası değerlendirilmiştir. Ayrıca çalışmada TBMM’de konuya ilişkin olarak yapılan bir anket çalışması ve değerlendirilmesi yer almaktadır. 

I.GİRİŞ 

21.Yüzyıla yaklaştıkça su, "ekolojik denge içinde ekonomik büyüme"nin ve "sürdürülebilir kalkınma"nın en önde gelen faktörü olma özelliğini 
kazanmaktadır. İnsanlık tarihinde dönem dönem bazı doğal kaynaklar öne çıkmakta ve çağın gelişimini etkilemektedir. Nitekim; 19.yüzyılda kömür, 
20.yüzyılda petrol, endüstriden ulaşıma kadar toplumlardaki bütün sektörleri etkilemiş, yönlendirmiş ve ayakta durmalarını sağlamıştır (Ayna, Yaz/Güz 1994, s:34). 
Günümüzde yaşanan nüfus patlaması, ekonomik büyüme ve teknolojik gelişim, kaynak kullanımını etkilemekte; bu gelişime koşut olarak öne çıkan doğal kaynaklar da değişmektedir. Geçmiş dönemlerin doğal kaynaklarından farklı olarak su öncelik kazanmaya ve "uluslararası kriz"in önemli bir konusu 
durumuna gelmeye başlamıştır. Dünya nüfusunun %40'ının, birden fazla ülke arasında paylaşılan nehirlerin çevresinde yaşamakta olduğu dikkate alındığında, 
suyun uluslararası politikadaki yeri daha belirginleşecektir. 

Su, Türkiye'nin de içinde bulunduğu coğrafyada geçmişten kalan ve geleceğe uzanan bir miras görünümündedir. Bölgede hızla artan nüfus, doğal kaynaklara ve özellikle suya duyulan gereksinimi arttırmış, yaşanan istikrarsızlıklar ile, optimal ve sürdürülebilir kullanım koşullarının oluşturulamaması sonucunda, su kaynakları yetersiz bir duruma gelmiştir. 

Suyun kıt bir kaynak olduğunun yoğun olarak hissedilmesiyle beraber, Ortadoğu ve sorundaşı bölgelerde, bu kaynaktan maksimum yararlanma olanakları incelenmeye ve bu yönde politikalar üretilmeye başlanmıştır. 

Özellikle iki veya daha çok ülkenin sınırlarını aşarak başka bir ülke topraklarına akmaya devam eden ve "sınıraşan sular" (trans boundry rivers) olarak 
isimlendiren nehirleri kapsayan coğrafyada yer alan ülkeler arasında gergin ilişkilerin olduğu dikkat çekmektedir. Türkiye ve güney komşuları arasındaki 
ilişkileri bu çerçevede değerlendirmek yanlış olmayacaktır. 

Türkiye, Suriye ve Irak'ın da sınıraşan sular üzerinde gerçekleştirmeye çalıştıkları projeler zaman içerisinde paylaşım sorunlarına yol açmış; 

Özellikle Türkiye'nin Güneydoğu Anadolu Projesi'ni yaşama geçirme çabaları, Suriye ve Irak tarafından endişe ile karşılanmıştır. 
Sınıraşan sularımızdan Fırat ve Dicle ile; Suriye'den Türkiye'ye akan Asi Nehri çerçevesinde oluşan ülkelerarası politikalar ve bunların global uzantılarının ele alındığı çalışmada, su sorununun güncel boyutundan çok, gelecekteki öneminin vurgulanması amaçlandığından, konuya ışık tutabileceği düşüncesiyle T.B.M.M'de milletvekilleriyle yaptığımız bir anket çalışmasına da yer verilmiştir. 

Kısır siyasal çekişmelerin kıyasıya yaşandığı Türkiye'nin iç politika açmazına, önemsenmediği takdirde giderek bir sorunlar yumağına dönüşeceğe benzeyen dış politika açmazı da eklenecektir. Kendi içinde güçsüz bir siyasal tablo sergileyen Türkiye, içten ve dıştan yönelen tehditler için elverişli bir ortam yaratmaktadır. İstikrarsız bir iç politika ile istikrarlı dış politika üretilemeyeceği gibi; dış sorunların çözümü iç sorunların çözümünden bağımsız değildir. Bu itibarla Türkiye'nin öncelikli sorununun içeride güçlenmek olduğu açıktır. 

Sorunlar kıskacının her geçen gün daha daraldığı dış politika gündemimizde, sınıraşan sular kendisini giderek daha çok hissettirecek bir sorun olmaya aday konudur. Bu çalışma, konunun önemine dikkat çekmekte katkı sağlayabilir ve daha kapsamlı araştırmaları özendirebilirse amacına ulaşmış olacaktır. 

II. ORTADOĞU'DA SINIRAŞAN SULARIN DAĞILIMI 

Belki de suyun kıt bir kaynak olduğunu en iyi bilenler Ortadoğu'da yaşayan insanlardır. Dünyada bir çok bölge için su bir "sorun" görünümündeyken, Ortadoğu'da "casus belli" olarak düşünülebilir (Tepler, 1994, s:281). 
Ortadoğu'daki su kaynaklarına coğrafi bir açıdan bakıldığında Lübnan'ın siyasi sınırlarından doğup Akdeniz'e dökülen Litani ve daha küçük olan Awali Irmakları dışında tüm kaynaklar sınıraşan su durumundadır. 

Sınıraşan sulardan Fırat, Dicle, Asi, Ürdün ve Yarmuk nehirleri yataklarının geçtiği ülkeler arasında sürekli bir gerginlik yaratmışlardır . 

Ürdün Nehri'nden ve bunun önemli kolu olan Yarmuk'tan Lübnan, Suriye, İsrail ve Ürdün yararlanmaktadır. Asi Nehri Lübnan, Suriye, Irak ve Türkiye'den 
geçerek Akdeniz'e akarken; Fırat, Türkiye'den doğup Suriye ve Irak sınırlarını geçer ve Irak'ta Dicle'yle birleşir. Dicle ise Fırat'la birleştiği Şattül-Arap'a 
gelene kadar doğduğu Türkiye'den Irak'a geçer, Irak'ta yine Türkiye'den doğan Büyük Zap ve Irak'tan doğan Küçük Zap'la birleşir. 

Ürdün Nehri'nin yıllık su miktarı 1,5 milyar m3/s iken; Asi Nehri'nin 1,2 milyar m3/s; Fırat ve Dicle'nin ise sırasıyla 35,6 milyar m3/s ve 48,7 milyar 
m3/s olmak üzere toplam 83,3 milyar m3/s düzeyindedir. Bu durumda, Ortadoğu'nun yerüstü su kaynaklarının tamamı yılda 86,8 milyar m3/s'den 
ibarettir (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:12). 

Görüldüğü gibi Ortadoğu'daki akarsuların önemli bir bölümü Türkiye Cumhuriyeti 'nin sınırları dahilinden kaynaklanmaktadır. Dikkat çeken bir diğer olgu, Arap devletlerinin nehirlerinde akan suyun yaklaşık %85'inin Arap olmayan ülkelerden gelmesidir (Bulloch ve Adel, 1994, s:16). 

 Sorunun giderek güncel boyut kazanması, Türk-Arap ilişkilerine ilişkin toplantı veya konferansların gündemlerinde köklü değişiklikler yaratmıştır. 

Arap Birliği Araştırmalar Merkezinin (CAUS) organize ettiği ve 1969'da ilki gerçekleşen toplantılarda genelde Türk-Arap ilişkilerinin geçmişi konuşulmuşken, 15-18 Kasım 1993 tarihli toplantıdan sonra (Beyrut Semineri) ilk olarak günümüzdeki durum ve geleceğe ilişkin görüş alışverişleri dikkat çekmiştir (Turkısh Review of Middle East Studies, 1993, s:268). 

Kaynakları elinde bulunduran Türkiye için su, Araplara karşı kullanılabilecek önemli bir kozdur. Ancak şu noktaya da dikkat çekmek gerekir ki, aralarında sorunlar yaşayan Arap ülkelerini biraraya getirebilecek en önemli etken Arap olmak değil, susuz kalmaktadır. 

III. TÜRKİYE, SURİYE VE IRAK'IN GEREKSİNİM DUYDUKLARI SU MİKTARLARI, KULLANIM HAKLARI, TALEPLERİ VE " DE FACTO " 

Türkiye'nin Ortadoğu ile irtibatlı ve "sınıraşan sular" (trans boundry rivers) kavramıyla açıklanabilen nehirlerinden Fırat, Dicle ve ayrıca Suriye'den doğup Türkiye'ye giren Asi Nehirleri'nin yataklarını paylaşan ülkeler arasında sürekli bir anlaşmazlık ve güvensizlik ortamı söz konusudur. Türkiye'nin Fırat ve Dicle'nin sularından yararlanması, Irak ve Suriye'yi sürekli tedirgin etmektedir ve bu ülkeleri, Fırat ve Dicle üzerinde yapılmak istenen en küçük bir tasarrufa dahi inceleme yapmaksızın tepki gösterir duruma getirmiştir (Turan,1993, s:13). 
Doğu ve Güneydoğu Anadolu'yu zenginleştirecek, refahı artıracak suya ilişkin her proje, kendilerinin o oranda yoksullaşacağı korkusu ile Irak ve Suriye'yi, Türkiye'ye yönelik baskı politikaları uygulamaya itmiştir. Arap ve dünya kamuoyunu harekete geçirmekten, toplumsal ve ekonomik her türlü alana 
kadar uzanan bu baskı yöntemleri içinde, belki de Türkiye açısından en rahatsız edici olanı, Suriye'nin PKK terörizmini bir karşı koz olarak pazarlık masasına 
sürdüğü iddiasıdır (Ergil, 1990,s:54). 

Karşılıklı görüşmelerde tüm tarafların kabullenebileceği bir sonuca henüz ulaşılmış değildir. Farklı yorumlarla ele alınan uluslararası hukuk kuralları, çözüm üretimine beklenen katkıyı sağlayamamıştır. Konunun hukuksal boyutlarının üzerinde durulması bu konuda yapılan yorumların doğruluk derecesini ortaya çıkarabilmek açısından yararlı olacaktır. 

A- Uluslararası Hukuk ve Sınıraşan Sular 

Türkiye'nin sınır aşan sulardan kaynaklanan Suriye ve Irak ile yaşadığı sorunlar, önemli ölçüde bu konuya ilişkin hukuksal bir netliğin bulunmamasından kaynaklanmaktadır. Hukuksal belirsizlik ve bu belirsizliği giderme çabalarının taraf devletlerin işbirliğinden uzak bir şekilde sürdürülmeye çalışılması çözüme ilişkin umutları zayıflatmaktadır. 

Sınıraşan sular ve su sistemlerinin kullanımına ait kapsamlı ve bağlayıcı uluslararası kurallar henüz oluşmamış olmasına karşın, bu konuda literatür ve 
uygulamalar dikkate alınırsa, bazı temel ilkeler oluşturulabilmektedir. Bunlar: Mutlak Hükümranlık (Absolute Sovereignty) ilkesi, Mutlak Bütünlük (Absolute 
Integrity) ilkesi, Karşılıklı Haklar (Correlative Rights) ilkesi, Uluslararası Suların Ortak İdaresi ilkesidir (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994 , s:15-16). 

Türkiye bu ilkelerden, "Sınırlı Bölgesel Hükümranlık" ilkesine yakın bir söylem ve tutumu benimsemiştir. Bu ilke gereğince, sınıraşan suların kullanılması diğer ülkelere (Mensab taraf ülkeler) zarar vermemelidir. Türkiye bu ilkeyi benimsemiş olduğunu her fırsatta belirtirken Kamran İnan'ın "Bunlar uluslararası nehir değil (Fırat ve Dicle'yle ilgili olarak), %100 Türk nehirleridir: Kaynaklarını bizim topraklarımızdan alıyorlar..." (Ayna, Kış 1993 / Bahar 1994, s:34) sözlerinde somutlaşan görüşle, bu nehirlerin Türkiye'nin sınırları içinde kalan kısımlarının hükümranlığı hakkında tartışmaya dahi girilmeyeceği vurgulanmaktadır. 

Irak ve Suriye'nin söz konusu ilkelerden "Mutlak Bütünlük İlkesi"ni önemli ölçüde benimsedikleri ve bu doğrultuda hareket ettikleri görülmektedir. 

Burada, sınıraşan nehir sularının doğal miktarını ve kalitesini değiştirecek her türlü faaliyeti yasaklayan bir yaklaşım benimsenmektedir. 
Böyle bir ilkeyi  uygulayabilmek ise, neredeyse olanaksızdır. 

Sınıraşan sulara ilişkin olarak Uluslararası Hukuk Derneği (ILA), 1966 yılındaki Helsinki Toplantısı'nda konulan kuralların düzenlenmesi konusunda önemli bir girişimde bulunarak bazı kuralları kabul etmiştir. Bu kurallar, sınıraşan havza sularının hakça ve makul bir şekilde kullanılması ve bunun için de tüm faktörlerin dikkate alınması gerektiğini tavsiye eder niteliktedir (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994,s:17). 

Birleşmiş Milletler Genel Kurulu'nun kuralların düzenlenmesiyle görevli organı olan Uluslararası Hukuk Komisyonu'nun 1991 yılında hazırladığı raporun Genel Prensipler başlıklı 2. bölümünün 5., 6. ve 7. maddeleri sınıraşan sularla ilgili açılımlara olanak vermektedir. 

Anılan raporun 5.maddesinde "Taraf ülkeler, ülkelerarası bir akarsuyun (veya akarsu sisteminin) kendi ülkelerinde kalan bölümünü hakça ve akılcı bir şekilde kullanacaklardır. İlgili ülkeler uluslararası akarsuyu gerekli koruma koşullarına uygun olarak, optimum yararlanmayı sağlayacak bir biçimde kullanacak ve geliştireceklerdir" (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:18) denilmektedir. İfadeden de anlaşılacağı üzere, 5. Maddede sınıraşan sularla ilgili bir paylaşım söz konusu değildir. Vurgulanan nokta, hakça ve akılcı kullanımdır. Hakça ve akılcı kavramları son derece göreli nitelikte olduklarından bu madde menba yada yukarı havza ülkelerine oldukça geniş bir hareket hakkı sağlamaktadır. Türkiye 5. maddeyi benimserken Suriye ve Irak bu maddeden son derece rahatsızlık duymaktadırlar. 

Aynı raporun 6.maddesi de suların hakça ve akılcı kullanımına ilişkin bölgenin nüfusu, gelişmişlik düzeyi, iklimi, alternatif su olanaklarının teknolojik durumu ve sosyal ihtiyaçları gibi kriterleri vurgularken, bu kavramların göreliliğini ortadan kaldıramamaktadır (Akmandor, Pazarcı, Köni, 1994, s:38). Esasen 6.madde Türkiye'nin savundukları ile çelişmemektedir. Nitekim, Güneydoğu Anadolu Projesi'ne Suriye ve Irak'ın getirdikleri eleştiriler bu madde ile yanıtlanabilir. 
Komisyonun söz konusu raporunun 7.maddesi ise, kıyıdaş ülkelerin birbirlerine "kayda değer zarar" verecek hareketlerden kaçınmalarını ve karşılıklı işbirliği çerçevesinde, bilgi alışverişinde bulunmalarını önermektedir. Aşağı çığır ülkeleri (Irak, Suriye) tarafından öne çıkarılmak istenen bu maddenin esasen, Türkiye'nin iddiasıyla çelişir bir yanı yoktur. 

Türkiye, Suriye ve Irak arasında yaşanan su sorunuyla ilgili en somut olarak nitelendirilebilecek belge 1987'de imzalanan protokoldür. Bu protokol gereğince Türkiye, Fırat'ın sularından saniyede 500 m3/s'ini Suriye'ye bırakmakla yükümlüdür (Ayna, Kış 1993-Bahar 1994, s:43). 

1983'de Türkiye, Suriye ve Irak arasında Ankara'da teknik bilgilerin değiş-tokuşunda üç taraflı bir teknik komite kurulması için anlaşmaya varılmış; 
aynı toplantıda Irak ve Suriye'li temsilcilerin Fırat'ın sularının paylaşımına ilişkin antlaşma önerilerini Türkiye koşullu olarak kabul etmiştir. Anlaşma yapabilmek, yada anlaşma üzerinde tartışabilmek için Türkiye'nin ileri sürdüğü koşul, Dicle ile Suriye'den geçerek Türkiye sınırlarına giren Asi Nehri'nin de gündeme dahil edildiği bir platformun oluşturulmasıdır (Ayna, Kış 1993/Bahar 1994, s:43). 
Türkiye'nin sınıraşan sular sorununu masaya toplu olarak yatırma önerisini ileri sürmesi, Suriye ve Irak tarafından sıcak karşılanmamıştır. 

Bu ülkeler, her nehri ayrı birer sorun yada konu olarak düşünmenin çözüm sürecine katkı sağlayacağını, aksi halde Türkiye'nin önerdiği total çözüm yaklaşımının kendileri açısından tartışılamaz olduğunu belirtmektedirler. 
Türkiye'nin güneydoğusunda yer alan sınıraşan sulara ilişkin hukuki bir konsensusun sözkonusu olmadığını açıkça ortaya koyan bu açıklamalardan da 
anlaşılacağı üzere, çözümden söz etmek oldukça güç görünmektedir. Suriye ile imzalanan ve 500m3/s su vermeyi kabul ettiği 1987 tarihli anlaşmayla çözüme 
yönelik olarak iyi niyetini ortaya koyan Türkiye'nin uluslararası hukuksal teamüller çerçevesinde tavizkar bir tutum içerisine girmesi beklenmemelidir. 

Türk uzmanların konuyla ilgili araştırmalarına göre, esasen günde 500m3/s su miktarı fazladır. Verilmesi gereken su günde 350m3/s olmalıdır (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:62). 

Teknik saptamalar günlük 350m3/s'lik su bırakımını yeterli görmüşken; Türkiye, Atatürk barajında su tutulması işlemini başlattığı 23 Kasım 1989 tarihinden, 13 Ocak 1990 tarihine kadar günlük ortalama 763m3/s su bırakmıştır. 13 Ocak-13 Şubat 1990 tarihleri arasındaki bir aylık sürede de bırakılan su günlük ortalama 509m3/s olmuştur (Akmandor, Pazarcı ve Köni, 1994, s:31). Sözkonusu tarihlerin, barajlarda su tutulan ve dolayısıyla Türkiye'nin 500m3/s'lik taahüdünü yerine getiremeyeceğinin iddia edildiği tarihler olması açısından önemlidir. Ayrıca aynı dönemde kuraklığın yaşandığı, yağışların normal miktarların altına düştüğü de dikkate alınmalıdır. 

Suya ilişkin kaygılar, ülkeleri geleceğe yönelik önlemler almak ve politika üretmek konusunda organize olmaya itmektedir. Nitekim, Dünya Bankası, Merkezi Marsilya'da olan Dünya Su Konseyi'ni kurmuştur ve su konusunda dünyadaki tüm görüşleri eşgüdümlemek için Küresel Su Ortaklığı'nı (Global Water Partnership) oluşturmaktadır. Ağustos 1996'da sivil toplum örgütleri Stockholm'de bu ortaklık için toplanacaklardır (Bkz. Milliyet, 22 Haziran 1996, s:18). 

B-Türkiye, Suriye ve Irak'ın Sınıraşan Sular Bağlamında Dış Politikaları. 

Ortadoğu'da su günümüzde en az petrol kadar önemli olmuş, yakın bir gelecek de petrolden çok daha önemli olacağının sinyallerini vermiştir. 
Bu bölgeyi besleyen önemli su kaynaklarına sahip olan Türkiye su sorunundan söz edildiğinde ilk akla gelen ülke durumundadır. Çünkü, Ortadoğu'yu besleyen en 
önemli su kaynakları Türkiye'nin elindedir. Ayrıca Ortadoğu'ya akmayan ancak aktarılabilir olan bazı nehirler de yine Türkiye sınırları dahilindedir (Seyhan, 
Ceyhan, Manavgat v.b.). 

Bu durum başta Suriye ve Irak olmak üzere tüm bölge ülkelerinde rahatsızlık yaratmaktadır. Son dönemdeki gelişmelerden İsrail-Filistin barışı ve Türkiye ile İsrail'in imzaladıkları çeşitli işbirliği anlaşmaları ( son olarak imzalanan 5 yıl süreli askeri eğitimde işbirliği amacını taşıyan anlaşma) özellikle Suriye tarafından tepkiyle karşılanmıştır (Bahçacı, 1995,s:42-43). Güneydoğu Anadolu Projesi'nin hayata aktarımıyla artan gerilim bu tür işbirliği anlaşmalarıyla hat safhaya ulaşmış, gerek Suriye'yi, gerekse Irak'ı Türkiye'ye ellerinden gelen baskıyı uygulamaya yöneltmiştir. 

Başta Arap ve daha sonra dünya kamuoyunu harekete geçirmekten, diplomasiye ve ekonomiye kadar uzanan baskılara koşut olarak, bu ülkeler modern silahları yoğun bir şekilde satın almaya ve ordularını güçlendirmeye çalışmaktadırlar (Ergil, 1990, s:54). Nitekim, petrolden kazandığı geliri silah alımı ve üretiminde yoğunlaştıran Irak yaşanan Körfez Savaşı'nda yenilmiş olmasına karşın önemli bir güç olduğunu göstermiştir. 

Güney komşularımızda yaşanan bu gelişmeler Türk Genelkurmayı'nın herhangi bir Arap ordusundan daha üstün olduğu düşüncesine daha temkinli yaklaşılması gerektiğini ve Türkiye'nin bölgedeki savunma gereksiniminin önemini vurgularken, (Mango,1995,s:136), Türk ordusuna karşı önlemler almaya itmektedir. 

 Türkiye'nin sınıraşan sular sorunuyla ilintili olarak mücadele etmek zorunda kaldığı ve dış politikada olduğu kadar iç politikada da (Bkz. İnan, 1993, s:26-27) dikkat çeken bir diğer olgu PKK terörüdür. En büyük destekçisinin Suriye olduğu bugün herkes tarafından bilinen PKK'nın, (Ergil, 1990, s:68) Suriye tarafından desteklenmesi bölgesel liderliğe soyunmuş olan Hafız Esad'ın politikasının bir uzantısı olarak değerlendirilebilir. 

GAP kapsamında atılan her adım Suriye'yi gittikçe artan bir oranda Türkiye'ye muhtaç etmektedir. Yapılan her baraj Suriye'nin yaşam damarlarına atılan bir düğüm olmakta ve bu düğümü çözecek tek ülke de, Türkiye olarak belirmektedir. Hafız Esad, Türkiye'ye bu denli bağlanamamanın yollarını aramakta ve bu yollardan birinin de PKK kartını elinde bulundurmaktan geçtiğini düşünmektedir. 

Böylece GAP'ı sabote etmeyi ve pazarlıklardan maksimum kar elde edebilmeyi planlamaktadır. Sabotaj maddeten olmasa bile, toplumsal boyutta eşdeğer bir külfetin Türkiye'nin sırtına yüklenmesi amaçlanmaktadır (Ergil, 1990, s:69). 

"Bir Büyük İnsanlık Projesi" olarak lanse edilen GAP, kapsamındaki 22 Baraj, 19 Hidroelektrik santrali ve 1,7 milyon hektar alanı sulayabilecek şebeke sistemiyle Türkiye'nin Güneydoğu'sunda yaşanan bir çok sorunu halledebilecek ve ülke ekonomisine de önemli katkılar sağlayacaktır (İstanbul Ticaret Gazetesi, 17 Mayıs 1996,s:7). 

***

21 Ekim 2020 Çarşamba

SSK GENEL MÜDÜRLÜĞÜNDEKİ YOLSUZLUK VE SONRASI

 SSK GENEL MÜDÜRLÜĞÜNDEKİ YOLSUZLUK VE SONRASI


SSK’YI BATIRDI, YARGILANMADAN AKLANDI, AKLAYANI VEKİL YAPTI.,


Can Kemal Özer,

23 Ocak 2017 Pazartesi

Kemal Karabulut SSK genel müdürü, DYP-SHP koalisyonu ile DSP'nin 28 Şubat azınlık hükümeti ve Ansol-M dönemlerinin SSK Genel Müdürü.

SSK, zatıâlilerinin döneminde kuyrukları ile tanınan bir kurumdu. Sadece bununla değil, aynı zamanda yolsuzluklarla da.

Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı müfettişleri Karabulut'un genel müdür olduğu dönemde SSK'nın ameliyat malzemeleri olarak bilinen ‘sarf malzeme' alımlarında korkunç boyutlarda usulsüzlük tespit edince 2002'de suç duyurusu yapılır. Ardından “Neşter 1” ve “Neşter 2” adıyla iki operasyon başlatılır.

TUZ DA KOKTU: SSK'DA BÜYÜK VURGUN


nester-belge-1-1







Dönemin gazete manşetleri şöyledir:
29 Nisan 2003 Milliyet: Tuz da koktu: SSK'da büyük vurgun

Rüşvet illetinin ülkeyi nasıl sardığı bir kez daha gözler önüne serildi. Türkiye'nin en ünlü kardiyologlarından Prof D.O. ve Doç M.M, rüşvet almak suçundan tutuklandı.

 Haberin ara başlıkları şöyle: Neşterde rüşvetin belgesi de oldu. Ucuz tekliflerin dosyası kayıp.

nester-belge-6

29 Nisan 2003 Vatan GazetesiNeşter'de sok!

SSK'daki trilyonluk yolsuzlukta son perde: Denktaş'ın özel kalp doktoru Prof Dr D.O. tutuklandı.

nester-belge-13

Vatan Gazetesi'nin haberinde detaylar daha ürperticiydi:

Yoksul hastaları kobay yapmışlar. Vicdansız soygunun anatomisi. (Yemez yedirir) Ecevit'e imzalatılan belgeyle 9 tıbbi malzeme ihale sistemi dışına çıkarıldı, 3 katrilyon vurdular. “Bilimse çalışma” adı altında yeni üretilen kalp pillerini SSK'lı hastalar üzerinde denediler. Vicdansız soygunun başında da Ela M. adına çalışan Eva Bondy bulunuyor. Bondy'nin ekibinde GATA'nın bile doktoru var. Kipler yurt dışına kaçan Bondy'nin peşinde. Ecevit belgeyi hazırlamıyor.

nester-belge-8-1

23 Mayıs 2003 Hürriyet: Neşter dosyasından SSK'yı çökerten bir soygun daha çıktı. SSK hortumlandı, İstanbul MR-EKG'de İngiltere'yi geçti.

nester-belge-10

Hürriyet devam ediyor: SSK'da kobay olarak kullanılan 6 hasta öldü. 37 Sanığın hesaplarına tedbir. Neşter savcısı Ömer Süha Aldan, iddianamede kamu hastanelerinin “cihazlar bozuk” diye hastaları özel sağlık kuruluşlarına gönderdiğini açıkladı. Aldan, bu yüzden sadece İstanbul'da özel sektördeki EGK ve MR cihazlarının, İngiltere'den fazla olduğunu söyledi.

444

Savcı Aldan: Yolsuzluk diz boyu

Savcı Aldan açıklamalarını şöyle sürdürüyor: SGK devletin sırtında bir kamburdur. Kurumlar iyi yönetilmemektedir. Kurumlarda yolsuzluk diz boyudur.  Daha sonra suçladığı kişi ile dost olan Yaşar Okuyan ise şöyle diyordu: Suçluluk telaşıyla beni suçlamaya kalkıyorlar.

 333

“Neşter, Bağkur ve Emekli Sandığı'na sıçradı” başlığını atan Hürriyet, Neşter operasyonunun kapsamının genişlediğini duyurdu. SSK'da yaşanan vurgunun aynısının, Bağkur ve Emekli sandığında da yaşandığını belirlendi. DGM Savcısı Ömer Süha Aldan, Bağkur ve Emekli Sandığı'nı da soruşturma kapsamına aldı.

222

Milliyet dehşete düşüren bir manşetle çıkmış: Ölüden alıp diriye

“Kobay çetesi, ‘ölüme sebebiyet vermek' suçundan yargılanacak” diyen gazete, “İsrailli Chava Johanna Bondy ile Doç. Dr. Barbaros D. yoksul hastaları kobay olarak kullanırken, ölülerden çıkardıkları pilleri yeni hastalara taktı” demişti. Bu haberin faali doktorun en önemli özelliği ise SSK'nın danışmanı olması.

Danışmanın imza attığı bir diğer hadisede de bir cihazın 20 hastaya kullanıldığı halde SSK'ya 20 yeni cihaz gibi fatura edildiği tespit ediliyordu.

nester-belge-4

SÖZ SIRASI SELİN SAYEK BÖKE'NİN ANNESİNDE

Bugün CHP'nin Sözcüsü Selin Sayek Böke. İnancı ve hırçınlıkları ile sık sık gündeme gelen Böke'yi siyasete kazandıran kişi Kemal Kılıçdaroğlu.

TED Ankara Koleji ve ODTÜ'de okuyan Böke, ABD'deki Duke Üniversitesi'nde yüksek lisans ve doktora yapar. Böke'nin yolu 1999-2001 yılları arasında Bentley ve Georgetown Üniversitelerine düşer. 2001-2003 yılları arasında ise IMF'nin Washington DC ofisinde çalışır. Kendisi Cumhuriyet gazetesine verdiği mülakatında şöyle tarif eder: “2 bin tane iktisatçının yoğun bir şekilde benzer konulara kafa yorduğu ve o zamana kadar ekonomide öğrendiğimiz kavramların çok net bir şekilde dünyadaki farklı ülkelere uygulandığı bir kurum IMF.”

Konumuz Almanların ödül verdiği, IMF reçetecisi Böke'nin CHP'ye tırmandırılması veya hayatı değil. Neşter operasyonları sırasında Türk Tabipler Birliği Başkanı olan annesinin o gün söylediği sözleri.

NEŞTERİN FAİLİ KURUMUNDA BAŞINDA

Böke'nin annesi Dr. Füsun Sayek, 16 Ocak 2003'de Cumhuriyet'te yer alan haberde “Neşter'in genişletilmesini istedi. Siyasilerin de ifadesi alınmalı. TTB Merkez Konseyi Başkanı Füsun Sayek'in, "sağlık sektöründe yaşanan yolsuzlukların temel sorumlusu yıllardır bu sistemin bu şekilde yürümesine neden olan kişi ve kurumlardır." diyordu.

Tıp Kurumu Genel Sekreteri Dr. Ali Rıza Üçer ise “Sayın Sayek'e göre Neşter Operasyonunun sorumlusu sistemi bu şekilde yürüten kişi ve kurumlar. Peki, kim bunlar? Neredeler? Bektaşi fıkrasındaki gibi ‘ne yerdedir ne göktedir, ne şuradadır ne buradadır mı' diyeceğiz yoksa?” diyordu.

NEŞTER DAVASI BAŞLADI

Hürriyet'in 27 Haziran 2003 tarihli haberinde Neşter davasının Ankara 2. Nolu DGM'de başladığı bilgisi veriliyordu. Davanın ilk duruşmasında, Duruşma Savcısı Hamza Keleş ile birlikte soruşturmayı yürüten Ömer Süha Aldan yer almıştı.

Zanlılar “çıkar amaçlı suç örgütü kurmak ve yönetmek, bu örgüte üye olmak, rüşvet vermek ve almak, resmi artırma-eksiltmeye hile karıştırmak; sağlığın korunmasında, tedavide ve tıpta kullanılan ilaç, kimyevi madde, alet ve diğer şeylerin satışından kaçınmak, kamu kurum ve kuruluşlarını dolandırmak, görevi kötüye kullanmak, teşekküle yardım, cürüm işleyenleri saklamak ve cürmün delillerini yok etmek”le suçlanıyordu.

SSK, Bağ-Kur ve Emekli Sandığı'na iyileştirici tıbbi malzeme alımında yolsuzluk yapıldığı iddialarına ilişkin ''Neşter Davası''nın ilk duruşmasında sanıklar arasında Kemal Karabulut yer almazken, SSK eski Genel Müdür Yardımcısı Ertan Rifat Telhan bulunuyordu.

nester-rusvet

"BAZI BELGELER YOK OLDU"

Yolsuzluğun boyutunun katrilyonlarla ifade edildiği davanın Mahkeme Başkanının sanıklara neden bu duruma gelindiği yönündeki sorusu üzerine şunlar söyleniyordu: Lise mezunu insanlar müdür oldu. SSK'nın yeniden yapılanmasına ilişkin bazı belgeler de yok oldu. Türkiye siyasilerden çekiyor. Protokol fiyatları her yıl yenilenseydi böyle olmazdı.

nester-belge-ilac1

ARADAN YILLAR GEÇTİ

Dava neticelendi, Rüşvet verenler kurtuldu, rüşvet alanlar cezalandırıldılar. ‘Neşter-1 Operasyonu' davasında aralarında ünlü doktorların ve işadamlarının da bulunduğu 30 kişi hakkındaki davalar zamanaşımı nedeniyle düştü. ‘Rüşvet alan' doktorlar ise bu suçun zamanaşımı 15 yıl olduğu için hapis cezası aldı.

Dava bir türlü bitmek bilmiyordu. Zaman aşımı gelip çatınca da birden bitivermişti.

Bu operasyon sürecinde zaten iktidar da değişmişti. Dikkatler SSK'nın ve Kemal Karabulut'un üstündeydi. SSK'yı Karabulut yönetirken bir stent SSK'ya 1750 dolara fatura edilirken artık sadece 173 dolara satılıyordu. 1990'lı yıllarda tıbbi malzeme için yıllık 12 milyar dolar civarında ödeme yapan SGK'nın maliyetleri 2004'de yüzde 60 nispetinde düşmüştü.

111

nester-belge-3-1

CHP'NİN BAŞINA TIRMANIŞ

Kemal Karabulut ya da kamuoyunun tanıdığı adıyla 2002 seçimlerinde Kemal Kılıçdaroğlu, Gülen'in dostu Ecevit'in karısı Rahşan'ın yardımıyla CHP'den milletvekili adayı olmuş ve seçilmişti.

Elinde dosyalarla sık sık Gülencilerin servis ettiği belgelerle Meclis kameraları karşısına geçen Kılıçdaroğlu imtihanda hayli başarılıydı.

FETÖ, CHP'nin Genel Başkanı Deniz Baykal'ı kasete almış, kasetler öncesinde Baykal'la İstanbul'da bir araçta pazarlık yapmışlardı.  Pazarlıktan netice çıkmayınca kaset servis edildi. Baykal koltuktan alaşağı edilip Kılıçdaroğlu paraşütle CHP Genel Başkanlık koltuğuna indirildi.

KENDİNİ AKLAYAN SAVCIYI ADAY YAPTI

22 Mayıs 2010 tarihinde CHP'nin başına geçen Kemal Kılıçoğlu, 28 Haziran 2011'de yapılan seçimlerde 5 milyar dolarlık yolsuzluğa yönelik Neşter dosyasına bakan DGM Savcısı Ömer Süha Aldan'ı adeta ödüllendiriyor ve Muğla'dan milletvekili olmasını sağlıyordu. Halen milletvekili olan Aldan, 7 Haziran 2015 ve 1 Kasım 2015 seçimlerinde de CHP listelerinde yer bulmuştu.

İşin ilginci o günkü gazete haberlerine baktığımızda savcı Ömer Süha Aldan, SSK eski genel müdürü Kemal Kılıçdaroğlu'nu dava dosyasının dışında tutarak aklamakla suçlanıyor, IMF'den CHP'ye transfer edilince Kemal Kılıçdaroğlu'nun yerine getirileceği iddia edilen Selin Sayek Böke'nin annesi de Kılıçdaoğlu'nu suçluyor ve dosya dışına çıkarılmasına ateş püskürüyordu.

SANIK DEĞİL TANIK

Star gazetesinin 2011'deki haberinde, “Savcılık soruşturması çerçevesinde yapılan araştırmalarda yolsuzluğun büyük ölçüde SSK'nın alımlarında yapıldığı tespit edildi. Bu kapsamda, sarf malzeme alımlarına ilişkin kararlarda SSK yönetiminin de imzasının olmasına rağmen, ilginç bir gelişme yaşandı. Savcı Aldan, usulsüz alımların gerçekleştiği yıllar arasında SSK Genel Müdürlüğü görevini yürüten bugünün CHP lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nu, “sanık” yerine “tanık” olarak dinledi. Savcı Aldan'ın bu ilginç tercihi sayesinde, Neşter Dosyası'nda, SSK bürokratları alımlar konusunda suçlanırken, CHP Lideri Kemal Kılıçdaroğlu'nun ismi ise, “ifade sahibi” olarak yer aldı. Böylece, Neşter Operasyonu'ndan Kılıçdaroğlu yargılanmaktan kurtulmuş oldu” diyordu.

Bugün anayasa değişikliği için kan akıtmaktan söz edenlerin dününü muhtemelen gençler pek bilmez, bilenler de unuttu. Yine görülüyor ki, yakın siyasi tarihimiz bile çok karanlık. Gazete arşivleri, mahkeme dosyaları bir incelense ne dehşete düşürücü haber ve kararlar göreceğiz.

CHP anayasanın değişmesi ile rejim değişikliği olacağını iddia ediyor. Bir rejim değişikliği olacağı kısmı doğru aslında. Zira değişen Türkiye'yi yönetilemez kılmak için dayatılan çift başlı yönetim, bürokratik oligarşi ve soygun rejimi olacak.

Yerine kendi kararlarını kendisi alabilen, Yedi kez gelip 8'ncisi özlemiyle ölenler yerine iki dönemle (10 yılla) sınırlı liderler dönemi gelecek. CHP'nin itiraz ettiği dört şey var:

CHP'nin ebediyen Cumhurbaşkanı yani iktidar olmasının yolunun tıkanması,

Milletten çok kendini düşünen ancak bir türlü görevden alınamayan bürokratik rejimin ilgası,

Başbakan ve Cumhurbaşkanı gibi iki güçlü yöneticinin elinde heba olan Türkiye,

IMF, Dünya Bankası, AB ve ABD başta olmak üzere batılı satanistlerin elinden kurtuluş.

İşte referandumda bunları oylayacağız.

http://www.yenisoz.com.tr/ssk-yi-batirdi-yargilanmadan-aklandi-aklayani-vekil-yapti-makale-19078

***

Suriye'de Ölen yabancılar Paralı Ajanlardır.,

Suriye'de Ölen yabancılar Paralı Ajanlardır.,


Doç. Dr. Sait Yılmaz: Suriye'de ölen yabancılar paralı ajanlardır.,

02.09.2016

Milli Güvenlik ve Dış Politika Uzmanı Doç. Dr. Sait Yılmaz, Suriye krizini ve Fırat Kalkanı Harekatı'nın uluslararası boyutunu Ulusal Kanal'a değerlendirdi. ABD'nin IŞİD'le mücadele etmediğini vurgulayan Yılmaz, bölgede yaşanan sorunların Amerika kaynaklı olduğunu ve Türkiye'nin Rusya, İran ve Suriye ile yakınlaşması gerektiğini söyledi.



https://youtu.be/YMeEqe9dxKU
Doç. Dr. Sait Yılmaz: Suriye'de ölen yabancılar paralı ajanlardır.,

Türk Silahlı Kuvvetleri'nin liderliğinde yürütülen Fırat Kalkanı Harekâtı 10. gününde... Milli Güvenlik ve Dış Politika Uzmanı Doç. Dr. Sait Yılmaz, Suriye'deki kaosu ve harekâtın uluslararası boyutunu Ulusal Kanal'a değerlendirdi. 
Suriye sahasındaki durumunu analiz eden Yılmaz, ABD'nin bölgede farklı kanallardan çeşitli unsurları yönettiğini belirtti.

Yılmaz, YPG'nin temel gücünü Amerika olduğunu söyledi.

ABD'den Fırat Kalkanı Harekâtı'na yapılan eleştirilere değinen Yılmaz, Cerablus'a yapılan operasyonun gerçek müttefikleri ortaya çıkardığını belirtti. 
ABD'nin bölgede IŞİD'le mücadele etmediğini söyleyen Yılmaz, Türkiye'ye yapılan mücadele çağrısının yalan olduğunu vurguladı.
Yılmaz, yaşanan gelişmeler karşısında Türkiye'nin milli çıkarları dikkate alarak Rusya ile yakınlaşması gerektiğini dile getirdi.

Haber: Emrah Kaya 
Kamera: Canberk Hazar
ulusalkanal.com.tr


***

19 Ekim 2020 Pazartesi

AZERBAYCAN ERMENİSTAN ATEŞKES SÜRECİ

 AZERBAYCAN ERMENİSTAN ATEŞKES SÜRECİ






Doç. Dr. Ali Asker ,
Dr. Aynur İmran,


https://qha.com.tr/haberler/azerbaycan-ermenistan-ateskes-sureci-simdi-ne-
olacak/259822/?fbclid=ıwar3qd7dadbbyz038xwnwf-
xzhsk0gopzg9skv9pm6hibek3s3rf4adxejx4 
 16 Ekim 2020, 10:23 
 
 https://qha.com.tr/wp-content/uploads/2020/10/ADSFSAD-715x454.jpg

Ömer Cihad KAYA 
QHA Ankara 
Azerbaycan ve Ermenistan arasında 27 Ekim 2020 tarihinde başlayan çatışmalardan sonra, dünyanın gözü kulağı Güney Kafkasya’dan gelecek haberlerde. Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ’daki topraklarını işgalden kurtarmak için başlattığı harekata, Ermenistan tarafı, ısrarla cephede değil Azerbaycan’ın sivil 
yerleşim birimlerine saldırarak karşılık verdi. Ermenistan’ın isteğiyle 9 Ekim 2020 tarihinde taraflar, Moskova’da geçici ateşkes imzaladı. 


İmzalanan sözde ateşkes, insani amaçlarla yapılsa da fiilen Ermenistan, Azerbaycan’ın sivil yerleşim birimlerini balistik füzeler ile vurmaya devam etti. 
Azerbaycan ve Ermenistan arasında imzalanan ateşkes anlaşmasının asıl amacını, ateşkes sonrasında gerçekleştirdiği hamleleri ve Kremlin’in ateşkes sürecine ilişkin tutumunu Doç. Dr. Ali Asker ve gazeteci-yazar Dr. Aynur İmran değerlendirdi. 
 İlgili haber: Azerbaycan ve Ermenistan arasında 9 Ekim 2020’de Moskova’da geçici ateşkes anlaşması imzalandı




Karabük Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü Öğretim Üyesi Doç. Dr. Ali Asker, QHA’ya Azerbaycan-Ermenistan arasında Moskova’da 9 Ekim 2020 
tarihinde imzalanan geçici ateşkes sürecinden sonraki durumu değerlendirdi. Doç. Dr. Asker, Azerbaycan ve Ermenistan arasında gerçek bir ateşkes olmadığını Erivan yönetiminin ateşkese, Karabağ’da uzun yıllardır yaptığı üzere uymadığını vurguladı. 

“ORTADA FİİLEN BİR ATEŞKES YOKTUR” 

Doç. Dr. Asker, Ermenistan’ın ateşkesi ihlal edeceğine Azerbaycan’ın zaten beklediğini ifade ederek, ortada fiilen bir ateşkes sürecinin olmadığını kaydetti: 
Doç. Dr. Ali Asker 




“Ateşkesin hemen ardından Ermenistan ordusu, Azerbaycan mevzilerine karşı taarruzda bulundu. 

Azerbaycan ordusu bunu zaten bekliyordu. Ermenistan tarafı, 1990’dan bu tarafa yapılan tüm ateşkesleri ihlal etti. Azerbaycan kamuoyu, başından beri ateşkes sürecinin doğru olmadığı kanaatindedir. Sahada zafer kazanılmasına rağmen neden ateşkes imzalandığı konusunda tereddütler var. 

Ancak, bu insani bir konu olduğu için hükumet ateşkese onay verdi ancak her şeye de hazırlıklıydı. Ermenistan tarafının ateşkesi ihlal etmesindeki ana amaç, kaybettikleri bölgeleri yeniden ele geçirmekti fakat buna muvaffak olamadı. Azerbaycan, sahada çok önemli bölgelerde hakim tepeleri ele geçirmiş durumdadır. Ama Ermenistan tarafı bunu kendi kamuoyundan saklıyor. 
Dolayısıyla ateşkese benzer bir şey var ama ortada fiilen bir ateşkes yok.” 
Azerbaycan ve Ermenistan arasında 9 Ekim 2020’de Moskova’da imzalanan geçici ateşkesin detayları için tıklayınız: Azerbaycan ve Ermenistan arasında geçici ateşkes anlaşması 

“ERMENİSTAN, SÖZDE İNSANİ ÖZDE SALDIRI AMACI GÜDÜYOR” 

1992’de Karabağ savaşında yer almış Azerbaycan Türkü bir akademisyen olan Doç. Dr. Ali Asker, ateşkes sürecinden sonraki durumu anlamak için bazı noktalara dikkat çekti. Asker, “Ateşkes sürecine dair en önemli nokta ise şudur, bu ateşkes sözde insanidir özde ise saldırı amaçlıdır. 

Ermenistan’ın bu saldırıları, Rusya tarafından destekleniyor ve daha da cesaretlendiriliyor. 

Ancak, Bakü yönetimi, bu zamana kadar hem askeri hem diplomatik alanda önemli kazanımlar elde etti. Ve emin adımlarla yoluna devam edecektir. 
“ ifadelerini kullandı. Azerbaycan ve Ermenistan arasındaki geçici ateşkesin adresi 9 Ekim 2020 tarihinde Moskova’ydı. 

Moskova, geçici ateşkes sürecinde Azerbaycan ve Ermenistan arasında güya arabuluculuk rolü üstleniyor. Ancak, Azerbaycan’ın sahadaki kazanımlarını 
sekteye uğratacak bir sürecin başlaması Bakü yönetiminde bazı çekincelere yol açtı. Ayrıca Azerbaycan, ısrarla Türkiye’nin de masada olmasını istediğini vurguluyor. Rusya Federasyonu, ise Türkiye’nin sürece müdahil edilmesine kesin bir dille karşı çıkıyor. Doç. Dr. Ali Asker, Müzakere Masasına Türkiye’nin de oturmasıyla ilgili şu değerlendirmeyi yaptı: 





“GERÇEK BİR ATEŞKESTE TÜRKİYE MASADA OLMALIDIR” 

“Öte yandan, gerçekten bir ateşkes olacak ise Türkiye’nin burada masada rol alması gerekir. Şu anda Rusya bu misyonu tek başına üstlenmiş vaziyettedir. şu an masada, Rusya, Ermenistan ve Azerbaycan var. Rusya zaten Ermenistan’ı destekliyor yani böyle bir dengenin oluşturulması açısından da Türkiye çok önemlidir. Ben bunu yıllardır makalelerimde ve konferanslarımda söylüyorum. Rusya ve Ermenistan arasındaki çok sıkı askeri işbirliğine karşı, bir Türkiye Azerbaycan askeri işbirliğinin olması gerekmektedir. bugün belki de en uygun şartlar oluşmuş durumdadır.” 

İlgili Haber: 



Doç. Dr. Asker: Kremlin’den umduğunu bulamayan Paşinyan çaresiz bir şekilde yenilgiyi seyrediyor 

Azerbaycan Türkü gazeteci, Dr. Aynur İmran, Ermenistan tarafının ısrarlı bir şekilde istediği ateşkese uymadığını ve sivillere yönelik saldırılarına devam 
ettiğini ifade ederek süreci şöyle değerlendirdi: 

“ERMENİSTAN, ATEŞKESE SÜRECİN BAŞINDAN BERİ UYMUYOR” 

Aynur İmran


“Azerbaycan’ın topraklarını işgalden kurtarmak için başlattığı harekata karşı, Ermenistan tarafı ısrarlı bir şekilde ateşkes istedi. Ateşkes anlaşmasını 
sürecin başından beri uymayan Erivan yönetimi, çatışmaları ciddi bir şekilde devam ettirdi ve sivillere yönelik saldırılarına devam etti. Gence’ye atılan 
roketlerin nelere sebep olduğunu herkes biliyor. Ermeni saldırılarında, şehit olan ve yaralanan bir çok sivil insan var. 

Ancak, Azerbaycan Cumhurbaşkanının da belirttiği üzere, Ermenistan’a gereken cevaplar veriliyor ve verilmeye devam edecek. Azerbaycan hükumeti, 
işgali sona erdirmek için bir adım bile geri adım atmayacaktır. Azerbaycan, topraklarını işgalden kurtardıktan sonra gereken şekilde müzakere 
masasına oturmalıdır.” 

Ateşkesi ihlal eden Ermenistan’ın sivilleri saldırdığı Gence şehri 

“ERMENİSTAN, BU COĞRAFYADA TÜRK DÜNYASINI PARÇALAMAK İÇİN DESTEKLENEN BİR TERÖR DEVLETİDİR” 

Azerbaycan halkının, Karabağ’da 30 yıllık işgal sürecinde ağır bedeller ödediğini kaydeden İmran, Azerbaycan’ın uluslararası kabul edilmiş sınırlarını korumak için başlattığı harekata Türkiye ve Türk dünyasının destek vermesi gerektiğini vurguladı. Aynur İmran’ın konuya ilişkin değerlendirmeleri şu şekilde: 

“Bu 30 yıllık süreçte, biz her gün şehit veriyoruz, 30 yıldır topraklarımız işgal altında. 30 yıldır bölgeyi terk etmek zorunda kalan Azerbaycan vatandaşları, çok ağır bedeller ödüyor. İnsanlar, toprak hasretiyle yaşıyor ve akrabalarının mezarlarını dahi ziyaret edemiyorlar. 

Azerbaycan halkı, bugün Karabağ için kenetlenmiş vaziyettedir ve tarih yazmaktadır. Ayrıca, bu günler Azerbaycan-Türkiye kardeşliği için, tüm 
Türk dünyası için de tarihi günlerdir. Bugün, ‘iki devlet bir millet’ anlayışını devam ettirmek ve birlikte hareket etmek lazım. Şunu Azerbaycan da, Türkiye de, Türk dünyası da çok iyi anlamalıdır ki; Ermenistan, bu coğrafyada Türk dünyasını parçalamak için desteklenen bir terör devletidir. 

Azerbaycan, bugün geri çekilirse bu, hem Türkiye hem de Azerbaycan için bir kayıp ve tehdit olacaktır. 

Artık Karabağ Sorunu çözülmelidir ve şu an için bundan başka hiçbir yol yoktur. 

“DÜNYA KAMUOYU YETERLİ DESTEĞİ VERMİYOR” 

Azerbaycan Türkü gazeteci, işgalci Ermenistan’a ısrarla destek veren ülkelerin tutumuna dikkat çekerek, “Şu konu çok üzücüdür ki, dünya kamuoyu hala bu konuda tutumunu, yeterli düzeyde belli etmiyor. Tarihi perspektifte dünyanın bir çok noktasında işgal ve sömürge politikaları yürüten Fransa devletinin cumhurbaşkanı, bugün kalkıp da ‘Karabağ’ı yeniden Azerbaycan’ın işgal etmesine izin vermeyeceğiz’ diyorsa bu bir düşmanlık ve taraf olmanın ifadesidir. Azerbaycan, tüm bunlara karşı darbe vurulmasına izin vermemeli ve ilerlemeye devam etmelidir.” ifadelerini kullandı. 

AZERBAYCAN, DAĞLIK KARABAĞ’DA TOPRAKLARINI GERİ ALIYOR 

Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ’daki topraklarını kurtarmak için başlattığı kara harekatı kararlılıkla devam ediyor. Azerbaycan, 27 Eylül 2020’de başlatılan 
harekat kapsamında, şu ana kadar çok yüksek ve stratejik öneme sahip dağlık bölgeler de dahil olmak üzere şehir, kasaba ve köyleri bir bir işgalci 
güçlerden temizliyor. 

ŞU ANA KADAR İŞGALDEN KURTARILAN BÖLGELER 

Azerbaycan Silahlı Kuvvetleri, işgal altındaki topraklarını kurtarmak için başlattığı harekât kapsamında bugüne kadar Cebrail şehrini, Şugovuşan ve Hadrut 
kasabasını ve Karahanbeyli, Aşağı Seyitahmetli, Mehdili, Aşağı Maralyan, Kuycak, Kend Horadiz, Çakırlı, Büyük Mercanlı, Şeybey, Taliş, Karkulu, Şükürbeyli, Yukarı Maralyan, Cereken, Daşkesen, Horovlu, Dejan, Mahmutlu, Caferabat, Papı köyleri olmak üzere toplamda 22 yerleşim yerinde kontrolü ele aldı. 

Azerbaycan, 5 Ekim 2020 tarihinde Cebrayıl ilinin (rayonunun) Şıhali Ağalı, Sarıcalı ve Mezre köylerin de işgalden kurtardı. 

Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ’da Ermeni işgalinden kurtardığı diğer köyleri ise 14 ve 15 Ekim’de Cumhurbaşkanı İlham Aliyev duyurdu. 
14 Ekim 2020 tarihinde; Fuzuli ilinin Karadağlı, Hatunbulak, Karakollu, Hocavend ilinin Bulutan, Melikcanlı, Kemertük, Teke, Tağaser köylerini işgalden 
kurtarıldığı kaydedildi. Azerbaycan ordusu, 15 Ekim 2020 tarihinde ise, Fuzuli ilinin Arış, Cebrail ilinin Doşulu, Hocavend ilinin Edişe, Düdükçü, Edilli, 
Çiraguz köylerini işgalden kurtardı. 





ERMENİSTAN NEDEN SİVİLLERİ VURUYOR? 

Azerbaycan’ın Ermenistan’ın işgali altındaki Dağlık Karabağ’daki topraklarını kurtarmak için geniş çapta başlattığı kara harekatı, 27 Eylül 2020’de başladı. 
Azerbaycan ordusu, adım adım ilerlerken, Ermenistan da ısrarla sivillere saldırmaya devam etti. Cephede sıkışan Ermenistan, Azerbaycan’ın yerleşim 
yerlerine ve şehirlerine top atışları ve füze atışları gerçekleştiriyor. 

ERMENİSTAN, ATEŞKES ŞARTLARINA UYMUYOR 

Moskova’da varılan geçici ateşkesten hemen sonra Ermenistan, Azerbaycan’ın Ağdam ve Tatar bölgelerine saldırdı. Ermenistan’ın saldırıları Hadrut ve 
Cabrayil yönünde devam etti. Sukavuşan’da Ermeni askerlerinin cesetlerini toplayan ve beyaz bayraklı bir ambulans, Ermeni silahlı kuvvetleri 
tarafından vuruldu. Saldırı sonucu bir sağlık çalışanı ağır yaralandı. Gence’ye düzenlenen saldırıda ise çocuklar dahil 7 sivil öldü ve 39 kişi yaralandı. 
Azerbaycan ve Ermenistan’ın Dağlık Karabağ’da geçici ateşkes, 9 Ekim 2020 tarihinde imzalandı. Ermeni tarafı, ateşkesin ilk dakikalarından itibaren 
Azerbaycan’ın sivil yerleşim birimlerini vurmaya başladı. Azerbaycan Başsavcılığı, 11 Ekim 2020’de Ermenistan’ın ateşkes sonrası Azerbaycan’ın en 
büyük ikinci kenti olan Gence’deki sivillere yönelik saldırıda bilançoyu açıkladı. Başsavcılık, Ermenistan’ın saldırısında 41 sivilin hayatını kaybettiğini ve 
207 kişinin yaralandığını duyurdu. 

DAĞLIK KARABAĞ NE ZAMAN İŞGAL EDİLMİŞTİ? 

Karabağ, Azerbaycan’da Kür ve Aras nehirleri arasındaki dağlık bölgeye Azerbaycan Türkleri tarafından verilen bir isimdir. 

Bölgede, Ağdam, Kelbecer, Laçın, Cebrail, Fuzuli, Gubadlı ve Zengilan isimli yerleşim yerleri bulunmaktadır. Sovyetler Birliğinin 1989’da bölgede 
önce özerklik ilan edip sonradan Azerbaycan’a bağlamasını kabul etmeyen Ermenistan, Dağlık Karabağ’ın başkenti Hankendi’de Azerbaycanlılara 
saldırmaya başladı. 

Rusya’nın da desteğini alan ve Azerbaycan’ın hazırlıksız olmasını fırsat bilen Erivan, sivil katliamlarıyla Dağlık Karabağ ve çevresine yönelik işgal 
sürecini başlattı. Tarihler 28 Aralık 1991’i gösterdiğinde Ermeni birlikleri Dağlık Karabağ’ın merkezi Hankendi’yi işgal etti. 

DAĞLIK KARABAĞ’DA İŞGAL VE ERMENİLERİN HOCALI SOYKIRIMI 

İşgal sonrası, 1992 tarihinde, 25 Şubatı 26 Şubata bağlayan gecede Sovyetlerden kalma Rus 336. Mekanize Alayının desteğindeki Ermenistan kuvvetlerinin Azerbaycan’ın Dağlık Karabağ bölgesindeki Hocalı şehrinde yaşayan Azerbaycan Türklerine karşı toplu şekilde katliam yaptı. 

Hocalı kasabasında, Azerbaycan’ın resmî kaynaklarına göre, 83 çocuk, 106 kadın ve 70’den fazla yaşlı dahil olmak üzere toplam 613 sakin katledilmiş, toplam 487 kişi ağır yaralanmıştır. 1275 kişi ise rehin alınmış ve 150 kişi ise kaybolmuştur. Cesetler üzerinde yapılan incelemelerde cesetlerin birçoğunun yakıldığı, gözlerinin oyulduğu, başları kesildiği görülmüştür. Hamile kadınlar ve çocukların da maruz kaldığı tespit edilmiştir. 


27 Eylül 2020’de toprak bütünlüğünü yeniden sağlamak için harekete geçen Azerbaycan, Dağlık Karabağ’daki ilerleyişini açıkça “kurtuluş savaşı” olarak nitelendirdi. Uluslararası ilişkiler literatüründe “dondurulmuş sorun” olarak ifade edilen Dağlık Karabağ’da çatışma her geçen gün şiddetleniyor. 

Azerbaycan, en üst perdeden çözümün artık müzakere masasında değil sahada olduğunu vurguladı ve Dağlık Karabağ’daki topraklarını işgalden kurtarmak için kara harekatı başlattı. 
 

***