17 Aralık 2018 Pazartesi

Dünden bugüne Kıbrıs ve Stratejik önemi

Dünden bugüne Kıbrıs ve Stratejik önemi


Ulvi Keser.,
05.12.2017

GİRİŞ



17. yüzyıldan itibaren başta Fransa, Almanya ve İngiltere olmak üzere Batı dünyasının başat ve emperyal güçleri Avrupa’nın göbeğinden başlayarak doğuya uzanan bir hatta kendilerine bir menfaat planlaması yapmışlardır. Berlin’den başlayarak Belgrad-Bosfor (yani Türkiye), Bağdat-Bombay hattı olarak 5/B olarak nitelendirilen söz konusu stratejik hat neredeyse bütün dünyanın kaynayan kazanı Balkanlar, Türkiye, Akdeniz ve Ortadoğu’yu içine alarak uzakdoğuya uzanmaktadır. İngiltere’nin menfaat hattı ise aynı güzergahtan geçip Bağdat üzerinden Bakü’ye, yani Avrasya coğrafyasına yönelmektedir. Adı ne olursa olsun bütün bu hatlar ülkemizin de bulunduğu coğrafyada istikrarsızlık ve kaosun hüküm sürdüğü, güvensizliğin ana özellik olduğu bir bölge olarak karşımıza çıkmaktadır. Durum böyle olunca Balkanlardan başlayıp Akdeniz’e uzanan ve Kıbrıs’ın tam orta yerinden geçip Ortadoğu’ya gelen hat ne yazık ki dün ve bugün olduğu üzere yarın da karmaşa, düzensizlik, istikrar ve terör bağlamında cadı kazanı olmaya devam edecektir. Burada bahsedilmesi gereken önemli bir nokta ise 1878 yılında Osmanlı İmparatorluğu tarafından İngiltere’ye kiralandığı söylenen Kıbrıs’ın durumudur. Maalesef tarih kitaplarımız hala daha bu kiralamadan bahsetmekte; ancak “üzerinde güneş batmayan ülke” İngiltere’nin bu kadar güçlü ve donanımlı olduğu bir dönemde, hem de Avustralya’dan yeni Zelanda’ya, kanada’dan Hindistan ve Pakistan’a kadar uzanan muazzam bir coğrafyaya sahipken neden 9.000 kilometrekarelik avuç içi kadar Kıbrıs’ı kiralamak istediği sorusuna cevap vermemektedir.

Türk tarihine “93 Harbi” olarak giren Osmanlı-Rus Savaşı sonrasında Osmanlı İmparatorluğu’nun artık desteklenmesinin mümkün olmadığını, Rusya karşısında muzaffer olmalarının güç olduğunu ve İngiltere’nin haklarını bu şekilde savunmanın zor ve riskli olduğunu gören İngiltere Balkanlardan başlayıp Karadeniz’den geçen ve bugünkü Azerbaycan’a uzanan kuzeydeki savunma ve güvenlik hattını strateji değiştirerek güneye, yani Akdeniz’e çekmiş, böylece Ortadoğu coğrafyasına yakın ve en kaba şekliyle bizim iskenderun Körfezi’nden başlayıp Cebelitarık Boğazı’na uzanan ve Kıbrıs’ı da ikiye bölen hattı yeni savunma ve güvenlik hattı olarak belirlemiştir. Bu savunma ve güvenlik hattı 2017 itibarıyla halen geçerliliğini sürdürmekte ve Avrupa’nın da böylece güney sınırını oluşturmaktadır. Bu bağlamda coğrafi olarak Türkiye’nin bir Avrupa ülkesi olup olmadığı sorusu da bizzat Batılıların taktikleri neticesinde resmiyet kazanmış olmaktadır. Bu noktada bahsedilmesi gereken önemli bir noktaysa daha 1904 yılında “Ortadoğu” ifadesini ilk defa kullanan deniz stratejisti Alfred Thayer Mahan’ın bugün savaşların hüküm sürdüğü bölgede işaret ettiği noktanın yerel çatışmalarla sınırlı kalmamasıdır. Mahan’ın da belirttiği üzere bölgede ortaya çıkacak herhangi bir çatışma tsunami etkisiyle daha dış sınırlara ulaşmakta, bu daha büyük bir sinerji yaratarak üçüncü halkayla sorunu uluslararasuı hale getirmektedir. Bugün İran, Irak, Suriye, Filistin merkezli sorunlarda yaşananlar tam da budur ve neredeyse bütün dünyayı askeri, stratejik, ekonomik ve güvenlik bağlamında derinden sarsmaktadır. Kıbrıs adası ise bu coğrafyanın odağında küresel terörden mülteci hareetlerine, istihbarat kavgalarından sanayi casusluğu girişimlerine kadar önemli bir ara istasyon, geçiş noktası ya da klasikleşen ifadeyle “bir uçak gemisi” pozisyonundadır.

MEB ve Stratejik Durum Üzerine

Burada sorulması gereken son derece önemli ve hassas soru ise “Vatan neresidir?” sorusu olmalıdır. Bizlere yıllarca okulda, ailede, öğretmenimiz, annemiz veya babamız vatanı hep kara sınırlarıyla gösterdiler ve öğrettiler. Oysa bir de “Mavi Vatan” kavramı vardır ki o da denizler ve hava sınırlarımızı gösterir. Bugüne kadar unuttuğumuz veya atladığımız bir husus da budur. Ülkenin sınırları kara, yani toprakla sınırlı değildir. Bu somut gerçeği Kıbrıs için hatırlayacak olurrsak hava ve deniz olgusunun önemi de bir kere daha ortaya çıkar. Bu noktada Kıbrıs’ı ilgilendiren önemli bir nokta da son günlerde sıkça duyduğumuz “Münhasır Ekonomik Bölge” kavramıdır. Genel olarak deniz hukuku ve ülkeler arası temayüllere göre bir ülkenin egemenlik haklarının bulunduğu, deniz ve deniz altı kaynaklarından istifade ettiği bu alan 200 kilometredir. Burada hassas nokta ise Yunanistan ile Mısır arasında bu şekilde bir MEB anlaşmasının yapılmaya çalışılmasıdır.

Bugün Doğu Akdeniz’de Mısır-Türkiye hattının genişliğinin 396 kilometre olduğu göz önüne alınacak olursa Yunanistan-Mısır anlaşmasıyla bölgenin tamamı işgal altına alınmış, Türkiye içinse sadece Antalya Körfezi’nde küçük tonajlı gemiler için küçük bir bölge kalmış olacaktır. Böylece Türkiye kabotaj haklarının çok gerisinde, uluslararası sulara açılma veya kendi egemenlik bölgesinde deniz gücüyle seyir halinde olma gibi pek çok haklardan da mahrum kalacaktır. Kıbrıs’ı bir de bu açıdan görmekte fayda vardır. KKTC Su Temin Projesi ve suyun Kıbrıslı Türkler ve Türkiye açısından ne anlama geldiğini görmek için hatırlamamız gereken bri başka unsur ise adadaki egemen unsurlardır. Bugün dünyanın en kalabalık ülkesi olan Çin’de 1.5 milyar nüfus ve egemenliği gösteren sadece bir bayrak vardır. Dünyanın jandarması ABD’de Texas eyaleti hariç tutulacak olursa sadece bir bayrak söz konusudur. Avrupa Birliği İngiltere’de ise tıpkı Almanya ve Fransa’da olduğu üzere AB bayrağı da dahil iki bayrak söz konusudur. Peki bu soruyu Kıbrıs için soracak olursak karşımıza kaç bayrak ve kaç egemen güç çıkar acaba? 1960 Kıbrıs Cumhuriyeti’nin garantör devletleri olarak Türkiye, İngiltere ve Yunanistan, ayrıca Kıbrıs Cumhuriyeti olduğu iddiasındaki Rumların egemen bayrakları, ayrıca KKTC bayrağı, 2004’den bu yana AB’ye haksız, tek yanlı ve hukuk dışı olarak alınan Rumlarla ilgikli olarak AB bayrağı ve son olarak 1964 Mart ayından bu yana adada dalgalanan BM Barış Gücü ve egemen bayrağı. Kısacası şu anda adada halen 7 egemen güç ve onların bayrakları dalgalanmaktadır.

Sadece bu bile Doğu Akdeniz’de durumun ne kadar karmaşık ve güç mücadelesine dayandığını göstermeye yeter cinsten. Ayrıca Mart 1964 tarihinden bu yana BM Barış Gücü bünyesinde Hindistan, Pakistan, Nepal, Arjantin, Avustralya, Kanada, Yeni Zelanda, Avusturya, Slovakya, Macaristan, Finlandiya, Hollanda, Danimarka gibi çok farklı ve dünyanın dört bir yanından ülkelerin görev yaptığını da eklemek gerekir. Ayrıca bugün dünyada ABD, Rusya, Çin, Fransa, İngiltere ve Japonya’nın uçak gemileri açık denizlerde seyretmektedir. Ortalama 300 savaş uçağı, bindirilmiş (savaşa hazır) teçhizat, ortalama 6.000 personel ve yaklaşık 24 katlı bu yüzen devler o ülkelerin savaş gücünü inanılmaz ölçüde katlamaktadır. Bugün japonya hariç diğer ülkelerin uçak gemileri Doğu Akdeniz’de ve Kıbrıs etrafında seyir halindedir. Fransa’nın Charles d’Gaulle uçak gemisi bakım-onarım için Fransa’nın Toulusse kentine gitmesi haricinde neredeyse bütün yıl boyunca GKRY’de Zigi köyü açıklarındadır. Esasında tam 100 yıl önce Birinci Dünya Savaşı süresince Fransa’nın özellikle Doğu Akdeniz’de uçak gemisi bulundurduğu, Larnaka’da açılan 4 antenli dinleme ve keşif istasyonunun da devreye girmesiyle İngilizler ve Fransızların yakaladıkları sinyalleri takip ederek hangi “düşman” uçağı veya gemisinin nerede ve hangi yönde seyir halinde olduğunu tespit edebildikleri, böylece savaş sürecinde müthiş bir avantaj sağladıkları, başta Adana ve İskenderun olmak üzere çeşitli stratejik noktanın bu uçak gemilerinden havalanan uçaklarla bombalandığı düşünüldüğünde başat güçlerin stratejik planlamalarında pek de bir değişiklik olmadığı görülecektir.[1] Fransa özellikle Doğu Akdeniz’de 100 yıl önce istihbarat, keşif ve devriye görevini Victor Hugo, Foudre, D’estrées, Amiral Charner, Desaix, Guichen Henry Fastersine Louis, Doris yanında Jeanne d’Arc ve Jauréguiberry gibi gemilerle yaparken[2] bugün onların yerini aynı coğrafyada farklı teknolojik unsurlar almıştır. Buraya ABD’nin 6. Filosu ile NATO çerçevesinde Doğu Akdeniz’de seyir halinde olan STANAVFORMED (Standing Navy for Mediterranean) ile Rusya’nın Amiral Krusçev Donanması da ayrıca eklenmelidir. Burada soru bu kadar muazzam bir askeri gücün Doğu Akdeniz ve Kıbrıs etrafında ne yaptığıdır. Bütün bunlara İngiltere’nin 1960 yılında vazgeçtiği Kıbrıs’ta elinden çıkarmadığı ve özellikle ABD’yle müşterek kullandığı Agrotur ve Dikelya egemen askeri üs bölgelerini de eklemek gerekir.

Kendine ait kanunları, kuralları ve yönetimi bulunan bu üs bölgelerine AB üyesi olarak İngiltere çerçevesinde herhangi bir ülkenin müdahil olması söz konusu değildir. Neredeyse 3-5 sayfalık bir anlaşmayla Kıbrıs Cumhuriyeti kurulurken İngiltere bu üs bölgelerini garanti altına alan anlaşmayı kılı kırk yararak hazırlamış ve kuruluş anlaşmasından belki de 10 kat daha kapsamlı bir anlaşmayı taraflara imzalatmıştır. Bu üsler İngiltere ve ABD yanında müttefikleri ve zaman zaman da NATO operasyonları çerçevesinde Akdeniz, ortadoğu ve Uzakdoğu coğrafyasında askeri operasyonlara yönelik atlama tahtası, ara istasyon ve lojistik depolama alanı olarak kullanılmaktadır. Lübnan’da UNIFIL, Afganistan’da ISAF operasyonu, Arap baharı çerçevesinde Libya’ya yönelik hava saldırısı ve diğerleri bu anlamda değerlendirilmelidir. Bu üslerde nükleer başlıklı silahlar bulunduğu da göz önünde tutulmalıdır. Üslerin bir diğer misyonu ise bölge coğrafyasıyla ilgili keşif ve istihbarat çalışmalarının yapıldığı dinleme istasyonları olmasıdır. Bütün bunlara ilaveten dünyanın telekulağı olarak bilinen Echelon sisteminin ana merkezi, ayrıca Cape Greco, Olimpos Dağı, Trodos dağı dinleme istasyonu, sinyal istihbaratı ve iletişim istihbaratı ile sanayi casusluğu (espiyonaj) faaliyetleri Amerikan ve İngiliz istihbarat birimleri tarafından Kıbrıs’tan yönetilmektedir.

Echelon, GCHQ ve Kıbrıs

Esasında Kıbrıs adasının son 100 yıllık tarihine bakılacak olursa stratejik planlama ve güvenlik algısının çok da değişmediğini, sınırsız köy olarak adlandırılan global dünya sisteminde teknolojinin bütün unsurlarının sonuna kadar kullanılmasıyla evrimleştiğini ve başat güçlerin bölgeye bakış açısının her daim aynı olduğunu görmek mümkündür. Özellikle Birinci Dünya Savaşı’nın başlamasının ardından Kıbrıs adası tam anlamıyla bir savaş üssü haline gelmiş durumdadır ve özellikle 1914-1921 sürecinde Kıbrıs’ta değişik amaçlara hizmet edecek şekilde 10 farklı askeri üs tesis edilmiş durumdadır;

1- Trodos Dağları’nda özellikle yaralı ve hasta İngiliz askerleri için açılan bir nekahet merkezi bulunmaktadır ve buradaki İngiliz askerlerinin bir kısmı Çanakkale cephesinden getirilen hasta ve yaralılardır. Bölgenin özellikle psikolojik tedaviye muhtaç yaralı askerlere yönelik dingin bir atmosfer sağlaması ve bol ve sık bir çam örtüsüyle kaplı olması da bölgeyi tercih edilir hale getirmiştir. Savaşın başlamasıyla birlikte İngiltere yaklaşık 500 askerin ihtiyaçlarına cevap verebilecek türden bir rehabilitasyon merkezini böylece burada hizmete sokar.

2- Mağusa şehri yakınlarındaki Karakol bölgesinde Türk savaş esirleri için açılan esir kampı

3- Amiandos bölgesinde özellikle Alman ve Avusturya askerlerinin tutuldukları enterne kampı

4- Monarga’da Ermeniler için açılan Ermeni Doğu Lejyonu (Legion D’Orient) kampı

5- Karakol bölgesinde sadece istihbarat amaçlı olarak faaliyet gösteren İngiliz askeri üssü

6- Karakol bölgesinde Türk savaş esirlerinin esir değişimi sonrasında Anadolu’ya gönderilmeleri ve serbest bırakılmalarının ardından aynı askeri kampta tutulan ve Rusya’daki devrim sonrasında Beyaz Rus Ordusu’ndan kaçan subaylar ve diğer personelin kapatıldıkları bir Rus kampı

7- Yunanistan’ın Selanik kentinde konuşlanmış bulunan İngiliz askeri gücü için Kıbrıs’ta katırcı olarak nitelendirilen ve araçların çıkamadığı zorlu arazi şartlarında katırlarla malzeme taşıyan, telefon operatörlüğü, terzilik, aşçılık gibi cephe gerisi görevler yapan ve “Katırcılar” olarak isimlendirilen personelin istihdamı ve bu birlikler için katır temin eden Mağusa’daki askeri karargâh.

8- Düşman telsiz ve radyo konuşmalarını dinleyen, istihbarat toplayan ve istihbarata karşı faaliyetleri yanında çeşitli espiyonaj[3] faaliyetlerinde bulunan İngiltere, Fransa ve zaman zaman İtalya’nın da dâhil olmasıyla oluşturulan çok uluslu bir istihbarat ve dinleme merkezi olarak kullanılan adanın farklı noktalarındaki askeri tesisler.

9- Polemidya (Binatlı) köyünde bulunan ve İkinci Dünya Savaşı sürecinde de kullanılan askeri karargâh ve üs.

10- Mağusa’da konuşlanmış İngiltere’ye ait ve İngiltere’nin müttefikleri tarafından da kullanılan donanmaya ait askeri tesisler.

11- Trodos Dağları’ndakine ek olarak Limasol’da Kyperounta’da açılan yaklaşık 1.500 asker kapasiteli rehabilitasyon kampı ve askeri istihbarat bölgesi


Bütün bunlara ilaveten adanın dört bir yanında 48 farklı istihbarat istasyonu açıldığını, bu istasyonlar vasıtasıyla Kuzey Afrika coğrafyasından klasik ortadoğu bölgesine, bütün Akdeniz’le birlikte Adalar Denizi, Osmanlı başkenti İstanbul ve bugünkü Avrasya coğrafyasına kadar muazzam bir bölgenin kapsama ve sorumluluk alanı olarak alındığını da belirtmekte fayda var. Bu noktada İngiltere ve Fransa ile İtalya’nın işbirliği sonrasında Doğu Akdeniz’de EMSIB adı verilen Doğu Akdeniz Özel İstihbarat Bürosu da göreve başlar.[4] Özellikle İngiltere bu konuda o kadar hassas ve ince düşünmektedir ki Doğu Akdeniz Özel İstihbarat Bürosu temsilcisi Binbaşı Rhys Samson tarafından Mezopotamya arkeolojisi üzerine çalışan arkeolog Leonard Woolley[5] Fransızlarla işbirliği yapmak ve birlikte çalışmak üzere Kıbrıs’a sevk edilir. Böylece Woolley özellikle Haziran 1916 sonrasında Fransız donanmasında görevli istihbaratçılarla birlikte özellikle Kilikya (Çukurova)-Kuzey Suriye hattında elde edilecek istihbaratla yeni bir espiyonaj hattı oluşturacak ve İskenderiye-Kilikya hattında özellikle Alman denizaltılarına karşı bir istihbarat ağı geliştirecektir.[6]

Bugün gelinen noktaya bakacak olursak 1914-1918 Büyük Savaş’ından sonra bugün, yani 100 yıl sonra ise Kıbrıs adası etrafında değişen hiç bir şey yoktur. Echelon adı verilen ve askeri istihbarattan ekonomik istihbarata kadar çok geniş ve kritik bir alanda istihbarat sağlamaya yarayan dinleme istasyonu ABD’nin 24 Ekim 1952 tarihinde kurulan ve ülkenin en iyi korunan ve en sıkı güvenlikli birimi olarak adlandırılan Ulusal Güvenlik Ajansı (NSA) tarafından haberleşme uyduları vasıtasıyla uluslararası haberleşmeyi takip etmeyi ve bunlarla ilgili önceden harekete geçmeyi sağlayan bir sistemdir.[7] Bütün dünyayı ve özellikle ekonomik ve askeri istihbarat bağlamında gözetlemeye dayalı olarak faaliyet gösteren bu sistemin varlığı ilk defa olarak 2000 yılında Avrupa Parlamentosu tarafından İngiliz gazeteci ve fizikçi Duncan Campbell’e hazırlatılan bir raporla söz konusu olur.[8] Bu rapora göre başta ABD, İngiltere, Yeni Zelanda, Kanada ve Avustralya olmak üzere bazı ülkeler bütün dünyayı takip etmekte, izlemekte ve ekonomik istihbaratla casusluk yapmaktadır. Ortaya çıkan durum esasında George Orwell’ın ütopik olarak nitelendirilen alegorik politik “1984” isimli romanıyla tam anlamıyla örtüşmektedir ve George Orwell’ın “Big brother is watching you/Büyük kardeş seni izliyor.” ilkesinden hareketle “Büyük kardeş” ABD de tıpkı romanda anlatıldığı üzere bütün dünyayı bu şekilde takip etmektedir. Örneğin bugün genel algı telefon kulübesine giden herhangi bir kişinin iki dudağından dökülecek ve kendince mahremiyeti olan bazı sözcükler NSA ve Echelon tele kulak sistemi sayesinde dünyanın çok farklı bir yerinde istihbaratçılar tarafından çözümlenmeye başlanabilir.[9] Böylece casusluk faaliyetlerinin bitmediği, şartlara ve ihtiyaçlara göre yeniden şekillendirildiği de ortaya çıkacaktır.[10]

Echelon özellikle İkinci Dünya Savaşı sonrasında kullanılmaya başlayan küresel istihbarat, takip, kontrol ve gözetim ağının bir parçası olarak da değerlendirilebilir.[11] Bu sistemin diğer özellikleri arasında internet vasıtasıyla gönderilen mesajları bulup kaydetmek, yeraltı kabloları vasıtasıyla gönderilen çeşitli mesajları tespit etmek ve çözümlemek, radyo dalgalarından istifade etmek, özellikle yabancı büyükelçiliklerde gizli ekipmanlar vasıtasıyla kurulmuş olan haberleşme düzeneklerini ve altyapısını çözümlemek, ayrıca dünya üzerinde herhangi bir yerden gönderilen sinyalleri uydular vasıtasıyla bulmak ve onları takip etmek de bulunmaktadır. 6 Eylül 1960 tarihinde Moskova’da bir basın toplantısı düzenleyen eski NSA ajanları matematikçi William H. Martin ve Bernon F. Mitchell ABD’nin çalışmaları konusunda “…NSA’daki faaliyetlerden ABD’nin kendi müttefikleri de dahil olmak üzere 40’tan fazla ülkenin gizli haberleşmelerini okuduğunu biliyoruz. NSA halen 200’den fazla iletişim istihbaratı faaliyetinin içindedir. Dünyada topraklarında dinleme istasyonları kurulan ülkeler de dahil olmak üzere hemen hemen her ülke tarafından yapılan şifreli veya açık bütün iletişim takip edilmektedir.”[12] derler. 2000’li yıllara kadar varlığı gizlenen ve konuyla ilgili hiçbir yorum yapılmayan Echelon konusunda dönemin ABD Genelkurmay Başkanı “Amerikan istihbarat sistemi çerçevesinde uzun soluklu bir faaliyet olduğundan halen devam eden veya iddia edilen istihbarat faaliyetleriyle ilgili olarak konuşmaktan kaçınmalıyız. Bu yüzden bizler özel operasyonların mevcudiyetini ne kabul edebiliriz ne de inkar edebiliriz.”[13] der. Özellikle Amerikalı ve İngiliz yetkililerin yıllar boyunca yok saydıkları, üzerinde hiç yorum yapmadıkları ve tamamen hayal ürünü olarak değerlendirdikleri Echelon sisteminin marifetleri son 20 yıl içerisinde artık gizlenemeyecek duruma gelmiştir. 2000’li yıllardan itibaren dünya kamuoyu tarafından daha yakından takip edilen sistem her ne kadar yeni bir sistem olmasa da daha önce Sovyetler Birliği’nden gelecek muhtemel tehditler ve kaçakçılıkla terörizm[14] alanlarında kullanıldığı tahmin edilen tele kulak sisteminin sanayi casusluğunda da kullanıldığının ortaya çıkması tepkilere neden olur. Echelon denilen istihbarat dinleme istasyonları halen ABD, Kanada, Avustralya ve Yeni Zelanda tarafından işletilmektedir. Bunun yanında Kıbrıs’taki Echelon dinleme istasyonu dışında İngilizlere ait Agrotur ve Dikelya’daki sistem de aynı şekilde ABD’nin taleplerine cevap verecek türden altyapıya sahiptir.

Bugün itibarıyla halen ABD Londra ve Cheltenham’da SUSLO[15] adı verilen büroları işletirken Avustralya da Fort Meade’deki Ulusal Güvenlik Ajansı karargâhında kendi ofislerini kurmuş durumdadır. UKUSA (United Kingdom-United States of America) anlaşması çerçevesinde ABD yanında diğer Commonwealth ülkeleri (İngiltere, Yeni Zelanda, Kanada ve Avustralya) böylece dünyanın değişik bölgelerinde denizaşırı istihbarat ve gözetim sorumluluğunu üstlenmiş durumdadırlar. İngiltere böylece Afrika ve Avrupa yanında Ural Dağlarının doğusuna kadar olan bölgenin istihbarat sorumluluğunu alırken Avustralya 8.970.000 km2’lik Okyanusya ve Kanada da daha kuzeyde kalan bölgelerle kutuplar bölgesini alır. Echelon sistemi genel olarak zemine sabitlenmiş antenler vasıtasıyla ticari haberleşme uydularından bilgileri toplayan ve alınan sinyallerin çözümlemelerini istihbarat hedeflerine yönelik olarak yaptıktan sonra verileri değerlendiren ve daha karmaşık uluslararası bir şebekenin parçası olan istasyonlardır ve Echelon kelimesi doğrudan Amerikan Ulusal Güvenlik Ajansı tarafından verilmiş bir kod ismidir. Bu istasyonları kullanan 5 ülke de aynı şekilde Echelon ülkesi olarak adlandırılmaktadır.[16] Yapılan anlaşma genel hükümleri, hedefleri, ekipman ve sinyal istihbaratı casuslarının kullanacakları usulleri kapsamaktadır. Bunlar arasında ilk sırayı ise yapılacak faaliyetlerle ilgili olarak bilmesi gereken kadar prensibi çerçevesinde mutlak disiplin ve gizlilik uygulamasıdır. Ayrıca sisteme dâhil edilmiş olan herkese beyni yıkanmış ve mümkünse ikinci defa beyni yıkanmış olmalıdır. Böylece çalışan herkes bilmesi gerektiği kadar prensibi yanında mutlak gizlilik ve bu gizliliğe olan ihtiyacın hiçbir zaman bitmeyeceği kesin bir ketumiyet içerisinde olmalıdır.

İngiltere yanında müttefiklerine de özellikle askeri ve ekonomik istihbarat sağlayan ve uydu vasıtasıyla yürütülen resmi, ticari, ekonomik ve askeri haberleşmeyi takip etmeyi, kaydetmeyi, çözümlemeyi ve önceden tedbir almayı hedefleyen Kıbrıs’taki Echelon sistemi esasında ABD’nin uzun zamandan beridir adaya yönelik konuşlanma girişimlerinin bir parçasıdır. Echelon’a yönelik tepkiler farklı ülkelerin ulusal güvenliklerini tehdit eden unsurlar olarak değerlendirilmesinin ötesinde “Mahremiyet ve ifade özgürlüğü bütün temel uluslararası ve bölgesel anlaşmalarla tanınan temel insan haklarındandır.“[17] yaklaşımından hareketle insan haklarına aykırı bir uygulama olarak değerlendirilmesindendir.[18] Bununla birlikte söz konusu istihbarat çalışmalarının her adımında insan hakları ihlalleri yapıldığını tespit edebilmek ise pratik olarak neredeyse imkânsız gibidir. 1975 yılında ABD Senato’sunda bir konuşma yapan Senatör Frank Church “İnsan haklarına yönelik tehlike bu teknolojinin o muazzam gücünü insanların özel ve mahrem konuşmalarına çevirmiş olmasında yatmaktadır.”[19] der. Öte yandan askeri, ekonomik ve ticari istihbarata yönelik dinleme ve tele kulak faaliyetlerinin devam ettiği ve her gün milyonlarca sesli, görüntülü ve yazılı mesaj kontrolden geçerken doğaldır ki öncelikle siyasiler, devlet adamları ve hassas konumları ve işgal ettikleri makamlar nedeniyle önem arz eden kişilerin konuşmaları da tele kulaklara takılmaktadır. Bu kapsamda örneğin Watergate Skandalı sonrasında istifa etmek zorunda kalan ABD Başkanı Ronald Reagan, Demir Lady lakabıyla anılan İngiltere eski Başbakanı Margareth Thatcher gibi pek çok siyasi lider de bulunmaktadır. Başta ABD olmak üzere farklı ülkelerde ortaya çıkan tepkilerin bir kısmı da bu kişiler tarafından gösterilen tepkilerdir. Karmakarışık dinleme faaliyetleri çerçevesinde bütün terörist faaliyetler yanında sanayi casusluğu bağlamında da hemen bütün kaynaklara ve verilere erişme imkânı ve şansı yaratan Echelon sistemi bu noktada bazı kısıtlamalara ve olumsuzluklara da neden olmaktadır;[20]

“1-Echelon sistemi yurtiçi veya dışında yaşayan kendi insanlarımızla ilgili özel hayat/mahremiyet olgusunu ortadan kaldırmaktadır. Her şey Büyük Birader tarafından takip edilmektedir. Bu durum ise ticari şirketlere bilgi güvenliği sağlamayacaktır. Ayrıca bu sanayinin büyük ölçüde tahrip olmasına neden olacak ve 19. Yüzyıl sömürgeciliğine sürükleyecektir. Modern kültürümüze de bir tehdit oluşturacaktır.

        2- Bütün askeri sırlar bunları biz ne kadar meraklı gözlerden saklamaya çalışsak da NSA ve müttefikleri için aşikâr şeyler olacaktır. Bütün bu olup bitenleri altıncı hisleri olarak değerlendirdiğimiz bilgisayarları vasıtasıyla görüp duyabileceklerdir. Bu da insanlığın topluca yıkımına neden olacaktır. Tek bir savaş bile bütün insanlığın tamamen ortadan yok olmasına neden olabilir. 

         3- Yukarıda bahsedildiği üzere Echelon sistemleri bizleri terörist saldırılarından koruyabilmek amacıyla geliştirilebilir, fakat bütün bunların dışarıdan müdahalelere karşı koruma altında olduğundan emin olmak zorundayız çünkü eğer böyle bir şey olacak olursa sonuç tam bir felaket olacaktır. Eğer teröristler askeri ve istihbarat sırlarıyla ilgili hassas bilgilere ulaşacak olurlarsa bir dünya savaşına da neden olabilirler…”

Kıbrıs’ta İngiltere ile özellikle ABD’nin yürüttüğü intelijans ve espiyonaj faaliyetlerinde kullanılan istasyonlar arasında Ayios Nikolaos da vardır. Bugün Google Earth programı vasıtasıyla kendisini de deşifre eden GCHQ (Government Communications Headquarters/Hükümet İletişim Karargâhı)’ya bağlı olarak büyük bir harekât merkezi, farklı çaplarda ve fonksiyonlarda 9 anten, hemen yakınlarında çok büyük bir radyo alıcı-verici anten sistemi ile Ayios Nikolaos istasyonu bu görüntüsüyle kendisini ele veren türdendir.[21] Özellikle Ortadoğu coğrafyasına yönelik istihbarat ve elektronik istihbarat bağlamında son derece önemli olan bu istasyonlar İngiltere için hayati önem taşımaktadır. İngiliz hükümran bölgesi olarak kabul edilen Agrotur ve Dikelya üslerinin sınırları incelendiğinde adadaki dört önemli istihbarat merkezinden üçünün bu sınırlar içerisinde kalacak şekilde ayarlandığı ve adeta bir anten şeklinde olan kuzeydoğu sınırıyla Dikelya bölgesinin Ayios Nicholaos dinleme istasyonunun hemen etrafındaki yolu da çevreleyecek şekilde yapıldığı görülecektir. Bu bağlamda incelendiğinde üslerle ilgili olarak belirtilmesi gereken bir başka önemli özellik ise gerekli ve acil hallerde yeni askeri tesisler inşa etmek, adaya asker ve lojistik malzeme sevk etmek ve adanın başka noktalarında bulunan tesislerin buraya nakledilmesi gibi durumlar da göz önüne alınarak üsler bölgesinde muazzzam bir hareket serbestisi sağlandığı ve arazinin cömertçe kullanıldığı görülecektir.

Dünyanın dört bir yanından özellikle askeri ve diplomatik sinyallerin tespit edilmesi için kullanılan yüksek frekanslı antenlerden ayrı olarak Ayios Nikolaos istasyonu istasyonda çalışan operatörlerin binlerce kilometrelik menzili içinde radyo yayınlarını belli bir üçgenin içinde toplayabilmesine, nokta atış yaparak yer tespit etmesine, bu yayınların analizini yapabilmesine yardımcı olan, vericilerin hareketlerini ve güçlerini takip edebilmesine ve böylece askeri birliklerin veya bu tip aktivitelerin sanal elektronik haritalarını çıkarabilmesine yardımcı olan yüksek frekanslı yön bulma sistemlerine de sahiptir. Yüksek frekanslı yön bulma sistemlerinin dışında UKUSA Echelon sisteminin ana parçaları çeşitli amaçlarla yerleştirilmiş olan güçlü radarlar, antenler ve uydu sistemleridir ve bunlar belli bir yükseklikte yörüngeye fırlatılmış uydu sistemlerinin de yardımıyla faks, elektronik posta, internet, mobil telefonlar, cep telefonları, sabit telefonlar ve diğer elektronik cihazları otomatik olarak algılayabilmektedir. Bu arada İngiltere’nin İngiliz askeri gücüyle ilgili çeşitli propaganda amaçlı yayınlarını servis etmek üzere Girne yakınlarındaki Yayla Tepe denilen bir noktada radyo röle istasyonu bulunmaktadır[22] ve 20 Temmuz 1974 tarihine kadar da fiilen çalışmalarına devam etmiştir. Son dönemde deniz altına yerleştirilen fiber optik hatlar nedeniyle Echelon’un bu tür telekomünikasyonu bir parça daha az rağbet görmektedir. Eski Amerikalı casus Edward Snowden’in The Guardian gazetesine anlattıklarına göre ise GCHQ tarafından “Mastery of the Internet” başlığıyla bir proje yürütülmektedir ve bu proje kapsamında “Tempora” adı verilen bir programla İngiltere ve İngiltere’nin denizaşırı toprakları üzerinden geçen internet kablolarına müdahale etmek suretiyle her saniye ziyaret edilen bütün internet siteleriyle ilgili bilgi, elektronik posta haberleşmeleri, haberleşmeler, anlık konuşmalar (chat) ve mesajlaşmalar, bütün internet şifreleri gibi milyarlarca internet bilgisi merkeze akacaktır.[23]

Aynı habere göre İngiliz GCHQ’nun bilgi takibi Amerikan NSA’dan çok daha fazladır ve son 5 yıl içerisinde %7.000 civarında muazzam bir artış göstermiştir. 2010 yılı itibarıyla NSA tarafından Mastery of Internet projesiyle ilgili olarak İngiliz GCHQ merkezine 39.9 milyon sterlinlik bir mali destek verilmiştir. 2011 yılında ise Amerikalılar GCHQ tarafından yapılan masrafın yarısını karşılamışlardır. Son üç yıl içerisinde ise devam eden projelerin sürdürülmesi ve işbirliği çerçevesinde Amerikan NSA tarafından GCHQ’ya 160 milyar dolarlık bir ödeme yapılmıştır.[24] Amerikalıların İngiliz istihbarat faaliyetlerine yönelik mali destek olma çabaları daha sonraki süreçte de devam etmiş, İngilizlerin çeşitli bahanelerle kısıtlamaya gideceklerini açıkladıkları süreçte[25] devreye NSA girerek İngilizleri mali sıkıntıdan kurtarmıştır. Edward Snowden daha sonra the Washington Post gazetesine verdiği belgeler vasıtasıyla İngiltere ve ABD’nin Ortadoğu ve Akdeniz coğrafyasına yönelik istihbarat faaliyetlerinin Kıbrıs’ta bulunan istasyonlardan gerçekleştirildiğini de ortaya koyar;[26]

 “…Ancak Echelon sistemi ile birlikte NATO’nun Kıbrıs’ı üs olarak kullanmak istediği ve Amerikan askerlerini adaya konuşlandırmak istediği iddiaları bitmek bilmemektedir. 6 Temmuz 2000 tarihinde BBC’de Echelon sistemi ile ilgili çıkan yazıda, Echelon casusluk sisteminin Amerikalı yetkililerce varlığının kabul edildiği ve bu sistem ile milyonlarca telefon konuşması, faks ve iletinin bir dakikada taranabildiği belirtilmektedir. Aynı zamanda, Amerika’nın bu metodu terörizm ve organize suçlar için tercih etmekte olduğu açıklanmaktadır. Günümüzde Echelon sisteminin sanayi alanında da kullanılmakta olduğu ve bu yönde casusluk edildiği öne sürülmektedir. Dünyanın birçok yerinde üsleri olan Echelon sisteminin dört ana üssü olduğuna dikkat çekilmekte ve bu üslerin Kıbrıs’taki Ayios Nikolas ve Akrotiri olduğu, Avusturalya’da Hint ve Pasifik okyanusunun ötesine kadar uzanabilen bir ağı olan Geraldton üssü, diğer taraftan da Pasifik’teki Guam üssü ile Hawaii adasındaki Kunia üsleri olduğu açıklanmaktadır. Danimarka’da Ekstra Bladet isimli internet haber sitesinde 17 Kasım 1999’da ‘Echelon benim bebeğimdi.’ başlıklı yazı oldukça dikkat çekicidir. Anılan yazıda Ekstra Bladet’in eski Echelon casusu ile buluştuğu ve anılan kişinin yasadışı siyasi gözetimi nasıl açığa vurduğunu yazmıştır. Bu sistemin inşa edilmesine yardım edenlerden biri olan Margaret Newsham adındaki kadınla yapılan röportajda siyasilerin, sıradan kişilerin, çıkar gruplarının ve özel şirketlerin dinlendiğini, bu dinleme programında Amerikalı siyasilerin bile dâhil olduğunu açıklamaktadır. Echelon kurulması önerisini de NSA’nın yaptığını belirtmektedir. Uydu ve kompüter programları ile bu dinlemelerin yapıldığını ifade eden Newsham, dünyadaki tüm elektronik iletişimleri, iletileri, telefonları ve faksları kontrol altına alabildiğini, önemli siyasi hareketlenmeleri, dost ve ittifak ülkelerin ekonomik faaliyetlerini dâhil izleyebildiğini bahsetmektedir…”

Edward Snowden’in açığa çıkardığı GCHQ belgelerine göre İngiltere ve ABD 2012 yılında da bir başka proje üzerinde çalışmışlar ve Operation Mullenize adı verilen bir internet takip programı geliştirmişlerdir. Bu projeye göre konuyla ilgili olarak “kendini adamış personel tarafından çok sıkı bir iş” çıkartılmaktadır ve istihbaratın toplandığı merkezler ise Benhall, Bude ve Sounder olarak görülmektedir. The Guardian gazetesi ise burada bahsedilen istihbarat karargâhlarının GCHQ’nun İngiltere Benhall’deki ana karargâhı, ayrıca Cornwall’in Bude kasabasında bulunan bir ara istasyonu ve ısrarla nerede olduğu belirtilmeyen “yurtdışında tanımlanamayan bir yerdeki” diğer istasyonun da Kıbrıs’ta olduğunu yazar.[27] Her ne kadar “Sounder” kod ismiyle Kıbrıs’taki Ayios Nikolaos üssü saklanmaya çalışılsa da daha sonra buranın kimliği de deşifre olacaktır.[28] The Guardian’a göre Sounder kod ismi daha önce eski NSA Başkanı General William Odom’un günlüklerinde ortaya çıkmıştır ve General Odom’un arşivlenmiş istihbarat notlarında araştırmalar yapan Amerikalı istihbarat yazarı Matthew Aid tarafından bulunmuştur. 1988 yılında General Odom ile İngiliz GCHQ Direktörü Peter Marychurch arasında geçen bir görüşmede Sounder’ın esasında Kıbrıs’ın kod ismi olduğu ortaya çıkmıştır. Peter Marychurch bu görüşmede Amerikan NSA’nın Kıbrıs’taki maliyetin bir kısmını karşılayacağını ve Sounder’ın doğrudan Ayios Nikolaos istasyonu olduğunu da belirtir. Bu arada Alman Süddeutsche Zeitung gazetesi ise İngiliz GCHQ tarafından en az 14 farklı deniz altı internet hattının İngiltere tarafından takip edildiğini, bunlar arasında Atlantik Okyanusu, Afrika, Batı Avrupa ve Avrupa’dan Asya’ya uzanan internet hatlarının da bulunduğunu belirtir. Bu sistemin içerisinde özellikle Ortadoğu’ya yönelik hatlar söz konusu değildir ve İngiltere ile ABD’nin imdadına Kıbrıs’taki Ayios Nikolaos istasyonu yetişir. Akdeniz’den geçen deniz altı fiber optik internet kabloları Kıbrıs’ı doğrudan ve son derece tabii bir casusluk üssü haline getirir. Doğu Akdeniz’de deniz dibini işgal eden fiber optik kablolar Doğu Akdeniz ve Ortadoğu coğrafyasını birbirine bağlayan hatlardır ve Kıbrıs’ı İsrail’e, Kıbrıs’ı Suriye’ye bağlayan hatlar yanında Kıbrıs’tan Lübnan’a, Kıbrıs’tan Mısır’a, Türkiye’ye, Yunanistan’a, İtalya’ya ve hemen bütün Akdeniz coğrafyasına bağlanan hatlar da bulunmaktadır ve bunlar İngiliz-Amerikan ortak yapımı casusluk faaliyetinin de can damarlarıdır. Bu kapsamda France Telecom, AT&T ve Slovak Telekom gibi kuruluşların yanı sıra Türk Telekom kabloları da dinlenmiş, kayıt altına alınmıştır.[29] Bunlara ilaveten Güney Doğu Asya, Ortadoğu ve Batı Avrupa’yı birbirine bağlayan SEA-ME-WE3 ana hattı da doğrudan Kıbrıs yakınlarından geçmektedir. Böylece halihazırda kullanılan 14 farklı fiber optik internet hattı yanında yenileri de planlanmaktadır ve böylece bütün Ortadoğu coğrafyası, İspanya’dan Mısır’a, Türkiye’den Yunanistan ve İtalya’ya kadar bütün Akdeniz bölgesi ile Avrasya coğrafyası İngiliz GCHQ ve Amerikan NSA birimlerinin avucunun içinde gibidir. Konuyla ilgili olarak 6 Kasım 2013 günü bir açıklama yapan İngiltere Dışişleri Bakanı David Lidington ise güvenlik ve istihbarat faaliyetleriyle ilgili olarak hiçbir yorum yapmayacağını belirttikten sonra bu fiber optik hatlarla ilgili kabul veya ret ifadesi kullanmadan Kıbrıs açıklarından geçen hatların GCHQ tarafından müdahale görmediğini söyler.[30] Fiber optik deniz altı hatlarıyla yapılan internet haberleşmesi deniz altından geçerek ana karaya bağlanmakta ve burada bir ara istasyon sonrasında ise yeniden deniz altına inmektedir. İşte bu süreç sırasında bu hatlara farklı bir bağlantı yapılmakta ve denizaltındaki bilgi akışı aynı anda iki farklı merkeze doğru yönlendirilmektedir. Kıbrıs’ta bütün bunları yapan ise Ayios Nikolaos istasyonudur. İngilizlerin Kıbrıs’ta işini kolaylaştıran bir başka husus ise bu faaliyetlerin merkezi telekomünikasyon kurumlarının desteği olmadan yapılamayacağı hususudur. İngiltere’de Telecom şirketinden büyük altyapı desteği alan İngiltere ve ABD Kıbrıs’ta ise üsler konusunda 1960 yılında yapılan anlaşmanın 6. maddesi gereği bu desteği Kıbrıs Cumhuriyeti telekomünikasyon idaresinden alacaktır. 21 Aralık 1963 sonrasında Kıbrıslı Türklerin ortaklık anlaşmasından ayrılmasının ardından bugün Kıbrıs Cumhuriyeti’ni Kıbrıslı Rumlar temsil etmektedir. Böyle olunca da AB üyesi GKRY anlaşma gereği resmen İngiltere’ye “danışmanlık ve işbirliği hizmeti” vermeye mecburdur. İronik olansa Rumların bir yandan adadaki istihbarat ve tele kulak faaliyetlerine tepki göstermeleri, öte yandan resmen buradaki faaliyetlere farklı isimler ve başlıklar altında da olsa Kıbrıs Telekomünikasyon Kurumu (Cyprus Telecommunications Authority/CYTA) vasıtasıyla yardımcı olmalarıdır. Kıbrıs Rum Telekomünikasyon Kurumu tarafından İngiltere’nin Ayios Nikolaos istasyonu vasıtasıyla yürüttüğü faaliyetlere destek verilip verilmediği veya bu konuda kurumun bilgisinin olup olmadığı sorusuna ise Rum yetkili Lefteris Christou “CYTA’nın tamamıyla müşterilerinin bilgi korumayla ilgili haklarına yönelik Avrupa yönergesine uyduğunu, bilgi mahremiyeti konusunda ortaya çıkabilecek herhangi bir yasadışı faaliyetin içinde olmadığını, CYTA’nın kesinlikle AB standartları ve normları altında hizmet verdiğini, müşterilerinin kişisel bilgilerini koruyan uluslararası anlaşmalara bağlı olduğunu da belirtir.[31] Christou ayrıca CYTA’nın AB’nin sıkı yaptırımları ve kuralları çerçevesinde faaliyette bulunduğunu, kişisel hakları ve mahremiyeti bozacak davranışların söz konusu olamayacağını da belirtir. Lefteris Christou bununla birlikte adı geçen yönergenin kamu güvenliği, savunma ve devlet güvenliğini ilgilendiren operasyonları kapsamadığı konusunda ise yorum yapmaktan kaçınır. Christou ayrıca devlete ait operatörlerin ciddi hukuki suçlar işlendiğinde, kanunlara karşı gelindiğinde ve kanunlar ihlal edildiğinde, ayrıca ulusal güvenlik söz konusu olduğunda kişisel bilgilerin paylaşımına müsaade etmediklerini söylemiştir. Edward Snowden tarafından deşifre edilen belgelere göre Kıbrıs merkezli yürütülmekte olan operasyonların devam edeceği, mali olarak destekleneceği ve “Amerikalı müşterilerle sağlıklı ilişkilerin de devam edeceği”[32] belirtilmektedir.

Bu bağlamda dünyanın en geniş fiber optik hattı olan ve TAE olarak bilinen Trans Asia-Europe isimli 721 kilometrelik hat[33] Çin, Kazakistan, Özbekistan, Türkmenistan, Türkiye, Belarus, Polonya, Macaristan, Avusturya, Almanya, Gürcistan, Ermenistan, Azerbaycan, Pakistan ve Afganistan’ı kapsamaktadır.[34]  Diğer bir hat ise 172 kilometrelik bir denizaltı hattıdır ve İran’ı küresel iletişim hatlarına bağlamaktadır. İran’ın bir diğer iletişim hattı ise 1993 yılında Fransa, İtalya, Rusya ve Çin’in yardımlarıyla tesis edilen Zühre (Venüz) isimli 2 uydudan oluşan sistemdir.[35] Bütün bu hatlar Echelon sistemleri tarafından takip edilmektedir ve bunları gerçekleştirebilmek amacıyla özellikle CIA tarafından istihbarat, güvenlik, terörizm gibi çok farklı konularda ABD dışında onlarca uçak da üs, karargâh veya ara istasyon olarak kullanılmaktadır.[36] Bu operasyonlarda kullanılan bazı uçaklar Kasım 2002-Eylül 2005 arasında kayıtlarda 110 iniş ve kalkışı görülen ve İnsan Hakları İzleme Komitesi raporlarında “CIA tarafından Avrupa, Afganistan ve Ortadoğu’da 2003 ve 2004 yıllarında çeşitli tutsakların taşınması için kullanılan uçak”[37] olarak belirtilen EN313P (Boeing 737), Şubat 2001-Kasım 2005 arasında 80 uçuşu kaydedilen Gulfstream IV, Amerikan Başkanlık Havacılık Dairesi (Presidential Aviation)’ne bağlı Gulfstream III, Amerikan istihbaratçıları tarafından en çok kullanılan uçaklar arasında bulunan Gulfstream V, genellikle Frankfurt Havalimanı’nda bekletilmekte olan ve “Amerikan Ordusunun yolcu makinesi” olarak adlandırılan N368CE, Frankfurt-Taşkent arasında 15 ve Frankfurt-Bakü arasında 38 defa uçuşu tespit edilen N2189M, N1HC, genellikle Guantanamo’ya esirleri nakletmek için kullanılan N50BH (Gulfstream III), 7 Mart 2005 tarihinde İstanbul’a gelmesi Türk basınında da tartışmalara neden olan N221SG, özel bir şirkete ait olan ve kimliği konusunda hala tereddütlerin yaşandığı N168BF, 15 Kasım 2005 tarihinde gizli bir CIA esirini almak üzere harekete geçen ve İstanbul’a (Sabiha Gökçen Uluslararası Havalimanı) da uğrayan N168D, N505LL, N4557C, N8213G, N6161Q, N8183J, N187D, N196D, N5139A’dır. Bu uçaklarla özellikle 2000-2005 döneminde yapılan binlerce gizli istihbarat amaçlı uçuş ise ABD, İngiltere ve Almanya’da çeşitli havaalanlarıyla Adana’da İncirlik, Diyarbakır, Antalya, Ankara, İstanbul Sabiha Gökçen Havalimanı, İstanbul Atatürk Havalimanı, Valensiya, Vilnius, Tiran, Reykjavik, Cibuti, Hurghada, Erivan, Muscat, Split, Selanik, Tiblis, Luxor, Kıbrıs’ta Uluslararası Larnaka Havalimanı, Baf Havaalanı, İngiliz egemen askeri Agrotur ve Dikelya üssüne de yapılır. Avrupa Konseyi tarafından CIA’nın terör şüphelisi olarak yasadışı bir şekilde tutukladığı ve bu insanlar için hapishane olarak kullandığı, söz konusu bu istihbarat uçaklarının hazırlandığı, uçuş personelinin görev beklediği ve CIA ajanlarının görev değişimi yaptığı yerler arasında GKRY sınırları içindeki Larnaka Havalimanı yanında Agrotur Üssü ilk sırada yer almaktadır. Binlerce gizli uçuş yapılan bu havaalanları arasında Frankfurt, Parnu, Kuveyt, Dubai, Luton, Dublin, Frankfurt, Bakü, Amman, Glasgow, Taşkent, Bükreş, Rabat, Kabil, Abu Dabi, Bağdat, Amman, Üsküp, Palma de Mallorca, İbiza, Porto, Al Udeid, Dubai, Malta, Köstence, Prag, Santa Maria, Iraclion, Atina, Milano, Berlin, Münih, Bratislava, St. Petersburg, Bombay, Hannover, Rotterdam, Brüksel, Amsterdam, Zürih, Orebro, Firenze, Brindisi, Cannes, Sevilla, Tenerif, Kerkira, Keflav, Cenevre, Ohrid, Ljubljana, Malmö, Cenova, Anvers, Barselona, Köln, Nice, Paris, Roma, Palermo, Malaga, İslamabad, Yeni Delhi, Tel Aviv, Misurata, Riyad, Aşkabad, Bahreyn, Shannon, Kahire de bulunmaktadır.[38] 11 Eylül 2001 sonrasında ABD’nin açıkladığı üzere terörle mücadelenin bir parçası olarak algılanan bu operasyonlar daha sonraki süreçte basın-yayın organları tarafından deşifre edilmeye ve başta Human Rights Watch and Amnesty International gibi uluslararası insan hakları örgütleri tarafından sert bir şekilde eleştirilmeye başlanır.[39] ABD’nin yasadışı faaliyetleri ve insan haklarına kayıtsız sert tutumu nedeniyle eleştirilmeye başlaması ve bütün dünyada bununla ilgili ciddi bir kamuoyu oluşmaya başlamasının ardından Avrupa Konseyi de bir araştırma komitesi kurulmasına karar verir. Konuyla ilgili olarak İsviçreli senatör Dick Marty tarafından hazırlanan bir rapor 7 Haziran 2006 tarihinde Avrupa Konseyi’ne sunulur. CIA’nın faaliyetleri her ne kadar bu raporda dile getirilmiş olsa da dünyanın dört bir tarafında CIA tarafından yürütülen gizli operasyonların tamamına ve ayrıntısına erişmek mümkün olmayacaktır. Komite tarafından CIA operasyonlarına göre ülkelerin üç farklı kategoride ele alındığı bu rapora göre gözaltına alınanların işkencelerden geçirildikleri ve insan haklarının hiçe sayıldığı ülkelerin başında Romanya ve Polonya gelmektedir. İkinci grupta bulunan GKRY, İspanya, Türkiye ve Almanya ise bu gizli operasyonlar için bekleme noktası ve atlama tahtası olarak kullanılan ülkelerdir. Üçüncü grupta bulunan İrlanda, İngiltere, Portekiz, Yunanistan ve İtalya ise genellikle konaklama ve geçiş noktası olarak kullanılmış ülkeler arasındadır. Bu konuyla ilgili bilgi deşifre olmaya ve kamuoyuyla paylaşılmaya başlandığında GKRY hükümeti ise bu konuda hiç bilgisi olmadığı yönünde bir açıklama yapmak zorunda kalır. Bununla birlikte Amnesty International tarafından 6 Nisan 2006 tarihinde yapılan açıklamada yasadışı tutuklamalar ve gözaltına almalarla CIA faaliyetlerine destek veren ülkelerle ilgili bir liste yer alır ve bu listede GKRY de bulunmaktadır. Aynı konuyla ilgili olarak 10 Haziran 2006 günü bir açıklama yapan GKRY İletişim Bakanlığı ise ABD adına böyle bir talepte bulunulmadığını ve GKRY hükümetinin de böyle bir müsaade ve onay vermediğini belirtir. Hemen ardından ABD Dışişleri Bakanlığı da Amerikan hükümetinin GKRY hükümetini terör şüphelilerinin taşınması ve alıkonulması hakkında hiç bilgilendirmediğini açıklarken hemen ardından 2004’te gerçekleştirilen 7 değişik operasyonla ilgili olarak Amerikan malı özel uçakların inişiyle ilgili teknik yardım talep edildiği ve GKRY’nin de bu konuyla ilgili teknik desteğin verildiğini de ilave eder. Burada söz konusu olan teknik yardım ise akaryakıt dolumudur. Avrupa Konseyi raporu ise GKRY havalimanlarının sadece teknik yardım için değil, doğrudan altyapı desteği ve konaklama için kullanıldığını, bu tip operasyonların ise GKRY’nin bilgisi olmadan yapılabilmesinin ise Senatör Dick Marty’nin de raporunda “Pek çok Avrupa ülkesinde yetkililer CIA’nın bu operasyonlarına katılmışlardır. Diğerleri ise bilmelerine rağmen bilmiyormuş gibi davranmışlar veya bilmek istememişlerdir.” şeklinde ifade ettiği üzere bunun imkânsız olduğunu göstermektedir. Böylece Kıbrıs’ta GKRY’nin CIA’ya sağladığı altyapı desteği ve verdiği hizmetlerle operasyonlara doğrudan katılan ve destek veren ülkeler arasında gelmektedir. 1 Haziran 2004 tarihinde Princeton Üniversitesi J.F. Kennedy School of Government’ta bir konuşma yapan dönemin GKRY Başkanı Tassos Papadopulos ise 11 Eylül 2001 sonrasında hükümetinin terörle mücadele konusunda aktif bir şekilde uluslararası güce dâhil olduğunu ve teröre karşı o günden bu yana çok ciddi adımlar atıldığını belirtir. 2 Mayıs 2006 günü Eleftheros Tipos’a verdiği röportajda Papadopulos GKRY’nin ABD karşıtı olmadığını belirtikten sonra “Tam tersine biz ABD’ye iyi niyetimizi çok farklı şekillerde gösterdik; ancak bunlardan şimdi burada bahsetmek doğru olmayacaktır.” der. Rumların ABD yanlısı yaklaşımları son olarak Irak karşıtı operasyonda ve terör şüphelisi olarak aranan veya silah kaçakçılığı yaptığından şüphelenilen Kıbrıs bandıralı gemilerin aranmasına yönelik verdiği müsaadedir.

Sonuç Yerine

Kıbrıs adası Doğu Akdeniz’de işgal ettiği stratejik pozisyon nedeniyle dünyanın kaynayan kazanlarından birisi olmaya devam etmektedir. Son 100 yıllık süreç bu ada etrafında yaşanılan çatışma, mücadele ve savaşların boyut değiştirdiğini, artık bazılarınca söylendiği üzere Kıbrıs’ın sadece Kıbrıslı Türklerle Rumlar ya da Garanti Antlaşmasına imza atan Türkiye ile Yunanistan arasında bir sorun olmadığını, istihbarat ve istihbarata karşı koyma yanında özellikle ekonomik güvenlik ve çıkar çatışmaları bağlamında espiyonaj (sanayi casusluğu) ve kontr-epiyonaj mücadelelerine de sahne olduğunu göstermektedir. Muhtemel bir büyük savaşın söz konusu coğrafyada su eksenli olarak çıkacağını belirtenlerin fikirlerinden hareketle adaya Türkiye tarafından nakledilmeye başlanan ve muazzam psikolojik algı operasyonları ve dezenformasyon çabalarıyla örtülmeye çalışılan KKTC Su Temin Projesi halen KKTC devletinin elindeki tek ve en güçlü koz olarak durmaktadır. Neredeyse bütün küresel, kıtasal ve bölgesel güçlerin ekonomik, stratejik ve askeri menfaatleri doğrultusunda cirit attıkları bu coğrafyada Kasparov hamleleri gibi akıllı adımlar atılmasında ve ufkun ötesini görebilmekte Türkiye ve KKTC adına büyük fayda vardır. Bu çalışma kapsamında Kıbrıs’ın pek de irdelenmeyen ya da ön plana çıkartılması istenmeyen farklı bir yüzüne echelon ve istihbarat bağlamında bakılmaya çalışılmıştır. Şüphesiz konu çok daha karmaşık, komplike ve enternasyoneldir. Sözün özü Kıbrıs’ta futbol sadece futbol değildir.

DİPNOTLAR;

[1] ATASE, K.2680, D.210, F.1-4.

[2] Andrekos Varnava, “Imperialism First, the War Second; the British, an Armenian Legion, and Deliberations on Where to Attack the Ottoman Empire, November 1914-April 1915”, Historical Research, Volume 87, No 237, Ağustos 2014, s. 535. Edward Erickson, “Bayonets on Musa Dagh;Ottoman Counter Insurgency Operations 1915”  The Journal of Strategic Studies, Volume 28, No 3, June 2005, s.542-543

[3] Defense Personnel Security Research Center, Espionage and Other Compromises of National Security, Monterey/Kaliforniya, 2 Kasım 2009, s. 1-64. TC Devlet Bakanlığı ve Başbakan Yardımcılığı tarafından 11 Ocak 2008 tarihinde Sayı B.02.0.001/32 ile gönderilen soru önergesi cevabi yazısı.

[4] EMSIB’ın Mısır/Kahire merkezli olarak Doğu Akdeniz’e yönelik ilk faaliyete geçmesi düşüncesi Aralık 1915 tarihinde Binbaşı F. Hall tarafından Yarbay G. F. Clayton’a gönderilen bir mektupla olur ve ardından düğmeye basilar. Konuyla ilgili olarak hemen ardından Merkezi Özel İstihbarat Departmanı/İngiltere’ye gönderilen General Sir John Maxwell imzalı yazı ise yerine ulaşamadan kaybolurken Malta’da bulunan İngiliz istihbaratçıları devreye girer ve işbirliği başlatırlar.  FO. KV.I.17, M.I.5 D Branch Report; Imperial Overseas Intelligence; Eastern Mediterranean Section and Appendices, s. 4.

[5] İngiliz arkeolog Sir Charles Leonard Woolly (17 Nisan 1880-20 Şubat 1960) “Bronz Çağ Kıbrıs Testiciliği/The Cypriot Bronze Age Pottery” kitabının da yazarıdır. Bu çalışmanın konusu olmamakla birlikte savaşın orta yerinde ve bu kadar yoğun askeri faaliyetlerin yaşandığı adada büyük yetkilerle donatılmış ve kendi bilimsel çalışmaları yerine askeri istihbarat üzerine çalışması yönünde görevlendirilmiş bir arkeoloğun Kıbrıs tarihine yönelik nasıl çalışmalar yaptığı bu açıdan da irdelenmelidir. İlginçtir ki Woolly’nin Hitit uygarlığına ait 1912-1914 ve 1919 yıllarında Karkamış kenti kazıları sırasında en büyük yardımcısı ve işbirlikçisi Arabistanlı Lawrence olarak da bilinen İngiliz casusu E. T. Lawrence’dır.

[6] Yigal Sheffy, British Military Intelligence in the Palestine Campaign 1914-1918, Telaviv University, Frank Cass and  Co Ltd., Londra, 1998, s. 157.

[7] Duncan Campbell, , Development of Surveillance Technology and Risk of Abuse of Economic Information, European Parliament Directorate General for Research, Lüksemburg, Ekim 1999, s. 12.

[8] Avrupa Parlamentosu tarafından hazırlanan 22-23 Ocak 2001 Brüksel Toplantısı kapsamında Echelon Sistemlerinin Çalışmasıyla İlgili Geçici Komite Raporu Brüksel, 2001, s. 1

[9] Örneğin eski CIA Direktörü William Colby tarafından Amerikan Senatosu’na yapılan açıklamada NSA’nın ABD’de bütün telefonları dinlediği, ticari haberleşmelere müdahil olduğu ve elçiliklerin şifreli mesajlaşmalarının da deşifre edildiği belirtilir. Time Out, 21-27 Mayıs 1976. Ayrıca Bkz. David Medline, Rachel Brand, Elisabeth Collins Cook, Report on the Telephone Records Program Conducted under Section 215 of the USA Patriot Act and on the Operations of the Foreign Intelligence Surveillance Court, Privacy and Civil Liberties Oversight Board, Washington DC, 23 Ocak 2014, s. 108..

[10]Ali Çimen, a.g.e., s. 248.

[11] Duncan Campbell’ın “Inside Echelon; Top Secret” başlıklı yazısından aktaran http://www.bibliotecapleyades.net/ciencia/echelon01.htm. Erişim tarihi 4 Temmuz 2014.

[12] Jean-Philippe Décarie-Mathieu, “The History, the Players and the Stakes behind Echelon, Monitoring Technologies and Global Surveillance”, GSEC Practical Assignment, Global Information Assurance Certification Paper, SANS Institute, 2005, s. 5. Duncan Campbell, a.g.e., s. 54.

[13] Duncan Campbell, Interception Capabilities 2000, Edinburgh/İskoçya, Nisan 1999., s. 54.

[14] Kelly R. Buck, Technical Report of Screening for Potential Terrorists in the Enlisted Military Accessions Process, Defense Personnel Security Research Center (PERSEREC), Washington DC, Nisan 2005, s. 3.

[15] Strategic United States Liaison Office

[16]Avrupa Parlamentosu tarafından hazırlanan 22-23 Ocak 2001 Brüksel Toplantısı kapsamında Echelon Sistemlerinin Çalışmasıyla İlgili Geçici Komite Raporu Brüksel, 2001, s. 1

[17] Durum böyle olınca Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin yaptığı “Echelon kullanımı özel haberleşmeye müdahale olduğuna göre bu durum özel hayatla ilgili olguya bir saldırı olarak değerlendirilebilir …” yaklaşımına göre de tepki çekmeye devam eder.  Kevin J. Lawner, “Post-September 11th International Surveillance Activity- A Failure of Intelligence: The Echelon Interception System&Fundamental Right to Piracy in Europe”, Pace International Law Review, Cilt 14, Sayı 2, Sonbahar 2002, s. 32.

[18] Kevin J. Lawner, a.g.m., s. 30.

[19] Duncan Campbell, Signals Intelligence and the Human Rights-the Echelon Report, Electronic Privacy Information Center, Washington DC, 2000, s. 4.

[20] Gaurav Vıjay, A Seminar Report on Tempest and Echelon, Malavia National Institute of Technology, Jipur, 2010, s. 31-32

[21] L’Espresso, 5 Kasım 2013.  Ayrıca bkz. http://espresso.repubblica.it/inchieste/2013/11/04/news/the-history-of-britishişgal -intelligence-operations-in-cyprus-1.139978. Erişim Tarihi 4 Nisan 2014.

[22] Brendan O’Malley, a.g.e., s. 140.

[23] L’Espresso, 5 Kasım 2013.  The Washington Post, 29 Mayıs 2014. Ayrıca bkz. http://espresso.repubblica.it/inchieste/2013/11/04/news/the-history-of-british-intelligence-operations-in-cyprus-1.139978. Erişim Tarihi 4 Nisan 2014.

[24] Duncan Campbell, Interception Capabilities 2000, Edinburgh/İskoçya, Nisan 1999., s.248.

[25] Örneğin İngiltere Savunma Bakanı Bob Ainsworth 15 Aralık 2009 tarihinde yaptığı açıklamada özellikle Afganistan savaşına yönelik maliyetin 900 milyon sterlini aştığını belirterek savunma bütçesinde kısıtlamalara gideceklerini açıklar ve İngiltere’nin askeri yapısıyla ilgili olarak Leicestershire’daki Kraliyet Hava Kuvvetleri karargahında 3.500 kişilik kışlanın kapatılacağını, Savunma Bakanlığında çalışan sivillerin sayısının azaltılacağını, Moray’da bulunan 1.800 kişilik askerigücün azaltılacağını, yaklaşık 7.500 personelin işsiz kalacağını ve personel sayısında azaltmaya gidileceğini belirtir ve RAF Harrier ve Tornado uçaklarının bulunduğu filoların da 2/3 oranında azaltılacağını, ayrıca mayın tarama, keşif ve takip ve deniz helikopterleri sayısında kısıtlamaya gidileceğini belirtir. Ainsworth ayrıca keşif ve istihbarat faaliyetleriyle ilgili olarak da kısıtlamaya gideceklerini belirtir. Bununla birlikte bütün bu kısıtlamalardan etkilenmeyen tek denizaşırı İngiliz üssü Kıbrıs olacaktır. The Telegraph, 15 Aralık 2009

[26] http://ahmetdursun374.blogcu.com/kibris-oldukca-gizli-kripto-echelon-kibris-ta/2959707. Erişim tarihi 8 Temmuz 2014.

[27] L’Espresso, 5 Kasım 2013.  The Washington Post, 29 Mayıs 2014. Ayrıca bkz. http://espresso.repubblica.it/inchieste/2013/11/04/news/the-history-of-british-intelligence-operations-in-cyprus-1.139978. Erişim Tarihi 4 Nisan 2014.

[28] Nicky Hager ve Stefania Maurizi’den aktaran L’Espresso, 5 Kasım 2013.

[29]Bugün, 7 Kasım 2013

[30] The Telegraph gazetesinin haberi ise on milyonlarca elektronik porta, telefon konuşmaları, çeşitli mesajlar ve diğer internet bazlı faaliyetin GCHQ tarafından takip edildiğini yazar. Cyprus Mail, 7 Kasım 2013.

[31] L’Espresso, 5 Kasım 2013.  Ayrıca bkz. http://espresso.repubblica.it/inchieste/2013/11/04/news/the-history-of-british-intelligence-operations-in-cyprus-1.139978. Erişim Tarihi 4 Nisan 2014.

[32] L’Espresso, 5 Kasım 2013.  Ayrıca bkz. http://espresso.repubblica.it/inchieste/2013/11/04/news/the-history-of-british-intelligence-operations-in-cyprus-1.139978. Erişim Tarihi 4 Nisan 2014.

[33] Jason P. Patterson,  Developing a Reliable Methodology for Assessing the Computer Network Operations Threat of Iran, Naval Postgraduate School, Monterey, Kaliforniya, Eylül 2005, s. 9.

[34] Jason P. Patterson,  a.g.e., s. 9.

[35] Jason P. Patterson,  a.g.e., s. 9.

[36] ABD’nin bugüne kadar gerçekleştirdiği yüzlerce bu tip operasyonla ilgili olarak hangi tip uçakların ne zaman, nerede, nasıl kullanıldığı konusunda son derece ayrıntılı bilgi www.statewatch internet sitesinden takip edilebilir.

[37] http://www.statewatch.org/news/2006/jun/ep-cia-inq-research-report-Rapporteur.pdf. Erişim tarihi 3 Ocak 2014.

[38] Söz konusu bu uçaklarla ilgili hazırlanmış ayrıntılı bir rapor için bkz. http://www.statewatch.org/news/2006/jun/ep-cia-inq-research-report-Rapporteur.pdf. Erişim tarihi 3 Ocak 2014.

[39] The Washington Post, 3 Kasım 2005.


http://misak.millidusunce.com/dunden-bugune-kibris-ve-stratejik-onemi/

***

GRAHAM E. FULLER'DEN AKP'YE TALİMAT GİBİ 4 MADDE NEYDİ?

GRAHAM E. FULLER'DEN AKP'YE TALİMAT GİBİ 4 MADDE NEYDİ?


02 Ocak 2014


CIA Türkiye Masası eski şefi, ABD’deki Siyonist Yahudi Lobilerinin etkili ismi, Fetullahçıların ve AKP iktidarının destekçisi Graham E. Fuller’in yazdığı 
“Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabı (Timaş yy. Mustafa Acar çevrisi) dikkatle okunduğunda, özet olarak iki ekolün tasfiye edilmesi gerektiğini, iki oluşumun 
da sahiplenilmesini öğütlediği görülecektir.


GRAHAM  E. FULLER'DEN AKP'YE TALİMAT GİBİ 4 MADDE NEYDİ?


GRAHAM E. FULLER’İN   ( Fetullahçıların ve AKP iktidarının destekçisinin )  SÖYLEDİĞİ:  

‘’ İKİ EKOLÜN TASFİYE EDİLMESİ VE İKİ OLUŞUMUN DA SAHİPLENİLMESİNİ‘’   ÖĞÜTLEDİĞİ

BU 4 ŞEY NEYDİ?

         CIA Türkiye Masası Eski şefi, ABD’deki Siyonist Yahudi Lobilerinin etkili ismi, Fetullahçıların ve AKP iktidarının destekçisi Graham E. Fuller’in yazdığı “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” kitabı (Timaş yy. Mustafa Acar çevrisi) dikkatle okunduğunda, özet olarak iki ekolün tasfiye edilmesi gerektiğini, iki oluşumun da sahiplenilmesini öğütlediği görülecektir.

Dolaylı ifade ve işaretlerle Türkiye’de tasfiye edilmesi gerektiğini, yani ülke ve bölge barışı dediği kendi Siyonist ve emperyalist hedefleri ve hâkimiyetleri için tehlikeli gördükleri iki ekol:

1- Milli ve müstakil (bağımsız) düşünceye dayalı, AB içinde erimeye ve ABD’ye gizli sömürgeciliğe kapalı olan KEMALİZM

2- Abdulhamit’in Pan-İslamist projelerini dirilten ve adım adım hayata geçiren ve böylece dünya barışı ve demokrasi yarışı (dedikleri Amerikan-İsrail hegemonyası)nı tehdit eden ERBAKANİZM…

Siyonist CIA şefi Graham Fuller bu iki tehdit ve tehlikeye karşı panzehir olmak cinsinden iki oluşumu ise umut ve kurtuluş gibi göstermektedir:

1- Çetin Altan ve oğulları gibi eski solcuların, Taha Akyol ve Nazlı ılıcak gibi eski sağcıların, Fehmi Koru ve Mehmet Metiner gibi eski İslamcıların uydurup sahiplendiği ve Batı emperyalizmine entegrasyonun hedeflendiği 2. Cumhuriyetçilik.. Ki Graham Fuller de kitabına bu nedenle: “Yeni Türkiye Cumhuriyeti” ismini vermektedir.

2- Ilımlı, yani Siyonizm’e bağımlı İslam safsatasıyla yozlaştırılmış, adalet ve hâkimiyet esası kısırlaştırılmış bir din anlayışının simgesi ve sahte Yeni Osmanlı modelinin halifesi olarak gösterilen Fetullah Gülen hareketi…

Graham Fuller, Rakamları çarpıtarak, azaltıp çoğaltarak, Türkiye’deki Kürt ve Alevi kesimi açıkça kışkırtıyor:

Türkiye, İran, Irak, Afganistan ve Pakistan gibi bölgedeki birçok ülkeye benzer şekilde, dini ve etnik açıdan çeşitlilik arz eden bir yapı sergilemektedir. Dini açıdan Türkiye nüfusunun %99.8'i Müslüman’dır. Mezhep açısından bakıldığında ise, güçlü bir cemaatsel kimlik duygusuna sahip hatırı sayılır (yüzde 30) bir Alevi (heterodoks Şii) topluluk mevcuttur. Buna ilave olarak, Türkiye açıkça çoklu bir etnik yapıya sahiptir; Ülkedeki en büyük etnik azınlık olan Kürtler, nüfusun yaklaşık %20'sini temsil etmekte ve Türkçe olmayan, Farsça ile akraba bir dil konuşmaktadırlar. Kürt nüfus, Özellikle son yıllarda modern Türkiye Cumhuriyeti'nin başına ciddi ayrılıkçılık ve kalkışma sorunları açmıştır; ancak Ankara, yavaş yavaş bu sorunları bilgece ele almayı öğrenmeye başlamıştır.”


KAYNAK: http://www.millicozum.com/mc/ocak-2014/ataturkculuk-ve-milli-gorusculuk-cok-mu-aykiri

http://www.necmettinerbakan.net/haberler/graham-e-fuller-39den-akp-39ye-talimat-gibi-4-madde-neydi.html


***

ABD STRATEJİK ZALİMDİR, AKP İSE TRAJİK İŞBİRLİKÇİDİR.

ABD STRATEJİK ZALİMDİR, AKP İSE TRAJİK İŞBİRLİKÇİDİR.

         

ABD STRATEJİK ZALİMDİR, AKP İSE TRAJİK İŞBİRLİKÇİDİR. ile ilgili görsel sonucu

Kandil’deki 3 teröristin başına ödül koyan ABD, Suriye'nin kuzeyinde bulunan Haseke’de kurduğu terör kampında, 5 bin PKK’lıyı eğiterek mezun edip diploma dağıtmıştı. Ayrıca o teröristlere aylık 200'er dolar (bizdeki asgari ücrete yakın) maaş bağlamıştı!

ABD’nin, bölücü terör örgütü PKK konusundaki iki yüzlülüğü, her gün biraz daha açığa çıkmaktaydı… PKK’nın Kandil’deki 3 elebaşı için 12 milyon dolar ödül koyan ABD, aynı anda Suriye kuzeyindeki teröristlerin eğitimini hızlandırmıştı. ABD-PKK işgalindeki Rakka’da bulunan kamptan, geçtiğimiz ay binlerce teröristin mezun olmasının ardından şimdi de Haseke’deki terör kampında eğitilen 5 bin PKK’lı ‘diploma’ almıştı. Haseke’de 2 ay süren terör eğitim faaliyetleri kapsamında PKK’lılara bomba, ağır silah, uçaksavar, tanksavar, nizami ve gayrinizami harp eğitimleri tamamlanmıştı. Haseke’deki kampta eğitimlerini tamamlayan 5 bin PKK’lı için, ABD’li eğitmenlerin de katıldığı mezuniyet töreni yapılmıştı. Haseke kırsalındaki Rubar Kampı’nda, teröristlere uzmanlaştıkları konuya göre silahlar dağıtılmıştı. ABD’nin teröristlere verdiği silahların tamamı, DAEŞ bahanesiyle Suriye’ye gönderilen silah ve mühimmattan oluşmaktaydı. ABD tarafından PKK’lılara verilen eğitimler, ‘Sınır Güvenlik Birimi Özel Eğitimi’ başlığı altında yapılmıştı. Eğitim sürecinin ilk gününden itibaren tüm terör örgütü üyelerine, Pentagon tarafından 200’er dolar maaş bağlanmıştı. Washington yönetiminin 12 milyon dolarlık ödülüne konu olan Kandil’den ise, Haseke’deki terör kampları için 20 adet ‘tecrübeli terörist’ Suriye’ye yollanmıştı. Askeri eğitim saatlerine ek olarak konulan ‘beyin yıkama’ seanslarında PKK’nın gayesi, Abdullah Öcalan ve örgütün ideolojisi gibi konularda ayrıntılı eğitimlerin, bazı ABD’li subaylar tarafından verildiği ortaya çıkmıştı.

Haberturk.com yazarı Serdar Turgut, 'Washington'da Kürt haritası çizen kişi, YPG ile toplantıdaydı' başlıklı yazısında, toplantının detaylarını aktarmıştı. (15.11.2018)

'Washington’daki Kürt Enstitüsünde Çarşamba günü ve ulusal basın merkezinin toplantı odasında; "DAEŞ sonrası Ortadoğu’daki Jeopolitik Gelişmeler" konulu bir toplantı düzenlediğini' aktaran Serdar Turgut, “YPG’nin hem bölgedeki hem de Washington’daki önde gelen isimlerinin katıldığı toplantının katılım listesine baktığımda, meselenin ilk bakışta sunulduğu kadar masum bir akademik süreç olmadığı belli oldu.” ifadelerini kullanmıştı. Serdar Turgut, kendisinin ilk görev yaptığı yıllarda Pentagon’daki odasında, Kuzey Suriye ve Irak’ı içine alacak şekilde çizilmiş Kürdistan haritasını gösteren kişinin de, bu toplantıda olduğunu yazmıştı.

“Böylece toplantının resmen açıklanmayan amacı, bölgede bir Kürt oluşumunun nasıl kurulacağı haline dönüşmüştü. Aşağıda vereceğim katılımcı listesine bakarsanız, konunun Washington'da ne kadar güçlü isimlerle tartışıldığını görürsünüz. Washington’daki bu toplantının tam da Fırat’ın doğusunda neler olacağının, Türkiye ile Amerika arasında tartışıldığı bir döneme denk gelmesi de tesadüf değil tabi ki. Buradaki Kürt Enstitüsü; DAEŞ’tan sonra bölgedeki YPG unsurlarının, İran’ın yayılmacı politikalarına karşı duracak en etkili güç oldukları söylemini de kullanıyor.” diyen yazar, ABD'nin Türkiye'yi açıkça oyalayıp, aldattığına dikkat çekmeye çalışmıştı.

ABD’nin üst düzey PKK'lı liderlerin yakalanması için başlarına ödül koyduğunu açıklaması da tam bir sahtekârlık ve saptırmacaydı. ABD bu tavrıyla: “PKK'yı gözden çıkardı görüntüsüyle yeni PKK olan PYD’yi meşrulaştırma, hatta masumlaştırma” hesapları yaptığı sırıtmaktaydı.

Oysa başından beri ABD, PKK/YPG konusunda samimi bir yaklaşımdan uzak davranmıştı. Bu nedenle “ABD; Türkiye'nin terörle mücadelesinde katkı sunmak istiyor” iddiaları inanılmazdı. Çünkü bir taraftan YPG’ye 5 bin TIR’a yakın malzeme yollanmakta, YPG’yle beraber ortak devriye atmakta ve arkasından da “ben Türkiye'nin güvenliği için PKK'nın 3 kişisinin başına ödül koyuyorum” yaklaşımı tam bir çifte standarttı. Aslında bir sene öncesinden bazı yorumcular, PKK'nın 15 Temmuz’dan sonra Türk güvenlik güçleri karşısında yok olma düzeyine gelmesiyle beraber, üç önemli ismin tasfiye edileceğini yazmaya başlamıştı.

ABD-PKK ile paralel devriyeye başlamıştı!

Türk askerleri ile birlikte Münbiç’te ortak devriye gezen ABD, PKK/YPG’li teröristlerle de ortak devriye atmaya başlamıştı. 1 Kasım’da Türkiye’yle ortak devriye faaliyeti yürüten ABD, terör örgütü PKK ile Münbiç kırsalı, Ayn İsa, Dırbesiye, Süluk, Resul Ayn, Kamışlı, Aynel Arab ve Tal Abyat sınır koridorunda ortak devriye atmıştı. ABD'nin terör örgütü DAEŞ'ın elinde olan 7 askerini pazarlıkla aldığı da ortaya çıkmıştı. Türkiye'ye “PKK Münbiç'ten çekilecek” garantisi verdikten yaklaşık 2 yıl sonra ortak devriye başlatan ABD'nin, ikili oynadığı anlaşılmıştı. Türk askerleri ile birlikte Münbiç'te ortak devriye dolaşan ABD, bir yandan da PKK'lı teröristleri eğitmeye ve onlarla ortak devriye gezmeye başlamıştı. Bir yandan "Türkiye ile Münbiç'te ortak çalışıyoruz" açıklamaları yapan ABD'nin bir yandan da PKK ile iş birliğine devam etmesi haklı tepkilere yol açmıştı. Yeni Şafak gazetesinde yer alan habere göre TSK, Fırat’ın doğusunda yuvalanan PKK terörüne dönük operasyon hazırlıkları kapsamında Aynel Arab, Kamışlı ve Tel Abyat hattına Obüs atışlarını yoğunlaştırmıştı. Zormağar, Selim, Körali, Mumbatah, Kahtaniye, Tel Abyat, Tel Bender, Kınetra, Çarıklı yerleşkelerinde bulunan PKK mevzileri, operasyon öncesi hazırlık kapsamında Türk topçu bataryaları tarafından vurulmaktaydı. Ama hemen ardından da ABD’li işgal unsurlarının, vurulan noktalara yönelik ilk ziyaretlerini Pentagon’a bağlı askerler ve zırhlıların sınır hattına gönderilmesi, kafaları karıştırmıştı. PKK armalı teröristlerle, ABD askerlerinin ortaklaşa icra ettikleri sınır nöbeti, Washington’un teröre açık desteği ve güvencesi olarak yorumlanmıştı.

Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı süreçlerinde; PKK cephesinden yapılan “DAEŞ’a karşı savaşı durdururuz” şantajı, Fırat’ın doğusuna yönelik net adımların atılma sürecinde bir kez daha tekrarlanmıştı. ABD Dışişleri ve Özel Kuvvetler Komutanlığı’ndan yapılan açıklamalarda, Türkiye’nin PKK’yı vurmasına yönelik girişimleri, sakıncalı gelişme olarak nitelendirilmiş ve yeniden “DAEŞ’a odaklanalım” yalanına sığınılmıştı. ABD medyası; Münbiç konusunda atılan adımları, Türkiye’yi oyalama taktiğinin devamı olarak değerlendirirken, Dışişleri sözcüsü Robert Pallodino da; “Türk güçleri şehir merkezine girmeyecek” diye PKK'ya garanti sağlamaktaydı. Bütün bunları kınayan ve karşı çıkan yandaş medyanın, hâlâ “Erdoğan Paris'te Trump'la yan yana oturdu!” diye bayram yapması ise sahtekârlığın daniskasıydı!

Bu arada ABD'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, DAEŞ’a karşı sürdürülen savaşın birkaç ay içinde sona erebileceğini açıklamıştı. Jeffrey, Amerikan güçlerinin DAEŞ’a karşı elde edilecek galibiyetin uzun süreli olması için çalışmaya devam edeceklerini de vurgulamıştı.

Amerika Birleşik Devletleri'nin Suriye Özel Temsilcisi James Jeffrey, DAEŞ’a karşı son savaş alanının, Fırat Nehri boyunca ABD destekli Suriye Demokratik Güçleri (SDG) tarafından yürütüldüğünü hatırlatıp, "Savaş sürüyor ve birkaç ay içerisinde sona ermesini bekliyoruz, bu DAEŞ’ın elindeki konvansiyonel sayılabilecek son alan olacak.” diyerek, PKK-YPG gibi DAEŞ’la da birlikte iş yapacaklarını açığa vurmuşlardı.

Jeffrey, “DAEŞ’a karşı savaşımızda bu yerel ortak 2014’ten bu yana, PKK’nın Suriye’deki bir uzantısı olan PYD oldu” ifadesini kullanmıştı. Ancak Amerika’nın, PKK’yı terör listesine almış olmasına rağmen PYD için bunu yapmadığına dikkati çeken Jeffrey, “Bu, Türkler için büyük bir endişe kaynağı ama yapmadık” diyecek kadar küstahlaşmıştı.

Jeffrey, “Türkler kuzeydoğu Suriye’de kalmaya devam etmemizin gerçek nedeninin bu olduğundan emin değiller. Oysa onlara bunun geçici taktiksel ve al-ver ilişkisi niteliğinde bir şey olduğunu söylemiştik. Hâlâ öyle ama bazı şartlar ekledik. Bu da sınır boyunca biz, Türkler ve PYD/SDG arasında gerilimlere neden oluyor” demekten de sakınmamıştı.

Tam da böyle bir sırada, ülkenin başka sorunu kalmamış gibi, eski Genelkurmay Başkanı İlker Başbuğ’un İmam Hatip Liseleriyle ilgili saçma sapan iddiaları kafa karıştırıcıydı. İmam Hatip okullarının sayısının artışını eleştiren Başbuğ’un, ''20. yüzyılın başında Mustafa Kemal Atatürk’ün işaret ettiği ve çözmeye çalıştığı eğitimdeki sorunları tekrar yaşaması gerçekten ülke için büyük kayıp olur'' yaklaşımları yanlıştı ve yanıltıcıydı.

İlker Başbuğ’un, Cumhuriyet gazetesinde yayınlanan yazısında; “İmam Hatip okullarının hem gerekli olduğunu belirtmesi hem de sayısının hızla artmasını eleştirmesi” tam bir tutarsızlıktı. İlker Başbuğ’un, “Atatürk, yaşasa Türkiye’nin hangi sorununa öncelik verirdi?” başlıklı yazısında, “Eğer bugün, Mustafa Kemal Atatürk yaşasaydı; yapacağı ilk iş, hemen eğitim/ öğretim müfredatı ve ders kitaplarında akıl ve bilimin dışında yer alan hususları tespit ettirip, bunların ayıklanmasını sağlamak olurdu… Çünkü Mustafa Kemal için eğitimin dayanacağı temel nitelik ise eğitimin ilime, fen bilimlerine ve akla dayandırılmasıdır” yorumları da içinde birçok çelişkiyi barındırmaktaydı. “Türkiye’de yıllardır tartışma konusu yapılan husus ise; eğitimin akla ve bilime dayandırılmasının, İslam dini ile ne kadar uyumlu olduğudur. İslam dünyası Abbasiler döneminde ilimde zirveye yükselirken, Batı dünyası bilgisizlik ve karanlık içindeydi. İlmin öğretildiği medreseler, Osmanlı’da Fatih Sultan Mehmet döneminde tepede iken, Kanuni Sultan Süleyman döneminin sonlarında gerilemeye başlamıştır.” diyen Sn. Başbuğ'a öncelikle hatırlatmak lazımdı: İslam dini akıl ve bilimle uyuşmaktadır ve Atatürk de bu gerçeği defalarca vurgulamıştır.

Şimdi Soralım:

1- Sn. İlker Başbuğ, İslam'da akılla ve bilimle bağdaşmayan kısımlar mı saptamıştır? Bu konuyu açıklığa kavuşturması lazımdır.

2- Sn. Başbuğ’un, İmam Hatip okullarının çoğalmasından rahatsız olması, bu okullardaki müfredattan dolayı mıdır, yoksa İslam'a duyduğu gizli alerjiden dolayı mıdır? Eğer, İmam Hatip Liselerindeki yetersiz, gereksiz, taklitçi ve şekilci din eğitiminden ve iktidarın istismar siyasetinden şikâyet ediyorsa haklıdır.

3- Sn. İlker Başbuğ, bu tür yorum ve yaklaşımların, dindar kesimleri Erdoğan'ın ve AKP iktidarının tuzağına iteceğini düşünemeyecek kadar saf mıdır, yoksa zaten bu sonuca hizmet için yapılan danışıklı dövüşün bir parçası mıdır?

4- İlker Başbuğ, bu tür alakasız ve dayanaksız çıkışların, TSK’yı ve Paşalarımızı “din karşıtı” göstermek isteyen çevrelerin ekmeğine yağ süreceğinin hâlâ farkına varamamış mıdır?

5- Yoksa Sn. Başbuğ, sadece gündeme taşınmak için mi bu tür tartışmalardan medet ummaktadır.

6- Ülkemiz ekonomik, ahlaki, siyasi ve sosyal bir çöküntüye doğru kayarken, ABD ve AB'nin gizli güdümüne sokulmaya çalışılırken, bu konularla ilgili ciddi, gerçekçi ve çözüm üretici öneriler yerine, İmam Hatip okullarını, hatta bizzat İslam’ı hedef alıcı itham ve iddialarla nereye varmaya çalışmaktadır?

Atatürk'ün aynı günde kurduğu iki hayati önemli kurumun eski ve yeni başkanları, sonuçta Atatürk'ün kemiklerini sızlatacak talihsiz tavırlar sergiliyordu. DİB Ali Erbaş sorumsuz ve olumsuz bir tavırla, tam da 9 Kasım'da, hem de resmi arabasıyla ve cübbesi sırtında, Atatürk'e edepsizce hakaretler eden Kadir Mısıroğlu bunağını ziyarete gidiyordu. Oysa Cumhurbaşkanı bir gün sonra Anıtkabir'de Atatürk'e saygılar sunuyor ve övgüler diziyordu. Bundan birkaç gün sonra ise E. GKB İlker Başbuğ: “İmam Hatip okulları çoğaldı, Atatürk olsaydı bunları kapatırdı” şeklinde safsatalar sıralıyordu ve her ikisi de Atatürk'ün aziz hatırasına saygısızlık ediyordu.

Diyanet İşleri Başkanı Prof. Dr. Ali Erbaş'ın, Atatürk'e hakaret eden Kadir Mısıroğlu'nu ziyareti büyük bir tepki toplamış, CHP, MHP, İYİ Parti başta olmak üzere istifa çağrıları yapılmıştı. Yazar Kadir Mısıroğlu ise, Ali Erbaş'ı 'şeyhülislam' diye niteleyip kendisini ziyaret etmesini ‘tarihi bir hadise' olarak yorumlamıştı. AKP Sözcüsü Ömer Çelik de söz konusu ziyaretin 'insani' olduğunu belirterek, "Hasta ziyaretinin siyaseti olmaz" mazeretine sığınmıştı. Yoksa Sn. Ali Erbaş dolduruşa gelip, bir komplonun kurbanı mı yapılmıştı?

Yahu, şu ABD dostumuz muydu, düşmanımız mıydı?

“ABD, Afganistan’ı, Irak’ı, Libya’yı işgal etti, milyonlarca insanı öldürdü, milyonlarca hayatı kararttı, aileleri parçaladı, ülkelerin huzurunu bozup geleceklerini kararttı. İnsanlığın tepesine bir kez daha bir kâbus gibi çöktü. Mısır’da darbe yaptı, Arap Baharı’yla İslam alemini bir kez daha dizayn etmeye girişti. Suriye’yi işgale niyetlendi, İsrail’in güvenliği için Ortadoğu’da yeni uydurma devletler için çalıştı ve hâlâ da çalışıyordu. Şimdi de hedefinde İran vardı. Güney sınırımızda PKK’nın uzantısı bir devlet için göz göre göre çalışıyordu. Gözümüzün önünde binlerce TIR silah, mühimmat vs. yolluyor, teröristleri “düzenli ordu” oluşturmak için eğitiyordu. İşin acı tarafı ise, bırakın geçmiş vukuatlarını son 15-20 senedeki Ortadoğu “performansı” bile bir barbarlık vesikası olan ABD’yi hâlâ ve hâlâ “müttefik”, “ortak” vs olarak nitelemeyi sürdürüyoruz. Zaman zaman bir kriz çıkıyor, zaman zaman ilişkilerimiz geriliyor, ama her nedense “birlikte çalışma niyetimiz” bundan hiç etkilenmiyordu. İlk fırsatta “ortak çalışmaya devam” mesajları vermeye devam ediyoruz.

Şimdi de, “ajan ve terör destekçiliğiyle suçlanan” bir rahip için tehditler savuran ABD ile, “rahibin serbest kalması” neticesinde yeniden “normalleşme” havası başlatılmıştı. Bu “normalleşmenin” ardından neredeyse davullu zurnalı kutlamalar düzenlenmediği kalıyor iktidar basınında… Hele ki bir de ABD’nin “zücaciye dükkânına girmiş fil” mizacındaki başkanının, İran yaptırımlarından Türkiye’yi muaf tuttuğu haberi gelince “piyasalar coşmaktaydı”! Bir Allah’ın kulu da çıkıp; “İran’la ticaret yapıp yapmayacağımıza bir başka devlet nasıl karışırmış? ABD kim ki hakkımız olanı bize lütfediyor?” diye sormamıştı. Saçma sapan bir zafer sarhoşluğu yaşanıyordu, ama kendimize hâlâ “ABD bizim aslen neyimiz olur?” sorusunu sormuyoruz. Hâlbuki katlettiği masumlar, tarumar ettiği ülkeler, onu “dünyanın baş belası” olarak biliyordu![1]

İsrail’le normalleşme, hangi iman ve insafın icabıydı?

“Önce Mursi’yi deviren Sisi yönetimi... Sonra Mavi Marmara davalarını düşüren Ankara… Ve en son olarak da kendisine yeni bir yol haritası çizmeye zorlanan Riyad, İsrail’le normalleşme süreçlerini işletti. Bu üç ülkeyi, irili-ufaklı kimi Müslüman ülkeler de takip etti. Çıbanbaşı olarak görülen İsrail, birdenbire Ortadoğu’da açan güzel bir çiçek oluvermişti. Sanki İsrail’le birlikte Filistin, Gazze de huzur bulacaktı. İsrail’le mutabakatlar yapılırken, Gazze’ye de rahatlık ve konfor götürülecek aldatmacası halklara yutturuluyordu. Biz rahatız ya, rahatlık Gazzelilerin de hakkıydı. Biz elektrikle yaşıyorsak, elektrik onların da hakkıydı. Bunun da yolu İsrail’le dostluktan geçiyordu… Önce Kudüs’ümüzü çalmaya kalkıştılar ABD ile birlikte. Kudüs, İsrail’e başkent ilan edildi... Normalleşmiştik ya hani, denge politikasını hemen devreye soktuk. Madem onlar Kudüs’ümüzü gasp etmeye kalkışmıştı, öyleyse biz de Kudüs’ü bölebilirdik. Doğu Kudüs-Batı Kudüs diye ikiye böldük şehrimizi. Topladık bütün İslam ülkelerinin yöneticilerini ve resmen; Batı Kudüs sizin olsun dedik. Filistin’e ve Kudüs’e İsrail vizesiyle gidebiliyorken, Mescid-i Aksa’ya İsrailli askerlerin müsaadeleriyle girebiliyorken söyledik bunları. Kendimizi ve halklarımızı kandırıyorduk aslında… Yöneticilerimiz seçilmiş ağdalı cümlelerle yine güzel güzel kınadı İsrail ve Amerika’yı… Trump bir çılgın, bir deliydi; İsrail ise bildiğiniz gibi işte. İsrail mevzi kazanıyor, istediğini alıyor; bizim yöneticilerimizse nutuklarla, yalancı söylev ve çıkışlarla durumu kurtarıyordu. Anlayacağınız bir garip tiyatro hatasız sahneleniyordu.”[2]

ABD ve AB, İslam düşmanlığında aynı cephede bulunmaktaydı!

ABD’nin yaptıkları çuvala sığmaz hale gelince, İslam ülkeleri için AB bir sığınak gibi takdim ediliyordu. AB ülkelerinin yaptığı gizlenemez hale gelince, ABD kurtarıcı gibi takdim ediliyordu. Genellikle, İslam dünyasına yönelik saldırı ve katliamlar hep bu Haçlı ittifakı olarak nitelendirebileceğimiz ABD ve AB birlikteliğinden gelmesine rağmen, ülkelerin bağımsızlığını koruma, toplumlara özgürlük sağlamak gibi kavramlar genellikle bu Haçlı ittifakı için kullanılıyordu. Aralarında zaman zaman birtakım ihtilafların ortaya çıkması kimseyi kandırmamalıdır. Bu ihtilafların sebebi genellikle çıkardır. Bir bakıma İslam dünyasının sömürülmesinde kimin daha fazla alacağı kavgasıdır.

Bu konuya tekrar niçin girdiğime geçmeden, derdimin bir din kavgası olmadığını özellikle vurgulamak isterim. Çünkü İslam dünyasına laikliği ısrarlı bir şekilde tavsiye eden haçlı dünyası, kendileri söz konusu olduğunda, Hristiyanlığı yaymak için dünyanın hemen her köşesinde birlikte hareket ediyorlardı. Bu Haçlı ittifakının tutumu neticesinde acı çeken ve hayatını kaybedenler hep Müslümanlar oluyor. Bu hususu gazetelerde yer alan haberlerden kısa alıntılar yaparak gözler önüne sermek istiyorum. İlk haber, “ABD Kandil’i Sincar’a taşıyor. Burada 5 yeni terör üssü kuruldu” başlığı altında yer aldı. Başlığın hemen altında şu kısa bilgi veriliyordu: “Adım adım Kandil’e ilerleyen Mehmetçik, son operasyonlarda 48 terör yuvasını yerle bir etti. ABD de PKK’nın yuvalanması için Sincar’a 5 yeni üs kurdu. Kandil’de sıkışan çok sayıdaki PKK’lı elebaşının, bölgeyi terk ederek Sincar’a gittiği öğrenildi.”

Aynı gazetede iki haber daha alt alta yer alıyordu. Bu haberin ilki, “Filistinli komutana suikast iddiası. İSRAİL EŞKİYALIĞI” başlığı altında yer aldı. Bu haber yazımın başlığına aldığım ABD ve AB’nin İslam düşmanlığından farklı gibi gelebilir, ama İsrail’in bölgemizde kurulması ve kurulduğu günden bugüne kadar işlediği onca cinayete, akıttığı Müslüman kanına rağmen ABD ve AB’nin en azından bu cinayetlere kayıtsız kalarak destek oldukları düşünülürse, farklı konuya geçmediğim görülür.

İkinci haber ise, “Çoğu sivil 500 bin ölü: Terörle savaş katliamı!..” başlığı altında yer aldı, özetle şöyle deniyordu: “ABD’nin ‘terörle savaş’ bahanesiyle, 11 Eylül 2001’den bugüne Afganistan ve Irak başta olmak üzere, İslam coğrafyasına yönelik işgal girişiminin şiddeti her geçen gün artıyor. 17 yıldır devam eden işgal düzeni, çoğu sivil 500 bin kişinin ölümüne ve 10 milyon kişinin evlerini terk etmesine sebep oldu.”

Verilen rakamlarda Suriye’de hayatını kaybedenler ve ülkelerini terk etmek zorunda kalanlar yoktu. Bunlar da eklendiğinde katliam çok daha dehşet verici boyutlara ulaşıyordu. Bir başka gazetemizde, Avrupa Konseyi üyesi, AKP Milletvekili Serap Yaşar ile yapılan mülakat, “Binlerce mülteci çocuk Avrupa’da kayıp” başlığı altında yer alıyordu. Haberin içeriğinde şu bilgiler yer alıyordu: “Europol 2016’daki açıklamasında ‘Avrupa’da 10 binden fazla mülteci çocuk kayıp’ demişti. Sonra ne başka açıklama yapıldı ne de çalışma. Kimse bu çocukların nerede, ne halde olduğunu bilmiyor. İnsanlık adına yine Türkiye ses veriyor.”

Bu alıntılar ABD ile AB’nin İslam düşmanlığında birlikteliğini gözler önüne sermeye yeterliydi. Son alıntım, Cumhurbaşkanı Erdoğan’ın açıklamasının verildiği haber ile ilgiliydi: “AB’ye tam üyelik hedefimiz sürüyor. Yeni bölgesel paylaşımlara müsaade edilmeyecek.”

Bunca yaşanandan sonra AB’ye tam üyelik hedefinin nasıl devam ettiğini lütfen bana sormayın. Derdim eleştirmekten çok, yaşadığımız çelişkilere dikkat çekmektir.”[3]

Oysa ABD, bir iç savaşa ve yıkılışa doğru kaymaktaydı!

Uzun bir dönem ABD İstihbarat Servisi CIA'de çalışan Robert David Steele, A Haber'de yayınlanan Yaz Boz programında çarpıcı açıklamalar yapmıştı. ABD tarihinin en büyük katliamı Orlando saldırısının CIA tarafından yapıldığını açıklayan Ajan Steele, "Terör örgütü DAEŞ’ın, CIA ve Suudi Arabistan iş birliği ile oluşturulduğunu" vurgulamıştı. Steele, Batılı istihbarat servislerinin sahte bayrak operasyonları ile Müslümanları terörist gibi göstermeye çalıştığını da aktarmıştı. Ajan Steele ayrıca, “Terörizmi en çok ABD, Fransa ve Almanya’nın desteklediğini” de hatırlatmıştı. ABD'li para sihirbazı George Soros'un kontrolden çıktığını belirten eski CIA Ajanı, "Yakında bazı Avrupa ülkelerinin ve ABD eyaletlerinin batacağını ve CIA'nin Avrupa'nın altını oymaya çalıştığını” anlatmıştı.

CIA Ajanı Robert David Steele daha önce 25 Haziran'da yayınlanan Yaz-Boz programında konuşurken, “Hillary Clinton'un makamını Wall Street'e sattığını ve seçimi Trump'ın kazanacağını” da belirtip söylediklerinde haklı çıkmıştı. Steele ayrıca Avrupa'da yaşanan ekonomik krizin Avrupa Birliği'nin yanlış ekonomik stratejilerinden dolayı olduğunu ve ABD'de yine bu ekonomik krizden dolayı bazı eyaletlerin batacağını açıklamıştı.

Evet, ABD derin Devleti olan Siyonist odaklar ülkedeki sağcıları (demokratları) da, solcuları (cumhuriyetçileri) de kullanıp kışkırtmaktaydı. ABD halkının %30’u bir iç savaş çıkacağına inanmakta ve buna hazırlık yapmaktaydı. 43 milyon Alman’ın, 24 milyon İrlandalının, 25 milyon İngiliz’in, 8 milyon İskoçyalının, 15 milyon İtalya’nın, 20 milyon yerli Amerikalının, 8 milyon Kızılderili’nin, 26 milyon Afrikalının, 5 milyon Çinlinin, 6 milyon Yahudi’nin, 4 milyon Rus’un, 8 milyon Fransız’ın, 5 milyon Hollandalının, 3 milyon Arab’ın, 700 bin Türkün yaşadığı ABD’de şimdi Trump depremiyle çalkalanan dengeler, büyük bir patlamaya ve parçalanmaya yol açacaktı!

CIA ajanı Robert David Steele, Türkiye'deki birçok terör saldırısı ve suikastın arkasında ABD ve NATO’nun bulunduğunu aktarmıştı.

"Bir CIA ajanı olarak, CIA'ın bu tür işler yaptığını söylemek zorundayım. CIA para ve teknoloji sağlar, plan hazırlar ve sonrasında bu kirli işleri yapacak Türk, Suudi Arabistanlı, İsrailli, Belçikalı, Alman ve diğer ülkelerden insanlar ve özel elemanlar kullanır. Daha fazla sahte bayrak saldırısına daha fazla suikasta daha fazla enerji kesintisi gibi sonuçlara neden olan elektronik saldırılara maruz kalacaksınız. Çünkü istikrarın temeli güvenliktir. Avrupa, Orta Asya, Arap ülkeleri ve Afrika arasındaki konumuyla Türkiye dünyanın merkezindedir. Giderek daha fazla kendini gösteren bir ülke haline geldiğinizi ancak bunun sonucunda bir asimetrik savaşla karşı karşıya kaldığınızı düşünüyorum. Bu durumda hiç kimsenin sizinle dost olduğunuzu varsayamazsınız."…

ABD yalancı ve çıkarcıdır!

"ABD Hükümeti ve ABD Büyükelçiliği düzenli şekilde yalan söyler. Bir ABD vatandaşı olarak bu durumdan büyük bir utanç duyuyorum. Ben bir savaşın ortasındayım, burada ABD istihbaratının başındaki kişi, ABD Başkanı’na Rusya'nın ABD seçimlerini Hacklediği yönünde yalan söyledi. Amerika çok yalan söyler. Şunu anlamalısınız ki Kürtler bazıları tarafından terörist olarak değil, özgürlük savaşçıları olarak görülmektedir."… "Bana göre ekonomik yaptırımlar, bir aktif savaş yöntemidir. Bu ise bir devletin bağımsızlığını engelleyen bir durumdur. Bu konuda Ekvator örneğinden bahsedebilirim. Bir yılınızı planlama için geçirirsiniz, sonrasında size yaptırım uygulayan devletlerin tümünü sınır dışı edersiniz. Bağımsız Türkiye olarak onlara ihtiyacınız yok"… “Donald Trump çok büyük bir potansiyele sahip, çünkü o beklenmedik bir şekilde seçildi. Bütün bahisçiler onun seçilmeyeceğini iddia ettiler. Seçilme şansının 1/20 ile 1/2000 arasında olduğu söyleniyordu. Sonuçta seçildi. Çünkü ulusal güvenlik; Hillary Clinton'ın kullandığı elektronik oy sahteciliğini durdurdu. Clinton bu yöntemle 13 eyalette Sanders'ın önüne geçmişti. Trump aynı zamanda ulusal güvenlik ajansındaki iyi adamlar ve ulusal demokratik komitedeki bazı kişiler tarafından sızdırılan e-mailler sayesinde kazandı…

Trump suikasta uğrayacakmış!

Ben de ulusal istihbarat teşkilatı liderinin yalancı olduğunu ilan eden sürecin içindeyim. Donald Trump'a yalan söylüyorlardı, bu durum sorunlara yol açtı. Donald Trump, Goldman Sachs tarafından esir alınmıştır. Kendisinin etrafı hâlihazırda düzenin adamları tarafından sarılmış durumda ve kendisine ulaşan bilgiler bu yolla filtreden geçiriliyor. ABD gizli servisi zaten şu anda onun nereye gideceğini ve kiminle buluşacağını kontrol ediyor. Donald Trump; zannediyorum ki suikasta uğrayan John F. Kennedy'den sonra, kontrol etmekte en zorlanacakları başkan. Kendisi herhangi bir zaman suikasta uğrayabileceğini biliyor.

Trump'ın Avrupa'daki, Orta Doğu'daki üstlerimizi kapatmak ve NATO'yu bitirmek istediğini düşünüyorum. Ancak; aynı zamanda Lynn Rothschild ve Evelyn Rothschild'in bu konu hakkında konuşmasını engellemek için, ona 20 milyar dolar verebileceğini de biliyorum. Şu anda zar atılacak ve sonucunu bekleyeceğiz… ABD bir demokrasi değil. ABD Rothschild'lerin kontrolündeki bankaların yönettiği iki partili Tiranlıkla yönetilen, Faşist ve kurumsal bir devlettir. Hal böyleyken, bizim Türkiye'yi eleştirme hakkımız yok. Benim bakış açıma göre Türkiye, kesinlikle merkezi bir ülke. Türkiye, Orta Doğu'da yeniden düzen sağlayıcı rolünü aldığı müddetçe, işlediği her türlü günah affedilmeli diye düşünüyorum. Orta Doğu'da düzen sağlayıcı bir role bürünmek için de, Türkiye’nin; Rusya ve İran ile iş birliğini güçlendirirken Suudileri ve İsrail'i de yeniden dar bir alana sıkıştırması gerekiyor.” diyen CIA ajanı Davut Steele, Trump’u Siyonist sermayenin alternatifi gibi sunarak, AKP gibi gafil iktidarları ve Ergün Diler gibi yandaşları, Trump'ın safına çekmeyi amaçlamıştı. Doğrularla yanlışları harmanlayan CIA ajanları, böylesi senaryoları sıkça gündeme taşırlardı.

“DAEŞ’i ABD kurdu!” itirafı

"Şimdi bunu 3 parçaya bölelim. DAEŞ’i üç soruyla analiz edebilirsiniz; Onları kim kurdu? Onları kim kontrol ediyor? Ve onlardan kim fayda sağlıyor?"… "Suudi Arabistan ve ABD DAEŞ’i birlikte kurdular. Bu gerçek hakkında aklınızda en ufak bir soru işareti olmasın. DAEŞ büyük çoğunlukla Suudi Arabistan ve İsrail tarafından kontrol ediliyor. İsrail birtakım memurlarını DAEŞ ile alakalı konularda özellikle görevlendirdi. DAEŞ aslında aynı zamanda bölünmüş bir çete. Dolayısıyla tam anlamıyla kontrol edilebileceklerini düşünmüyorum. Rusya’nın gücünü göstermek konusunda harika bir iş çıkarttığını düşünüyorum, ancak bizim Halep’te yaptıklarımız gerçekten çok üzücü.”[4] 

Irkçı emperyalizmin sonu yaklaşmıştır!

Sovyetler Birliği’nin dağılması durumu, Amerikan hegemonyasının ideolojik dayanağını yıkarak hegemonyanın rıza unsurunu ortadan kaldırsa bile; ABD, hegemonyadan tahakküme dayalı imparatorluk düzenine yönelen zorba politikalar uygulayarak, Sovyet coğrafyasında oluşan güç boşluğunu doldurmaya çalışmıştır. Bundan dolayı; Amerika Birleşik Devletleri’nin imparatorluk vizyonunun temel hedefi, Avrasya coğrafyasında kendi hâkimiyetine meydan okuyabilecek bölgesel veya küresel güçteki ülkelerin ortaya çıkmasına engel olmaktır ve Türkiye bunların başındadır. Üstelik diğer ülkeleri kontrol etmeyi, kontrol edemediği ülkeleri gerektiğinde dizayn etmeyi benimseyen bu tahakküm anlayışı, Amerikan idealizmini dillendiren pek çok kişiye göre, ABD’nin geleneksel politika anlayışına da tezat oluşturmaktadır; çünkü kilise baskısından kaçarak ve İngiliz sömürgeciliğine başkaldırarak devletlerini kuran Amerikalıların, dış politika yönelimlerinin temelinde, tarih boyunca özgürlük ve demokrasi gibi kavramlar yer almıştır.

Bugün ABD; kuruluş ideallerinden, popüler ifadeyle Amerikan idealizminden çok farklı bir noktaya varmıştır. Çünkü 1945’ten günümüze uzanan ve ‘‘Amerikan Yüzyılı” olarak adlandırılan süreç, sosyal, kültürel, siyasi ve ekonomik alanlarda, ABD’nin diğer ülkeleri etkilemesine yol açarak bir üstünlük kurmasını sağlamış, SSCB’nin dağılmasıysa bu üstünlükten bir imparatorluk vizyonu yaratmış ve buna bağlı olarak da Amerika’nın yeni stratejik hedeflere yönelmesine yol açmıştır. Bugün gelinen noktada Amerika Birleşik Devletleri, kendisinin liderlik ettiği tek kutuplu dünyaya, hâkimiyetini zorbalıkla sağlamlaştırmayı amaçlamıştır.

Amerika Birleşik Devletleri’nin, imparatorluk karakteri taşıyan dış politika yönelimleri sergilemesinin en önemli nedeni, daha önce de belirtildiği gibi, yumuşak güç olma imajının ortadan kalkmış olmasıdır. Uluslararası kamuoyu; Amerikan saldırganlığı karşısında, ABD gücüne olan güvenini kaybetmiş, Amerikan üstünlüğü büyük ölçüde meşruiyetini yitirmiş durumdadır. Meşruiyetini yitiren ABD’nin, günümüzdeki tahakküme dayalı küresel imparatorluk stratejisi 3 temel hedeften oluşmaktadır:

1- Üçlü içinde bulunan diğer ortaklarının (Almanya ve Japonya’nın) ABD yörüngesi dışında faaliyette bulunmasına fırsat tanımamak.

2- NATO vasıtasıyla askeri kontrolü sağlamak ve önceki Sovyet dünyası kırıntılarını da kendi güdümüne sokmak.

3- Bu anlamda Washington’un imparatorluk girişimini, Büyük Ortadoğu Projesi ile somut hedeflerine ulaştırmak.

ABD İmparatorluğunun hâkimiyet stratejisi: “Büyük Ortadoğu Projesi” olmaktadır

Ortadoğu kavramı, Avrupa merkezli bir kavram olup dünyanın diğer bölgelerini bu merkeze (Avrupa’ya) olan uzaklıklarına göre; yakın, orta ve uzak şeklinde tanımlayan bir anlayışın yansımasıdır. Coğrafi olmaktan ziyade, siyasi bir içeriğe sahip olan Ortadoğu kavramını ilk kez kullanan Mahan, kavramı Arabistan ile Hindistan arasındaki bölgeyi ifade etmek amacıyla kullanmıştır. Kavrama resmiyet kazandıran ise, 1911 yılında Hindistan’da Lord Curzon olmuştur. Lord Curzon, ilk kez Ortadoğu kavramını resmi konuşmalarda kullanmıştır. “Ortadoğu” kavramı; yüz yılı aşan bir süredir kullanılıyor olmasına karşın, bölgesel ve küresel gelişmelere bağlı olarak, bu kavramın mekânsal açıdan sınırları bir türlü netlik kazanamamıştır. Genel olarak Ortadoğu denildiğinde, Arap yarımadası ve bu yarımada üzerindeki devletler akla takılmaktadır. Oysa bunların arasında Türkiye de bulunmaktadır.


[1] Burakkillioglu@milligazete.com.tr

[2] Milli Gazete, Mustafa Kurdaş

[3] Abdulkadirozkan@milligazete.com.tr

[4] http://www.haber7.com/guncel/haber/2242227-cia-ajanindan-carpici-turkiye-aciklamasi


http://www.millicozum.com/mc/duyurular/abd-stratejik-zalimdir-akp-ise-trajik-isbirlikcidir

***

Türk-Rus İlişkilerinde Kriz: Jeopolitik Rekabetin Sonucu

Türk-Rus İlişkilerinde Kriz: Jeopolitik Rekabetin Sonucu




Sabir ASKEROĞLU*
* 21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü Amerika Araştırmaları Merkezi, Bilimsel Danışman.,



Osmanlı Devleti-Rusya Çarlığı, Cumhuriyet Türkiye’si-Bolşevik Rusya’sı, Türkiye-SSCB ilişkileri tarih boyunca savaş ve işbirliği şeklinde kendini göstermiştir. 
2000’lerden itibaren işbirliği niteliği taşıyan Türk-Rus ilişkileri aslında zımni deolsa her zaman tarihte de görüldüğü gibi, bir jeopolitik rekabet içermekteydi. 
Bölgesel istikrar devam ettiği sürece ikili ilişkileri stratejik ortaklık noktasına kadar ilerleyebilirken, siyasi meselelerle ilgili karar verilmesi gerektiğinde güç 
faktörü ve stratejik çıkarlar öncelik kazanmıştır. Arap Baharı ve ardından IŞİD’in Orta Doğu siyasetine yaptığı etki, Türk-Rus ilişkilerini etkilemiş, Uçak
Krizi’yle beraber bu gergin ilişki gün yüzüne çıkmıştır.

Türk-Rus ilişkileri tarih boyunca savaş ve barış içinde inişli çıkışlı seyretmiş olsa da iki güç arasında her zaman bir jeopolitik rekabet söz konusu olmuştur. Başta Osmanlı Devleti ile Rusya Çarlığı, Cumhuriyet Türkiyesi ile Bolşevik Rusya, NATO üyesi Türkiye ile Doğu  Blok’u lideri SSCB, Soğuk Savaş sonrası Türkiyesi ile Rusya Federasyonu arasında dönem dönem savaş ve işbirliği görülmüşse de her zaman potansiyel bir rekabet alanı olmuştur. Son dönemde bu rekabetin somut sonucu olarak ‘24 Ekim 2015 Uçak Krizi’ kendini göstermiştir.
Türk-Rus Jeopolitik Rekabetinin Alanları Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından sonra eski Sovyet coğrafyası ve etki alanları üzerinde Türkiye’nin de etkin olma çabası, Ankara-Moskova rekabetini başlatmış oldu. 1980’lerde dış politikada değişime giden ve Batı ülkeleriyle işbirliğini esas alan Sovyetler Birliği, Türkiye ile de enerji alanında yakınlaşma yaşamıştır. Sovyetler Birliği ortadan kalktığında da bu ikili işbirliği Rusya ile sürdürülmüştür. Ancak Orta Asya ve Kafkasya’daki enerji kaynaklarının Batı’ya sevkiyatı konusunda Türkiye ile Rusya ters düşmüşlerdir. 
   En büyük rekabet Kafkaslarda yaşanmış, Bakü-Tiflis- Ceyhan petrol boru hattının inşa edilmesiyle bu rekabetten Türkiye kazançlı çıkmıştır. Orta Asya
enerji kaynaklarının Batı’ya sevkiyatı konusunda Hazar Denizi’nin hukuksal statüsü nedeniyle Rusya burada daha avantajlı çıkmış, hem Kazakistan
hem de Türkmenistan enerji kaynaklarının ya kendi ülkesi üzerinden sevkiyat yapılmasını sağlamış ya da iç pazarı için çok düşük fiyatlarla ithal etmiştir.

   Bu rekabet siyasi konularda da kendisini göstermiştir. Rusya Kosova’nın Sırbistan’a ait olduğunu savunurken, Türkiye 1999’da Sırbistan müdahalesine katıldı, 2008’e gelindiğinde ise Kosova’nın bağımsızlığını tanıdı. Türkiye Ukrayna ve Gürcistan’ın NATO’ya girmesini savunurken Rusya bunu karşı çıkarak engelledi. 2008’de Rusya’nın Gürcistan müdahale yaparken, Türkiye bunu önlemeye çalıştı. Rusya Abhazya ve Güney Osetya’nın bağımsızlıklarını tanırken Türkiye Gürcistan’ın toprak bütünlüğünü savundu. Kırım’ı ilhak eden Rusya, Ukrayna’nın doğusunda geleneksel olmayan karma/hibrit bir savaş yürütürken Türkiye bunu uluslararası hukuka aykırı saydı ve Ukrayna’nın toprak bütünlüğünü savunmaya devam etti. Öte yandan bu jeopolitik rekabet devam ederken her iki taraf da iyi gelişen ticari ilişkileri üzerinden işbirliğini üst düzeye taşımaya çalıştılar.

Diğer taraftan, Türk-Rus yakınlaşması ortak bir “Batı karşıtlığı” retoriği üzerinde inşa edilmişti. Rusya Avrupa güvenliğinden kendisinin dışlandığını öne  sürmekte ve NATO genişlemesinin Rusya’nın ulusal güvenliğine tehdit olarak algılamakta dır. Bunun en büyük sorumlusunun ise tek kutuplu dünya sisteminin 
kurmak ve kendi pozisyonunu güçlendirmek isteyen ABD olduğunu iddia etmektedir. Dünyadaki tüm büyük sorunların arkasında ABD’nin olduğu gerekçesiyle Washington karşıtı bir dış politika retoriği inşa etmektedir.

Diğer taraftan, ABD’nin Irak müdahalesiyle başlayan Washington-Ankara gerginliği vardı. Türkiye ABD’nin Irak’a müdahalesine destek vermemiş, Irak’ın kuzeyinde Türkiye’nin etkisinin azalması ve Kuzey Irak Kürt Yönetimi’nin güçlendirilmesiyle bu süreç devam etmiştir.

Türk-Rus İlişkilerinde Kriz: Jeopolitik Rekabetin Sonucu.,

ABD’nin demokrasi ihraç etme politikasının güç yoluyla desteklenmesi süreci boyunca Türkiye’de ABD karşıtlığı çok yüksek seviyeye çıkmıştı. İran nükleer programını engelleme gerekçesiyle müdahalenin gündeme getirilmesi de Türkiye tarafından olumsuz algılanmıştır. Türkiye’nin İran’la kurmak istediği yakın ilişkiye ABD’den karşı çıkılması ve AB üyeliği konusunda Türkiye’nin beklentisinin aksine karar alınması, AB dışında tutulmaya çalışılması Türkiye’nin Batı karşıtlığını artırmıştır. Bu bağlamda hem Rusya’da hem de Türkiye’de ortak bir “öteki” vardı. Türkiye’nin Batı ittifakı içerisinde olmasına rağmen Batı karşıtı tavrı, kendi ulusal çıkarlarının Batı tarafından dikkate alınması beklentisini açıkça dile getirmesi en fazla Rusya tarafından olumlu karşılanmıştı.

   Hatta Rusya ve Çin tarafından inşa edilen ve güçlendirilen Şanghay İşbirliği Örgütü Türkiye için Batı’ya karşı bir alternatif merkez olarak algılanmaya
başlandı. Türkiye’nin Şanghay İşbirliği Örgütü’ne katılmak istediğini açıklaması başta ABD olmak üzere Batı tarafından eleştirilmiştir. 
Bu çerçevede Türkiye’nin Çin yapımıı hava savunma sistemlerinin alımı konusundaki girişimi ABD tarafından eleştirilmiş ve engellenmiştir. Türkiye- ABD arasındaki  gergin ilişki Suriye kriziyle de devam etmiştir. 

  Türkiye, Rusya’nın Kırım’ı ilhakına karşı tepkisini de Batı’dan farklı koymuştur. Türk-Rus ilişkilerinde artan ticari ilişkiler ve Batı karşıtı “ortak öteki” üzerine 
kurulan ilişkileri jeopolitik mücadelenin önüne geçememiştir.

Bunun en belirgin örneği ise, Suriye kriziyle gün yüzüne çıkmıştır. Rusya’nın Ukrayna müdahalesinde stratejik önceliğini Avrupa ile yaşanacak ekonomik ilişkilerine tercih etmesi gibi Suriye konusunda da hem Türkiye hem Rusya stratejik çıkarlarına öncelik tanıyarak diğer alanlardaki ilişkilerini gözden çıkarmak zorunda kaldılar.

  Orta Doğu’da Türk-Rus Jeopolitik Mücadelesi 

   Orta Doğu’da Türkiye’nin stratejik derinliği Osmanlı İmparatorluğu dönemine dayanıyor.
Rusya’nınki ise Soğuk Savaş dönemine. Moskova bölgedeki ilişkilerini Baas rejimleri üzerinden ve İsrail’e karşı Mısır önderliğinde Araplara verdiği destek üzerinde geliştirmeye çalışmaktaydı. Türkiye isortak İslam kimliği üzerinden bölge üzerinde etkisini artırmak istemiştir. “Arap Baharı”yla başlayan Orta Doğu’nun dönüşümü hem Rusya hem de Türkiye tarafından farklı karşılanmıştır. Libya’da uçuşa yasak bölge ilan edilmesine destek veren Rusya, bu yönde BMGK’den karar çıkmasını sağlamıştır. Daha sonra verdiği kararın yanlış olduğunu dile getirerek iktidar değişikliklerine karşı çıkmaya başlamış, BMGK’nin tüm kararlarını veto etmiştir. Türkiye ise meydana gelen iktidar değişikliklerini desteklemeye başlamıştır.
Bölge ülkelerinde iktidara gelen yeni hükümetler, Türkiye’yi bir model ülke kabul etmiş, demokratikleşme süreçlerini bu çerçevede yürütecekleri izlemini
vermişlerdir. Türkiye açısından olumlu bir gelişme olarak görülen bu gelişme Rusya açısından bir tehdit olarak algılanmıştır. 

Bu karşıt görüşler, Suriye’de tezahür edecektir.

Rusya, kendisinin onayı olmaksızın yapılacak dış müdahaleler sonucu iktidar değişikliklerinin zaman içerisinde meşru hal almaya başlayacağını, Suriye’nin ardından İran’a, ilerleyen zamanda ise Orta Asya ülkelerine doğru domino etkisi yapacağına inanmaktaydı.
Hatta bunun Putin iktidarı için de tehdit oluşturacağı fikri hâkim oldu.

Şam rejimine en büyük desteğin İran’la birlikte Rusya tarafından yapılıyor olması da bu nedenledir. Dolayısıyla Rusya’nın Suriye’deki politikasının arkasında iktidar değişikliklerini engelleme çabası yatmaktadır. Bu anlamda Rusya’nın Orta Doğu politikası, ilk dönem bölgedeki dış destekli iktidar değişikliklerine engel olmak şeklindeydi.

  <  Soğuk Savaş döneminde Sovyetler Birliği’nin kontrolü veya etkisi altında olan bölgeler, Soğuk Savaş sonrası Türk- Rus jeopolitik rekabetine sahne
olmuştur. >

Rusya’nın Orta Doğu politikasındaki ikinci dönem ise IŞİD ve El-Kaide gibi radikal terör örgütlerinin bölgede güç kazanmasının engellenmesi üzerine kurulacaktır. ABD önderliğinde kurulan IŞİD’e karşı koalisyonun hava operasyonlarının istenilen sonucu vermemesi Suriye savaşının daha uzun dönem devam edeceği anlamına gelmekteydi. Suriye iç savaşının en kısa zamanda bitmesi Türkiye’nin olduğu gibi Rusya’nın da çıkarınaydı.
Ancak Türkiye için savaşın bitmesinin önündeki en büyük engel Şam rejimi olarak görünürken,

Rusya için en büyük sorun Şam rejiminin iktidarının düşmesi sonucu bölgede IŞİD ve El-Kaide/ En-Nusra gibi radikal gurupların güçlenmesiydi. 
Rusya ile Türkiye’nin yaklaşımı bu noktada ayrışıyordu. Orta Asya’da aktif olan Özbekistan İslam Hareketi’nin IŞİD’e bağlılığını açıklaması, Afganistan’da IŞİD’in faaliyetlerinin artması ve Taliban’la çatışmaya girmesi nedeniyle IŞİD, Rusya için ciddi tehdit olarak görülmeye başladı. Nitekim Suriye ve Irak’ta hükümet güçlerine karşı başarılı mücadele vererek sempati kazanan IŞİD’in saflarına Rusya’dan, Rusya’daki Orta Asya kökenli işçilerden ve Orta Asya’dan çok sayıda insan katıldı.

IŞİD yanında savaşan toplam 30-35 bin civarındaki militanın 5 bininin Rusya vatandaşı olduğu belirtilmektedir. Bunların yanına bir de Rusya’yla ilişkili Orta Asya kökenli kişileri de kattığınızda bu sayı daha da artmaktaydı. IŞİD’in güçlenmesi ve yenilmez örgüt imajını kazanmasıyla birlikte Rusya’nın kendisinin bir hedef haline geleceği düşünülmeye başlandı. Çeçenistan’da gerçekleşen saldırılar, Dağıstan ve diğer bölgelerde IŞİD’in izlerine rastlanması Rusya’nın acilen müdahale etme ihtiyacı duymasının temel sebebiydi. Şam yönetiminin gücünün zayıfladığını ve iktidarının düşme tehdidiyle karşı karşıya kaldığını gören Kremlin acilen Suriye’ye müdahale kadarı almak zorunda kaldı. ABD için de artık öncelikli tehdidin IŞİD olması, Esad’ın iktidarda kalması tartışmasının ikinci plana atılması, Rusya’nın müdahalesinin önünü açmıştı. ABD, kendi liderliğinde kurulan koalisyona Rusya’nın katılmasını isterken, Rusya ya ortak bir koalisyonun kurulması ya da kendisinin Suriye, İran ve Hizbullah’ın dâhil olduğu bir koalisyon kurarak IŞİD’e karşı savaştan yanaydı.

70. Birleşmiş Milletler Toplantısı’nda IŞİD’e karşı ortak koalisyon kurulması çağrısı yapan Putin olumlu cevap alamayınca Suriye’ye tek taraflı müdahale etti. IŞİD’e karşı başlatacağı hava operasyonları ABD tarafından olumlu karşılandı. Rusya ve ABD Genelkurmay Başkanları hava operasyonları ilgili ortak iletişim ağının kurulması konusunda anlaşmaya vardılar. Washington, Rusya’nın hava operasyonlarından ve bölgedeki varlığından rahatsız olsa bile Moskova’yla işbirliğine gitmeyi seçti. Bunun birkaç nedeni vardır: IŞİD’le mücadelede en büyük yükü üstlenen ABD’nin yükünü paylaşacaktı. Rusya IŞİD’le mücadelenin finansmanını üstleniyor hem de bölgenin “jandarması” rolünü paylaşıyordu. Bunun yanında Rusya’nın Suriye savaşına bulaşmasıyla uzun vadede Rusya’nın ekonomik kaynağının hızla azalması ve İslam dünyasıyla karşı karşıya gelmesi
bekleniyordu. Ancak Rusya, Suriye savaşına doğrudan müdahil olmakla Suriye barış görüşmelerinde oynayacağı rolünü daha da artırmış oldu.

Türkiye açısından bakacak olursak, Suriye’de devam eden iç savaş ve çözümsüzlük, başta mülteciler olmak üzere Türkiye’nin doğrudan ulusal
güvenliğine tehdit oluşturmaktaydı. IŞİD ya da Suriye Hükümet güçleri tarafından muhalif güçlere yönelik saldırılar, göç dalgasını farklı boyuta
taşımaktaydı. Türkiye’nin, hem mülteci göçünü hem de kendi sınırında yaşanan çatışmaları minimize etmek için Suriye’nin kuzeyinde güvenlik bölgesi/tampon bölge oluşturulması ve bunun BMGK kararına bağlanması önerisi, Rusya’yla birlikte ABD tarafından da reddedilmiştir.

Rusya’nın Suriye müdahalesi Türk-Rus ilişkilerini daha da gergin bir düzeye çıkarmıştır. IŞİD’e karşı operasyon gerekçesiyle Suriye’ye müdahale
eden Rusya, operasyonlarının önemli bir bölümünü muhalif güçlere karşı gerçekleştirmeye başlamıştır. 

    Rusya’nın hava desteği ve Suriye Hükümet güçlerinin karadan yürütülen operasyonları Türkiye sınırındaki Bayır-Bucak Türklerinin  bölgesine kadar ilerlemiştir. Rusya’nın hava operasyonları çatışmaları daha da şiddetlendirerek Türkiye’ye yeni bir mülteci dalgasını başlatmış, Bayır-Bucak Türklerini de hedef haline getirmiştir. 24 Kasım 2015’te Rus bombardıman uçağının Türkiye tarafından düşürülmesi, Suriye üzerinde yürütülen Türk-Rus jeopolitik rekabetinin doruk noktası olmuştur. Rus uçağının düşürülmesi Moskova için bir ulusal onur meselesi haline gelmiştir.

Türkiye’ye karşı yaptırım kararı almış, ilişkilerin düzeltilmesi için özür, tazminat ve soruşturma gibi şartlar öne sürmüştür.
Türkiye ile yaşanan krizi fırsat bilen Kremlin, Suriye hava sahasını Türk uçaklarına kapatmış, Suriye’deki birliklerini ve hava operasyonlarını artırmış,
Suriye’ye yeni askeri teknolojileri sevk ederek Suriye’deki pozisyonunu daha da güçlendirmiştir.

Türkiye’yi NATO’daki müttefikleri dahil olmak üzere uluslararası toplum karşısında suçlamaya çalışan Rusya, aynı zamanda Şam rejimine karşı en büyük tehdit olan Türk Kara Kuvvetlerini de Suriye dışında tutmaya çalışmıştır. Böylelikle Rusya, Suriye barış görüşmelerinde de Türkiye’nin devre dışı kalmasını çabalayarak diyalog yollarını kapatmıştır.

Uçak krizi ve Türk-Rus gerginliği sonrasında Suriye’de barışın sağlanması ve gelecekte Suriye’nin tekrar yapılandırılması Rus-Amerikan kararına bağlı hale gelmiştir. Suriye barış görüşmelerinde Suriye’nin toprak bütünlüğü, anayasa değişikliği, seçimlerin yapılması ve Esad’ın geçici de olsa birkaç sene daha görevde kalması konusunda ABD ile Rusya uzlaşmış, uzun görüşmeler sonucu ortak bir kararla ateşkes ilan edilmiştir. 15 Mart 2016’dan itibaren Rusya Suriye’deki askeri birliklerinin sayısını azaltma kararı alarak Suriye barışı konusunda elini daha da güçlendirmiştir.

 <  Rusya’nın Orta Doğu politikası iki döneme ayrılabilir:
     Dış destekli iktidar değişikliklerine engel olmak ve radikal terör örgütlerinin kendisine tehdit oluşturmasını engellemek. >

Rusya’nın Orta Doğu Stratejisi ve Türkiye Rusya, Suriye’de barış görüşmelerini hızlandırmak için ülkedeki askeri birliklerinin sayısını azaltma kararı almakla beraber önceye göre bölgedeki varlığını daha da güçlendirmiştir. Suriye krizi başlamadan önce ne Irak ne de Suriye üzerinde bir etkiye sahip olan Rusya, IŞİD’e karşı mücadele adı altında Irak yönetimine silah ithalatı yapmakta ve Bağdat’ta IŞİD’le mücadele için ortak istihbarat koordinasyon merkezi konusunda işbirliği yürütmektedir. Rusya, Şam rejiminin en büyük siyasi, askeri ve ekonomik destekçisi haline geldi. Daha önce neredeyse hiç kullanılmayan Tartus Limanı, şimdi Rusya’nın Akdeniz kıyısındaki en önemli deniz üssü haline gelmiştir. Lazkiye’deki Hmeymim hava üssü süresiz kullanımını elde etmiştir. Öte yandan ülke içi güvenliğinde de pozisyonunu güçlendirmiştir.

  Rusya uçak kriziyle birlikte bölgede Türkiye’ye karşı Kürt kartını oynamaya çalışmaktadır. Suriye Hükümetinin onayı olduğu takdirde ülkede federasyonu
destekleyeceğini dile getiren Moskova, bu çerçevede PYD’ye özerk bölge verilmesini desteklemeye çalışmaktadır. PYD’nin de Suriye barış görüşmelerine
katılmasını isteyen Rusya, PYD üzerinden Türkiye’ye baskı yapmaya çalışmakta dır. PYD üzerinde ABD ve İngiltere’nin büyük etkisi olduğunu bilen Rusya, PYD’ye silah desteği ve özerkliğinin desteklenmesi üzerinden bölgedeki etkisini artırmaya çalışmaktadır.
PYD ile işbirliğini artıran Rusya, PYD üzerinden de PKK’ya daha kolay ulaşabileceğini hesaplamakta dır. PYD aracılıyla silah elde edecek olan
PKK, Türkiye’nin iç istikrarını her zaman bozma potansiyeline sahip olacaktır. 
Bu da Türkiye’nin iç sorunlarıyla boğuşmasına, bölgesel meselelerden
daha uzak durmasına neden olacaktır.

Rusya’nın özellikle PKK/PYD üzerinde kurguladığı strateji Türk-Rus ilişkilerinin uzun vadede gergin tutulmasına neden olacaktır.

Sonuç

2000’lerden itibaren işbirliği niteliği taşıyan Türk-Rus ilişkileri aslında zımni de olsa her zaman bir jeopolitik rekabet içermekteydi. Bölgesel istikrar devam ettiği sürece söz konusu ikili ilişkileri stratejik ortaklık noktasına kadar çıkartılabilirken, siyasi meselelerle ilgili karar verilmesi gerektiğinde güç faktörü ve çıkarlar öncelik kazanmıştır. Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra daha önce Moskova’nın kontrolü ya da etkisi altında olan bölgelerde Türkiye etkisini artırma çabasında olmuştur.

<  Türkiye, Suriye kaynaklı güvenlik tehditlerinin önüne geçmek için Suriye’nin kuzeyinde güvenlik bölgesi/tampon bölge oluşturulması nı önermiş ancak Rusya ile ABD tarafından reddedilmiştir. >

Türkiye’nin bölgesel politikaları ve Rusya’nın eski etki alanlarına tekrar dönme çabası iki güç arasında rekabetin artmasına neden olmuştur. Bu rekabet
bazen işbirliği artırarak ya da olan bitene sessiz kalarak atlatılmaya çalışılsa da, her zaman bir krize dönüşme potansiyeli taşımaktaydı. Bu da tarafların “kırmızı çizgileri” ve askeri yeteneklerine göre belirlenmektedir. Balkanlardan Kafkaslara, Orta Asya’da Orta Doğu’ya uzanan bölgelerde inişli çıkışlı Türk-Rus rekabeti en sert bir şekilde Suriye kriziyle gün yüzüne çıkmıştır. Eğer taraflardan biri beklentilerinden vazgeçmez ise ya da uluslararası konjonktürde herhangi bir şekilde radikal bir değişim yaşanmazsa Türk-Rus krizinin önümüzdeki dönemde de devam edeceği söylenebilir.

21. YÜZYIL DERGİSİ
Nisan’ 2016 • Sayı: 88 


***

Gaflet, Dalalet ve Hıyanet

Gaflet, Dalalet ve Hıyanet,


6/4/2001 - 11:00 - Atin




Elektronik posta vasıtasıyla İnternet'te dolaşan bir resim... 


Büyük önder Atatürk sanki bu günleri görmüş. Banka Soygunları, Şaibeli Enerji ihaleleri ve yolsuzluklarla büyük bir krizin içine sokulan Türkiye'mizin durumunu daha iyi seslendirebilmek mümkün mü?



***

Banka Soygununun Miladı

Banka Soygununun Miladı




2/4/2001 - 11:00 - Atin,

Silahlı ve Silahsız Soygunlar

Banka sektöründeki soygununun ve yolsuzlukların tarihinin çok eskiye dayandığı söyleniyor. Bizim, "banka soygunu" deyince aklımıza gelen isimlerden biri ise Necdet Elmas.

Evet, o Türkiye'deki ilk silahlı banka soyguncusu.

Zannedersem olay 60'lı yıllarda olmuştu. Macera filmlerini andırır bir şekilde İstanbul'da banka soyan Necdet Elmas'ın, soygunun arkasından polisten kaçışı günlerce gazetelerin baş haberi haline gelmişti.

İyi araba kullanan Necdet Elmas, 1959 model Chevrolet bir otomobil ile uzun müddet polislerle köşe kapmaca oynamış, ancak sonunda bir yerde kıstırılmıştı. Yargılandı ve cezasını çekti.

O ne bir terörist, ne de bir örgüt üyesiydi. Cesareti ve bonkör ruh yapısı ile, halkın sempatisini kazandığı dahi söylenebilecek bir maceraperest.

Bu soygunda ne kadar para almıştı şimdi hatırlamıyorum ama, herhalde günümüzün silahsız soyguncularının aldıklarının yanında pek önemli sayılmayacak bir rakamdı.

Banka soygunu deyince aklımıza gelen başka isimler de var.

Onlar Necdet Elmas gibi sempatik soyguncu değiller. Hem çok gaddar, hem de fare gibi korkaklar.

Onlar bu işi silahsız ve sinsi sinsi yapıyorlar. Halk ise onlardan nefret ediyor.

Bu soygunlar ne zaman mı başladı?

Bir tarih saptamamız gerekirse 10 Ekim 1991 diyebiliriz.

Evet, silahsız banka soygunculuğunun miladı 10 Ekim 1991, yani 20 Ekim 1991'de yapılan genel seçimlerden 10 gün önce.

Bu tarihte Mesut Yılmaz'ın başkanlığındaki Bakanlar Kurulu şu kişilerden oluşuyor:

Başbakan Ahmet Mesut Yılmaz, Devlet Bakanı ve Başbakan Yardımcısı Ekrem Pakdemirli, Devlet Bakanları Fahrettin Kurt, Mustafa Rüştü Taşar, İmren Aykut, Mehmet Vehbi Dinçerler, Kamran İnan, İlhan Aküzüm, Cengiz Tuncer, Sabahattin Aras, Ersin Koçak, Mehmet Çevik, Eyyüp Cenap Gülpınar, Birsel Sönmez, Ahmet Akgün Albayrak, Adalet Bakanı Suat Bilge, Milli Savunma Bakanı Hüseyin Barlas Doğu, İçişleri Bakanı Sabahattin Çakmakoğlu, Dışişleri Bakanı İsmail Safa Giray, Maliye ve Gümrük Bakanı Adnan Kahveci, Milli Eğitim Bakanı Avni Akyol, Bayındırlık ve İskan Bakanı Hüsamettin Örüç, Sağlık Bakanı Yaşar Eryılmaz, Ulaştırma Bakanı Sabahattin Yalınpala, Tarım ve Köyişleri Bakanı İlker Tuncay, Orman Bakanı Mustafa Kalemli, Çevre Bakanı Ali Talip Özdemir, Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Metin Emiroğlu,, Sanayi ve Ticaret Bakanı Rüştü Kazım Yücelen, Enerji ve Tabii Kaynaklar Bakanı Muzaffer Arıcı, Kültür Bakanı Gökhan Maraş, Turizm Bakanı Bülent Akarcalı.

İşte bu kişilerden oluşan kurul, gider ayak, yani seçimlerden 10 gün önce, 5 tane ayrıcalıklı isme "Banka Kurma İzni" veriyor.
Bu izni hangi kıstaslara göre veriyorlar diye soruyorsanız, öyle bir kıstas yok. Yani bankacılık sisteminin ehil ellere verilmesini gerektiren hiç bir ölçü dikkate alınmıyor.

Neticede, Hasan ve Mehmet Reşat Karamehmet'lerin Park Yatırım Bankası, Halis Toprak'ın Toprakbank, Mustafa Süzer'in Konut Endüstri ve Ticaret Bankası - Kentbank, İbrahim Betil'in Bank Ekspres ile Doğan Grubu'nun Alternatif Bank'ı bu izin ile kuruluyor.

Aynı tarihlerde, Profilo dahil 12 kuruluş hazineye "banka kurmak için" müracaat etmiş. Bunlar dikkate bile alınmıyor. Devletin hazinesine beş kuruş girmeden "banka kurma izni" verilenlerin ise böyle bir talebi yok. Ayrıca bu kişilere banka kurma izni verilmesi için bir gerekçe de mevcut değil.

Her ne kadar devletin hazinesine beş kuruş para girmedi diyorsak da, bunu, bu işte bir para trafiği olmadı şeklinde algılamamak lazım.

Mesut Yılmaz'ın isminin baş rolde olduğu ve meşru bir gerekçesi olmayan bir "izin" olayında para hareketinin olmadığını düşünmek, biraz safça olur.

1994-95 yıllarında, Tansu Çiller Hükümeti zamanında, batarak devlete intikal etmiş ve kapanmış "Denizbank" gibi bankaların isim hakkının, yani tekrardan bu isimle banka kurulma hakkının, açık ihale ile 60-70 milyon dolara satıldığını düşünürsek, Mesut Yılmaz tarafından verilen "banka kurma izninde" devletin ne kadar zarara sokulduğunu kolaylıkla hesaplayabiliriz.

Keyfi bir şekilde "Banka Kurma İzni" daha sonraki yıllarda da devam ediyor. 1997-99 arasında Mesut Yılmaz'ın başbakanlığı döneminde, bir yandan bankacılık sektöründeki bankaların zayıf sermaye yapıları nedeniyle yaşadıkları sorunlardan bahsedilirken öte yandan Nurol, GSD, Okan, Diler, Toprak ve Çalıkşirketlerine yeni "Banka Kurma İzinleri" veriliyor. Bu isimler arasında dürüst ve bu izni hakketmiş çok az müessese var. Çoğunluk, karşılıklı menfaat ve soygun düzenine dayalı. DSP-MHP-ANAP koalisyonu döneminde aynı düzen devam ediyor.

Soygun bununla kalsa iyi. Bir de üstüne batık bankalara kamu bankalarından yüksek miktarda krediler veriliyor.

Dahası da var. Hazine'nin yakın gözetiminde bulunmasına, mali bünyesi tehlike arz etmesine, yüksek faizle para toplayarak riski büyütmesine rağmen Egebank ve İnterbank başta olmak üzere bu bankalara ilave şube açma izni veriliyor.

Bütün bu faaliyetler sırasında Mesut Yılmaz bir kere suç üstü yakalanıyor. O da Türk Ticaret Bankası'nı mafyaya devrederken...

Kozmik büroda kaybolan Polis raporları, MİT'ten alınan "iyi hal" belgeleri, teyp bantları, Çakıcı beyanatları vs. Ve hükümet düşüyor. Buna rağmen, siyasi işbirlikçileri Yılmaz'ın bütün yolsuzluklarını mecliste aklıyorlar.

Yakın tarihlere gelelim.



DSP, MHP ve ANAP'ın kurduğu koalisyon hükümetinde ekonomiden sorumlu Devlet Bakanı Hikmet Uluğbay düzgün bir kimse.

1939 yılında Isparta'da dünyaya gelen Uluğbay, Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi'nden mezun olduktan sonra University of Southern California'da master yapmış. Maliye Bakanlığına bağlı olarak çalışan Uluğbay, Maliye ve Ekonomi Müşavirliği, OECD Nezdinde Daimi Temsilci Yardımcılığı, Washington Büyükelçiliği Ekonomi ve Ticaret Başmüşavirliği, Hazine Genel Müdürlüğü, Bilkent Üniversitesi Öğretim Üyeliği gibi görevlerde bulunmuş. 20. dönemde DSP'den Ankara milletvekili seçilerek Meclis'e girmiş ve 55.nci hükümette Milli Eğitim Bakanlığı, 56.ncı hükümette Başbakan yardımcılığı yapmış.

57.nci hükümette "Ekonomiden Sorumlu Devlet Bakanlığı" yapan Uluğbay, bu görevi sırasında, 6 Temmuz 1999 tarihinde intihar teşebbüsünde bulunuyor. Şans eseri ölümden dönen ve iyileşen Uluğbay, 21 Temmuz 1999'da, Devlet Bakanlığı'ndan istifa ediyor. Yerine DSP Milletvekili Recep Önal atanıyor.



Şimdi bu olayın nedenlerini irdeleyelim.

Uluğbay, intihar olayından 14 gün önce, 22.06.1999 tarihinde kendi imzasıyla İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına Egebank ile ilgili suç duyurusunda bulundu (Yazıyı okumak için resmin üstüne tıklayın).

Uluğbay imzalı bu yazıda, Bankalar Kanunu'nun 38, 41, 44, 52, 56 ve Türk Ceza Kanunu'nun 508 ve 510 maddelerine aykırı işlemlerde bulunan sorumlular hakkında Bankalar Kanunu'nun 87 maddesinin birinci fıkrasına istinaden yasal takibe geçilmesi ve haklarında en ağır cezanın uygulanması isteniyordu.

Bakan görevini yapmıştı. Hem de Demirel'e rağmen.

Demirel henüz Cumhurbaşkanı idi. Azerbaycan Cumhurbaşkanı Haydar Aliyev'e, "Banka sektöründe tecrübeli, muteber bir işadamı olarak dürüstlüğünden şüphe duymadığım Sayın Murat Demirel'den yakın ilgi ve desteğinizi esirgemeyeceğinizden eminim." şeklinde mektup yazacak kadar da yeğenini sahipleniyordu.

Demirel'e rağmen, Egebank'ın sahibi yeğen Murat Demirel için yasal işlem uygulanmasını isteyen namuslu yapıdaki Uluğbay'ın, diğer önemli bir banka soygununu, yani Etibank olayını görmemesi ve bir işlem yaptırmaya teşebbüs etmemesi mümkün müydü?

Söylentiler intihar olayından önce başlamıştı. O tarihlerde IMF heyeti Türkiye'de bulunuyor ve Uluğbay ve ekibi ile uzun süreli toplantılar yapıyordu.

Çıkan bazı söylentilerden sonra borsada ani bir düşüş olmuştu. Manipülasyon yapıldığı iddiaları vardı. 5 Temmuz 1999 günü ‘‘Türkiye'ye devalüasyon önerdiği belirtilen IMF belgesinin sızdığı’’ tartışması iyice alevlendi. ANAP Genel Başkanı Mesut Yılmaz, IMF belgesini borsacı kuzeni Mehmet Kutman'a sızdırmıştı. Bu gelişmeler yaşanırken borsada büyük bir gerileme oldu.

6 Temmuz 1999 günü, yani intihar olayının olduğu gün, Mesut Yılmaz, IMF belgesini kendisine Hazine'den sorumlu Devlet Bakanı Hikmet Uluğbay'ın verdiğini söyledi.

Yine malum isimler ortalarda dolaşıyordu.

Devlet Bakanı Hüsamettin Özkan'ın, intihar olayından önce Hikmet Uluğbay'la birlikte olduğu ortaya çıktı.

Uluğbay, iyi olduktan sonra yaptığı açıklamada intihar olayını, aşırı yorgunluğa ve strese bağladı.

O gün evine gelen Hüsamettin Özkan'ın, ayrılışını takip eden saatler içinde Uluğbay'ın intihara teşebbüs etmesi büyük bir tesadüf mü? Yoksa Özkan "nankör kedi" operasını bu görüşmede de seslendirdi mi? O gün 9 saat süren bir toplantıda beraber oldukları halde, evine gelen Hüsamettin Özkan'la oturup konuşan, hatta misafiri ile birlikte bir şeyler yiyip şarap içtiği belirtilen Uluğbay'ın, onun gidişinden hemen sonra birden bire bunalıma girmesi biraz garip geliyor.

Bizce olayın gerçeği, Başbakan Ecevit'in, "onurlu bir insanın girişimi" sözlerinde saklı. Yani tatsız intihar olayı bunalımdan ziyade bir onur meselesi görüntüsü veriyor.

Olay gecesi, olaydan ilk haberi olan Hüsamettin Özkan. Uluğbay'ın eşi, ilk önce onu arıyor. Özkan üzerindeki lacivert-beyaz çizgili eşofmanla Uluğbay'ın evine koşuyor. Hastahanede de yanında.

Neticede olay ve nedenleri bir takım sual işaretleri ile birlikte geride kalıyor. Günün birinde, bu konunun da aydınlığa çıkacağı ümidini taşıyoruz.

Şimdi herkesin sorduğu bazı suallere yer verelim:

-İnterbank'ın mali sıkıntı içinde olan Cavit Çağlar'a satılmasına neden müsaade edildi? Çağlar'a satılırken Bankalar Kanunu'na göre müdahale edilme durumunda olan bankanın, 500 milyon dolarlık yükle, sıfır liraya Çağlar'a verilmesine neden göz yumuldu. Bu satış operasyonunda dönemin Devlet bakanı Güneş Taner'in rolü ve sorumluluğu nedir?

-Keza, Bayraktar Grubu tarafından, Murat Demirel’e satışına müsaade edilen Egebank da, satış sırasında içi boşaltılmış bir banka değil miydi? Bu durum bilindiği halde satışa neden göz yumuldu?

-Egebank için Hikmet Uluğbay imzasıyla İstanbul Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusu 22 Haziran 1999'da yollandı. Bankaya ise 6 ay sonra, yani 22 Aralık 1999'da el konuldu. Bu kadar önemli bir soygun olayında müdahaleyi kim ve niçin geciktirdi?

-Etibank'ın Cavit Çağlar'a satıldığında Cavit Çağlar'ın diğer bankası Interbank zor durumda değil miydi? Bir bankası zor durumda olan Çağlar'a bir başka banka hangi gerekçelerle satıldı.

-Dönemin Hazine Müsteşarı Osman Tunaboylu, Çağlar'a ait Nergis Grubu'nun Etibank'ı satın almak için yaptığı başvuruya, ''hayır'' yanıtını vermiş miydi? Tunaboylu'nun reddettiği talebe, Devlet Bakanı müdahale ederek satışa "olur" verdi mi?

-Etibank'ın Cavit Çağlar'a satılmasının hemen akabinde o zamanki Başbakan Mesut Yılmaz, telefonla Cavit Çağları arayarak, Etibank'a Dinç Bilgin'i de ortak etmesini istedi mi?

-Etibank'ı kural dışı bir şekilde Cavit Çağlar-Dinç Bilgin ikilisine satan Özelleştirme Yüksek Kurulu üyeleri Başbakan Mesut Yılmaz, Başbakan Yardımcısı Bülent Ecevit, Maliye Bakanı Zekeriya Temizel, Sanayi ve Ticaret Bakanı Yalım Erez ve Hazine'den sorumlu Devlet Bakanı Güneş Taner miydi? Devletin bu yöneticileri satış kararını verirken, temsil ettikleri halka karşı bir sorumluluk duygusu, vicdani bir rahatsızlık duymadılar mı?

-Bütün bu soygunların, siyasi iradenin işbirliği olmadan gerçekleşmesi mümkün mü?

-Zamanın Hazine'den sorumlu Devlet Bakanı Güneş Taner, Sabah Grubunda, Mesut Yılmaz'ın yakın dostu Cavit Kavak Erol Aksoy'un İktisat Bankası yönetim kurulunda görev aldılar mı? Güneş Taner, Bankacılık konusu ile ilgili birçok kuruluşa gizlice müşavirlik hizmeti veriyor mu?

Onları dikkatle izliyoruz. Başbakan ve koalisyonun diğer liderleri "uyum içinde olduklarından" bahsediyorlar. Evet biz de bunun farkındayız, onlar kendi aralarında, menfaat ilişkilerine dayalı bir uyum birliği içindeler, hem de bir türlü uyum sağlayamadıkları çilekeş halka rağmen.

"Böyle bir kriz sırasında hükümeti bırakmak hıyanet olur" diyorlar. Kriz de, hıyanet de onların adı değil mi?

Güneş Taner "Krizi atlatmak için" formüller bulmuş. Pişkinliğin ve arsızlığın bu kadarını nasıl isimlendirsek bilmem ki?

Bakalım daha ne kadar devam edebilecekler...?

***