4 Kasım 2019 Pazartesi

Alparslan Türkeşli yıllar, BÖLÜM 1

Alparslan Türkeşli yıllar, BÖLÜM 1


Sadi Somuncuoğlu,
03.10.2018




















Giriş.,

Kara Kuvvetleri Başkanı Org. Cemal Gürsel Başkanlığında teşkil edilen Milli Birlik Komitesi (MBK), 27 Mayıs 1960’da, “kardeş kavgasını önlemek” gerekçesiyle darbe yaptı, idareye el koydu. 38 kişilik MBK’de Alparslan Türkeş de vardı. MBK’de kısa zamanda görüş ayrılıkları görülmeye başladı. Komitede ülke meselelerinde projesi olan tek kişi Alparslan Türkeş’di. Bu yönüyle, kamuoyunda dikkatleri üzerine çekiyordu. Basında “Kudretli Albay” veya “İhtilalin güçlü adamı” gibi sıfatlar takılan Türkeş, kıskançlığın ve karşıt düşüncelerin hedefi yapıldı. Komite ikiye bölündü; 14’ler ve 24’ler olarak. 13 Kasım’da da iç darbeyle 14’ler tasfiye edilerek, yurt dışına sürgün edildi.

Türkeş’in önemli görüşleri vardı. Sonradan bunların bir kısmı gerçekleşti. Mesela, TÜBİTAK;  ‘Türk bilim stratejisini belirleyecek’ bir kurumun teşkili.  Gerçekten stratejinin olmayışı, başıboşluktu; her üniversitenin kendine göre hareket etmesi demekti. Araştırma konuları, doktora tezleri milli hedefimize göre değil, kalkınmış ülkelerin ihtiyacına göre belirleniyordu. Bizim beyinlerimiz, yabancılara çalışıyordu. TÜBİTAK teklifi, daha sonra gerçekleşti. Ama zaman içinde amacından saptı, laboratuvara dönüştü.



15 Nisan 1978, Büyük Yürüyüş, soldan sağa; Mehmet Doğan, Gün Sazak, Alparslan Türkeş, Sadi Somuncuoğlu, Turan Koçal.

Devlet Planlama Teşkilatı (DPT) da Türkeş’in önerilerindendi. 1960’da Başbakanlığa bağlı Devlet Planlama Teşkilatı kuruldu, Planlı kalkınma 1961 Anayasasına girdi.

Alparslan Türkeş, 1960’da “Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü” nü kurdurdu. Enstitü, Türk Kültürü Dergisi’ni bu güne kadar aralıksız çıkardı. Türk tarihine ve kültürüne çok değerli eserler kazandırdı.

Türkeş, Demokrasiyi seçti.,

14’lerin yurda dönüşüne izin çıkınca Alparslan Türkeş ve arkadaşları 1963’de yurda döndü. Türkeş 4 arkadaşıyla 1965’de CKMP’ye girdi. Aynı yıl yapılan kongrede Genel Başkan seçildi. Böylece ülkeye hizmetin yolunu demokratik rejimde gördüğünü gösterdi. 14’lerden 5 kişi daha katılınca sayı 9’a çıktı. 4 arkadaşı da CHP’ye katılmıştı. Partide her görüşten insan vardı. Komünist olan da vardı. Mesela Niyazi Ağırnaslı, CKMP’nin Marksist ve Leninist senatörüydü. Alparslan Türkeş Genel Başkan olduktan sonra, CKMP’den ayrıldı. Türkiye İşçi Partisi (TİP)’ni kurdu. Dev-Genç ve Dev-Sol’un avukatlığını yaptı. Partide sıradan vatandaşlar da vardı; milliyetçiler, ümmetçiler, menfaatçiler (bunlar çoğunluktaydı) vardı.
CKMP’nin yöneticileri de, bir bir istifaya etmeye başladı, eskilerden  çok azı kalmıştı. 14’lere gelince onlar da Partiden beklediklerini bulamadılar; 4-5 sene içinde ayrıldılar.

Parti, Gençlikten başladı.,

Ancak Türkeş, hiç sarsılmadan mücadelesini kararlı bir şekilde yürüttü. MHP bir dava partisiydi, davası da Türk milliyetçiliği ülküsüyle Türk Milletine hizmetti. Program, tüzük gibi yapılanmaya dair konularda ciddi hazırlıklar tamamlandı. Parti gençliğe çok önem veriyordu. Kendi kadrosunu yetiştirmek için işe gençlikten başlamıştı. Türkeş konferanslar veriyor, görüşlerini açıklıyordu.
Cumhuriyet tarihinde bir ilk olan 27 Mayıs 1960 darbesi, tartışılması bir yana, Türk milliyetçiliği açısından çok önemli bir kavşaktı. Önemi; Alparslan Türkeş’in ihtilalde katılmasıydı. Aslında Türkeş, Milliyetçilere devletin yönetimine talip olmaları gerektiği mesajını veriyordu. Gerçi 1948’de Mareşal Fevzi Çakmak, Kenan Öner, Hikmet Bayur, Osman Bölükbaşı ve arkadaşlarının Millet Partisi ve 1952’de Prof. Dr. Remzi Arık, Tahsin Demiray, Dr. Cezmi Türk ve arkadaşlarının Türkiye Köylü Partisi kurulmuştu, ancak camiada tasvip görmedi.

Alparslan Türkeş haklı çıktı…

Bizim yetişme yıllarımızda (1957-58) da büyüklerimiz mealen “Bizim siyasetle ilgimiz olamaz. Çünkü milliyetçilik milletin tümüne aittir. Bir parti sahiplenirse, diğer partiler dışlanacaktır. O zaman da Türk milliyetçiliğinin gelişmesi mümkün olmayacaktır. Halbuki bizim işimiz araştırmak, yazmak, dergi çıkarmak, okumak, konferans vermek, dernek, vakıf kurmak ve eğitim yoluyla Türk Milliyetçiliği fikrini topluma yaymaktır. Milliyetçilik topluma mal edilince de, bu düşüncedeki milletvekilleri TBMM’ye girecektir. Türk Milliyetçiliği iktidara gelecektir.”  deniliyordu. Biz gençler mantıklı gördüğümüz bu görüşü beğenir, inanırdık.
Alparslan Türkeş, Türk Milliyetçilerinin iktidarı gelerek hizmet etmesi gerekir. Aksi halde, dernek ve dergiyle başarılı olunamaz. Yabancı odaklar ve yerli işbirlikçileri, milli kimliğin ve tarih şuurunun topluma hakim olmasına izin vermez. Dernekleri, dergileri hemen kapatılır. Onlar için en büyük tehlike milliyetçiliktir. Ama demokratik rejimin temel kurumu partilerin durumu farklıdır. Parti, hem demokratik rejimin temel kurumu, hem de milletten aldığı milyonlarca oy gücüyle TBMM’ye girer, hükûmet olur, dokunulmazlık kazanır. Siyasi parti konuştuğu zaman, köydeki insanı da, şehirdeki insanı da, Cumhurbaşkanını da, işçiyi de, hasılı herkesi ilgilendiriyor. Sonuçta milletin bütününe hitap eden, bütününü kapsayan bir teşkilat ve program söz konusudur. Kapatılması çok zordur, kapatılsa bile yenisi kurulur. Dernek üyeleriyle, parti millet ve rejimle beraberdir.
Bu iki düşünce tartışıldı. Alparslan Türkeş’in haklı olduğu görüldü, artık geri dönülmez şekilde strateji belli olmuştu.

Ülkü Ocakları Kuruluyor…

Bizim, Türk Ocaklı bir grup olarak (Galip Erdem, Ben, İbrahim Metin, Halil Özyıldız, İskender Öksüz, genç asistanlar gibi 9-10 kişi) siyasete başlamamız, Alparslan Türkeş’in CKMP Genel Başkanı olduğu 1965’li yıllarına rastlar.
Bütün dünyada olduğu gibi Türkiye’de de 1965’lerde ideolojik eylemler ve fikir hareketleri dalgalar halinde yayılıyordu. Kısa zamanda kuru particilik itibardan düşmüş, boşluğu ideolojiler doldurdu. Bu ortamda ülkemiz de çalkantılı bir döneme girdi. Kimse neyin ne olduğunu doğru dürüst bilmiyordu. Gençlik bu tartışmaların merkezindeydi.  CKMP böyle bir ortamda, ideolojisiyle çalışmalara gençlikten başladı.

Çalışmalara gençlikten başlandı ama gençlik çalışmaları yeterli görülmüyordu. Türkeş Galip ağabeyden yardım istiyor. “Gençliğin teşkilatlanma ve eğitim görevini kime vermeli” diye soruyor. O da 1957-58 yıllarından itibaren Türk Ocaklarında çalıştığım için benim adımı vermiş. Ben 1962’de Akademiyi bitirmiş, 1963-65’de askerliğimi tamamlayıp Ankara’ya dönmüştüm. 1967’de Kültür Bakanlığı’nın bin temel eser projesinde uzman olarak çalışıyordum.  Türkeş’in daveti üzerine kendisiyle görüştüm. CKMP Gençlik Kolları Genel Başkanı olmamı istedi, kabul ettim. O yıllarda her fakülte ve yüksek Okulda, öğrenci dernekleri kuruluyordu. Üç fakültede Ülkü Ocağı Öğrenci derneği  (ÜOÖD)vardı. Aşırı solun örgütü Fikir Kulüpleri Federasyonu en önce kurulanı idi. Adı sonradan Dev-Genç olarak değişti. Akıncılar vardı, Sosyal Demokratlar vardı. Adalet Partisi’nin Hür Düşünce Kulübü vardı.

Teşkilatlanma ve Eğitim.,

Ülkü Ocaklarının teşkilatlanması için bir program yaptık. Buna göre Ülkü Ocağı Öğrenci Dernekleri (ÜOÖD), 1968 sonuna gelindiğinde bütün Fakülte ve Yüksekokullarda, 1969’da üniversite şehirlerinde Ülkü Ocakları Birliği (ÜOB)’nin kurulması gerekiyordu. Bu hedef başarıyla tutturuldu. 

   1970 sonunda Türkiye Yüksek Öğrenim Gençliği Ülkü Ocakları Konfederasyonu (TÖYGÜK) resmen kurulacaktı, bu mümkün olmadı. Bizim Ülkü Ocaklarımız, kuruluş safhasından itibaren disiplinli bir güç olarak devreye girmişti.
1966’da üç ÜOÖD ile başlayan yüksek öğrenim gençlerinin teşkilatlanma işleri böylece tamamlanırken, Genel Merkezde bir program dahilinde gençliğin sistematik eğitimi yürütülüyordu. Dersleri veren hocalarımız, ODTÜ Bölüm Başkan vekili İskender Öksüz, Kamil Turan, Galip Erdem ve Genel Başkan Alparslan Türkeş’di. 12 Mart 1971’e kadar sürdürülen eğitim çalışmalarıyla, gençler şuurlu, bilgili, dönemin bütün sorularına cevap veren, fedakâr, özgüveni yüksek, mücadeleci bir kimliğe sahipti.  Bir yandan da Partinin kendi kadrosu yetişiyordu.  ÜOÖD hareketi kısa zamanda çok büyüdü; Türkiye’ye yayıldı. Gençler amaçlarına motive oldular. Onlara, ‘Gittiğiniz yerde bayrak sizin elinizde. Sokakta yürürken örnek insan olacaksınız, sizi tanıyanlar ibretle, imrenerek ‘baktıklarında ‘keşke benim çocuğum da böyle olsa’ dedirteceksiniz.’ diye yetiştiler. Bu gençlerin bazılarıyla otuz yıl sonra karşılaştığımızda, ‘Örnek olacağız diye gençliğimizi yaşatmadınız.’ şeklinde lâtifede bulunmuşlardır.
Fakülteleri işgal ve boykot gibi yollarla eğitim öğretim yapamaz hale getiren aşırı sola karşı mücadele eden ÜOÖD memlekette büyük bir kabul görüyordu. Bu olumlu havada üniversite öncesi (lise ve dengi) gençliğin teşkilatlanması için 1968’de Türkeş’in emriyle Genç Ülkücüler Teşkilatı (GÜT) kuruldu.  1969’dan itibaren Türkiye’nin her tarafında şubeler açıldı. Bu yıllar Türk Milliyetçilerinin teşkilatlanma ve genişleme yıllarıydı.  Milliyetçi Türk Kadınlar Birliği(1967), 1974’de Ülkücü Öğretim Üyeleri ve Öğretmenler Derneği (ÜLKÜ-BİR), 1969’da Kültür Bilim ve Teknik Merkez (KÜBİTEM)’in, 1971’de Türk Kültür ve Bilim Merkezi (TÜRKÜBİL)’in kurulması, Milli Hareket (1976), Devlet gazetesi (1969) ile Töre (1971) ve Bozkurt (1972)dergilerinin yayıma başlaması camiada adeta bir dirilme ve özgüven etkisi yaptı. Artık kendi mücadelemizi kendimiz anlatıyor ve fikri dokumuzun inşası yanında anarşi başta olmak üzere günlük gelişmeleri kendimiz yorumluyorduk. Bu müthiş bir kaynaşma, bütünleşme ve güven unsurunu doğurdu. Sayıları 20’yigeçen yan kuruluşlar dediğimiz derneklerin tamamı, ÜOÖD hariç doğrudan Genel Başkan Türkeş’e bağlıydı.

Türk Milliyetçilerinin ana kuruluşu: MHP

Gençlik ve aydınlar kesiminde ciddi bir varlık gösteren Alparslan Türkeş’in liderliğindeki Türk Milliyetçilerinin ana kuruluşu MHP, il, ilçe ve belde teşkilatlarıyla köylere kadar yayıldı. Ülkemizde çeşitli dış kaynaklı ideolojilerin anarşi fırtınası estirdiği, kafaların karıştığı, endişelerin arttığı sırada MHP’nin bu şekilde halka inen teşkilatlarla güçlenmesi, O’nu ülke gündemini belirleyici konuma getirdi. O zaman pek farkına varılmayan bu yapılanma çok önemliydi.
Parti 1969 seçimlerinde bir milletvekili çıkardı. O da Genel Başkan Alparslan Türkeş’ti. 12 Mart 1971’e gelindiğinde 14’lerden Türkeş’in yanında sadece Dündar Taşer ve Ahmet Er kalmıştı. Eski CKMP’lilerin çoğu istifa etmişti. 

Ancak, 1967’den itibaren Galip Erdem ağabey başta olmak üzere Türk Ocaklarında yetişen bizim ekip ile Ülkü Ocağı Öğrenci Derneklerinden yetişenler, İstanbul, Konya, Adana, Mesin, İzmir gibi illerden katılan seçkin milliyetçiler, partinin yeni kadrosunu teşkil etti. 1973 seçimlerinde üç milletvekili, 1977’de 16 milletvekili seçilerek grup kurulmuştu. Ülkedeki rahatsızlıklar, gerginlikler Mecliste de yaşanıyordu. TBMM müzakerelerinde MHP dikkatleri çekmiş, meydanı boş bulanların at oynatmasına fırsat vermedi, Parti halkın ümit kaynağı oldu.
MHP’nin bu hızlı yükselişinde, Alparslan Türkeş’in liderliği, stratejisi, tarih bilgi ve şuuru belirleyici olmuştu.

Demokrasi: Müzakere ve Oylama,

Bir GİK toplantısında Alparslan Türkeş dedi ki; ‘Kastamonu’da Nurcu, çok değerli bir grup arkadaşımız var; bunlar aynı zamanda Türkçü. “Hacca, sizinle birlikte gidelim” diye haber salmışlar bana…’  Onlara ‘Arkadaşlarla bir konuşayım.’ cevabını verdim dedi. ‘Arkadaşlar, davamız, partimiz için fikriniz nedir?’ diye sordu. Tabii herkes uygun gördü ve Hacca gitti, öylece… Bu olayı anlatmaktaki maksadım, MHP’de kararların nasıl alındığını, demokrasinin nasıl işlediğini göstermektir. Evet bütün kararlar böyle alındığı için MHP güçlendi, başarılı oldu.
Alparslan Türkeş her şeyi istişare eder, kararları oylamayla alırdı, dedim. Ama bu gerçek pek bilinmez.  Nitekim, MHP İddianamesinde ve duruşmalarda savcının “‘ Faşist Türkeş, despot vs.’ ithamı, Türkiye’de de yaygındı. Belki hâlâ da vardır, tamamen ortadan kalkmış değil. Halbuki, Türkeş bir demokrattı. Partiyi bu esaslara göre yönetiyordu. Birkaç örnek daha verelim, belki faydası olur. 1977 seçimleri için adaylar belirleniyordu; Türkeş, Genel İdare Kurulu toplantısında ‘Ben artık Adana’dan aday olmak istemiyorum. Oradaki arkadaşların önünü açmak gerekir’ demişti.  Bunun üzerine müzakere açıldı, oylandı. Adana’dan aday olmasına karar verildi. Yine Adana’dan aday oldu.
Evet, Türkeş gibi bir lider aday olacağı ili seçemiyordu. İnanılmaz bir şey, değil mi? Ama MHP’de Türkeş’in koyduğu usul böyle. Mücadele eden kadrolar, her konuda kararı da kendileri veriyor. Kendi kararlarının doğruluğuna inandıkları için de canla başla çalışıyorlar.  Bir defa da, Adana merkez ilçe teşkilatı terör dolayısıyla açılamaz olmuş, arkadaşlar çok sıkıntı içindeler, partiye gidecekler kapalı, şikâyeti üzerine Başkanlık Divanı durumu görüşüp,  üç yöneticiye yetki verdi ve Adana’ya gönderdi. Bu kişiler inceleyip, geldiler, hem yazılı rapor verdiler,  hem de sözlü olarak dediler ki; ‘Gerçekten ilçe açılmıyor ve ilçe teşkilatı burada yok.’ Tartışıldı, ilçenin feshine karar verildi. Yeni bir heyete yetki veril. Bunu ilkeli duruşu duyan teşkilatlar kendilerinin ne kadar güçlü olduğunu gördü. Öyle kolayca fesih yoktu. Kusuru olmayan bir teşkilatı kapatmak mümkün değildi. 
Bugün Türkiye’de herkes Demokrasiden bahsediyor! Her gün demokrasinin faziletini anlatanlar var, ama ne yazık ki hiçbiri söylediğine inanmıyor, uymuyor. Sahtesiyle oyalanıyoruz.

1969’da Genel İdare Kurulu’na girdim ve 1980’e kadar Türkeş’le beraber çalıştım. Hükûmette iken de beraberdik, parti küçükken de beraberdik, hapishanede de beraber olduk. Parti bu usulle çalıştı. Önemli diğer hususta, müzakerelerde kendi fikrini söylediği nadirdi. Toplantıları yönetir, hür ortamın teminatı da kendisiydi. Demokrasi, kararların organlar tarafından, demokratik kurallara göre alınması değil miydi? İşte bizim Parti MHP, Türkeş’in Genel Başkanlığında aynen böyle yönetildi.

12 Eylüle doğru.,

12 Eylül henüz olmamış, her taraf kan deryası, köyler ve şehirler, kurtarılmış bölgeler, kıyamet kopuyor. 
Dış servislerin eseri olan Maraş, Sivas, Çorum olayları, belli ki bir ve bütün olan Türk Milletinin çeşitli kesimleri birbirlerine düşürülmek isteniyor. 
Anarşi adı verilen keşmekeş bütün yurt sathına yayıldı. Herkes şaşkınlık içindeydi. İdeolojik gerginlik hat safhadaydı. Güvenlik güçleri sanki yetersiz kalmıştı. 
Bu ortamda, yıl 1978-79; aklıselimle hareket etmesi gereken valilerin bir kısmı ya solculuk aşkına, ya da iktidara yaranmak için yanlı davranıyordu. 
İl ve ilçelerde, emniyette böyleydi. “Faşizm tehlikesi (Komünizm değil) geliyor” paranoyası ile bizim gençler karakolların müdavimi yapılmıştı. 
Peşinen olayların sorumlusu görüldüklerinden işkenceyle delil ve itiraf peşindeydiler. Bunun önüne bir türlü geçilemiyordu. Gerçekte, Ankara bile güneş batınca devletin elinden çıkıyor, bazı semtlerde  kurşun sesinden geçilmiyordu. Ne yazık ki, can kaybı günde 15-20’i bulmuştu.  Herkes kendini korumak zorundaydı.

Sıkıyönetim Teklifimiz.,

Genel İdare Kurulu ile Meclis Grubunun ortak toplantısında söz alarak; ‘Türkiye, olağan hal mevzuatı ve emniyet kadrolarıyla idare edilemiyor. Hükümet kontrolü kaçırdı, felakete doğru sürükleniyoruz.  Vatandaş feryat halinde, şehirler tedhiş içinde, hayat durmuş vaziyette. Herkes evinden helalleşerek çıkıyor. Sıkıyönetim idaresine ihtiyaç vardır, bunu talep etmeliyiz’ teklifini yaptım. Genel Başkan Alparslan Türkeş, görüş bildirmek mutadı olmadığı halde şöyle konuştu; ‘Arkadaşlar durum çok ağır, bu doğru. Ama bizim askerler siyaseti bilmezler. Gelirler yanlış iş yaparlar, işler daha da bozulur. Böyle bir şey istemeyelim.’ Müzakere başlamış oldu. Konuşmalar tamamlanınca oylama yapıldı, sıkıyönetim ilânı uygun görüldü.  Türkeş,  ‘Madem senin teklif kabul edildi, basın açıklamasını yaz bakalım” dedi. Hemen, ülkenin içine düştüğü bunalımdan çıkması için sıkıyönetimin ilânını istiyoruz’ şeklindeki bildiriyi yazıp basına verdik. Ertesi gün haber manşetlerden verildi. Başbakan Ecevit çok öfkelenmiş olacak ki, hem Savcılığa suç duyurusunda bulunarak, ‘Bir zümrenin hakimiyetini istemekle anayasal suç işlediğimizi’  iddia etti; hem de, Sıkıyönetim teklifimizin gereğini yaparak hazırladıkları tasarıyı TBMM’ye sunarak yasalaştırmak zorunda kaldı.
Burada parantez açıp, bir gerçeğe işaret etmeliyim. Sıkıyönetim Mahkemelerinde yapılan bütün yargılamalarda, bu olağanüstü durumun dikkate alınması gerekirken, sanki her şey normalmiş gibi işlem tesis edildi. Mahkemeler ideolojik hesaplaşmaya alet edildi.

10. MHP ve Ülkücü Kuruluşlar Davası.,

12 Eylül 1980’de Parti hakkında dava açıldı. Adı, ‘Milliyetçi Hareket Partisi ve Ülkücü Kuruluşlar Davası’ idi.  
Aylarca süren basın kampanyalarıyla, duruşma başlamadan mahkum ediliyorduk. Savcılığın hazırladığı 587 sanıklı, 947 sayfa iddianame ile 220 idam cezası isteniyordu. 
İddia; “Anayasal düzeni, Cumhuriyetçilik ve demokrasi prensiplerine aykırı olarak, devletin tek bir kişi tarafından yönetilmesi amacına yönelik değiştirilmesine zor yoluyla kalkışmak” şeklindeydi.  Suçun(!) yasal ifadesi böyleydi, ama duruşmalarda ve medyadaki adı“ faşist devlet kurmaktı.”  Duruşmalar bu iddia ile başladı. 
Savunmalar alınıp, belgeler okunduktan sonra sıra esas hakkında mütalaaya geldi. 
Savcı Parti 37 yöneticisinden 30’una beraat, 7’sine muhtelif cezalar istedi. 
Mahkeme Heyeti ise, Türkeş’e 11 yıl ceza, 6’ına da beraat kararı verdi. Tamamen yoruma dayanan Türkeş’in bu cezası Yargıtay’da zaman aşımına uğrayıp düştü.

11- C – 5 Projesi ve seçilen hedef.,

MHP yöneticilerinin yargılanması bu kısa özette de görüldüğü gibi tamamen siyasiydi. Sıra semt sanıklarına gelince, hak, hukuk, ahlak, insanlık Hak getire. 
İşkencenin, her çeşidi vardı. Feryatlar ayyuka çıkıyor, ama aldıran yok.
Uygulanan düşmanca tekniklere bakınca, Türk Milliyetçiliğinin yok edilmek istendiği aşikâr. Bunun için C-5, projedir diyoruz.

Bütün mahkeme safahatın anlatamayız. Ancak MHP ve Ülkücü Kuruluşlar davasının hazırlanışına dair bazı bilgiler verebiliriz.
Sıkıyönetimde görülen bütün davaların sorguları, (Türkiye Komünist Partisi, Dev- Sol, Acilciler, Maocular, THKP-C, DHKP-C, DİSK,TİKP, CHP, MSP gibi) o yerin emniyet müdürlüklerinde yapıldı. Doğru olan da buydu. Normal emniyet makamlarında yapılan sorgulamanın özelliği şudur: İfadeye götürülen sanığın girişte kimliği, getiren polislerin adı, giriş tarihi, saati ve dakikası deftere yazılır. Çıkışta aynı işlemler tekrarlanıp, sanık savcılığa götürülür. Artık oradan geri dönüş mümkün değildir. Zira bunun adına, işkenceyle ifade değiştirme denir.

a) Bu usulün tek istisnası, sadece ülkücülerin C-5’de sorgulanmalarıdır. Özel olarak kurulan C-5’in Mamak askeri bölgesinde ve Savcılığın hemen yanında ve koruması altında denetlemez olması çok önemlidir. C-5’de sorgulaması biten ülkücü Savcının huzuruna çıktığında, “efendim, ifademi kabul etmiyorum, işkenceyle alındı” derse, kendini hemen C-5’de bulur. Bunun örneği çoktur, her ülkücü için geçerlidir.

b) Bir başka farklı ve çok önemli hikâye de şöyle. C-5’de Sanıklara imzalattırılan ifade tutanaklarının nasıl hazırlandığıyla ilgilidir. 12 Eylül darbesinden hemen sonra, önceden düşünülmüş olmalı, bazı C-5 görevlileri otobüslerle ülkücülerin bulunduğu mahallelere giderek kahvelerde kim varsa, sorgusuz sualsiz gözaltına alıyor. O bölgede önceden meydana gelen faili meçhul olaylarla ilgili karakollarda tutulan kayıtları toplayıp, bunlardan ifade tutanağı hazırlanıyor. Sonra C-5 teknikleriyle gözaltına bekletilen ülkücülere imzalatılıyor.

c) C-5’de görevli polislerin seçimi de bir ilktir. Savcı telefon ederek Ankara Emniyet Müdüründen tek tek adını verdiği polisleri istiyor. Emniyet Müdürü görevdeyken bu gerçeği açıkladı. Bu polislerin ülkücülerin ideolojik düşmanı olduğunu biliniyor. Bazılarının Dev-Genç gibi örgütlerin davalarında isimleri ortaya çıkınca, o davaların sanığı yapıldığını da biliyoruz.
ç) MHP ve Ülkücüler Davasına bakacak mahkemenin önceden ayarlandığı ortaya çıkmıştı. Bu da şöyle planlanmış: Sıkıyönetim Askeri Mahkemelerine dosyalar iş yüküne göre dağıtılıyordu. MHP davasına bakması istenen Mahkemenin, dosya gönderilmeyince önü açıldı. Dosya bu mahkemeye gönderildi. Duruşmalarda gördük ki, yargıçların çoğu, sorgucu polisler gibi sol görüşlüydü, düşünce olarak bize karşıydılar.

12 Eylül’ün Amacı neydi?.,

Önemli bir soru. Cevabını Kenan Evren o sabah okuduğu bildiriyle verdi: “Girişilen harekatın amacı, ülke bütünlüğünü korumak, milli birlik ve beraberliği sağlamak, muhtemel bir iç savaşı ve kardeş kavgasını önlemek, devlet otoritesini ve varlığını yeniden tesis etmek ve demokratik düzenin işlemesine mani olan sebepleri ortadan kaldırmaktır.”

Bildirideki tespitler ve hedefler doğru, icraatlar yanlıştı. Darbenin gerekçesi, “halklara özgürlük” esasına göre sosyalist bir rejim kurmak üzere ‘36 silahlı fraksiyon’ adı verilen yeraltı örgütlerinin bütün yurda yayılan eylemleriydi. Ama düşmanca mücadele ettikleri; Türkeş, MHP, ülkücüler, Türk Milliyetçileri, Türkiye’mizin birlik ve bütünlüğünü canı pahasına savunan, tamamı legal, meşru, dernek, dergi, sendika ve meslek birlikleriydi. İçlerinde tekbir illegal yeraltı teşkilatı yoktu. Sevmeyebilirlerdi; ama düşmanlık yapamaz, insan haklarını ve hukuku ayaklar altına alamazlardı. İdamları “bir sağdan bir soldan yaptık” mantığı bu gerçeğin bir ifadesiydi.

Bu bakımdan, darbenin gizli hedefi genelde Türk Milliyetçileri, özel ifadesiyle,  MHP ve Ülkücü Kuruluşlardı. Genel Başkanından köydeki taraftarlarına kadar on binlercesi karakollara götürüldü, hapishanelere dolduruldu. İşkencenin alası yapıldı, hayatını kaybedenler oldu.  Cezaevinden en son çıkan Genel Başkan Alparslan Türkeş’ti. Ülkücüler, canla başla savundukları Devletlerinin yöneticileri tarafından zulme ve ihanete uğramıştı. Hep bizimle uğraştılar, uğraşıyorlar. Bu haksızlıkların arka planında hangi mihraklar vardı, bunun bilinmesi şarttır.
Kısaca “Girişilen harekatın amacıyla” taban tabana ters düşmek pahasına, Türk Milliyetçileri bir numaralı hedef seçildi, yok edilmeye çalışıldı. Bir bölümünü yukarıda örnekleriyle anlatıldı. Bu dehşetli çelişkinin anlamı neydi? Biz ona bakalım.

13. Darbe Türk Milliyetçilerine karşıydı.

a) Diyoruz ki, iki kutuplu dünya düzeninin elebaşları bize karşı anlaştı. Bir tarafta Sovyetler Birliği, diğer tarafta ABD vardı. Eldeki bilgilere göre “biri darbe ortamını hazırladı, öteki darbeyi yaptırdı.”  Niçin anlaştılar? Çok basit. “Eğer MHP iktidara gelirse, ki öyle görünüyor. İşbirlikçiler ve dışarıdaki bazı mihraklar bundan derin endişe duydular. Türkiye ve Orta Doğu’daki bütün işlerimiz akamete uğrar; vakit varken bu işi halledelim.” dediler. Bu tespiti anlamak biraz zor olabilir. Zira batı mantalitesi farklı çalışıyor. Uzakta bir tehdit görülürse, “bize bir şey olmaz” demezler, “ya olursa” derler. Sonra harekete geçip, onu küçükken, yok edeler. Anlaşmanın mantığında bu gerçek yatıyor.

ABD’nın Türkiye Büyükelçisi, Spain Pentagon’a atandı,  oradan da emekli oldu; hatıralarını yazdı. Paul Henze CIA İstasyon Şefi, 1983’te Amerikan Kültür Merkezinde seçilmiş 32 aydına konferans verdi. Ünlü bir gazeteci, konferanstan çıkar çıkmaz gelerek, teypten okur gibi anlattı. Bu iki ABD yetkilinin verdiği bilgiler, 12 Eylül darbesinin kime karşı yapıldığını aşikâr ediyor.

Diyorlar ki; “Bizim Türkiye’deki bütün partilerle aramız iyiydi. Sadece MHP kontrol edilemiyordu. Amerikan yetiştirmesi denilen Süleyman Demirel’le aramız ne kadar iyiyse Amerikan düşmanı denilen sosyalist Bülent Ecevit’le de o kadar iyiydi. Hatta Ecevit problemlerin çözümünde daha da yardımcı oluyordu. Ama MHP kontrol edilemiyordu.”  Evet, MSP demiyor, TİKP demiyor, iktidardaki partiler demiyor.  TBMM’de dördüncü sırada yer alan MHP’ diyor. “Kontrol edilemiyordu” diyor. Çok anlamlı değil mi?

Devam edelim: “MHP iktidara gidiyordu. Bunu önlemek mümkün değildi. Sovyetler, ülkücülerin gelişmesini önlemek için sağda solda dinamit patlattı, tabanca attı. (Buradaki, basitleştirme, minimize etme, masum gösterme ve meşrulaştırma ilginç) Ancak,  bu tepki doğurdu, ülkücülerin ve MHP’nin büyümesine yaradı. Bunun üzerine Sovyetler, muhtemel bir MHP iktidarına karşı batı kamuoyunu hazırladı. MHP iktidara gelince, Komünist partilerini (İktidara gelecek kadar oyu vardı), sendikaları (Hükümetleri sarsacak güçteydiler),medya ve STK gibi bütün unsurları karşısında bulacaktı. Kısaca batı MHP iktidarına kesin karşıydı. Tam anlamıyla çıkmazdaydık.”

Bu tespitler çok önemliydi. MHP iktidarı demek, ABD’nin de,  Sovyetlerin de Türkiye ve Ortadoğu’daki projelerinin durması demekti. 

İşte iki kutbun düşmanları bu gerekçeyle anlaştılar. Sovyetler, ülkeyi ateşe veren korkunç kargaşayla darbenin ortamını hazırladı, ABD’de de, ‘bizim çocuklarla’ darbe yaptırdı.

b) Konuyla ilgili bir bilgi daha: Darbe ilk günden itibaren ABD’nin yakın takibindeydi. Nitekim, darbesinden birkaç saat sonra Büyükelçisi James Spain ABD’ye şu gizli diplomatik notu gönderiyor: “Mevcut askeri liderlerin tamamını iyi tanıyoruz ve özellikle de NATO üyeliği başta olmak üzere Türkiye’nin güvenlik ya da dış politikasında değişim yaşanacağı yönünde bir endişe taşımamıza da gerek yok… Türkiye’de ordunun yönetime el koymasının diğer birçok demokratik ülkenin aksine “daha köklü ve daha kabul edilir” bir durum” olduğu ifade ediliyor. (12 Eylül 2018 İrem Köker BBC Türkçe)

c) Kehanet gibi bir tespit: 12 Eylül darbesinden iki yıl önce, 15 Nisan 1978. MHP’nin düzenlediği “Tandoğan Yürüyüş ve Mitingi.” Tahminen 500 -600 bin kişi katıldı. Zamanın İçişleri Bakanı ”komandolar Çankaya’yı basacak” duyumu üzerine toplantıyı havadan helikopterle izliyor. Devletin sırlarına vakıf, çok önemli görevlerde bulunmuş, Kenan Evren’in sınıf arkadaşı bir E. Bir Albay, mitingin analizini yapıp (Ağustos 1982) dedi ki:

“ Evim Tandoğan meydanında, balkondan sizin mitingi dürbünle başından sonuna kadar takip ettim. Dostları sevindirip, düşmanları korkuttunuz. Sizin hakkınızda karar o gün verildi.”

Bilgi ve belge bahsini burada keselim. Tekrar, 12 Eylül projesine dönemlim.  Önce Türk Milliyetçilerine ağır bir darbe vuruldu, sonra Türkiye’ye… Bir ülkenin omurgasını kırmak isterseniz, o ülkenin milli hassasiyetleri yüksek kesimini, milliyetçilerini çökertmeniz yeterlidir.  Çünkü onlar, tarih  şuuruna sahiptirler; milletinin egemenliğini, birliğini ve vatanın bütünlüğünü canı pahasına korumayı ve yaşatmayı iman meselesi sayarlar. Eğer böyle olmasaydı Türkiye bugünlere gelir miydi?  Milletin dokusu bu kadar bozulur, Devleti yöneten zihniyet bu kadar yabancılaşır mıydı?

12 Eylülün Sonuçları

a) Darbeciler bütün partileri kapattı, üs düzey yöneticilere siyasi yasak koydu, vizeli, vetolu seçimle demokrasiye dönüldü. Çok boyutlu sosyal, kültürel, hukukî ve demokratik siyasi hayatımız emirle düzelendi. Bu suni bir doğumdu, bazı itirazlar yapılsa da kabul görmedi. Böylece anayasalı, Meclisli ve çok partili hayatımızın başladığı 1876’dan bu yana kazanılan bütün birikimler, mevzuat, eğitim, usta-çırak ilişkisi ve tevarüsle yetişen siyaset kadroları tasfiye edildi, siyasetin dengeleri alabora oldu. Ülkenin yönetimi, yeni, hırslı ve tecrübesiz, dünya ve tarih bilgileri yetersiz gençlere teslim edildi. 1983’de çok parti kuruldu, seçimlere Konsey’in izniyle üçü girdi. Partiler, sağda ve solda seçmen gruplarını temsil çekişmesine girdi, kargaşa başladı, siyaset kimliksizleşti. Bozulan siyasi dengeler bir türlü yerine oturmadı, dış destekli siyaset dönemine girildi. Dış etkilere açıklık, dışa açıklık gibi algılandı. Türkiye bugünlere sürüklendi.

b) 12 Eylül’ün boyutlarını doğru anlamak için Genelkurmay’ın şu tespiti yeterlidir: “650 binden fazla kişi gözaltına alındı ve 1 milyon 683 bin kişi fişlendi. 210 bin dava açıldı ve 230 bin kişi yargılandı. 300 kişi kuşkulu bir şekilde öldü. Cezaevlerinde 299 kişi hayatını kaybetti. 171 kişinin ise işkence ile öldüğü belgelendi.”

Askeri Mahkemelerde yapılan sorgulama ve yargılamalarda:

- Ülkenin anarşi bataklığına sürüklendiği, yerleşim birimlerinde can mal güvenliğinin kalmadığı, kamu güvenliğinin bozulduğu dikkate alınıp yapılsaydı, yukarıda bahsi geçen korkunç mağduriyetler meydana gelmezdi.

– Aşırı solcu eylemci gençlerden önce, onları aldatıp kullanan gizli ana merkezler hedef alınsa, ilaç değil de mikrop hedef seçilseydi, her şeye rağmen darbe bir ölçüde başarılı olabilirdi.
– Siyasi ve ideolojik davranıldığı için korkunç zulüm gören milliyetçi ülkücü gençlerin, hapishanelerden çıktıklarında ayakta duracak mecalleri, ellerinden tutacak kimseleri kalmamıştı. Evleri, barkları dağılmış, iş, para-pul yok, açlık var, borç var, felaket var. Milliyetçi camianın önemli bir bölümü hayal kırıklığına uğradı, ülkede yaşanan olumsuzluklara ilgisiz kaldı.
– 12 Eylül darbecileri Türk Milliyetçilerin birliğini dağıttı. Yeniden bir araya gelmelerini önlemek için de bir dizi kararlar aldı. Bugün yaşanan dağınıklığın temel sebebi budur. Bakıyoruz bu kadar vakıf var, dernek var, kooperatif var, dergi var, topluluk var, yetişmiş insan var; ama çoğu kendi aleminde. Biri diğerini ya tanımıyor, ya da sorunun farkında değil.

Bu bakımdan Türk Milliyetçilerinin en acil ve en önemli meselesi, birliğini kurmaktır. Birlik yoksa, zor durumda bulunan Türkiye de toparlanamaz.
Ülke çapındaki bu dağınıklık devam ediyor. Türk Milliyetçilerinin demokratik dönemdeki partili mücadelesini üç bölümde ele almak mümkündür. Bunalar:         1) 1Ağustos 1965’den 12 Eylül 1980’e kadar geçen 15 yıl 1,5 ay. 2) 7 Temmuz 1983’den 15 Temmuz 2016’ya kadar geçen 33 yıl, 8 gün. 3) 25 Ekim 2017’den günümüze kadar geçen 1 yıl 3 ay. Toplam 54 yıl, 5 ay.

Türk milliyetçiliği en büyük potansiyel güç.,

Bana göre bugün Türkiye’de en büyük güç Türk milliyetçileridir. Hasımları bile sıkışınca “gerçek milliyetçi biziz” diyebiliriz. Türk Milliyetçiliği büyük güç, ama potansiyel güç. Potansiyel güç, durgun güç demektir. Durgun gücün enerjiye dönüşmesi için harekete geçmesi şart. Hareket ise, ancak birliğin sağlanmasıyla mümkündür. Kim haklı veya kim haksız olursa olsun. Esas olan birliğin sağlanmasıdır.
Şüphe yok ki 12 Eylül camiamızı birliğini bozdu. Buna halen çare bulanamadı. Bu bir gerçek. Bizim bir numaralı meselemiz bölünmemizdir. Milliyetçi ve ülkücülerin bölünmüşlüğüne karşı gösterilen tepkiler, sonuç vermedi. Teşkilatlı bir yapımız, hayatın her alanında gücümüz ve iletişim araçlarında yerimiz yoksa, sesimiz de duyulmaz.
Bu durumdan hepimiz sorumluyuz. Birliğin yolunu bulmalıyız. Bunun için, STK’lar arasında dayanışma ve sistemli eğitim önemlidir. Eğitimden kasıt: Teşkilatlar arasında kardeşlik ruhunun güçlenmesi, işbirliği ve inanmış dava adamlarının yetişmesine önem vermektir.
Milli  meselelerin çözümünde görüş ve hareket birliği çok önemlidir.  Her şey Türk Milletinin egemenliği çerçevesinde düşünülmelidir. Milli eğitime, milli kültüre, hukuk devletine, demokrasiye, güvenliğe, ekonomik kalkınmaya ve bilim mantalitesine ihtiyacımız var.

Sonuç;

Emperyal güçler ve  işbirlikçileri, darbeyle Türk Milliyetçiliğinin siyasi varlığını yok etmek istedi. Aradan 38 yıl geçti, zulmettiler, ağır insanlık suçu işlediler, zarar verdiler ama başaramadılar. Türk Milliyetçiliğinin itibarı yükseldi. Türk Milliyetçileri, TBMM dahil devletin ve ülkenin her yerinde varlığını sürdürdü.

Türk Milliyetçiliğin sahibi Türk Milletidir.
Alıntı;

https://millidusunce.com/misak/alparslan-turkesli-yillar/

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,

***

3 Kasım 2019 Pazar

Öcalan’a Verilen Taviz: Türkiye’nin (Eyaletlere) Bölünmesi

Öcalan’a Verilen Taviz: Türkiye’nin (Eyaletlere) Bölünmesi 

Yazar: Ümit Özdağ 
21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 

Büyükşehir yasasının Türkiye’yi idari federasyona sürükleyen bir adım olduğu yasanın çıkması aşamasında ve sonrasında gerçekleşen sert tartışmalar sırasında bir çok kez gündeme geldi. Yasanın çıkması aşamasında AKP Hükümeti cenahından bu eleştirilere sert cevaplar geldi. 
Ancak tasarının yasalaşmasından hemen sonra Başbakan Erdoğan, “Aslında bugün gündemimizde olmamasına rağmen, valiler de seçimle gelebilir” diyerek, gizli gündemini açıklamıştır. Valilerin seçimle gelmesi ile büyükşehirlerin Türkiye içinde devletçiklere dönüşeceğini görünen bir gerçektir. Böylece mevcut 
idari federasyondan adı konulmamış bir siyasi federasyona geçilecektir. Büyükşehir yasası ile aynı süreçte çıkar diğer bir yasa Kürtçe savunmayı mümkün kılan yasa olmuştur. Bu iki yasanın TBMM’de görüşüldüğü sırada hapishanedeki PKK’lılar sahte bir açlık grevi başlatmışlar ve Öcalan açlık 
grevinin sona erdirerek, siyasal sahneye tekrar güç olarak dön(dürül)müştür. 

Bu adımlar A. Öcalan ile PKK’nın Türkiye dışına çekilmesi müzakerelerinin kamuoyuna açıklanması izlemiştir. 

Başbakan Erdoğan, Öcalan ile müzakereler sırasında “PKK’ya hangi tavizlerin verildiği” sorusuna “sadece televizyon verdik” şeklinde önceden çalışılmış bir psikolojik operasyon cevabı verse de Öcalan’a hangi tavizin verildiğini, Türkiye’nin 2023’de yani on sene sonra eyaletlere ayrılacağını söyleyerek açıklamıştır. Erdoğan “Güçlü ülkeler eyalet olmaktan korkmaz” demektedir. Erdoğan’ın 

“On sene sonra eyalete geçeceğiz” diyerek hem şimdiden daha yakın bir tarihte eyalet sistemine geçişin hazırlığını gerçekleştirmekte hem PKK ile pazarlığın sonucunu açıklamaktadır. Böylece Türk Milleti, psikolojik operasyon ile zihinlerde federasyona hazırlanmaktadır. Türkiye, hazırlanan mastır plan gereği 2023’e kadar federalleştirilmek için beklenmeyecektir. “Artık güçlü ülke olduk, 2023’e kadar beklemeye gerek” yok denilerek, 2015 sonrasında atılacak birkaç şok 
adım ile “Yeni Türkiye”nin kuruluşu ilan edilecektir. Bu çerçevede Öcalan serbest kalacaktır. 
Kandil’deki PKK’lılar Türkiye’ye dönecek ve siyasete gireceklerdir. Türkiye’de başkanlık sistemi ve eyalet modeli aynı yasal düzenleme ile oluşturulacaktır. Daha şimdiden “eyaletler etnik esasa göre değil, coğrafi esasa göre olacak” şeklinde bir yalan söylenerek Türk Milletinin direnci kırılmaya ve Türk Milleti bölünmeye alıştırılmaya çalışılmaktadır. Aynı yalanın Irak’ta “etnik değil coğrafi 
federasyon olacak” diye Iraklılara da söylendiğini unutmamak gerekmektedir. 
Başbakan Erdoğan, “güçlü ülkelerin federasyondan/eyaletlerden korkmaması gerektiğini” söylemektedir. Oysa bir ülkenin siyasi yapısını tarihin belirli bir döneminde o ülkenin mevcut gücü değil, tarihi, siyasi, coğrafi, etnik, kültürel yapıları belirler. Osmanlı İmparatorluğu’nu eyalet modeli için gerekçe göstermek insan aklı ile alay etmektir. 16. Yüzyılda 19. Milyon kilometrekarelik bir 
alana yayınlan dev bir coğrafyayı yönetmek için bulunan formül ile 780 bin kilometrekarelik son hatta çekilmiş Türkiye Cumhuriyetini yönetmek için uygulanması gereken formül aynı olamaz. 

Üstelik, Osmanlı padişahları egemenliği paylaşmamışlardır. Oysa, 21. Yüzyılın eyalet modeli egemenliğin paylaşılmasını beraberinde getirecektir. 

Tarihin en zorlu coğrafyası olan ve devletleri, halkları yutan bir şeytan üçgeni olan Anadolu’da bu şekilde örgütlenmiş bir devlet modelinin parçalanmadan yaşama imkanı yoktur. Üstelik, eğer bu federasyonu Suriye’nin kuzeyi ve Irak’ın kuzeyini içine alacak şekilde bir genişletme ile kurmak ve böylece Türk Milletine kabul ettirmek gibi bir zihin haritası mevcut ise ki, öyle olduğu görülmektedir, bu proje ile Türkiye kısa bir süre içinde Kerkük’e kadar büyür ve sonra Türkiye Cumhuriyeti federal devletinin parçalanması ile Iğdır-Mersin hattına kadar küçülür. 

Özetle, bir devlet en güçlü zamanı dikkate alınarak değil, en zayıf zamanı dikkate alınarak kurulur ise tarihin en çetin sınavlarını aşarak yaşar. 

http://www.21yyte.org/ 

adresinden 31.07.2013 14:10 tarihinde indirilmiştir

***

1 Kasım 2019 Cuma

' Sarıgül Medyası ' Düğmeye bastı

' Sarıgül Medyası ' Düğmeye bastı


BARIŞ YARKADAŞ

CHP Genel Başkan Yardımcısı ve İstanbul Milletvekili Gürsel Tekin'in ''Kurban Bayramı'ndan sonra Büyükşehir Belediye Başkan Aday Adaylığımı ilan edeceğim'' demesi medyada"Sarıgülcüler'' olarak bilinen isimleri hayli rahatsız etti. 
Örneğin, Sarıgül'ün başkanı olduğu Şişli Belediyesi'ne her ay düzenli olarak ''araştırma'' yapan ve hatırı sayılır bir para kazanan şirketin sahibi, Habertürk TV'de aklınca Gürsel Tekin'e yüklenmeye çalıştı. Esas misyonunu unutan ve kamuoyuna ''veri sunması'' gereken şirketin sahibi, "Tekin aday olmamalı'' dedi. Parti tabanını ikna etmek için de"Tekin sosyal demokratları bölüyor'' yalanına başvurdu. Bu gibi kişileri izlerken, kamuoyu şirketlerine halkın neden inanmadığını ve itibarlarının neden yerlerde süründüğünü bir kez daha gördüm. 
Kamu kaynaklarından beslenen ve ''iş yaptığı'' kurumun başındaki kişinin adeta PR çalışmasını yapan bu tip kişiler, anket şirketlerinin prestjini yerlerde süründürüyor. Kamu kaynağından beslenen ve Sarıgül'ün PR'ını yapanlar sadece anket firmaları değil kuşkusuz... 

Bu ve buna benzer kişiler, ne yazık ki medyada da sayıca fazlalar... Kiminin eşi Şişli Belediyesi'ne prodüksiyon işleri yapıyor, kiminin kardeşi belediye ihalelerinden nemalanıyor... Ve bu kişiler, gazetelerde, TV'lerde Şişli Belediyesi ile olan dolaylı ve dolaysız irtibatlarını saklayarak "objektif yorumlar yaptıklarına inanmamızı'' istiyor. Parti tabanı ise özellikleGezi Direnişi sırasında halkın mücadelesine gözlerini yuman medyada Sarıgül'ü öven anketçi/gazeteci takımına kuşkuyla bakıyor. Söylediklerine inanmıyor... 

Gezi'ye gözlerini kapatan aynı medya kuruluşlarının abartılı bir Sarıgül propagandası yapması CHP tabanını kuşkuya düşürüyor... 

Bir düşünün:

AKP'nin medyadaki en katı destekçileri, "Sarıgül CHP'ye gelirse oyları artırır, kazanamaz ama CHP'ye gelmeli''diyor. Böyle bir tablo karşısında CHP tabanının Sarıgül'e yönelik kuşkularının artmasından daha doğal ne olabilir? 
Gürsel Tekin'in aday adaylığının gündeme gelmesinin ardından,sanki tek bir kalemden çıkmış olan metinleri köşelerine taşıyan gazeteciler, sığındıkları argümanların ne denli çürük olduğunu dahi göremiyor!
Örneğin; henüz CHP'li bile olmayan, CHP'ye gelip gelmeyeceği de bilinmeyen Sarıgül, adeta ''CHP'nin adayı'' ilan ediliyor. 

Oysa ki; Sarıgül'ün yakın çevresine "Ben geri dönmek için dilekçe vermem. Kılıçdaroğlu çıkacak TV'den beni davet edecek, bana gelecek yakama rozet takacak. Daha sonra ise oturup konuşacağız, duruma bakacağız'' dediğini herkes biliyor. Ama ne ilginçtir ki; çok bilmiş gazetecilerimizin bundan haberi dahi olmuyor! Belli ki; onlar gerçeğe değil, misyonlarına hizmet etmeyi uygun buluyor...

İşte bu yüzden onlara kimse inanmıyor; tirajları ve reytingleri yerlerde sürünüyor. Çünkü; herkes gerçeği öğrenmek istiyor; bu gazete ve TV'lerin ise gerçeği söylemediği biliniyor...

Şimdi bir düşünün:

Yaklaşık 30 yıldır CHP'de siyaset yapan Gürsel Tekin,Kılıçdaroğlu'nun işareti üzerine arenaya çıkıyor ve ''Partim sahipsiz değil, partimi dışarıdan dizayn etmeye çalışmayın'' diyor. Partinin en yetkili kurulunda görev yapan Tekin'in bu çıkışı, medyadaki kalemşörleri rahatsız ediyor. Üstelik bu kalemşörler, Tekin'in çıkışını, CHP üyesi olmak istemeyen ''Sarıgül'ün önünü kesmek'' olarak niteliyor. 
Beyler, hanımlar, gözleriniz mi kör oldu? Bilincinizi mi kaybettiniz? Uyanın! Sarıgül CHP üyesi bile değil! CHP üyesi olmayan bir siyasetçi, nasıl CHP'nin adayı olacak? 

Gazeteciliğin yerini kalemşörlük alınca, gerçekler geri plana itiliyor. Öyle ki; bazı gazeteciler "Tekin'in çekilme şartı'' diye tamamı yalan olan haberler yazabiliyor. Güya Tekin, "Kadıköy, Beşiktaş, Kartal, Bakırköy gibi ilçelerin adaylarını ben belirlersem adaylıktan çekilirim'' demiş! 

Kime demiş? Bilinmiyor!

Nerede demiş? Bilinmiyor!

Ne zaman demiş? O da bilinmiyor!

Ve bunları yazanlar, Sarıgül'le yaptıkları görüşmelerin hemen ardından bilgisayarlarının başına oturarak yalanları sıralamaya başlıyor. 
Bu sabah Gürsel Tekin'le konuştum. Tekin'e "Pazarlık mı yapıyorsunuz?'' diye sordum. CHP'li Tekin ''Gazetecilerden tek bir isteğim var; siyaseti yalan dolanlarla, uyduruk haberlerle kirletmesinler'' cevabını verdi. Ardından da ekledi: "Hayatımın hiçbir döneminde kişisel çıkarlarımı partimin çıkarlarının önünde tutmadım, tutmam da... Neyin pazarlığını yapacağız? At pazarı mı burası? CHP'yi AKP ile karıştırmasınlar... Bizim derdimiz CHP'yi iktidar yapmak. Ayrıca kiminle ne pazarlığı yapacağım? CHP'li olmayanlarla partimin geleceği üzerine konuşmam. Sayın Genel Başkanımız Kılıçdaroğlu, seçim sürecinde en doğru kararları verecek ve CHP'yi iktidara taşıyacak formülü ortaya koyacaktır. Biz de o kararların arkasında tüm gücümüzle duracağız. Bundan hiç kimsenin kuşkusu olmasın...''

Tekin, medyada estirilecek olan ''yalan rüzgarı''na karşı hazırlıklı olduğunu belirterek, parti tabanına da seslendi: 
"Hiç kimse, benim ağzımdan duymadığı bir söze inanmasın. Bu ve benzeri yalanlar daha çok yazılacak. Partimizin iktidar olmasını engellemek için CHP'de bir iç karışıklık varmış havası estirilmek istenecek. Yalanlara kulağınızı tıkayın. Sayın genel başkanımız sürece hakimdir. Her gelişmeyi, kimin ne yaptığını, ne yazdığını, hangi amaçla konuştuğunu gayet iyi bilmektedir.''

Belli ki Tekin'in elinde Sarıgül Medyası'nın başlattığı operasyona ilişkin ilginç doneler var... Hangi şirketlere hangi kaynakların aktarıldığı ve kimin Sarıgül adına neden konuştuğu CHP Genel Merkezi'nce yakından takip ediliyor. Tekin bu yüzden, "Biz şimdi kimin ne yaptığına bakıyoruz. Herkes eteğindeki taşları döksün, yalanlarını bir bitirsinler, ondan sonra biz konuşacağız'' diyor. 
Siyasetin kirlenmişliği kuşkusuz ki medyaya da yansıyor. Abartılı bir şekilde Sarıgül övgüsü yapan medya, bu sırada AKP'yi kızdırmamak için ''Sarıgül aday olsa da kazanamayabilir''diyor. Böylece, AKP de idare ediliyor... 

Peki o halde, Sarıgül aday olsa bile kazanamayacak ise medyaya ne oluyor? Kazanamayacağı düşünülen bir aday neden destekleniyor? 
Sanırız bu soruların cevabını CHP tabanı süzgeçten geçirecek ve en doğru cevabı verecektir...

Bu bağlamda, CHP'ye gelip gelmeyeceği, dilekçe verip vermeyeceği artık yılan hikayesine dönen Sarıgül'ün de kamuoyu önüne çıkıp bazı sorulara yanıt vermesi gerekiyor. 
Örneğin, Sarıgül bir süre önce ''Türkiye Birleşik Devletleri''formülünü önermişti. Bu formülün açılımı federasyon mudur? Sarıgül federasyon yanlısı mıdır? Bu soru havada asılı bir şekilde duruyor...

Gezi direnişi sırasında Fethullah Gülen'in Türkçe Olimpiyatları törenine katılan Sarıgül, cemaat hakkında ne düşünüyor? 

Sarıgül, İstanbul'daki 100 milyar dolarlık rantın AKP'ye aktarılmasına ne diyor? Rantın halka aktarılması için nasıl bir politika izlemeyi düşünüyor?
"Ben Başbakan'a diktatör demem'' ifadesini kullanan Sarıgül, Erdoğan'ın politikalarını nasıl isimlendiriyor? Erdoğan'ı ne zaman eleştirmeyi düşünüyor?
"Kadir Abi (Topbaş) aday olursa ben yarışa girmem'' diye demeç veren Sarıgül, Topbaş aday gösterildiği taktirde ne yapmayı düşünüyor?
Sarıgül İstanbul'un ulaşım ve mülkiyet sorununu nasıl çözmeyi düşünüyor?
Sarıgül, başta bu sorulara yanıt vermeli... Kendisini desteklemeyi misyon haline getiren gazeteciler de bu sorulara yanıt aramalı...

Sahi Sarıgül ne düşünüyor?

Sarıgül'ün temel meselelere ilişkin ne düşündüğünü kim biliyor?

NOT 1: Bu sabah, Gürsel Tekin'e "Kemal Bey'in yerinde olsam, sizi ve Sarıgül'ü eş başkan adayı yapar yola çıkardım'' diye espri yaptım. Tekin, "Ama bunun için Sarıgül'ün önce CHP'li olmaya karar vermesi gerekir'' dedi ve güldü. Sarıgül CHP'ye dönüş için gerekli olan dilekçeyi vermediği sürece, belli ki CHP Genel Merkezi'nde sadece espri ve tebessümle karşılanacak... 

NOT 2: Bu arada Tekin, "Sarıgül dönüş dilekçesi verirse, oyumu açık kullanacak ve dönmesi için evet vereceğim''demeyi de ihmal etmedi. Sarıgül'ün CHP'ye dönmesi halinde, parti içinde tatlı bir rekabetin yaşanacağı çok açık... Can Ataklı, Semih Eryıldız, Celal Doğan, Gürsel Tekin ve Mustafa Sarıgül, Büyükşehir Belediye Başkan Aday Adaylığı için yarışacak ve demokratik bir yarışın sonunda adaylık koltuğunun sahibi belli olacak... Tekin, Mustafa Sarıgül adaylığa atandığı taktirde, 2009'da Kılıçdaroğlu'nun yanında nasıl durduysa, Sarıgül'ün yanında da duracak... 

Parti içinde herhangi bir kavga, çekişme, çatışma yaşanmayacak...
Tekin, aday adaylığı süresince Sarıgül'e ilişkin konuşmayacak... 
İstanbul'un sorunları ve çözüm önerilerini kamuoyuyla paylaşacak...

NOT 3: Adaylık yarışına Ali Özcan'ın da katılmasının beklendiğini söylemeyi de ihmal etmeyelim.

***

HALKIN GÜCÜ

HALKIN GÜCÜ

Saadet Pesen

“Tek tipliliği kaldırıyoruz… Artık önlük,  forma  yok… Serbest kıyafete geçiyoruz…” Dediler.

Hani neredeyse başlamadan bitti.

Söylediğini en kolay değiştirebilen, iddiasının tam tersini savunabilen Bakan Avcı, kılık-kıyafet konusundaki açıklamalarının en sonuncusunda;
“Velilere soracağız… Çoğunluk ne isterse o giyilecek…” dedi.

1)      “Tek tiplilik” diyerek kalkan yapılan şey; aslında “Olması gereken” ve yaşam tarafından kabulü tescillenen “Öğrenci giysisi” dir.
2)      Aynı ortamı paylaşan çocukların ve gençlerin “Eşit”liğinin gösterimidir.
3)      “Okul” denilen yuvaların “Ortak akıl” ve “Ortak ev” olduğunu belirten ölçütlerdir.
4)      “Güvenliği” en kolay, en etkili biçimde sağlayan gerçekliklerdir.
İlk yıl bile milyonlarca öğrencinin ve “Çarpı 2” olarak sayabileceğimiz velilerin
kabul etmedikleri “Serbest giysi” dönemi, geldiği yere döndü…

* * *

Kinleri henüz bitmedi…
Hırsları da…
Hem, Cumhuriyet’e son darbeyi de vuramadılar henüz!
Ne var sırada?
“Andımız”
Nedir  “Andımız” denilen?
1933’te Tıp doktoru Reşit Galip tarafından yazılan ve
*“Millet” ve milletin bir bireyi olmaktan onur duyduğunu,
*Toplumsal yaşamda ahlâki kurallara uyacağını,
*Türkiye Cumhuriyet’i devleti’ni kuran Mustafa Kemal Atatürk’e bağlılığını,
*“Varlığını”, kendisini ve yaşam koşullarını var edenlere “Armağan” edebileceğini,
seslendiren “Yemin”, “Söz” vb.
Bütün bunların neyi yanlış?
“Irkçı” mı dediniz?
“Hadi canım…”
“Millet” olmak,  ne zamandan beri ırkçılık oluyor?
“Küçücük beyinler” mi dediniz?
Efendim, “Ağaç yaş iken eğilir.”
Tarihimizi bilmeyelim mi?
Milletleşmeyelim mi?
Kendimizle barışık olmayalım mı?
Kimiz biz, nereden geldik, nereye gidiyoruz, in miyiz, cin miyiz?

* * *
“Görevliler” görevlerini yapıyorlar…
Biz ne yapıyoruz ona bakalım.
Serbest kıyafet konusunda, milletin tepkisi, kararı geri aldırdı. (Kendileri “Evet geri aldık” demeseler de… Uygulama onu gösteriyor…)
Şimdi yapmamız gereken ne?
Öğretmenler, veliler, öğrenciler Andımız’a sahip çıkacaklar, çıkıyoruz ve her gün okumaya devam ediyoruz…
Andımız’ı okumamızı hiç kimse, hiçbir yasa, genelge vb. engelleyemez! Varlığımızı inkâr edemeyiz, etmeyiz ve bunu hiç kimse bizden isteyemez.
“Andımız” bizim kimliğimiz.
“Andımız” bizim soluduğumuz “Hava”
Biz halkız. Yaşam tarzımızı biz belirleriz.

“Güç” bizdedir.

***

Gizli Tanık Adaleti!

Gizli Tanık Adaleti!

Emre Kongar

Ne yazık ki, evrensel hukuk ilkeleri açısından, Yargıtay kararları da kamuoyunu tatminden uzak kaldı.
Başka yorumlara gerek yok, Yargıtay Onursal Başkanı Prof. Sami Selçuk’un ortaçağ hukukunu akla getiren sözlerine bakın yeter.

***
Tam bu arada değerli gazeteci-yazar İlhan Taşcı, Cumhuriyet Kitapları’ndan çıkan müthiş bir kitap yazdı:

“GİZLİ TANIDIK”, 

“Kim bu gizli tanıklar, ne anlatıyorlar?”

Silivri davalarının artık Yargıtay aşamasına geldiği bu günlerde dikkatle değerlendirilmesi gereken bir araştırma.

“Gizli tanıklara” tanınan haklarla başlayalım işe:

1) Kimlik ve adres bilgileri kayda alınarak gizli tutulacak ve kendisine yapılacak tebligatlara ilişkin ayrı bir adres belirlenecek.
2) Duruşmada hazır bulunma hakkına sahip bulunanlar olmadan dinlenebilecek ya da ses veya görüntüsü değiştirilerek özel ortamda dinlenebilecek.
3) Tutuklu veya hükümlü olanlar durumlarına uygun ceza infaz kurumu ve tutuk evlerine yerleştirilebilecek.
4) Fiziki koruma sağlanacak.
5) Adli sicil, askerlik, vergi, nüfus, sosyal güvenlik ve benzeri bilgi ve kayıtları değiştirilip düzenlenebilecek.
6) Nüfus cüzdanı, sürücü belgesi, pasaport, evlilik cüzdanı, diploma ve her türlü ruhsat gibi resmi belgeler değiştirilip düzenlenebilecek.
7) Taşınır ve taşınmaz mal varlığıyla ilgili haklarını kullanmasına yönelik işlemler yapılacak.
8) Geçici olarak geçimini sağlama amacıyla maddi yardımda bulunulabilecek.
9) Yurtiçinde başka bir yerleşim biriminde yaşaması sağlanabilecek.
10) Uluslararası anlaşmalara ve karşılıklılık ilkesine uygun şekilde, geçici olarak başka bir ülkeye yerleştirilmesi sağlanabilecek.
11) Fizyolojik görünümü estetik cerrahi yoluyla veya estetik cerrahi gerektirmeksizin değiştirilebilecek. Buna uygun kimlik bilgileri düzenlenecek. (ss.28-29).

Ve bu haklardan yakınları da yararlanacak!

Hani insanın neredeyse, yaşamak için, meslek olarak gizli tanıklığı seçeceği geliyor!

***
Taşcı, yasanın çıkmasıyla Silivri davaları arasındaki sıkı ilişkiyi de tarihler ve olaylarla açıklıyor. 

Bir “adalet ağının” nasıl örüldüğünü açıkça görüyorsunuz. (ss.30-35).

***
Öz ablasını öldürmekten ve başka cinayetlerden, ablasının kızını fuhşa teşvikten, sahtecilikten hükümlü, hem sanık, hem tanık, hem gizli tanık Osman Yıldırım’ın dehşet veren öyküsünü mutlaka Taşcı’nın soğukkanlı bir belgesel niteliği taşıyan kitabından okuyun… (ss. 112-130).

Ergenekon denilen dava ile Danıştay cinayeti arasındaki ilişkinin bu kişi üzerinden kurulduğunu bilin…

Ve Türkiye’de Adaletin nasıl işlediğini öğrenin!


***

7 Yaşındayım, Namaza Başlıyorum,

7 Yaşındayım, Namaza Başlıyorum

Zeynap Oral

Kampanyanın adı buydu: “7 Yaşındayım, namaza başlıyorum.” Başlıkta 7 yaş vurgusu yapılmıştı ama hedef kitle 3 ile 10 yaş arası çocuklardı. Haberi Cumhuriyet’te okuduysanız, minicik kız çocuklarının örtülü fotoğrafını da görmüşsünüzdür. 

Tüm Din Hizmetleri Derneği (Tüm Din-Der) tarafından, çocuklara namaz kılmayı teşvik amacıyla başlatılan kampanyaya 3-10 yaş arasında 7-8 bin çocuk katılmıştı. (Açıklama dernek başkanından) Çocukların imam ve müezzinlik yaptığı etkinlikte, çekiliş yapılmış 10 çocuğa cumhuriyet altını verilmişti. Bütün katılımcı çocuklara da seccade, tespih, takke ve başörtüsü içeren paket, yemek ve tatlı dağıtılmıştı. 

3 yaşındayım, örtünüyorum

Açıklanan “demokratikleşme paketi”nden sonra, her ne kadar liberal yazarlarımız, yaşasın örtülü kadınlara özgürlük geldi diye bayram etseler de yukarıdaki gibi kampanyalar karşısında ne düşündüklerini merak ediyorum. 
Üç ya da dört yaşından başlayarak kız çocuklarını örtmek, kafalarını sarmak, saçlarını saklamak mı onlara özgürlük sunmak? 

Efendim zorlama yok! Peki 4 yaşından başlayarak kapatılan çocukların günün birinde özgür seçim yapabileceğine inanan gerçekten var mı? 

“Biz kimsenin kılığına karışmayız, toplum böyle istiyor...” Bu savın hele hele ilk bölümünün geçerli olmadığını artık hepimiz biliyoruz. 
Erdoğan başta olmak üzere hükümeti bal gibi herkesin kılık kıyafetine karışıyor. Kadınların kaç çocuk doğurması gerektiğine bile karıştıktan sonra! 
Toplum böyle istiyor savına gelince... 

Referansınız din olunca 

Evet, muhafazakâr bir toplum yapımız var. Ama bu hükümet toplumu bunca ayrıştırmadan önce “muhafazakârlık” bireysel seçimdi, devlet politikası değildi. 
Bugün “Kız çocuklarına ve kadınlara yönelik her tür ayrımcılık, kesin bir dille cahiliye âdetidir, insanlık dışıdır, vicdan dışıdır” diye kükreyen Başbakan, örneğin yeni 4+4+4 eğitim sistemiyle, çocuk gelinlere adeta teşvik çıkarıldığının farkında mı? 

Okul öncesi kız çocukları, kendi özgür seçimleriyle kapanamayacağına göre, onların kapatılmaları, vicdan dışı değil midir? 

Kadına ilişkin özgürlük denince neden ilk akla gelen örtünme kapanma özgürlüğüdür de, örneğin, emeklerinin sömürülmesi, cinsel istismar, tecavüz ve tacizcisiyle evlendirilme, tecavüzcüsünün çocuğunu doğurma, kürtaj hakkının yasaklanması, “ Namus ” cinayetleri, berdel olayı, kadının poliste karşılaştığı şiddet, yaşamın her alanında özellikle aile içindeki şiddet akla gelmez... 
Ne Başbakan, ne de hükümet bunları değil, varsa yoksa başörtüsünü ya da dekolteyi dillerine dolarlar. Nedenini ben söyleyeyim: 

Çünkü onların dertleri kadınların hak ve özgürlükleri değildir. (Söylemlerine bakın, o bile yeter!) Onların dertleri sadece dini kuralları yerine getirmek, yaşamın her alanına tartışılamaz, sorgulanmaz dini referansları egemen kılmaktır. 

Ne yazık ve ne acı ki, birçok kadın bu alanda sadece kullanıldığının farkında bile değil... 

Hepinize iyi Bayramlar...

***

Fırındaki Et!..

Fırındaki Et!..

Selcan Taşçı

Kasaptaki ete soğan doğramayan emekli Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök, önce kasabın etin derisini soymasını, lime lime etmesini izledi. Sonra “kolay lokma” olsun diye bölünüp, parçalanan etlerin kaynar kazanlara, cayır cayır fırınlara atılmasını bekledi. 
Şimdi de, et yanıp, bitip, kül olduktan sonra tutmuş “yutturmaya” çalışıyor iyi mi!

Pes vallahi...

İnsan hiç mi, “Ya ben böyle geniş geniş konuşuyorum ama yarın bir gün bu insanlar ’küllerinden doğar’da karşıma çıkarlarsa, nasıl bakacağım suratlarına” diye düşünmez?

Onu geçtim, cezaları onanan, sadece cezaları onanan da değil haklarındaki beraat kararıyla hayatlarının üç yılının çalındığı resmen tescillenen subayların ailelerinin hali hiçbir sızlatmaz eski “komutanlarının” yüreğini?

Hiç mi çekinmez;

Rütbeleri, hakları geri alınan, maaşları kesilen; amiyane tabirle dımdızlak ortada bırakılan kadınların, çocukların ahından?

Benim ki de laf;

Rütbeleri söküldükten sonra hiçbiri lojmanda yaşayamayacak, ordu evlerine giremeyecek, Özkök’ün “yoluna çıkamayacak”, “canını sıkamayacak” nasıl olsa değil mi? Kalmadı yani “yüzleşme” ihtimali! 

***
Önceki gün Fikret Bila’ya yaptığı açıklamada diyor ki;
“Tanıklık yapsam da mevcut deliller çerçevesinde davanın esasını etkilemeyecekti!..” 

Müneccim misin?

Yargıtay kararını kalkan yapıp böyle konuşmak kolay tabii de, sormazlar mı insana nereden biliyorsun etkilemeyeceğini?

Senin ifadenden de sonra belki dava bambaşka bir yönde seyredecekti!
“Olmayan darbe girişimi” için “üretilmiş deliller” hükmünü kaybedecekti belki!
Belki de dediğin gibi hiçbir şey değişmeyecekti ama en azından elinden geleni yapmış olmanın iç huzurunu kazanacaktın;

Az şey mi?

“Gitseydim dinlenmezdim” diyor;

Gitseydin de dinlenmeseydin...
Ne kaybederdin?

Tayyip Erdoğan “Hocam” diye hitap ettiğinde boşuna kopmuş onca yaygara;
“Ben tedbirimi alayım da takdir Allah’tan” demez mi bir “Hoca”?
 AKP’nin “alkolsüz toplum modeli” ters tepti “Alkol yasağı” da dahil popüler ifadesiyle “yaşam tarzına müdahale” alanına giren her türlü düzenlemeye karşıyım. Toplumu oluşturan bireyler birbirlerinin hak ve özgürlük sınırlarını ihlal etmediği, edeple, ahlakla, saygıyla ilgili genel kaideleri çiğnemediği ve başkaları için tehdit oluşturmadığı müddetçe dilediğince yaşar; ister alkolle yıkanır, ister şerbete bulanır. Ve bu “düzen” yasaklarla değil; toplumun birlikte yaşayabilmeye ayarlı olarak yetiştirilmesi, eğitilmesiyle sağlanır. Yasaklar -hele ki dam üstünde saksağan sığlığındaysa- sadece kaos yaratır.

Bakın nasıl:

***

Cuma akşamı saat 20.30-21.00 suları... 
Avcılar-Zincirlikuyu metrobüs hattı ... 

Kimdir nedir bilmiyorum, ben “kart-sapık” taktım adını. Küçükçekmece’den sallana sallana metrobüse binmeye çalışırken üzerime çullandı. Berduş vaziyetine bakılırsa; gidip bir yerlerde yiyip-içmiş olamazdı. Muhtemelen “alkol”ü ya bir büfeden, ya marketten aldı. Sonra da ya bir parkta ağaç altında, ya sokakta bir kaldırım köşesinde içip yeniden “insan içine” karıştı.

Aynı akşam saat 21.00-21.30 suları...

Bu kez Zeytinburnu-Kabataş tramvay hattı...
Cevizlibağ’dan bindim; ben, biri kibrit çaksa toptan havaya uçardık herhalde diyeyim içerinin durumu siz tahmin edin. 
Birkaç durak sonra “tayyare” moduna geçmiş bir adam oturdu yanıma; eli -detaya girmeyeyim- “aranmakta” ;
Sonrası tahmin edersiniz ki kavga!

Diyeceğim şu ki;

Bravo AKP sana!

Saat 22.00’den sonra alkol satışını yasaklayarak öyle güzel bir iş yaptın ki, eskiden gece yarısından sonra, el ayak çekilince, tenhada rastladığımız ne kadar ayyaş varsa sayenizde artık çoluk çocuk dışarıda olduğumuz, şehrin en yoğun saatlerinde aramızda!

Kendi içinde, kendiliğinden oluşmuş bir düzene, sisteme sahip olan “toplumsal yaşam”ı, lego varsayarak şekillendirmeye kalkışınca böyle elinde patlar işte!
Eminim “dindar” ve “muhafazakar” tabanın “alkolik” leri karılarının, kızlarının başına musallat ettiğin için gurur duyuyordur seninle! Ölene kadar bitmez ama evet Çok sevdiğim Bulutsuzluk Özlemi şarkılarından biridir;
“Gazetelerde bu sabah bir fotoğraf var
Cezaevinde bayram görüşmesi
Analar, babalar, çocuklar sarmaş dolaş...” 
Her şeyin, onca haksızlığın, hukuksuzluğun üzerine tüy diker gibi şimdi bir de bu “fotoğraf”ı yasaklıyorlar Türk askerinin karısına, çocuğuna, anasına, babasına..

Zulüm bu!

Alenen, “Sizi öldürene kadar, esameniz dahi okunmayacak biçimde silene kadar yetmez, bitmez bu intikam, ama şimdilik işkencenin bu kadarına evet” demek!
Yüzlerce kahramanı, akla vicdana sığmayan cezalara mahkum ederken “ Adaletsizliği ” hukukla, yargıyla sakladınız;
Peki bu zulmü neyle, nasıl saklayacaksınız?
Ne demek “bayram görüşü”nü yasaklamak?
Hangi hukuk, hangi yargı, nasıl bir devlet bir ailenin “bayram”ını elinden alma hakkına sahip olabilir?

Rütbeleri, madalyaları, beratlarıyla birlikte geçmişlerini çaldınız...
Emeklilik hakkını kazanmamış, eşi çalışmayan, bütün hakları ellerinden alınmış bir aile düşünün; bir günde evsiz barksız, işsiz güçsüz bıraktınız; sokağa attınız; küçücük çocukların geleceklerini çaldınız...

Daha ne istiyorsunuz; 
Toplu İntiharlarını mı?

Saltanatınızı, bir kadının, bir çocuğun gözyaşları üzerine mi kuracaksınız? Bayağı “erkekçe”, “mertçe” (!)

Bu mu sizin “ Millet ” olmaktan anladığınız?

Bu mu Müslümanlığınız? 
Bu Bayram en kalbi dileğimdir;

Zulmünüz artsın ki zeval bulasınız!


***

'Bir Grup' Ne Demek?

'Bir Grup' Ne Demek?

Cüneyt Arcayürek

“Baktım bir grup çıkmış bir şeyler söylüyor” diye başlıyor konuşmaya.
“Bir grup” dediği, küçümseyerek sözünü ettiği acep kim ola?
Ne mutlu Türküm andını kaldıran, kamuda da türbanı serbest bırakan kararlarına karşı çıkan, eleştiren; en azından on beş yirmi beş milyon seçmenin vekili, Meclis’te bulunan muhalefet partileri...
...ya da 76 milyon nüfusun dörtte üçünün gönlünde yer etmiş olan Türklük andını yok saymasını sindiremeyerek daha sert biçimde eleştirenler mi?
Kim mi, kimler mi bu “grup”? 
Ülkenin bölünmez bütünlüğünü, laik, sosyal demokrat ülkenin birlik ve dirlik ilkelerini…
...örneğin Genel Başkan Kılıçdaroğlu’nun son kapalı grup toplantısında yinelediği gibi; Cumhuriyetin temellerini saptayan, anayasadaki “ilk dört maddenin CHP’nin kırmızı çizgileri” olduğunu, vazgeçilmez ilke, laikliği iktidara karşı ve karşın savundukları ve…
...parti içinde ve dışında; Türk ve Türklük ifadelerinin hazırlanmakta olan yeni anayasada yer almamasında direnenlerle savaştıkları için ulusalcı diye anılanlar...
Ulusalcı mulusalcı yok, millet var, diyor.
Millet dediği de son seçimde aldığı yüzde 50 oy!
Ya geride kalan yüzde 50 oy? 
Yok, onlar “bir grup”!
Ya da laik, demokratik Cumhuriyeti dinci çerçeveye hapsetmeye çalışan iktidara özgü zihniyete karşı savaşım verenler? 
Millet veya milletin vekili bile değil; “bir grup”! 
Muhalif olsun olmasın herkesin başbakanıyım der; lakin köşeyi dönerken halkın belleğine kazınmış ilkeleri silmeye çalışan çabalarına karşı duranları karalamak için, bir anda, o sırada işine geldiğinden daha önceki bir seçimden sonra parti balkonundan söylediklerini, vaatlerini unutur; tam tersini savunur... 
Muhalefet sözcülerinin dün söylediğinin, bugün tersini savunur olmasını açığa çıkaran eleştirine, çoktan kuldan vazgeçtik; inandığı Allah için bir gün olsun; hayır öyle demedim dediğine tanık oldunuz mu?..

***
Taze örnek bir olay günlerdir gündemde.
45 gün önce; anadilinde özel veya resmi okullarda Kürtçe eğitimin ülkenin bölünmesine neden olacağını söyledi.
45 gün sonra açıkladığı demokratikleşme paketinde, Kürtçe eğitimi özel okullarda serbest bıraktığını ilan etti.
Şimdi muhalefet ağzı diye karşılaması olası ve hazindir; yalaka yandaş ya da öyle olmaya heveslenen medyanın sessiz kaldığı bu ikilemi; bu ne perhiz bu ne lahana turşusu diye yorumlamaz mısınız?

***
1946’da demokrasiye ilk adımı attığımız, ilk çok partili seçimin yapılacağı sırada; propaganda gezisine çıkan bir muhalif vekil adayının Kızılırmak kenarındaki Orta Anadolu’nun bir ilinde bir vesile; “Burada deniz yok!” diyen seçmene; “İktidar olalım, buraya denizi de getireceğiz” dediğini Falih Rıfkı Atay’da okumuş, hayli gülmüştüm.

Önceki akşam Star TV’nin ana haber bülteninde, Denizli’de bir adayın “Denizli’yi deniz getirerek liman kenti yapacağını” vaat ettiğini, üstelik canlı yayında kendi sesinden izleyince hayret etmekle gülmek arasında bocaladım doğrusu.
Üstelik belediye başkanı olmaya aday kişi; soru üzerine Denizli’ye deniz getirmeyi yetkili kişilere incelettiğini ve... bu projenin araştırılması gereğini içeren, herhalde nezaket gereği olacak, başvuruya olmaz demeyen bir yanıt aldığını da çok ciddi ifadelerle söyledi.

2013 yılında da bazılarında hâlâ 1946 modeli demokrasi ve seçmeni enayi yerine koyan, birbirini aynısı kafa yapısını sergileyen bu iki örneğin sonuncusu...
...iktidarın sözde kalan, kimi propağanlarından cesaret alındığını kanıtlamıyor mu?

***
Arife günü ve bayramın ilk üç günü izninizi rica ediyorum.
Gelecek cumartesi görüşmek üzere... 

İyi Bayramlar...


***

O Manşettekiler Beraat etti

O Manşettekiler Beraat etti

Müyesser Yıldız

Taraf’ı ve misyonu malûmlar, Türkiye’yi 20 Ocak 2010’da “Fatih Camii Bombalanacaktı” manşetiyle dehşete düşürdüler... 

Balyoz denilen asrın hukuk ve insanlık trajedisi o manşetle başladı... 
Arkası çorap söküğü gibi geldi ve Yargıtay’da tam 237 askerin mahkumiyetiyle sonuçlandı.  

Herkesin kanı çekilmişti. "Camii bombalayacak” kadar “gözü dönmüş” askerleri kim, nasıl savunabilirdi ki?.. 

Dönemin Genelkurmay Başkanı Orgeneral İlker Başbuğ hariç. Çıktı, “Allah Allah diyerek taaruz eden asker camii mi bombalar?” diye isyan etti. 
Hemen Başbuğ’u “linç harekâtı” başladı.

Taraf Gazetesi İstanbul'daki camiileri bombalayacak “timleri” sicil numaralarına kadar isim isim yazdı. 

Kamuoyu nezdinde “Allahsız caniler” damgası vurulanlar şunlardı ,

“Hüseyin Özçoban, Hüseyin Topuz, Ali Demir, Erdinç Atik, Arif Bıyıklı, Levent Maraş, Ertan Karagözlü, Mutlu Kılıçlı, İmdat Solak, Mustafa Kelleci, Murat Balkaş, Yusuf Kelleli, Duran Ayhan, Musa Farız, Uğur Üstek, Selahattin Gözmen, Fikret Coşkun, Osman Çetin, Abdil Akça.” Davanın delili dijitaller hiçbir sanığın evi veya işyerinde ele geçmediği halde, Yargıtay’ın,“Usulüne uygun elde edildi. Poliste değişiklik yapılması sözkonusu değil” dediği CD’leri Taraf Yazarı Mehmet Baransu 30 Ocak’ta bavula koyup, Savcılığa götürdükten sonra Şubat’ta ilk “camii bombalama timleri” toplandı. Polis ve Savcılık’ta sorguları sürerken yandaş medya şu manşetleri çoktan atmaya başlamıştı:

“Fatih ve Beyazıt camilerine yönelik bombalama planlarının Jandarma Yarbay Hüseyin Topuz ve Jandarma Albay Hüseyin Özçoban tarafından hazırlandığı 
iddia ediliyor. Orjinal Balyoz Belgeleri üzerinde yapılan incelemede, planların Özçoban veTopuz’un bilgisayarından çıktığı belirlendi.”   

Sonrasını kimse takip etmedi. O “caniler” ne söyledi, kimler tutuklandı, kimler bırakıldı, başka hangi isimlere ulaşıldı öğrenemedik. Çünkü önümüze daha büyük “avlar” konmuştu.

Ancak Yargıtay’daki temyiz aşamasında “camii bombalayacakların” akıbetini öğrenebildim. Taraf’ın yayınladığı listeye, Hakan Sargın, Nail İlbey, 
Kahraman Dikmen, Ali Demir ve Aziz Yılmaz gibi yeni isimler eklenmişti.  

O İSİMLER BERAAT ETTİ

Avukatları Mahir Işıkay 25 Temmuz 2013 günü yaptığı savunmada özetle şunları anlattı: 

“35 personel tedhişle görevlendirilecek, ama bunlardan bir teki 1. Ordu’daki seminere çağrılmayacak. Bu hayatın olağan akışına uygun mu? Ortada isimsiz, 
imzasız listeler var. Hüseyin Özçoban tim lideri, iyi de ne ıslak imzalı, ne elektronik postayla ona yapılmış bir tebligat var. Sözde Eyüp Camii keşif raporunu Nail İlbey hazırlamış. Namaz kılınan bölümde 3 giriş kapısı var deniyor. Oysa 2 giriş kapısı var. Aynı hatalar diğer camiilerle ilgili keşif raporlarında da 
kelimesi, virgülüne kadar aynı. İki ayrı kişi, iki keşif sonuç raporu hazırlamış, ama ne hikmetse yapılan hatalar bile aynı. Böyle birşeyin olması milyarda 
kaç ihtimaldir? Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı sözde ekip lideri Hakan Sargın için beraat, sözde yardımcısı Nail İlbey için ise onama istiyor. 

Aziz Yılmaz camiilerde eylem uygulama raporu hazırlamış. Ortada böyle bir rapor yok. Olmayan raporu nasıl düzenler? Olsa, sahteliğini tartışırız, ama yok ki!.. 
Akademide hazırladığı bir teze atıfta bulunup, ‘Bunu hazırladığına göre, raporu da sen hazırlamışsındır. Çünkü kullanıcı adı aynı’ deniyor. 

Erdinç Atik; gözaltına alındığında tutuklama istemiyle nöbetçi mahkemeye sevkedildi. Tutukluluğu reddedildi, Batman’daki birliğine döndü. Savcılığın itirazı 
üzerine yeniden geldi, 6 gün tutuklu kaldı. İtirazımız üzerine tahliye edildi. 11 Şubat 2011’de kapılar kapatılarak yapılan toplu tutuklamada salonda bulunduğu 
halde yakalama kararı çıkartıldı ve o gün tutuklandı. Her iki defa da Erdinç Atik’i tahliye eden hakim kimdi biliyor musunuz; 
Ali Efendi Peksak’tı. 
Şimdi ise 16 yıl hapis istiyor. Ne bu insan hatası mı? Onunla beraber gözaltına alınanların tamamı beraat ederken, bir tek o kaldı. Galiba sehven mahkûm edildi. 
Eğer bu plan gerçekse, listedeki herkes için geçerli. Ama listedeki bazı isimler tanıklık için bile çağrılmadı. Tüm sanıkların o tarihte nerede olduklarının ortaya 
çıkarılması için HTS kayıtlarını istedik, mahkeme gerekçesiz reddetti.” 
“Camii bombalayacağı” iddia edilen bu isimler ne mi oldu?

Taraf’ın manşetinde sicil numaralarına kadar deşifre edilen şu isimler beraat etti:
“Abdil Akça, Arif Bıyıklı, Duran Ayhan, Ertan Karagözlü, Fikret Coşkun, İmdat Solak, Levent Maraş, Murat Balkaş, Musa Farız, Mustafa Kelleci, Mutlu Kılıçlı, 
Osman Çetin, Selahattin Gözmen, Uğur Üstek.” Hem de Balyoz davasına bakan 10. Ağır Ceza Mahkemesi tarafından. Yargıtay da aynen onadı.
Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın beraatini istediği Hakan Sargın başta olmak üzere Hüseyin Özçoban, Hüseyin Topuz, Ali Demir, Aziz Yılmaz, Erdinç Atik, 
Kahraman Dikmen, Nail İlbey ve Yusuf Kelleli ise mahkûm edildi.

Demek İstanbul’da o kadar camiyi bu 9 kişi bombalayacakmış!..

20 Ocak 2010’da, “Fatih Camii Bombalanacaktı” başlıklı tam sayfa haberiyle düğmeye basan Taraf Gazetesi’nin, eserinin sonucuna yani Yargıtay’ın onama 
kararına neden manşetin yarısını ayırıp, “Yargıtay: Darbeye Teşebbüs de Suçtur” başlığını kullandığını şimdi anladınız mı? 

Utanma ihtimali sıfır olduğuna göre; “Mission completed”!..
Ve nasılsa; “Hafıza-yı beşer nisyan ile malûl” !..

Silivri, Hasdal, Hadımköy, Maltepe, Sincan, Mamak ve Şirinyer’e kucak dolusu sevgiler


***