13 Ağustos 2019 Salı

Yerel Yönetimlere Kültürel Özerklik Mi?

Yerel Yönetimlere Kültürel Özerklik Mi?



 Cahit Armağan Dilek
30 Kasım 2018

Yerel Yönetimlere Kültürel Özerklik Mi?
    2008’lerde başlayan açılım politikaları 2013 başında çözüm sürecine dönüştü ve PKK terör örgütüyle müzakereler başladı. O dönemde terör örgütünün ne kadar barışçı olduğu masalı anlatıldı, terörist başına methiyeler düzülerek Türkiye’ye ve hatta bölgeye barışı huzuru getirecek kişi olarak pazarlandı. Sonuç Temmuz 2015’te başlayan terör sarmalında binlerce şehit ve yaralı.
Anlaşılan terörün vahşi yüzü, şehit ve gazilerimiz unutulmuş olacak ki yerel seçim sathi mahalline girildiği son dönemde akıllarından çıkarmadıkları çözüm-müzakere süreci yeniden hortlatılıyor.

    Hortlatılıyor diyorum çünkü çözüm süreci denilen yıkım süreci kan ve gözyaşından başka bir şey üretmemiş, Türkiye’nin bekasının temellerine dinamit döşemişti. Buna rağmen halen keşke çözüm süreci bozulmayıp devam edilseydi diyenler şimdi yeniden aynı ipe sarılmış durumda.
AKP heyetinin Almanya ziyaretinde federal yapıya ilişkin görüş alışverişinde bulunduğu açıklandı. Bizde federal yapı olmadığına göre sadece verilen değil alınan bir görüş olduğu aşikar.
Peşinden çözüm sürecinin "Akil İnsanlar" heyetinde yer alan isimlerin  de katıldığı PKK ile müzakerelerle özdeşleşmiş Norveç'in başkenti Oslo'da Demokratik Gelişim Enstitüsünün (DPI) toplantısından görüntüler medyaya verildi. DPI'nın direktörü Kerim Yıldız, aynı zamanda Kürt İnsan Hakları Girişimi(KHRP)'nin Başkanı. KHRP, K.Yıldız'la birlikte teröristbaşının Avukatı Mark MullerStuart tarafından kurulmuş. KHRP'nin onursal başkanı ise İngiltere Lordlar Kamarası Üyesi Lord Eric Avebury. KHRP, AİHM'de Kürtlerle ilgili Türkiye aleyhine açılan davaları takip ediyor. Sitesinde Türkiye, Suriye, İran ve Irak'ta toprakları olan bir Kürdistan haritası yer alıyor.

Medyaya yansıyan fotoğrafların birinde toplantı odasındaki panoda yazan “Türkiye’de zor günlerin yaşandığı bir dönemde kapsamlı diyaloğu desteklemek” ifadesi toplantının müzakere sürecini canlandırma hedefini açıkça ortaya koyuyor.

Aynı enstitüyü geçen aylarda aralarında eski üç bakanın da olduğu AKP heyeti ziyaret etmişti. 

İşin ilginç yanı medya sızdırılan bu tür ziyaret ve toplantılar buzdağının görünen kısmı. Muhtemelen iç politika hedefleri bağlamında birilerine merak etmeyin çözüm sürecini unutmadık biz de istiyoruz mesajı vermek için medyaya yansıtıyorlar.

Şunu söyleyelim müzakere süreci dış patentlidir, milli ve yerli değildir. Avrupa, ABD, Irak ve Suriye'de ve hatta Türkiye'de benzer çok sayıda toplantı görüşme yapılıyor. AKP ve HDP’li heyetlerinin peşpeşe Barzani yönetimiyle görüşmek için Irak’ın kuzeyine gidip geldiğini görüyoruz.
Müzakere sürecinin doruk noktası Dolmabahçe’deki fotoğraf ve orada yapılan açıklamalaroldu.Açıklama metninin ana fikri terörist başıyla ortak anayasa yapılması, burada Kürtlere özerklik verilmesini, Kürtlerin ve Türklerin devletin ortakları olarak tanımlanması, dolayısıyla federasyon hatta konfederasyonun önünü açılmasıydı. Tek vatan tek millet değil çok ortaklı çok parçalı vatan!

Türkiye’de bunlar olurken IŞİD bahanesiyle PKK, ABD planları ve desteğiyle, Suriye kuzeyinde fırsatı değerlendirip Irak ve Türkiye’deki pozisyonun önünde bir pozisyon elde etti. Suriye’nin dörtte birini, enerji ve su kaynaklarının yüzde 70’ini kontrol ediyor. Siyasi sürece katılmak üzere hazırlık yapıyor.

ABD desteğinde ama Rusya’nın hazırladığı ilk taslak yeni Suriye anayasasında kültürel özerklik PKK/YPG için cepte ve müzakere masasına bu seviyeden başlayacaklar. Arazideki avantajlı konumlarına bakılırsa daha fazlası da anayasada yer alabilecek.
Türkiye’nin  Suriye’de terör örgütleriyle işbirliği yapma çıkışlarına ABD adı konulmamış bir çözüm süreciyle karşılık veriyor. PKK-YPG’yi sözde ayırıp, PKK’nın görselliğini azaltıp, YPG’nin PKK ile bağının olmadığını göstermeye çalışıyor. Menbic’te başlayan ve Fırat doğusuna genişleyen devriye mekanizmasıyla Türkiye ile YPG’yi  müzakereye yönlendiriyor.
İşte tam da bunlara paralel olarak Türkiye’de yukarıda anlattıklarımız yaşanıyor. Ama bir şey daha var. 28 Ekim’de yayınlanan 2019 Yılı Cumhurbaşkanlığı Yıllık Programında Erdoğan yönetiminin 2019 yılı makroekonomik ve sektörel politikalar ile bunların hayata geçirilmesine yönelik uygulamalar açıklandı.
Bu programdaki 104 numaralı tedbir dikkat çekici. Şöyle diyor: Kültürel tesis ve faaliyetler kademeli olarak yerel yönetim kuruluşlarına devredilecektir.



Kültürel tesis ve faaliyetlerin yerel yönetimlere devri ne demek? Bu yerel yönetimlere kültürel özerklik vaadi değil mi? Yerel seçim yılı olan 2019’da böyle bir yetki devri yapacağı demek bazı şehirlerdeki seçmene mesaj mı?  Benzer yetki devri ekonomide, eğitimde, güvenlikte de olur mu? Kaygılanmayalım mı? Olanlar olacakların habercisi değil mi?
Dediğimiz gibi yeni müzakere-çözüm sürecine giden yolun taşları içeride dışarıda her yerde döşeniyor. Bize de uyarmak, şehitlerimizi ve gazilerimizi unutmayın demek düşüyor.



***

12 Ağustos 2019 Pazartesi

ARMAGEDON'UN KAPI KULLARI

ARMAGEDON'UN  KAPI  KULLARI

Mehmet EMİN KOÇ,
01.07.2004


ABD Başkanı Bush, radikal bir Evangelist Hıristiyan’dır. Yahudilerde “arz–ı mev’ud” inancı ne ise, Evangelistlerde de “Armagedon savaşı inancı” o derece köklüdür. Evangelistlerdeki bu temel akide, “arz–ı mev’ud inancı” ile birebir ilintilidir. Bu bağlamda Evangelistlere, Siyonist Hristiyan da denmektedir. 
Armageddon’un yerli kapı kulları, asırlar boyunca hilalin temsilcisi aziz Türk milletini, böylesi vahim bir “Haçlı gidişatı”na taşeron yapmakla ne büyük ihanet işlediklerinin farkındalar mı? 

* * *
Başkan Bush, bunlardan biridir, “fundamantalist bir Armageddon”dur.
Tüm rota Armagedon’a göre Bush’un baş papazı Jerry Falwell, Yahudi–Evangelist bağlantısının en önemli aktörüdür; Irak’ı işgal sürecinde özellikle Kuzey Irak’ta önemli misyonerlik çalışmaları yapmıştır, yapmaktadır.

Sizin anlayacağınız, iki hafta önce İstanbul’a gelen Bush’un danışmanlarından futurist Prof. Nisbitt’in ifadesiyle, Başkan Bush Ortadoğu’ya Armageddon inancıyla çöreklenmiştir. Büyük Ortadoğu Projesi de bu mantık etrafında şekillendirilmektedir. NATO’nun yeni rotası da bu inançla oluşturulmuştur… vesselam.

BOP planı da, NATO konsepti de, bölgemizdeki işgaller de Evangelist Bush’un, “Armageddon inancı” doğrultusunda oluşturulmuş Haçlı projesidir.

Bush’un mensup olduğu Evangelistlere göre, Armagedon savaşı, Kudüs yakınlarındaki Magedon ovasındaki tepelikte olacak bir Deccal savaşıdır (bkz: www.rc.net/israel/megiddo8.jpg). Bu savaşın öncesinde ise İsrail’in, “arz–ı mev’ud” inancında belirtilen sınırlara kadar genişleyerek “Büyük İsrail” olması şarttır. Armagedon savaşının ardından Bush’un tanrısı Davut’un tahtında Mesih’i hakim kılacak… Böylece hem “dünyevi zümre” olan Yahudiler, hem de “semavi zümre” olan Hıristiyanlar muratlarına erecek…

İşte BOP’un dinsel perde arkası… İşte NATO’nun yeni konseptinin arka plan dinsel ritüeli…!

Şu kapı kulları ne yapıyor Allah aşkına!

İmdi, gazilik ve şehitlik gibi medeniyetimize ve dinimiz İslam’a has iki temel kavram etrafında yoğrularak asırlarca insanlığa adalet taşımış, Mehmetçik adını peygamberimiz Hz. Muhammed’den almış Türk askerini, bu “Armageddon’un emir eri” konumuna sürükleyenler, ne yaptıklarının farkındalar mı!

Bu, laikliği toptan ihlal değil mi, ne dersiniz?

Armageddon’un yerli kapı kulları, asırlar boyunca hilalin temsilcisi aziz Türk milletini, böylesi vahim bir “Haçlı gidişatı”na taşeron yapmakla ne büyük ihanet işlediklerinin farkındalar mı?

Öte yandan Amerika’nın BOP’unun yerli “dinlerarası diyalog” tezgahtarları, “medeniyetler arası çatışma yok–mok” diye geveleyerek, aslında Evangelist Bush’un bu Armagedon hedefini ve hevesini örtmeye çalışıyorlar.

Armagedon karşısında Hatemi şaşkın ördek gibi…

Irak’ın işgali, BOP çukuru vs. gelişmelere ilişkin “yerli diyalogcular” dan tık yok; baş aktör F. Gülen Amerika’da, komisyonların demirbaşı M. Aydın bakanlık koltuğunda, dinsel danışman H. Karaman yeni safağı atmış kuşe–i uzlette şokta.

Bir tek Prof. Dr. Hüseyin Hatemi, şu ekümenik sevdalı Bartholomous’un avukatı Kezban Hanım’ın beyi Hatemi şaşkın şaşkın konuşuyor. Bakınız, Armagedon konusunda Defne Sarısoy’a neler anlatıyor diyalogcuların “lügat maskotu” Hatemi Hoca: “Bugünkü Bush iktidarında çok tehlikeli deliler var. Orduda, hükümette, çeşitli iktidar mecralarında bazı beyinler var. Birtakım sapkın protestan tarikatleri kendi fundementalist inanışları ve ideolojileri ile iktidar nezdinde taraftar toplamaya çalışıyorlar. Sözünü ettiğim protestan fundamentalizmine göre, Hz. İsa’nın gelmesi için bu üçüncü milenyum başında mutlaka “Armageddon” denen o nihai savaşın çıkması lazım. Matrix filmi de tam manasıyla bu fikirlerin simgeleriyle doluydu. İnanmış bu Protestanlar, bir taraftan da Armageddon savaşının çıkması için uğraşıyorlar. Bu savaş nasıl çıkar? Mutlaka İsrail’in Araplara hücum etmesi veya Müslümanlar’ın İsrail’e hücum etmesi lazım. Armageddon Savaşı Kudüs yakınlarındaki Magedon Tepesi etrafında gerçekleşecek. Armegeddon Savaşı Müslüman ordusunun İsrailoğullarına saldırmasıyla çıkacak. Protestan fundamentalizmi, Armegeddon Savaşı’nda İsrail’in desteklemesi gerektiğini savunuyor. Çünkü Hz. İsa da ‘İsrail Arslanı’ olarak dünyaya gelmiştir. Yahudiler, Müslümanlar’a karşı Armageddon Savaşı’nı kazanmadıkça, Hz. İsa tekrar yeryüzüne dönmeyecek. İsa’nın dönmesi için savaşın çıkması ve kazanılması şarttır. Bu savaşı önce Hz. İsa olmadan Yahudiler’in kazanması lazım. Onun için İsrail ile sıkı bir işbirliği dini nedenlerden dolayı mecburidir. Ama bu savaş bittikten sonra da, 144 bin Yahudi hariç, o 144 bin Yahudi de Hz. İsa’ya iman eden Yahudiler olacak, hepsi kırılacak. Bu sefer de Amerika ve Hz. İsa’ya bağlı olanlar yeryüzünde kalacak…”

Öğleden sonra günaydın efendim!

Hilal veya Haç; tercih sizin beyler!

Bush’un BOP çukurunda debelenerek aziz milletimizi Armageddoncuların emir eri yapmaya çabalayan eski tüfek mücahidler, yeni yetme değişmişler–dönüşmüşler, kimi etkililer, bazı yetkililer, görüyor musunuz ne vahim işlerle uğraşıyorsunuz? Ne belalar sarıyorsunuz milletimizin başına; bu Müslüman milleti kimlere kapı kulu yapıp kıyamete doğru hızla yaklaştığımız bu zaman diliminde dünyalarını da, ahiretlerini de kaybettiriyorsunuz?

Ey akl–ı selim sahipleri, Armageddon savaşı projesinde Haçlı’nın askeri olmak yerine, asırların en yüce medeniyetinin adalet timsali askeri olarak kalmak, İslam’ın şehit ve gazi rütbeleriyle Hilal’in gölgesinde kalmak daha hayırlı değil mi?

Tercih sizin…

İnancımız, tarihimiz, medeniyetimiz ve âli menfaatlerimiz Haçlı’nın emir eri değil, kıyamete kadar Hilal’in muhafızı olmaya davet ediyor.

Yarın, askerimizin Mehmetçik namını kendisinden aldığı Peygamberimiz Alemlere Rahmet Hz. Muhammed’in (SAV), Irak’ta ortaya çıkıp İslam coğrafyasına 
musallat olacağını haber verdiği “Şeytan’ın orduları”na, Deccal’in askerlerine değinelim dilerseniz. Ne dersiniz, değinelim mi?

Mehmet EMİN KOÇ, DİĞER YAZILARI İÇİN WEB ADRESİ;
  
https://www.yenimesaj.com.tr/armageddonun-kapi-kullari-H1100967.htm



http://dinlerarasidiyalog.blogcu.com/armageddon-un-kapi-kullari/1554874


****

11 Ağustos 2019 Pazar

AKP’nin Son Kullanma Tarihi Dolmak Üzeredir, Yakında Çöpe Atılacaktır Ama…

AKP’nin Son Kullanma Tarihi Dolmak Üzeredir, Yakında Çöpe Atılacaktır Ama…


Ali Eralp


Hükümetin en yetkili kişileri “Orduya kumpas kurulduğunu” itiraf ediyorlar.
Yani bizim yıllarca yazdığımız, çizdiğimiz, anlattığımız, “Darbe masalları” diye dile getirdiğimiz tezgâhların, tertiplerin doğru olduğunu sonunda tüm ulusa açıklamak zorunda kaldılar…
Peki, bütün bu işler olup biterken, bu kumpaslar kurulurken bu itirafçılar ne yapıyorlardı?
Sabahın köründe, komutanlar adi birer katil gibi enselerinden tutulup götürülürken, bu itirafçılar neyle uğraşıyordu?
Madem kumpastan haberleri vardı; haksızlıklara, hukuksuzluklara neden müdahale etmediler?
Elleri armut mu topluyordu, yoksa ganimet mi?

Aslında kumpas, sadece orduya değil, tüm Türkiye’ye kuruldu… 
Kumpasın kurucusu ise ABD…
Bu kumpas sonucunda 2 sayfa 9 maddelik gizli anlaşmalar yapıldı. BOP eş başkanlarına vatanı parçalama, bölme görevi verildi. Türk ulusunun başına AKP, PKK, Gülen cemaati bela edildi…
Cumhuriyete, Atatürk’e, orduya savaş açıldı…
Bu anlaşmalardan sonra ordunun, sınır ötesi harekâtlar yapması engellendi. PKK, içeride ve dışarıda dilediği gibi at koşturmaya başladı…
Bunun sonucunda şehit sayıları her yıl artarak üçe, dörde katlandı. Ocaklara ateş düştü. Analar, babalar, eşler, kardeşler, çocuklar, sevdalılar tabutlar başında feryat ettiler. Tüm ulus bu görüntüleri üzüntüyle, çaresizce izlemek zorunda kaldı. Herhangi bir çözüm üretmeden hükümet de izledi… 
Bu kumpastan sonra yalaka gazeteciler, yalaka televizyonlar, yalaka şarkıcılar, türkücüler yerden biter gibi, ayrık otu gibi, veba gibi çoğaldılar…
Sardılar dört bir yanımızı… 
Bu kumpastan sonra PKK’lı katiller, caniler, meclisteki PKK’lı parlamenterler adam yerine geçti. Muhatap kabul edildi. 
Onlarla kapı arkalarında görüşmeler yapıldı. Kırmızı bültenle arananlar, Diyarbakır meydanında yerli hainlerle birlikte Kürdistan türküleri söylediler…
Şanlı Türk bayrakları yasaklandı.
Gençliğe Hitabe, İstiklal Marşı yasaklandı. 
Devlet kurumlarından “TC” kaldırıldı. 

AMA YOLSUZLUKLAR, RÜŞVETLER, KARA PARA AKLAMALAR, HAYALİ İHRACATLAR SERBEST BIRAKILDI.

Ayakkabı kutularından trilyonlar çıktı… Menfaat grupları iktidarı paylaşmada ve ganimet bölüşümünde birbirlerine düştüler. Kirli çamaşırlar, kasetler, belgeler, fotoğraflar ortaya saçıldı. 
2013 Cemaat savaşları ile geçti… Birbirlerini yediler. Ama kazanan millet oldu…
Saltanat, sultanlık, padişahlık, talancılık bitiyor artık…
AKP’nin son kullanma tarihi dolmak üzeredir, yakında çöpe atılacaktır… 

AMA…

Hâlâ halktaki duyarsızlık devam ediyor. Hâlâ din sömürüsü geçerliliğini koruyor ve “Müslüman adam yalan söylemez, çalıp çırpmaz…” görüşü toplumda hüküm sürüyor… Bazılarının vurgundan, ayakkabı kutularından, şifreli kasalardan, para sayma makinelerinden haberi bile yok… 

Sevgili Bedri Baykam bir yazısında şöyle diyordu: “Bizim evde çalışan kıza annem sordu: ‘Gördün mü şu olup bitenleri?’ Yanıt: “Ne olmuş ki abla?”
Kıyamet kopuyor, yer yerinden oynuyor. Bizim kız “Ne olmuş ki abla?” diyor.
İşte Recep Tayyip’in güvendiği ortam bu… O, halkın bu ilgisizliğine, iletişim eksikliğine güveniyor… 

Elbette tek suçlu halkımız değil. Asıl suçlu, Ayakkabı kutularından trilyonlar çıkarken olayı halka yansıtmamak için “İzdivaç, yarışma programları, pembe dizilerle” halkın beynini yıkayan TV’lerdir…
Asıl suçlu, 21. yüzyılın mütareke basını ve yandaş yazarlarıdır…

Bu uyutma, uyuşturma, narkoz çemberini kırıp, sömürü çarkını, medyanın ve iktidarın “yalan rüzgârlarını” ulusumuza anlatmak için ne gerekiyorsa o yapılmalıdır…
Hedef halkı ilgisizlikten, duyarsızlıktan kurtarmaktır.

Köylere gidilmelidir, varoşlara çıkılmalıdır; kentlerin konforlu, rahat koltuklu salonlarında kendimiz söyleyip kendimiz dinleme yerine kahvelerde, gecekondularda halkın arasına karışmalı, dertlerine sorunlarına ortak olunmalıdır… 
Gerçekler anlatılarak AKP’nin çöküş süreci hızlandırılmalıdır…

Bunun için de aydınlarımıza büyük görevler düşmektedir. 

AKP yıkılırken, ikinci sorun, onun yerine geçecek olan yeni hükümet sorunudur.
Bazılar “AKP gitsin de kim gelirse gelsin, önce şunlardan bir kurtulalım hele…” diyor.
İşte Türkiye’yi bitiren, çıkmazlara sokan, yoksullaştıran, çağdaş uygarlığı yakalamasına engel olan anlayış, bu anlayıştır… 
1946’dan bu yana, bu ülke, ne çektiyse, bu düşünceden çekti. Yeni söylemlerle, yeni masallarla Ahmet gitti, Mehmet geldi, değişen bir şey olmadı, olan vatandaşa oldu…
Sevgili yurdumuz yıllarca mandacı, işbirlikçi, dinci hükümetler tarafından yönetildi ve sonunda gelip Gül – Gülen – Tayyip iktidarına mahkûm oldu. 
Ortalık lağım kokuyor şimdi. Her sabah güne bir soygun haberi ile başlıyoruz…
Hep söylüyoruz, yine söyleyelim; Hükümet seçiminde ölçü şudur:

ABD, NATO, CEMAAT -AŞİRET YANLISI KİŞİLERDEN, ÖRGÜTLERDEN, PARTİLERDEN HAYIR GELMEZ…

Şer gelir. Talan gelir. Sömürü gelir. Hem de “din sömürüsü” dâhil, sömürünün her çeşidi gelir…
Hasan gider, Hüseyin gelir, biraz da o, memleketin içine eder, pislik içerisinde kalan yine vatandaş olur…

Yıllar geçer…

Dönüp bakarız ki geçmişe… Bir Arpa boyu yol almışız…
Ömrümüz, “ Bizi iktidar yapsın” diye Bush’a puşta, ite kurda, Obama’ya yalvarmakla geçer…


***

Genelkurmay’ın Unuttuğu Davalar.

Genelkurmay’ın Unuttuğu Davalar.


Saygı Öztürk.


İstanbul’da “Balyoz”, “Ergenekon”, “Askeri Casusluk”, Ankara’da “28 Şubat” davaları olur da, İzmir’de yine çoğunluğu askerleri içine alan dava açılmaması eksiklik olurdu. İzmir’deki dava “Askeri Casusluk, Fuhuş, Şantaj” diye başladı ama bunların hiçbirisine ulaşılamadı. Şu anda dava gizli belge bulundurmaya döndü.
Kimler yok ki o davanın belgeleri arasında. Mülkiye müfettişinden, MİT mensubuna, Diyanet görevlisinden, Sosyal Güvenlik Kurumu müfettişine, Dışişleri mensubundan, vali yardımcısına kadar 2 bin 500 kamu görevlisinin ismi geçiyor. Hem de ne geçme. Haklarında fişleme yapılanlarla ilgili yazılanlar tam anlamıyla yüz kızartıcı cinsten…
Siyah torba içinde, buzdolabının arkasında Bu davanın en yüksek rütbelisi Donanma Komutanı Koramiral Veysel Kösele. 357 sanıklı davada 316 kişi muvazzaf veya emekli asker. Belgelere göre “eskort kızlar” 400’ü bürokrat ve geri kalanı asker olmak üzere 2 bin 500 kişi hakkında fişleme yapmış. Onlar da, savunmalarında bir kurguya kurban edildiklerini belirtiyorlar.
Davada hayli ilginçlikler var. 357 sanıktan sadece 10’u ile ilgili yapılan aramalarda, “Pandora” veri tabanında olduğu iddia olunan dijital belgeler çıkmış. Diğer 347 kişinin hiç birinde iddia edilen dijital belgeler saptanmamış. Dijital verilerin hepsi, diğer asker davalarında olduğu gibi mutfakta ve buzdolabı arkasında siyah torbada bulunmuş. Bunlar üzerindeki parmak izleri alınmamış. Soruşturma, 10 Ağustos 2010’da ABD’den gelen elektronik posta üzerine başlıyor. Ancak o iletide adı geçen hiç kimse dava kapsamında ne sanık, ne mağdur, ne müşteki, ne de tanık. Şüphelilerden 45’i yaklaşık 2 yıl fiziki ve teknik olarak izlenmiş. Hatta bazı sanıkların Marmaris, Bodrum ve İstanbul gezilerine dahi eşlik edilmiş. Ancak, suç unsuru bulunamamış.

Arama tutanakları da farklı “Pandora” isimli veri tabanının ele geçirildiği iddia edilen Bilgin Özkaynak’ın Sapanca’da adresinde yapılan aramaya ilişkin içerik ve imzası olanlar açısından birbirinden farklı iki arama tutanağı bulunuyor. Tutanağın birine göre evde sadece antika silahlar dışında hiçbir suç unsuru bulunamamış. Diğer tutanağa göre ise evde sadece el konulan dijital veri depolama materyalleri var ve başka suç unsuru yok. Tutanağın birine göre arama 00.45’te başlamış ve 05.35’te bitmiş. Diğer tutanağa göre ise arama 00.45’te başlamış ve 06.30’da bitirilmiş.

Birinci tutanakta aramaya 5 kolluk görevlisi, diğer tutanakta ise 14 kolluk görevlisi katılmış gözüküyor. Yine bir başka ilginçlik ise aramaların İzmir’den İstanbul’a, Sapanca’ya gönderilen polisler tarafından yapılması. Oysa, onların gönderiliş amaçları arama yapmak değil, suç unsuru olan malzemeleri teslim alıp getirmek.
N.K.’nın, iki yıllık takip sürecinde, hiç uğramadığı babasının evinde arama yapılıyor. Üstelik görme engelli babanın gözetiminde arama yapılıyor. Orada da davaya temel oluşturan taşınabilir bir hard disk bulunuyor. O diskte bulunanlar ise bilirkişi raporuna göre el koyma tarihinden sonra oluşturulmuş, kaydedilmiş.
Onların da hatırlanmaya ihtiyacı var Sivil ve asker olmak üzere tutuklu 59 sanığın, Genelkurmay Başkanlığı’nı etkileme ihtimalinin, aralarında 8 amiral-general rütbesinde subay bulunan 266 tutuksuz asker sanığa nazaran daha yüksek olduğu kanaati ile tutukluluğun devamı yönünde kararlar veriliyor.
Davanın bir başka özelliği de, en çok muvazzaf askerin tasfiye edilmeye çalışılmasıdır. Tutuksuz yargılanan veya fişleme kapsamında adı geçen askerlerin çoğu pasif görevlere atanarak zaten tasfiye edilmiş durumdalar.
Bu davanın sanıklarından, yakınlarından gelen mektuplarda, “Evet, Balyoz’u, Ergenekon’u yazıyorsunuz ama bir de bizim durumumuzu gündeme getirin” sitemleri yer alıyor. Haklılar. Onları ihmal ettik. 19 aydır tutuklu olanlar var. Geçen yılın Ocak ayında dava açılmış, Nisan ayında ilk duruşması gerçekleştirilmişti. İstanbul’da da “casusluk-fuhuş-şantaj” davası açılmış ve bu davada 43 sanık hakkında mahkumiyet kararı Yargıtay tarafından onanmıştı. Onlar da tamamen sahipsiz kaldı? Genelkurmay, “durumunuz nicedir?” diye sormadı bile… Oysa, “Balyoz” davasını bir ağacın gövdesiyse, İzmir ve İstanbul’daki askerlerle ilgili diğer davalar ise o ağacın dallarıdır.
Genelkurmay Başkanlığı, geç de olsa, “Balyoz Davası”nda yaşandığı değerlendirilen haksızlık- hukuksuzluklara karşı C. Başsavcılığı’na suç duyurusunda bulundu. Bunun için milletvekilinin “kumpas” demesi de yeterli oldu. Peki, “Balyoz”u, “Ergenekon”u gündeme getiren Genelkurmay Başkanlığı, büyük iftiralarla karşı karşıya olan yüzlerce askerinin yargılandığı diğer davaları niçin unutuyor? 

En azından biz hatırlatmış olalım.

***


141 Ali ne oldu?

‘141 Ali ne oldu?’


Hasan Pulur


Okur bu soruyor, soracak, biz de bildiğimiz varsa cevaplayacağız.
Lakin bazen öyle şeyler sorup hafızamızı zorluyorlar ki!
Mesela biri soruyor:
“141 Ali ne oldu?”
Buyrun bakalım cevap verin!
Aklımıza bir şeyler geliyor ama...

***
Toparlamadan önce kendisi yardıma koşuyor!
“Yıllar önce siz yazıp anlatmıştınız.”
Evet, öyle birini hatırlıyoruz.
Ne yazmışız, ne demişiz acaba?

***
Okuyucu, okuyor, o tarihte lafa şöyle girmişiz:
“Arkadaşları onun ne mal olduğunu ilk defa lisede tanıdılar. Yani ‘141 Ali’ ile müşerref olma zevki, okul sıralarında tadıldı. Müdür ve müdür muavinleri sık sık sınıfta sigara muayenesi yaparlardı. Ne hikmetse, sigaralar hep ‘hanımevlatları’nın ya da ‘inek’ diye adlandırılan çalışkan çocukların paltolarının, pardösülerinin, ceketlerinin ceplerinden çıkardı. Hocalar da şaşardı bu işe! Oysa ‘14 Ali’nin marifetiydi bunlar. Durum öğrenilinceye kadar çok kişinin canı yandı. Bir gün sınıfta yine sigara muayenesi yapılıyordu, öğrencilerin kitapları, defterleri arasına sigara sakladıkları ihbar edilmişti. Müdür ‘141 Ali’nin edebiyat defterine bakınca, Arşimet gibi ‘buldum!’ diye bağırdı. Sigara filan bulmamıştı ama, yazıyı tanımıştı. ‘141 Ali’, yazılısına iki veren fizikçinin edebiyatçıyla kırıştırdığını imzasız bir mektupla müdüre bildirmişti. Müdür de mektuptaki yazıyı tanıyınca ‘141 Ali’ye yol göründü.

***
141 Ali serbest hayatta da önemli işler becerdi. Mesela bir ara işportacılara taktı. İşportacı takımı hep tetikte olur, o da bunu bilirdi. Bayram arifelerinde ya da aybaşlarında birkaç kere Mahmutpaşa’ya dadandı. Çaktırmadan işportacıların yanına yaklaşıyor ve ‘hişt hişt geliyor’ dedi mi seyrediyordu işportacıları! Yalanı boynuna, bir kere Eminönü’ne kadar kaçırmıştı zavallıları.
Ama şimdi tövbe etti bu işe! Çünkü sonunda işportacılar numarayı çakıp ‘141 Ali’ye öyle bir dayak attılar ki!”

***
Evet evet hatırladık, “141 Ali”ler tükenir mi?
Son numarası evlenmekti!
“141 Ali’nin son numarası evlenmeydi. Bir kıza talip oldu. Kızın ailesi yanaşmıyordu bu işe. Kızın başka bir talibi vardı; ona vereceklerdi. Ama ‘141 Ali’ yer miydi bu işi! Gidip bir gazeteye ilan verdi.
Dostlarıma duyururum
Boşandım, mutluyum.”
Genç kız, oldu dul!

***
Peki, “141 Ali” ona buna attığı bu kazıklardan ne kazandı:
Hiçççç!
Politikacı oldu mu?
Hayır, keşke olsaydı başımıza bela oldu!
Belki de onun istediği buydu!

***

İtibar Meselesi,

İtibar Meselesi.,


Enes İslamoğulları.


Yaklaşık bir hafta önce Bakanlar Kurulu için belirlenen isimlerin bazılarına ‘partideki dengeler’ açısından itiraz eden, 
Bu hafta ise uzun süren sessizliğini bozarak, adli kolluk görevlilerinin soruşturma emrini yerine getirmemesi üzerine kendisine soruşturma esnâsında engel olunduğunu iddia ederek adliye önünde bildiri dağıtan savcının “yanlış yaptığını” söyleyen kişi, 
HSYK’nın Adlî Kolluk Yöndetmeliği’nde kanuna aykırı bir biçimde değişiklik yapmasından dolayı açıklama yapmasını “doğru bulmadığını” belirten, 
Üzerine de “Ben Cumhurbaşkanı olarak ne yapabilirim ki?” diye soran kişi, Bu ülkenin Cumhurbaşkanı’dır... 
Evinden ayakkabı kutuları içerisinde 4,5 milyon dolar çıkan banka müdürünü “tanıdığını”  ve başına gelenlerin “saflığından” ve “dürüstlüğünden” olabileceğini belirten,
Devletin bakanlarına rüşvetle istediği her kapıyı açtırabilen İranlı işadamını “tanıdığını”  ve  “hayırsever biri” olduğunu söyleyen kişi,
Milyar dolarlarla oynayan koca koca adamların bavullarla “kitap taşıyabileceğini” iddia eden,
Hırsızlığın ve yolsuzluğun soruşturmasını başlatanlara “vatan haini” , bildiri dağıtan savcıya  “ajan” , bağımsız yargıya  “darbeci” , referandumda gözyaşlarıyla milletin karşısına geçip ağlayarak kendi tertip ettiği HSYK’ya “suçlu”  damgasını yapıştıran kişi; Bu ülkenin Başbakanı’dır...
Bir yıldır sitesinden PKKlı teröristlerin adam kaçırma, yol kesme gibi faaliyetlerini haber niteliğinde Türkiye’ye duyurulmasını sağlayan,
Dün Balyoz ve Ergenekon dâvâlarında ağzını bıçak açmayan, selefi ve silah arkadaşı müebbete mahkûm olmuş cezâevinde yatan, yani yol arkadaşını yolda bırakan, yani komutanını yediren kişi,
Bugün ise Başbakanı’nı yedirmemek adına,  “Milli Ordu’ya kumpas kuruldu” iddiası mı, itirafı mı belli olmayan açıklamalar yapılınca bir ânda mevzuya dâhil olup, komutanlara da aynı  “kumpasın kurulduğunu” iddia eden,
Milletin canını, güvenliğini emânet ettiği, bunun karşılığında da tonlarca vergi ödediği ordunun başı, hükümetin yoldaşı olan kişi, Bu ülkenin Genel Kurmay Başkanı’dır...
6-7 yıl evvel hükümetin yaptığı yolsuzlukları ve devlet kurumlarında dönen rantı en ağır ifadelerle eleştiren,
Bugün ise herkesin  “çiğ sütten geldiğini” , herkesin “ham meyva yediğini” , dolayısıyla herkesin “yolsuzluk yapabileceğini” söyleyen kişi,
Başbakanı’nın telekinezi yoluyla öldürülmeye çalıştığı gibi enteresan iddialarla zaman zaman haberlere konu olan, Ve bu enteresan fikirleri karşılığında yine milletin ödediği vergilerle danışmanlık ücretini alan kişi, Bu ülkenin Başbakanı’nın Başdanışmanı’dır... Çok değil, daha 2 ay evvel Balyoz ve Ergenekon dâvâları hakkında muhalefet eden MHP’nin de suçu ve suçluyu övmek suçundan “yargılanması” gerektiğini söyleyip, Bugün ise Balyoz ve Ergenekon’un  “yalan” olduğunu itiraf edebilecek kadar utanması olmayan kişi, Bu ülkenin din referanslı en eski yazarlarındandır... Televizyonlarda ‘Aklın Yolu’ diye program yapıp, bu kadar hırsızlığı, bu kadar arsızlığı, bu kadar yolsuzluğu, bu kadar kirlenmişliği, bu kadar utanmazlığı  “Bal tutan parmağını yalar” noktasına getiren, Bu ülkenin gazetecileri, yazarları, medyasıdır... Ve şimdi bu adamlar ülkeye sormaktadırlar; Başbakanı’ın uluslar arası mahkemelerde yargılamasını mı istiyorsunuz? Ülkenizin teröre destek veren ülkeler listesine mi girmesini istiyorsunuz? Türkiye Cumhuriyeti’ni itibarsızlaştırmak mı istiyorsunuz? Yok, istemiyoruz! Biz bu memleketin hiçbir vakit sözüne itibar edilemeyen yöneticilerinden, hiçbir vakit manşetlerine, haberlerine itibar edilemeyen yandaş medyadan, kalemini dâima iktidarın mermileriyle dolduran itibarsız gazetecilerden, yazarlardan kurtulmasını istiyoruz..
Yani biz memleketin itibarı artsın istiyoruz..

***

Can Ciğer Kuzu Sarması

Can Ciğer Kuzu Sarması


Levent Kırca


Hırsızlık hırsızlıktır. Ben beni bildim bileli, hırsızlık para kazanmanın en güzel yoludur. En kolayı, en zevklisi de devleti soymaktır. Büyük hırsızlıkları kitabına uydurmak daha kolaydır. Onun için banka soyan yırtar, ekmek çalan yatar. Sistemin gereğidir bu. Devlet, vatandaşını da soyar. Hak ettiği maaş zammını yapmaz, sıkıştıkça vergileri arttırır, ilave vergiler koyar. Sen elektriği, suyu öderken bunları da ödersin. Mesela paranı biriktirdin, yemedin içmedin bir araba alacaksın. KDV'yi geç, ÖTV olmuş yüzde yüzellibeş.. Geçen galerici bir arkadaşla ayaküstü sohbet ediyoruz; Nedir bu yahu? Fiyatının üç katına araba mı satılır, araba mı alınır?

Cevap şaşırtmıyor: 

Abi vergi kaçıranlardan para bu yolla geri alınıyor. Sadece arabadan değil, benzin, sigara, aklına ne gelirse.

Ben de soruyorum: Peki vergi kaçırmayanın günahı ne?
Cevap: Abi vergi kaçırmayan zaten bu arabalardan alamaz!
Vatandaş soyulduğunu bilmiyor mu? Biliyor. Üstelik yasayla soyuluyor. Vergisini ödeyen vatandaş iyi, ödemeyen vergi kaçakçısı oluyor. Devlet memurundan, işçiden, vergi peşin peşin kesiliyor, maaşını kesintiye uğradıktan sonra alıyor. Garibim, onun vergi kaçırma şansı yok.
Büyük holdingler, iş adamları, hükümetlerle işbirliği yaparak soyarlar devleti. Teşvik alırlar, affa uğrarlar. Sonuçta, parası olan hep kazanır. Gider, bir bankadan kredi talep edersin. Banka yöneticisi; "Tamam bu parayı öderim ama, şu kadarını da ben alırım" der. Verirken alacağı parayı keser, sonra ödeme yapar. Alan razı, satan razı. Genellikle bu iş böyle olur. İhalelerde de durum değişmez. Birileri açıktan para alır. Yani, bir ihaleye giriyorsunuz; size derler ki; " Tamam bu ihaleyi size veririz. Ancak, siz bu paranın şu kadarını bana, şu kadarını şuna vereceksiniz." Çekişmeli bir pazarlık olur ve siz o ihaleyi alabilmek için, ciddi bir bedel ödersiniz.

Bunun adı yolsuzluk mudur? Elbette... Ama kitabına uydurulmuş yolsuzluktur.
Mesela, ben şöyle şeyler yaşadım zamanında. Elektrik idaresine bir borcunuz var diyelim. İdareden bir memur gelir size. Diyelim beş milyar borcunuz var. Memur der ki; "İki milyar bize açıktan verin. Beş milyarlık borç dosyalarını yok edelim." Makbuz yok, vergi yok. İşte bu ayakkabı kutularından çıkan paralar, bir anlamda bunlar. Bu ülkede kaçak kullanılan elektriği engellemek, çözmek yerine, aradaki farkı dürüstçe ödeyenlere yansıtanlar kimdi?
Bal tutan, parmağını yalar. Bütün bu dönen olaylara sistem deniyor, malum. Çarklar böyle işliyor. En küçük bir işinizi bile rüşvet ödemeden çözemezsiniz. Artık bu adet değil, hak olmuştur.

AKP ve Cemaat

Önce el ele ve omuz omuzaydılar. Yani can ciğer kuzu sarması. Hısımdılar, hasım oldular. Sebep, "Çıkar kavgası". Cemaat, devletin içinde kadrolaştı. Bu kendiliğinden mi oldu? Elbette bu atamaları, Bay Tayyip yaptı. Ne karşılığında? "Oy" elbetteki.

Bugün Türkiye'nin yaşadığı nedir? "Çıkar Çatışması". Başbakan; "Ne istediniz de vermedik" diyor. Pazarlığa bak sen! Dershanelerde başlayan kapışma, yolsuzluk dosyalarıyla devam ediyor. Daha neler çıkacak neler! Seks kasetleri zulada bekliyor. Karşılıklı açıklamaların, itirafların ardı arkası kesilmiyor.
Bir AKP'li; "TSK'ya cemaat tarafından kumpas kuruldu"diyor. Biz bilmiyor muyduk TSK'nın taksiratının olmadığını? İnsanlar içerde boş yere yatıyorlar. Hala yatıyorlar. Onlar yatıyor, biz uyuyoruz. Şarkıcı şarkısını, türkücü türküsünü söylüyor. Oyuncusu dizisini oynuyor. Eski devrimcilerin bile başı kumda gömülü.
Geçen gün Kenan Doğulu'yla karşılaştım. Abicim, mabicim vınladı gitti. Halbuki; "Oğlum ülkenize niye sahip çıkmıyorsunuz? Cumhuriyetinizi niye korumuyorsunuz? Hitap ettiğiniz kitleleriniz var. Gençler sizi dinler, size inanır" diyecektim ki... O da bunu anladığı için, topukladı gitti. Ele geçirip de istediğimi söyleyebildiğim genç sanatçılar şöyle yanıt verdiler hep; " Abi, üzerimize vergi memurlarını gönderiyorlar. Konserlere çağırmıyorlar. Dizilerden atılıyoruz."
"Ulan, siz nasıl gençlersiniz oğlum? Kim sahip çıkacak bu memlekete?" "Siz çıkıyorsunuz ya, abi" diyor. " Oğlum, hep biz mi yanacağız? Azıcıkta siz yansanız ya."

Herkesin bir mazareti var. "Ah, ben memur olmayacaktım ki..." diyor biri. "Benim iş yerim var. Kapatmayacaklarını bilsem..."
Hükümetin icraatlerini beğenen, bu vesileyle yandaş olup çıkar sağlayanlar, şimdi cemaate güvenip hükümete veriştiriyorlar. Yarın da devrimci olurlar, emin olun.

Cem Yılmaz boşanmış...
Vah... Vah...
AKP biraz olsun sevinmiştir buna. Vatandaş merakını, Yandaş Cem'e çevirir de, biraz olsun yolsuzluk dosyaları unutulur diye.
Yılbaşı gecesi biz de, o kanal, bu kanal dolaşıyoruz. Kalite sıfır. Bir avuç leblebiyle, az orası, az burası idare ediyoruz. Biraz sosyete komiği Cem'e baktım... Ne yazık ki, gülümseyemedim bile.
Arkadaşım; "Yarın reytinglerde, kimin birinci olacağı belli" dedi. "Mümkün değil!" dedim. Ona bir sıralama yaptım. Ertesi gün, Cem benim sıralamam gibi dördüncü oldu. Arkadaşım; "Nerden bildin bunu?" dedi. "Seyirci halk olunca, durum değişir" dedim. Nasıl ki, hükümet başta sanatın içine etti, yani değiştirdi. Bu Cem de, mizahın yönünü, akışını değiştirdi. Türk mizahı dediğiniz şey, başka bir şey oldu.
Bülent Ersoy, programında bu kez bayılmadı, aksine ayıktı. Onun programının kara kutusu, Akil Orhan Gencebay'dı. Beş karış suratla oturuyordu sahnede. Yüzünden düşen bin parça. "Nerden düştük buraya? Bitse de gitsek" gibilerden... Herhalde, akilliğin utancını üzerinden atamamıştı.
Benim 3 dileğim var. Birincisi, Akil Orhan Gencebay'la, diğeri Başbakan'la soru cevap bir tv program yapmak. Sonuncusu da, Fatih Altaylı'ya bir şans daha vermek.
Demem o ki, Fatih dersini iyice çalışsın. Bir program daha yapalım onunla. İlkinin rövanşı olsun. Ama bu yürek onlarda nerdeee?...
Çanakkale
Ocak ayının üçüncü haftasından itibaren Çanakkale Kepez, yerleşik bir kültür merkezi kazanıyor. Benim sanat yönetmenliğini yapacağım kültür merkezinin babası, Kepez Belediye Başkanı Dr. Ömer Faruk Mutan. Opera, bale, klasik müzik konserleri, sanat müziği konserleri, her çeşit tiyatro, çocuk tiyatrosu ve bir tiyatro okulu, Çanakkalelilerin hizmetinde olacak.
Ne mutlu...
Bir kez daha, Dr. Ömer Faruk Mutan'a teşekkür ediyorum.

***

Yağma Sofrası

Yağma Sofrası


Rahmi Turan


Yolsuzluk… Rüşvet… Vurgun… Soygun… Bunlar, uzun yıllardır başımızın belasıdır!
Bu tür olaylar bana her zaman Tevfik Fikret’in (1867 -1915) ünlü Hân-ı Yağma (Yağma Sofrası) adlı şiirini hatırlatır. Bu şiiri, Sait Maden’in uyarladığı günümüz Türkçesi ile okuyalım…

* * * * *
Bu memleket, efendiler, satılmak üzere tam hazır,
Huzurunuzda titreyen şu milletin sapır sapır,
Şu ıstıraplı milletin-ki ölmede ağır ağır-
Bütün hayatıdır, satın çekinmeden şakır şakır.

* * * * *
Satın efendiler satın, yiyin efendiler yiyin,
Aksırıncaya, tıksırıncaya, çatlayıncaya kadar yiyin.

* * * * *
Evet bütün sizin ne varsa ortalıkta, vay ki vay!
Hasep, nesep, şeref, şataf, oyun, düğün, konak, saray,
Bütün sizin efendiler, bu gök, deniz, bu yıldız, ay,
Bütün sizin, bütün sizin, hazır hazır, kolay kolay.

* * * * *
Bu milletin malı deniz, yemezseniz domuzsunuz,
Kalın bir ense, şiş göbek, ne muhteşem olursunuz!

* * * * *
Büyüklüğün biraz ağır da olsa, hazmı yok zarar,
Tıkınmanın övüncü var, iç etmenin kıvancı var;
Bu memleket, bu sofra, hep sizinle etti iftihar,
Sizin bütün tekel-mekel, sizin bütün dolar-molar.

* * * * *
Satın efendiler satın, vatan ilel-ebet sizin,
Apar topar satın hemen, gerekmiyor izin-mizin.

* * * * *
Verir zavallı memleket, verir bütün hayalini,
Vücudunu, hayatını, ümidini, ayalini,
Zeminini, semasını, cenubunu, şimalini,
Hemen satın, düşünmeyin haramını helâlini.;

* * * * *
Bu milletin malı deniz, yemezseniz domuzsunuz,
Kalın bir ense, şiş göbek, ne muhteşem olursunuz.

* * * * *
Bu hortumun gelir sonu, kapıştırın giderayak,
Yarın bakarsınız söner, bugün çatırdayan ocak,
Bugün söğüşlemek kolay, hazır bütün köşe bucak,
Alıp satın, satıp yiyin, avuç avuç, bucak bucak!

* * * *
Yiyin efendiler yiyin, bu korkunç iştiha sizin.
Tıksırıncaya, çatlayıncaya, patlayıncaya kadar yiyin.
Yarası olan gocunsun!

Şimdi, milli birliğin ve bölünmez bütünlüğün sarsıldığından…
Devletin çivisinin çıktığından…
Adaletin işlemediğinden…
Halkın ikiye ayrıldığından…
Devlet içinde devlet kurulduğundan…
Yasaların çiğnendiğinden filan bahsediyorlar…
Hem de AKP’liler söylüyor bunları…
Peki birader, kim yaptı bunları?

Uzaydan gelen görünmez yaratıklar mı ülkemizin bu perişanlığına sebep oldu?
12 yıldır AKP iktidarda… Tüm sakıncalı temeller bu dönemde atıldı!
Meclis Başkanı Cemil Çiçek (haklı olarak) isyan etti:
“Hukuk, siyasete yenildi… Bir gün yargı bir karar verir… O, bir kısmımzın işine gelir, bir kısmımızın işine gelmez.
İşine geldiği zaman “Adalet tecelli etti, yargı gereğini yaptı!” Tersi olduğu vakit bu defa tam aksi!
Hukuk, adaletin enstrümanıdır, siyasetin değil. Uzun zamandan beri hukuk unutuldu. Allahı’nı seven söylesin! 
Uzun zamandan beri, soruşturma gizliliği kaldı mı?”
Cemil Çiçek bunları kime mi söylüyor?
“Ben lafı ortaya bıraktım… İsteyen istediğini alsın!” diyor. Yani, kimin yarası varsa, o gocunsun!


***

ATİNA,

ATİNA, 

Akif Kökçe

Yılbaşı tatilinde turla Atina’ya giden dostumuz anlattı...

Tur otobüsü Atina’yı dolaşırken Meclis’in önüne geliyor... Gençliği istanbul’da geçen Yunan rehber hanım Meclis’i göstererek diyor ki:
- İşte burada 300 hırsız oturuyor...

Otobüstekiler gülüşüyor... Aradan birisi:

- Çok cesursunuz hanımefendi, diyor...
Rehber hanım Meclis’i göstererek:

- Esas cesur onlar, diyor...
Ve ekliyor:
- Halkın isyan etmesine, küfür etmesine rağmen çalmaya devam ediyorlar... Onlar hepimizden cesur...

FAŞİZM

Karşıyaka taraftarına hem futbol hem basketbolda deplasman yasağı konuldu.
Üç hafta önce Balıkesir’de stada alınmadılar.
Bugün de Uşak Sportif ile Karşıyaka’nın oynayacağı basketbol maçına alınmayacakları bildirildi.

Neden bu yasaklar? Çünkü Karşıyaka seyircisi maçlarda “Mustafa Kemal’in Askerleriyiz”, “Her yer Taksim, Her yer direniş” diye tezahürat yapıyor. Koltuktan düşme korkusu bakın iktidarlara neler yaptırıyor...

***

Tek Başına Kalan Türkiye’ye Ağır Eleştiriler…

Tek Başına Kalan Türkiye’ye Ağır Eleştiriler…


Kenan Akın


Sözde, “Arap Baharı”nın son trajedisinde, tek başına kalan ve şimdi de yolsuzluk iddialarıyla sarsılan Türkiye’ye gerek politik gerek medyatik ağır dış eleştiriler yağıyor.
Özellikle; ABD, Rusya, Avrupa Birliği ve İran’dan gelen uyarıların yanı sıra şimdi de dış basın oklarını Ankara’ya doğru fırlatıyor.
Gerçekten de, kabinesinde geniş bir değişiklik yapmasına rağmen Başbakan Erdoğan’ın başının daha çok ağrıması bekleniyor.
Türkiye’yi bir kriz içine sokan iç ve dış sorunlar, tabii ki beraberinde baskılar da getiriyor.
Sadece, ABD ve İran medyasından verilecek örnekler ile Financial Times gazetesinin iddiaları bile Türkiye’nin içinde bulunduğu krizi anlatmaya yetiyor. 
ABD medyası, siyasi kriz, ekonomiyi olumsuz yönde etkilediği yorumunda bulunuyor.
Amerika’nın Sesi, “Siyasi kriz Türk ekonomisini olumsuz etkiler mi?” sorusunu başlığa çıkardığı haber analizinde “Yolsuzluk skandalı borsada dalgalanmalara yol açarken Türk Lirası, Dolar ve Euro karşısında geçtiğimiz günlerde rekor düzeyde düştü” diyor. 
Amerika’nın Sesi, “Yargının hükümete karşı başlattığı yolsuzluk soruşturması, ülke tarihinde şimdiye kadar görülen en geniş çaplı soruşturmalardan biri olarak anılıyor” değerlendirmesinde bulunuyor 
Dış gözlemciler; hükümetin geleceğinin, yargıyla arasındaki savaş kadar ekonomik duruma da bağlı olduğuna dikkatleri çekerken şu yorumu yapıyor: 
“Mart ayında yerel seçimler yapılacak. Başbakan Erdoğan’ın bu seçimleri hükümetiyle ilgili bir referanduma dönüştürmesi bekleniyor.” 
İran medyasından ise, Türkiye’ye sert eleştiriler yağmaya devam ediyor.
PressTV’nin, Suriye hükümetinin BM Güvenlik Konseyi’ne Türkiye’ye karşı harekete geçmesi çağrısını “anlaşılır ve haklı” olarak niteleyerek bu girişime tam destek veren bir analiz yayınlaması dikkatleri çekiyor. 
PressTV’nin, Esad yönetiminin BM Güvenlik Konseyi’ne sunduğu ve Türkiye ve başka ülkelerin “Şam’a karşı faaliyet gösteren militanları” destekleyerek “BM Güvenlik Konseyi kararlarını ihlal ettiği” yönündeki iddiayı içeren mektubuna ilişkin bir analizde ABD’deki Institute for Historical Review direktörü Mark Weber’in Şam’ın girişimine arka çıkan, Türkiye’ye sert eleştirilere yer veren değerlendirmesini de yansıtıyor. 
Dünyaca ünlü Financial Times gazetesi’nin iddiaları, doğrudan doğruya Başbakan’ı itham ediyor. 
Financial Times gazetesi, “Türkiye’deki soruşturma inşaatla siyaset arasında bağ kurdu” başlıklı makalede Türkiye’de başlatılan yolsuzluk soruşturmasının ardından inşaat firmalarıyla Başbakan Recep Tayyip Erdoğan arasındaki bağın mercek altına alındığını öne sürüyor.
Daniel Dombey ve Piotr Zalewski’nin kaleme aldığı makale Başbakan Erdoğan’ın “İstanbul’a dünyanın en büyük havalimanlarından birini inşa etme planına” odaklandığını belirtirken, şöyle devam ediyor: 
“Başbakan Erdoğan, destekçilerine yaptığı bir konuşmada ’Bu müteşebbisler, üçüncü havalimanını yapacak onlar, bakın onları da çağırıyorlar. Niye? Üçüncü havalimanını yapamasınlar diye. Ben şimdi bu tür art niyetli olan savcılara sesleniyorum. Sizin vatanseverliğiniz nerede?’ diye sesleniyor.” 
Gazete şu iddialara da yer veriyor:
“Erdoğan’ın konuşması, tıpkı yolsuzluk soruşturmasının kendisi gibi on yıllık iktidarı sırasında siyasetle inşaatın ne kadar birbirlerine dolandığını gösteriyor.
17 Aralık’ta yolsuzluk iddialarıyla yapılan ilk dizi tutuklamanın ardından hükümet yüzlerce polisin görev yerlerini değiştirip savcılar ve hakimler üzerindeki kontrolünü artırmaya girişince soruşturma karman çorman bir hale geldi.
Ama hükümetin engellediği soruşturmanın ikinci etabı, hükümetin gittikçe daha da fazla ilgilendiği inşaat sektörünün ihalelere fesat karıştığı iddialarına odaklanmaya hazırlanıyordu.” 
Açıkça görünüyor ki, başta Başbakan olmak üzere AKP iktidarı dolayısıyla Türkiye, büyük bir eleştiri, uyarı hatta itham tepkisiyle karşı karşıya bulunuyor.
Krizin önce dondurulması sonra da tamamen çözülmesi için, Erdoğan’ın bazı katı davranışlardan ve kararlardan acilen vaz geçmesi gerekiyor.
Her şeyden önce, yargı mekanizmasının sağlıklı bir şekilde ve güven altında işlemesinin temini icap ediyor.


***


Bizi Mahvettin Çocuk!

Bizi Mahvettin Çocuk!


Mustafa Mutlu


Haziran Direnişi, bu ülkenin aydınlık yüzünü göstermişti bizlere... Gelecekten umudumuzu kestiğimiz bir anda ortaya çıkan gençler, "Bu ülke sahipsiz değil" diyerek varlarını yoklarını ortaya koymuşlardı.
Kimi canından oldu sonunda; kimi gözünden...
Sadece biber gazına maruz kalanlar ise ölen ve yaralanan arkadaşlarının acısıyla daha sıkı tutundular mücadelelerine; vazgeçmediler!
Parklarda, kendi oluşturdukları platformlarda sessiz çığlıklarını duyurmaya devam ettiler.

***
Bazı çocukların payına da sırf muhalif ya da vatansever oldukları için mahkûm edilen babalarından uzak kalmak düşmüştü. Vatanın parçalanması için elinden geleni ardına koymayan karanlık güçler, önlerindeki engelleri bir şekilde kaldırmalıydı.
Böyle başlamıştı "yurtsever aydın" avı...
Ülkesini seven, yıllarca terörle mücadele eden askerler "terörist" ya da "darbeci" suçlamalarıyla Ergenekon ve Balyoz davalarında yargılanmaya başlamışlardı. O günden bu yana, "Bu davada yöneltilen suçlar düzmecedir, bu yapılan haksızlıktır" diyerek çırpınan tutuklu asker aileleri ve avukatlarının çığlıkları görmezden gelinmiş, yok sayılmıştı...
Şimdi ise bizzat Başbakan'ın Başdanışmanı, bunun bir "komplo" olduğunu itiraf etti!

***
Gün gelecek, atılan iftiralar, kurulan komplolar tek tek ortaya çıkacak ancak neye yarar?
Dedim ya; olan çocuklarımıza oldu...
Kimi canını, kimi sağlığını, kimi özgürlüğünü kaybetti.
Kimleri de suçsuz yere tutuklanan babalarından ayrı kalarak cezalandırıldı.
Atahan da bu çocuklardan biri...
Balyoz davasında mahkûm edilen Deniz Kurmay Albay Erdinç Altıner'in oğlu...
Önceki gece Halk TV'de yayınlanan "Halk Arenası" programında tanıştık Atahan'la...
Henüz dokuz yaşında olmasına rağmen, kocaman bir yüreğe sahip o aydınlık çocukla...
Yaşına göre büyümüş de küçülmüş gibiydi konuşurken. O, bu durumu şöyle açıklıyordu:
"Bu yaşta böyle kötü bir tecrübe yaşadığım için yaşıtlarıma göre daha akıllandım."

***
Atahan; izleyenleri gözyaşına boğmakla kalmadı; resmen ders de verdi!
Küçük yaşta kendisine bu deneyimi yaşatan adaleti, "toplumsal bir sorun" olarak tanımladı. Adaletin bir gün herkese lazım olacağını düşünecek kadar bilinçliydi üstelik...
Babasıyla yaptığı telefon görüşmelerinin ona yetmediğini dile getiriyordu sıkça. Görüş gününde babasını, annesi ve babaannesiyle paylaşmak zorunda kalışına içerliyor, kendilerine verilen o iki saati dolu dolu geçirmek istiyordu.
Sadece babasıyla bütün bir günü birlikte geçirmenin hayalini kuruyordu düşlerinde...
Büyüyünce subay olmak istediğini ancak başarılı olursa kendisinin de babası gibi cezalandırılacağını düşünerek korkuya kapıldığını söylüyordu.
Korkma Atahan!
İstedikleri kadar susturmaya, ezmeye çalışsınlar başarılı olamayacaklar. Babanı mahkûm ederek susturabilirler ama seni susturabildiler mi?
Bir gün büyüdüğünde seni mahkûm etseler bile, senin çocuğunu susturabilecekler mi?

***
Nihayetinde çocuksun, küçüğüm.
Babanla en çok yapmak istediğin şeyin bir oyuncak mağazasına gitmek olduğunu söyledin...
İşte o an mahvoldum ben!
Dilerim en kısa zamanda bu hayalini gerçekleştirirsin.
Ama bu isteğin gecikecek olursa, bak buradayım... Söyle annene, "Mustafa Amcama götür beni" de yeter...
Baban kadar mutlu edemem seni elbette; ama inan, çalışırım.
Ve hiç kuşku duyma ki; benim gibi seni o oyuncak mağazasına götürmek için çırpınan on binlerce "baban" var!

***
Ne istediğini de biliyorum; bir denizci çocuğu neyi isterse onu istiyorsun sen de...
Başkaları gerçeğini alıyorlar çocuklarına ama bizim bütçemiz yetmez; sadece oyuncağını alabiliriz sana:
Küçük bir gemicik!
İdare ediver işte...


GÜNÜN SORUSU

CHP Genel Başkanı Kemal Kılıçdaroğlu, iktidara yönelik yolsuzluk ve rüşvet operasyonunun başladığı 17 Aralık tarihinin, kendisinin doğum günü olduğunu söylemiş... Sorum kendisine:
Ne yani; savcılar operasyonu özellikle bu tarihe denk getirerek size mesaj mı vermek istediler?
'Türk'süz Kızılay...
Tüzüğünde ismi Türkiye Kızılay Derneği olarak geçen ve kurumsal adı Türk Kızılayı olan insani yardım kuruluşu, ürettiği maden suyundan 'Türk'ü kaldırmış...
Türk Kızılayı Genel Başkanı Ahmet Lütfi Akar bir açıklama yaparak bu değişikliğin gerdekçesini şöye açıklamış:
"Türk Kızılayı maden suyunun yenilenen imajı, birçok değişikliği de beraberinde getirdi. Bizi biz yapan değerleri koruyarak, günümüz trendlerine uygun ve tüketici alışkanlıkları doğrultusunda bir değişime imza attık."
Çok merak ediyorum:
Acaba Başkan'ın "Bizi biz yapan değerler" dediği değerler arasında "Türk" olmak yok mu ki, ondan bir çırpıda vazgeçebildiler?
Günün İsyanı!
Dünyaca ünlü sosyal paylaşım sitesi Facebook'un, kullanıcıların özel mesajlarını tarayarak elde ettiği verileri reklamverenlerle paylatığı iddia ediliyor. İsyanım Facebook yetkililerine:
Böyle bir şeyi yaptıysanız, ödeyeceğiniz tazminatlara harcayacağınız parayı hiçbir reklamveren karşılayamaz!

***

Naçizane Çözüm Önerisi,

Naçizane Çözüm Önerisi,


Yılmaz Özdil


Tayyip Erdoğan, memleketteki sorunları çözmek için gaztecilerle toplantı yaptı.

*
Yasin Doğan katıldı.
Yasin Aktay katıldı.
Mehmet Barlas, Hakan Albayrak,
Ali Bayramoğlu katıldı.
Osman Can, Elif Çakır, Ersoy Dede,
Abdurrahman Dilipak katıldı.
Doğu Ergil de oradaydı…
Gülay Göktürk de.
Mustafa Karaalioğlu’suz olmaz.
Hasan Karakaya’sız hiç olmaz.
Hilal Kaplan, Turgay Güler,
Ahmet Kekeç, Fehmi Koru,
Etyen Mahçupyan katıldı.
Avni Özgürel, Can Paker,
Abdülkadir Selvi, Sevilay Yükselir,
Salih Tuna, Hüseyin Yayman
ve benzerleri katıldı.

*
Aralarında sanki kendisi değilmiş gibi, sahte isimle yazı yazan var. Türk yoktur diyen var. Bizden adalet beklemeyin diyen var. Darbeci generale evinde parti veren var. Üniversitelerde kafasına yumurta atılan, suratına gazi protezi fırlatılan âkiller var. Şeriatçı var. Liboş var. Sorosçu var. Yalaka var. Dönek var. Gezi olaylarına katılan gençlere “pezevenk, kaltak, köpek oğlu köpek” diyen var.

*
Tayyip Erdoğan, sorunları çözmek için bunlarla toplantı yaptı ama… Aslında bunları toplamışken, “Arkadaşlar, bugüne kadar verdiğiniz hizmetlere teşekkür ediyorum, hepinizi işten atıyorum” dese, zaten memlekette sorun kalmayacak!


***

Kalk Git Oğlum İfadeye…(!) Necati Doğru.,

Kalk Git Oğlum İfadeye…(!) Necati Doğru.,


Necati Doğru.,
05 OCAK 2014

AKP’li seçmen taş gibi, beton gibi, mermer heykel, bronzdan biblo, çelikten köprü ayağı olmuş.
Taş değişir.
Dağ değişir.
Demir değişir.
AKP’li değişmez.
Sevgisi sürer.

Bağlılığı devam eder.

* * * * *
Başbakan yardımcısı Bülent Arınç, kendinden, partisinden, liderinden, inancından, abdestinden çok emin açıkladı: Bakan oğullarının yatak odalarında bulunan dolar dolu çelik para kasalarından, ayakkabı kutularında istiflenmiş 4.5 milyon dolardan, Altın ihracatçısı diye bilinen fakat şimdi devlet önde gelenlerini ve oğullarını rüşvetle yemleme suçuyla hapiste yatmakta olan işadamının; bakanın bileğine 700 bin TL değerinde hediye saat takmasından, bakanı, eşini, oğlunu, gelinini özel jet uçağına bindirip umreye günahlardan arınmaya götürmesinden, 4 bakanının yolsuzluk ile rüşvete köprü olabilecekleri şüphesiyle istifa etmelerinden, bir bakanın Başbakan’a dönüp; “Sen dedin… Ben yaptım… Yolsuzluk varsa sen de içindesin…” uyarı çığlığı atarak hem partisinden, hem milletvekilliğinden ayrılıp gitmesinden, AKP seçmeni vatandaşın duyguları hiç etkilenmedi.

* * * * *
4 anket şirketi bulmuşlar
Anket yapıp sormuşlar.
Destek yüzde 52.
Rüşvetler çok büyük.
Bağlılık direnci daha büyük.
Japon gazetesi Nikkei; Türkiye’de tuzu bile kokutan bu çürüme karşısında AKP’li seçmenin hiç etkilenmeden kalabilmesini “yüzyılın dik duran sevgisi” diye 3 milyon Japon okuruna duyuruyor.

* * * * *
Peki niçin bu korku?
Neden bu panik?
Başbakan’ın oğlu Bilal Erdoğan’ı da savcı “yolsuzluk-rüşvet-çıkar amaçlı suç örgütü kurmak ve bu örgüte üye olmaktan” ifade vermeye çağırdı.
Başbakan oğlu gitmiyor.
Polis de getirmiyor.
Başbakan’ın oğlu Bilal’in yerine bir general, bir gazeteci, bir şair, bir yazar olsaydı; 40 polis 40 TV yayın aracıyla generalin evini sabah saat 00.6’da basar, canlı yayın ifadeye götürürlerdi.
Götürmüşlerdi.
Başbakan bunu bildiği halde ve anketler de yüzde 52 desteğin sürdürdüğünü gösterdiği halde kalkıp da; “Kalk git oğlum ifadeye… Bizim adaletten korkacak hiçbir defomuz yok…” demedi mi?
Ben de babayım.
Empati kurarım.
Demiştir mutlaka (!)
Oğlan babayı dinlemiyordur.
Peki polisi kim tutuyor?
Acaba polisi; “Bilal’in babası Başbakan, onu yakalayıp ifadeye getirmeye kalkarsanız sizin hepinize kumpas kurulur…” diye korkutan mı var?

* * * * *
Çürümeyi iyice kokutan mı var?
Atatürk’e ayyaş dediler.
Atatürk yaşasaydı. Bir de oğlu olsaydı. Başına bu durum gelseydi. Atatürk oğluna; “Kalk git oğlum ifadeye…” der ve gidip gitmediğini kontrol ederdi.
İnönü’ye de ayyaş dediler.
İnönü’de yaşasaydı. İki oğlundan birinin başına bu durum gelseydi. İnönü oğluna; “kalk git oğlum ifadeye…” der ve gidip gitmediğini kontrol ederdi.
Menderes yaşasaydı…
Özal yaşasaydı…
Bülent Ecevit yaşasaydı…
Necmettin Erbakan yaşasaydı…
Mehmet Akif yaşasaydı…
Said Nursi, İzmirli İsmail Hakkı, Küçük Hüseyin Efendi, Mehmet Ali Ayini, Nurettin Topçu, Abdülhakim Arvasi yaşasaydı ve başlarına bu durum gelseydi oğullarına; “Kalk git oğlum ifadeye…” derlerdi.

https://www.sozcu.com.tr/2014/yazarlar/necati-dogru/kalk-git-oglum-ifadeye-436037/

***


Gökyüzünü de Çalmışlar…

Gökyüzünü de Çalmışlar… 


Bekir Coşkun.,
05 OCAK 2014

Ormanlar, yeşil alan, vadiler, koruluk, park…
Yatay hırsızlık bitince…
Dikey hırsızlığa geçildi demek…
Gökyüzünü çaldılar…

*
Şu yeşil alanlara dikilen gökdelenler… Ya da gökdelenlere imar değişiklikleri ile fazladan verilen kat izinleri, ne çok şey aldı aslında elimizden…
Ufuk çizgisini…
Yıldızları…
Ay’ı..
Tan vaktini…
Güneşin batışını…

*
Bulutları…
Yağmur yağdığında, holding sahibi yukarıdan insanın üzerine işiyormuş gibi geliyor…

*
Bir holdingin gökdelenine tam 85 bin metrekare fazla kapalı alan çıkma hakkı verildiği haberleri var gazetelerde…
85 dönüm…
Gökyüzünde 85 parsel…
Aşağıda olsa, inek çiftliği kur…

*
İstanbul’un silueti çalıntılar arasında değil mi?..
Yeni çıktı ortaya; kaça gittiği…
Nasıl kıydınız?..

*
(Yazının burasında haber portallarına düştü; Polonezköy Çevre Parkı imara açıldı…
Çüş…)

*
Dikey hırsızlık gökyüzünü dahi çaldı…
Gökkuşağının iki ucunu bir arada görmeyeceksiniz…
Uçurtmalara gökyüzünde yer yok…
Mehtap eskidendi…
Şimşek çakışının sadece sesini duyacaksın…
Yıldız kaydı gibi geldiyse size, patron bürosunu yakmıştır yukarıda…

*
Hukuk düzeltilebilir…
Rejim onarılır…
Cumhuriyet geri alınır…
Çocuklara çağdaş okullarını geri verebilirsiniz…
Çalıntı paralar yerine konulabilir…
Ama aynalı binaların altında kalmış ormanı, asırlık çınarları, zümrüt sulakları, kuş sesli bahçeleri, meşeli korulukları, güneşin doğuşunu nasıl geri getireceksiniz?..
Nasıl?..

https://www.istanbulgercegi.com/gazete-yazarlari/bekir-coskun/gokyuzunu-de-calmislar_151878.html


***