29 Mart 2017 Çarşamba

Fetva Hırsızlığı Örter Mi?…


Fetva Hırsızlığı Örter Mi?… 

Rifat Serdaroğlu
Cumartesi, Eylül 10, 2011

Fetva;
Bir olay hakkındaki hükmü belirten, yargı koyan, güçlükleri çözen kuvvetli cevap anlamındadır.
Fetva verebilecek kişiye “Müftî” denir. Bu kişide 5 özellik olması gerekir;
İyi Niyet-İlim ve Vekar- Bilgide Kuvvet-Kimsenin etkisinde olmamak ve yeterlilik-Hak ile Batılı kolayca ayırt edebilecek yetenek.
Deniz Feneri e.V davası ve benzeri soygunları yapabilmek için çok sayıda İlahiyat Hocalarına, İmamlara, İslamcı Yazarlara ve İslamcı Gazetecilere, “Yardım Toplamak” için bolca  “Fetva” hazırlatıldı. Bu fetvalar kullanılarak özellikle yurt dışındaki vatandaşlarımız milyonlarca Euro dolandırıldı.
Bu fetvaları veren karakter sahibi kişiler(!)  ne karşılığında bu fetvaları verdiler ve bunlardan kaç tanesi bugün devletimizin önemli makamlarında utanmadan oturabiliyorlar? Onları bu makamlara kim getirdi?
“Yüzyılın Yardım Soygunu” adı verilen bu olaya tekrar değinmemin nedeni hem tarihe not düşmek, hem de bu “Sadaka Dolandırıcıları Çetesinin” gerçek yüzlerinin ortaya çıkmasına yardımcı olmaktır…
AKP ve özellikle Başbakan Erdoğan, Deniz Feneri davasının etkisizleştirilmesi için bütün güçlerini kullanıyorlar. Savcılar görevden alındı, bir tane de
“denetleyici savcı” atandı. AKP Milletvekilleri gruplar halinde Başbakan Erdoğan’ın arkadaşı ve akrabası Zekeriya Karaman’ı cezaevinde ziyaret ediyorlar ve Türk adaletine gözdağı vermeye çalışıyorlar.
Daha önce “Fosseptik Taştı” adlı bir yazımda belirttiğim gibi bu pisliği kapatmaya kimsenin gücü yetmeyecektir. Eninde sonunda bu sadaka dolandırıcılarının arkasındaki “Çete Reisi” günışığına çıkarılacaktır.
Bunlar bu soygunu o kadar pervasızca yaptılar ki, para aktarmada kullandıkları yan şirketler için ayrı ofisler tutma zahmetine bile girmediler.
*Almanya/Frankfurt Adam-Opel-Strasse 5, 60386 Frankfurt am Main adresindeki şirketler;
Deniz Feneri e.V Merkezi- Kanal 7 Int/TVT- Atlas Media Marketing GmbH- Atlas Pazarlama- Euro 7 Fernseh&Marketing GmbH- Europen Consultıng&Marketing GmbH- Taxi Quik GmbH- Weiss Handels und Investment GmbH-Rapidway GmbH.
*Eyüp Bulvarı No: 40 ve Otakçılar Cd No: 60 İstanbul-Türkiye adresindeki şirketler;
Beyaz Holding A.Ş(Bu defa AK diyememişler) Haliç Deniz Taşımacılığı ve Turizm Şirketi- Kanal 7- Yeni Dünya İletişim A.Ş- MEPA Medya Pazarlama ve Prodüksiyon Hizmetleri Ltd. Şti- Aktif Barter Anonim Şti.
*Tesadüfe bakın ki bu şirketlerin yönetimlerindeki çoğu isimler aynı;
Zekeriya Karaman-Zahit Akman-Mehmet Gürhan-Hakkı Sadal- Mustafa Çelik- Harun Kapıyoldaş…
*Kombassan- Jet Pa- Yimpaş modellerinde de fetva ile paralar toplanıp buhar edildi. Bu şirketleri kuranlar paraları iç edenler, tesadüfe bakın ki hepsi AKP’ nin adamlarıdır, AKP’li Bakan ve Milletvekillerinin çok yakın dostlarıdırlar.
*Yeni Dünya İletişim A.Ş Kurucuları;
Recai Kutan-Zekeriya Karaman-İsmail Karahan-Azmi Ateş- Haşim Baran-Mehmet Taşkan-Sabri Erbakan(arka planda yönetici)
Erdoğan-Gül-Arınç üçlüsünün ayrılmasıyla bu şirkette kavgalar yaşandı. Necmettin Erbakan ve Recai Kutan hisselerinin zorla ellerinden alındığını bağıra, bağıra söylediler ama nedense yargıya gidemediler!..  Bu şirkette de “Yenilikçiler” galip geldi ve Yeni Dünya İletişim A.Ş, Almanya Deniz Feneri üzerinde tam bir hakimiyet sağladı ve tek patron Başbakan Erdoğan’ın akrabası Zekeriya Karaman oldu. Bu şirketin Ankara temsilcisi de Erdoğan’ın Basın Müşaviri Akif Beki yapıldı…
Alman Hakim Müller gerekçeli kararında asıl suçluların Türkiye’de olduğunu belirtti ve bunları (a) ve (d) kod isimleriyle yazdı. Alman Mahkemesinin şifresini çözdüğünüzde “Sadaka Dolandırıcıları Çetesinin” en tepesinde, tabii ki yine tesadüfen, Başbakan Erdoğan’ın akrabası ve dostu Zekeriya Karaman ortaya çıkıyor.(Yakışır tosunuma, oldu mu en tepede olacaksın. Ama dikkat edeceksin, yükseldikçe popon daha çok görünür)
(d) kod ismi için ufak bir çalışma yaptığınızda karşınıza muhteşem gövdesiyle, Belediye Başkanlığı döneminden beri Erdoğan’ın çantacılığını yapan, RTÜK eski başkanı Zahit Akman çıkıveriyor.
Benim anlamakta zorluk çektiğim konular şunlar;
*AKP Meclis Grubunu oluşturan 327 Milletvekilinden namusu ile yaşamış, haram yememiş, kim olursa olsun dolandırıcılardan nefret eden ve bunlardan hesap soracak bir tane bile milletvekili yok mu?
*Yüce dinimiz İslam’ın adını kullanıp, kendilerine “İslamcı Basın” diyen gazetecilerden bu konu ile ilgili yazı yazacak, soru soracak bir tane adam yok mu?
*Bunlara oy verenlerden; “Hey arkadaş ben sana oy verdim, bak senin için neler söylüyorlar. Kim bu Zekeriya Karaman-Zahit Akman, diyecek bir tane Müslüman yok mu?
*Bu soygunu düzenleyenler, onlara yardım edenler, göz yumanlar, davayı çarpıtmaya çalışanlar,  Allah’ı aldatmanın mümkün olmadığını, dolandırılan sadaka paralarının  hem kendilerinden hem de çocuklarından çıkartılacağını bilmiyorlar mı, bunlar rahat uyuyabiliyorlar mı?…
Fetva yerine geçmese de, tüm dünya da doğru kabul edilen bir söz vardır;
“Kim ki hırsızlığa bilerek yardım eder, suçu gizlemeye çalışır, bunun için kamu görevlilerini kullanırsa en büyük hırsız odur ve ondan mutlaka hesap sorulacaktır…
Deniz Feneri e.V için para toplama fetvası veren İlahiyatçılardan biri Avrupa ziyaretlerinden birinde, aynı işi yapan bir papaz ve bir haham ile ahbap olmuş. Sohbet ilerledikçe bizim ki şu soruyu sormuş;
*Topladığımız paralar hep Allah rızasını kazanmak için. Sizler topladıklarınızı Allah ile nasıl paylaşıyorsunuz?
-Papaz; Kilise bahçesinde bir daire çizeriz. Topladığımız paraları atarız. Daire içine düşenler bizim, dışarıda kalanlar ise Allah’ındır, der.
Haham; Havrada yere kendi  büyük ama ağzı küçük bir vazo koyarız, paraları atarız. Dışa düşenler bizim, içine kaçanlar Allah’ındır, demiş.
İkisi dönüp bizimkine sormuşlar; siz nasıl pay edersiniz?
-Bizimki cevap vermiş; Topladığımız paraları havaya atarız, Allah ihtiyacı kadarını alır, geri bize kalır!…
Deniz Fenercilere duyurulur; Yıl 2011, hala cebi olan kefen(Cepkefen) icat edilmedi…

Sağlık ve başarı dileklerimle

Rifat Serdaroğlu


https://haberguncel.blogspot.com.tr/2011/09/fetva-hrszlg-orter-mi-rifat-serdaroglu.html

***

Gücün Geleceği…


Gücün Geleceği… 

Rifat Serdaroğlu
Cuma, Eylül 09, 2011


Dışişleri Bürokrasisi ve Diplomatlar ülkenin yaşayan hafızalarıdır. Yıllar içinde diğer devletlerle yaşadıklarımız olaylar karşısındaki tutumumuzun sorgulanması, olayla ilgili diğer devletlerin davranışları ve nedenlerinin incelenmesi, geçmişte yaşanan benzeri olaylarla kıyaslanması ve gelecek için olabilecek hadiselerde takınmamız gereken tavrımızın ne olması gerektiğini, hep devletimizin pırlanta bürokratları tarafından hazırlanır ve kendilerine sorulduğunda siyasi iradeye verilir…
Aklı başında ve ülkesini gerçekten seven siyasetçilerin bu kadrodan yararlanıp beraber çalışması beklenir. Bu yolu izleyen siyasetçiler, yanlış yapıp hem ülkelerine zarar vermezler, hem de kendilerini “Alay Konusu” yaptırmazlar.
Türkiye Başbakan’ının bir hafta ara ile NATO’nun Libya’ya müdahalesi ve
füze kalkanı konusunda birbiriyle yüz seksen  derece farklı  beyanatlar  vermesi ve hem Dışişleri Bürokrasisinin devre dışı bırakıldığını, hem de Başbakanın, dış politika konusunda rüzgarın önünde savrulan dümensiz bir gemiye döndüğünü bizlere net olarak gösteriyor.

Türkiye-İsrail arasında yaşanan krizi iyi okuyabilmek için ABD’yi anlamak, ABD’yi bu konuda anlamak için de,  daha önce bahsettiğim ve www.ozetkitap.com da yayınlanan, Gücün Geleceği adlı eseri iyi okumak gerekir.

Eserin önsözünde ABD Savunma Bakanı Robert Gates 2009 yılında; Amerikan Hükümetine diplomasi, ekonomik yardımlar ve iletişim gibi “Yumuşak Güç” unsurlarının kullanımı için daha fazla ödenek ayrılması gerektiğini, Dışişleri Bakanlığı bütçesinin 36 Milyar Dolar iken, Askeri harcamaların yıllık tutarının
500 Milyar Dolar olduğunu söylüyor. ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton ise aynı yılda yaptığı konuşmasında şöyle bir tespit yapıyor;  “ABD, acil sorunları tek başına çözemez ama geri kalan ülkeler de bunları ABD olmadan çözemez. Bu yüzden ‘Akıllı Güç’ denilen (Dayatmaya ve ödetmeye odaklı ‘sert güç’ ile ikna etme ve cezbetmeye dayalı ‘yumuşak gücün’ bir alaşımıdır) gücü kullanmalı, elimizde bulunan güç türlerinin tümünü devreye sokmalıyız..”
ABD, İsrail’in Batı Şeria’dan çekilmesini ve bağımsız Filistin devletinin tanınmasını istemektedir.
Fakat Amerika’daki Yahudi Lobilerinden çekindiği için bu isteğini dolaylı olarak gerçekleştirmeye çalışmaktadır. Bunun için de kullanılacak kişi bellidir.
Kim Yahudi Lobisinden “Cesaret” madalyası aldı ise, kim komşusu İran’ın ve Rusya’nın olumsuz enerjisini üzerine çekmek pahasına “ Füze Kalkanı ” için ülkesinin kucağını açıyorsa, kim önce vizeleri kaldırıp “Kardeş” ilan ettiği Suriye’yi bir ay sonra “ Düşman ” ilan edecek seviyeye geldi ise o kişi emre amadedir zaten…
ABD’ye göre; Aşırılık yanlısı İslami unsurlarla bugünlerde verilen mücadele, bir medeniyetler çatışması değildir, İslam’ın kendi içindeki savaştır. Radikal bir azınlık, İslam dininin basite indirgenmiş ve ideolojikleşmiş bir türevini, çok daha geniş bir bakış açısına sahip Ilımlı Müslümanlara(!) baskı ve şiddet yoluyla dayatmaktadır. Bu problem Ortadoğu’dan kaynaklanmaktadır ve ABD bu problemi, İsrail Lobisini kırmadan çözmek istemektedir.

8 Eylül 2011 Perşembe günlü Hürriyet Gazetesinin 24. Sayfasında, Temmuz ayında görevi bırakan ABD Savunma Bakanı Robert Gates’in
“Netanyahu-Nankör Müttefik” başlığıyla bir yazısı yayınlandı.
Görevi devretmeden önce Başkan Barack Obama yönetimine rapor verirken, ABD’nin savunma işbirliği konusunda İsrail için yaptıklarını (füze kalkanı) sıraladıktan sonra; “Bunun karşılığında ABD ne alıyor, bir hiç” dedi. Gates; “Netenyahu nankör bir müttefik. Üstelik Batı Şeria’dan vazgeçmeyerek , Amerika’yı Ortadoğu’da yalnız kalma tehlikesi ile baş başa bırakıyor” diye ekledi…

Yine  8 Eylül 2011 günü ABD’nin Türkiye Büyükelçisi yazılı bir açıklama yapıp; “Türkiye ve İsrail’in aralarındaki problemi çözüp, ilişkilerini tekrar eski düzeye getirmelerini beklediğini” söyledi!…
Bundan sonra ne olacağını görmemek için ya kör olmak, ya da AKP’li olmak gerekir.
Nasıl ki AKP Hükümetinin İsrail’e karşı yeni tutumu,  dışarıdan dayatmanın bir politikası ise, çözüm de dayatılacak ve AKP Hükümeti tarafından anında yerine getirilecektir.
Bizce çözüm; “Özür” konusunda ABD’yi dinlemeyen Netenyahu Hükümeti düşürülecektir. Yeni hükümet ya Netenyahu’ya ya da daha yumuşak birine kurdurulur, yarım yamalak bir özür dilenir ve bu iş kapanır gider…
Halk dilinde anlatmaya çalışalım;
Borç aldığın yere efelenemezsin, efelenmeye kalkarsan fiyakanı bozarlar.
Büyük patron emreder;
Bünyamin (Benjamin) ile El-Tayyip öpüşürler ve barışırlar… Ama önce El-Tayyip Arap ülkelerinde ve gidebilirse Gazze’de muhteşem bir şekilde karşılattırılır ve alkışlattırılır!…
Sonra mı? Sonrası başka yazıya…

Sağlık ve başarı dileklerimle

Rifat Serdaroğlu


https://haberguncel.blogspot.com.tr/2011/09/gucun-gelecegi-rifat-serdaroglu.html

***

Affet Ya Seydi!…


Affet Ya Seydi!… 

Rifat Serdaroğlu
Perşembe, Eylül 08, 2011


Başbakan Erdoğan’ın Kürt politikalarının mucidi,  İstanbul Belediyesindeki yol göstericisi,  Kürtçü-Bölücü Hadep adlı partinin Genel Başkan Yardımcısı ve Öcalan’ın sözcüsü, AKP’nin televizyon yıldızı ve AKP Adıyaman Milletvekili Mehmet Metiner, gene televizyonda idi.

Hangi televizyonda biliyor musunuz?

Deniz Feneri yolsuzluğu Almanya’da patlak verip, etrafı pis kokular sarınca, bizim tarikatçı demokratlar tedbir almakta gecikmediler. Kanal 7 nin başına gelecekleri bildiklerinden, bu kanalın tüm varlığını ve ekipmanlarını “Ülke TV” diye bir kanala aktardılar. Moda tabirle yeni bir sayfa açtılar!…
Mehmet Metiner işte bu dışı yeni içi eski televizyonda idi.
AKP Milletvekili Metiner daha önce Başbakan Erdoğan için söylediği;

*Ben Tayyip Bey’in beyin kıvrımlarında neler dolaştığını iyi bilirim,
*Tayyip Erdoğan ile “Demokratik Türkiye” kurulamaz,
*Tayyip Bey geri ve antidemokratiktir, cesaretsizdir,

*Tayyip Bey’in entelektüel birikiminin, siyasal birikiminin yeterli olduğuna inanmıyorum, sözleri ile ilgili olarak; “Bin pişmanım, bin kere özür dilerim” dedi.
Metiner, herkesin bir cahiliye dönemi olduğunu belirterek, “Benim de böyle dönemim olmuştur. İnsan kırgınlık içinde hiç hazzetmediği, hoşlanmadığı ve sonradan pişman olacağı sözler de söyleyebilir.  O sözleri yayınlandıktan sonra okudum. Muhtemelen söylediğim sözlerdir. Çok rahatsız oldum. Sayın Başbakanın böyle eleştirileri hiç hak etmediğini gördüm. Orada Başbakanın şahsına karşı söylediğim  sözlerden dolayı bin pişmanım. Bin kere özür dilerim…” 

Konuşmasının devamında Hazreti Ömer’den örnek veren Metiner, cahiliye döneminde söylenen sözlerden hesap sorulmaması gerektiğini söyledi!…
Sizleri,  Erdoğan- Öcalan ve Kürtçülük-Bölücülük-İslam Cumhuriyeti arasında gidip gelen zavallı bir adamın zırvalarıyla meşgul etmek istemem. Fakat sizlere bir anlayışı, demokrasi ile asla bağdaşmayan bir görüşü, adamlarının Tayyip Erdoğan’ı nasıl gördüklerini bir kez daha, üstelik kendi ağızlarından anlatmak istedim.

Başbakan Erdoğan’ın “İşte benim beynim” dediği danışmanı, söylediklerini “Cahiliye Dönemi” ile özdeşleştiriyor.

Cahiliye dönemi, İslam dininin Hz. Peygamber tarafından açıklandığı ve bundan önceki zamanlara adını veren bir dönemdir. Cahiliye döneminde insanlar Allahın birliğini unutmuş, her türlü kötülüklerle uğraşır olmuşlardı.  İslam dininin gelişi ve insanların İslamiyet’i kabul edip, dinî kurallara göre yaşamalarıyla “Saadet” devrinin başlandığı söylenir.

Başbakan Erdoğan’ın beyni olan danışman milletvekili, AKP öncesini
Cahiliye Dönemi ” olarak vurguluyor ve AKP- Erdoğan iktidara geldikten sonra,  daha önceki söylediklerinin dikkate alınmamasını söylüyor. Danışman, ifadesinde neredeyse Erdoğan’ı peygamber yerine koyuyor!…

Daha önce; “Erdoğan’a dokunmak ibadettir” , “Herkes Erdoğan için günde iki rekat namaz kılmalıdır” diyen milletvekilleri görmüştük. Bu ve onlarca benzeri sözler hiçbir zaman yalanlamayan, söyleyenleri cezalandırmayan Başbakan Erdoğan bu sözlerden hoşlanmaktadır ve bu yüzden sesini çıkarmamaktadır.
Şimdi beraberce bir kez daha bir gerçeğin altını çizelim;

“Demokrasi benim için araçtır, amaç değil. Ona binerim ve istediğim istasyona gelince inerim”

“Davam için gerekirse papaz elbisesi bile giyerim” diyen bu kafa sizce “Demokrat” olabilir mi?…

Partisinde  “Tek Adam” yönetimi uygulayan, normal bir tartışmaya dahi izin vermeyen, Tük Milletinin kaderini etkileyecek konularda dahi Bakanlarına, Milletvekillerine danışmaya tenezzül etmeyen ve onları adam yerine koymayan bu kafa “Demokrat” olabilir mi?…

Olmaz, olmaz, olmaz… Belki şaptan şeker olur ama, bu kafadan demokrat olmaz.
Özellikle AKP Milletvekillerine seslenmek istiyorum;
Sizlerin haberi olmadan alınan kararların sorumluluğunun sizde olmadığını düşünürseniz, yanılırsınız. Sizler de,  alınan kararlardan müteselsil olarak sorumlusunuz.  Çok merak ediyorum, TBMM toplandığında içinizden bir kişi çıkıp ta “Şu KHK ile alınan kararları bize de anlatır mısınız” diyen olacak mı?..
Bunları sormalısınız, Mehmet Metiner’e bir şey yapamayan Başbakan, size ne yapabilir ki? Çok kızarsa sizde Metiner gibi televizyonlara çıkıp ağlarsınız…
Affet Ya Seydi… Biz ettik sen etme, diye…

Sağlık ve başarı dileklerimle

Rifat Serdaroğlu


https://haberguncel.blogspot.com.tr/2011/09/affet-ya-seydi-rifat-serdaroglu.html

***

Sizler Tatildeyken


Sizler Tatildeyken 


Rifat Serdaroğlu
Çarşamba, Eylül 07, 2011


Sevgili Emin Çölaşan Bekir Coşkun Yılmaz Özdil aramıza tekrar hoş geldiniz. Umarım tatiliniz iyi geçmiştir. Tatillerin insanlara verdiği huzur ve sağlığın yanında en güzel yanı sade vatandaşlarla yüz yüze beraber olmak, onlardan doğruları duymak ve vatandaşların gerçek duygularını hissetmektir.
Sizler zaten sürekli olarak halkın içinde yaşayan köşe yazarlarısınız, bunları her gün duyuyorsunuz. Bunun için en çok okunan yazarlardansınız. Sizlerden ricamız, bir daha ki tatile çıkarken yanınıza birer meslektaşınızı alıp, onları da biz vatandaşların sinelerimize getirmenizdir.

Örneğin önümüzdeki Kurban Bayramı tatiline giderken, Emin Bey   Ertuğrul Özkök’ü, Bekir Bey   Fehmi Koru’yu veya Taha Kıvanç’ı, Yılmaz Bey siz de Cengiz Çandar’ı takın kolunuza ve biz vatandaşlara güzel bir bayram armağanı verin. Biz onlara hem kendileri hem de AKP’ye verdikleri olağanüstü destek konusunda gerçek düşüncelerimizi aracısız olarak iletmek isteriz. Masraflarını da bizler karşılamaya hazırız, Alaçatı-Çeşme’de onları konuk etmek bize çok zevk verecektir…

Bunları neden yazdığımı açıklamaya çalışayım;
*Avrupa’da “Yüzyılın En Büyük Yardım Soygunu” adını alıp, Türkiye’ye yolsuzlukta “Altın Madalya” aldıran davanın Savcıları, bir gecede görevlerinden alındılar. Bir Sayın Savcı aynen şöyle dedi; “Ben kimseye yaranmak için bu mesleği yapmıyorum. Baskı devam ederse limon satarım  daha iyi…”
Bağımsız Yargıya, siyasetin doğrudan müdahalesi ve hukuk devleti ilkesinin ırzına geçilmesi demek olan bu olayı yukarıda isimlerini yazdığım arkadaşlarınız göremedi, duyamadı. Getirin onları bize, bu konuda ne düşündüğümüzü, yüzlerine karşı söyleyelim.

*Eşbaşkan-Başbakan Erdoğan’ın karşılıklı saz çalıp türkü söylediği Barzani’nin çocukları, Tunceli’de halı sahada maç yapan polislerimize aldırdı. Şehitler, yaralılar verdik. Yüreğimiz yandı. AKP Hükümeti, bu baskında, ihmal var mı diye İçişleri Bakanlığından “Sivil” bir müfettiş heyeti göndermedi..

Sizlerin “Köşe” arkadaşlarınız bunu da görmedi, duyamadı. Getirin onları bize, bu konuda ne düşündüğümüzü, yüzlerine söyleyelim.

*AKP İktidarı, Mavi Marmara gemisini İstanbul Belediyesinden alıp İHH örgütüne vermişti. İçini beraberce doldurdular, gariban insanlarımızı bindirdiler. Onlarla beraber gidecekleri söylenen AKP’li milletvekillerini son anda çaktırmadan gemiden indirdiler. Tüm uluslararası ricalara rağmen gemiyi gönderdiler ve 9 vatandaşımızın ölümüne sebep oldular. Şimdi bu olaydan dolayı, dünyayı ayağa kaldırdılar.

Buraya kadar tamam da, bundan iki ay evvel Türkiye’nin orta yerinde PKK Terör örgütü, 3 Asker, 1 Kaymakam, 1 Sağlık Memurumuzu kaçırdı. Bu vatan evlatlarından hiçbir haber yok. Her canı sıkıldığında, gerilla olarak yaşadığı günleri özlediğinde, Kandil dağına koşan arkadaşınız Cengiz Bey bu konuda parmağını kıpırdatmadı. Mesleğinin “Fenafillah” katına erişmiş Ertuğrul Bey ve bir gün Fehmi, bir gün Taha olup boğazdaki yalısında “İkilem” yaşayan arkadaşınız da bu konuda hiçbir şey söylemediler. AKP Hükümeti de çok değerli dostları Barzani’ye; “Benim adamlarımı hemen gönder, yoksa seni donsuz olarak buraya aldırırım” diyemedi…
Getirin onları bize, bu konuda ne düşündüğümüzü yüzlerine söyleyelim.
*Emrindeki Generallerin büyük çoğunluğu, haksız yere ve insafsızca hapislerde tutulan Tombalak Paşa, Atatürk-İnönü-Bayar gibi kurtuluş savaşı kahramanlarımız zamanında bile uygulanan bir geleneği, “Demokrasi” adına cemaat-tarikat demokratlarının ayaklarının altına serdi.
Bakın bunu sizin “Köşe” arkadaşlarınız gördüler ve oh,oh ne güzel, şimdi demokrat olduk, dediler.
Lütfen getirin onları bize, bu konuda ne düşündüğümüzü onlara söyleyelim…
Değerli Çölaşan-Coşkun-Özdil;
Sizlere zor bir görev yüklediğimizin bilincindeyiz. Sadece “Köşe” sahibi olduklarında kendilerini adam zanneden bu kişileri yerlerinden kopartmak çok zordur, bunu biliyoruz. Onların Türk Milletini yanında rahat nefes alamadıklarını, ancak Kandil ve Pensilvanya’da huzur bulduklarını da biliyoruz. Ama siz zorlarsanız başarırsınız.
Not 1; Bu “Köşe” arkadaşlarınızla konuşmayı Bekir Bey yapmasın, o kadar bekleyemeyiz. Emin Bey’de konuşmasın, beş dakika sonra kavga çıkarıp bizim projemizi engellemesin. Sözcülüğü Yılmaz Bey’e verin. O bazen Tepecik’li, bazen Kahramanlarlı, bazen Eşrefpaşa’lı, bazen de Alsancak’lı gibi konuşup İzmirli zekasıyla bize bayram konuklarımızı getirecektir…
Not 2 ; Bu talebimizin gerçekleşmesi halinde, duyuru yapılacak ve
“Köşelerle Yüz yüze Sohbet” toplantısına katılabilecekler kura çekilerek belirlenecektir!…

Sağlık ve başarı dileklerimle

Rifat Serdaroğlu



https://haberguncel.blogspot.com.tr/2011/09/sizler-tatildeyken-rifat-serdaroglu.html

***

Akıllı Güç


Akıllı Güç 


Rifat Serdaroğlu
Salı, Eylül 06, 2011


Bazı insanlar vardır, ot gibi yaşarlar. İçinde yaşadıkları topluma ve toplumsal olaylara duyarsızlardır.
“Dünya yansın ama benim eski hasırım yanmasın” mantığı ile hareket ederler ve sadece kendileri için yaşarlar. Allahın verdiği ömrü yaşadıktan sonra da unutulur giderler.
Bazı insanlar vardır, işleri güçleri gösteriştir. Her hareketlerinin basında yer alması için ne gerekiyorsa yaparlar. Yaptıkları işler ise, topluma hiçbir yararı olmayan tamamen şov ve reklama dayalı kişisel işleridir. Bunların ciddi servetleri vardır, ama servetlerinin oluşumunu asla izah edemezler. Bunların çoğunluğu, parayı bulduktan (!) sonra eşlerini boşarlar ve ikinci, üçüncü evliliklerini yaparlar ve komik duruma düşerler. Bu tiplerin bazılarında tam bir “aptal cesareti” vardır. Kendilerine bakmadan önemli yerlere aday olurlar. Kimi Büyükşehir Belediyesine Başkan adayı olur, ama partisi belli değildir.
Hangi parti olursa olsun, yeter ki bizimkini aday göstersin, oylar nasılsa ceptedir ve akacaktır (!…)
Kimi ise oturduğu yerden Bakanlara akıl verir, kendi kendine görevler icat edip fahri Turizm Bakanı gibi gösteri yapar. Başkalarının paralarıyla kurdukları işletmelere öncelikle kendi çocuklarını ve yakınlarını yüksek maaşla yerleştirirler. Bunların çevresindeki az sayıda insan da, yemlendikleri için ses çıkarmazlar. Bunların da geleceği yoktur. Ne kadar ekmek, o kadar köfte sözünde olduğu gibi, avanta para bitti mi, bunlar da biter…
Bazı insanlar vardır, tüm bilgilerini tüm birikimlerini ülkesinin yararı için kullanırlar. Ülkesini yurt içinde ve yurt dışında gereği gibi temsil etmek için çırpınır dururlar. Maalesef bu insanların sayıları oldukça azdır. İzmir olarak biz şanslı illerden biriyiz. Her biri birer Büyükelçi gibi Türkiye’yi onurlandıran insanlarımız var.
Bunlardan biri Sayın Uğur Yüce’dir. Uğur Yüce, yaptığı güzel işlerin yanında yıllardır bir karınca gibi, Türkiye’nin yönetiminde söz sahibi kişilere çok önemli kitapların özetlerini gönderir. Dünyanın en ünlü düşünürlerinin, stratejistlerin eserlerini alır, tercümesini yapar, kitapçık haline getirir ve bu kişilere gönderir. Bununla da yetinmez, www.ozetkitap.com adlı sitede bunları herkesin hizmetine açar. Tek istediği ise, özet olarak gönderilen bu kitapçıkların okunmasıdır. Sadece bu çalışması bile Yüce’yi unutulmazlar arasına sokacaktır…
Son olarak, yazıma başlık yaptığım, Joseph S. Nye, Jr’in  yazdığı “Akıllı Güç” adlı eserin özet kitabını gönderdi. Muhteşem bir eser, her devlet adamının, her yöneticinin mutlaka okuması gereken bir kitap.  Sayın Yüce’ye bu çalışmalarından dolayı, gönderdiği eserlerinden çok yararlanmış bir kişi olarak teşekkür ediyorum ve özellikle genç arkadaşlarımın bu siteden mutlaka yararlanmalarını öneriyorum.
Benim inancıma göre eğitim ve bilinçlenme her şeyin başıdır. Eğitimli ve bilinci gelişmiş insanlardan oluşan toplumlarda zenginlik olur, refah olur, mutluluk olur, sağlık olur, iş olur, huzur olur, kardeşlik olur. Dünyanın en hassas bölgesinde bulunan ülkemizin birinci ihtiyacı; Eğitimli, tarihi bilen, dünyayı takip edebilen, uzlaşmaya açık, takım çalışmasına uyumlu, dürüst ve çalışkan liderlerdir.
Umarım ve temenni ederim ki, Türkiye en kısa zamanda hem yerel anlamda hem de ulusal anlamda dünyanın da saygı duyacağı eğitimli liderlere sahip olur.
Aksi halde “Komşularla Sıfır Problem” diye çıkılan yolda, elimizde “Sıfır Komşu” ile kalıveririz. Başımız da dertten kurtulmaz.
Kökleşmiş Üniversiteleriyle, 16 binden fazla Profesörüyle, 9 bine yaklaşan Doçentiyle, on binlerce öğretim görevlisiyle, 3 Milyondan fazla üniversite öğrencisiyle eğer, Çağdaş Türkiye’ye yakışan Liderler çıkaramıyorsak kabahati niçin başkalarında arıyoruz ki… Aynaya bakalım yeter !…

Sağlık ve başarı dileklerimle  
Rifat Serdaroğlu


https://haberguncel.blogspot.com.tr/2011/09/akll-guc-rifat-serdaroglu.html


***

Siyasete Buluşmak


Siyasete Buluşmak 


Rifat Serdaroğlu
Pazartesi, Eylül 05, 2011


Yaşar Holding Onursal Başkanı Selçuk Yaşar, çok sayıda gazete ve dergide yayınlanan röportajında işadamlarına seslenerek;  “Sanayici asla siyasete bulaşmasın. Bu, benden tüm sanayicilere baba nasihati olsun. Çünkü ben siyaset mağduruyum. Benim en kötü tecrübem bu oldu” dedi.
12 Eylül 1980 den sonra, 1983 te Milliyetçi Demokrasi Partisini, İzmir’in önde gelen iş insanlarıyla açıkça desteklediklerini belirten Yaşar, şöyle konuştu;
“MDP’ nin iktidar olacağına kesin gözüyle bakıyor ve her platformda görüşlerimizi açıkça dile getiriyorduk. Seçimde Turgut Özal iktidara gelince benden ve tüm İzmir’den intikam aldı. Bira yasağı getirdi, et ithalatını, süttozu ithalatını serbest bıraktı. Pınar Et ve Pınar Süt o dönemde ciddi sıkıntılar yaşadı. En son intikam da Mesut Yılmaz döneminde alındı. Benim bankama el koydular. Kısacası ben siyasete bulaştım, büyük ceza aldım…” 
Selçuk Bey’in mantığına elbette ki katılmamız mümkün değil, ama öncelikle “bulaşmak” ne demek ona bir bakalım;

Bulaşmak:

*İstenmeyen bir maddeye sürtünüp kirlenmek,
*İstenmeyen bir kişi ile muhatap olup, o kişinin seviyesindeymiş gibi görünmek,
*Pis bir işle uğraşmak, istemeden veya rastlantı sonucu pis bir işe karışmak,
*Geçmek, sirayet etmek, çatmak, sataşmak.
Görüldüğü gibi,  bu kelimeyi siyasetle beraber kullanmak, siyasetin pis bir iş olduğunu kabul etmek ve bulaşırsan kirlenirsin  anlamına gelmektedir.
Selçuk Bey’de sanayicilere “Baba nasihati” olarak “Siyasete bulaşmamalarını” tavsiye etmektedir. Takip edebildiğim kadarıyla kendi  oğlu Selim Yaşar siyasetle uğraşmış ve AKP Karşıyaka Belediye Meclis Üyesi olarak çalışmıştır.
Siyaset, bir ülkenin tüm değerlerini, yer altı ve yerüstü kaynaklarını,  gerektiğinde silahlı güçlerini kullanarak, ülkenin bu günü ve geleceğini doğrudan etkileyecek bir kurumdur. Böylesine önemli bir kurumu, “bulaşılacak bir pislik” olarak görmek ve insanlara siyasetten uzak durun demek, demokrasi ile asla bağdaşmaz. Eğer bir ülke, Demokrasi ve Siyaset yoluyla “Örgütlü Toplum” olamıyorsa ve bir adım sonrası da siyaseti toplumun tüm kesimlerine yayıp, geniş bir katılım sağlayamıyorsa, Selçuk Bey’in dediği insafsızca müdahalelerin önü kesilemez.

Ülkenin iyi yetişmiş insanları,  sanayiciler, bilim insanları, çalışanlar, gençler dürüst ve namuslu insanlar siyasetten uzak durmaya kalkarlarsa o zaman ülke yönetimi kalitesiz, cahil, çağı okuyamayan, ne oldum delisi olan çapsız kişilerin eline geçer. Esas felaket o zaman meydana gelir.

Selçuk Bey’in kendisini “Siyaset Mağduru” olarak gördüğü olaylar,  1983 Genel Seçimleriyle iktidara gelen rahmetli Turgut Özal zamanında olmuştur. Aradan 28 tane koca yıl geçti. Selçuk Bey gibi düşünenler, siyasetten kaçtı. Üstüne  bir de darbelerle yetişmiş acımasızca siyasetin dışına itildi.

Sadece siyasette değil, sivil toplum kuruluşlarında, iş hayatı ile ilgili kuruluşlarda, sendikalarda, medyada kalite yerlerde sürünür hale geldi.
Sonuç; 28 sene evvel Selçuk Bey’in başına gelenlerin daha beteri bugün insanların başına geliyor. İktidar, devletin denetim elemanlarını şirketleri diz çöktürmek ve muhalif sesleri kesmek için kullanıyor. Devletin polislerinin bir kısmı, iktidarın yol vermesi sayesinde, insanlara dijital tuzaklar kurup onurlarıyla  ve hayatlarıyla oynayabiliyorlar. Selçuk Bey sadece malını kaybetti, ya hayatını  özgürlüklerini kaybedenlere ne diyeceğiz, nasıl izah edeceğiz, vicdanımıza nasıl hesap vereceğiz?…

Siyaset, para kazanılacak veya kaybedilecek bir ticaret şekli değildir. Siyaset, ülkesine hizmet etmeyi ve bu yolla eser bırakmayı ilke edinmiş namuslu, dürüst, bilgili ve cesur insanların işi olmalıdır.
Siyaset, insanın kendisini yetiştiren, varlık sahibi yapan  ülkelerine  borçlarını ödeme şekillerinden biridir.

Gerçek demokrasilerde niçin bu çirkinlikler olmaz? Çünkü orada insanlar demokrasi için yıllarca savaştılar, kan döktüler.  Fakat sonunda uzlaşmayı, demokrasiyi hazmetmeyi, demokrasinin bir kurallar ve kurumlar bütünü olduğunu öğrendiler ve üzerine titremeye başladılar.

Kendisini “Sultan” olarak gören ve “büyük dağları ben yarattım” havasıyla siyaset yapan, hoşgörü ve tartışma kültüründen yoksun, eleştiriyi hakaret sayan “Siyaset Cücelerinden” ülkemizin çektikleri yetmedi mi?

Benim önerim şudur;

Özellikle genç ve eğitimli kişilerin, mutlaka birkaç tane Sivil Toplum Kuruluşunda, veya Meslek Kuruluşunda çalışmalarıdır. Fikir ve program bakımından kendilerine yakın buldukları Siyasi Partilere girmek, orada çalışmak, yükselmek ve ülkemizin kaderine el koymak, yapılabilecek, uğraşılabilecek en onurlu işlerdendir. Düze çıkmanın, demokrasimizi geliştirmenin başka bir yolu maalesef ki yoktur.

Korkan, yüreği ve aklı yetmeyen, vatanını sevmeyen bu işlere karışmasın.
Kenarda otursun, işine baksın, yesin, içsin ama başına bir dert gelirse de asla şikayet etmesin…
Her toplum müstahak olduğu şekilde yönetilir…

Sağlık ve başarı dileklerimle

Rifat Serdaroğlu



https://haberguncel.blogspot.com.tr/2011/09/siyasete-bulusmak-rifat-serdaroglu.html

***

Rapor Yok Hükmündedir!…



Rapor Yok Hükmündedir!… 


Rifat Serdaroğlu
Cumartesi, Eylül 03, 2011


Birleşmiş Milletler Mavi Marmara Raporunun basına sızması üzerine açıklama yapan, Cumhurbaşkanı ve Başkomutan Gül, Birleşmiş Milletler Raporu hakkında; “Bizim için yok hükmündedir” dedi…
Birleşmiş Milletler Raporu ve Dışişleri Bakanı Davutoğlu’nun açıklamaları hakkında görüşlerimizi ifade etmeden önce şu kesin kanaatimizi belirtelim;
“İsrail, Uluslararası sularda seyir halinde olan ‘Mavi Marmara’ yardım gemisine yasalara aykırı olarak saldırmış,  9 insanımızın ölümüne sebep olmuş ve gemiye el koyarak suç işlemiştir”. 
Gelelim BM Raporuna;
Rapor, Türkiye’nin “Özür”, “Tazminat”, “Gazze Ablukasının kaldırılması” beklentilerini karşılamamaktadır. Raporda Türkiye’den özür dilenmesine ilişkin bir not dahi bulunmamaktadır. Tazminat konusu bir tavsiye olarak yer almıştır. Bunlardan daha önemlisi; BM Raporu, Gazze ablukasının “Meşru” olduğunu ileri sürmektedir.
Bu rapor, Türk Dış Politikasını yöneten kadronun “başarısız” olduğunun kanıtıdır. Sizin bu raporu yok hükmünde saymanız, gerçeği değiştirmez.
AKP Hükümetinin başına bunlar niçin geliyor? Niçin “Komşularla Sıfır Problem” diye çıktıkları yolda, Barzani’nin dışında ilişkilerin iyi olduğu bir tane komşu kalmadı?
Bu ekibi dikkatle incelerseniz, çeşitli alanlarda görev bölümü yapmış bir “Takım” olduğunu anlayacaksınız. Milli Görüş ekibi olarak siyasete giren bu ekibin, yıllar içinde, bazen MSP, bazen RP, bazen SP, bazen AKP, bazen İHH, bazen Yimpaş, bazen Kombassan, bazen Deniz Feneri, bazen Beyaz Holding, bazen Kanal 7, bazen Süleyman Mercimek, bazen Belediyeler, bazen Devlet Parası ile kurulan Medya Grubu, bazen cemaat, bazen tarikat mensupları olarak karşımıza çıktıklarını görürsünüz.
Tüm bunların üst yöneticilerini isim isim yazarsanız, karşınıza en fazla 100 kişilik bir liste çıkar.
İşte “Takım” budur. Geçmişte takımın lideri Erbakan idi, şimdi takımın tartışmasız Reisi, Erdoğan’dır.
Kendilerini “Siyasal İslam” , “Muhafazakar Demokrat” olarak tanıtırlar.
Gerçek ise, kutsal dinimiz İslam’ı, kendi amaçları için ustaca kullanmalarıdır.
Devleti de, Devlet Adamı gibi değil, Cami Yaptırma Derneği Yöneticisi gibi yönetmek isterler. Yargı-denetim gibi kelimelerden nefret ederler. Yukarıda saydığım parti ve kuruluşlar Türk Milletinin aklında bir tek konu ile hatırlanırlar: “Yolsuzluk, Hazine’den alınan paraların kaybolması ve mahkûmiyet, Yardım Paralarının kaybolması, Yurt dışında yaşayan insanlarımızın alın terlerinin ve sadaka paralarının dolandırılması…” 
Bu yaptığım, bir tespittir,  gerçeklerin üzerine ışık tutmaktır. İktidar gücünden korkan sermaye sahiplerinin ve medyanın   nasıl küçüldüklerini,  görmek istemeyen gözlere göstermektir..
Siz devleti ve devletler arası ilişkileri, cami yaptırma derneğini yönetir gibi yönetmeye kalkarsanız, olacağı budur. Başka ne bekliyorsunuz ki?
Mavi Marmara olayına ve nasıl bu duruma geldiğimize bir kez daha bakalım;
*Gazze’ye Mavi Marmara gemisiyle yapılan yardım, geminin İstanbul Belediyesinden verilmesinden başlamak üzere AKP tarafından organize edilmiştir.  AKP Milletvekillerinin son anda gemiden indikleri hatırlardadır. Sivil Toplum Örgütü görüntüsü aldatmacadır.
Bu derneğin yöneticilerinin tamamı “Takım’dandır..” Reisin izni olmadan bunlar yerlerinden kıpırdayamazlar.
İsrail, geminin hareketinin engellenmesi için defalarca Türk Hükümetinden talepçi olmuştur. Buna rağmen Mavi Marmara, Reis tarafından başına gelecekler biline biline Gazze’ye gönderilmiştir.
9 insanımızın hayatını kaybetmesi ve onlarca vatandaşımızın yaralanmasına “Takım”  vesile  olmuş, İsrail’de ciddi bir devlete yakışmayacak derecede şiddet uygulayarak bu suçu işlemiştir.
Bu dediklerimizi kanıtlayacak en önemli olay ise; 12 Haziran seçimlerinden hemen önce, tüm reklam araçları kullanılarak “Mavi Marmara’nın”  tekrar Gazze’ye gönderileceğinin duyurulmasıydı. Seçimler bitti, AKP kazandı, Mavi Marmara unutuldu gitti !… Gazze de zulüm devam ediyor, o halde yapılan iş Gazze olayını tamamen  seçim malzemesi yapmaktan ibarettir.
Tarih, Gazze’yi siyasi malzeme yapanları, Irak’ta-Libya’da Müslümanların katledilmesine sessiz kalıp el altından yardım edenleri ve Irak’taki son Türk varlığı Türkmen kardeşlerimizi Barzani’nin insafına terk edenleri unutmayacaktır.
ABD’li diplomatlar arasında ismi “Pilli Tavşan” anlamına gelen “Energizer Bunny”  olan Dışişleri Bakanı Davutoğlu, dün 5 maddelik yaptırım kararı açıkladı;
İki ülke arasındaki diplomatik ilişkilerin 2. Katip seviyesine indirilmesi daha önce de yapılmıştı, önemi sadece semboliktir. Askeri anlaşmaların askıya alınması ise, zaten anlaşmalar yürümediğinden fazla bir anlamı yoktur. Türkiye’nin Gazze ablukasını tanımaması ise BM Raporunda tam tersi yazıldığından sadece bizi bağlamaktadır!…
Esas önemli olan; “Doğu Akdeniz’de seyrüsefer serbestisinin sağlanması için gerekli önlemlerin” alınacağı sözüdür. Türk ve İsrail Deniz Kuvvetlerini karşı karşıya getirebilecek bu madde Türkiye ile İsrail arasında, uzun yıllar onarılmayacak tahribata sebep olabilir…
Devletimizin, “Devlet Adamı” mantığıyla yönetilmediğinin en açık kanıtı bu kararlardır;
*Alınan bu karardan Bakanlar Kurulu Üyelerinin haberi yoktur.
*Alınan bu kararlardan TBMM Başkanının haberi yoktur.
*Alınan bu kararlardan Ana Muhalefet ve Muhalefet Partilerinin haberleri yoktur.
*Alınan bu kararlardan AKP Milletvekillerinin haberi yoktur.
*Alınan bu kararlardan TBMM nin haberi yoktur.
*Alınan bu kararlardan sadece Başbakan Erdoğan ve Dışişleri Bakanının haberi vardır…
Türkiye, Demokratik Parlamenter sistemle yönetilen bir Cumhuriyettir. Kimsenin “Yardım Derneği” veya “Kooperatifi” gibi bir şekilde yönetilemez ve binlerce yıllık devlet tecrübesiyle böyle acemiliklere hiç layık değildir…

Sağlık ve başarı dileklerimle 

Rifat Serdaroğlu


https://haberguncel.blogspot.com.tr/2011/09/rapor-yok-hukmundedir-rifat-serdaroglu.html

***

Danışmanını Söyle Bana…


Danışmanını Söyle Bana…  


Rifat Serdaroğlu
Cuma, Eylül 02, 2011

Çoğu Genel Başkan, her Devlet Adamı,  konularında gerçekten uzmanlaşmış danışmanlarla çalışır.
Bu danışmanlar, tıpkı birer “Karınca” gibi çalışarak hem Genel başkanlara, hem de ülkeye çok ciddi hizmetler yaparlar. Bu kişiler basında görünmeyen, reklamlarının yapılmasını sevmeyen Türk Bürokrasisinin ve Türk Siyasetinin “Pırlantalarıdır.”
Fikri yapısı olgunlaşmamış, entelektüel düzeyi gelişmemiş bazı Genel Başkanlar ise, bilgisizlikleri açığa çıkmasın diye, siyaset ve bürokrasi dışından danışmanlarla çalışırlar. Fakat bu danışmanlar tarafından bazen öyle bir yanlışın içine düşürürler ki, hem ülke çok sıkıntı çeker, hem de kendilerinin siyasi hayatları biter. Danışmanlara ne mi olur?  Onlar, derhal başka bir siyasetçinin yanına kapağı atarlar, parmaklarında oynatacakları o kadar çok siyasetçi olduktan sonra, bunlar asla işsiz kalmazlar !…
Örnek vermek gerekirse; Tansu Çiller,  siyasete ilk başladığı yıllarda, Türk Siyasetinde kalıcı olabilecek her türlü özelliğe sahip görünüyordu. Fakat, eşinin hem parti hem de devlet işlerine yetkisiz olduğu halde karışması ve Mümtazer Türköne-Şükrü Karaca-Hüseyin Kocabıyık gibi danışmanları sayesinde hem Türkiye’ye çok zarar verdi, hem de bugün fikrini söyleyemez ve insan içine çıkamaz hale gelerek siyaset defterini kapadı. Şimdi o danışmanlık yapıyor. Kime mi? Elbette ki Recep Tayyip Erdoğan’a…
Peki bu üç danışman ne oldu? Onlar önce Anavatan Partisi’ne, orayı bitirdikten sonra da şimdi AKP’ye hizmet ediyorlar. Ne de olsa moda AKP, eh para da orada, daha ne olsun ki?…
Yalnız,  bu seyyar danışmanlar bazen ağızlarını tutamazlar ve kavgada bile söylenmeyecek laflar ederler.
Mehmet  Metiner bunlardan biridir;
Mehmet Metiner, siyasete MTTB (Milli Türk Talebe Birliği ) de başlamış ve “Vatandaş Türkçe Konuş” kampanyasına katılmıştır. Daha sonra Erbakan’ın Milli Selamet Partisi- Akıncılar kolunda çalıştı.
Erdoğan, MSP İstanbul İl Başkanı ve R.P Belediye Başkanı iken ona sürekli danışmanlık yaptı. Erdoğan sonra Mehmet Metiner’i kovdu. PKK’nın siyasi kanadı HADEP’te Genel Başkan Yardımcısı oldu. Yine Başbakan Erdoğan’a danışman oldu. AKP’nin “Kürt Açılımı” mimarlarındandır. Seçim öncesi tüm televizyonlarda AKP propagandasını yaptı. 12 Haziran 2011 de AKP Adıyaman Milletvekili olarak meclise girdi. Erbakan’dan-Recai Kutan’a, Tayyip Erdoğan’dan- Abdullah Öcalan’a, oradan da tekrar Başbakan Erdoğan’a giden yolda danışmanlık yaparak, kapağı parlamentoya attı…
İşte bu kişi bayramda Başbakan Erdoğan için öyle şeyler söyledi ki, ne yenir ne de yutulur !…
*Tayyip Bey benim eski dostum, yani herkesten çok ve herkesten önce  yakından tanıyorum. Yani onun beyin kıvrımlarında nelerin dolaştığını bilebilecek kadar kendisine yakın bir insanım.
*Tayyip Bey’in bir boşluktan yararlanmaya çalıştığı besbelli. Siyasal bir boşluk var. Bu boşluğu doldurabilecek etkili isimlerden biri olarak gözüküyor.

Bir yerlerden icazet(!) almaya çalıştı, aldı mı almadı mı bilemiyorum.
*Ben Tayyip Erdoğan ile “Demokratik bir Türkiye”  inşa edilebileceği kanaatinde değilim. Çünkü icazet aldığı, içerideki çevreler statükonun sahici sahipleri.
*Kürt meselesinde de Tayyip Erdoğan’ın çok geri ve antidemokratik bir konumda olduğunu biliyorum ama çok pragmatik bir yaklaşımla Kürt sorununa el atabilir. Ama buna ne kadar cesaret edebilir bilemiyorum.

Bir, cesareti yetmez. İki, zaten böyle düşünmez.

*Bir Mehmet Ağar’ın, bir de başka gerçekten sicili bozuk insanlarla birlikte yol arkadaşları yapıyor olması bile Tayyip Erdoğan’ın aslında Kürt sorununun ne çözümünde ne de demokratikleşme sürecinde çok aktif bir rol oynamayacağı sonucuna götürür ama oradaki boşluk, dinsel muhafazakar kesimdeki boşluk Tayyip Erdoğan’la liberal demokratik bir kanala akıtılmak isteniyor. Ama Tayyip Bey bunu götürebilecek bir şey değil, yanında danışmanlarıyla belki bir şeyler kurtarmaya çalışıyor ama kendisi siyaseten entelektüel düzeyde bunu kaldırabilecek çapta bir insan değil. Henüz entelektüel birikiminin,siyasal birikiminin bu çapta olduğuna inanmıyorum.
Bunları Erdoğan’ın siyasi rakipleri söylese, ölçüsü kaçmış ve acımasız eleştiriler der geçerdik. Fakat bu sözleri, Başbakan Erdoğan’ın beyin kıvrımlarını bilen
(bu arada tüm sırlarını da) danışmanı ve milletvekili söyleyince üzerinde ciddi olarak durulması gerekir. İfadeler o kadar ağır ki, Başbakan bunları derhal kamuoyuna açıklamak zorundadır;
*Başbakan kimden icazet(izin)alarak siyaset yapmaktadır?
*Başbakan,  niçin demokratik bir Türkiye inşa edemez? Başbakan kimlerden korkmaktadır?
*Mehmet Ağar’ın sicili neden bozuktur? Diğer sicili bozuklar kimlerdir?
*Başbakan gerçekten sığ bilgili ve cahil midir?..
Esasında bu soruları tüm AKP’lilerin, kendi Adıyaman Milletvekillerine sormaları gerekir, bakalım sorabilecekler mi?
Bu olay, siyasette bir sonun başlangıcıdır. Bir taraftan Deniz Feneri davasından tutuklu olanların “Ya beni kurtarırsın, ya da bildiklerimi anlatırım” tehdidi, diğer taraftan “bak ben Öcalan ile yaptığın anlaşmayı bile biliyorum, ya Kürtlere “Demokratik Özerkliği”  ver, ya da ben de konuşurum”, baskısı dayanılır gibi değildir. Bu terazi bu sıkleti çekmez, dağılır gider. Üstüne üstlük yakında, birilerinin dünyanın dört ülkesine dağılmış paralarının yerleri, İstanbul Belediyesi-Deniz Feneri ilişkileri- imar değişiklikleri ile ilgili yapılanlar, dış istihbarat örgütleri (!)  tarafından moda tabirle, internete düşürülürse, yandı gülüm, keten helva…
Ne demiş büyüklerimiz;
Her zaman doğru ol, yanlış iş yapma.  “ B.kla yapılan iş, s.dikle  bozulur”,
bunu da hiç unutma….

Sağlık ve başarı dileklerimle

Rifat Serdaroğlu



https://haberguncel.blogspot.com.tr/2011/09/dansmann-soyle-bana-rifat-serdaroglu.html

***

25 Mart 2017 Cumartesi

Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 4


 Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 4



ABD’nin Buyruğu: Atatürk’ün Dış Politikasını Terk Edin

Atatürk’ün ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ sözüyle somutlaşan diğer ülkelerin içişlerine karışmama ve dışarıda macera aramama ilkesi en azından devlet kademelerinin belli bir kısmında hâlâ geçerliliğini koruyor. Ancak, bu ilke adım adım göz ardı edilmeye başlandı. Bu ilkenin göz ardı edilmesi, şüphesiz en çok ABD’nin işine geliyor. Türkiye gibi bir gücü ‘koçbaşı’ gibi Adriyatik’ten Çin’e kadar olan istikrarsız bölgede kullanabilmek ABD için göz ardı edilemeyecek bir avantaj. Zaten bu nedenle ABD, Atatürk’ün maceracılığa karşı çıkan dış politikasına karşı ideolojik anlamda da mücadele veriyor. Örneğin CIA’nin Ortadoğu Masası şefi Graham Fuller bir yazısında şöyle buyuruyor: “1. Dünya Savaşı’nın ardından gelen yıllarda modern Türk devletinin kurucusu ve Türklerin atası Mustafa Kemal Atatürk’ün hürmet edilen ve köklü dış politika mirasının fiilen iptal edilmesi nedeniyle, Türkiye’de Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve Orta Doğu’da yeni bir rol üstlenilmesi kolayca kabul görmemiştir. Yeni cumhuriyet eski çok uluslu, çok mezhepli Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğduğu için, Atatürk yurttaşlarını dış politikada etnik veya din bağlarına dayalı her tür toprak talebinden kaçınmaları ve modern sınırları içindeki yeni Türk ulus devletinin kalkınması ve korunmasına odaklanmaları konusunda uyarmıştır. (...) Şüphesiz o dönem açısından Atatürk’ün genel vizyonu mantıklıydı ve bu vizyon bazı istisnalar dışında Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşüne kadar büyük ölçüde izlenmiştir. (...)Türki Cumhuriyetlerin Sovyetler Birliği’nden bağımsızlıklarını kazanmaları ve Balkanlar’da yeni etnik politikanın doğması, bu güçlü mirasın revize edilmesine yol açmıştır. (...) Türkiye’nin oldukça yorucu ve talepkâr bir döneme girdiğine şüphe bulunmamaktadır. Atatürkçülüğün eski dış politika kaynakları ve Türklerin üç kuşaktır tanıdığı dünya artık değişmiştir.”[41]

Fuller, açıkça Türkiye’nin Atatürk’ün gösterdiği yolu değil, ABD’nin gösterdiği yolu izlemesi gerektiğini söylüyor. Tabii bunu yaparken Atatürk karşıtı gözükmemek için de elinden geleni yapıyor. Bilinen ‘dünya artık değişti’ bahanesiyle tüm ilkelerden taviz verilmesi isteniyor. Evet, dünya değişmiştir, ABD artık bu dünyanın jandarması olmuştur, Türkiye’ye önerilen ise en önde savaşacak basit bir jandarma eri olmaktır.

Balkanlaştırma Politikası

Balkanlar’da Yugoslavya’nın parçalanmasıyla birlikte ortaya çıkan irili ufaklı devletlerde Türk ve/veya Müslüman nüfus oranı önemli orandadır. Özellikle bu toprakların bir dönem Osmanlı sınırında olması nedeniyle, örneğin Bosna’da çoğunluk %43 ile Müslümanlardan oluşmaktadır, ayrıca Kosova’da 2 milyon, Makedonya’da ise 500 bin Müslüman bulunmaktadır.[42] Bu bölgede Türkiye’nin etkin olması Avrupa’dan çok ABD’nin isteği, çünkü Avrupa ülkeleri zaten bu bölgede daha etkin olmak için bir mücadele içinde. ABD ise, Türkiye üzerinden bölgede etkin olmayı planlıyor.

Avrupa ile ABD’nin bölgede ortak bir düşmanı var: Sırplar. Sırpların Ortodoks olması bu düşmanlıktaki baş neden sayılabilir. Din bağı nedeniyle Rusya’nın Sırplar üzerinde büyük bir etkisi bulunuyor. Rusya’nın Sovyet dönemindeki gibi tekrar Doğu Avrupa’da etkin olmasını istemeyen Avrupa ve ABD, Sırplarla diğer uluslar arasındaki savaşlarda hep diğer ulusları destekledi. Ancak Avrupa ülkeleri ile ABD bu noktada birbiriyle ayrı da düştü. Avrupalılar Türkiye’nin Balkanlar’a müdahale etmesini çok hoş karşılamadı, çünkü Türkiye’nin güçsüzleştirilmesi stratejisine çok ters düşecek bir gelişme olacaktı. Bunun yerine Katolik Hırvatlara destek vermek ilk adım oldu Avrupa açısından. ABD de Türkiye ile birlikte Bosna’yı destekledi. Bosna’nın yalnız bırakılmasıyla birlikte hem Türkiye’nin hem de ABD’nin bölgede daha etkin olması üzerine Avrupa ülkeleri Bosna’ya da yardım eli uzatmak zorunda kaldı. [43]

Tanzimat’tan Kozmopolitizm’e Sömürge Aydınları

İnsan hakları, azınlık hakları gibi temel kavramlar, uluslarüstü bir kimlikle Batı’nın denetimine sokulurken, ulusal kalan her kurum Batı’nın dünya hâkimiyeti önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Ulus-devlet ekonomik ve siyasal açıdan emperyalizmden kısmen bağımsız kalabilen ve geleceğini kendi belirleyebilen devletler bu engelin en somutlaşmış hali. Batı’nın hâkimiyet isteğine ulus-devletlerin bir refleksle direnmesi nedeniyle Batı, ulus-devletleri kökten ortadan kaldırmak için bu direnci içten kıracak kozmopolit ideolojiyi öne çıkardı.

Demokrasi, insan hakları ve azınlık hakları gibi temel kavramlar ve özgürlük kavramı uluslar üstüne çıkarılarak kozmopolitleştirilirken ulus-devletler de aynı şekilde kozmopolitleştirilerek güçsüzleştirilmek isteniyor. Yüzölçümü, nüfusu ve potansiyeli bakımından dünyanın en güçlü ulus-devletlerinden biri olan Türkiye de bu ideolojik saldırıdan payına düşeni alıyor. Türkiye üzerinde uluslararası ‘tarafsız’ hakem kuruluşların gözetiminde bir demokratikleşme ve ilerleme anlayışını savunmak, Türkiye’nin ulusal çıkarlarını Batı’dan gelecek demokrasi için feda etmek hatta kendi ulusal kimliğini demokrasinin engeli olarak görmek ama aynı zamanda Batı’nın ulusal kimliğine hayran olmak günümüz kozmopolit aydınının karakteri.

Türkiye’de kozmopolitizmin hem sağ hem de sol siyaset arenasında büyük etkisi bulunuyor. Siyasi yelpazenin bu iki farklı kutbunda kozmopolitizm günlük politikaya farklı şekillerde uyarlanıyor.

Türkiye 1970’lerde Gümrük Birliği’ne sokulmak istendiğinde büyük sanayiciler dahil toplumun pek çok kesiminde büyük tepkiler doğmuştu. Türkiye’nin büyük burjuvazisi, henüz gümrük duvarları olmadan kendi ekonomik geleceğini kurabilecek durumda değildi. Ancak 90’lara geldiğimizde ekonomik yatırım açısından Avrupa sermayesiyle birlikte pek çok ortaklığa giren ve artık ‘büyüyen’ Türk büyük burjuvazisi için gümrük birliği bir engel olmaktan çıktı. Büyük sermaye açısından paranın Türkiye’de mi Avrupa’da mı kazanıldığının, ya da Türkiye’nin ulusal çıkarları doğrultusunda kazanılıp kazanılmadığının pek bir önemi yok. Çünkü büyük sermaye, ulusal değil sınıfsal bakıyor olaya.

Büyük sermayenin kozmopolitizmi, bu çevrelerin temsilcisi olan DYP ve özellikle ANAP’ta kendini gösteriyor. Kasım ayında açıklanan Katılım Ortaklığı Belgesi’ndeki Kıbrıs ve Kürt sorunu hakkındaki maddeler tüm Türkiye’de büyük tepki toplarken Mesut Yılmaz’ın Katılım Ortaklığı Belgesi’nin bir ev ödevi olduğunu belirtmesi ve AB’ye üyeliğin Diyarbakır’dan geçtiğini savunması[44] AB’ye üye olan diğer ülkelerin de Türkiye gibi siyasi sorunları olduğunu söyleyerek AB’ye üyeliğin bu ülkelerin bölünmesine ve rejimlerinin tehlikeye girmesine neden olmadığını savunması bu açıdan anlamlıdır. Kısacası kozmopolit sağ, büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda ulusal çıkarların göz ardı edilmesi oluyor. Bu çevre, Kıbrıs’ın Türkiye açısından aslında ekonomik bir yük olduğu, Güneydoğu’ya devletin yaptığı yatırımların o bölgeden elde edilen vergiden yüksek olduğunu savunarak da ulusu ve vatanı değil, kendini düşünüyor.

Kozmopolit sol, insan hakları, demokrasi, özgürlük gibi kavramları uluslararası hale getirerek ancak ve ancak Avrupa sayesinde ulaşılabilecek hedefler olarak tanımlıyor. Ancak, hem Türkiye tarihinden, hem de genel dünya tarihinden bildiğimiz gibi Batı’dan ne insan hakları ne de demokrasi geliyor. Tersine özgürlüklerin yaşanması Batı’ya karşı çıkıldığı oranda mümkün oluyor. Kozmopolit sol işte bu özgürlüklerin Batı’ya karşı mücadele edilerek kazanılabileceği ve yaşanabileceği gerçeğinin göz ardı edilmesini sağlıyor. Aynı şekilde, özgürlüklerin yaşanmasının ve demokrasi mücadelesinin ancak ve ancak halkın örgütlü gücüyle olacağı gerçeği de bu mücadele Batı’nın baskısına devredilerek atlanmış oluyor.

Son tahlilde kozmopolit sol, özgürlük ve demokrasi mücadelesini halktan koparıp Batı’ya teslim ederek, Batı karşıtı milliyetçiliği özgürlük ve demokrasi düşmanlığına vardıran faşizmin güçlenmesine neden oluyor. Ayrıca özgürlük ve demokrasi mücadelesini Batı’ya devredip halkın yürüteceği bir mücadele olmaktan çıkartarak hiçbir zaman yaşanamayacak ütopyalar haline dönüştürüyor.

AB’nin Alternatifi Faşizm Mi?

MHP’nin başını çektiği milliyetçi sağ, özellikle Katılım Ortaklığı Belgesi’nin açıklanmasından sonra AB’ye karşı çıkmaya başladı. Bu karşı çıkışın temelinde Kürt Sorunu ve Kıbrıs’tan kaynaklanan geleneksel milliyetçi reaksiyon yatıyor. Türkiye’nin bölünmesini en son isteyecek çevrelerden olan MHP, bu açılardan AB’ye karşı çıkarken AB karşıtlığı çerçevesinde Türk milliyetçiliğini (hatta Türk ırkçılığını) fikirsel ve eylemsel alanda örgütlüyor. MHP’nin AB karşıtlığının yarattığı bir diğer sonuç da, AB’nin kendi argümanları haline soktuğu insan hakları, demokrasi gibi temel özgürlüklerin de karşısına dikilmesi.

MHP’nin yarattığı bu ideolojik temel, AB karşıtlığının hangi çerçevede yürütülmesi gerektiğini de gösteriyor. AB’nin Türkiye üzerindeki emellerine karşı olmak, AB’nin Türkiye için gösterdiği hedeflere de karşı olmak anlamına gelmemeli. Bağımsızlıkçı tavır, sırf AB istiyor diye insan hakları ihlallerini kabul etmek, demokrasiye karşı olmak veya özgürlük düşmanı olmak anlamına gelmemeli. Bu açıdan Türkiye tarihinde önemli bir birikim ve olumlu bir geçmişim de var. Atatürk döneminde Türkiye yüzlerce yıllık tarihi boyunca ilk kez Batı’yı karşısına almış olduğu halde hiçbir şekilde çağdaş değerlere karşı çıkmadı. ‘Batı’ya rağmen Batılaşma’ da diyebileceğimiz bir şekilde, Batı’da ortaya çıkan çağdaş değerleri Türkiye’ye uyarlamaktan çekinilmedi.

Avrupa’nın siyasi yaptırımlarını değerlendirirken unutmamamız gereken nokta uygarlığın hiçbir ulusun ya da topluluğun mülkiyetinde olmadığı gerçeğidir. Uygarlık dünya tarihi boyunca çeşitli toplumların önderliğinde gelişmiştir. Bu toplum bazen Doğu bazen de Batı olmuştur. Ancak emperyalizm döneminden sonra teknoloji ve bilimde kendi tekelini yaratan Batı, en azından bu tekel sürdüğü sürece, kendi önderliği dışında bir uygarlık seçeneği bırakmamış ve bu şekilde dünya hâkimiyetini geliştirirken tekelinde tuttuğu uygarlığı kullanmaktan çekinmemiştir. Ancak hiçbir demokrasi ve özgürlük anlayışı Batı’nın tekelinde olamaz. Uygarlaşmak Batı’nın kölesi olmak anlamına gelmediği gibi ancak ve ancak Batı’ya karşı uygarlığın tekelini ortadan kaldırma mücadelesi verilerek gerçekleştirilebilecektir.

AB’ye Direnenler

Vural Savaş’ın, Katılım Ortaklığı Belgesi’ni Lozan’ın intikamı olarak nitelendirmesi Atatürkçü çevrenin Batı’ya bakışını yansıtması açısından önemli. Atatürk’ün mirası, Atatürkçü çevrenin Batı dayatmalarına karşı direnmesinde önemli bir çıkış noktası.

Ancak Atatürkçü çevrelerin yaşadığı en önemli çelişki Atatürk’ün çağdaşlaşma anlayışının Batıcılık olarak yorumlanması. Halbuki Atatürk dış politika anlayışı gereği yüzünü Batı’dan çevirip Doğu’ya yönelmişti. Atatürk devrimleri ise şekilsel olarak Batı’ya benzese de, Atatürk bu devrimleri Batı’nın güdümüne girmeden gerçekleştirmişti. Çağdaşlaşmacılık ile Batıcılık arasındaki temel ayrım da zaten buydu. Atatürk devrimlerin çıkış noktasını Batı olarak değil, Türkiye halkı olarak görmüştü ve bu nedenle başarılı olmuştu. Atatürk’ün Batı’nın bir parçası olma gibi bir hedefi yoktu. Atatürk döneminde Türkiye, Batı’nın oluşturduğu hiçbir ittifaka katılmadı.

Ab ve ABD Kıskacında Türkiye

AB’nin Katılım Ortaklığı Belgesi’yle ve Nice Toplantısı’nda Türkiye’nin 2010 yılına kadar AB’nin üye olamayacağını açıklamasıyla birlikte Avrupa’dan dışlanan Türkiye’nin önünde bu defa da ABD’ye yaslanma tehlikesi çıkıyor.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra olduğu gibi tüm Avrupa’yı karşısında bulan Osmanlı kendine güvenemediği için Amerikan Mandası dışında bir kurtuluş yolu göremiyordu. Ancak Atatürk önderliğindeki Bağımsızlık Savaşı’yla birlikte Türkiye’nin önündeki diğer seçenek hayata geçirilebildi.

AB’nin Türkiye’yi dışlamasından sonra ABD’ye yakınlaşma 90’lardan itibaren dünyada oluşmaya başlayan yeni kutuplaşmayı da gösteriyor. Soğuk Savaş döneminde Batı tarafından dışlanan ülke soluğu Sovyetler’in yanında alırdı. Bugün ise seçenek ya AB ya da ABD gibi görünüyor. Ancak AB ile ABD arasındaki çatışma henüz çok görünür ve keskin değil, çünkü Doğu Bloku’nun yıkılmasından sonra ortaya çıkan yeni jeopolitik henüz bu iki kutup tarafından tam anlamıyla değerlendirilmiş değil. 2000’li yılların başında görünen şu ki hem AB, hem de ABD hakimiyet alanı açısından önemli bir genişleme yaşıyor. Bu genişleme en azından bir süre için iki kutup arasında kararlaştırılmış görünüyor. Doğu Avrupa AB’nin hakimiyet alanına bırakılmışken, Orta Asya ve Orta Doğu ABD’nin hakimiyet alanı olarak belirlenmiş. AB ile ABD arasında son 20 yılda yaşanan en önemli çatışma da Yugoslavya’da gerçekleşti. Eski Yugoslavya topraklarında ‘türetilen’ yeni devletlerin tümü henüz hiçbir kutup tarafından hakimiyet altına alınabilmiş değil.

İki kutup arasındaki çatışma bir süre daha pek büyümeden gelişecek gibi görünüyor. Çünkü, bölüşülmüş alanlarda tam hakimiyet henüz sağlanmış değil. AB, Doğu Avrupa’ya doğru çok temkinli ve yavaş bir şekilde genişliyor. AB her ne kadar ABD karşısında ekonomik ve siyasal bir kutup olarak durmak istese de daha kendi içinde tam birlik sağlayamamış Avrupa, ani bir genişlemeyle elindeki mevcut birliğe de zarar vermek istemiyor. ABD ise, AB’nin gelişimini izlerken şimdilik çok fazla müdahale etmek istemiyor. Avrupa’nın NATO’dan bağımsız kendi ordu gücünü oluşturacak adımı atmasıyla AB-ABD karşıtlığı oldukça yüzeye çıkmış oldu. Bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın ilk defa ABD’nin kontrolünden çıkma adımı anlamında önem taşıyor. Türkiye de tam bu noktada Avrupa ordusundan dışlanarak ABD’nin daha fazla yanına itilmiş oluyor.

Türkiye Ne Yapmalı?

Türkiye’nin önündeki soru ise bu iki kutuptan hangisini seçeceği olmamalı. Kutupların ikisi de Türkiye için dışa bağımlılık, sömürgeleşmek ve Sevr sonrasında olduğu gibi parçalanmak sonucunu yaratacak. Türkiye kendi seçeneğini oluşturmak zorunda. Türkiye Batı için bir müttefik olmaktan ziyade tarih boyunca Avrupa’dan uzak tutulması gereken bir düşman olmuştur. Avrupa devletlerinin emperyalistleştiği 1900’lü yıllardan itibaren de Türkiye, Avrupa’nın paylaşmak istediği bir ülkedir. Bu nedenle Türkiye tüm tarihi boyunca Batı’dan uzak kaldığı sürece ilerlemiş, Batı’ya yaklaştığı sürece de parçalanmış ve ekonomisi yıkıma uğramıştır. Batı, güvenlik, ekonomik ve siyasi gelecek açısından Türkiye’nin tek alternatifi değildir. Çaresiz bir şekilde Batı’ya dayanma çizgisi 2000 yılında Türkiye’yi ekonomisi IMF’den gelecek yardıma muhtaç hale getirmiştir.

Türkiye, yüzünü Doğu’ya çevirerek Doğu ülkeleriyle ve komşularıyla dostluk ilişkileri kurmalı ve bir Doğu seçeneğinin yaratılmasında üzerine düşeni yapmalıdır.

Dipnotlar:

1- MÜDERRİSOĞLU Alptekin, Kurtuluş Savaşı Mali Kaynakları, Kastaş Yayınları, 1988, sf. 32 
2- AKŞİN Aptülahat, Atatürk’ün Dış politika İlkeleri ve Diplomasisi, Türk Tarih Kurum Yayınları, 1991, sf. 123 
3- SANDER Oral, Türkiye’nin Dış Politikası, İmge Kitabevi Yayınları, 1998, sf. 75
4- SOYSAL İsmail, Türkiye’nin Siyasal Anlaşmaları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989, sf. 264
5- KEPENEK Yakup ve YENTÜRK Nurhan, Türkiye Ekonomisi, Remzi Kitabevi, 1997, sf. 56
6- SOYSAL İsmail, Türkiye’nin Siyasal Anlaşmaları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989, sf. 447 ve 582
7- Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne giriş görüşmelerinin ayrıntısı için bkz. AKŞİN Aptülahat, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, Türk Tarih Kurum Yayınları, 1991, sf. 169-176
8- Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanların etkisi için bkz. ORTAYLI İlber, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İletişim Yayınevi, 1998
9- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1. Cilt, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, 1945, sf. 309 
10- TUNÇKANAT Haydar, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Ekim Yayınları, 1970, sf.23. Milli Birlik Komitesi üyelerinden Emekli Albay Haydar Tunçkanat’ın bu kitabı ABD ile yapılan anlaşma metinlerini yorumlayarak sunuyor. Bu değerli çalışma Türkiye’nin ikili anlaşmalarla adım adım nasıl ABD’nin güdümüne girdiğini gösteriyor. 
11- BAĞCI Hüseyin, Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası, İmge Kitapevi, 1990, sf.9 
12- TUNÇKANAT Haydar, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Ekim Yayınları, 1970, sf. 192 
13- AVCIOĞLU Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, Tekin Yayınevi, 1976, sf. 1607 
14- age sf. 1609 
15- KOÇAK Cemil, Siyasal Tarih (1923-1950), Türkiye Tarihi, 4. Cilt, Cem Yayınları, 1997, sf. 173 
16- Cumhuriyet, 24 Aralık 1950 
17- ARMAOĞLU Fahir, Belgelerle Türk Amerikan Münasebetleri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991, sf. 252 
18- ÖZDEMİR Hikmet, Siyasal Tarih (1960-1980), Türkiye Tarihi, 4. Cilt, Cem Yayınları, 1997, sf. 249 
19- age sf. 250 
20- ŞAHİN Haluk, Gece Gelen Mektup, Cep Kitapları, 1987, sf. 119  
21- age sf. 89 
22- KARLUK Rıdvan, Avrupa Birliği ve Türkiye, İMKB Yayınları, 1996, sf. 408  
23- ERALP Atila, Soğuk Savaştan Bugüne Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri, Türkiye ve Avrupa, İmge Kitapevi, 1997, 95 
24- KARLUK Rıdvan, Gümrük Birliği Dönemecinde Türkiye, Turhan Kitapevi, 1997, sf. 74 
25- age sf. 363 
26- MANİSALI Erol, Türkiye Avrupa İlişkileri, Çağdaş Yayınları, 1998, sf. 66 
27- GRİMAL Pierre, Mitoloji Sözlüğü, Sosyal Yayınları, 1997, sf. 191  
28- BLOCH Marc, Feodal Toplum, Opus Yayınları, 1998, sf. 665  
29- Avrupa kimliğinin oluşumunda aydınlanma filozoflarının görüşleri için bkz. YURDUSEV Nuri, Avrupa Kimliğinin Oluşumu ve Türk Kimliği, Türkiye ve Avrupa, İmge Kitapevi, 1997, sf. 46-49 
30- age sf. 42 
31- age sf. 61 
32- age sf. 64-65 
33- TUNAYA Tarık Zafer, Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, Arba Yayınları, 1994, sf. 141 
34- AYDOĞAN Metin, Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye, Otopsi Yayınları, 1999, sf. 823 
35- AVCIOĞLU Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, Tekin Yayınevi, 1976, sf. 1614 
36- Milliyet, 5 Kasım 2000 
37- KABAALİOĞLU Haluk, Avrupa Birliği ve Kıbrıs Sorunu, Yeditepe Üniversitesi Yayınları, 1997, sf. 350 
38- Avrupa Birliği Türkiye Temsilciliği, http://www.eureptr.org.tr  
39- Dışişleri Eski Bakanı İlter Türkmen’den aktaran Muzaffer İlhan Erdost, Edebiyat ve Eleştiri, Eylül-Ekim 2000, sayı 51. 
40- Cumhuriyet, 28 Temmuz 1999 
41- LESSER Ian ve FULLER Graham, Türkiye’nin Yeni Jeopolitik Konumu, Alfa Yayınları, 2000, sf. 230 
42- age sf. 186 
43- age sf. 199 
44- Cumhuriyet, 20 Ekim 2000 


http://www.turksolu.com.tr/ileri/02/erdem2.htm


***

Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 3


 Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 3


Avrupa Kimliğinde Türk’ün Yeri

Avrupalılar için Türk kelimesi Müslüman sözcüğüyle eşanlamlıdır. Müslümanlaşan Avrupalı için ‘Türkleşti’ kelimesi kullanılır. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte Avrupa için tehdit oluşturmaya başlayan Türkler, Avrupa kimliğinin oluşmasında da önemli bir role sahiptir. Tarihçi Lord Acton “Modern tarih Osmanlı fetihlerinin baskısıyla başlar” demiştir.[31] Türkler, Avrupalıları Avrupa’ya tıkan bir düşmandır. Öyle ki İstanbul’un fethinden sonra Papa’nın “Şimdi gerçekten Avrupa’ya tıkıldık” dediği söylenir. Türkler daha da ileri gitmiş ve zamanla Avrupa’nın neredeyse yarısını işgal etmiştir. 1900’lü yıllara gelindiğinde bile Avrupa’nın dörtte biri Türk egemenliğindeydi. Bu nedenle Avrupalı olmak demek, 1900’lü yıllara kadar Türklere karşı olmayı da kapsıyordu. Avrupa’ya birkaç yüzyıl dünya hâkimiyetini sağlayan coğrafi keşiflerin başlamasında da Türklerin Doğu’dan yaptığı baskının önemli bir payı vardır. Ticaret yollarının ve sonunda İstanbul’un da Türklerin eline geçmesiyle Avrupalıların okyanuslara açılmaktan başka çaresi kalmamıştı.

Aydınlanma Dönemi’nde ‘İslam’ düşmanlık kavramıdır. Martin Luther’e göre İslam “İsa’nın karşısında bir şiddet hareketidir. O, doğru yola getirilemez çünkü akla ve mantığa kapalıdır, her ne kadar zor olsa da, ona ancak kılıçla karşı konulabilir.” Voltaire için Hz. Muhammet bir din zorbasıdır. Örnekleri çoğaltmak mümkün, ancak laikleşmeyle birlikte Avrupa kimliği yerli yerine otururken diğer ulus ve dinlere karşı da bir aşağılama dönemi başlamış oluyordu. Örneğin Rousseau’ya göre Türkler, refah içindeki kültürlü ve uygar Arapları yenen barbarlardır. İdama mahkum olmuş olan Ütopya kitabının yazarı Thomas More’un da idam sehpasında dahi çevresindekilere Türk tehlikesinin hâlâ sürüp sürmediğini sorduğu söylenir.[32]

1800’lere gelindiğinde Avrupa, yüzyıllardır kıtasından atamadığı Türklerin artık eski gücünde olmadığını görmüş ve Türkleri kesin olarak yok etmek için planlar yapmaya başlamıştı. Artık ‘barbarlığın temsilcisi Türkleri’ uygarlığın beşiği olan Avrupa’dan atma şansı yakalanmıştır. Birinci Dünya Savaşı’na kadar Türklerin Avrupa’daki gücü gittikçe azalır ve plan Sevr Anlaşması’yla sonuca ulaşır.

Türk Düşmanlığı Gerçeği

Avrupa’nın Birinci Dünya Savaşı öncesinde Türkiye’yi paylaşma planı şüphesiz yalnızca bir tarihsel intikam duygusunun ürünü değildi. Osmanlı İmparatorluğu hem topraklarının genişliği, verimi hem de jeopolitik önemi nedeniyle zaten paylaşılacak topraklar içinde baş sırada yer alıyordu. Ancak, Avrupa’nın Osmanlı’ya ve Türklere bakışının salt bir sömürülecek ülke olduğunu düşünmek yanıltıcı olacaktır. Avrupalılar aynı zamanda tarihteki yenilgilerin intikamını alıyordu. 300-400 yıl boyunca kendilerine kök söktüren, Avrupa’nın yarısını işgal eden, Avrupa’nın Doğu’ya doğru yayılmasını engelleyen Türklere, Avrupa’nın dostça baktığını düşünmek saflık olacaktır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı’nın yıkımın eşiğine gelmesi nedeniyle dış basında atılan zafer çığlıkları bunun bir göstergesi (Bu konuda bu sayımızda yayınlanan belgeleri inceleyebilirsiniz).

Avrupa’daki Türk düşmanlığı göz ardı edilemeyecek bir gerçeklik. Bu düşmanlık 20. yüzyıl boyunca da devam etti. 1900’lerin başında İngiliz Başbakanı Gladston, Türkler için şunları söylüyordu: “İnsanlığın tek insanlık dışı tipi Türklerdir.”[33] 1919 yılında ise bir diğer İngiltere Başbakanı Lyod George şunu savunuyordu: “Türkler ulus olmak bir yana, bir sürüdür. Yağmacı bir topluluk olan Türkler bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yaradır.”[34] 30’lu yıllarda Hitler ve Mussolini, aşağılık ırklar sıralamasına Türkleri eklemeyi ihmal etmiyorlardı. Türkiye’nin NATO’ya katılmasının tartışıldığı dönemde kimi Avrupa ülkeleri, Türkiye’nin üyeliğine NATO’nun ‘yalnızca bir savunma ittifakı olmayıp Atlantik uygarlığına sahip bir birleşmenin çekirdeğini teşkil edecek bir belge’ olduğunu öne sürerek karşı çıkıyorlardı.[35]

Günümüzde dahi Avrupa’daki ırkçı partilerin hâlâ güçlü olduğunu ve Türk düşmanlığına devam ettiklerini unutmamak gerek. Sosyal demokrat kesimde bile Türk düşmanlığı var. Örneğin, Alman eski Başbakanı Helmut Schmidt, ‘Avrupa’nın Sürdürülmesi’ adlı kitabında, açık açık Türklerin Avrupalı olmadığı, olamayacağı, bu nedenle Avrupa Birliği’ne alınmamaları gerektiğini söylüyor: “Türkiye’yle Avrupa arasındaki kültürel farklar, Rusya ve Ukrayna ile aramızdaki farklardan çok derindir. Türkiye’yi AB’ye almak isteyenlerin, ileride AB’ye girmek isteyebilecek Mısır, Fas, Cezayir gibi ülkelere nasıl bir argümanla karşı koyacağını da hesaplaması gerekir. (...) Türkiye’nin nüfusu şu anda 65 milyon, 35 yıl içinde bu sayı 100 milyona çıkacak, 21. yüzyıl sonlarına doğru Türkiye’nin nüfusu Fransa ve Almanya’nın toplamı kadar olacak. Türkiye’yi AB’ye almak isteyenlerin bu rakamları aklında tutması gerekir.”[36]

Avrupalıların Türkiye’ye bakışını salt ekonomik çıkarlar doğrultusunda ele almak, tarihten gelen bu kin ve ırkçılığı göz ardı etmek olacak ve bu yönüyle eksik bir değerlendirme olacaktır.

Avrupa, emperyalist döneminde bile, Doğu’yu ele geçirememiştir. Önce Rusya’da Sosyalistler iktidara gelmiş, sonra Türkiye Avrupalı emperyalistleri yurdundan atarak bağımsızlığını kazanmış, Çin sosyalizme geçmiş, Hindistan uzun mücadele döneminden sonra bağımsızlığını elde etmiştir. Bu coğrafyada emperyalizm başarısız olmuştur çünkü, karşısında köklü bir Doğu uygarlığı vardır. Doğu halkları binlerce yıl Avrupa’dan üstün bir uygarlık düzeyinde yaşamış ve kendi kimliğini yaratmıştır. Avrupa, Amerika ve Afrika kıtasını Hıristiyanlaştırabilmiş ama Doğu’nun dini ve milli kimliğini değiştirememiştir. Bu uygarlık temeli, Avrupa’nın Türklere ve diğer Doğulu uluslara karşı düşmanlığının kökenidir. Bu uygarlık yıkılmadan da Avrupa emperyalizmi, Doğu’yu ele geçiremeyeceğini bilmektedir. O nedenle de ekonomik sömürü peşinde değildir, bu emperyalizmin genişlemesi için yeterli değildir, Doğu her düzeyde teslim alınmalıdır.

Emperyalizmin, sömürgeleştirici ve yeniden paylaşımcı karakterini gözden kaçıran her bakış açısı, ekonomizmin dar ufkuyla sınırlıdır ve emperyalizmin siyasi niteliğini de bir türlü kavrayamamaktadır. Bu nedenle de AB’yi bir ekonomik yayılma örgütü olarak sınırlamaktadır. Halbuki Haçlı-Sömürgeci ve Emperyalist Avrupa, ekonomik, siyasi ve kültürel ele geçirme ve teslim alma örgütüdür. Teslim aldıktan sonra da varolanı yok ederek yerine kendi kültürel kimliğini ikame eder. Amerika ve Afrika’nın yok edilişi bunun açık kanıtıdır. Doğu ise hâlâ ayaktadır ve Avrupa, fırsatını buldu mu, Doğu da Amerika ve Afrika’nın kaderini paylaşmaktan kurtulamayacaktır.

4- Sevr’e Giden Yol

Avrupa Azınlık Yaratma Peşinde

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra 1993’te gerçekleştirilen Kopenhag Zirvesi’nde, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye üye olabilecekleri kararlaştırıldı ve üyelik için yeni kriterler belirlendi. Bu yeni kriterlerin esas amacı, Doğu Avrupa ülkelerinde serbest pazar ekonomisinin işlemesini sağlamak ve bunun için gerekli ekonomik, hukuki ve politik kriterleri belirlemekti. Kopenhag Kriterleri arasında azınlık hakları şu şekilde yer alıyordu: “Azınlık topluluklarının toplum ile bütünleşmesi, demokratik istikrarın bir koşuludur. Avrupa Konseyi tarafından özellikle azınlık gruplarına ait kişilerin bireysel haklarını kollayan ulusal azınlıkların korunması çerçeve konvansiyonu başta olmak üzere ulusal azınlıkların korunmasını yöneten çeşitli metinler benimsenmiştir.”[37]

2000 yılı Katılım Ortaklığı Belgesi’nde ise kısa vadeli hedefler arasında şunlar da yer aldı:”Türk vatandaşlarının kendi anadillerinde televizyon ve radyo yayını yapmalarını yasaklayan her türlü yasal hükmün kaldırılması.

Güneydoğu’da halen devam etmekte olan Olağanüstü Hal’in kaldırılması. Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel haklarının güvence altına alınması. Bu hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hüküm (eğitim alanındakiler de dahil olmak üzere) kaldırılmalıdır.”[38]

Azınlık hakları, Osmanlı İmparatorluğu döneminde de Avrupa devletleri tarafından kullanılan bir kozdu. Kopenhag Kriterleri’nin bir benzeri o dönem ABD Başkanı Wilson tarafından savunuluyordu. Wilson İlkeleri olarak bilinen belgede azınlık hakları da yer alıyordu. Wilson İlkeleri’nin Türkiye açısından sonucu Sevr’di, parçalanma ve yok olmaydı. Kopenhag Kriterleri’nin de Türkiye gibi devletler için sonucu aynı olacak. Nitekim, Yugoslavya, Irak gibi birden fazla ulusun bir arada yaşadığı ülkeler, Avrupa devletleri ve ABD tarafından azınlık hakları kullanılarak bölünüp parçalandı ve zayıflatılarak kontrol altına alınmaya çalışıldı.

Batı’nın azınlık haklarını savunurken ‘azınlık’ları gerçekten savunmadığı çok açık. Çünkü azınlık sorunları sadece Türkiye, Yugoslavya, Irak gibi bölünmek istenen ülkelerde yaşanmıyor. Hemen hemen tüm AB ülkeleri kendi içlerinde bir azınlık sorunu yaşıyor ve azınlıklarla ilgili kriterler kimi AB üyesi ülkeler tarafından kendi ‘özel konumları’ nedeniyle benimsenmiyor. Örneğin Fransa, Birleşmiş Milletler’e ‘Fransız halkının, etnik özelliklere dayanan hiçbir ayrımı kabul etmeyeceğini ve dolayısıyla her türlü azınlık kavramını reddeceğini’ açıklayabiliyor[39] . Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu ise şöyle diyor: “Azınlık konusu zaman zaman toprak talebine dönüştürülmektedir. Eğer sınırlar konusunda endişe duyulmazsa, herkese kökenleri ile hitap etmekten çekinmem. Türk olsun, Bulgar olsun, Pomak olsun, çekinmeden kökenlerini telaffuz edebilirim.”[40] İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin 1998 raporuna göre Yunanistan, ülkedeki Türk ve Makedon azınlığı azınlık olarak tanımayı reddediyor. Azınlık hakları konusunda İngiltere (Kuzey İrlanda), İspanya (BASK bölgesi) gibi ülkeler de büyük sorunlar yaşıyorlar. Ancak bu ülkelere AB’nin herhangi bir yaptırımı bulunmuyor.

Üstelik Türkiye’de Kürt sorununun çözümü Kürtlerin bir azınlık olarak tanınmasından geçmiyor. Her şeyden önce Kürtler Türkiye’de azınlık değil. Kürtlerin belli bir bölgede yoğunlaşan nüfusları ve aynı topraklar üzerindeki binlerce yıllık geçmişleri sorunun azınlık sorunun da öte bir ulusal sorun olduğunu gösteriyor. Kürt Sorunu azınlık sorunu çerçevesinde değerlendirilince sonuç bu azınlığın Türkiye’den koparılması olur. Çünkü Kürtlerin neredeyse 20 milyonu bulan bir nüfusu ve nüfusun yoğunlaştığı toprak parçası var. Batı’nın Kürt sorunuyla ilgilenmesinin nedeni de Kürtleri Türkiye’den koparmak ve Orta Doğu’da kendi güdümünde bir Kürdistan kurabilmek. Kürt sorununu uluslararası platforma taşıma çabalarının ve Kürtçe TV gibi salt kültürel bir sorunmuş gibi yansıtılmasının temelinde de bu yatıyor. Türkiye’de Kürt sorunu bir azınlık sorunu olmadığı gibi, pek çok ekonomik ve siyasi boyutu olan bir sorun. Kürt sorunu gerçekten çözüme ulaştırılmak isteniyorsa, Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları içinde bütünlüğü ve ortak bir yurttaşlık kimliği temelinde birleşmesi gerekiyor.

Kıbrıs

Katılım Ortaklığı Belgesi’nde en çok tepkiyi çeken maddelerden biri Kıbrıs meselesiydi. Ancak Kıbrıs Sorunu yeni bir sorun değil kuşkusuz. Türkiye tarihi boyunca, başta ABD olmak üzere, Batı ülkeleri Kıbrıs kozunu kullanmaktan çekinmediler. Bu ülkeler açısından Ege’de ve Doğu Akdeniz’de hâkim olmanın yolu Kıbrıs’ı kontrol altında tutmaktan geçiyor. Sorunun çözümsüz kalması, ABD’nin işine geliyor. Çünkü ABD, Kıbrıs kozunu kullanarak hem Türkiye’yi hem de Yunanistan’ı kontrol altında tutuyor.

Avrupa Devletleri açısından ise Kıbrıs, Türkiye’nin direncini kırabilmek için çok önemli. AB, bu adayı kendi kontrolünde tutmak istiyor. Bunun için de AB’ye katıyor. Ada’daki Türk Devleti kabul edilmiyor. Bunun bir diğer nedeni de Türk Devleti’nin bağımsızlığı kabul edilirse Türkiye’nin de bu stratejik adada söz sahibi olabilecek olması ve Türkiye’nin Doğu Akdeniz dengelerinde güçlenme olasılığı. AB, Doğu Akdeniz’de güçlü bir Türkiye’yi istemiyor.

Kıbrıs sorunu her şeyden önce Türkiye için bir onur sorunu. 1947’den bu yana ABD’ye ve Batı’ya fiilen bağlanmış olan Türkiye bu dönem içinde sadece ve sadece Kıbrıs meselesinde Batı’ya kafa tuttu ve tutmaya devam ediyor. Kıbrıs sorununda geri adım atmak bu politik simgeyi kaybetmek ve bölgede AB hükümranlığını kabullenmek anlamına gelecek.

Batı’nın Ermeni Oyunu

Ermeni sorununun Batı tarafından Türkiye üzerinde bir baskı ve gözdağı için kullanılması, Türkiye’yi kesin olarak yok etme planlarının yapıldığı Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde başladı. ABD Başkanı Wilson, ilkelerini açıklarken Türkiye’ye özel bir madde ayırmıştı: “Madde 12: Mevcut Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk kısımlarına egemenlik verilmeli, halen Türk hâkimiyeti altında bulunan diğer milletlere muhtar bir gelişmeyi gerçekleştirmek üzere teminat sağlanmalı ve Boğazlar milletlerarası bir garanti altında bütün milletlerin ticari seyrüseferine açık tutulmalıdır.”

Bu maddede muhtariyet verilmesi kastedilen bölgeler ‘Kürdistan’ için Güneydoğu Anadolu ve Musul, ‘Ermenistan’ için de Kürdistan’ın doğusunda kalan tüm Doğu Anadolu’ydu. Nitekim Sevr Anlaşması’yla birlikte Ermenistan sınırlarının Wilson tarafından belirlenmesine karar verilir!

Ermeni sorununun aslında Türkiye’de bir kökü bulunmuyor. Türkiye’deki Ermeni yurttaşların bir azınlık olarak hiçbir sorunu ve şikayeti yok. Ermenilere herhangi bir baskı ya da dışlama ne devlet ne de Türk halkı tarafından uygulanıyor. Bu yüzden 80’lerde bağımsız bir Ermenistan amacında terör eylemleri gerçekleştiren ASALA, Türkiye’de herhangi bir toplumsal temel bulamamıştı.

Batı, Ermeni soykırımı iddiasıyla Türkiye üzerinde bir baskı oluşturmak istiyor. Türkiye’de büyük tepki uyandıran ABD Kongresi’nin Ermeni Soykırımı Yasa tasarısı, soykırımın gerçek olduğunun kanıtları arasında Sevr Anlaşması’nın sıralanması ilgi çekici. Nedeni açık. Türkiye üzerindeki paylaşım ve Türkiye’yi güçsüz düşürme planının Ermenistan bölümü de oynanmaya başlandı.

İnsan Hakları Emperyalizmi

Batı, Türkiye’ye insan hakları konusunda baskı yapmaya başladığında, amacı Osmanlı Devleti’ndeki Hıristiyanları etkin hale getirmek ve koz olarak kullanmaktı. Tabii bunu Hıristiyan tebaanın hayrına ya da Osmanlı Devleti’nde insan hakları ihlalleri olmasın diye yapmıyordu. İnsan hakları maskesinin ardındaki esas amaç, Osmanlı Devleti’ndeki Avrupalı tüccarların çıkarlarını savunmaktı. Osmanlı Devleti, Batı’nın insan hakları baskısını kabul edip de hukukunda bir düzenlemeye gittiğinde sonuç Tanzimat Fermanı’ydı. Tanzimat Fermanı, görünüşte Osmanlı hukukunda bir ilerlemeyi simgelese de, Tanzimat’ın gerçek sonucu Osmanlı ekonomisinin tamamen dışa bağımlı hale gelip çökmesiydi. Batı insan hakları, hukukun üstünlüğü diye diye kendi tüccarlarının çıkarlarını sağlamış, Osmanlı ekonomisini adım adım çökertmişti.

Batı’nın emperyalizm çağına girmesiyle birlikte insan hakları, ezilen ülkelerin iç ve dış politikaları üstünde denetim ve otorite sağlamak ve istemediği rejimleri tasfiye etmek için kullanılmaya başlandı. İnsan hakları bahanesiyle ülkelerin içişlerine karışabilme ve dolayısıyla o ülkeleri kontrol edebilme yetkisi 1993’te belirlenen Kopenhag Kriterleri’yle resmileştirildi: “Temel haklara saygı, üyeliğin bir ön şartı olup Avrupa Konseyi’nin insan haklarının ve temel özgürlüklerin korunması konvansiyonunda ve vatandaşların davalarını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürmesine izin veren protokolde perçinleştirilmiştir. İfade hürriyeti ve medyanın dernekleşebilmesi ve bağımsızlığı da garanti altına alınmalıdır.”

Bir ülkenin içişlerine karışabilmenin ve o ülke üzerinde denetimin arttırılabilmesinin sihirli formülü bulunmuştur. İnsan Hakları ihlalleri genellikle devlet tarafından yapıldığına göre, bireyin devlet karşısında hakkını koruyacak bir mekanizma yaratılmalıydı. Helsinki İzleme Komitesi, Uluslararası Af Örgütü, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi örgütlerle isimleşen bu mekanizma sayesinde Avrupa ve ABD, istediği ülke üzerinde denetim kurabilecektir. Mekanizma adeta bir müfettiş gibi çalışacak ve böylelikle istenen devletler üzerinde tam tahakküm gerçekleştirilmiş olacaktır. Avrupa, insan hakları silahıyla bu şekilde istediği devletleri uluslararası arenada hareketsiz bırakabilecektir.

Soğuk Savaş Sonrası Değişen Jeopolitik

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş’ın yaşandığı dönemde; Türkiye, Komünist ülkelere yakınlığından ötürü büyük stratejik öneme sahipti. Ancak Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte Asya’da büyük değişimler yaşandı. Bir dönem Sovyetler Birliği’nin üyesi olan ülkeler bir bir bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar.

Artık Avrupa’nın ve ABD’nin genişlemek için önünde yeni imkânlar vardı. Bu bölgelere ulaşmanın yollarından birisi Türkiye ile Orta Asya ülkeleri arasındaki ırkdaşlığı ve dindaşlığı kullanmaktı. Aynı şekilde Balkanlar da Yugoslavya’nın parçalanmasıyla birlikte paylaşılacak bakir bir alan olarak Batı’nın karşısında duruyordu. Türkiye’nin bu bölgede de dindaşları ve soydaşları bulunuyordu. Orta Asya’nın yeni cumhuriyetlerinin daha da doğusunda Batı’nın belki de yeni rakibi olarak adlandırabileceğimiz Çin, bir güç olarak ortaya çıkmaya başlamıştı. Çin’de de Türkiye’nin dindaşları ve soydaşları bulunuyordu. Böylece Türkiye, ‘Balkanlar’dan Batı Çin’e’ büyük bir alana ulaşabilmenin en önemli anahtarı haline geldi.

Tabii Türkiye bu rolü seve seve kabul etti. İlk gelişmeler Özal döneminde başladı. Türkiye hem Türki Cumhuriyetler olarak adlandırılan Orta Asya’nın yeni bağımsız devletleriyle ilgilenmeye başladı, hem de ABD ve Avrupa’nın Irak’a düzenlediği saldırı gibi gelişmelerde askeri üslerini seve seve açtı, hatta asker kullanarak fiilen savaşa dahil olmak istedi. Özal dönemi, bu açıdan bir dönüm noktasıdır. Bir dönem Batı adına, Batı çıkarları için kendi ekonomimizi yıkıma uğratmak pahasına Ruslar’a saldırdığımız gibi, Özal’la birlikte Irak’tan gelen yılda 10 milyon Dolarlık petrol boru hattı gelirinden fedakârlık ederek Batı’yla birlikte Irak’a ambargoya ve saldırıya katıldık.

ABD’nin basit bir eri olarak Adriyatik’ten Çin’e kadar olan bölgede at koşturmak, Türkiye’de Özal döneminde büyük sempati toplamıştı. Bu doğrultuda çok büyük bir propaganda başlatılmıştı. Bu tehlikeli propaganda, Birinci Dünya Savaşı öncesi Almanya’nın kızıştırdığı Turancılığa çok benziyordu.


4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***