30 Nisan 2020 Perşembe

Sözde Aydınlar,

Sözde Aydınlar, 


Yekta Güngör ÖZDEN,
KİMİ AYDINLAR.. SÖZDE AYDINLAR..,


“Aydınlık, aydınlanma, aydın” sözcüklerinin anlamları, çağdaş açılımların insanlık bağlamında öngördüğü güzellikleri, iyilikleri, olanakları, uygarlık düzeyinin özlenen boyutlarını kapsar. Saydamlığı, gelişme ve kalkınmayı, yüceliş ve yükselişi, esenlik ve dinginliği, atılım ve devrimleri içerir. İlgili olduğu alanı anlatan sözcükle birleştiğinde aktöreden bilimselliğe, bağımsızlıktan özgürlüğe, siyasetten ekonomiye, eğitimden sanata ileriliği, uygunluk ve yaraşırlığı özetler. Işıklı, pırıl pırıl bir yaşamın herkesi doyuran etkin yapısını anlatır. Çoğulcu, katılımcı, kurallar ve kurumlar düzeni demokrasinin açıklığının temel koşulu, çağdaş yaşamın temel öğesi niteliğiyle, kavramlar olarak, özgür değerleri vardır.

Aydınlığı sağlayacak, kazandıracak aydınlanma için yüzyıllarca uğraş verilmiş, savaşlara girişilmiştir. İnsanlığın mutluluğunu amaçlayan edinimlerin aydınlanmayla elde edileceği gerçeği, milyonlarca insanın yaşamına malolmuştur. Batı’nın krallık ve kilise karşıtlığını giderip halk yönetimlerini egemen kılması, kalkınmayı gerçekleştirip yaşam düzeyini yükseltmesi için reform ve rönesansı başarması aydınlanmayı getirmiştir. Bilimsel çalışmalarla siyasal anlayışların güçlenip saygınlık kazanarak birbirini desteklemesi, sanatın katkısıyla toplumsal bilincin gelişmesi, karanlıkları aydınlığa dönüştürmüştür. Uygarlık koşusunun önünde aydınlar yer almıştır. Önderlik ve öncülüklerini soylu düşünceleriyle, bilimsel çabalarıyla edinen aydınlar, toplumun umudu, dayanağı ve güvencesi olmuşlardır. Bağımsızlık ve özgürlük savaşlarının ateşlerini de aydınlar yakmışlardır. Düşünceleriyle tuttukları ışıklar insanlığın yolunu aydınlatmış, sorunların çözümünde, amaçlara ulaşmakta bilgileri ve tutumlarıyla etkinliklerini kanıtlamışlardır. Özgün ve örnek kişilikleriyle topluma yön vermiş, yol göstermişlerdir.
“Aydın”ın değişik tanımları yapılabilir. Okur-yazar olmak, belli bir eğitim ve öğretim yapmış, bir diploma almış olmak, güzel yazmak ve konuşmak aydın olmak, aydın sayılmak için yeterli değildir. Bencillikten, önyargılı ve koşullanmışlıktan kurtulmuş, kendini yenilemeyi ve aşmayı başarmış, duygu ve düşünce soyluluğu, ahlâk yapısı, insanlık nitelikleri, kişilik düzeyiyle seçkin, saygın, onurlu, topluma katkıları, gelişmelere etkileri olan, çalışkan, özverili, duyarlı, sorumluluk bilinciyle güvenilir kişilere “aydın” denilir. Kendini aydın sananlarla, aydın sanılan kimilerinin kuşku, güvensizlik, hattâ nefret duyuran tutumları sözde aydınları çağrıştırmaktadır. Sözlüklerdeki tanımlara bakılarak aydın değerlendirmesi yapmak yanlıştır. Giyim kuşamına, okuyup yazmasına, yaşamına bakılarak değil, durumuna ve tutumuna bakılarak aydın nitelemesi yapılır. Günümüzde, özellikle ülkemizde aydın sömürüsü ve yanılgısı yaygındır. Kendinden başkasını düşünmeyen, topluma hiçbir katkısı bulunmayan, kavgacı, çıkarcı, yalancı, dönek, sapkın, ikiyüzlü, dolandırıcı kimsenin aydın sayılması olanaksızdır. İlkel, yavan, yapay, kişiliksiz, değişken, bilinçsiz, yüreksiz kimse bilimsel kimi sanlara, ilgi çeken kimi sıfatlara sahip olsa da gerçek aydın sayılamaz. Bunlar sözde, sahte aydınlardır.

Bu konuda çok şey söylenip yazılabilir. Beni düşündüren ve üzen konum (mevki, makam, rütbe, sıfat) ve çıkar (para, olanak, yetki) düşkünlerinin giderek artmasıdır. Rozetçi, lâfçı, plâketçi, ödüncü sahte aydınlar çoğalmakta, düşüncesini öğrenmek, sesini duymak istediğimiz, özlediğimiz aydınlara az rastlanmaktadır. Gerçek aydın niteliklerinden yoksun, bir yer edinmek için kapı kapı dolaşan, el-ayak öpen, uyduluğu, yalakalığı, şakşakçılığı yeğleyen, nabza göre şerbet veren, hatır için haksızlık yapan, bozulmayı, kötüleşmeyi, çıkara kapılıp ideoloji tutsağı olmayı ve karakter değiştirmeyi gelişme sayan, ilkesiz, tutarsız, düzeysiz kimseler aydın olamazlar.

Yerlerinde kalmak için ağızlarını açmayanlar, karşı çıkmaları gereken durumlara olur verip katılanlar, kendilerine dokunulmadıkça kötülükleri izlemekle yetinenler, ilkeler bozulup budandıkça uyumlu iletiler yayımlayanlar, etkilerini, ağırlıklarını anlamlarını yitirenler, giderek değersizleşenler, disiplinsiz demokrasi, sınırsız özgürlük anlayışlarıyla “ezber” ve “resmî tarih” suçlamasına yanıt vermekten kaçınanlar, aşağılanıp dışlanmaya katlananlar aydın değildir. Bunlar yarınlarda nasıl sokağa çıkacak, nasıl başkalarının yüzüne bakacak, çocuklarının ve torunlarının kınamasından nasıl kurtulacaklardır?

Aydın olmak sanıldığı kadar kolay ve ucuz olsaydı aydınlığın değeri, aydınlanmanın önemi olmazdı. Aydın baskıcı, köktendinci, tutucu, çıkarcı olamaz. Aldatmaz ve oyalamaz. Gerçekten ve doğrudan yana olur. Yobaza alkış tutmaz, bağnaza omuz vermez, aymazı desteklemez. Sözüne güvenilir, varlığından ve yandaşlığından güç alınır. Her tür sömürünün, alçaklığın ve satılmışlığın karşısındadır. Aydınlığın kavgasını verir, gözünü budaktan esirgemez, can derdinde koşmaz.

Sözde ayın bu tür erdemlerin uzağındadır. Tembeldir, yozdur, bozuktur, bozguncudur. Okumaz, okuduğunu anlamaz, anlamış görünse de yorumu bencil, düşüncesi yoksuldur. Ismarlama yazı yazar. Düzmece anılarla gerçekleri saptırır, kin kusar. İlkesiz, tutarsızdır. Korkak, yılışık ve şımarıktır. Arkadaşını engeller, onu uzaklaştırıp yerine geçmeyi beceri sayar. Karalar, gammazlar, suçlar amacına ulaşmak için her yolu ve her yöntemi geçerli sayar. Tabularından ayrılamaz. Patronlarına tapar. Uşaklıktan çekinmez, araç olur, ajan olur. Değerbilmezliği bir yana değerlere saldırır, yıkmaya çalışır. Kıskançlığı belirgin, kendisi tedirgindir. Ruhsal ve beyinsel bozukluğunu örtmek için tartışmalara sığınır. Yapamayacağı kötülük yoktur. Değişik ve aşağılık düşkünlükleri vardır. İmzasız ya da sahte imzalı mektuplarla kıskançlığının ve kininin kölesi olarak oraya buraya başvuran, karaçalma ve yalanlarla onurlu kişilere saldıran “liboş” ve “entel”leri medya yoluyla gösterilerini sürdürmektedir. Kimini bilimsel sanıyla bir şey sanıp ekranlara çıkarmakta, kürsülere, kurullara taşımaktadırlar.

Sözde aydınlar potansiyel tehlikedir. Hattâ yakın tehlikedir. Herkesle işbirliği yaparlar. İşlerine gelirse şeriatçıların, bölücü ve yıkıcıların amaçlarını bile bile onlara özgürlük kalkanı olurlar. İlkelerin oyulması onları ilgilendirmez. Rektörlerin Atatürkçülükten söz etmesine katlanamazlar. Lâik cumhuriyetin, çağdaş Türkiye’nin Atatürk’le özdeşleşmesi onları çılgına çevirir. Karşıtlıkları o kadar belirgin ki Atatürkçülük ve Atatürkçüleri başlıca düşman sayarlar. Ne diyeceklerini, nasıl karalayıp suçlayacaklarını şaşırırlar. İlericilere sahip çıkmanın temsil ettikleri kurum ve ilkeler nedeniyle doğal olarak Türkiye’ye ve cumhuriyete sahip çıkmak olduğunu, bu değerleri savunmak olduğunu kabûl edemezler.

Safsatayı ve sapkınlığı “düşünce özgürlüğü” kapsamında gören aymazlarla, düşünce özgürlüğünün “sınırsız” olduğunu savunan bilmişler var. Tıpkı, sıkmabaş ve bohçabaşı “başörtüsüne elatılıyor” diye yalanla savunan bağnaz-yobazlar gibi. Düşünce açıklamayı düşünmeyle bir tutup düşünceye karışılıyormuş gösterirler. Aydın, siyasal yaşama düzey ve onur kazandıran kişidir. Karanlığın her türüyle savaşan bir yurtseverdir.

Televizyon izlenceleri (programları) ne çıkarak çok kimsensin benimsediği konuları kendi özgün görüşüymüş gibi anlatarak doğruları savunan birisi görünür. Oysa, derlemeci ve taklitçidir. Yetişemediği insanları akıllı-uslu pozlar vererek gerçekdışı durumlarla eleştirir, karalar. Konuşurken, yanınızda ve yakınken nezaketini beğendiğiniz insan biraz eleştirilip görüşlerine karşı çıkılınca birden hiç beklenmeyecek biçimde kabalaşır. İş istediği, kimi olanak ve ayrıcalık beklediği kapılarda saatler geçirmekten usanmaz. Beklentileri nedeniyle kurduğu ilişkiler kınanacak düşüklükler sergiler. Bir yazı, bir çağrı için aşındırmadığı merdiven, çalmadığı kapı bırakmaz. Armağan almayı sever, bir kez bile incelik göstermez. Mektuba, kara yanıt vermez, gönderilen kitaplara teşekkür etmeyi bilmez. Üstünlük ve seçkin kuruntusunun tutsağıdır.

Türk Mucizesi’ni sürdüren eşsiz ve örnek Türk Devrimi’nin amacını kavramamış, Türkiye’nin sonsuza değin bağımsız yaşaması, lâik cumhuriyetin tüm çağdaş nitelikleriyle güçlenip korunması için yükümlülüklerini unutmuş kişinin aydın olma savı dinlenemez. Sıkmabaşları, bohçabaşları açtıramamış, karşıdevrimcilikten döndürememiş, yıkıcılıktan alıkoyamamış, yandaş kazanamamış, kendi kendileriyle konuşup bir tür kapalı etkinliklerle yetinmiş sözde Atatürkçüler gibi sözde aydınların da hiçbir yararı yoktur. Tersine zararları çoktur. Özellikle gençlere gerçek aydının ne olduğu iyi anlatılmalıdır. Sözde aydınlar, aydınlığın düşmanıdır. Yanıltarak, tiksindirerek kişileri soğutur, uzaklaştırır, karşıya kazandırırlar.

Daha başka anlatımlarla, örneklerle yazıyı sürdürebilirim. Ancak fazla yer ve zaman almamak için bitirmek istiyorum. Bu konuyla ilgili “En Tehlikeli Toplumsal Hastalık: Umursamazlık” başlıklı yazım 3.7.1984’de, “Ölü Toprağı” başlıklı yazım 30.1.1989’da, “Aydınların Aymazlığı” başlıklı yazım da 31.7.1998’de Cumhuriyet gazetesinin ikinci sayfasında yayımlandı. Çağdaş Türk Dili dergisinin Kasım 1991 sayısında yayımlanan yazımın başlığı “Aydınların Karanlığı” idi. Sanat Çevresi dergisinin Temmuz 2001 sayısındaki yazım da “Adam Olmak” başlığını taşıyordu. Uzak-yakın çevremize baktığımızda aydınlar konusunda düş kırıklığı yaşadığımızı göreceğiz. Sözde aydınlar, sözde ilericiler, sözde demokratlar, sözde milliyetçiler, sözde Atatürkçüler, sözde dindarlar, sözde yurtseverler, sözde lâikler, sözde siyasetçiler hakkımız olan değerlerin başlıca engelleridir. Ulusal bağlamdaki olayların oluşumların önde gelen sorumluları bunlardır.

Düzmece rapor hazırlayan bilirkişiler (!), isteğe uygun düşünce veren bilim adamları (!), akıl öğretmeye kalkışan medya bülbülleri, demokrasi baykuşları, ihaleciler, aracılar, işbitiriciler, köşedönücüler bunların arasından çıkar. Kirli ve pis işlerin danışmanları, rehberleri bunlardan kimileridir. Birkaç yabancı sözcükle yaban ellerinden gazel okuyan muzıkacılar, yosunlu köşe taşları da bunlardandır. Kimi üniversitelerde kadroları bunlar oluşturur, bunların ağırlığı, yoğun yaşanır. Türk Devrimi ve Atatürk ilkelerine saldırı bunlardan gelir. Gençleri bunlar kışkırtır ve yanıltır. Gericilerin dayanağı, vitrini de yine bunlardır. Yüzleri kızarmaz. Yalvarıp yakarmakta, isteyip almakta, yalayıp yutmakta ustadırlar. İşbirlikçi, mandacıdırlar. Yabancılardan para almaktan, proje adıyla başvuruda bulunmaktan kaçınmazlar, çekinmezler. Kullanılmakta sakınca görmezler. Ceplerini doldurmayı iyi bilirler. Her iktidarın gözdesi bunlardır. Bunlardaki uyum yeteneği kimsede olmadığı gibi gerekçe uydurmada da üstlerine yoktur.

Bencillikleri sınır tanımaz. Onlardan bilgili, becerikli, uyanık kimse olamaz. Hep kendilerinin en önde, en üstte, en çok aranan ve dinlenilen kimse olmasını isterler. Yönetimde üst ve egemen olmazlarsa bir şeye karışmaz ve katılmazlar. Mızıkçılık için bulamayacakları bahane yoktur. Hiçbir yol bunlarla sonuna dek birlikte yürünmez. İnsanı yarı yolda bırakmaktan, üst perdeden konuşmaktan zevk alır, atıp tutarlar. Ellerini taşın altına sokmazlar. Tartışmayı kavgaya dönüştürür, sıkıyı görünce başkalarını öne sürüp kaçarlar. Aşırmayı, kopya çekmeyi, başkasının üstüne suç atmayı, pazarlığı olağan gösterirler, savunurlar.

Tutsaklıktan bağımsızlığa ve özgürlüğe, dinci ve baskıcı saltanat-hilâfetten cumhuriyete, kula kul olmaktan kişilikli yurttaşlığa, ümmetten ulusa gelmenin, yurt kurtarıp devlet kurtaranların, aklın özgürlüğü ve devletin dinden bağımsızlığı demek olan lâikliğin, bilimselliğin, çağdaşlığın değerini bilmeyen, bu kazanımların kaynağı ilkeleri savunmayan, varlıklarını yabancılara kaptıran kimse aydın olabilir mi? Kadın erkek eşitliğini tanımayan, dini dayanak, ulemayı yolgösterici sayan, aydınlıktan değil, karanlıktan yanadır. Ülkesinin, ulusunun sorunlarıyla ilgilenmeyen, çözümleri dışarıdan ve yabancıdan bekleyen, bir şey almada vermeyi düşünmeyen kimse aydın olamaz. Havuz başlarında, köşklerde, konaklarda, yatlarda, lüks otellerde, renkli sofralarda, loş salonlarda nutuk atmakla, caka satmakla, afra tafra ile aydın olunmaz. Ülkesini ve yurttaşını tanımayan, yabancılaşıp uzaklaşan, fildişi kulesine çekilip keyfine bakan, işi oluruna bırakan, insanlık ve yurttaşlık borcunu unutan kimse hiçbir şey olamaz ki aydın olsun.

Parçalanmışlığın, dağınıklığın nedeni bunlardır. İlkelerde birleşmeyi, genelde ve temelde anlaşmayı savsaklayıp ayrıntıda ayrılarak Türkiye karşıtlarına, gericilere, bölücü ve yıkıcılara güç verirler. Çoğunun dostluğu sahtedir. Görevle, makamla geçerlidir. Bunlarla sınırlıdır. Yetkili ve etkili olmaktan çıkınca sizi önce onlar unutur.

Ülkemiz ortamında aydınların önemini yadsımak olanaksızdır. Kalkınma ve gelişmede, büyüme ve güçlenmede aydınların öncülüğü beklenmekte ve özlenmektedir. Ancak, aydınların toplumsal yükümlülüklerinden kaçındıkları, halkla birlikte olmaktan, aydınlatma çabalarından uzak durdukları bir gerçektir. Kimi aydınların biriki, donanımı umulandan iyi de olsa, “adamlık” nitelikleriyle itici düştükleri görülmektedir. Yaklaşımları beğeni toplayan, güven veren, umut dağıtan, katkılarından yararlanılan aydın sayısı giderek azalmakta, sözde aydınlar çoğalmaktadır. Aydınları özürlü, aydınları yetersiz ülkelerin yarınlarının aydınlık olması beklenemez. Sorun bu nedenle çok önemlidir.
Nitelik-kişilik seçkinliğini gözardı edip “Aydın”ı bir diplomaya, toplumsal belirginliğe, akçalı güç başta olmak üzere değişik albenili durumlara bağlarsanız eğitimi, bilgiyi, kültürü, bilinci, ahlâkı, deneyimi, karakter üstünlüğünü hiçe saymış olursunuz. Her okumuş, her diplomalı, her eli kalem tutan, ağzı lâf yapan, belli bir yerde oturup belli görevlerde bulunan kimseler aydın olsalardı Türkiye’miz bugünkü karanlığı yaşamazdı. Çalışkan, dürüst, yürekli, düşünceleri ve görüşleriyle topluma ışık tutup öncülük edecek düzeydeki kişiler “aydın”dır. Bağımlı, uydu ve uşak ruhlu kişiler, çıkarcılar, ikiyüzlüler, dönekler ve sapkınlar asla aydın olamaz ve sayılamaz. Gerçek aydın bir ilke ve davâ adamıdır.

“Aydın” diye boy gösterenlerin çoğu bu niteliğe yaraşmayan, sıradanlığı şöyle dursun düzeysizlikleri sırıtan kimseler. Kendini aydın sanan ya da aydın sanılan bu tipler, toplumda tepki uyandırmakta, öncelikle “aydın” niteliğine zarar vermekte, güven ve inan duygularını altüst etmektedirler. Kiminde kalem, kiminde fırça, kiminde bir enstrüman. Kimi kürsüde, kimi sahnede, kimi podyumda, kimi ekranda, kimi koridorda, kimi de her yerde. Gösterişi, nutuk atmayı, bildiri dağıtmayı, ileti yayımlamayı, basın toplantısı yapmayı, etkinlik düzenlemeyi çok sever, çok iyi becerirler. Ama uğraşa, kavgaya, savaşıma gelince değişik bahanelerle kaytarırlar. Yoksunluğa katlanmayı, güçlüğe dayanmayı, haksız işlemlere karşı koymayı bilmezler. Görev katları biraz yükseltilmese bile aynı tutuldukça, aylıkları düşürülmedikçe ses çıkarmazlar. Hele görevde ve aylıkta yükseltme olunca keyiflerine diyecek yoktur, kötülediklerini alkışlamaktan da çekinmezler. Çabuk değişir, kolay saf, renk ve çizgi değiştirir, ucuza alınıp satılırlar. Kolaycıdırlar, birbirlerini tutarlar ama az sonra yıkmaya, bitirmeye çalışırlar. Gerçek aydınların üzerindeki gölgelerdir.

Bir örgüte üye olurlar, ödenti vermezler. Katıldıkları toplantıları karıştırırlar. Uzun ve sıkıcı konuşmalar, gereksiz sataşmalar ve önerilerle zaman yitimine neden olurlar. Ön sıralarda oturup görünmek, eleştirmek, gösterişli etkinlik varsa bulunmak, yoksa çağrıları yapay özürlerle karşılayıp kaytarmak bilinen becerileridir. İzlencelere çıkıp gazete köşelerine kurularak herkese akıl vermeye çalışırlar. Türkçe bilmezler, dil uzmanı, “dilci” geçinirler. Yalan söyler, takma ad kullanır, kadınsa erkek, erkekse kadın resmi altına sığınırlar. Yüklü paralar alırlar. Eğitim için, iyilik için, bir yardım için tek kuruş bağış yaptıklarına rastlayamazsınız. Bir etkinlik için arasanız gidiş-dönüş uçak bileti, en lüks yerde kalmayı ve konuşma ücretini ister. Varlıklı olmasına karşın paraya düşkünlüğü ve ısrarı hayretle karşılanacak ölçüde fazladır. Katılma sözünü verir ama tutmaz. Kendisi yararlı bir şey yapmaz fakat kimseyi beğenmez. Özellikle kendi düşkünlük ve düşüklüklerini belirgin kılacak nitelikli kişileri karalar, durumunun ortaya çıkmaması için onlarla birlikte olmaktan kaçınır. Yeterli eğitim-öğretim görmemiş olmasına aldırmaz, bilgiçlik taslar. Kimi zaman kapısından bile geçmediği eğitim kurumlarını bitirdiğini söyler.

Kimi gün fıkra anlatarak, kimi gün şiir ve şarkı söyleyerek, kimi gün siyasal eleştiriler sıralayarak kendini gösterir. Bu tip-tipler aydın değil, “aydıncık” bile olamaz. Havuz, otel, kort, renkli ışıklar, çılgın müzik, şık giysiler, kumar masaları, dost kasaları, evler, taşıtlar, yatlar, içki âlemleri, sayısız nikâh, hattâ imam nikâhı, çirkin ilişkiler, bir sürü pislik bunlar için geçerli ve olağandır. Küçük yaştakilerle birliktelikler, yurtdışı gezileri, pahalı armağanlar yaşamlarını süsleyen eklerdir. Patron buyrukları gözlerini parlatır, adımlarını değiştirir. Yabancı hayranlığı, işadamı düşkünlüğü, siyaset tutkuları ağır basar. Evleriyle, eşleriyle gereğince ilgilenmezler. Doğru dürüst okudukları bir kitap yoktur. Okuduklarını anladıkları da kuşkuludur. Tartışma, kavga, gürültü en elverişli ortamlarıdır. Dinsel söylemlerle yandaş bulmayı, sıkmabaşla ilgi çekmeyi övünülecek davranış sayarlar.

İnsan haklarını, eşitliği, sosyal adaleti savunur görünürler, bu konularda en belirgin aykırılıklar bunlardan gelir. Ayrıcalıklı olduklarını sanırlar. Ayrımcılıktan çekinmezler. “En önde ben olayım, en üstte ben oturayım, benim dediğim doğrudur, benim istediğim olmalıdır” diye kasılırlar. Çocukları kışkırtanlar, yıllardır terör can alırken ses çıkarmayanlar, 12 Eylûl’de dut yemiş bülbül gibi susanlar, arkadaşlarını gammazlayıp darbecileri alkışlayıp onların verdiği görevlere uçarak gidenler, onlar ayrılınca arkalarından atıp tutanlar yine bunlardır. Kendini işe alanın, göreve getirip yükseltenin, seçtirenin ayağını kaydırıp yerine geçen, iktidara hemen ayak uydurup kasket giyen, bıyık bırakan, sıkmabaşa giren, namaza duran yine bunlardır. Görünmeyi, yanaşmayı, yaranmayı ustalık sayarak kişiliksizlik sergileyenler, gerçek aydınları güç durumlara düşürenler aydın olma savındaki kimi zavallılardır.

Çocukluklarını bilirsiniz. Babalarının arkadaşı, ağabeyleri, amcaları bilerek yakınınızda oldukları günler uzak değildir. Hattâ kimileri de akrabanızdır, dayısı olursunuz. Bir yere yerleştiler mi, ideolojik bir saplantıya kapıldılar mı artık sizi unutur, tanımazlar. Patrona tapmaya, para yığmaya başlayınca kötüleyip karalamaktan da utanmazlar. Çünkü, sevgiyi, saygıyı, insanlığı unutmuşlardır. Yanınızda staj yapanlardan da böyleleri çıkar. Ülkesinin, ulusunun, devletin yararını düşünmeyen, toprağının değerini bilmeyen, içtiği suyun, yediği ekmeğin, soluduğu havanın bilincinde olmayan, ırkçılık ve dincilik oyunlarıyla gözleri dönen, varlığını borçlu olduğu kişi ve kurumları, yaşamsal ilkeleri yadsıyan, AB destekleriyle kiminin sağında kiminin solunda yer alan, ABD hayranlığıyla sarhoş olan, kendi toplumuna ne verebilir ki? Dün ırkçı-faşist, bugün demokrat-neoliberal. Bugün köktendinci, yarın ateist. Unvan, şan, şöhret peşinde koşmaktan yorulmazlar, ama küçük bir yarayı sarmaya yanaşmazlar. Nankörlük bunların karakteri olmuştur. Bellekleri tozlu, vicdanları kara, yürekleri kerpiç, beyinleri taştır. Asla güvenemezsiniz. Oysa, aydın, aydınlığın kaynağıdır. İnsanlığın, dostluğun, arkadaşlığın, yararlı yurttaşlığın en düzeylisidir. Davranışları, yaşamı, görüş, düşünce ve yapıtlarıyla seçkin ve saygın kişidir. Kişiliğiyle örnek, varlığıyla önderdir. Kendini bilen, sevilen, aranan, başvurulan, özlenen insandır. Gerçek aydına bu niteliği kendisi değil, başkaları yakıştırır. Gerçek aydın alçakgönüllüdür, içtenliklidir. Yalanı-dolanı, yalvarıp yakarması yoktur. Haha-hihi, yemek-içmek değil, yararlı olmak, yaratmak peşindedir. Sözde aydınların karanlığı önlenemedikçe gerçek ve hakkımız olan aydınlığa kavuşamayız. Siyasette, ekonomide, hukukta, eğitimde, sanatta, her alanda sözde aydınlar yapıları- yaradılışları gereği değişik bozukluklarıyla etkin olmaktadırlar. Oysa edilginlerdir. Gerçek aydınlar seslerini çıkarmalı, ülke sorunlarına sahip olduklarını çözüm önerileriyle açıklamalıdır. Sahipsiz bırakılan alanlar başkalarının olur.

Kötülüklerden ve olumsuzluklardan sorumlu olanlar ilgisiz ve tepkisiz kalıp ilişkilerini düzenlemeyenlerdir. Davranışlarıyla çelişkiler ve aykırılık içinde yüzen sözde aydınlara ne olduklarını ve ne olamayacaklarını anlatmak gerekir. Kendilerinden başka kimseye saygıları yoktur. Gösterir gibi oldukları saygı da yapaydır. Türkiye’ye karşı olayların içinde bulunmuşlar, ülkede kötü örnek olmaları yetmiyormuş gibi yurtdışında arap ve kürtçü teröristlerle düşüp kalkmışlardır, iğrenç tutumlarla düşman kamplarda eğitilmişlerdir, sonra Türkiye’ye dönüp yazarlığa soyunmuşlardır. Bunlarla ilişki kurulmuş, yüksek ücretlerle iş verilmiştir. Beş metre dilleri vardır, beş paralık katkıları yoktur. Eskilerin “Kadı yoran” dedikleri bu kendisiyle kavga eden aydın taklitçileri çok kimsenin “Gerçek, geveze, ukalâ” nitelemesine hak verdiren alışkanlıklarından kurtulamazlar. Dernek, vakıf, parti kuruluş çalışmalarına ön sırada katılırlar, zaman geçip gönüllerinde yatan gösterişli yeri vermeyince mızıkçılık çıkarır, bir bahane ileri sürerek yolu yarısında terkederler. Bir süre kalanlar da başka partilerden milletvekilliği adaylığı olasılığı söz konusu olunca kaçar gider. Gazete, dergi çıkarırken kurulan birlikteliğinizi sayfayı, köşeyi, parayı beğenmeyince bozarlar. Doymayı bilmezler. Saygıyla dinlemek, yansız değerlendirmek, kararlı yürümek yetenekleri yoktur. Saygı gösterip efendilik yaptıkça tepenize biner, arsızlık ve yüzsüzlükleriyle kınanırlar.

Darbelerde askerleri alkışlar, terörle mücadeleye gelince demokrasi havarisi kesilip askere engel olmaya çalışırlar. Ekranlarda görünmeyi severler. Gösteriş budalalıkları, karşı cinslere, hattâ birbirlerine düşkünlükleri, sık sık eş değiştirmeleri söylenti konusu olur, eleştirilir. Tarihi, gerçekleri, yasal belgeleri yadsır, karalar, tersine çevirir, karıştırırlar. Hak etmedikleri paraları çekinmeden alırlar. Devletten para alıp devlet karşıtlığını kimseye bırakmazlar. Başkalarına görünmek için 10. Yıl Marşı’nı söyler, tersi savlarla ad yapmaya çalışırlar.

Aydınlık ve aydınlar için söylenecek güzel sözler, verilecek değerli örnekler vardır. Gerçek aydınları dışarıda tutarak, aydınları gölgeleyip lekeleyen sözde aydınlar için saptamalarımızı özetledik. Kendini sorgulamayan, özeleştiriye bağlı tutmayan kimse aydın olamaz. Daha açıkçası adam olmayan aydın olamaz. Kendini bilmeyen kimselerden gelecek zararı gidermek güçtür. Aydın olmak kolay olsaydı her yer aydınlık olurdu. Çoğu olumsuz direngen (huysuz), inatçıdır. Yanlışları kendilerinin değişmez doğrularıdır. Alıntı yapar, kaynak göstermezler. Kopyacıdırlar.

Bunlar her yerde, her hatta, her görevde bulunur. Giyimleri, konuşmaları, çantaları, ellerindeki gazete, dergi, kitaplarla konuştukları kimseleri görünce gerçek aydın sanılır. Biraz söyleşiyi sürdürür, ilişkiyi artırır, bir toplantıda izlerseniz notunuzu verir, aldandığınızı anlarsınız. Her kılık ve biçime girerler. Haksızlıklarını, yanlışlarını, yanılgılarını asla kabûl etmezler. Sizin zamanında, yerinde, doğru ve gerçek savlarınızı çürütemeyince sizi çürütmeye çalışırlar. Her parmağında onlarca kara vardır. Yalanları, iftiraları hazırdır. Öyle inandırıcı ses ve pozla konuşurları ki sizi tanımayanlar hakkınızda koşullanmış, önyargılı duruma gelir.

Elleri ceplerine gitmez. Bir ilke için, bir uğraş için, bir ürün ya da bir ortak edinim için gidere katılmazlar, özveride bulunmazlar. İşlerine gelmeyince sizi yalnız bırakıp kaçarlar. Korkaktırlar. Kimi izlendiği kuşkusu içinde yaşar. Kimi de resmî bir kovuşturmaya bağlı tutulacağını sanarak “etliye-sütlüye” karışmaz. Hani kimilerinin “suya-sabuna dokunmaması” gibi. Sözde aydınlarla yola çıkmak karanlıkta uçuruma düşmeyi göze almaktır. Çok çabuk görüş, yer, çizgi ve parti değiştirir.

İdeolojik bağımlılıkları, saplantıları koyudur. Halkını en çok bunlar aldatır ve yanıltır. Bulundukları yere, görev sanlarına bakılınca inanılacak nitelikte sanılır. Kimi gazetelerin köşelerine başyazılarına bakmak yeter. Neleri nasıl savunup nasıl sunduklarını görünce tiksinti duymamak olanaksızdır. Dün şuradaydı, bugün burada, yarın karşı yanda olabilir. Yazdıklarının tersini hiç çekinmeden bu kez başka yerde yazar. İnancı, ilkesi, bilinci çıkarının olduğu yerindir.

Kendileri için çok duyarlı, başkaları için “vurdum duymaz” sözünü anımsatan en iyi örneklerden biri biçiminde duyarsızdır. Türk Devrimi ve Atatürk ilkelerini ya yanlış tanıtır, ya da amaçlı biçimde sömürür. Kimi zaman yıkmak, bozmak için aranıza katılır. Lâikliği, kökten dincilerin müslümanlığı yaptığı gibi, sıkmabaşa indirger. Şeriatçıların dinden imandan soğuttuğu gibi Atatürkçülükten soğutur. Televizyon ve radyo programlarına çağrılmayı, yazılarının yayımlanmasını, kitabından ve adından söz edilmesini ister. Öncesinde ve sonrasında kokteyl ya da yemek olmayan etkinliklere güç katılır. Düzensiz yaşamını, dağınık çalışmasını, ilgisizlik ve vefasızlığını söz kalabalığıyla örttüğünü sanarak gerekli gereksiz konuşur. Yanında her şey konuşulmaz. Bıktırır, pişman eder, sağlığınızı bozarlar.


http://www.turksolu.com.tr/116/ozden116.htm


***

Ulusal Güçler Nerede?, Baykal'ın Asıl ihaneti Atatürk'e

Ulusal Güçler Nerede?, 


Baykal'ın Asıl ihaneti Atatürk'e

Pzt May 17, 2010 11:16

Namus Tüccarı Şeriatçılar

19 Mayıs törenlerinde kız çocuklarının diz kapaklarının, dirseklerinin görünmesine bile tahammül edemeyen Şeriatçı kafa, aslında öyle sapık bir zihniyettir ki, Baykal’ın ve Baytok’un en mahrem görüntülerini internet sitelerinde yayınlamaktan çekinmedi. Günlerce resmen “pornografik yayın” yaptılar!

   Baykal’ın “ Kaset Skandalı ” sonrası istifası Türk siyaset düzeni hakkında birtakım sonuçlara varmayı gerektiriyor. Bunların üzerinde duralım...

Öncelikle, Baykal’ın görüntülerinin yayınlandığı site Vakit gazetesinin internet sitesi...

19 Mayıs kutlamalarında küçük kız çocuklarının dizlerinin görünmesine bile tahammül edemeyen bir Şeriatçı gazete yani…

Bu Şeriatçı kafa öyledir ki, kendilerine verilen reklamlarda, kadın vücudu kendi sapık ölçütlerine göre çok fazlaysa, bilgisayarda bulanıklaştırırlar, buzlu cam görüntüsü yaparlar...

Bunlar için kadın vücudu o kadar tehlikelidir ki, kadınlarını dışarı bile salmazlar, çarşafa kapatırlar...

Ancak aynı Şeriatçı kafa, Baykal’ın ve Baytok’un en mahrem, en gizli, en özel görüntülerini çekinmeden, bulanıklaştırmadan sitelerinde yayınlayabilir... Ve resmen “pornografik yayın” yaparlar...

Bir de habere yayın yasağı gelince de tepki gösterirler.

Kardeşim, siz değil miydiniz, televizyon dizilerinde en ufak öpüşme sahnesinden bile rahatsız olan?

Demek ki ortada büyük bir ikiyüzlülük var. Şeriatçının “sapık” kafası, aslında kadın mahremiyetini ayaklar altına alıyor, cinsellik sömürüsünün en alasını yapıyor.

Namus ticareti yapıyorlar...

“Gizli Kamera” Terör Örgütü

Ergenekon soruşturmasında tutuklanan Erzincan eski Başsavcısı Cihaner mahkemede güzel bir açıklama yapmış: “Bu örgütün ismi GTTÖ’dür.” Yani Gizli Tanık Terör Örgütü...

Doğru demiş...

Sadece gizli tanık ifadeleriyle oluşturulmuş iddianamelerle yüzlerce kişi gözaltına alındı, onlarcası tutuklandı bu ülkede...

Gelelim Baykal’ın görüntülerine...

Görüntüleri yayınlayan site metacafe diye bir internet sitesi... Yabancı bir video paylaşım sitesi.

Bu siteyi Ergenekon tertibi sırasında emekli orgenerallerin, Genel Kurmay Başkanı Başbuğ’un, GATA Komutanının ve pek çok başka önemli ismin telefon konuşmalarını yayınlamasından hatırlayacaksınız...

İşte Türkiye’de siyasetin ne hallere düştüğünün güzel bir göstergesi...

Emekli ordu komutanını tutuklatmak mı istiyorsunuz? Kaydedin telefon konuşmasını, yükleyin metacafe’ye...

Baykal’ı tasfiye etmek mi istiyorsunuz? Görüntüleri gönderin metacafe’ye...

İşte Türkiye’de siyaset kurumu bu derece yozlaşmıştır. Artık fikirler, politikalar, sorunlar, çözümler değil, kim telefonda kime ne dedi, kim kimin karısıyla beraber oldu, kim kiminle konuşurken kime küfretti... Bunlar konuşuluyor...

Bugün Baykal’ın gizli görüntülerini yayınlamaktan çekinmeyen bu “siyaset kurumu” emin olun yarın da aynısını Tayyip için yapacaktır...

Kameranın ardında ABD var!

Gizli kameralar ve telefon dinlemeleri bütün siyasetçiler üzerinde “Demokles’in kılıcı”na dönüşmüştür.

Ey Siyasetçiler!

Sadece telefonlarının dinlenmesiyle sınırlı bir izlenme içinde olmadığının farkına varın artık!

Artık her hareketiniz izleniyor, yatak odanız bile kameraya alınıyor!

Üstünüz çizilirse, kontrolden çıkarsanız, işte bu kayıtlar devreye girecektir!

Peki kim bu üstünüzü çizecek olan?

Baykal’ın yatak odasına, Genelkurmay Başkanı’nın karargahına, GATA komutanının odasına kim girebilir?

Metacafe’de hatırlarsanız Dağlıca baskınının uydu görüntüleri de yayınlanmıştı. Kimin uydularıyla çekilebilir o görüntüler?

Gayet açık değil mi?

Baykal’ın ortaya çıkan bu görüntüleri, aslında yaklaşan seçimler öncesinde bütün Türk siyasetçilerine ABD’nin gözdağıdır.

Artık siyasetçiler, ABD’nin Kürt devleti planına ve Ermeni meselesiyle ilgili görüşlerine karşı çıkacakları zaman Baykal’ınkine benzer görüntülerinin yayınlanabileceğinin bilincinde hareket edecektir. Önümüzdeki bir yıl içerisinde yalnızca CHP’nin değil, MHP’

sinden Sarıgül hareketine, AKP’sinden DP’sine bütün partilerin çok daha Amerikancı, çok daha işbirlikçi ve ABD’ye karşı çok daha bağımlı hale geleceklerini hep beraber göreceğiz.

Buna direnecek olanları da metacafe’de izleyeceğiz...

Namus timsali kesilen “sağ”ın namussuzluğu...

İşin ilginci, “sağ”ın bir anda namus timsali kesilmesiydi. Çıplak görüntüleri yayınlamaktan çekinmeyen Şeriatçı basın bir yandan da “Baytok’u Baykal’ı kocası pazarlıyordu” propagandasına başladı.

Amaç ortada: Kadınıyla erkeğiyle, kocasıyla karısıyla, genel başkanıyla milletvekiliyle bütün “Sol” ahlaksızdır izlenimi yaratmak...

“Solcular da hep böyledir kardeşim” diyenlere Şener Şen’in filmini hatırlatırız: “Namussuzmuş Namuslu...”

Çok geriye gitmeye gerek yok. Çok uzağa da... Baykal’ın görüntülerini yayınlayan Vakit gazetesine bakalım mesela. Yazarları Hüseyin Üzmez’in sübyancılığını hatırlayın...

Üstelik o dönem, bütün Şeriatçı yazarlar bu olayı ya görmezden gelmiş ya da Üzmez’in arkasında durmuştu...

Ve bugün Baytok’u kocasının pazarladığını öne sürenler, Üzmez’in sarkıntılık ettiği kız çocuğunu bizzat annesiyle pazarlık yaparak ikna ettiğinden hiç bahsetmemişlerdi.

Yani bugün namus timsali kesilen “sağ” söz konusu Üzmez olunca, üstelik olay tam bir sübyancılıkken, sus pus olmuşlardı.

Menderes karısını kaç kez aldatmıştı?

Bugünlerde Şeriatçı gazetelerin birinci sayfalarını Baykal haberleri süslüyor. En arka sayfalarında ise bir ilan: 14 Mayısın yani DP’nin iktidara gelmesinin yıldönümü şerefine verilmiş. “Demokrasinin Yıldızları” başlığı altında Menderes, Özal ve Tayyip’in resimleri...

Öyleyse namus timsali kesilen Şeriatçılara sormak hakkımız: Bugün baş tacı ettiğiniz Menderes de çapkınlıklarıyla ünlü biri değil miydi?

Üstelik bütün Ankara’nın gözü önünde yaşanan ilişkilerdi bunlar. Menderes örneğin dönemin ünlü opera sanatçısı Ayhan Aydan’la yıllarca birlikte olmuştu. Hatta bu konu 27 Mayıs sonrası Yassıada’daki mahkemelerde de gündeme gelmiş, hem Menderes hem de Aydan tarafından kabul edilmişti...

Ankara bu ilişkinin dedikodularıyla çalkalanmaya başlayınca Menderes’in isteğiyle Aydan eşinden boşanmıştı. Ancak Adnan Menderes’in eşi Berrin hanımla evliliği devam etmişti! Üstelik Ayhan Aydan’la ilişkisinden gayrimeşru bir çocuk da doğmuştu...

İşin çok daha vahimi, bu meselenin Yassıada mahkemelerinde gündeme gelmesi yıllardır sağcılar tarafından eleştirilir durur. “Bebek Davası” olarak bilinen bu meseleyi yıllardır 27 Mayıs hukukunun hafifliğinin, zayıflığının ve saçmalığının kanıtı olarak gösterirler...

Baytok’un eşini karısını pazarlamakla suçlayan sağcılar Menderes’in metreslerinden Suzan Sözen’in şu açıklamasını bilmiyor mu sanıyorsunuz:

“Menderes geleceği vakit, kocam hasta dahi olsa evden çıkardı. Pencerede parolamız vardı. Kocam başvekilin gittiğini anlar, dönerdi.”

En büyük namussuzluk vatan satıcılığıdır...

Kimse Baykal için ah edip vah edip inlemesin.
Çünkü Baykal’ın asıl büyük ihaneti Derviş’leri partiye alması, CHP’yi Kılıçdaroğlu ekibine teslim etmesi, AKP’ye layıkıyla muhalefet etmemesi ve çar­şaflı kadınlara Altı Ok rozeti takmasıdır.
Olcay Baykal, Deniz Baykal’ın ihanetini bir kadın olarak affeder mi bilmiyoruz. Bu kendi aralarında halledecekleri bir şey. Ama çarşaflı kadınlara CHP rozeti takarak çarşafı meşrulaştıran Baykal bütün Türk kadınlarına ihanet etmiştir. İşte bunun unutulacağını sanmıyoruz. Baykal belki eşini ikna eder. Ama Türk kadınını ikna etmesi çok zor... Güle güle Baykal... Eşine ihanet ettiğin için değil, Atatürk’e ihanet ettiğin için kaybettin koltuğunu...
Bak seni koruyacak, kurtaracak tek bir Atatürkçü var mı? Güle güle...

Menderes gibi sağcıların bu tür çapkınlıkları Sol için hiçir zaman önemli olmadı.

Çünkü en büyük namussuzluk vatanı satmaktır!

Vatanı satarsanız, bundan milyonlarca Türk insanı etkilenir.

Sol da meseleye bu şekilde bakar zaten.

Bu açıdan bugünlerde “sol” karşı namus timsali kesilen sağa asıl Menderes gibi “ahlaksız” geleneklerini değil, “namussuz” yani Türk insanının en büyük namusu olan vatan toprağını satan geleneklerini hatırlatmak gerekir.

Örneğin, vatanı İngilizlere satan, Kuvayı Milliye’ye karşı çıkan, Mustafa Kemal hakkında idam fermanı çıkartan ve Kurtuluş Savaşı başarıya ulaşınca utanmadan İngiliz zırhlısına binip Malta’ya kaçan Vahdettin...

Kore’de Amerikan çıkarları için binlerce Türk gencinin ölümüne neden olan, onlarca Amerikan üssü açan, ABD’yle pek çok gizli ikili anlaşma yapan Menderes...

60’lı yıllarda Türkiye’nin ABD’nin yarı-sömürgesi haline gelmesini sağlayan Demirel...

12 Eylül’le birlikte Türkiye’de solculuğu, demokratlığı silindir gibi ezen, Şeriatçılığın ve Kürtçülüğün önünü açan, ülkeyi ABD’ye daha da bağımlı hale getiren, Türk ekonomisini yabancı tekellere pazarlayan 24 Ocak kararlarının uygulanmasını sağlayan Evren...

12 Eylül’ün açtığı yolu devam ettiren, özelleştirmelerle Türk ekonomisini felce uğratan, Türk lirasını mahveden, Kürt devletinin ortaya çıkmasına sessiz kalan hatta Türkiye’de federasyon tartışmasını ilk başlatan Özal...

Ve...

ABD’nin Kürt açılımının ülkemizdeki uygulayıcısı, bitmekte olan PKK’ya hayat öpücüğü veren, Kürt bölücülüğünün azgınlaşmasına göz yuman, Kıbrıs meselesinden Ermeni meselesine Türk Devletinin dış politikadaki temel kırmızı çizgilerini çiğneye çiğneye paspasa döndüren Tayyip...

Bizim için en büyük vatan satıcıları bunlardır.

En büyük namussuzlar da...

Her gelişmeyi izleyen Baykal
en mahrem görüntülerini internetten izlemek zorunda

Bütün bu kaset olayının baş aktörü Baykal’a dönersek, pek de mağdur olmadığını ortaya koymak durumundayız. Bir insanın en mahrem anlarının milyonlarca kişinin önünde paylaşılması tabii ki hoş değil. Ancak Baykal bunun AKP döneminde izlediği bütün o teslimiyetçi çizginin sonucu olduğunu görmesi gerekir.

Baykal 8 yıllık AKP iktidarında hep CHP’nin başındaydı.

AKP’nin gerici uygulamalarına karşı layıkıyla muhalefet yapmadı. İzledi.

AKP’nin ülkeyi adım adım bir faşist diktatörlüğe götürdü. İzledi.

Irak’ta bir Kürt devletinin oluşmasına karşı çıkmadı, hatta bundan faydalanmamız gerektiğini söyledi. İzledi.

Tayyip’in milletvekilliğinin önündeki engelleri kaldırarak başbakan olmasının yolunu açtı. İzledi.

Abdullah Gül’ün cumhurbaşkanlığını “sine-i millete” dönerek engelleme şansı vardı. İzledi.

Adım adım büyüyen PKK terörünü ve Kürt bölücülüğünü izledi.

Kürt bölücülüğüne karşı oluşan milliyetçi tepkiye destek vermedi, izledi.

Obama’nın Türkiye’ye gelip TBMM çatısı altında direktif vermesini içine sindirdi, hatta alkışladı, hatta ve hatta Obama’yla baş başa görüştü. Türkiye’nin Obama tarafından yönetilir hale gelmesini izledi.

Gürsel Tekin-Kemal Kılıçdaroğlu liderliğindeki Kürtçü ekibin CHP’yi kontrol altına almasını izledi.

Şimdi de Türkiye onun en mahrem görüntülerini internetten izliyor...

Olacağı buydu.

Bu kadar gelişmeyi bir muhalefet lideri olarak izlersen, karşı çıkman gereken güçler de senin kasetini servis ediverir böyle...

Bunca yıldır izlemekten başka bir şey yapmazsan, kendi çöküşünü izlemek zorunda kalırsın...

Kendin ettin kendin buldun Deniz Baykal.

Hiç de mağdur değilsin.

Baykal’ın son sözü: Direniş değil ABD’ye ve Fethullah’a teslimiyet

Baykal açısından en vahim gelişme ise istifa açıklamasında gizliydi.

Bu konuşmasında AKP’ye vurdu durdu Baykal. Bir hukuk mücadelesi başlatacağını söyledi. Herkes de inandı bu açıklamalarına.

Halbuki konuşmanın özü tam bir teslimiyetti.

Her şeyden önce böyle bir komplonun ardından istifa etmesi teslimiyetin daniskasıydı.

Ancak çok daha büyük teslimiyet, CHP’yi göz göre göre Kürtçü ekibe teslim etmesidir. CHP Kongresindeki adayını Kılıçdaroğlu olarak açıklamasıdır.

Ve açıklamasında Fethullah Gülen’in suçsuzluğundan bahsetmesidir.

Çok ilginç. 50-60 cümlelik bir açıklama yapıyorsun. Ama bu kısacık açıklamanın bir kısmını Fethullah Gülen’i övmek, ona teşekkür etmek, onu suçsuz ilan etmek için harcıyorsun...

Baykal bunu belki de Fethullahçı basını da karşısına almamak için yaptı. Gerçekten de Fethullahçı yandaş basın pek üstüne gitmedi Baykal’ın. Hatta gizliden gizliye desteklediler, komployu eleştirdiler.

Çünkü mesele CHP tabanını ikna etmekti.

Sıradan bir Zaman okurunun Baykal hakkındaki fikri zaten ortada.

Hürriyet okuyan CHP’li ikna edilmeliydi. Habertürk izleyicilerinin Kılıçdaroğlu hayranı olması sağlanmalıydı. CHP kongresi öncesi Baykal’ın önünü kapanmalı, Kürtçü darbe ekibinin önü açılmalıydı.

Baykal artık AKP’ye karşı mücadele etse ne olur?

Bu komplonun ardında tabii ki AKP de var.

Ama Baykal’ın CHP’nin başından ayrılması AKP’nin değil CHP içindeki Kürtçü darbe ekibinin işine yarar.

Neden mi dersiniz?

Baykal’ın muhalefetinin bugüne kadar AKP’ye bir zararı mı dokunmuş ki, AKP Baykal’ı devirsin!

Baykal’ın en büyük ihaneti eşine değil Kemalizme...

TÜRKSOLU henüz 12. Sayısındayken “ Kemalizme İhanet ” başlığıyla çıkmıştı. 
O dönem Kemal Derviş CHP’ye katılmıştı ve biz bunu Kemalizme İhanet sürecinin son halkası olarak değerlendirmiştik.

İnönü döneminde başlayan CHP içindeki Kemalizme İhanet süreci esas olarak Baykal döneminde hızlandı.

Ve süreç o kadar ilerledi ki Baykal’ı bile devirerek yoluna devam ediyor.

Ve ne acı tesadüf ki Kemalizme İhanet sürecinin son lideri Baykal, eşine ihanet ettiği için koltuğundan oluyor!

Kimse Baykal için ah edip vah edip İnlemesin.

Çünkü Baykal’ın asıl büyük ihaneti Derviş’leri partiye alması, CHP’yi Kılıçdaroğlu ekibine teslim etmesi, AKP’ye layıkıyla muhalefet etmemesi ve çarşaflı kadınlara Altı Ok rozeti takmasıdır.
Olcay Baykal, Deniz Baykal’ın ihanetini bir kadın olarak affeder mi bilmiyoruz. Bu kendi aralarında halledecekleri bir şey.

Ama çarşaflı kadınlara CHP rozeti takarak çarşafı meşrulaştıran Baykal bütün Türk kadınına ihanet etmiştir.

İşte bunun unutulacağını sanmıyoruz.

Baykal belki eşini ikna eder. Ama Türk kadınını ikna etmesi çok zor...

Güle güle Baykal...

Atatürk’e ihanet ettiğin için kaybettin koltuğunu...

Bak seni koruyacak, kurtaracak tek bir Atatürkçü var mı?

Güle güle...

Kaynak:turksolu.org

İNADINA BAYKAL
İNADINA SOL

http://www.guncelmeydan.com/pano/baykal-in-asil-ihaneti-ataturk-e-t25401.html#p137038

***

ABD ile Makas Açılıyor

ABD ile Makas Açılıyor


Sami Kohen
skohen@milliyet.com.tr
26 Ocak 2018


   Bir umut vardı: Cumhur-başkanı Erdoğan ile ABD Başkanı Trump’ın telefon görüşmesinde, özellikle “Zeytin Dalı” operasyonundan sonra iki ülkenin Suriye politikalarında ortaya çıkan anlaşmazlık giderilecek ve karşılıklı pozisyonlar yakınlaştırılacaktı...

Bu olmadı. Aksine, görüş ayrılıkları daha belirgin hale geldi; yani makas daha da açıldı...

O kadar ki görüşme konusunda Ankara’da ve Washington’da yapılan yazılı açıklamalarda bile bir uyum sağlanamadı... Beyaz Saray’ın versiyonundaki bazı ifadeler Cumhurbaşkanlığı Külliyesi tarafından yalanlandı!

Bu da Suriye ile ilgili son gelişmelerin Ankara ile Washington arasındaki uçurumun daha da derinleşmiş olduğunu
açıkça ortaya koydu.

Zıt pozisyonlar

Görüşmeyle ilgili açıklamalara ve beyanlara göre, temel konularda karşılıklı pozisyonlar şöyle özetlenebilir:

- Erdoğan, Trump’a “Zeytin Dalı” harekâtının geçerliliğini ve meşruluğunu anlattı, operasyonların YPG terör odaklarını tamamen ortadan kaldırıncaya kadar devam edeceğini belirtti ve ABD’nin bu örgüte sağladığı silah desteğine derhal son vermesini istedi...

- Trump ise TSK’nın Afrin operasyonunun olası olumsuz sonuçlarından endişe duyduğunu söyledi, harekâtın sınırlı tutulmasını, iki tarafın askerlerini karşı karşıya getirecek bir durumun önlenmesini istedi, ABD’ye karşı Türkiye’de yürütülen gerçek dışı ve yıkıcı söylem kampanyasına son verilmesi çağrısında bulundu...

Tehlike çanları

Temel noktalarda çelişen bu pozisyonların pratikte anlamı şudur:

Türkiye Afrin operasyonunu sonuna kadar yürütmek, harekâtı Münbiç’e yöneltmek ve YPG’nin kümelendiği Fırat’ın doğu bölgesine de yaymak kararındadır... Peki, TSK’nın Münbiç’e yönelik bir operasyona girişmesi halinde o bölgeyi koruması altına alan ABD ne yapacak? Türk ve Amerikan askerleri karşı karşıya mı gelecek?

Trump Türkiye’nin bu konuda çok ihtiyatlı olması çağrısında bulundu... Aynı şey, ABD için de söylenebilir...

Kısacası, bu konuda gerçekten iki NATO üyesi arasında ciddi bir çatışma tehlikesi var.

Erdoğan-Trump görüşmesi ne yazık ki bu tehlikeyi bertaraf etmiş değil...

Güven krizi

Ankara’nın Beyaz Saray’ın yazılı açıklamasına gösterdiği tepki öteden beri duyulan güvensizliğin artarak devam ettiğini gösteriyor.

Bu güven bunalımında Trump’ın daha önce verdiği sözlerin yerine getirilmemesinin geniş payı var. Bunun bir nedeni de kuşkusuz ABD yönetiminin çok başlı olmasının yarattığı karmaşadır. Telefonda konuşulanlarla yazılı açıklama metnindeki ifadelerin farklı olması da bu karışıklığın sonucudur.

Bu güvensizlik ortamında ABD Dışişleri Bakanı Tillerson’un ortaya attığı 30 km derinliğindeki “güvenli hat” fikrinin amacı ve geçerliliği de tartışılıyor.

Bu “hat” kimlerin kontrolünde olacak? Nereleri kapsayacak? PYD’nin “hat” içindeki ve dışındaki varlığı ne olacak?.. Bütün bunlar etraflıca müzakere
edilecek konular.

Aslında bu Türkiye ile ABD arasında yeni bir işbirliği alanı da olabilir. Tabii önce karşılıklı güven kurulursa...


https://www.milliyet.com.tr/yazarlar/sami-kohen/abd-ile-makas-aciliyor-2598063

***

Cumhuriyette Birleşmek,

Cumhuriyette Birleşmek, 

Atatürk’te Birleşmek ve Cumhuriyet’e sahip çıkmak

İsmail Hakkı Pekin
06 Mart 2014 02:07


Gelecek için umut ışıkları saçan, ne yaptığını ve ne istediğini bilen mücadeleci aydınların halka öncülük ettiği bir ülke olmayı denedik mi? Bir zamanlar böylesine idealler için yola çıkan gençlerimizi aydınlarımızı hain ve devlet düşmanı diye diye vurduk, idam ettik, zindanlarda çürüttük ya da yurt dışına kaçırttık. Yıllar sonra da yüzümüz kızarmadan ülkenin nasıl kurtarıldığını bir marifetmiş gibi anlattık. Arkasından da bu mücadeleyi yapan gençlerimizi, aydınlarımızı romantik olmakla, hatta solcu olmamakla itham ettik. Hem de bu ithamlar, söz konusu mücadeleyi yürütenlerin yol arkadaşlarından geldi, üstelik acımasızca. Halkı, gençliği, üniversiteleri ve aydınları korkutan, sindiren, onları kendi kabukları içine çekilmeye zorlayan uzun bir dönem sonunda zaten bu günkü duruma gelmemiz kaçınılmazdı.

‘Enerjimizi boşa harcamak’

Eli kalem tutan, ağzı laf yapan herkesin söylediği gibi 12 Mart 1971 ve 12 Eylül 1980 lerin yol açtığı, adeta taşlarını döşediği karanlık bir dönem sonunda, Kasım 2002 deki seçimle birlikte ülkenin rejimini geri dönülmez bir şekilde değiştirmeye ve siyasi islamı yerleştirmeye çalışan 11 yıllık AKP iktidarı ile geldiğimiz noktada, yeni alternatifler ve çözümler üretecek yerde enerjimizi geçmişi sorgulamak ve birbirimizi kötülemekle harcıyoruz. Kalemini oynatan ya da ağzını açan herkes geçmişi, geçmişte olanların suçlularını, kendilerinin o zaman söylediklerinin nasıl doğru çıktığını, haklılıklarını hikaye ediyor. Bir kısmı ise hiç umursamaz görünüyor olup bitenler karşısında. Bazıları ise sadece daha iyi ve kolay yaşamanın veya lüksü elde etmenin yolunu bulmuş ve yeni döneme uyum sağlamış, yeni patronlarına biat etmeyi kendilerine münasip görmüşler.

Anıtkabir’de milyonlar ya da Cemaat’le işbirliği

Ülkenin rejimi değiştiriliyormuş, ülkenin üniter yapısı ortadan kaldırılıyormuş, Kıbrıs’taki, Egedeki ve diğer denizlerdek hak ve menfaatlerimiz başkalarına peşkeş çekiliyormuş, TSK ve ülkenin milli kurumları belini doğrultamayacak hale getirilmiş, ülke ABD ve AB’ nin güdümüne girmiş ve bağımsız hareket edemez hale gelmiş, bunları bir avuç yurtseverin dışında umursayan var mı? Bazen ümitleniyorum. Haziran direnişinde, Milli Merkez çalışmalarında ve 10 Kasım 2013’de milyonların Anıtkabir’i ziyaretlerinde olduğu gibi. İnsanlarımız Cumhuriyeti, onun temel niteliklerini ve milli güçleri, ülkenin bağımsızlığını sahipleniyorlar, sömürülmeye, haksızlık ve adaletsizliğe, yoksulluk ve yolsuzluğa karşı çıkıyorlar diye. Sonrasında cemaat- AKP çatışmasını fırsat bilerek, Cemaatle işbirliği yapanları, daha çok oy almak ya da daha çok belediye başkanlığı kazanmak için cemaate kucak açanları görünce kırılıyor ümitlerim. Cumhuriyet ortadan kaldırılıyor ama herkes kendisinin toplayacağı parsa peşinde. Cumhuriyet rejimi geri dönülmeyecek bir şekilde dönüştürüldükten ve bunu hedef alanlarla işbirliği yaptıktan sonra bütün belediye başkanlıklarını alsanız neye yarar. Ülkenin bölünmesini veya bölünme yoluna girmesini önleyemeyecekseniz iktidar olsanız ne yazar. Ülkenin bir iç savaşa gitmesini önleyemeyecekseniz oy oranınızı artırsanız ne olacak. Aydınlarımızın, aydın dediklerimizin, kendisini Atatürkçü, Kemalist, demokrat, liberal, solcu diye adlandıranların kısır döngüsü, sen haklısın, ben haklıyım ya da ben doğruyum çekişmesi devam ediyor. Cumhuriyet tarihe karışıyormuş ne gam. Nasıl olsa yıllar sonra birileri hataları birilerine yükler. Tabii konuşturup yazdırırlarsa.

Birliği sağlamanın ve kaostan çıkmanın fırsatı

Hala geçmişe saplanıp onu bunu suçlamaya devam mı edeceğiz? Yoksa asgari müştereklerde birleşip topluma yeni alternatifler mi sunacağız. Tabii geçmişin, geçmişteki hataların sorgulaması, eleştirisi yapılmalıdır. Ama bunu yapmak için zaman ve ortam uygun mudur? Çözüm Cemaat ya da AKP ile işbirliği yapmak mıdır? ABD’den icazet almak mıdır? Önümüzde ülkemizin kaderini belirleyecek üç seçim var. Birincisine 24 gün kaldı. Cumhurbaşkanlığı seçimi Ağustos ayında. Genel seçimler 2015 yılında. Cumhuriyeti korumak isteyenler, ülkenin bölünmesine karşı olanlar, bağımsız, demokratik, laik, sosyal bir hukuk devletinden yana olanlar, halkının sömürülmediği ve insanca yaşadığı bir ülkede yaşamayı yeğ tutanlar birleşebildi mi? Özellikle bu seçim ve daha sonrakiler geri dönülmez bir değişimden önceki son çıkış. Birliği sağlamak ve kaostan kaçınmak için belki de son fırsat bu seçimler. Onun bütün yurtseverler Atatürk’te birleşmeli ve Cumhuriyeti korumak için ortaya çıkan bu fırsatı heba etmemelidir. Halkımız milli güçleri iktidara getirmek için Atatürk’te birleşerek Cumhuriyete sahip çıktığını haykırmalıdır. Cumhuriyeti dönüştürmeye çalışanlara, Cumhuriyetçi görünüp ona sahip çıkmayanlara, sadece kendi menfaatleri doğrultusunda hareket edenlere ‘’artık yeter’’ deme zamanı gelmiştir.


https://www.aydinlik.com.tr/ataturkte-birlesmek-ve-cumhuriyete-sahip-cikmak


***

Atatürk İlkeleri ve Anayasa,

Atatürk İlkeleri ve Anayasa,


Atatürk İlkeleri ve Anayasa
Yekta Güngör ÖZDEN, 2007

   Yayılmacı ve sömürgeci dış güçlerle işbirlikçisi Padişah-Halife düzenine karşı müdafaa-i hukuk ruhu ve kuva-yı milliye ateşiyle tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, Türkiye aydınlanmasını amaçlayan Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı kazanan Türkiye Büyük Millet Meclisi Orduları'nın öncülüğünde yalnız teokratik monarşi yıkılmamış, Türk Ulusu'nun yaradılışına, yapısına ve ırasına en uygun yönetim biçimi olan cumhuriyet kurulmuştur. Hukuk yolları izlenerek gerçekleştirilen, isyanları, ihanetleri, yoksunlukları göğüsleyerek yoktan varolma sayılan ölüm-kalım savaşı, bağımsızlık ülküsünün tarihsel yansımasının en yenisidir. Mustafa Kemal Atatürk ve arkadaşlarının Türk Mucizesi olarak adlandırılan örnek başarıları tutsak ulusları yüreklendirmiş, 20. yüzyılın aydınlık koşusu hızlanmıştır.

Atatürk, evrensel ilkeleri ulusallaştırarak Türkiye'mizin çağdaşlık ve uygarlık yolunda ilerlemesini sağlayacak tüm atılımları başlatmış, evrelerini ve aşamalarını izlemiş, askerlikten siyasete, eğitimden ekonomiye, sanattan spora her alanda akıl ve bilimin gereklerini edinmemiz için uğraş vermiştir. Değişik konulardaki özdeyiş nitelikli sözleri bizi yarınlara çıkaracak yolların ışığıdır. Yeniden yapılanmanın kapsamlı çabaları, Atatürk'ün yeteneğine, bilgisine ve istencine dayanmakta, ondan kaynaklanmaktadır. Alınan olumlu sonuçlar Türkiye'nin saygınlığını ve onurunu artıran kazanımlardır. Atatürk hiçbir ürünü, kazanımı kendine maletmediğinden gerçekleştirilen atılımlarının hepsine Türk Devrimi denilmektedir. Temeli, Atatürk'ün düşünce ve öngörüleri dizini olan Atatürk ilkeleridir. Her alanda Türkiye'yi Türkiye yapan, kendi kendini yenileyen, Türkiye'ye özgü yaşamsal ilkelerdir. Kurtuluş ve Kurtuluş felsefesini, sonsuza değin bağımsız yaşama tutkusunu yansıtan ilkeler birer insanlık açılımıdır. Ulusal varlığımızın en güçlü, en sağlıklı dayanağı olduğundan köktendinciler, ayrılıkçılar, bölücü ve yıkıcılarla yeni Sevr'ciler, numaracı cumhuriyetçiler tarafından yıkılmak istenmektedir. Atatürk ilkeleri yalnız CHP'nin simgesi altıok'la sınırlı değildir. Atatürk'ün ulus ve ülke yararına düşüncelerini açıklayan sözleri, buyrukları, öngörüleri hepsi birer altın oktur. 20. 1. 1921 günlü, 85 no.lu TBMM Anayasası'nda 29. 10.1923 günlü, 364 no.lu Yasa değişikliğiyle cumhuriyeti ilan ettikten sonra 20.4.1924 günlü, 491 no.lu ilk Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nı kazandıran Atatürk'ün aramızdan ayrılmasından önce 5.2.1937 günlü, 3115 no.lu Yasa ile gerçekleştirdiği Anayasa değişikliğinde 2. maddeye alınan cumhuriyetçi, milliyetçi, halkçı, devletçi, lâik ve devrimci ilkeleriyle devlet dilinin Türkçe olduğu vurgulanması çağ değiştiren ülkemizin çağdaş uygarlık düzeyi üstüne çıkma ereğinin somutlaşması olmuştur. Günümüz Anayasası'nın 81. ve 103. maddelerindeki andlarda geçen "..Atatürk ilke ve inkılâplarına.." deyişinin "Türk Devrimi ve Atatürk ilkelerine.." olması gerekir.

Türkiye Cumhuriyeti Atatürk'ün cumhuriyetidir. Atatürk cumhuriyetidir. Yurdu kurtarıp devleti kuran en büyük Türk'ün duygu ve düşünceleriyle kuruluş belgesinin yazılmış bulunması, O'nun ilkelerini yaşama geçirmeye çalışması, O'nun sözlerine yollama yapması çok doğal, hattâ zorunludur. İsmet İnönü'nün 21 Kasım 1938 günlü Ulus'a Beyannamesi'nde açıkladığı .. "İnsanlık idealinin âşık ve mümtaz siması eşsiz kahraman Atatürk.."le hepimizin övünmekte, kıvanç ve onur duymaktayız. Atatürk'ün insanlık, yurttaşlık, bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik, lâiklik, devrimcilik, cumhuriyetçilik, milliyetçilik, halkçılık, devletçilik, dostluk, bilimsellik, sanatseverlik, adalet, ahlâk, eğitim vd. hangi ilkesinin kime, ne zararı olmuştur. İlkelere uyulsaydı, ilkeler gerektiği biçimde uygulansaydı şimdi çektiğimiz sıkıntıların çoğunu yaşamazdık. Hukuk devletini, demokrasiyi amaçlayan cumhuriyeti kötü yönetimle yakınılır duruma düşürmüşlerse, hukuk devletini hukusuzların ortamı yapmışlarsa, halkçı devleti amaçlayan devletçiliği devletçi halk biçiminde uygulayıp günün koşullarına göre yenilememişlerse, öbür ilkelerini de yozlaştırmış, soyutlaştırmış, sömürmüş ya da kötüye kullanmışlarsa Atatürk'ün ve ilkelerinin ne kusuru vardır?

Atatürk ilkeleri, Türk Devrimi'nin açılım yollarıdır. En büyük Türk Devrimi olarak nitelediği cumhuriyetin temelini Türk kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olarak açıkladığı 29 Ekim 1933 Söylevi O'nun soylu ve örnek yaklaşımlarının güzel anlatımlarından biridir. Atatürk bizim için bağımsızlık, özgürlük, egemenlik, aydınlanma, insanlık, dostluk, kardeşlik, barış, ahlâk, adalet yüceliş ve yükseliş demektir. O bizim her şeyimizdir. Türkiyemizin doğal ve tarihsel tüm varlıklarının ve değerlerinin özeti ve simgesi, Türkiye'mizle özdeşleşerek kurumlaşan ilkeler anıtıdır. Türkiye Atatürk'tür, Atatürk Türkiye'dir.

İlkelerinin devletin temelini oluşturması Anayasa'da anılmasını gerekli ve yararlı kılmaktadır Anayasa, ulusal yaşam andıdır. Devletin kuruluş belgesidir. Kurucusunun ve ilkelerinin anılmasının hiçbir sakıncası bulunmadığı gibi Anayasa'yı bu ilkelerden arındırıp her tür sakıncalı girişime açık koyacak boşluklara yer vermenin de hiçbir bilimsel dayanağı yoktur. Kaldıki, değiştirilmesi önerilemez ilk üç madde bulunmakta, milletvekili ve cumhurbaşkanı andları ile 58,68/4,134 ve 174. maddeler TBMM'nin yetki alanında kalmaktadır. Anayasa'nın ruhu, doğrultusu-amacı önemlidir. Milletvekili andındaki açıklığa karşın lâikliğe karşı verilen kavga dincilerin ne ölçüde içtenlikli olduklarının (!) kanıtıdır. Ulusal hukukun kaynağı olan Anayasa, öbür hukuk metinlerine göre ulusal yapıyı daha özel, daha belirgin biçimde somutlaştırmaya çalışır, nitelendirir ve yaşama geçmesini öngörür. Bunca olumsuz belirtilere karşın lâik rejime yönelik tehlikeye "vehim (kuruntu)" diyen iktidar şakşakçıları, karışık ve karanlık kimseler var. "Atatürk ilkelerinin içeriği hukuken belirsiz, ideolojik tutuma elverişli" diyecek ölçüde bu konuda bilgisizliği ve saptırma amacı sırıtan eski hükümlüler, milliyetçilikle ırkçılığı birbirine karıştıranlar var. İlke kurallarla yaşama geçirilir, hukuksal içerik verilir. İdeoloji bağımsız ve özgür Türkiye'dir. Neresi sakıncalı ki dogma sanıp kötülüyorlar? Tümüyle benimsenip özümsense kimse bize erişemezdi. Atatürk ilkeleri, Anayasa'yı görkemli kılmaktadır. Anayasa'nın ruhudur. Kanımca Atatürk ilkeleri en iyi Anayasa'dır. Elbet devletin lâiklik, demokratlık, sosyal adalet gibi ideolojileri, ilkesi olur. Siyasal partiler devleti yönetme yarışına katılan kuruluşlardır. Devletin ideolojisini onlar saptamazlar, saptanmış devlet ideolojisini gerçekleştirmeye, daha gerçekçi, daha yararlı kılmaya çalışırlar. Anayasa'yı daha anlamlı, daha güçlü kılan ilkeleri korumak her yurttaşın görevidir. Anayasa'nın 174. maddesindeki sekiz Devrim Yasası'nı anımsamak yeter.

Atatürk'ün benimsediği çağdaş milliyetçilik anlayışına yollama yapan Anayasa'nın Başlangıç'ında Atatürk ilkelerinin içerikleri ad verilmeden anılmaktadır. Öncelikle belirtmek gerekir ki ümmet toplumundan ulus düzeyine, padişah kulu-kölesi olmaktan devletin sahibi yurttaşlığa yükselmeyi Atatürk'e borçluyuz. Ulus yapısı Atatürk'ün önde gelen ilkelerinden biridir. Ulusal egemenlik de böyledir. Atatürk'ün ulusal egemenliğe verdiği önemi bilmemek aymazlıktır. Atatürk ilkelerinin içeriklerini ayrıntılı biçimde açıklayan, değerlerine değinen yüzlerce yazı ve kitap vardır. Bunları anlamamak ya da anlamazlıktan gelmek, ilkelere karşı olmak kimseye bir şey kazandırmaz, yitirtir. Devrimlerin, uygarlığın, lâikliğin, ülke tümlüğünün, ulus birliğinin ödünsüz korunmasının kime zararı vardır? Günümüzde çok şey bozuldu. Demokrasi, demokrasi sömürüsüyle bitiriliyor. Şeriatçı-tarikatlara hizmet eden nitelikli adam olur mu ki bilim adamı olsun? Milletvekili ya da Bakan olmak için siyasete atılıp liderine yaranma, yanaşma çabasına düşen, geçmişine ihanet eden, ikiyüzlü, dönek, niteliksiz ve kişiliksiz çok kimseye rastlanmıştır. Küçülmeye, aşağılanmaya katlananlar, kullanılmayı ve onursuzluğu içlerine sindirenler her zaman çıkabilir. Hezeyan, terane, saçma sayılacak konuşmaları demokrasi ve bilimsellik savıyla destekleyen yandaşları her katta olabilir. Bizim ayrım gözetmememize karşın kendilerini "azınlık"tan saydırmaya çalışanlar kargaşayı kışkırtıp yaygınlaştırmak, devletin tekliğini yıkmak isteyebilir. Her durumda Atatürk ilkeleri esin kaynağı sayılacaktır. Atatürk'ün Büyük Söylevi, özellikle Gençliğe Seslenişi, Bursa Konuşması

unutulacak mıdır? Bunlar anayasa değerinde değil midir? 1924'ün renksiz Anayasası'nda Türk Milleti (2), Türkiye Cumhuriyeti (1), Türk-Türkler (16), Türk Devleti (1), Türk Cumhuriyeti (1), Türkçe (2) yazılıdır. Devlet kurucusu sağ ve varlığı güvence sayıldığından o zaman ilkelerin tümünün geçmesi gereksizdi. Kaldıki 1924'den sonraki yıllarda açıklanan ve uygulanan ilkeler günümüzdeki ölçüde belirgin değildi.

1923 Anayasası'nın 1. maddesinin ikinci tümcesinde "Türkiye Devletinin Hükûmet biçimi Cumhuriyettir" denilmektedir.

1924 Anayasası'nın 1. maddesi "Türkiye Devleti bir Cumhuriyettir" biçimindedir. Yukarda ayraç içinde belirtilen sayılarda yer verdiği kavramların hepsi cumhuriyetin kazanımlarıdır. 1937 Anayasa değişikliyle 2. maddede yer alan Atatürk ilkeleri dışındaki yapılanma, kurumlaşma, hepsi Atatürk ve arkadaşlarının katkılarıdır.

1961 Anayasası'nın Başlangıç'ından "Türk Milliyetçiliğinden hız ve ilham alarak" (Prgf.3), "Yurtta Sulh Cihanda Sulh ilkesi" ve Millî Mücadele ruhu", "..millet egemenliği.." deyişleri, "Atatürk Devrimlerine bağlılığın tam şuuruna sahip olarak.." deyişleri yanında günümüz Anayasası'nın aynı 1. ve 3. maddesiyle daha kısa 2. maddesi bulunmaktaydı. 1924 Anayasası'nın 102. maddesinin dördüncü fıkrasında 1. maddedeki cumhuriyet biçiminin değiştirilmesinin önerilmesinin yasaklanması gibi 1961 Anayasası'nın 9. maddesi de aynı yasağı benimsemiştir.

1982 Anayasası'nın değiştirilen Başlangıç'ında " Türkiye Cumhuriyetinin kurucusu, ölümsüz önder ve eşsiz kahraman Atatürk'ün belirlediği milliyetçilik anlayışı ve O'nun inkılâp ve ilkeleri doğrultusunda" (Prgf. 1), "..çağdaş medeniyet düzeyine ulaşma azmi yönünde" (Prgf.2), "..egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu.." (Prgf.3), "..Atatürk milliyetçiliği, ilke ve inkılâpları ve medeniyetçiliğinin.." (Prgf.5), "..Yurtta sulh, cihanda sulh arzu ve inancı.." (Prgf.7) açıklıkları yanında 2. maddesinde "..Atatürk milliyetçiliğine bağlı.." sözleri bulunmaktadır. Anayasa'nın 3. maddesi Atatürk özlemlerini ve gerçeklerini sıralamakta, ayrıca 42/3., 58., 68/4., 81., 103., 134. ve 174. maddelerde Atatürk adıyla birlikte kimi ilkeleri, önem verdiği Devrim Yasaları yer almaktadır.

Anayasa'nın 4. maddesi, 1. maddesindeki cumhuriyet biçiminin, 2. maddesindeki cumhuriyetin niteliklerinin, 3. maddesindeki olguların değiştirilmesinin önerilmesini bile yasakladığına göre Başlangıç ile yukarda belirttiğimiz maddelerde, özellikle 174. maddede yapılacak değişiklikle amaçlanan daha çok hukuksallık değil, daha çok hukuk dışılığa kapı açmaktır. Bugün yürürlükteki kurallara karşın olanlar ortada iken bunlar kaldırılınca olanları kestirmek için kâhin olmak gerekmez. Kimileri de "Acelesi ne?" diyor. Demekki zamanla büsbütün kaldırmaya kararlılar. Siyasal göstericiler sahnede. Kimlerle hazırlık yapıldığı bilinmekte, hepsi tanınmaktadır. Siyasal yandaşlara değil, gerçek anayasa hukukçularına yepyeni bir Anayasa hazırlatmak varken "Gelenin gideni aratması" sözünü anımsatırcasına bugün beğenilmeyen Anayasa'yı da aratacak yeni kurallara kimse katlanamaz. Çoğunluk her şey, herşeye yetkili demek değildir. Anayasa iktidarın değil, yalnız TBMM'nin değil, tüm ulusun malıdır. Şimdi yapılan açıklamalara, hazırlık çalışmalarına kimlerin destek verdiğine bakınca ürpermemek olanaksız. Nabza göre şerbet veren, parayı verene ve aldığı paraya göre düşünce yazıp rapor düzenleyen, işsahibinin beğenisini kazanmak için onu okşayacak biçimde konuşup dilekçeler hazırlayan, liderine yaranmak ve yerini pekiştirmek için kişiliğini gölgeleyip meslek onurunu hiçe sayan çok kimse görülmüştür. Atatürk, Türkiye Cumhuriyeti Anayasası'nın rengi, hem de en güzel rengidir. O ve ilkeleri olmasa Anayasa'nın kupkuru bir projeden, ruhsuz bir metinden ayrı yanı olamazdı. Bilgiçlik taslayarak, bilimsellikten sözederek, daha iyi olacağını yineleyerek Atatürksüz Anayasa önermek, Atatürk'ü unutturmanın, Atatürk karşıtlığını egemen kılmanın, Türkiye'yi dinci karanlıklara sürüklemenin yollarından biridir. Yapılanları, olanları gözetmek bu kanının doğruluğunu göstermeye yeter. Ulusal onurun simgesi Anayasa bir partinin yaz-boz tahtası olamaz.

1961 Anayasası'nın kötü bir kopyası durumundaki 1982 Anayasası'nın en anlamlı, en uygun kuralları Atatürk'ün adının geçtiği, Atatürk ilkelerine yollama yapılan kurallarla Atatürk'ün yazdığı ve yazdırdığı önceki anayasalardan alınan kurumlardır.

Yeni bir Anayasa taslağı hazırlamak üzere Türkiye Barolar Birliği'nin çağrısı üzerine katıldığım anayasa hukukçuları kurulunda 2000-2001 yıllarında bir-iki kez rastladığım Zafer Üskül'ün yeni söylemlerini siyasal nedenlerle yaptığı açık. Barolar Birliği adına hazırlanan taslağın Başlangıç bölümüyle Anayasa Mahkemesi'ne ilişkin kurallarını ben yazdım. Ankara toplantısında kabûl edilen Anayasa Mahkemesi'ne ilişkin kuralları benim katılmadığım İzmir toplantısında metinden çıkarıp Kaboğlu'nun yazdığı kuralları aldıklarını Birlik Başkanı'nın taslağı kamuoyuna sunan basın toplantısında öğrenince hemen karşı çıktım. Ayrıca, o sırada Başkanlığını yaptığım Türk Hukuk Kurumu Yönetim Kurulu kararıyla Türkiye Barolar Birliği'ne taslağın katılmadığımız bölümlerini belirten bir yazı gönderdi. Çoğunluk, günün gereklerine göre salt hukuksal bir düzenleme yapmaya çalıştı. Katılmadığı kurallar nedeniyle profesörlerden biri de taslaktan imzasını çekti. Şimdi siyasal söylemlerle bir tür gösteri yapılıyor. Siyasal amaçlara hukuk araç kılınıyor, üstelik geriye giderek ve gericilere yol açarak. Çoğunu yakından tanıdığım kurul üyeleri karşısında Üskül bugünkü gibi yersiz ve gereksiz bir söyleme kalkışamazdı.

Yekta Güngör ÖZDEN, 2007


***

Hepimiz Sorumluyuz…,

Hepimiz Sorumluyuz…,


Yekta Güngör ÖZDEN,
10 Kasım 2007
Hepimiz Sorumluyuz

69 yıldır 10 Kasım'da "Atatürk'ü Anma Törenleri-Toplantıları" yapılıyor, demeçler veriliyor, iletiler ve yazılar yayımlanıyor. 1953'ten beri Anıtkabir'de saygı duruşunda bulunuluyor. Özel Defter'de (Selanik'te doğduğu evdekine de) duygu ve düşünceler belirtiliyor, radyo-televizyon izlenceleri, fotoğraf sergileri, bilimsel ve sanatsal etkinliklerle yürüyüşler düzenleniyor, Atatürk'ün bize armağan ettiği bayramlarla kimi kazanım, kuruluş, devrim yıl dönümlerindeki çalışmalarda anlatımlarla, vurgulamalarla, film, gazete, dergi ve değişik türdeki kitaplarla tarihsel gerçekler sıralanıyor, şiir, şarkı, oratoryo-senfoniler-gösteriler sunuluyor, gelişmeler açıklanıyor. Sonuç ortada. Müdafaa-i Hukuk ruhu, Kuva-yı Milliye ateşiyle halkının önüne düşen, şeyhülislâmın ölüm fetvasına, halkına "sürü" diyen işbirlikçi padişah-halifenin ölüm fermanına aldırmayan, yoklukları, yoksunlukları, döneklikleri, isyanları, ihanetleri ve tüm güçlükleri göğüsleyerek her alanda tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, uygarlık ve çağdaşlığı amaçlayan ölüm-kalım uğraşı, Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı "Türk Mucizesi" olarak nitelendirilen zaferle taçlandıran Mustafa Kemal'i tanımış ve anlamış olmadığımız için tanıtamadık ve anlatamadık. O'na olan borçlarımızı ödeyemiyoruz.

Mustafa Kemal, yenilmemiş bir komutan olarak istese köşesine çekilip iyi bir emeklilik yaşamı sürdürecekken askerlikten siyasete, eğitimden ekonomiye, sanattan spora her alana el atmış, ileri görüşlülüğüyle her konuda başarılı olmuş, akla, bilgiye, ahlâka, adalete ve eğitime verdiği önemle doğrulanmış,haklı çıkmıştır. Öğrenciliğinden beri ülkemiz için düşünüp öngördüklerini zamanlama ve yaşama geçirme ustalığıyla gerçekleştirmiş, "En büyük Türk Devrimi" dediği bir kültür ve hukuk yapısı olarak, demokrasi erekli cumhuriyetle Türklüğü

Düşmanları Çanakkale Savaşları'nda Marmara'ya gömerek, 9 Eylül 1919'da Akdeniz'e dökerek kutsal toprakların Haçlıların eline geçmesini önlemekle dünyada İslamiyet'e en büyük iyiliği yapan, en kapsamlı yararı dokunan Mustafa Kemal'dir. Türklere Tanrı'nın en anlamlı armağanı ve ödülüdür. Bizim için bağımsızlık, özgürlük, egemenlik, ahlâk, adalet, namus, onur demek olan Mustafa Kemal Atatürk bir kişi değildir. O'nu öğrenim aşamasında dayısının çiftliğinde geçirdiği çocukluk günleriyle, beden yapısıyla, gençlik duygularıyla, şimşek bakışlarıyla, şiir dizeleriyle değil, bir duygu ve düşün kaynağı niteliğiyle, seçkin kişiliğini oluşturan özellikleriyle, yapıcılığıyla anlatıp tanıtmak, doğal, tarihsel ve ulusal varlıklarımızla değerlerimizin özeti ve simgesi olduğunu belirtmek, Türkiye aydınlanmasının kaynağı, Türkiye'yi Türkiye yapan atılımların gücü, Türkiye'mizle özdeşleşerek kanunlaşmış ilkeler anıtı olduğunu vurgulamak gerekiyor.

Kul-köle olan insanımızı, onur ve erdem saydığımız hak ve özgürlükleriyle donatıp nitelikli kişi, birey, yurttaş, ümmet durumundaki toplumumuzu da ulus düzeyine çıkarıp cumhuriyetin-devletin sahibi kılan Mustafa Kemal'in övgüye de, savunmaya da gereksinimi yoktur. Değerini bilmemek bizim kusurumuzdur.

Tarih yapan, evrensel kişiliğiyle örnek alınacak üstünlükleri ulusunun karakterini yansıtan, Büyük Söylevi'nin sonunda, bilimin ve teknolojinin son gereklerine göre kurdukları devleti Türk Gençliği'ne emanet ettiğini söyleyen Mustafa Kemal'e gerçekten saygılı ve bağlı mıyız, içtenlikli izleyicisi miyiz? O'na verdiğimiz sözleri, içtiğimiz antları tutuyor muyuz? O'na yaraşır durumda mıyız? O, "Türkiye Cumhuriyetini kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir" sözüyle hiçbir ayrım, soy ve inanç ayrılığı gözetmeden uluslaşmanın yüceliğini ortaya koymuşken 84 yıl sonra din ve ırk nedeniyle iç savaşın eşiğine gelmemizin nedeni, nedenleri nedir?

Atatürk'ü ulusal günlerde, bayramlarda ve 10 Kasım'da anıyoruz. Ama her gün artan özlemle arıyoruz. 10 Kasım'ları ağlama duvarına çevirmek, bayramları kaldırmak, etkinlikleri bırakmak girişimiyle neredeyse bir günle, bir saatle sınırlandıracak biçimsel anmalarla-yanmalarla ne yapılmak istenmektedir? Bugün yakındığımız durumlara, çözüm aranan iç ve dış sorunlara Atatürk'ü unutmak ve unutturmak çabaları neden olmuştur. Sanki Atatürk ilkeleri uygulanmış da zarar görülmüş gibi karalama, suçlama kampanyaları düzenlenmiştir. Namık Kemal'in şiirlerinde geçmesine karşın konumu belli olmayan vatanı bize kazandıran, Misak-ı Millî uyarınca sınırlarını Lozan'la kesinleştiren, ulusumuzu yok olmaktan, onurumuzu ve namusumuzu çiğnenmekten, camileri kilise ya da sinagog yapılmaktan kurtaran, yaşamımızı kazandıran Mustafa Kemal Atatürk'e uzanan ellere, dillere, kalemlere bakınız. Soros'un, Karen Foog'un çocukları, Bush tasmalılar sahnededir. Avrupa Birliği mızıkacıları, çıkarcılar, büyük kesimi terör aygıtı gibi çalışan medyada kimi köşelere yuvalanmış, kimi ekranlara çöreklenmiş sapkın tetikçilerle, kimileri miskinler tekkesine dönmüş üniversitelere karargâh kurmuş sözde demokrat, sözde ilerici dönekler, bilimi lekeleyen yalancılar, sömürgenler, şeriatçılar, ırkçılar, bölücü-yıkıcılar, teröristler birbirlerine dayanarak yol almaya çalışmaktadırlar. AB'nin dayatmaları, ABD'nin baskıları, ikilemleri, boşa çıkacak aldatma, kandırmaca ve oyalamaları her zamankinden çok Atatürkçü olmamızı, O'nu ödünsüz izlememizi, uyanık kalmamızı, toplumsal barış ve ulusal dayanışmaya önem vermemizi zorunlu kılmaktadır. Yoksa BOP uygulamasında günümüz iktidarının tutumuyla tehlike giderek büyümektedir. Bush, generalimizin sırtını okşayıp "Kuvvetli ordunuz var" diyerek aldatma ve oyalamayı sürdüreceğini sanmakla kendini aldatmıştır. ABD olanların da, olacakların da sorumlusudur. Ama karşısında nasıl durulacağı bilinmiyor. Türkiye Büyük Millet Meclisi kararına onama-olur ister gibi ABD Başkanı'na gidiliyor. Atatürk bir kez bile Başkan olarak yurtdışına gitmedi. Mustafa Kemal ve arkadaşlarının getirdiği doyumsuz aydınlık, dayanılmaz bir karanlığa dönüşme olasılıklarıyla karşı karşıyadır.

Yanlışlık, hatâ ya da bozukluk, bir şeyler var ki lâik Atatürk Cumhuriyeti'nin yönetimine karşıtları geçti. Sonsuza değin bağımsız yaşatmaya ant içilmiş Cumhuriyeti niteliklerinden arındırmak isteyenler güçlendi. Atatürk "inanıyorum o halde varım"dan "Düşünüyorum o halde varım"a getirdi. "Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir" diyerek varlığımızı insancıl, bağımsızlıkçı, gerçek, çağdaş milliyetçilikle dokudu. Avrupa'nın 300 yılda 300 milyon ölü vererek sağladığı, aklın özgürlüğü, devletin dinden bağımsızlığı olan, dinlerin olduğu yerde bulunup olmadığı yerde bulunmayan, demokrasinin kaynağı, siyasal, hukuksal ve ulusal birliğin dayanağı olan lâikliği edindirdi. Çok dilli, çok dinli, çok ırklı, çok hukuklu toplumdan modern ulus yapısına taşıdı. Osmanlı döneminde üç tür okul, beş tür mahkeme, onbeş tür nikâh vardı. İstanbul'da 337 tekke 19 tarikat, ülkeyi kelepçeleyen kapitülâsyonları da anımsarsak nereden nereye geldiğimizi daha iyi anlarız. Ya bugün? Ilımlı İslam özentisiyle lâiklikten uzaklaşıp şirin gösterilmeye çalışılan dinci düzene takiyyelerle yönelmiş durumdayız. Niye böyle oldu? Temeli Türk Kahramanlığı ve yüksek Türk kültürü olan, en büyük siyasal, hukuksal, düşünsel Türk Devrimi Cumhuriyet neden tehlikeli bir dönemeçte? Ve neden yurdumuzun kurtarıcısına, zamanının dünyadaki en önde gelen Cumhuriyetinin kurucusuna saldırılıyor? Cumhuriyetin etkinliğini engelleyen, dinsel ödünler ve siyasal tutarsızlıklarla başarılarını önleyip yakınmalara neden olanlar bırakılıp, altın yılları unutulup Cumhuriyet ve kurucusu niçin karalanıyor? Yaşamımızı, namusumuzu, onurumuzu, varlığımızı, kutsal toprakları, yarınımızı kurtardığı, anamızı-bacımızı, varlıkları, değerlerimizi koruduğu için mi? Bunları yapmakla suç mu işledi? Yıllardır ulusal bir sır olarak sakladığı düşüncelerini gerçekleştirerek tam eşitlikçi yurttaşlar düzeni, tam bir halk demokrasisi olan cumhuriyeti kurup saltanatı ve hilâfeti seçmemesi suç mudur?

Anıtkabir'e gidip saygı duruşunda bulunanlardan kaçı içtenlikli? Hangisinin Atatürk için konuşup yazdıkları gerçek? Hani "Sap gibi durmak"tan, "millet isterse lâikliğin gideceği"nden, "Demokrasinin amaç değil araç olduğu."ndan, "Demokrasi tramvayının istedikleri yerde duracağı."ndan, "minarelerin süngü olduğu."ndan söz edenler? Takkiyecilere inanılır, güvenilir mi? Kimileri hangi yüzle Anıtkabir'e gidiyor? "Şehitler ölmez, vatan bölünmez" sloganları yetmiyor. Her gün şehit veriyoruz, her gün bölme çabaları izleniyor.

10 Kasım'larda aynı salonlarda yanı yüzler, aynı konuşmacılar, giderek artan boşluklar. Bıkkınlık, kanıksama belirtiler azalsa da yeterli, doyurucu ilgi yok. Gençlik yok. Yinelenen görüşler. Aydınların ikiyüzlüleri, önyargılıları, koşullanmışları, çıkarcılar, ayrılıkçılar, bencilleri ve kavgacıları etkinliklerini sürdürme ve artırma çabasıyla dalkavukluk yarışında. Söz çok, eylem yok. Görevden, ödenti vermekten kaçınılıyor. Karşı devrimcilik, kadrolaşma, partizanlık, yolsuzluk, rüşvet, hırsızlık, gereksiz, zararına özelleştirme, yağma, haksızlıkla-adaletsizlik sürüyor, ahlâksızlık yayılıyor, saygısızlık ve ölçüsüzlük üzücü boyutlarda. Türk olduğunu söyleyemeyen, alt-üst kimlik tartışmalarıyla kötülüklerinde direnen yöneticiler var. Oysa ulusal kimliğini inkâr eden yurttaş olamaz. Ümmetçilik ve tarikatçılık her katta, her yerde en geçerli yandaşlık, etiket, anahtar ve kartvizit. Anayasa ve temel yasalar gerçekçi biçimde değişmedikçe partiler demokratik yapıda olmadıkça sorunlar azalmaz, artar. Demokrasi, liderlerinin dudaklarında can çekişiyor.

Ne yapıyoruz? 

Birbirinize düşmüşcesine anlamsız ve gereksiz tartışmalar, atışmalar, çatışmalar, engellemeler, suçlamalarla zaman, emek, değer, insan yitiriyoruz. Hepimiz sorumluyuz. Eğitimde boşluk, bozukluk, ulusal dokuyu etkileyen oluşumsuzlukların başında geliyor. Hepsi Atatürk yolundan ayrılmanın sonucudur. O'nun ve Türkiye'mizin değerini bildiğimizi savunamayız. O'nu övmek, O'nunla övünmek en doğal hakkımız iken, kimi babasının çocukları, kimi dedesinin torunu, O'nun bağışlamasıyla yurda dönenlerin yakınları, kimi hainlerin ardılları, saltanat ve hilâfet heveslileri ve yabancı kuklaları bizi bizden uzaklaştırıyor. Kuşatma ve çökertme her yandan ve her koldan acımasızca ve artarak sürüyor. Kötülükler, yapanların yanına kâr kalıyor. Yurtseverlerin gereken ve umulan devingenliği gözetmediği de acı gerçeklerden birisi. "10 Kasım Mankeni" gibi törenden törene görünüp konuşanlar, özü bırakıp biçimle uğraşanlar, konumu, olanakları ve beklentileri için suskunluğu ve pısırıklığı yeğleyenler, saldıranlar ölçüsünde kusurludur. "Atatürk içimizde!" diyenler, "Ey Büyük Atam!" diyerek Gençliğe Seslenişi Ata'ya yöneltenler, Milletvekilleri ve devlet memurluğu andı içenlerden dönenler çıkmıyor mu? Bir de Atatürk'ü olmayan ülkelere, özellikle Müslüman çoğunluklu olanlara bakılsın. Ya Atatürk'ümüz olmasaydı?

Hukukun her bağlamda savsaklanıp yadsındığı, ayakbağı sanılıp dışlanmaya çalışıldı, hukuka karşı çıkıldığı günümüzde 1919'ları düşünelim. Mustafa Kemal Hukuk yolunu, kongreleri ve seçimleri önererek, "ümmet" düzeninde "millet"i vurgulayarak Anadolu İhtilâli'nin bayrağı Amasya Genelgesi'ni yayımladığı, Erzurum ve Sivas Kongreleri'ni topladığı, Müdafaa-i Hukuk Cemiyetleri'ni birleştirdiği, mandacı çözümleri geri çevirdiği, Türkiye Büyük Millet Meclisi'ni açtığı, Türkiye Büyük Millet Meclisi Ordularının Başkomutanlığını aldığı, Sakarya ve Dumlupınar savaşlarını kazandığı, köhne saltanatla gereksiz ve yararsız yük olan halifeliği yıkıp yaradılışımıza ve yapımıza en uygun yönetim biçimi Cumhuriyet'i kurduğu, her anlamda devrimle çağdaş uygarlık düzeyine eriştirdiği, kadın-erkek eşitliğini sağladığı, aklın ve bilimin öncülüğünde anlayıştan insanlara, ilkelerden kurumlara her şeyi yenilediği, ülkeyi baştanbaşa büyük bir okul ve fabrika durumunda koşturup coşturduğu, sömürge olmaktan kurtarıp savaşta yendiği Yunanistan'ın Başbakanınca Nobel Barış Ödülü'ne aday gösterilmesini gerektirecek düzeye getirdiği, padişah-halifeliği kabûl etmediği, parti parasını aşırmadığı, olanakları kötüye kullanmadığı, modern cumhuriyeti İslâmlaştırmadığı ve İslâmiyet'i ılımlaştırmadığı, diktatörlüğü kaymadığı, yargıya etki, kimseye baskı yapmadığı, üniversiteler, Dil ve Tarih Kurumları, konservatuar, öğretmen okulu açtığı, namaz gösterilerine girmediği, milletvekili aylıklarını indirttiği için mi? Aylığını arttırmadığı, onama aygıtı olmadığı, ülkeyi böldürmediği, hiçbir yarım gütmediği, Türklükle övündüğü, yabancıların ayağına gitmediği, şeyhlerin dizlerinin dibinde oturmadığı, inanç sömürüsü yapmadığı, kralların ziyaretine koşmadığı, saygın ve örnek bire Cumhurbaşkanlığı sergileyerek her şeyini ulusuna bıraktığı için mi suçludur? Biz, vasiyetini bile istenci doğrultusunda uygulamıyoruz. Böyle bağlılık ve saygı olur mu? Dil ve Tarih Kurumları Atatürk'ün vasiyetiyle güçlendirmek istediği yapısını yitirdi. Sahiplerinin elinden yasa zoruyla alınıp devlet kurumu durumuna getirildi. Atatürk'ün vasiyetini tanımayan Atatürkçü olabilir mi? Atatürkçü görünen, böyle olduklarını söyleyenler Atatürk ilkelerine yeterince sahip çıktılar mı? Gereğince izlediler mi? İlkelere nasıl kıyıldı? Kimler ne yapıyor? Atatürk karşıtlığı belirgin iktidarın kapılarında bekleniyor, buyruk alma, iş koparma, atanma, yükselme, bir şey kapma, yanaşma ve yamanma için el ovuşturmuyorlar mı? Yönetimi, devleti, kimi organları, kurum ve kuruluşları lâik Atatürk Cumhuriyeti karşıtlarına kim-kimler teslim etti? Nasıl içlerine sindirip katlanabiliyorlar? Halkımız milletvekilini kendisi seçebiliyor mu ki Cumhurbaşkanını seçebilsin? Liderler atıyor, seçmen zorunlu oy veriyor.

Çocukları babasız-nesepsiz bırakmadığı, düşmanların yakıp yıktığı camileri ve minareleri onarttığı, Diyanet İşleri Başkanlığı'nı oluşturdu, İmam Hatip Okulları ile ilahiyat Fakültelerine Öğretim Birliği Yasası'nda yer vererek muska, üfürük, büyü, sahtecilik ve ahlâksızlıkla dini karalama oyunlarına son verdiği, bilgilenme ve aydınlanma yolunu açtığı, okullar, millet mektepleri, Türkçe abece, harfleriyle kültürümüzü, zenginleştirdiği, 815 no.lu Kabotaj yasasının 5. maddesine aykırılıkları önlemek için ".yabancı bir gemi cür'et ederse." açıklığını koyduğu unutulmamalıdır. Her şeyin satıldığı günümüzde, Atatürk'ün Nazilli Basma Fabrikası'nın açılışında motor seslerine "İşte İstiklal Musikisi" deyişini anımsamalıyız.

Dünya'nın hayran olduğu, tutsak ulusların örnek aldığı, dehasıyla beğeni toplayan Yüce Atatürk'e saldırmak hangi insanlıkla, hangi insafla, hangi ahlâkla, hangi vicdanla, hangi dindarlık ve hangi soylulukla bağdaşır? Köy enstitülerin kapatılmasının aydınlanma koşusunu durdurduğunu unutmayınız. 7 Şubat 1923 Balıkesir Paşa Camii hutbesi, 17 Şubat 1923 İzmir İktisat Kongresi ile 5 Kasım 1925 Ankara Hukuk Mektebini açış konuşmaları, 15-20 Ekim 1927 CHP II. Büyük Kurultayı'nda sonu Gençliğe Sesleniş'le biten Büyük Söylevi, 1 Kasım 1928 Türkiye Büyük millet Meclisi'ni açış konuşmasında ". Cumhuriyet bilhassa Kimsesizlerin Kimsesidir" dediğini, 6 Şubat 1933 Bursa Konuşması'nı, 29 Ekim 1933'te "Ne Mutlu Türküm Diyene!" kıvancıyla bitirdiği 10. Yıl Söylevi'ni, Türk Ordularına seslenişini her zaman anımsamalıyız. Atatürk'ü anmak, önerileri, öngörüleri, buyrukları, dilekleri, konuşmaları eserleriyle anmak ve örnek almakla anlam kazanır. Kendimizi eleştiriye bağlı tutup "O'na lâyık mıyız?" diye sorgulayarak gerçek ve geçerli olur. Ne yapmalı, neler yapmalı, kimlerle, nasıl yapmalıyız ki tehlike olasılıklarını giderelim? O'na "Deccal" diyen ve dedirten kendini bilmezler kendi karanlıklarında yitsin!..

Anlayanlar anlıyor, özlüyor, anlamayan ve anlamak istemeyenler çatıyor, saldırıyor. İçteki ve dıştaki Türkiye düşmanlarının O'nu engel görmesi, büyüklüğünün ve gücünün kanıtlarından biridir. Düşünceleri ve kişiliğiyle engin kaynak, bir ulusal dayanak olan Atatürk, insancıl yanı, barışçı ve bilimsever tutumuyla eşsiz bir yol gösterici, öncü ve önderdir. "Ya İstiklâl, Ya Ölüm" sözü varolma istencinin en önemli koşullarını özetlemektedir. İsmet İnönü'nün 21 Kasım 1938 "Türk Milletine Beyannamesi"ndeki ".insanlık idealinin aşık ve mümtaz siması, eşsiz kahraman Atatürk, vatan sana minnettardır" değerlendirmesi ile Celâl Bayar'ın 10 Kasım 1953 Anıtkabir'de toprağa verme töreni konuşmasında "Seni sevmek milli ibadettir" yaklaşımı asla unutulamaz.

Yaptıkları ve yaptırdıklarıyla getirdiği yaşam güzelliğini iyice saptamak için geçmişe bakmak gerekir. Kadınlarımıza 1930'da Belediyelerde, 1933'te Köy İhtiyar Kurullarında, 1934'te genel seçimlerde seçme-seçilme hakkını kazandırdı. Avrupa'nın göbeğindeki İsveç'te 1974'te bunu sağlayabildi. Almanya, İtalya da Türkiye'den sonra kadınlara oy hakkı tanımıştır. Dört yılda Ulusal Kurtuluş Savaşı'nı kazanıp 623 yıllık saltanatla hilafete son vererek cumhuriyeti kurmuş, onbeş yıla başka ülkeni çağ boyu başaramadığı devrimleri sığdırmıştır. Türkiye için yeniçağ 1923'te başlamış sayılabilir. Atatürk gerçekten Türkiye için insanlık, çağdaşlık, bağımsızlık ve özgürlüktür.

Tören Atatürkçülüğünden kurtulup O'nu anlamaya çalışmak, küreselleşme-globalleşme ve yeni liberalizm savlarıyla kapitalist emperyalizmin BOP'la başımıza örülecek, çorabından kurtulmamızın en akılcı yöntemidir. "Çoğunluğun dili dilimiz, adı adımız" ilkesiyle benimsediğimiz ulusal yapı, Avrupalıların "Türkiyeli" diyerek çoğunluğun Türklerde olduğunu bildikleri Anadolu toplumu karakterini korumalıdır, koruyacaktır. Dinci ödünlerin açtığı çukurlarda boğulmayacaktır.

Kimi aşağılık nedenlerle günümüzde daha çok Kabakçı Mustafa, Abdülhamit, Derviş Vahdeti Said-i Kürdi (Nursi), Vahdettin, Damat Ferit, Dürrizade, Ali Kemal, Şeyh Sait var. İşimiz zor. Birçok şey satıldı, hem de "Babalar gibi." denilerek. Sırada satılacak başka şeyler olduğu söyleniyor ama onurumuzu asla satmaz, sattırmayız. Bayrağımızı dalgalanıyorsa, yabancı askerler kapılarımızı tutmuyor, kızlarımızı alıp götürmüyorsa, "Türk" sözcüğüne ve adlarımıza yasak konmuyorsa hepsini Atatürk ve arkadaşlarına borçluyuz. İnanç özgürlüğünü de. Ya şimdi olanlar? "Kemalizm"le "Atatürkçülük"ü birbirinden ayrı, "Cumhuriyet"le "Demokrasi"yi birbirine karşı gösterme aymazlık ve ahmaklıkları. Devrim Yasaların büsbütün geçersiz kılma, Anayasa'yı Atatürk'ten arındırma çabaları. Devleti, başta belediyeler kimi kurum ve kuruluşları oy ve iktidar için kullanmak, hukuk ve dini siyasallaştırıp demokrasiyi dinselleştirmek, din devletine özenmek, imam nikâhına, çok eşliliğe, asla din gereği olmayan sıkmabaş yoluyla kadını dışlayıp karanlığa gömmek, yanlış bir insan hakları ve demokrasi anlayışı, gereksiz hoşgörü ve tam bir sömürüyle toplum düzenini bozmak, aynılıkçılık ve bölücülük yapmak, partizanlık ve kadrolaşmayla organlara adam yerleştirerek, kendi adamlarını getirerek devleti ele geçirmek, yolsuzluk, soygun, kayırma ve çıkarla adalete güveni sarsmak, eğitimi yozlaştırmak, sanatın içine tükürmek, çevreyi ve doğayı kötüye kullanmak, "Köylü milletin efendisidir" denilen dönmelerden "Al ananı git!" denilen günlere geldik. Aşiret temelli feodal düzen, şeyhler, reisler, ağalar, efendilerle ünlenen tarikat yapısıyla siyasal, hukuksal otoriteyi dinin eline vererek lâikliği geçersiz kılma, siyasal ve sosyal bir aşama olan demokrasiyi sözde-yapay, cumhuriyeti biçim ve kağıt üzerinde bırakma, Atatürk ilkeleri üzerine kurulan, kaynağında laiklik ve çağdaşlık bulunan cumhuriyet, "Her şey halkla olacaktır" diye Samsun'a çıktığında konuşan Mustafa Kemal unutulmakta, unutturulmaktadır. Özünde düşünsel bir devrim olan dil devriminden dönülmekte, her alanda yozlaşma belirtilerine seyirci kalınmaktadır. Çağırılan ve diktadan kaçarak Türkiye'ye sığınan yabancı bilim adamlarını, kuruluş yıllarının ortam, koşul, olanak ve kadrolarını, dünya ekonomik buhranını unutup hiç sıkılmadan, Atatürk'ü diktatörlükle, dönemini de faşistlikle suçlayan, lâikliği karalayan öğretim üyeleri ve patron maşaları türedi.

Doğal, olağan karşılanması gereken teknolojik ve ekonomik gelişmelere göre geleceğimizi değerlendirmek yanılgılara götürür. Özü savsaklanıp biçim yeğlenirse temel yıkılır. Ulusal konular, değerler ve ilkeler bağlamında duyarsızlık bağışlanamaz. Temeli bırakıp kişisel ya da kurumsal çıkarlara öncelik vermek, temelsiz kalıp her şeyi yitirme tehlikesini getirir.

Bu arada demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez öğelerinden sayılan siyasal partilerin, ülkeyi ve ulusu kapsayan bir insan ve hukuk kurumu olan devlet konusunda özenli davranmaları zorunluluğuna değinmekle yetiniyorum. İran, Irak, Afganistan, Pakistan, Bangladeş, Sudan, Yemen, Arabistan, Libya, Cezayir, Fas, Tunus, Mısır, Yugoslavya. Nice örnek verilebilir.

Gerçekte "Atatürk Öğretisi" hepimizin yaşamsal sorunudur. Büyük Söylevi, çoğu gelişigüzel anlatılan Türk Devrim Tarihi derslerinin en önemli bölümü saymak, hattâ ayrı ders durumuna getirmek yararlı olacaktır. Atatürk'ü anlayanlara anlatmak fazla, anlamak istemeyenlere anlatmaya çalışmak da boşunadır. Atatürk'e saldırarak kendilerini inkâr durumuna düşenler yurttaşlık bilinciyle insanlık niteliklerinden yoksun olan zavallılardır. 1950 sonrasını bırakıp sonsuza göçenlere saldırı ile gündemi saptırmak isteyen, katılıklarıyla kötü örnek olan aydınlar sakıncalı tutumlarını sürdürdükçe Atatürkçülerin sorumlulukları artmaktadır. Atatürk'e saldırmanın özgürlük, gerçekleri ve değerleri savunmanın suç sayıldığı bir ortamdan terör yararlanır. Bu nedenlerle sorumluluğumuz büyüktür.

Cumhurbaşkanı, Başbakan, Bakanlar, Parti liderleri-yetkilileri dinci konuşmalar ve öneriler yapar, bu konuda açık yan tutarsa; yöneticiler "Türk" olduklarını söyleyemeyip azınlıkları azgınlaştıran, bölücü ve yıkıcıları şımartan alt-üst kimlik tartışmasıyla ayrılıkçılığı körüklerse; soy ve inanç sömürüsü siyasal destek bulursa; ırkçı-faşist, şeriatçı-tarikatçı, numaracı-cumhuriyetçi, AB'ci-ABD'ci, dönek ve sapkın, "demokratik hoşgörü" maskeli aymazlıkla izlenirse; kurtarıcı-kurucu ve arkadaşlarına karşı çirkin söylemler gülerek dinlenir, önlenemezse; anayasal demokratik düzeni koruyup güçlendirmekle yükümlü iktidar rejime karşı olursa; sömürücü sakıncalılar kimi üniversitelerde yuvalanır, kimi medyada çöreklenirse; lâik cumhuriyete, devletin tek'liğine, ülkeni tüm'lüğüne, ulusun bir'liğine karşı partiler kurulup terör örgütüyle işbirliği yapar ve Meclis'e girerse; Cumhuriyetin kazandırdıkları göz ardı edilip saltanat ve hilafet özlemi duyulursa, haksızlık, adaletsizlik, yolsuzluk, kayırma, âdi suçlar birbirine eklenip yaygınlaşırsa; üniversite özerkliğine değer verilmezse; anlamsız ve ilkel yasaklarla konuşup yazma özgürlükleri kısıtlanırsa; tarihimiz, Atatürk ve Ulusal Kurtuluş Savaşı'ndan soyutlanır, Çanakkale Savaşı Mustafa Kemal'siz anlatılır, şehitliklerde bağnazlar görevlendirilirse; Sevr'i yenilemek, Lozan'ı geçersiz kılmak isteyen doyumsuz Batı'nın istekleri buyruk gibi algılanıp yerine getirilirse; AB'ye üye olmadan ulusal egemenlik konusunda ölçü kaçırılıp ödünle düzenleme yapılırsa; yargıya el atılıp bağımsızlığı, yansızlığı ve güvencesi hiçe sayılırsa; demiryolları "komünist işi" ilân edilip karayollarında on binlerce yurttaşın yitirilip sakat kalmasına aldırılmazsa; yönetici ve siyaset adamları yargıya çatarak güveni ve saygıyı yıkıp mafya etkilerine kapı açarsa; yapılanmada, kentleşmede, beslenmede, çalışma başta olmak üzere yaşamın başka alanlarında boşluk, bozukluk, güçlük, birbirine eklenirse; devrimler yerine safsata, bilim yerine din, akıl yerine inanç, gerçek yerine varsayım, aydınlık yerine karanlık istenip fetva ve ferman dönemiyle tekke, türbe, zaviye, dergâh istenirse; partizanlık ve kadrolaşma iktidarın becerisi sanılıp desteklenir, kabadayılık, külhanbeylik ve takiyye alkışlanırsa; Anayasa ve temel yasalarla iktidar hırsı için oynanır, federatif yapıya kapı açacak hukuksal düzenlemeler ve sayısal çoğunlukla her şeyin yapılacağı sanılıp halk oylaması kötüye kullanılırsa; armağan paketleri ve öbür açılımlarla namus bilinmesi gereken oy alınıp satılırsa; tarikatlar cirit atar, haremlik-selâmlık uygulaması yapılırsa; İslâm'ın değil, siyasal İslâm'ın simgesi olan, dinsel hiçbir zorunluluğu bulunmadığı din bilginlerince de açıklanan sıkmabaş giderek artar, torpil aracı, anahtar, süslü kartvizit olarak kullanılır, kavga aracı kılınırsa; milliyetçilik yanlış anlatım ve bilgisizlerin suçlamalarıyla hafife alınırsa; kimi dinci kurslarda Atatürk'e hakaretle ant içilirse; eşitlik, toplumsal barış, ulusal dayanışma gereksiz görülürse; terör örgütü verilen şehitlerin acısıyla yana yürekleri durduracak söylemlerle örgütbaşının resmini taşıyıp slogan atarak kentleri karıştırıp kolluk güçlerine saldırırsa; teröristlerin affı istenirse; kimi meslek kuruluşları, dernek, vakıf, imzacı ve bildirici kişiler devlet ve özellikle silâhlı kuvvetler düşmanlığı yapıp terör örgütünü ve teröristleri koruyup kurtarmaya çalışırsa; iç ve dış borç ağırlığı altında ezilir, yabancılara karşısında eğilinirse; toplum olumsuzlukları kanıksar, uygar tepkiden kaçınır, güç karşısında geriler, uyarılarla ilgilenmez, sorunlara çözüm aramaya katkı vermezse; bağımsızlığın, özgürlüğün ve egemenliğin değeri bilinmezse; Atatürk ve İnönü dönemlerinin onuru, saygınlığı, kararlılığı, güveni, devrimciliği, devingenliği, 10. Yıl Marşı'yla yansıyan görkemi, gönenci ve coşkusu anımsanmazsa; yurttaşlık bilinci yitirilir, insanlık gerekleri yadsınır, çıkar güdüsüyle davranılırsa nasıl ayakta durabilir, nasıl ilerleyebilir ve nasıl varlığımızı sürdürebiliriz? Atatürkçülük bu aykırılıkları karşılayıp giderme gücüdür. Atatürk'ün gösterdiği yönden, açtığı yoldan ayrılırsak bizi hiçbir şey kurtaramaz.

Hepimiz Atatürk'ü beynimizde, yüreğimizde yaşatarak yaşamalıyız. Atatürk'çe düşünmek, çalışmak ve yaşamak ulusal ülkü olmalıdır. Atatürk'te anlaşmalı, birleşmeli, güçlenmeli, büyümeli, çoğalmalı, yükselmeli ve yücelmeliyiz. Birinci ödevimizin yüklediği sorumluluktan onur duyarak Atatürk'ün adımız ve andımız olduğunu gururla ve kıvançla yineliyorum.

Yekta Güngör ÖZDEN, 10 Kasım 2007

http://www.guncelmeydan.com/pano/hepimiz-sorumluyuz-yekta-gungor-ozden-t33025.html


***

26 Nisan 2020 Pazar

İzmir'in İşgali -15 Mayıs 1919

İzmir'in İşgali (15 Mayıs 1919) 




     Birinci Dünya Savaşının sonlarına doğru (1917) ve Yunanlılar da İtilaf Devletlerinin tarafına geçmiş ve onlarla birlikte savaştılar. 
Türkler yenilmiş duruma düşmüş ve toprakları da itilaf devletleri arasında pay edilmeye başlamıştı. 
Yunanlılar da savaştaki hizmetlerine karşılık İzmir ve civarını istediler. 
Yunanlıların ve İtilaf Devletlerinin Türk topraklarını işgali Wilson’un: “Bir toprak üzerinde yaşayan insanlar kendi düşünce ve isteğine göre bir idare şekli kabul edecektir” prensibine uymuyordu. İtilaf Devletleri Yunan Başbakanı Venizelos’a verdikleri sözü yerine getirmek için İzmir’in işgalini haklı gösterecek sebepler aramaya çalıştılar.


Yunanlı Venizelos, Aydın Hıristiyanları nın tehlikede olduklarını Türkler tarafından yok edileceklerini ileri sürerek yardım istedi. 
O sırada diğer devletler ordularını terhis etmişlerdi. Paris’te kurulan “Meclisi Ali” kendileri adına Yunan ordusunun bu işi çözmesini düşündü ve İzmir’in işgaline karar verdi. 14 Mayıs 1919’da İngiliz, Fransız, Amerikan ve Yunan donanmaları İzmir limanına girdiler. 
İngiliz Amiral Galdrop 17’nci Kolordu komutanlığına verdiği notada “Mütarekenin 7’nci Maddesine göre İzmir istihkamları ile civarındaki arazinin Yunanlılar tarafından işgal edileceğini ve mukavemet olunmamasını bildiriyordu. 

Bu nota üzerine telaşa düşen Kolordu Komutanı Ali Nadir Paşa İstanbul Hükümetine vaziyeti bildirerek fikirlerini sordu. 

Osmanlı Harbiye Nazırı verdiği cevapta: “Amiral Galdop’un bu teklifi mütareke şartları icabı olduğundan muvafakat edilmesi tabii olduğu”nu bildiriyordu. Yunan işgaline karşı ilk hareket İzmir Türk Ocağı’nda toplanan gençlik kitlesinde görüldü. İşgalden bir gece evvel cephanelik yağma edilerek halk karşı koymaya hazırlandı. İzmir kan dökmeden Yunanlılara teslim edilmeyecekti.

Gerçek adı Osman Nevrez olan İzmir'de Yunan Askerlerine İlk Kurşunu sıkan Gazeteci Hasan Tahsin
Gazeteci Hasan Tahsin

İzmir’in işgali Yunanistan için büyük bir önem taşıyordu; Megola İdea yani büyük Yunanistan ideali artık gerçekleşmekteydi. 
Batı Anadolu’yu kapsayan Bizans İmparatorluğu yeniden kurulabilecekti. 
Bu nedenle Yunanlıların yaptıkları işgal hareketleri bölgede düzeni sağlamak yerine Türk nüfusunu yok etmek için katliam yapılması şeklinde gerçekleşmiştir. Bu durumu daha önceden tahmin eden Türk halkı bu nedenle İzmir’in işgaline diğer işgallerden daha fazla tepki göstermiştir.         

15 Mayıs sabahı Yunan kuvvetleri İzmir rıhtımına çıktılar. Rumların çılgın sevinç ve alkışlarıyla karşılandılar. Efzun taburları İzmir kışlalarına yaklaşırken bu manzara karşısında heyecanını daha fazla zapt edemeyen bir Türk gencinin (Gazeteci Hasan Tahsin) attığı kurşun Yunanlıları harekete geçirdi. O dakikadan sonra İzmir halkı kan dökerek direnme hareketine başlamış oldu. 
Karşı konulmaması emrini alan Türk subay ve erleri kışlalarında insafsızca şehit edildiler. Daha sonra hükümet konağı ve diğer resmi daireleri basarak buralarda ki memur subay ve erleri türlü eziyetlerle gemilere götürüp günlerce aç bıraktılar. Bunlardan bir kısmını da dipçik vuruşları ile zorla “Yaşasın Venizelos” diye bağırmağa zorlandılar. Boyun eğmeyenler derhal oracıkta şehit edildiler. 17’nci Kolordu Askerlik İşleri Reisi Erkanıharp Miralayı Süleyman Fethi Bey başından çıkarılmak istenen kalpağını eliyle tutarak: ”Bağırmam” dedi ve derhal şehit edildi. Yunanlılar çarşıya girip dükkanları da yağmaladılar. İzmir’in işgali ve bu işgal esnasında meydana gelen kanlı olaylar İstanbul ve Anadolu halkı tarafından duyulduğu zaman yer yer mitingler yapıldı. İzmir katliamı ulusu susturup sindiremedi. Bu olayın doğurduğu acıyı ruhunun ta derinliklerinden duyan Türk ulusu Kurtuluşu silaha sarılmakta buldu. Yer yer hazırlanarak ilk milli savunma teşkilatını kurdu.

İzmir’in İşgaline karşı Anadolu’daki tepkiler 

Yunan Askerleri İzmir'de



Uygar dünyanın gözü önünde işlenen bu cinayetler kuşkusuz Türk milletinin üzüntü ve nefretini bir kat daha arttırmıştı. 16 Mayıs’ta hükümet istifa etmiş, yeni hükümeti kurma görevi tekrar Damat Ferit Paşa’ya verilmişti. Mustafa Kemal Paşa Samsun’dan çektiği telgraflarla İzmir’in Yunanlılar tarafından işgalini ordu ve milletçe kabul edilmeyeceğini bildirmişti. İstanbul’da işgali kınayan mitingler yapılmış, Yıldız sarayında cemiyet ve parti temsilcilerinin katıldığı Saltanat Şuası adıyla istişare yetkileri olan bir meclis toplanmıştı. Yurdun dört bir yanında coşkulu mitingler düzenlenmiş, İstanbul’daki resmi makamlara protesto telgrafları yağdırılmıştı.

İzmir’in işgaline tepkiler, özellikle böyle bir işgal tehlikesi altında bulunan Orta ve Doğu Karadeniz kıyılarında daha etkili bulunan ilhak anlamına gelmediğini anlatmak için özel bir kurul gönderilmişti.

Giresunlular 17 Mayıs’ta Belediye Reisi Osman Ağa’nın (Topal Osman) başkanlığında büyük bir protesto mitingi düzenlediler. 

Bölge basını da işgali büyük bir tepki ile karşılamıştı. Giresun’da siyah çerçeveler içinde “İzmir Faciasını Unutmayınız” hitabı ile yayınlanmakta olan Işık Gazetesi, işgalin etkisini şöyle ifade etmişti: “Göklerden yıldırımlar yağsa, dağlardan kanlı volkanlar fışkırsa, denizler taşsa da araziyi tufanlara boğsa idi Türklüğe, Alem-i İslamiyet’e belki o kadar tesir göstermezdi”.

İşgalin gerek Trakya’da gerekse Doğu ve Güneydoğu Anadolu’daki tepkileri de bundan farklı olmamıştı. Trakya’nın birçok yerinde düzenlenen mitinglerin en önemlisi Trakya Paşaeli Müdafaa Heyet-i Osmaniyesi’nin Edirne’de düzenlediği Sultan Selim mitingiydi. Siirt’te heyecana gelen halk her gün insan dalgaları halinde ilçe, bucak ve köylerden sancak merkezine akarak mitingler yapmıştı. 

23 Haziran’da yapılan mitinge 58.000 kişi katılmıştı. 17 Mayıs’ta Hasankale’de padişaha, Silvan’dan 30.000 nüfus adına Sadaret’e işgali kınayan telgraflar çekilmişti. İzmir’in işgalinin içteki bu büyük tepkileri yanında dış tepkileri de olmuştu.

Bazı İngiliz yetkilileri işgali, doğuracağı tepkiler açısından delice bir hareket olarak nitelendirmişlerdi. 

   İngiliz Genelkurmay Başkanı General H. Wilson, daha işgal öncesinde bunu büyük bir yanlışlık olarak değerlendirmişti. Fransa’da bir tepki görülmemiş, sadece Pierre Loti ve Claude Farrere gibi Türkleri tanıyan yazarlar işgali eleştirmişlerdi. İzmir’in işgali, İtalya’da öfkeyle karşılanmıştı. Kuşkusuz bu öfke, işgalin haksızlığından değil, İzmir’in daha önceki paylaşma projelerinde İtalya’nın payı olarak belirlenmesidir. Amerikan halkı da Wilson ilkelerinin bir yanan atılmasını hoş karşılamamıştı.

Sonuç olarak İzmir’in işgali yakın tarihimizin acı dolu sayfalarından birini oluşturmakla birlikte Milli Mücadele açısından milli potansiyeli harekete geçirmiş, milletin heyecanını doruk noktasına çıkarmıştı. Herhalde halka ne denli anlatılırsa anlatılsın, düşmanın çirkin iç yüzünü ortaya koyabilmek için bunun kadar etkili bir yol bulunamazdı. İşgalin ayrıca Mustafa Kemal Paşa’nın Samsun’a çıktığı ve milli kurtuluş mücadelesine soyunduğu günlere rastlamış olması da milli mücadelenin talihliği olarak değerlendirilebilir. Bir taraftan Anadolu’nun Batı kıyılarına çöken bir karanlık diğer taraftan kuzey kıyılarından doğan bir umut. Herhalde bu tarihin garip oyunlarından biri olsa gerek. İzmir’in işgali, işgalci devletler açısından sonuçlarını hesaplayamadıkları bir gaf, Yunanistan açısından ise sonu hüsranla biten Anadolu macerasının başlangıcı olmuştu. 

İzmir’in İşgalinin Kurtuluş Savaşı’ndaki Önemi

1 Yunan ordusunun katliamlarına karşı ilk Kuvay-i Milliye birlikleri Batı Cephesinde kuruldu. Düzenli ordu kurulana kadar silahlı direnişi bu birlikler 
gerçekleştirdi.
2.Redd-i İlhak Cemiyeti Batı Anadolu’daki direnişi yönetmeye başladı. Balıkesir ve Alaşehir Kongrelerini toplayarak “Batı Cephesini” kurdu.
3.Anadolu’nun değişik yerlerinde İzmir’in işgalini protesto etmek amacıyla mitingler düzenlendi. Böylece İzmir’in işgali ulusal bilincin canlanmasında etkili oldu.
4.İzmir’in işgalinin haksız gerekçelere dayanılarak yapılması halk arasında milli direniş düşüncesinin güçlenmesine neden oldu.
5.Tepkiler nedeniyle İtilaf Devletleri bölgedeki işgali yerinde izlemek üzere bir heyet oluşturdu. 
Bu heyetin hazırladığı rapor “Amiral Bristol Raporu” olarak Milli Mücadelede yerini aldı.

https://www.tarihiolaylar.com/tarihi-olaylar/izmir-in-isgali-15-mayis-1919-392

***