25 Mart 2017 Cumartesi

Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 1


Türkiye'nin Avrupa Serüveni, BÖLÜM 1 




ÖZGÜR ERDEM*
* Boğaziçi Üniversitesi Mühendislik Fakültesi öğrencisi


1- Mazlumların Yolu

Osmanlı İmparatorluğu döneminde Batı’ya dahil olmak için her türlü tavizi verme ve devletin geleceğini Batı’ya katılma üzerine kurma anlayışı, ülkeyi Sevr’de parçalanmaya kadar götürmüştü. Birinci Dünya Savaşı’nın ertesinde Müttefik Devletler’in Anadolu’yu işgalleri karşısında başlayan ulusal direniş, Atatürk’ün önderliğinde birleşerek 1922 yılında zafere ulaştı. 24 Temmuz 1923’te imzalanan Lozan Anlaşması’yla birlikte resmen tanınan yeni Türkiye devleti, Atatürk önderliğinde dış politikasında ve çağdaşlaşma anlayışında köklü değişikliklere gitti.

Türkiye, Bağımsızlık Savaşı sırasında Batı’ya karşı savaşırken sadece Afganistan, Hindistan gibi mazlum ülkelerden yardımlar alabilmişti. Bağımsızlık Savaşı’nın en büyük destekçisi ise, Türkiye’nin de savaştığı emperyalist devletlerle savaş halinde olan Sovyetler Birliği’ydi. Sovyetler Birliği, silah ve para yardımıyla Bağımsızlık Savaşı’nın başarıya ulaşmasına önemli ölçüde destek oldu.[1]

1923’te kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nin dış politikası oluşturulurken Osmanlı’nın yıkılmasından ve Bağımsızlık Savaşı’nda Batı’ya karşı savaşılmasından çıkarılan dersler göz ardı edilmedi. Atatürk döneminde Türkiye Cumhuriyeti’nin izlediği temel ilkeleri konumuz açısından üç ana maddede toplayabiliriz:

1- ‘Yurtta barış dünyada barış’ politikası

2- Mazlum millet politikası

3- Batı ülkelerinin güdümüne girmeden çağdaşlaşmak

‘Yurtta Barış Dünyada Barış’

Atatürk’ün ‘Yurtta barış dünyada barış’ özdeyişinde somutlaşan bu politika, sanıldığı gibi basit bir savaş karşıtlığı değildir. Türkiye’nin başarıyla izlediği barış politikasının temelinde, emperyalist ülkelerin güdümünde maceralara girmemek yatıyordu. Türkiye, Osmanlı tarihi boyunca, özellikle 1800’lü yıllardan sonra dış politikasını tamamen Batı’nın bir parçası olabilmek için Batı’nın güdümünde, Batı’nın çıkarları doğrultusunda bir takım savaşlara girmek üzerine kurmuştu. Osmanlı, sınırlarını ancak Batı’nın her istediğini yaparsa koruyabileceğine inanıyordu. Unutulan önemli bir gerçek vardı; Türkiye’nin sınırlarını değiştirmek için, daha doğrusu Anadolu topraklarını paylaşmak için en çok uğraş veren ülkeler yine Avrupa devletleriydi. Kısacası, ciğer adeta kediye emanet ediliyordu. Osmanlı Devleti bu politikanın sonuçlarını çok acı bir şekilde yaşadı. On binlerce evladını amaçsız savaşlarda yitirdi, ekonomik açıdan çöküntüye uğradı ve son olarak da Almanya çıkarları doğrultusunda girilen Birinci Dünya Savaşı’nda büyük bir yenilgi yaşandı.

‘Yurtta barış dünyada barış’ politikasını dönemin Başbakanı İsmet İnönü şu şekilde özetliyordu:

“ Türkiye’nin siyasi ve coğrafi durumu, dünyanın başlıca geçitlerinden birinin üzerinde, büyük devletlerin arasında ve siyasi akımları içinde bulunmak itibariyle özel bir değer ve önem taşımaktadır. Biz bunu çok iyi sezmekteyiz. Böyle bir durumda olan bir memleketin dış politikadaki ilk amacı herhangi bir fırtınanın memlekete temas etmesi ihtimaline karşı kendi varlığını ve kendi milli iradesini bizzat koruyabilecek kudrette olmasıdır. Türk milletinin maddeten ve bahusus ziyadesiyle manen mevcut olduğu sabit olan bu kudretinin mütamediyen muhafaza ve takviyesi bizim başlıca dikkat ettiğimiz noktadır. (...) Dış politikadaki bütün gayretimiz hiç kimsenin menfaatlerine karşı bir hareketi derpiş etmeyen, dürüst bir istikamette, kendi menfaatlerimizi temin etmeye yönelmiş bulunuyor. ”[2]

Türkiye, artık Batı’nın elinde oyuncak olarak maceralara girmek istemiyordu. Bu maceraların Türkiye’ye yarar getirmediği, tersine Türkiye’nin toprak bütünlüğüne zarar verdiği geçmiş tecrübelerde görülmüştü.

Tarihçi Lencowski de bu durumu tespit etmiştir:

“Türkiye, dev bir Rusya ile ortak sınıra sahip 16 milyonluk bir ülkeydi ve Akdeniz’e egemen olan büyük denizci devletlerin etkilerine de açıktı. Belki de Kemal’in ve onun izinde yürüyenlerin en büyük değeri bu sınırlamaları açıkça anlamaları ve buna uygun olarak ılımlı ve gerçekçi bir dış politika izlemeleridir.”[3]

Ancak, Türkiye’nin izlediği ‘ılımlı’ politika hiçbir şekilde ‘tavizkâr’ bir şekilde yürümedi. Türkiye hiçbir dış ilişkisinde kendi çıkarlarından taviz vermedi, tersine kendisine yönelik her türden tehdide karşın hiçbir emperyalist kışkırtmaya kapılmadan ‘barış’ politikasını sürdürdü. Osmanlı döneminde olduğu gibi bir emperyalist devletin tehdidine karşı bir diğerine sığınma politikasını terk etti.

Mazlum Millet Bilinci

Türkiye, kendisi gibi emperyalist devletlerin parçalama ve yok etme hedefinde yer alan ülkelerle didişmek yerine, onlarla iyi ilişki kurmaya çalıştı. Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra Ege Bölgesi’ni işgal etmeye kalkışan Yunanistan’la bile dostluk temelinde iyi ilişkiler kuruldu.

Artık Türkiye, müttefik aradığı zaman Batı’ya değil, Doğu’ya bakıyordu. Sovyetlerle kurulan sıkı ilişkiler bunun en güzel göstergesiydi. Sovyetler’in dünya kamuoyunda en yalnız olduğu dönemde dahi, ortak işbirliği kurmakta sakınca görülmedi. Bu işbirliği ve yakın ilişkinin tek nedeni, Sovyetler’in Bağımsızlık Savaşı’nda sağladıkları yardım değildi kuşkusuz. Türkiye Batı’yı hâlâ kendine yakın görmüyordu ve Batı’nın alternatifiyle ittifak yapma ihtiyacı hissediyordu. 1925 yılında Sovyetler’le Dostluk ve Tarafsızlık Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmanın imzalandığı tarih iki ülke açısından da önemlidir. Türkiye açısından önemi; Musul sorununun Milletler Cemiyeti’nde İngiltere lehine sonuçlanmasının ertesi günü imzalanmış olmasıdır. Türkiye bu anlaşmayla Batı’ya yalnız olmadığı mesajını vermektedir. Sovyetler açısından önemi ise, Lokarno Güvenlik Sistemi Anlaşması’nın hemen ertesinde imzalanmasıdır. Bu güvenlik sisteminin amacı, Tüm Batı Avrupa’yı Sovyetler’e karşı birleştirmekti.[4]

Kurulmakta olan Anti-Sovyet Cephe’de Türkiye’nin yer almaması Sovyetler açısından büyük önem taşımaktaydı. Bağımsızlık Savaşı sırasında kader birliği etmiş olan iki devlet, 1925 yılında da kaderlerini birleştiriyordu. Türkiye, bu anlaşmayla mazlum millet bilincini açık bir şekilde gösteriyor, Avrupa’nın yarattığı anti-komünist bloğa, kendi çıkarlarını temsil etmediği için girmiyordu. Türkiye’nin Sovyetler’le ilişkileri bu anlaşmayla sınırlı kalmadı. 1927 yılında imzalanan Ticaret Sözleşmesi’yle ekonomik ilişkiler de geliştirildi. 1931 yılından itibaren devletçiliğin ekonomik politika olarak belirlenmesi sonucunda Sovyetler ile ekonomik işbirliğine gidildi. Birinci Beş Yıllık Plan’ın hazırlanmasında Sovyet uzmanların büyük desteği oldu.[5]

Türkiye bu dönemde kurulmuş olan Milletler Cemiyeti’ne de Cemiyet’in İngiltere ve Fransa güdümünde olduğunu düşünerek girmedi. O dönemde Cemiyet dışında kalmak isteyen bir diğer devlet de Sovyetler’di. Türkiye bu Cemiyet’in kendi toprak bütünlüğünü koruyacağına inanmıyordu. Cemiyet’e katılmak yerine kendi komşularıyla çeşitli paktlar kurmaya ve anlaşmalar imzalamaya başladı. 1934’te Yunanistan, Romanya ve Yugoslavya ile Balkan Paktı, 1937’de ise Irak, İran ve Afganistan ile Sadabad Paktı kuruldu.[6] Bu iki pakt sayesinde Türkiye, etrafında bir barış çemberi oluşmuştu.

Atatürk döneminde izlenen mazlum millet politikasında, Türkiye, güvenliğini sağlamak için Batı’ya başvurmak yerine kendi komşularıyla pakt kurmayı tercih ediyordu. Üstelik bu paktların kuruluşunda diğer büyük devletlerin endişe ve müdahalelerine göğüs geriyordu. İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaştığının tüm dünyada hissedildiği bir dönemde Türkiye’nin dış politika seçeneğini ne İngiliz-Fransız kutbundan, ne de Alman-İtalyan kutbundan yana kullanmaması, tarafsız kalıp komşularıyla ayrı bir seçenek yaratmaya çalışması önemlidir.

Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne katılma süreci de pek çok dersle doludur. Birinci Dünya Savaşı’nda esas olarak savaşı kaybetmiş ülkelerin barış anlaşmalarının hükümlerine uymasını kontrol etmek amacıyla kurulan Milletler Cemiyeti 30’lara kadar İngiltere ile Fransa’nın dış politika çıkarları doğrultusunda faaliyet gösteren bir kurum olarak kaldı. Türkiye de Cemiyet’e katılmayı uygun görmemişti. 1932 yılına gelindiğinde, Cemiyet üye sayısının azlığı ve otoritesinin eksikliği nedeniyle büyük bir prestij kaybına uğramıştı. Cemiyet üyeleri Cemiyet’i daha işler hale getirmek için üye sayısını arttırma çabalarına girişti. Bu dönemde Türkiye üyeliğe çağrıldı. Üyelik için hiçbir önkoşul öne sürülmedi, tersine Türkiye’nin dünya barışı için ne kadar önemli olduğu ve ne kadar büyük bir medeniyeti temsil ettiği üzerine Türkiye’yi övücü görüşlere yer verildi.[7] Türkiye Cemiyet’e katılmayı kabul etti, Sovyetler’e danıştı ve üyeliğini kesinleştirdi. Türkiye’nin Cemiyet’e katılması Batı ittifakına yakınlaşma isteğiyle olmadı. Sovyetler’e danışması ve üye olduktan sonra Sovyetler’in de Cemiyet’e üye olmasını önermesi (Sovyetler, Cemiyet’e 1934’te üye oldu) Türkiye’nin Cemiyet’e Batı’ya dahil olmak için değil, Cemiyet’in Doğu’yu da kapsayacak şekilde genişlemesini sağlamak amacıyla olduğunu gösteriyor.

Türkiye Atatürk döneminde örnekleriyle de gördüğümüz gibi Batı’yla ilişkiler kurmak yerine gözünü Doğu’ya ve mazlum milletlere çevirdi. Bu politika, Türkiye’ye kısa ve uzun vadede çok şey kazandırdı. Türkiye’nin izlediği bu politika her şeyden önce ulusal onurun tekrar kazanılmasını sağladı. Cemiyet’e üye oluş süreci de bunun göstergesi. Türkiye, bağımsız ve onurlu dış politikasıyla İkinci Dünya Savaşı öncesindeki kutuplaşmada taraf olmak zorunda kalmadı. Türkiye’nin İkinci Dünya Savaşı’nın dışında kalabilmesi bu politikanın dolaylı bir sonucudur.

Batı’nın Güdümüne Girmeden  Çağdaşlaşmak

Türkiye, Bağımsızlık Savaşı’yla yalnızca bağımsızlığını kazanmadı. Atatürk önderliğinde gerçekleştirilen devrimlerle Ortaçağ’ın tüm kurumları yerle bir edildi ve çağdaş bir cumhuriyet oluşturuldu.

Atatürk devrimleri, III. Selim döneminden beri gerçekleştirilmek istenen reform ve devrimlerin başarıya ulaşmış halidir. Bu başarının temel nedeni, halka güven ve ulusal bağımsızlık ilkesiyle gerçekleştirilmiş olmasıdır. Yazı Devrimi’nden Medeni Kanun’un kabulüne kadar tüm devrimler, Atatürk öncesinde de gerçekleştirilmek istenen hareketlerdi. Devrimler’in hiçbiri ilk kez Atatürk tarafından düşünülmedi. Hatta Atatürk’ün yaptıklarının önemli bir kısmı, İttihat ve Terakki’nin de yapmak istedikleriydi. Ancak İttihat ve Terakki, değişiklikleri ilk önce İngiltere, daha sonra da Almanya’nın arkasına sığınarak gerçekleştirmek istediği için başarılı olamadı.[8] İttihatçılar ve onlardan önceki çağdaşlaşma taraftarları, çağdaşlaşmayı Türkiye halkının bir ihtiyacı olarak değil, Avrupalı olabilmenin baş şartı olarak gördükleri için başarılı olamadılar. Yaptıkları reform ve değişiklikler bu nedenle Avrupa’nın işine yarayacak şekilde oluştu ve halk desteğini alamadığı gibi halkı da değiştiremedi. Zaten halkı değiştirmek ya da halk desteğini almak gibi bir niyetleri de yoktu.

Atatürk ise halkın durumunu göz önüne alarak devrimleri halkı da işin içine katarak ve halkı da devrimcileştirerek gerçekleştirdi. Devrimlerin emperyalist ülkelerin müdahalesi veya zorlaması olmadan gerçekleşmesi devrimlerin başarılı olması için halkla bütünleşmesini zorunlu kılıyordu. Halkevleri gibi kurumlar bu nedenle kuruldu. Devrimler bu sayede halk içinde önemli ölçüde kök saldı. Çağdaşlaşma için hiçbir ülkeden yardım istenmedi, hiçbir ülkenin ya da uluslararası kuruluşun güdümüne girilmedi. Bu nedenle, dönemin pek çok Avrupa ülkesinde bile olmayan kadınların seçme ve seçilme hakkının tanınması gibi ilerlemeler sağlandı. Atatürk bu konuda şunu söylüyor:

“Bugün haklı olarak kıvanç duyabileceğimiz bütün başarıların sırrı yeni Türkiye Devleti’nin yapısındadır. Türkiye Devleti’nin, bu yeni devletin dayandığı temeller, nitelik yönünden, kendinden önceki tarihi kurumların temellerinden çok başkadır. Başka bir kelime ile ifade etmek gerekirse, diyebiliriz ki, yeni Türkiye Devleti bir halk devletidir, halkın devletidir.”[9]

Atatürk’ü çağımızın en büyük devrimcilerinden biri yapan, işte bu özelliğidir. Devrimler için ‘Batı’ya değil, halka güvenmesi. Anadolu’nun işgaline karşı direnirken Amerikan mandasına değil de sadece ve sadece Anadolu halkına güvendiği gibi.

2- Batı’ya Giden Yol

‘Sovyet Tehdidi’ Nedeniyle Atatürk’ün Dış Politikası Terk Ediliyor

İkinci Dünya Savaşı, tüm dünya tarihinde olduğu gibi Türkiye tarihinde de bir dönüm noktası oldu. Savaş’ın sona ermesinden sonra iki kutuplu bir dünya ortaya çıktı. Türkiye bu iki kutuptan birini tercih etmeliydi. Sovyetler Birliği’nin liderliğindeki kutupta yer almaktansa ABD önderliğindeki Batı kutbunu seçti. Böylece Bağımsızlık Savaşı’ndan beri iyi ilişkilerin sürdüğü Sovyetler Birliği’yle yollar ayrılmış, uzak durulan Batı’yla ilişki kurulmaya başlanmıştı. Tabii bunda ideolojik nedenler de rol oynadı. Türkiye’nin seçimi, Sovyetler Birliği’nden gelecek ‘komünist tehlikeye’ karşı kendini savunma içgüdüsüyle alınmış bir karardı.

Türkiye Batı ittifakında yer alabilmek için hem dış ilişkilerinde hem de ekonomi ve siyasetinde önemli değişikliklere gitti. Çok partili yaşama geçildi, dernekleşme ve sendikalaşma konularında önemli ilerlemeler sağlandı. Dış politikada da Batı’ya tamamen bağlanarak Atatürk döneminde izlenen çevre ülkelerle ittifak kurma ve bağımsızlığı savunma stratejisinden vazgeçildi.

Türkiye, Sovyetler’i bir tehdit olarak görse dahi, dış politikada tamamen Batı’ya bağlanmak zorunda değildi. Sovyetler, İkinci Dünya Savaşı’yla birlikte zaten Avrupa’da büyük bir güç elde etmişti. Artık amacı daha fazla yayılmak değil, etrafında bir güvenlik çemberi oluşturmaktı. Bu amaçla komşularıyla Savaş’tan sonra saldırmazlık anlaşmaları imzalayan Sovyetler, aynı teklifi Türkiye’ye de getirdi. Fakat Türkiye 1925’te imzalanmış ve 1939’a kadar sürekli yenilenmiş anlaşmayı yenilemek yerine Sovyet tehdidine karşı Batı’ya başvurmayı tercih etti.

Türkiye ABD İlişkilerinin Başlaması

ABD ile ilişkiler İkinci Dünya Savaşı’nın hemen ertesinde imzalanan 23 Şubat 1945 tarihli Ödünç verme ve Kiralama Anlaşması ve 27 Şubat 1946 tarihli 10 milyon dolarlık bir kredi anlaşmasıyla başladı.[10]

Türkiye, Batı kutbunda yer alırken, Sovyetler’le sınırdaş olmasının getirdiği stratejik özelliğini kullanarak büyük destek umuyordu. Bu desteği de 1947 yılında Truman Doktrini’yle birlikte aldı. ABD’nin bu doktrindeki amacı, Sovyet tehdidi altında gördüğü Yunanistan ve Türkiye’yi askeri ve ekonomik yardımlarla güçlendirmek ve kendine bağlamaktı.[11] Türkiye, bu anlaşmayı sevinçle karşıladı. Batı, sonunda Türkiye’nin değerini anlamış ve Türkiye’nin Batı yardımıyla kalkınacağı ortaya çıkmıştı. Dönemin Cumhurbaşkanı İsmet İnönü “Büyük Amerika Cumhuriyeti’nin memleketimiz ve milletimiz hakkında beslemekte olduğu yakın dostluk duygularının yeni bir örneğini teşkil eden bu sevinçli olayı her Türk candan alkışlıyor” mesajıyla yardıma teşekkür etti.[12]

ABD olası bir Sovyet savaşına karşı kendini güvenceye almak için Türkiye’yi çok önemli görüyordu. Bu nedenle de, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin silahlarını, teşkilatını, eğitimini değiştirerek Amerikanlaştırmaya çalıştı. Bunda da büyük ölçüde başarılı oldu. Hem yönetim, hem de ordu ABD isteklerine göre yeniden şekilleniyor, Türkiye adım adım ABD’nin bölgedeki üssü haline geliyordu.

Türkiye’nin Batı İttifakı’na dahil olması Batı’nın Sovyetler’e karşı kendini savunabilmesi için gerçekten de çok önemliydi. 1950 yılında ABD Genelkurmay Başkanı Bradley, ABD’nin toptan bir savaşı ancak Batı Avrupa için göze alacağını ‘Combat Forces Journal’ dergisinde bir yazısıyla açıklar. Türkiye, İran ve Irak bölgesel savaş alanlarıdır. ABD, bölgesel savaşlar için kaynaklarını harcamak niyetinde değildir.[13] Böylece ABD’nin dostluğu ortaya çıkıyordu. ABD olası bir savaşın Ortadoğu’da gerçekleşmesini, böylelikle Avrupa’nın zarar görmemesini istiyor, aynı zamanda Ortadoğu’daki savaşın kendisi için daha az masraflı olacağını hesaplıyordu. Ne de olsa Sovyet Tehdidi’ne karşı savaşacak olanlar Ortadoğu halkları olacaktı. Üstelik Türkiye’nin bölgesel savaş alanı olarak görülmesi, Türkiye’nin hâlâ bir Avrupa ülkesi olarak sayılmadığının itirafı oluyordu.

Avrupa Konseyi ve NATO’ya Giriş

Türkiye 1949’da kurulması planlanan Avrupa Konseyi’nin kurucuları arasında yer almak ister ama 5 Mayıs 1949’daki kurucular arasında Türkiye yoktur. ‘Müttefiklerimiz’ İngiltere ve Fransa Türkiye’yi dışarıda bırakmıştır. Bu durum ülkede büyük hayal kırıklığına yol açar. İktidar yayın organı Ulus, hayal kırıklığını şöyle belirtir:

“Memleketimize karşı bir ihmal ve küçük görme anlamına gelen bu unutkanlıktan duyduğumuz gücenikliği açıkça belirtmekten kendimizi alamıyoruz.”

Türkiye ve Yunanistan stratejik önemleri nedeniyle Konsey’e 5 ay sonra alınır ve bu karar büyük sevinç yaratır. Dışişleri Bakanı Sadak, bunu büyük bir olay olarak görür:

“Avrupa Konseyi’ne katılmamızın sonucu, Anadolu’nun Avrupa siyasal ve ekonomik birlik sınırları içine girmesi, bizim için başlı başına bir olaydır.”[14]

Ancak Türkiye’nin NATO’ya alınması bu kadar kolay olmaz. Mayıs 1950’de CHP Hükümeti NATO’ya girmek için ilk resmi başvuruyu yapar ancak İtalya dışında tüm ülkeler karşı çıkar. Demokrat Parti iktidarının da ilk işi NATO’ya tekrar başvurmak olur. Yanıt yine hayırdır. İşin ilginç yanı pek çok konuda birbirine rakip olan CHP ile DP’nin, en iyi anlaştıkları konunun NATO’ya üyelik olmasıdır.

ABD, Türkiye’nin NATO’ya girmesi konusunda kararsız olsa da Senatör Cain, “Kore Savaşı’na birlik gönderin, NATO’ya girersiniz” şeklinde buyurur.[15]

Türkiye, alelacele, Meclis’ten bir karar bile çıkarmaya gerek görmeden, bir tugayını Kore’ye gönderir. Kore’ye asker göndermek ulusal bir dava haline dönüştürülür. Türkiye aynen Kırım Savaşı’nda olduğu gibi, hiçbir çıkarının olmadığı bir savaşta Batı adına savaşmaya gitmektedir. Kore’deki Türk birliği, Amerikan birliklerinin geri çekilmesini örtmek için savaşa sürülür. Pek çok askerimizin öldüğü çarpışmaları Kore 8. Ordu Komutanı General Walker şu şekilde anlatıyor:

“Türk Tugayı yiğitlik simgesidir. Düşman çok üstün bir güçle karşımızda belirdiği ve onun önünden çekilmek zorunda kaldığımız zaman Türkleri savaşa soktum. Eğer elimin altında Türk birliği olmasaydı bugün bütün Amerikan birlikleri yok edilmiş bulunacaktı.”[16]

Kore Savaşı’ndan sonra Türkiye, NATO’ya sonunda üye olur. Türkiye yurt savunmasını tamamen NATO’ya devretmiştir. ABD’nin Sovyetler’e karşı Avrupa’da kullanmayı düşündüğü Jüpiter füzelerini yerleştirecek ülke bulamadığı dönemde Türkiye, füzelerin Anadolu’ya yerleştirilebileceğini bildirerek NATO’yu bile şaşırtmıştır.[17]

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

Ulusal Sorun mu? Etnik Sorun mu?




Ulusal Sorun mu? Etnik Sorun mu?




Gökçe Fırat


İmparatorluklara ne oldu?,

1500’lü yılların hemen başında, dünya haritası bugünkünden oldukça farklıydı. Dünyanın bir tarafı büyük imparatorluk toprakları ile, çok ufak bir bölümü ise yüzlerce prenslikle kaplanmıştı.
Enteresandır, bugün iki yüz ülkenin yeraldığı dünyada, o zamanlar, bunun ancak %20’si kadar devlet bulunuyordu.
Avrupa prensliklerinin hemen doğusunda, Rus imparatorluğu, Osmanlı imparatorluğu, Çin imparatorluğu, Hint İmparatorluğu, Safevi imparatorluğu; Afrika kıtasında iki büyük imparatorluk Mali ve Songay İmparatorlukları, Amerika kıtasında ise, Aztek ve İnka İmparatorlukları vardı.
Sadece Almanya, Fransa ve İtalya’nın bulunduğu coğrafyada 150 prenslik vardı, toplam prenslik sayısı 500’ü buluyordu. Bugün ise, Avrupa’daki, yüzlerce prenslik yerini 40 ülkeye bırakmış durumda.
Avrupa dışında kalan büyük imparatorlukların yerinde ise Asya’da 68, Afiraka’da 55, Amerika’da 45 devlet kurulmuş durumda.
Avrupa’da ülkeler AB çatısı altında birleşmeye devam ederken, dünyanın geri kalanında sürekli yeni devletler kuruluyor. Son yirmi yılda kurulan devlet sayısı 50!
Hali hazırda kendi ayrı devletini kurmak için mücadele yürüten onlarca ayrılıkçı hareket var. Bir yirmi yıl sonra, yeryüzündeki devlet sayısının 300’ü bulması bekleniyor!

Avrupa’da Birleşme, Geri Kalan Dünyada Bölünme,

Dünyamızın bu tablosunun, tek bir açıklaması olabilir, Avrupa merkezinde başlayan birleşme eğilimi, dünyanın geri kalanına parçalanma olarak yansımıştır.
Bunun doğal bir süreç olduğunu söyleyemeyiz. Çünkü Avrupa dışı dünyada bu kadar ülkenin ortaya çıkışı, ancak Avrupalılarla karşılaşmadan sonra ortaya meydana gelmiştir. Yeryüzündeki devletlerin yarısı ise sadece son yüzyılda kurulmuştur.
Burada ya Avrupalılarla karşılaşan Amerika, Asya ve Afrika halklarının, birden bire uluslaşma ve ayrı devletler kurma gereği duyduklarını iddia edeceğiz, ya da Avrupalıların bu ayrı devletletler kurmayı bizzat yarattığını.

Ulusal Sorunun Ortaya Çıkışı,

Burada, Avrupalılarla karşılaşmanın adını da ortaya koyalım: Sömürgeleşme. Dolayısıyla bugünkü devletlerin yapısı ve oluşumları ancak bu sömürgecilik olgusu ile birlikte analiz edilebilir.
Sömürgeciliğin ortaya çıkışı, Avrupa dışı uluslarda kendini savunmaya ve ulusal hareketlere yol açmıştır.
Milliyetçilik, iddia edildiği gibi Batı Avrupa’da değil, Batı Avrupalılarla karşılaşan, onların sömürgeci saldırısına maruz kalan ezilen dünyada ortaya çıkmıştır.
Milliyetçi tepkiyi ortaya çıkaran Avrupa sömürgeciliğidir, sömürgecilik ilerledikçe, milli kurtuluş hareketleri ortaya çıkar.
Bizim bugün milli sorun, ya da ulusal sorun dediğimiz şey tam da budur: Sömürgeciliğe karşı, ezilen ulusların bağımsızlık mücadelesi.
Bugün kavramlar oldukça karışmıştır. Kavramları kullananlar oldukça farklı yerlerden olaya bakmaktadırlar. O nedenle bu ulusal sorun kavramının ortaya çıkışı üzerinde özellikle durmak gerekir.
Klasik sol literatürde, ulusal sorun olarak bahsedilen, Avrupa içi bazı ulusların bağımsızlık sorunudur. Bunun en bilinen örneği İrlanda sorunudur. Marks, ulusal sorun olarak İrlandalıların İngiliz imparatorluğu tarafından boyunduruk altında tutulmasını koyar.
Aynı dönem aynı İngiltere’nin Osmanlı ve Hindistan’a karşı mücadelesi, oraları işgal etmesi ise, literatüre kapitalizmin gelişmesi, modernleşme terimleri ile girer.
Tarih ilerleyip, Batı Avrupa sömürgeciliği neredeyse tüm dünyayı paylaştığı zamansa, ortada yine bir ulusal sorun yoktur, sorunun adı, pazar paylaşımıdır, hammadde kaynaklarıdır.

Lenin ve Wilson,

1900’lü yıllarda ise, ulusal sorun yeniden gündeme gelir. Getirenlerden bir bölümü zamanın sosyalistleridir. Lenin, ulusal sorunu sömürge sorunu olarak ortaya koyar, sömürgeciliğe karşı da ulusal kurtuluş hareketlerini ve ulusların kendi kaderlerini tayin hakkını savunur.
Aynı dönemde, aynı sorunu ortaya koyan biri daha vardır: ABD Başkanı Wilson. Wilson’a göre de her ulusun kendi kaderini tayin hakkı vardır.
Ancak Wilson’un görüşlerinin iki temel nedeni vardır, birincisi Avrupa zaten dünyayı sömürgeleştirmiştir, dolayısıyla ulusların kaderini tayin hakkı, ABD emperyalizminin Avrupalı sömürgecilere karşı mücadele aracı olacaktır. İkincisi ise, ABD bu sloganla, çok uzak kaldığı ülkeler içinde, kendisine yandaş ‘ulusal’ topluluklar yaratacaktır.
Kısacası hem Avrupa sömürgeciliği engellenecek, hem de ezilen dünya böl-yönet politikası ile ABD’ye açılacaktır.

Yüzyılın Başında Türkiye Örneği,

Bu iki ayrı politikanın, iki ayrı bakış açısının sonuçları birbirinden taban tabana zıt olacaktır. Bunun en güzel örneği Türkiye’dir.

Yüzyılın başında Türkiye emperyalist ülkeler tarafından paylaşılırken, Lenin önderliğindeki Sovyetler, Türkiye’nin emperyalizme karşı kendi kaderini tayin hakkını desteklemiş ve Türk ulusal kurtuluş hareketine destek vermiştir.
Wilson’un ABD’si ise, Türkiye Cumhuriyeti içindeki, Ermeni, Kürt ve Rumların, Türkiye’ye karşı kendi kaderini tayin hakkını desteklemiş ve Türkiye’nin bölünmesini savunmuştur.
Görüldüğü gibi, ulusal meselede iki farklı bakış, bambaşka sonuçlara yol açmaktadır.
Eğer ulusu, ABD Başkanı Wilson gibi, ırka ve etnik kökene dayandırırsanız, ezilen bir ulusun bölünmesini savunursunuz.
Ulusu, aynı topraklar üzerinde yaşayan tüm halk olarak görürseniz, ezilen ulusun emperyalizme karşı birliğini savunursunuz.
Birisi birleştirici ulusçuluktur, diğeri ise ayrılıkçı bölücülük.
Bugün, Türkiye örneği yeniden ortaya serildiği, Sevr yeniden masaya konulduğu için, bu kavramları yeniden incelemenin ve ortaya koymanın büyük önemi var.

Milletin Tarihi,

Ulusçuluk, ulusal kurtuluşçuluk ya da milliyetçilik kavramını biraz daha açıklığa kavuşturalım.
Modern anlamda millet, içinde farklı ‘ırksal’, etnik, dilsel, dinsel kökenlerden halk topluluklarını barındıran, ama tüm bu farklılıkların yüzyıllar içinde, tek bir coğrafyada, birarada yaşayarak, bir medeniyet yaratarak eritildiği, tek bir bütün yaratıldığı halk topluluğuna verilen addır.
Milliyetçilik ise bu milletin, kendi kimliğini, benliğini, geçmişini savunması ve geleceğe yönelik varolma arzusudur.
Dolayısıyla millet ve milliyetçiliği açıklarken, tarih, kültür, medeniyet gibi kavramlar ön plandadır, ırk ve etnisite gibi kavramlar geridedir.
Dahası, millet ve milliyetçilik çok eskiden beri varolan kavramlar olmalarına karşın, ırk ve etnisite, dolayısıyla ırkçılık ve etnikçilik, ancak iki yüz-üç yüzyıllık kavramlardır.
O halde, şu sonuca çok rahatlıkla varabiliriz, insanlar ırk ve etnisite kavramları daha ortada yokken de kendilerini bir millete bağlı olarak tanımlıyorlardı.
Bunun en güzel örneklerinden biri Türk tarihidir. Bilindiği gibi Türk tarihinin yazılı kaynakları bir Türk milletinden, Türk dilinden, Türk kimliğinden bahseder ve bunun korunması çağrısı da yapar. Ama günümüzden 1000 yıl önceki bu kaynaklarda ne ırk ne de etnisite geçer.

Aynı şey mesela Türklerin çok yakın komşusu olan Çinliler için de geçerlidir. Türkler Çinlileri tanımlarken de, Çinliler Türkleri tanımlarken de, tarihe, geçmişe, soya gönderme yaparlar, ama burada da ırka ve etnisiteye gönderme yoktur.,,

Irk Kavramının Ortaya Çıkışı,

Irk kavramının literatüre girişi ise oldukça yakındır. Irkçılığın kurucusu Goibenau teorisini ortaya attığında yıl 1853’tür. Bu ana kadar, hiçbir ulus kendi ulusal kimliğini bir ırka dayandırmıyordu. Bu, bu tarihe kadar ulusların varolmadığı anlamına değil, ulusun öğesi ya da kökeni olarak ırkın olmadığına kanıttır.
Irk teorisinin ortaya atılmasının ikili bir amacı vardır. Birincisi Avrupalı halklar henüz milletleşememişlerdir. Ortak hiç bir yanları da yoktur. Bunları birarada tutmak için bir ırksal köken yaratılır.
Bu, tümüyle uydurmadır çünkü ırka kanıt olacak, ya da ırkları saflıkla ayırdedecek hiçbir ölçüt ortada yoktur. Irk, bu anlamda hayali bir yaratımdır. Avrupalının kimliği de işte bu hayale dayanır. Irk teorisi olmasa ne Batı ne de Batı ulusları olabilirdi.
Irk teorisi ile kendisini kurgulayan ve yaratan Batılı aynı teori ile Avrupa dışı ulusları ırksal olarak geri kategorisine sokmuştur. Böylece ırkçılık doğar; üstün Beyaz ırk, aşağı siyah ve sarı ırklar.
Ama, bugün çoğu insan ırkçılığa açıktan karşı olduğu halde ırkı kabul ederler. Halbuki yüzelli yıl önce ırklar tamelde üç taneydi bugün ise yirmi kadar ırk sayılmaktadır! Kaldı ki ırklar üzerine tüm incelemeler, ırkları birbirinden ayırt edebilecek bir nokta bulamamaktadır.
Dolayısıyla karşı çıkılması, daha doğrusu kabul edilmemesi gereken şey ırk kavramının kendisidir. Kimileri saf ırkın olmadığından safça bahsediyor. Oysa aslında saflık budur; çünkü ırk yoktur.

Soy ve Türk Soyu,

Soy ve soy bağı ise gerçek tarihsel kanıtlardır. İnsanlık, kendisini bir soyla tanımlar ve genellikle soylar da kendisini devam ettirir.
Ama bu soyların da, ne genetik, ne ırki, ne de başka tür otomatik bileşeni yoktur. Soy, milletin unsurundan biridir, Kültürün, geleneğin, değerlerin taşınmasını ifade eder.
Bu bakımdan bir Türk soyundan bahsetmek doğrudur ama bir Türk ırkından bahsetmek yanlıştır.
Bugün Türk soyu, hem Anadolu’daki Türkleri, hem de Orta Asyadaki çeşitli adlardaki ulusları birleştiren bir bağdır. Ama tüm bu halkları birleştiren bir ulusal bağ yoktur.
Bu nedenle yüzyılın başındaki ulusal kurtuluş hareketleri, hiçbir şekilde ırksal bir iddiada bulunmamışlardır.

Milliyetçilik ve Atatürk,

Örneğin Türk Ulusal Kurtuluş Mücadelesi, Türklerin emperyalizmden kurtuluşu için verilmiştir. Boyunduruk altında olan Türklerdir. Türkün düşmanları ise işgalci emperyalistlerdir.
Kurtuluş Savaşı’na Türkiye’de yaşayan tüm halk katılır, sadece Ermeni, Rum, Yahudi azınlık katılmaz. Bunun anlamı gayet açıktır, bu azınlıkların dışında bu coğrafyada yaşayan herkes Türktür.
Milliyetçiliğin ırkçılıkla hiç ilgisinin olmadığının kanıtını da yine kendi devrimimizde bulabiliriz.
Bilindiği gibi Atatürk Türk tarihine ve bu yöndeki araştırmalara büyük önem verirdi. Onun araştırmalarının Türk tarihinin ne kadar eski olduğunu, bunun yeryüzüne bir kaynak olduğunun araştırılmasını ortaya çıkartmak olduğunu biliyoruz.
Bunun yöntemi ise öncelikle kültürdür. Atatürk’ün tarih araştırması bir kültür araştırmasıdır.
Burada ırka hiçbir gönderme yoktur. Mesela Güneş Dil Teorisi gibi bir teori bile, Türk’ün yaratıcılığını, onun ırksal kökenine değil, diline dayandırır. Dil, ise bilindigi gibi kültürün en önemli taşıyıcı ögesidir.

Batı ırkçılığı Neden Buldu?

Görüldüğü gibi milliyetçilik, kültürle, dille, medeniyetle ilgilenir, oysa ırkçılık başka bir kanaldan araştırılmıştır.
Yeryüzündeki ırk araştırmalarının tümünün arkasında Batılılar vardır. Nedeni ise basittir, Wilson ilkeleri doğrultusunda, her bir ulustan birkaç ulus çıkartmak.
Böylece aynı tarihsel ulusun içinden, farklı ırksal kanıtlarla yeni uluslar yaratılmaya çalışılır.
Örneğin Türkiye’de Kürtlerin Türk milletinden olmadığın ilk kanıtı, Kürtlerin ırksal kökeninin farklı olduğu iddiasına dayanır.
Batılı araştırmacılar, Kürtlerin, Batı Avrupalı Aryan ırka mensup olduğunu, araştırmış, bulmuş ve yayınlamışlardır!
Ama aslında Aryan ırk diye birşey bile yoktur!
Fakat bu teoriye göre bir Kürt ayrılıkçı hareketi yaratılmıştır. Bunun hemen ardından da ayrı bir Kürt dili yaratılması projesine geçilmiştir.

Önce Enternasyonalizm,

Yirminci Yüzyılın başındaki ulusal kurtuluş hareketleri, emperyalizme büyük bir darbe indirmiştir. Gerçi güçlü imparatorluklar yıkılmış, ezilen dünya parçalanmıştır, dolayısıyla direnme gücü de düşmüştür. Ama buna rağmen emperyalist hakimiyet de yıkılmıştır.
Bu başarı kesinlikle milliyetçiliğin başarısıdır. Milliyetçi ideoloji, emperyalizme karşı milleti birleştirdiği için başarılı olabilmiştir.
Fakat başarının bu kaynağını sadece ezilen milletler değil emperyalistler de kolayca görmüştür. O halde bu milliyetçiliğin bir panzehirinin olması gerekmektedir.
Bu noktada birkaç adımlık bir plan yürürlüğe konulur.
Öncelikle Batı kapitalizminin yüz yıllık düşmanı Marksizm piyasaya sürülür. Sonuçta Marksizmin enternasyonal ideolojisi, ezilen dünyada milliyetçi iklimin ılımanlaştırılması için önemli bir işlev üstlenir.
O güne kadar koyu milliyetçi ulusal hareketler içinde birden enternasyonalist hareketler ortaya çıkıverir. Bu enternasyonalizm, ezilenlerin emperyalizme millet olarak direnme motivasyonunu kırar, milliyetçi devrimcileri ise ‘hümanizmi’ ile tecrit eder.
Sonuçta 1970’li yıllara gelindiğinde tüm dünya iki koldan milliyetçilikten arındırılır, bir yanda liberal kapitalizm diğer yandan Marksist enternasyonalizm milliyetçiliği siler.

Sonra Etnicilik,

Ama milliyetçiliğin silinmesi yeterli değildi. Sıra Wilson prensiplerinin daha ince bir şekilde uylgulanmasına gelmiştir.
Bu noktada Batı bilimi imdada yetişir. Filoloji, antropoloji, etnografya elele vererek tüm kavramları değiştirirler.
Yüzyıl öncesinin ırk teorilerinin yerini etnisite teorileri alır. Buna göre her milletin içirnde çeşitli etnik kökenler vardır. Bu etniler uyandırılırsa milletler otomatik olarak bölüneceklerdir.
Böyle de yapılır, tüm dünyada BM aracılığıyla etniler desteklenir ve ayaklandırılır.
Etniler dünyasında, milletler bölünürken, milliyetçiler ırkçılıkla suçlanılır ve etnilere özgürlük istenilir. Oysa teorinin kendisi ırkçıdır, etni iddiası milletin kabilesel moleküllerini canlandırır, oysa milliyetçilerin yaptığı bu kabilesel molekülleri birleştirmektir.
Birşeyi zorlarsanız onu bölmek kolaydır. Mesela belli bir ısı altında belli metaller dahi moleküllerine ayrılırlar. Hatta bazı ısıda maddeler hal değiştirirler!
Ama bu, moleküllerine ayrılan maddenin, bir bütün olmadığı, mozaik olduğu anlamına gelmez.
Bugün yaşadığımız dünyada olan şey de budur. Doğal madenler, emperyalist zor yoluyla moleküllerine parçalanmaktadır.
Bunun yolu ise ırkçılıktır, etnikçiliktir. Irkçı ve etnikçi hareketlere baktığımızda, bunların emperyalizmin yanında, ezilen uluslara düşman olduğunu görüyoruz.
Yani yüz yıl öncesinin ulusal kurtuluş mücadeleleri ile bugünün etnik ayrılıkçı hareketlerini birbirine karştırmamak gerekir.
Bir takım ‘hümanist’ argümanlarla, ezilen uluslar bu ayrılıkçılığa ses çıkartmamaya çağrılırlar. Sosyal demokrasinin işlevi bunu sağlamaktır. Bir diğer kanaldan, Marksist sol ise, atnik hareketi ulusal hareketmiş gibi sunarak kafaları karıştırır. Liberal kesim de, ‘demokrasi’ argümanı ile bu işi savunur.
Bu oyuna kanmayan tek kesim olan milliyetçi, milli kurtuluşçu güçler ise, statürkoculukla, totaliterlikle, faşistlikle suçlanır.
Oysa ulusal sorun sömürge sorunudur, antiemperyalisttir, etnik sorun ise emperyalizmin maşalığıdır.
O nedenle etnik sorun ulusal sorun değildir.
Ulusal kurtuluşa evet, etnik bölücülüğe hayır!


***

BATININ ETNİK TUZAGI



BATININ ETNİK TUZAGI..,

İLERİ' DEN,

Batı yükselişini ezilen dünyanın üzerine kurmuştur. Dolayısıyla Batının dünyaya, gelişme dönemi olarak sunmaya çalıştığı son 500 yıl, aslında dünya halkları açısından önemli bir gerilemeyi işaret etmektedir. Batı, bunu yaparken çok önemli bir dayanağı ırkçılık olmuştur. Irkçı Batı, kendisine benzemeyen ve yeryüzünün çoğunluğunu oluşturan halkları bir taraftan soykırıma uğratmış ve yok etmiştir. Diğer taraftan da, güçlü uygarlık ve devletleri, etnik parçalarına bölerek güçsüz düşürmüş, büyük medeniyetleri yerle bir, büyük milletleri tuzla buz etmiştir. Bu, Batının böl-yönet taktiğidir. Ama sadece ülkeler değildir bölünen, en başta milletlerdir.

Bu bakımdan ulusal sorun, bir yandan ezilen ulusların, emperyalizme karşı ulusal varlıklarını ayakta tutabilme mücadelesi iken, diğer taraftan emperyalizmin ulusal bütünlüğü etnik parçalara ayırma oyununa karşı da ulusal bütünlüğü koruma mücadelesidir. Bu ikili görev çok iyi anlaşılamamıştır. Ulusların bağımsızlık mücadelesi ile etnik kökenli talepler birbirine karışmıştır. Ve özellikle son 20 yıl, etnikçiliğin yükselişine sahne olmuştur. Etnikçi hareketler, dünyanın dörtbir yanında, arkalarına emperyalizmi alarak, ezilen uluslara karşı mücadele etmişlerdir.

Bu nedenle bugün etnik mücadele, emperyalizme karşı değil, emperyalizme karşı çıkan ezilen uluslara karşı verilmektedir. Etnikçilik, ezilen dünya için bölücülüktür. Bu bölücülüğün, ne hümanizm adına, ne ezilenler adına, ne de sol adına savunulabilir tarafı yıktur. Ama, emperyalist merkezler, çeşitli araçlarla, bu yönde güçlü bir kamuoyu yaratmışlardır. Bu nedenle etnikçiliğe karşı çıkmak, zorlu bir görev haline gelmiştir. Dergimizin bu sayısını, bu konuya ayırdık. Etnik bölücülüğü, çeşitli açılardan inceledik. En önemli örnek elbette Türkiye. Ama bunun ötesindeki örnekleri de inceledik. Emperyalizm tarafından etnik bölünme senaryosu uygulamaya konulmuş olan ülkemizde, bu sayımızın hem uyarıcı, hem de uyandırıcı olacağını düşünüyoruz.

http://www.turksolu.com.tr/ileri/20/index.htm

**


Ne olacak? ,



Ne olacak?

Yekta Güngör Özden
22.03.2004
ÖZGÜN YAZILAR,
Sayı:52

Sık sık karşılaşılan, yanıt vermekte güçlük duyulan bir soru bu “Ne olacak?”. Kimileri de “Oyumuzu hangi partiye vereceğiz?” diyor. Siyasal iktidarın şeriat düzeninden vazgeçmediğini, değişmediğini gösteren güçlü ve somut belirtiler ortada. İmam hatip okullarının sınırı ders programına karşın genel liselerle bir tutularak üniversite kapılarının onlara açılması için öngörülen ayrıcalık, AİMH’nin gerekçesi yazılmakta olan kararına, AB ülkelerinin sıkı tutumuna karşın üniversitelerde sıkmabaş uygulaması ve YÖK Yasası konusunda olduğu gibi Kamu Yönetimi Temel Yasası ile Yerel Yönetimler Yasası tasarıları için diretme, önlenemez boyutlara getirilen kadrolaşma seçim söylemleriyle kanıtlanan olumsuzluklardan başlıcalarıdır. Şakşakçı basının abarttığı, kıyıda köşede kalmış kimi ilerici yazarların da kendi yönlerinden haklı olarak eleştirdikleri “Fişleme” olayına ilişkin Genelkurmay Başkanlığı açıklaması doyurucu olsa da sömürü, sataşma bahanesi özelliği süreceğe benzemektedir. Günümüz Başbakanının seçim alanlarında “Beraber yürüdük biz bu yolları” derken cezalandırıldığı dizeleri anımsatan inadı Niğde’nin Ulukışla ilçesinde “İktidarla elele 84 yıllık karanlığa son” yazılı taşıtlarla yansıyan içdünyalarını bir kez daha ele vermiştir. Cumhuriyetin ilanından önceki Ulusal Kurtuluş Savaşı döneminden başlayıp günümüze kadar uzanan zamanı kapsayan yılları yadsıyanlar, karanlık olduğunu savlayanlar Osmanlı’nın son 150 yılının ne olduğunu, neler yitirdiğimizi, Mustafa Kemal ve arkadaşlarının gerçekleştirdiği tam bağımsızlık, Türk Devrimi ve yapı değişiklikleriyle neler kazandığımızı bilmeyen, anlamayan bağnazlar ve köktendinci bağımlılardır. Bunlar için bağımsızlığın, özgürlüğün, ulusal egemenliğin, çağdaşlaşmanın, devletin, cumhuriyetin, laikliğin, demokrasinin, ahlak ve adaletin önemi yoktur. İmamın itaat ilkeleridir. İmam isterse onur, namus, hiçbir şey düşünmeden buyruklarını yerine getirirler. Kişilikleri yoktur. Yetenekleri yoktur. Bilgileri yoktur. Karanlık, dikta görmediklerinden, köktendinci terörü uygun bulduklarından aydınlığın ayırdında değillerdir. Utanmaları da yoktur. Nankörlük, değerbilmezlik iliklerine işlemiştir. Atatürk’ün ve laikliğin sayesinde ezan dinleyip namaz kılmak olanağına kavuştuklarını unutmuşlardır. Dinsel yönden hiçbir zorunluluğu olmayan sıkmabaşın peşinden sürüklenmekte, karanlıktan medet ummakta, dinsel söylemlerle oy peşinde koşmaktadırlar. Asıl bunların tutumu dine zarar, dindarlara saygısızlıktır. Ne yazık ki muhalefet partilerinden biri de “Başörtüsünü çözmekten korktular. Bu bizim meselemiz olsun” diyerek gericilikle milliyetçiliği birleştirip oy istemektedirler. Sıkmabaşa hukuksal güvence isteyen AKP milletvekili de çıkmıştır. Önceleri neler istediğini, nasıl sızma yolları önerdiği bilinen Fettullah Gülen’in askerlerimiz dinsizmiş gibi “Dindar asker isteriz” demesi gibi.


   <   ZORUNLU AÇIKLAMA

Tutum ve davranışlarını uygun bulmadığım için ilişkimi kestiğim kimilerinin gerçekdışı anlatımlarını değişik çevrelerde yayarak karalama çabalarına karşı özet açıklamalarımı, yasal yanıt ve dava haklarımı saklı tutarak, aşağıda sıralıyorum:.

1.Kimseden beni çağırıp konuşturmalarını, radyo ve TV programları ile etkinliklere çıkarmalarını, yazı ve kitaplarımı yayımlamalarını, satmalarını istemedim. Yazılarımı isteyenlere gönderiyorum.

2.Kimseden ödünç almadım. Bedelini ödemediğim bir alımım yoktur. Veresiye yöntemi kullanmadım, krediye gerek duymadım. Ben ve iki çocuğum, ev, taşıt aracı ya da başka bir şey için kimseden parasal yardım almadık. Tersini söyleyenler onursuz ve yalancıdır. Para işlerini, parasal ilişkileri hiç sevmedim. Bizim adımıza kimse kimseye bir şey ödememiştir. Kimseye tek kuruşluk borcum-borcumuz yoktur.

3.Emekli olmadan önce kendi evimize taşındık. Lojmanda emekli olarak bir saniye bile oturmadım. Evimizde devletin toplu iğnesi bile yoktur.

4.Taşıt aracı tartışmaları benimle ilgili değil, koruma görevlileriyle ilgilidir. Bana, Başbakanlığın onayıyla verilen aracı bu onayı kaldırmadan ısrarla isteyip koruma görevlilerinin araçlarına karşılık tuttukları için son beş ayında hiç kullanmadan geri verdim. Görevlilere vermek istedikleri araç 20 yaşını geçtiği için alınmadı. Paramla sağladığım araç kullanılmaktadır. Yakıt ve onarımını da ben karşılıyorum.

5.Koruma görevlilerini geri çekmeleri için dilekçeyle başvurdum. Görevlilere güçlük çıkaran tutumdan kaçınmadılar ve başvuruma yanıt vermediler.

6.Hiçbir siyasal kuruluşa ve oluşumla ilgim yoktur. Bir üniversitede Anayasa Yargısı ve Türk Devrim Tarihi dersleri veriyorum. Hiçbir derneğin ve kurumun yönetiminde de değilim.

7.Eczacılık yapan bir kız yeğenimden başka yeğenim yoktur. Akrabalarım arasında ticaretle, örneğin sigortacılıkla uğraşan birisi de yoktur. Adımı kullanan, dostluğumu ve hemşehriliğimi yalanlarla süsleyip çıkar sağlayanlar olduğunda gerekli işlemleri yaparım.

8.Bu gazetede ya da başka bir organda kadrolu yazar ve çalışan değilim. Yalnız kendi yazımdan sorumluyum. 
  Yurtsever, Atatürkçü gençleri desteklemeyi görev saydığım için yazıyorum. Herhangi bir ücret almıyorum. Yaşadıkça yurttaşlık görevimin gereğini yerine getireceğim. 
  Baro kaydımı yenilemedim, avukatlık yapmıyorum. Şerefli ve namuslu insanlar yalan söylemezler, yalana olanak tanımaz ve destek olmazlar. 
  Benden duyulmadıkça, bana bağlanan sözlerden, benden sorulup öğrenilmedikçe, doğrulanmadıkça bana yüklenen eylemlerden sorumlu olmam. >

1921 Anayasası ile laik yaşama ilk adımını atan Türkiye’yi her alanda laikleştirmenin özgün günü olan 3 Mart (1924)’ta Öğretim Birliği Yasasını unutan Milli Eğitim Bakanı kendi takıntısını başkalarına yükleyerek konumuna yaraşırlığını tartışmaya açmıştır. Bir sendika başkanı eğitimde haremlik-selamlık uygulaması önermiş, yeni kürtçe kurslar terör örgütünü öven sloganlar atılarak açılmış, süslü medyanın büyük kesimi iktidarın hizmetine emrine girmiştir. Yazar Emin Çölaşan’ın “İzin(!)” notunun arkasındaki gerçek gerçek demokratları uyarmalıdır. Abdülhamit dönemini anımsatan, sıkıyönetim, 12 Eylül dönemlerinde bile rastlanması güç aykırılıklar, çirkinlikler yaşanmaktadır. İlerici bilinen-tanınan kimi yayın organları da değişik yöntemler uygulayarak ayrım yapmakta, iktidara yaranma çabalarına girmektedirler. Bilinen gerici, besleme, sözcü basın için ne söylenip yazılsa az gelir.

Günümüz iktidarı, dünkü iktidarın eseridir. Günümüz Başbakanı da anamuhalefet partisinin siyasete armağanıdır. Dokunulmazlık dosyaları dönem sonuna bırakılma, iktidar bildiğini okumayı sürdürmekte, AB ve ABD desteğinde yol almaktadır. Yasama organında sansür uygulayacak biçimde soru önergeleri geri çekilmekte, AB’ne girme hayaliyle yeni ödünler demeti, yeni Anayasa değişikliği hazırlığına yerleştirilmek istenmektedir. Kıbrıs’ta Denktaş’ın tümüyle çekilme olasılığını gündeme getiren dörtlü görüşmelere katılmama durumu bile iktidara yetmemektedir. Davos’ta Yunanistan’a bırakıldığı anlaşılan Kıbrıs için “Elden gelen yapıldı, başka çare yoktu, ancak bunu kurtarabildik” demenin ortamı oluşturulmaktadır. Daha da ötesi, Denktaş suçlanıp kusur ona yüklenerek rumlar sevindirilecektir. “Sus” uyarısı boşuna değildir.

Başbakanlık ve Milli Eğitim Müsteşarlarına TBMM Başbakanı’nın Danışmanı Kemal Öztürk eklenmiştir. Önceki yazıp söylediklerine direnen iki müsteşardan “O kitabı unuttum” diyerek ayrılan Öztürk’ün yazdıklarına göz atmakta yarar var. İktidarın ideolojisi, amacı, yöntemi, araçları bir bir ortaya dökülmekte, değişmenin olanaksızlığı, aldatma ve oyalamanın oyunları birbirine bağlanmaktadır. Böyle bir ortamda muhalefetteki partilerin dağınıklığı, ufuksuzluğu, ilkesizliği, tutum ve yöntem bozuklukları, boşlukları, birleşme ve dayanışma yetersizlikleri seçmenleri bıktırmış görünmektedir. Bencilliği, büyüklenmeyi, kişiselliği, slogan yarışını bırakmayı becerememişler, tembellikten, aymazlıktan, kazanmak için ilkelerinden ödün vermekten uzak kalamamışlardır. Türkiye Cumhuriyeti’nin değişik yönlerden, değişik nedenlerle karşıtlarıyla işbirliğini uygun bulanlar, umut olmaktan çıkmışlar, terör örgütü bayrakları, terörbaşını öven sloganlar arasında seçim söylevlerine sürdürmekte sakınca görmeyenler, terör eylemlerini kimi günleri ve olayları kullanarak büyük kentlere taşıyanların sesleriyle de kendilerine gelememişlerdir. Yerel seçimlerin özellikleri, adayların kişisel durumları, iktidar partisiyle ilişkilerinin ağırlığı, akçalı durumu güçlü olanların açılımları ve çalışmalarındaki genişleme sonuçları etkileyen kimi nedenlerdir. Partilerden çok adaylar öne çıkmaktadır. Ama kimi yerlerde de partisinin başka partilerle kurduğu ilişki yüzünden adaylar oy yitirebilmektedir. Bu seçimlerde bu etken büyük ölçüde geçerli olacaktır. Oyları bilinçle kullanmak, oy vermekten kaçınmamak demokrasiye katkının gereğidir. Verilmeyen, kullanılmayan oylar, istenmeyen partiye ve adaya kazandırılmış sayılır. Siyasal iktidar Anayasa, Siyasal Partiler Yasası ve seçim yasaları değişiklikleriyle demokrasiyi gölgeleyen, sözde bırakan çarpıklıkları gidereceği yerde, AB ve ABD yönlendirmesinde ödünler vermeyi yeğlemektedir. Seçimler sonrasında inatçı ve kindar iktidarın dili uzayacak, olumsuzlukları dayatma gücü artacak, yasama organını etkilememesine karşın “ Oylarımızı Arttırdık ” böbürlenmesiyle şimdikinden daha kötü durumlara kayacaktır. Seçimlerde yansıması beklenen sağduyu, iktidar zorlamaları, tehditleri ve sözverileriyle tehlikededir. Seçmenin sağgörüyle davranması güçtür. Sınırlamalar, kısıtlamalar, yoksunluklar, çelişkiler, aykırılıklar, olumsuzluklar, kötülükler artacaktır. “Görünen köy kılavuz istemez” sözündeki gerçek önümüzdedir. Başbayiliğinden söz edilen Başbakanın konuşmaları, Devrim Yasalarını, yargı kararlarını göz ardı etme alışkanlıkları, ileri boyutlara varabilecektir. Kuyruk olmayı içine sindiren kimi yazarların amaçlı yorum ve değerlendirmeleri, yıpratma çabaları iktidarı azdıracak, ne olursa olsun iniş ve çöküşleri de bu ölçüde hızlanıp ağır bir düşüşe dönüşecektir. Cübbeli, sarıklı, sakallı muhtar adayları, sıkmabaşlı afişler, üstü kapalı söylemler bu gidişin perdeleridir.

Sıkmabaşın özgürlük sorunu olduğunda direnen sömürücülerle sözcülerinin gülünecek yanılgıları belirgindir. Zincirin özgürlüğü savunulabilir mi? Ayrımcılık simgesi olduğu açıkken Oostlander’in laikliği suçlaması Tayyip yandaşlığı ve destekçiliğine bağlanabilir. Avusturya’da Haider’e karşı çıkanların AKP suskunluğu ibretliktir. Neredeyse AB üyesi krallıkları unuttukları gibi Türkiye’de cumhuriyete karşı çıkacaklar. Türkiye için Türk ulusunun sakıncalı olduğunu söyleyecekler. Dünyada müslüman çoğunluğun yaşadığı ülkelerin hangisinde Türkiye’dekinden daha iyi yaşanan din var? Hangisinde daha çok özgürlük, demokrasi, insan hakları, hukuk, mutluluk Türkiye’dekinden daha fazla? Laikliğin, laik cumhuriyetin Türk toplumunu, Türkiye insanlarının nereden nereye getirdiğini bilmiyorlar mı? Öğrenmedilerse bu görevlerde nasıl bulunuyorlar? Türkiye’de laiklik olmasaydı, Anayasa’da yazılmasaydı neler olurdu, düşünebiliyorlar mı? Tarih bilmeyen, hiçbir şey bilmez, kendini de bilmez.

Çelişkiler-Çirkinlikler

Hindistan müslümanlarının yardımından artan parayı nasıl kullandığı, ulusu için yeniliklere nasıl örnek olduğu, neler kazandırdığı, varlıklarını ulusa nasıl armağan ettiği bilinen Atatürk’ü Abdülhamit’le, Recep Tayyip’le karşılaştırıp şimdiki başbakanın ticaret ilişkisini olağan göstermeye çalışanlar çıktı. İşsizlikle, üniversitelerin vereceği bursların engellenmesiyle, haksızlıklarla yolsuzluklarla ilgilenmeyen ısmarlamacı kalemlerin yavşaklık ve yalakalıkları tiksindiricidir. Utanma duygularını da yitirmiş görünmektedirler. Dokunulup değinilecek nice konu sahipsizdir. Enflasyon uyutmalarını doğrulamayan yaşam güçlükleri intiharlara, değişik suç olaylarına neden olurken, işçiler çıkarılır, işyerleri kapatılırken, yağma nitelikli özelleştirmeler sürdürülürken, kayırmalar ve ayrıcalıklar sırıtırken televizyon ve gazete kuşları iktidar şakşakçılığının en çirkin örneklerini vermektedirler. Onlar için herşey geçerli ve uygundur, Atatürkçü olmak, tam bağımsızlığı, özgürlüğü, ulusal egemenliği, insanlığı, hukuku, demokrasiyi, eşitliği, onuru, ahlakı ve adaleti savunmak, gençlere yardımcı olmak suçtur.

AB’ne sunulan raporda, Türkiye’de laikliğin ayrımcılık yaptığı, iyi uygulanmadığı eleştirisi, işkence savları onları asla ilgilendirmez. Irak’ta zar-zor imzalanan Geçici Anayasa’nın Türkmenleri dışlaması, ABD’nin PKK/Kongra-Gel’e ilişkin yandaşlık tüten ikilemleri onların umrunda değildir. Kıbrıs’ta Papadopulos’un herşeyi reddetmesinin onlara göre önemi yoktur. ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi yeni ilgi odaklarıdır. Köktendinci yazarların dönüşlerindeki çelişki, öncesinin doğrultusunun bugüne uyarlanması üzerinde durulacak değer taşımamakta, Dünya Kadınlar Günü’nün sıkmabaşlılar korosunun ilahiler okuyarak kutlaması uyarıcı olmamaktadır.

Solculuğu sözde kalmış çelişkili ve güvenilmez kimilerinin “Solu birleştireceği” savsözü güçleri ve tutumlarıyla karşılaştırılınca gülünüp geçilmektedir. Bu arada köktendinci, gerici, tutucu, çıkarcıların dayanışması karşısında ilericilerin dağınıklığı, birbirlerine karşıtlığı, anlamsız ve sakıncalı özseverlikleri, tembellik ve hukuk tanımazlıkları tartışılmaktadır. Bu konuda kişilerden kaynaklanan sorunlar aşılmadıkça sağlıklı birliktelikler oluşamaz, sürüp giden dağınıklık ve bozuklukları yansıtan karşıtlıklar çözülmelerle yıkımlar getirir. Gericilerin düşünsel hiçbir gücü yokken onların değirmenine suyu taşıyan sözde ilericiler, sözde aydınlar, sözde Atatürkçülerdir. Demokratik kitle örgütlerinde şöyle ya da böyle biryerlere gelenlerin kimileri kendilerini dev aynasında görerek koltuğa yapışmakta, hiçbir yararı geçmemesine karşın kendi tutarsız anlatımlarıyla olmadık başarıları sıralayıp övünmekte, etiketi kullanarak dolaşmak, kendini kanıtlamak amacıyla yerini kimseye vermemek, yıllarca oturmak üzere her yola başvurabilmekte, üstelik bu gerici çabayı “demokratik” olarak niteleyebilmektedir.

Eğitim, Bilgi ve Ahlak

Birilerinin kaypaklığı, yüzsüzlüğü, kulisçiliği, klikçiliği, oyunları, yalanı, dedikoduları, ahlaksızlığı bir süre insanı bir yere taşıyabilir, iktidar yapabilir ama itibarlı yapamaz. Katıksız Atatürkçüler dışlanıp karışık adamlar öne çıkarılabilir. Yıllarca İsmet İnönü de oy alamadı. Alanlar ondan iyi mi idi? Tıpkı şimdi 84 yılı karanlık sayanlar gibi Atatürk’ün 15 altın yılının da içinde bulunduğu 27 yılı oy için karalayanlar olmadı mı? Sonu ne oldu? Hiç. Başbakan CHP’nin kökünü kötülerken kendi kökünün ne olduğunu söylüyor mu? Nereden ve nasıl geldiğini bilmeyen var mı? Kim olduğu unutuluyor mu? Köksüz de denilebilir, ne kökünden geldiği de söylenebilir ama niteliği ve düzeyi düşürmemek için bu tür tartışmalara, sataşmalara girişilmez.

Bir zamanlar “Hem laik hem müslüman olunmaz” diyen bunlar değil miydi? Şimdi laiklikten yana sözler etmeye çalışarak arayı kapatmak istiyorlar. Ama asla içtenlikli değiller. Laikliği savunan insanlara karşı tutumları, Eve Dönüş Yasası’yla bağışladıkları köktendinci ve etnik ayrımcı teröristlerinkinin tümüyle tersi. Teröristlere olanaklar, yardım ve katkılar, destekler; laikliği ve Atatürkçülüğü savunanları hedef gösterme çelişkileri. Gerçekçi olsalar, görünümleri gerçek olsa özür dileyip düşmanlık sayılacak tutumları bırakmaları gerekir.

Seçimler “Nabza göre şerbet” sakatlığını geçerli gösterme süreci oluyor. Demokrasi şöleni yapılması gereken ortamlar demokrasi çöplüğüne dönüyor. Uzun yıllar unutulan seçmenler beş yılda bir seçim nedeniyle anımsanıyor ama demokrasiyi yozlaştıran, oyları “Namus ve onur” sayma bilincinden uzaklaştıran yöntemler kullanılıyor. Sonuçta spor takımı tutar gibi hatır için parti tutulup o veriliyor. Bölgecilik, etnik dayanışma, partizanlık, tarikat, aşiret, ticaret ilişkisi, çıkar etkili olabiliyor. Sonuçta da olanlar demokrasiye, ulusa, ülkeye, bizlere, hepimize oluyor. Seçim bir sınav ve olanaktır. Demokrasinin en belirgin göstergesidir. Ona yaraşır olmak çabası gerçek yurttaşlığın ölçütüdür. Kimi parti sorumlularının köktendincilere, kimilerinin kürtçülük yapanlara, kimilerinin de mezhepçilik koşturanlara hoşgörünme çabalı gereksiz sözleri demokrasinin kötüye kullanılmasının örnekleridir. Bunlar kimseye yarar sağlamaz., kötülükler büyür o kadar. Demokratik kitle örgütleri de bağımsızlık ve yansızlıklarına gereken özeni göstermez, kimi kuvvetlerde söz ederek bir şey kazandırdığını anlatır, yönlendirmeye, etkilenmeye elverişli duruma düşerse bağımlı olur, güdümlü olur. İstenileni yapmak ya da yapmamak zorunda kalır. İlkeli, tutarlı olmak, gereksinimlerini kendisi karşılamak ekonomik gücüyle işlev özgünlüğüne uygun davranışları sürdürmek çekiciliği korumaktır. Kimi olaylara, oluşumlara, kimi yazarlara ve yazılanlara baktıkça umudu taşımak ve korumak güçleşiyor. Milli Görüşçülerin Milli Çözüm dergisinde yazılanlar günümüz iktidarının doğrultusunu açıklamaktadır. Başlangıçta ulusal çözülmeyi erek edinenler, şimdi karşıtlıkları nedeniyle yapılarını yeniliyorlar. Kimileri de bilinenleri antiemperyalist göstererek yeni ilişkilerle sahneye çıkıyorlar. Ümmetçilerin antiemperyalist olduğunu savunmak yanılgıdır. Bir ya da birkaç devlete belli nedenlerle karşı olmak geçici bir tavırdır. Antiemperyalist kişi, ilkede tüm sömürü, uluslararası tekelcilik, yayılmacılık ve dayatmacılığa, kapitalizmin oyunlarıyla oyuncularına karşıdır. Çizgi ve doğrultu değişikliği, yön ve yol düzenleme nitelikli açılımlar ilkelerden ödün kuşkusu yaratmaktadır.

Doğrulanan kuşkular Türkiye’mizin içine çekilmek istendiği karanlığın belirtilerle artmaktadır. TRT’deki görevden almalar ve atamalar, Çanakkale Belgeseli’ni “Ajans 1400” adına hazırlayan kimsenin yenilmez kahraman Mustafa Kemal’e yer vermemesi anlayışından vazgeçmediğini kanıtlamaktadır. Kadınlarımızı ikinci sınıf yurttaş sayan gerici anlayış ne yazık ki sürmektedir. Yıllar önce Türk Kadınlar Birliği avukatı olarak Danıştay 5. Daire’de 2’ye karşı 3 oyla “Kadınların kaymakam olamayacağına” ilişkin kararı aldığım zaman duyduğum üzüntüyü yeniden yaşıyorum. Kadın eli sıkınca abdesti bozulan, insanlığını unutan, başka şeyler düşünen insanın dindarlığına inanılır mı? Müslümanlığı bu kadar zayıf ve değişken göstermek doğru mu? Program değişiklikleri, dinsel içerikli yayınlar Türkiye genelinde amaçlı gidişin somutlaşmasıdır. Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu, Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın amacı, sonuçları, insan hakları, demokrasi, laiklik, hukuk devleti, Söylev, Anayasa konusunda bilinç dokuyan izlenceler belli günlere ve saatlere sıkıştırılarak geçiştiriliyor.

Karamanlis’in Karamanlı olduğu söylemleri vurgulanırken Papadopulos’un Akritas Kıyım Planı yapımcılarından olduğu gözardı edilmektedir. Karmakarışık, dolaşık gidiş kimilerinin işine gelmektedir. İstanbul’daki terör olaylarından sonra Madrid’deki olay da köktendincilerin herşeyi göze alabilecekleri konusunda yeterli sayılmamıştır. Gerici basın hızla, Silahlı Kuvvetlere, yargıya saldırılarını sürdürmektedir. Olaylar, yıllarca koşullandırmanın, kışkırtmanın, dolaylı ve açık eğitimin sonucudur. Suça özendirenler konusunda ciddi hiçbir işlem, güven verici hiçbir yaklaşımın tanığı değiliz. İlerici geçinip asılsız suçlamalarda bulananlar yargı kararıyla sorumlu bulunduklarında özür dilemeyi bilmeyecek ölçüde katılık içindeler. Hakların özgürlüklerin inançların en sağlıklı güvencesi laikliği savunurken bize “Jakoben, 1930’larda kalmış baskıcılar, laikçiler, laikperestler” diye saldıranlar İspanya olaylarıyla acaba uyanmışlar mıdır? Vicdanlarının sesine kulak vermişler midir? Kendilerine yakınlarına yönelik bir saldırı olsaydı ne yaparlardı? Bu soruları akıllarıyla yanıtlamayanlardan hiçbir şey beklenemez.

50 yılı aşan demokrasi deneyimimiz umduklarımızı, özlediklerimizi getirmedi. Rusya Stalin’den, Almanya Hitler’den, Fransa Peten’den, Portekiz Salazar’dan, İspanya Franko’dan, İtalya Mussolini’den, Yugoslavya Tito’dan, Romanya Çavuşesku’dan, daha başkaları kendi diktatörlerinden kurtuldu, AB’ye katılıyorlar. 1930’ların en iyi cumhuriyetlerinin başında gelen Türkiye bekletiliyor, oyalanıyor. Demokrasiyle diktatörlükler, laikliğiyle dinci rejimler için kötü örnek olan Türkiye’yi AB yetkilileri bir türlü benimseyemiyor. İçimizdeki yalvar-yakarcıların, verkurtulcuların ödüncü yaklaşımları değerimiz konusunda kuşku yarattı. Eşitliği, hukuku ve onuru düşünmeyip kendilerini düşünenler sorumludur.

Çok kimse işin kolayına kaçıyor. Açıkça, doğrudan tavır koyamayanlar, çekinenler, kaçınanlar başkalarını kullanarak dolaylı yollarla etkili olmaya ya da kimi olumsuzlukları böylece önlemeye çalışıyor. Seslerini böylece duyurmayı uygun buluyorlar. Görevlerinin gereğini, beklenenleri yapamayanlar başkalarını öne çıkararak “Biz de varız, işte böyle yaptırırız” türü yolları deniyorlar. Minder dışı, kaçak güreş. Başkalarının üzerinde ya da başkalarını konuşturmak kurnazlığı işe yaramaz. Diyeceğini başkasının eline tutuşturmakla, başkasının yazdığını okumak birdir, marifet değildir. Yürekli olmak gerekir. Sakıncalı ise kalkışma, değilse kendin yaz, kendin oku. Halka doğruları anlatarak benimsetmeyi beceremeyenler nerede olurlarsa olsunlar başarılı olamazlar.

Yerel seçimlere rahatsız eden gürültüler, kimi Bakanların seçmenleri tehdidi, kimi belediyelerin tapu, kiminin de su parası borçlarını silmesi gibi seçim rüşvetleriyle giriliyor. Adayların çokluğu “Ne var bu işte?” dedirtecek ölçüde. Ama kimsenin Kıbrıs’a ilgili dörtlü zirveye katılmayacağını açıklayan Denktaş’ın neleri vurgulamak istediğine ilişkin sorunu yok. Tayyip Erdoğan’ın “Önemsenecek konu değil” sözleriyle küçümsenip dudak bükülecek bir olay değil. Kıbrıs’ı, sorunlarını, tarihiyle ve özellikleriyle Denktaş’tan daha iyi bildiklerini, daha çok sevdiklerini asla ileri süremeyecek kimilerinin Denktaş’ı suçlayıp dışlama çabaları bağışlanacak bir aymazlık değil.

Sevenler herşeyi düşünerek oy vermeli, Kıbrıs’ı da asla gözardı etmemeli. Yalnız bu mu? Yine Recep Tayyip’in koşullandırma eğitimi girişiminin bozulmasına katlanamayıp “... top bir döner, iki döner, üçüncüde gol olur” sözleriyle Milli Eğitim Bakanlığı’nın Ders Kitapları Yönetmeliği’nde yaptığı değişiklik birlikte değerlendirilmelidir. Okullara tarikat ürünlerinin girmesine kolaylık sağlayacak yeni düzenleme laik cumhuriyet yönünden sakıncalara açıktır. Tanımı yapılmamış “Toplumun ortak değerleri” bugüne değin olduğu gibi Türk-İslam Sentezi doğrultusunda “milliyetçi-muhafazakar” ve “milli-manevi değerler” söylemleriyle gelişen gericiliği anımsatmaktadır. Hıristiyan dininden olduğu için spor merkezinden çıkarılıp giriş kartı geçersiz sayılan bayanın da durumu gözetilirse değişmenin, laikliği anlamanın, modern ve demokrat olmanın gerçekleri yansıtmadığında duraksanamaz. İnanç sömürüsü yaptıklarını açıklayarak geçmişindeki kara bölümü aklatmaya çalışan Recep Tayyip’in sözlerine inanıp güvenmenin güçlüğü ortadadır. YÖK’le uzlaşmanın diretmelerle olanaksız kalması da gerçek amaçlarının oyalama ve aldatmalarla gizlenip ertelenerek yürürlükte tutulduğunu göstermektedir.

Pakistan Cumhurbaşkanı’nın, Suriye Cumhurbaşkanı’nın eşlerinden sora ikinci kez Türkiye’ye gelen Ürdün Kralının eşi de çağdaş görünümüyle anlamlı bir örnek oluşturuyordu. Kral’ın tutucuların kutsal kitaplara aykırı düşen tutumlarına ilişkin sözleriyle birlikte değerlendirilince Kraliçenin açık başının bizdeki inatçıları utandırması, hiç olmazsa düşündürmesi gerekir. Seçmenlerimiz inanç sömürüsü yaparak yönetimi ele geçirenlerin inatlarıyla nerelere gidebileceğimizi kestirmeye çalışmalı oylarının değerini bilmelidir. İş işten geçince yakınmanın yararı olsaydı “Son pişmanlık fayda etmez” sözü kullanılmazdı.

İktidar birşeyleri çok kötü yaptı. Muhalefet anımsanacak olumlu bir şey yapamadı. Kötülüklerden neyi düzeltti, neyi geri çevirdi, neyi önledi, neyi seslendirdi, hangi birlikteliği sağladı? Kimleri uyardı? Kimlere yardımcı oldu? Kimlerle ilgilendi? Anamuvafakat partisi görünümünden kurtulamayıp seçim atışmalarıyla ilgi toplanamaz. Seçim kazanmak için her yolu, her yöntemi geçerli sayan çağdışı anlayış tüm hızıyla hiçbirşeye aldırmadan sürüyor. İktidar ve muhalefet hiç fark etmiyor. Seçmen bıkkın ve şaşkın. Yeni çalışma yerlerinin açılışında konuk olarak bulunan önceki genel başkanlarını övgüyle kutlayacak yerde katkısına karşı çıkacak yönde hırçınlaşan partizanlar, militanlar duyuluyor. Kuruluşlarına bağlılıkları rozetle sınırlı olan sözde üyelerin varlığı en zararlı yığınaktır. Gençliğe, yenilenmeye, atılımlara, devingenliğe kapılarını kapamış bir yapı er-geç yıkılır. Yapılanları yadsımak değil, üstüne birşeyler eklemek başarıdır. Gelecekte düzenlenecek çizelge kimlerin ne olup olmadığını belgeler.

Ulusal dayanışma, toplumsal barışla sağlanır. Ulusal birliği yıkmak isteyenlere karşı kendi içinde birlik sağlayarak ilk yanıtı veremeyenlerin, karalama ve kavga yanlılarıyla birlikteliği kendi çıkarları için sürdürenlerin, yurttaşlık görevlerini ve tüzüksel yükümlülüklerini yerine getirmeyenlerin göstermelik toplantıları, kimseyi kandıramaz ve birşeye yaramaz. Siyasal güç sağlamadıkça, böyle bir oluşumu amaçlamadıkça hiçbir etkisi olamaz. Zaman yitirilir, o kadar.

Çanakkale savaşlarını anımsamak, Atatürk’ün “Topraklarımızda yatanlar bizim evladımız olmuşlardır” sözündeki yüceliği, insanlık anlamını kavramak günümüz için büyük derstir.

Ülkemizin, yurdu kurtarıp laik Türkiye Cumhuriyetini kuranların, birbirimizin değerini bilelim. Demokrasi siyasal bir oyun değil, çağdaş topluma yaraşan yönetim biçimidir, yaşama biçimidir. Devlette, özel kesimde gereklerine özenle uyarak yaşatıp koruyalım.

http://www.turksolu.com.tr/52/ozden52.htm

Damlalar


Damlalar


Yekta Güngör Özden
17.11.2008/Sayı:212


Yapımcısının, destekçileriyle savunanlarının kişiliklerini, duygu ve düşünce yapılarıyla amaçlarını ortaya koyan saçma-sapan bir filmin neden olduğu tartışmalar sürmektedir. Abartılı, anlamsız yetersizliklere bağlı yorumlar ve gerçekleri tersine çevirme oyunlarıyla zaman yitirten film için meslektaş ve arkadaş dayanışmasıyla Türkiye Cumhuriyeti karşıtlarının ağız birliği dışında ele alınıp değinilecek bir belirti yoktur. Atatürk’ü insanüstü bir varlık göstererek bu anlayışa aykırı düşen insanî davranışları aşağılamak ve küçültmek için birleştirmek Türk Ulusu’na kötülüktür. Atatürk insanüstü bir varlık değildir. İçimizden biridir, bir halk çocuğudur. Atatürk İlkeleri adıyla nitelenen düşünceleri Türkiye’mizi Türkiye yapan özgün düşün dizgesidir, asla dogma değildir. Kendini sürekli yenileyen akıl ve yürek gücünün yansımasıdır. Stalin’i, Hitler’i, Mussolini’yi, Salazar’ı, Franko’yu, Tito’yu, Abdulhamit’i, Almanya’dan sığınan bilim adamlarını, hukuk yolunu izlemesini, dâvalara asla etki yapmamasını, yasalar içinde yaşamını unutup diktatörlükle suçlamak; Çanakkale, Sakarya ve Dumlupınar Savaşlarını göz ardı edip korkaklıkla suçlamak, Padişah-Halifeye karşı gelişini, Sadrazam’a “Hainler” diye telgraf çekişini, düzenlediği kongreleri, TBMM’ni açışını bilmezlikten gelmek; isyanların bastırılmasını, suikastların önlenmesini, İngiliz subaylarını tutuklatıp Malta sürgünlerinin yurda dönmesini sağlamasını unutarak yorumlara girişmek başarı değil yetersizliktir. Evrensel kişiliğini karalama çabaları boşunadır. Şeriatçı ümmetçilerle, ırkçı bölücülerin, yıkıcıların, düşmanların alkışlayacağı yapımlar bizden değildir, bizim olamaz. Doğal insanlık davranışlarını, kişisel özellikleri kötüye kullanarak yansıtmanın da insanlıkla bağdaştığı savunamaz. Ataürk’ün kadınlara saygısını, evlât edinmelerini, Vasiyetnamesindeki açıklıkları bile bile kadın düşkünü, hiçbir sapması olmamışken içkici göstermek, arkadaşlarına karşı acımasız, bencil tanıtmak çirkinliktir. Cumhuriyetin ilânına karşı çıkışlar, devrimleri engelleme, Halife-Padişah yanlılığı, partiler yoluyla demokratikleşmeyi gericilikle geçersiz kılma çabaları, Padişah-Halife olması önerileri, TBMM gizli oturumlarında söylenip yapılmaya çalışılanlar, suikast girişimleri, Erzurum ve Sivas Kongreleri, Musul için savaşın sakıncaları göz ardı edilmiştir. Daha neler neler. Gelecek kuşakları Atatürk bilincinden soyutlamak için yapılanlar yeterli görülmeyip konuşmalar, yazılar, kimi etkinliklerle bir, benzersiz, eşsiz olan Atatürk “Başka Atatürk- Öteki Atatürk” olarak gözden düşürülmek, gönüllerden silinmek istenmektedir. Türk Ulusu için değeri ölçülemez, tanımlanamaz, kötülere, kötülüklere aldırmadan ama karşılıklarını, yanıtlarını vererek, gerçekleri anlatarak, doğruları savunarak, toplumsal barışı ve ulusal dayanışmayı gözeterek bağımsızlık, özgürlük, ulusal egemenlik, aydınlanma, ahlâk, adalet, onur, kişilik, saygınlık, güven, atılım- devrimi, insanlık, kardeşlik, dostluk, eşitlik, bilimsellik, yurtseverlik demek olan Atatürk’ü her zaman, her durumda, her koşulda savunacak, sevecek, sayacağız. Ne ölçüde özlenip arandığı 10 Kasım’larda karşıtlarını düşündürüp utandıracak düzeyde somutlaşmaktadır.

Kötü gidiş

Yaşam koşullarını ağırlaştıran zamlar birbirine eklenip kartopu gibi büyüyor. Yaklaşan yerel seçimlerde aldatma yöntemine başvurulacağı şimdiden belirginleşiyor. Önce zam yapmak sonra indirmek. Siyasal oyunların sonu gelmiyor.

İktidar partisinde kırılmalar başladı. Tersliklerin sürgitliği beklenemez. İpin bir yerden kopacağı unutulmamalı. Güneydoğu sorunlarını “Kürt sorunu” diye dayatarak sonuç almak isteyenler Başbakanın yetersiz de olsa kendilerini doyurmayan tutumuyla karşılaşınca itirazlar ve bahaneler başladı.

AB raporları kendi amaçlarına uygun açılımlar için dolduruluyor. Gerçek sorunlar, gerçekleşmesi yarar getirecek durumlar için çıt çıkmıyor. Yargı bağımsızlığı, sağlık ve çalışma sorunları, eğitim-öğretim gerekleri, ekonomi çalkantıları gereken ilgiyi görmüyor. Ekonomik krizin giderek ağırlaşan yükü 2009 için tehlikeler çağrıştırıyor. AB, ABD dayatmaları bitmiyor. IMF reçetelerinin yararsızlığı bilinmesine karşın ilişkiler sürüncemede tutuluyor.

“Mübadele”nin ulus birliğini güçlendirmesiyle azınlıkların insanlık ve çağdaşlık düzeyine etkisi birlikte savunulmuyor. Irk ve inanç ayrımı gözetmeyen ulusal yapı Atatürk’ün ileri görüşlülüğünün ürünüdür. Kimi yazılar, kimi söylem ve sözler, kimi belgesel nitelikli rezalet sayılacak girişimlerle yadsınmak istenen gerçeklerin içinde “Türkiye Cumhuriyeti’ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir” sözü Atatürkçülüğün erdemini yansıtmaktadır. Mübadelenin yanları için elbet yararları olmuştur ama ulusal yapı mübadele ile sağlanmış değildir. Azınlıklarla bir bütünlük sağlanmıştır.

Atatürk gibi dünyada örneği olmayan bir büyüğüyle kıvanç duyup övünmek varken başka lider arayanlara şimdi de Obamacılar katıldı. Önceleri Bush’u övenler şimdi tam dönerek Obamacı oldu. Obamacı olmalarının yüzde biri kadar Atatürkçü olamadılar. Katılıkları, kıskançlıkları, koşullanmışlıkları, bağımlılık ve bozuklukları, çıkarcılıkları, bilgisizlik, yetersizlik ve niteliksizlikleri, kişiliksizlik, aymazlık ve bağnazlıkları, saplantı ve sapkınlıkları, nankörlük ve onursuzlukları, maşa ve kukla oluşları, ahlâk ve terbiye düzeyleri, yürekleri ve beyinleri onları sürüklemektedir. Düşecek, çürüyecek, bitecekler. Yedikleri ekmeği, içtikleri suyu, soludukları havayı yadsıyanlar, içinde yaşadıkları topluma yaraşır olmaktan çıkanlar, nereden nereye, nasıl ve kimlerin sayesinde geldiğini bilmeyenler, yükümlülüklerini unutanlar elbet unutulacaktır.


http://www.turksolu.com.tr/212/ozden212.htm


***


ŞAŞKINLIK,


ŞAŞKINLIK,


Yekta Güngör Özden
24.11.2008/Sayı:213


Şaşkınlık, genellikle yetersizlikten ve yeteneksizlikten, daha doğrusu beceriksizlikten kaynaklanır. Yeterli bilgisi, olanağı oymayanlar yapabilecekleri konusunda şaşkınlığa düşer, başarısız olurlar. İlkeli, tutarlı, bilgili olanlar sorunları karşılamasını bilir, çözüm üretir, amaçladıkları sonuca ulaşırlar. Şaşkınlar çabuk çözülür, çabuk kandırılır, yönlendirilir ve kullanılırlar. Düşüncesi sağlıklı olmayan, değişik alandaki ve konudaki gelgitleri, yalpalamaları, zikzakları inan ve güveni sarsan kişiler (bunlar kurumlar da olabilir) aldatıcı kazanımlar elde etse de kalıcı ve yararlı sonuç sağlayamaz. Siyasal yaşamdaki çarpıklıkların, çelişkilerin ve aykırılıklarla kötü sonuçların çoğu şaşkınlıklara bağlanabilir. Nasılsa ele geçirilmiş olan makamlar, yüklenilmiş görevler, ulanılan yetkiler yeterli bilgiye, eğitim ve öğretime, deneyime dayanmıyorsa sahibine kazandırmaktan çok yitikler getirir. Siyaseti nutuk atarak, halk dalkavukluğu yaparak, toplumu aldatarak, geçici görünümler, gösterişler, yalanlar kabadayılıklar ve ödünler kotaracağını sananlar sonunda yenik düşerler. Zayıfa karşı güçlü, güçlüye karşı zayıf duruş şaşkınlıktır ve sağlıksızdır. Türkiye’mizin ABD ve AB karşısındaki durumu böyledir. Önceleri karşı çıkılıp sonra yakınlaşıldığı söylenen İMF’e karşı tutum da böyledir. Ülke ekonomisinin gereklerini yeterince kavrayamayan iktidarın yerel seçim öncesi oy sağlamaya yönelik açılımları nedeniyle değişen tutumu, şaşkınlığının kanıtıdır. Ancak, iktidar bildiğinden şaşmamaktadır. Gündemi değiştirme oyunları sürmekte, Başbakanın ve kimi Bakanların sözleriyle yaratılan olumsuz havayı yatıştırmak, teröre ve suçlara karşı yetersizliğin üstünü örtmek için yeni söylemlere yönelme başlamıştır.

Daha önce Cumhuriyet Bayramı’nın 85. yıldönümünü coşkuyla kutlamak için ellerinden gele-ni yapmaları önerilecek belediyelere resmî törenler dışında bir etkinlik yapmamaları için genelge gönderilmiştir. Borçlu belediyelerin oy için armağan ve yardım yandaşlığı unutulmuş, halkın gözlerinin içine baka baka hukuk tanımaz iktidar ve yandaşları varlıklarını borçlu oldukları cumhuriyet karşıtlığını dolaylı biçimde uygulamaya koyulmuşlardır.

Bir yurttaşımız güneydeki bir ilde Türk Bayrağı yerine PKK renklerini taşıyan bezlerin sıklıkla asıldığını üzülerek anlatmıştır. İçindeki Kürt kökenlilerin tepkilerine neden olmamak için Türk Bayrağı’na karşı özen göstermeyen iktidar Anayasa’nın 3. maddesinin değişmesi önerisiyle dışardan destek almaktadır. Değişmezliğin nedenlerini, gereklerini, değiştirmenin hukuksal yöntemlerini bilmeyen kimileriyle siyasete boğulan yandaş bilimsel sanlı kimilerinin zayıf önerileri gündemi doldurmaktadır.

Cumhuriyetin halkın bayramı olmadığını ” sıkılmadan yazanlar halkın dışında kalan iktidar bağımlılarıdır. Devletin, ülkesi ve ulusuyla oluşan bir insan ve hukuk kurumu olduğunu bilmeyen sözde aydınlar, cumhuriyeti cumhuriyet olmaktan çıkarmak için uğraşanları bırakıp cumhuriyeti suçlamak kolaylığını seçen nankörler ve tembellerdir. Filmlerle, gazetelerle, dergilerle, satılık televizyon ve radyolarla yol olmaya çalışanların çağrıştırdığı karanlık Türkiye’yi kaplayamaz. Soy ve inanç sömürücüleriyle terör taşeronları, militanları, siyasal tetikçiler amaçlarına ulaşamayacaklardır. Hiçbir yargıç ve savcı desteği onlara kazandırmayacaktır. Atatürk’ü tanımayan, Türk Devrimini anlamayan, Cumhuriyeti kavrayamayan, Kurtuluş ve Kuruluşu değerlendiremeyen, önemlerinin bilincinden yoksun olan çıkarcı, nankör ve amaçlılar başaramayacaklardır. Sırıtan karşıtlıkları, nitelikleri ve düzeyleriyle baş başa kalacaklardır. Bir şey yapmış görünerek yıkmak oyunları kendilerini altedecektir.

Mustafa ” adı verilen karalama filminin Almanya’da Atatürk, Türkler ve Türkiye için kötü, çirkin, düşmanca ve insanlık dışı değerlendirmelerle nitelemelere neden olduğu yakınmaları yoğundur. Hepimize saldırı nedeni yapılmış, onurumuz çiğnenmiştir. Neden olanları ne kadar kınasak azdır. Dışişleri Bakanlığı, Büyükelçilik, Konsolosluk ne yapıyor? Yazıklar olsun! Avrupa’da “Dersim” toplantısında söylenenler hangi yanıtı aldı söyleyenlere ne yapıldı? Atatürk’e saldıran aymaz ve sapkınlara ödül verilmesi aşamasına gelindi. Binlerce kez yazıklar olsun!

http://www.turksolu.com.tr/213/ozden213.htm

***

İzler İzlenimler



İzler İzlenimler


Yekta Güngör Özden
01.12.2008/Sayı:214


Abartılı bir Barack Obama karşılanışı ve beklentisiyle rüzgârlanan siyaset ekonomik kriz tehlikesiyle zikzaklara başladı. Başkanlarının geleneksel ABD siyasetini kimi konularda sınırlı değişikliklerle uygulamaları dışında genelde ve temelde bir sapma olmadan yürütme gerçeğini gözardı eden lâfazanlar umut çiçekleri serpmeye başladılar. Ermenilere yakın duruşunu açıklayan Obama’nın Abdullah Gül’ü telefonla aramasını sıcak yakınlaşma olasılığına bağlamak yanılgıdır. Türkiye ABD yeni Başkanıyla yeni olmasa bile yenilenen-yinelenen sorunları yaşayacaktır. Bu bir kestirme (tahmin) değil, tutum ve davranışlarındaki belirtilerin verdiği izlere dayanan içtenlikli gerçekçiliktir. İstese Irak’ın kuzeyinden gelen terörü bir saatte durduracak ABD, ılımlı İslâm girişimini Fethullah Gülen’i beslemek ve kimi medyaya Türk Silâhlı Kuvvetleri’ne vermediği uydu görüntülerini sağlamakla sürdürmektedir. ABD’nin AB ile danışıklı dövüş biçiminde sergilediği, sözden ileri gitmeyen dostluğu ve stratejik ortaklığı Vatikan’ı bile etkilediğinden Hıristiyanlararası Birlik Kurulu Başkanı (Papalığa bağlı) Kardinal Walter Karper “Soykırım bir gerçektir” diyerek Ermenileri okşamıştır. Ermenistan Dışişleri Bakanı’nın Abdullah Gül’ü ziyaretini “bilgece” nitelemesi de işlerine gelen açılımın övgüsüdür.

Barzani’nin silâhlandığı söylentileri önemsenmelidir. Bulgaristan’dan gizlice silâh alındığına ilişkin haberler öncelikle Türkiye’yi ilgilendirmektedir. Ne var ki Irak’ın kuzeyinde “Türk Üniversitesi” denilen kuruluşun açılışında bulunan AKP milletvekilleri, Fethullah Gülen’in ABD destekli yayılmasına katkının yeni bir izini göstermişlerdir.

Baskılar bunlarla sınırlı kalmıyor. Ekonomik kriz kapıyı çalmaya başlayınca IMF’le ilişki kurulamayacağını söyleyen Başbakan’ın kısa bir süre sonra dönüp ilişkiyi açıklaması da ilginçtir. Yerel seçimler nedeniyle halka yüklenen iktidar sunumlarının yarattığı ağırlık önümüzdeki yıl yakınmaları artıracaktır. Siyasal amaçlı giderlerin yükü geçim-yaşam koşullarını daha da güçleştirecektir. Durgunlukların yıkım durumunu alması da olasıdır. İşyerlerinin kapanması, işsizliğin artması, borçların ve açıkların büyümesi, alım gücünün düşmesi, üretimin azalması olumsuz belirtilerin kimileridir. Ama iktidarın gözü oydan başka bir şey görmemektedir. Deniz Feneri olayı umursamazlık sayılacak bir yavanlıkla sessizliğe gömülmekte, sorumlu tutulanlardan RTÜK Başkanı yerinde oturmakta, kadrolaşma ve partizanlık sürmekte, iktidar partisinin kimi taşra yöneticilerinin yolsuzluk olayları medyanın ilgisi oranında duyulmaktadır.

Başka neler

Hüseyin Üzmez olayında Adlî Tıp Kurumu’na yönelik eleştiriler sürürken bu kez İmralı’da yeni yapılar oluşturularak terör örgütü liderine tanınacak olanaklar tartışılmaya başlandı. AB ölçütleri gereği olduğu söylenen düzenlemeler cezalının esenliğine ilişkindir. AB Türkiye’de başka hiçbir tutukla ya da cezalı için bu ilgiyi göstermemektedir. Emekli 1. Ordu Komutanı, Emekli Jandarma Genel Komutanı çok ağır sağlık koşulları içindeyken bile AB’nin kılı kıpırdamamaktadır. Yalnız komutanlar mı? Yazarlar, düşünürler aylardır iddianamesi yazılmamış bir soruşturma nedeniyle tutukevindedir. Değişik cezaevlerinde başka cezalılar, durumu kötü olanlar yok mudur? Ölenler için ne yapılmıştır? İşkence bir sorun değil midir? AB yoluyla sağlanan olanaklar gerçekte PKK’ya verilen ödünlerdir. Ülkenin her şeyi AB ve ABD için fedâ edilmektedir. İnsanî ve hukuksal yön elbet gözetilecektir ama herkes için olduğunda anlam taşır. Ayrıcalıklar bu anlayışla bağdaşmayan çözülmeler ve yitiklerdir. Apo, dışarıdakilerin çoğundan iyi durumdadır. Şimdi saltanat istemektedir. PKK’cı kişi ve kuruluşlarla görüşmek yanlıştır.

CHP Manisa Milletvekili Şahin Mengü’nün Ergenekon dâvasının iddianamesiyle ilgili olarak Adalet Bakanı’na yönelttiği sorular yargı-adalet-hukuk bağlamında kaçınılması zorunlu çok büyük sakıncaları gündeme getirmektedir. Ayrıca, tutukevinde bulunan emekli 1. Ordu Komutanı Orgeneral Hurşit Tolon’un sağlık durumu da endişe vericidir. Jandarma Genel Komutanı emekli Orgeneral ve ADD Genel Başkanı Şener Eruygur’un ivedi düzelmesini dilediğimiz sağlık durumu da hepimizi ilgilendirmelidir. Yargılamanın aydınlatma ve gerçeği saptayarak olumsuzlukları önleme yerine yıldırma, yıkma, önceden cezalandırma yöntemi olduğu düşünülemez.

Yunan uçaklarının Ege’deki tâcizi önlenemiyor ki yıl içinde 590.sına girişebiliyorlar. Bir yerde öyle, bir yerde böyle.

Almanya’da yönetim yargısı öğretmenin sıkmabaş yerine bere kullanmasına bile olur vermezken karaçarşafı çocukça savunan ve destekleyenlere şaşmamak elde değil. Ne günlere kaldık. Alman Düddeutache Zeitung gazetesinin 14 Kasım günlü sayısında yayımlanan hezeyanlara neden olan Mustafa Filminin sorumluluğu büyüktür. Yüzkarası denilecek tutum yazı okununca kınanacaktır.

Suçların, özellikle cinsel saldırı suçlarının artması toplum yaşamındaki bozuklukların kanıtıdır. Önemle ele alınması gerekirken kimi toplum kuruluşları dışında ciddî bir ilgi içlenmemektedir.

Maliye Bakanlığı’nın dernek ve vakıflara yaptığı yardımların gizli tutulması yandaşlık ve partizanlık kuşkusunu çağrıştırmaktadır.

CHP’nin kendini inkâr anlamındaki “ Çarşaflıları üye yaparak rozet takma ” girişiminin eleştirileri sürmektedir. CHP’ne onun ilkelerini benimseyen, yanlışlarını bırakan, özveri gösteren katılabilir. Partinin ödüm vermesi istenemez. Ödüncülerin, destekçileri aymaz yazarların savunmaları gerçekleri değiştiremez.

Denizli’de padişahlığı öven öğretmen yakında yöneticiliğe yükseltilirse şaşılmasın. Böyle kötü örnekler çoktur ama duyulmamaktadır. Öğretmenler Günü’nün mutluluğuna gölge düşüren olumsuzluklara karşın sevindiren durumlar da yaşanmıştır. Ulusal Eğitim Derneği’nin Prof. Dr. Şerafettin Turan’a “Eğitim Onur Ödülü”nü, Anadolu Eğitim Sendikası’nın Denizli önceki milletvekillerinden Mustafa Gazalcı’ya “ Başöğretmen Onur Ödülü ” vermesi bunlardan ikisidir. İki saygıdeğer eğitimciyi ve ödül veren kuruluşları bu nedenle içtenlikle kutluyoruz. Gereken coşkuyla kutlanmama burukluğu değerbilirlik örneği yaklaşımlarla daha az üzmüştür.

Ayrıca

Anayasa Mahkemesi ilgillerinden kimilerinin Anayasa’nın değiştirilmesi önerilemez kurallarını tartışmaya açma zaman ve nedenlerinin yarattığı tartışma medya yönlendirmeleriyle çizgi dışına çıkmıştır. Konuşmaların yapıldığı etkinliği düzenleyenlerle sonuçta alınan karar gözetildiğinde bilimsel görüşlerden çok siyasal tutumun öne çıktığı saptanmaktadır. Anayasa Mahkemesi’nin yapısını, anayasa yargısını ilgilendiren kuralların ele alınmadığı etkinlikler beklenen yararı veremez.

Kitap

Başbakanlık önceki Müsteşarlarından Yaşar Yazıcıoğlu’nun Kripto yayınları arasında yer alan Bitmeyen Hesap adlı yeni kitabı günümüz iç ve dış olumsuzluklarımızın kaynaklarını, nedenlerini, sonuçlarını bilgece ve kapsamlı biçimde açıklamaktadır. Kişisel ve kurumsal sorumlulukları da değerlendiren kapsamlı yapıtı okurlarımıza salık veriyoruz.


http://www.turksolu.com.tr/214/ozden214.htm

**