25 Mart 2017 Cumartesi

Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 3


 Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 3


Avrupa Kimliğinde Türk’ün Yeri

Avrupalılar için Türk kelimesi Müslüman sözcüğüyle eşanlamlıdır. Müslümanlaşan Avrupalı için ‘Türkleşti’ kelimesi kullanılır. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte Avrupa için tehdit oluşturmaya başlayan Türkler, Avrupa kimliğinin oluşmasında da önemli bir role sahiptir. Tarihçi Lord Acton “Modern tarih Osmanlı fetihlerinin baskısıyla başlar” demiştir.[31] Türkler, Avrupalıları Avrupa’ya tıkan bir düşmandır. Öyle ki İstanbul’un fethinden sonra Papa’nın “Şimdi gerçekten Avrupa’ya tıkıldık” dediği söylenir. Türkler daha da ileri gitmiş ve zamanla Avrupa’nın neredeyse yarısını işgal etmiştir. 1900’lü yıllara gelindiğinde bile Avrupa’nın dörtte biri Türk egemenliğindeydi. Bu nedenle Avrupalı olmak demek, 1900’lü yıllara kadar Türklere karşı olmayı da kapsıyordu. Avrupa’ya birkaç yüzyıl dünya hâkimiyetini sağlayan coğrafi keşiflerin başlamasında da Türklerin Doğu’dan yaptığı baskının önemli bir payı vardır. Ticaret yollarının ve sonunda İstanbul’un da Türklerin eline geçmesiyle Avrupalıların okyanuslara açılmaktan başka çaresi kalmamıştı.

Aydınlanma Dönemi’nde ‘İslam’ düşmanlık kavramıdır. Martin Luther’e göre İslam “İsa’nın karşısında bir şiddet hareketidir. O, doğru yola getirilemez çünkü akla ve mantığa kapalıdır, her ne kadar zor olsa da, ona ancak kılıçla karşı konulabilir.” Voltaire için Hz. Muhammet bir din zorbasıdır. Örnekleri çoğaltmak mümkün, ancak laikleşmeyle birlikte Avrupa kimliği yerli yerine otururken diğer ulus ve dinlere karşı da bir aşağılama dönemi başlamış oluyordu. Örneğin Rousseau’ya göre Türkler, refah içindeki kültürlü ve uygar Arapları yenen barbarlardır. İdama mahkum olmuş olan Ütopya kitabının yazarı Thomas More’un da idam sehpasında dahi çevresindekilere Türk tehlikesinin hâlâ sürüp sürmediğini sorduğu söylenir.[32]

1800’lere gelindiğinde Avrupa, yüzyıllardır kıtasından atamadığı Türklerin artık eski gücünde olmadığını görmüş ve Türkleri kesin olarak yok etmek için planlar yapmaya başlamıştı. Artık ‘barbarlığın temsilcisi Türkleri’ uygarlığın beşiği olan Avrupa’dan atma şansı yakalanmıştır. Birinci Dünya Savaşı’na kadar Türklerin Avrupa’daki gücü gittikçe azalır ve plan Sevr Anlaşması’yla sonuca ulaşır.

Türk Düşmanlığı Gerçeği

Avrupa’nın Birinci Dünya Savaşı öncesinde Türkiye’yi paylaşma planı şüphesiz yalnızca bir tarihsel intikam duygusunun ürünü değildi. Osmanlı İmparatorluğu hem topraklarının genişliği, verimi hem de jeopolitik önemi nedeniyle zaten paylaşılacak topraklar içinde baş sırada yer alıyordu. Ancak, Avrupa’nın Osmanlı’ya ve Türklere bakışının salt bir sömürülecek ülke olduğunu düşünmek yanıltıcı olacaktır. Avrupalılar aynı zamanda tarihteki yenilgilerin intikamını alıyordu. 300-400 yıl boyunca kendilerine kök söktüren, Avrupa’nın yarısını işgal eden, Avrupa’nın Doğu’ya doğru yayılmasını engelleyen Türklere, Avrupa’nın dostça baktığını düşünmek saflık olacaktır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı’nın yıkımın eşiğine gelmesi nedeniyle dış basında atılan zafer çığlıkları bunun bir göstergesi (Bu konuda bu sayımızda yayınlanan belgeleri inceleyebilirsiniz).

Avrupa’daki Türk düşmanlığı göz ardı edilemeyecek bir gerçeklik. Bu düşmanlık 20. yüzyıl boyunca da devam etti. 1900’lerin başında İngiliz Başbakanı Gladston, Türkler için şunları söylüyordu: “İnsanlığın tek insanlık dışı tipi Türklerdir.”[33] 1919 yılında ise bir diğer İngiltere Başbakanı Lyod George şunu savunuyordu: “Türkler ulus olmak bir yana, bir sürüdür. Yağmacı bir topluluk olan Türkler bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yaradır.”[34] 30’lu yıllarda Hitler ve Mussolini, aşağılık ırklar sıralamasına Türkleri eklemeyi ihmal etmiyorlardı. Türkiye’nin NATO’ya katılmasının tartışıldığı dönemde kimi Avrupa ülkeleri, Türkiye’nin üyeliğine NATO’nun ‘yalnızca bir savunma ittifakı olmayıp Atlantik uygarlığına sahip bir birleşmenin çekirdeğini teşkil edecek bir belge’ olduğunu öne sürerek karşı çıkıyorlardı.[35]

Günümüzde dahi Avrupa’daki ırkçı partilerin hâlâ güçlü olduğunu ve Türk düşmanlığına devam ettiklerini unutmamak gerek. Sosyal demokrat kesimde bile Türk düşmanlığı var. Örneğin, Alman eski Başbakanı Helmut Schmidt, ‘Avrupa’nın Sürdürülmesi’ adlı kitabında, açık açık Türklerin Avrupalı olmadığı, olamayacağı, bu nedenle Avrupa Birliği’ne alınmamaları gerektiğini söylüyor: “Türkiye’yle Avrupa arasındaki kültürel farklar, Rusya ve Ukrayna ile aramızdaki farklardan çok derindir. Türkiye’yi AB’ye almak isteyenlerin, ileride AB’ye girmek isteyebilecek Mısır, Fas, Cezayir gibi ülkelere nasıl bir argümanla karşı koyacağını da hesaplaması gerekir. (...) Türkiye’nin nüfusu şu anda 65 milyon, 35 yıl içinde bu sayı 100 milyona çıkacak, 21. yüzyıl sonlarına doğru Türkiye’nin nüfusu Fransa ve Almanya’nın toplamı kadar olacak. Türkiye’yi AB’ye almak isteyenlerin bu rakamları aklında tutması gerekir.”[36]

Avrupalıların Türkiye’ye bakışını salt ekonomik çıkarlar doğrultusunda ele almak, tarihten gelen bu kin ve ırkçılığı göz ardı etmek olacak ve bu yönüyle eksik bir değerlendirme olacaktır.

Avrupa, emperyalist döneminde bile, Doğu’yu ele geçirememiştir. Önce Rusya’da Sosyalistler iktidara gelmiş, sonra Türkiye Avrupalı emperyalistleri yurdundan atarak bağımsızlığını kazanmış, Çin sosyalizme geçmiş, Hindistan uzun mücadele döneminden sonra bağımsızlığını elde etmiştir. Bu coğrafyada emperyalizm başarısız olmuştur çünkü, karşısında köklü bir Doğu uygarlığı vardır. Doğu halkları binlerce yıl Avrupa’dan üstün bir uygarlık düzeyinde yaşamış ve kendi kimliğini yaratmıştır. Avrupa, Amerika ve Afrika kıtasını Hıristiyanlaştırabilmiş ama Doğu’nun dini ve milli kimliğini değiştirememiştir. Bu uygarlık temeli, Avrupa’nın Türklere ve diğer Doğulu uluslara karşı düşmanlığının kökenidir. Bu uygarlık yıkılmadan da Avrupa emperyalizmi, Doğu’yu ele geçiremeyeceğini bilmektedir. O nedenle de ekonomik sömürü peşinde değildir, bu emperyalizmin genişlemesi için yeterli değildir, Doğu her düzeyde teslim alınmalıdır.

Emperyalizmin, sömürgeleştirici ve yeniden paylaşımcı karakterini gözden kaçıran her bakış açısı, ekonomizmin dar ufkuyla sınırlıdır ve emperyalizmin siyasi niteliğini de bir türlü kavrayamamaktadır. Bu nedenle de AB’yi bir ekonomik yayılma örgütü olarak sınırlamaktadır. Halbuki Haçlı-Sömürgeci ve Emperyalist Avrupa, ekonomik, siyasi ve kültürel ele geçirme ve teslim alma örgütüdür. Teslim aldıktan sonra da varolanı yok ederek yerine kendi kültürel kimliğini ikame eder. Amerika ve Afrika’nın yok edilişi bunun açık kanıtıdır. Doğu ise hâlâ ayaktadır ve Avrupa, fırsatını buldu mu, Doğu da Amerika ve Afrika’nın kaderini paylaşmaktan kurtulamayacaktır.

4- Sevr’e Giden Yol

Avrupa Azınlık Yaratma Peşinde

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra 1993’te gerçekleştirilen Kopenhag Zirvesi’nde, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye üye olabilecekleri kararlaştırıldı ve üyelik için yeni kriterler belirlendi. Bu yeni kriterlerin esas amacı, Doğu Avrupa ülkelerinde serbest pazar ekonomisinin işlemesini sağlamak ve bunun için gerekli ekonomik, hukuki ve politik kriterleri belirlemekti. Kopenhag Kriterleri arasında azınlık hakları şu şekilde yer alıyordu: “Azınlık topluluklarının toplum ile bütünleşmesi, demokratik istikrarın bir koşuludur. Avrupa Konseyi tarafından özellikle azınlık gruplarına ait kişilerin bireysel haklarını kollayan ulusal azınlıkların korunması çerçeve konvansiyonu başta olmak üzere ulusal azınlıkların korunmasını yöneten çeşitli metinler benimsenmiştir.”[37]

2000 yılı Katılım Ortaklığı Belgesi’nde ise kısa vadeli hedefler arasında şunlar da yer aldı:”Türk vatandaşlarının kendi anadillerinde televizyon ve radyo yayını yapmalarını yasaklayan her türlü yasal hükmün kaldırılması.

Güneydoğu’da halen devam etmekte olan Olağanüstü Hal’in kaldırılması. Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel haklarının güvence altına alınması. Bu hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hüküm (eğitim alanındakiler de dahil olmak üzere) kaldırılmalıdır.”[38]

Azınlık hakları, Osmanlı İmparatorluğu döneminde de Avrupa devletleri tarafından kullanılan bir kozdu. Kopenhag Kriterleri’nin bir benzeri o dönem ABD Başkanı Wilson tarafından savunuluyordu. Wilson İlkeleri olarak bilinen belgede azınlık hakları da yer alıyordu. Wilson İlkeleri’nin Türkiye açısından sonucu Sevr’di, parçalanma ve yok olmaydı. Kopenhag Kriterleri’nin de Türkiye gibi devletler için sonucu aynı olacak. Nitekim, Yugoslavya, Irak gibi birden fazla ulusun bir arada yaşadığı ülkeler, Avrupa devletleri ve ABD tarafından azınlık hakları kullanılarak bölünüp parçalandı ve zayıflatılarak kontrol altına alınmaya çalışıldı.

Batı’nın azınlık haklarını savunurken ‘azınlık’ları gerçekten savunmadığı çok açık. Çünkü azınlık sorunları sadece Türkiye, Yugoslavya, Irak gibi bölünmek istenen ülkelerde yaşanmıyor. Hemen hemen tüm AB ülkeleri kendi içlerinde bir azınlık sorunu yaşıyor ve azınlıklarla ilgili kriterler kimi AB üyesi ülkeler tarafından kendi ‘özel konumları’ nedeniyle benimsenmiyor. Örneğin Fransa, Birleşmiş Milletler’e ‘Fransız halkının, etnik özelliklere dayanan hiçbir ayrımı kabul etmeyeceğini ve dolayısıyla her türlü azınlık kavramını reddeceğini’ açıklayabiliyor[39] . Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu ise şöyle diyor: “Azınlık konusu zaman zaman toprak talebine dönüştürülmektedir. Eğer sınırlar konusunda endişe duyulmazsa, herkese kökenleri ile hitap etmekten çekinmem. Türk olsun, Bulgar olsun, Pomak olsun, çekinmeden kökenlerini telaffuz edebilirim.”[40] İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin 1998 raporuna göre Yunanistan, ülkedeki Türk ve Makedon azınlığı azınlık olarak tanımayı reddediyor. Azınlık hakları konusunda İngiltere (Kuzey İrlanda), İspanya (BASK bölgesi) gibi ülkeler de büyük sorunlar yaşıyorlar. Ancak bu ülkelere AB’nin herhangi bir yaptırımı bulunmuyor.

Üstelik Türkiye’de Kürt sorununun çözümü Kürtlerin bir azınlık olarak tanınmasından geçmiyor. Her şeyden önce Kürtler Türkiye’de azınlık değil. Kürtlerin belli bir bölgede yoğunlaşan nüfusları ve aynı topraklar üzerindeki binlerce yıllık geçmişleri sorunun azınlık sorunun da öte bir ulusal sorun olduğunu gösteriyor. Kürt Sorunu azınlık sorunu çerçevesinde değerlendirilince sonuç bu azınlığın Türkiye’den koparılması olur. Çünkü Kürtlerin neredeyse 20 milyonu bulan bir nüfusu ve nüfusun yoğunlaştığı toprak parçası var. Batı’nın Kürt sorunuyla ilgilenmesinin nedeni de Kürtleri Türkiye’den koparmak ve Orta Doğu’da kendi güdümünde bir Kürdistan kurabilmek. Kürt sorununu uluslararası platforma taşıma çabalarının ve Kürtçe TV gibi salt kültürel bir sorunmuş gibi yansıtılmasının temelinde de bu yatıyor. Türkiye’de Kürt sorunu bir azınlık sorunu olmadığı gibi, pek çok ekonomik ve siyasi boyutu olan bir sorun. Kürt sorunu gerçekten çözüme ulaştırılmak isteniyorsa, Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları içinde bütünlüğü ve ortak bir yurttaşlık kimliği temelinde birleşmesi gerekiyor.

Kıbrıs

Katılım Ortaklığı Belgesi’nde en çok tepkiyi çeken maddelerden biri Kıbrıs meselesiydi. Ancak Kıbrıs Sorunu yeni bir sorun değil kuşkusuz. Türkiye tarihi boyunca, başta ABD olmak üzere, Batı ülkeleri Kıbrıs kozunu kullanmaktan çekinmediler. Bu ülkeler açısından Ege’de ve Doğu Akdeniz’de hâkim olmanın yolu Kıbrıs’ı kontrol altında tutmaktan geçiyor. Sorunun çözümsüz kalması, ABD’nin işine geliyor. Çünkü ABD, Kıbrıs kozunu kullanarak hem Türkiye’yi hem de Yunanistan’ı kontrol altında tutuyor.

Avrupa Devletleri açısından ise Kıbrıs, Türkiye’nin direncini kırabilmek için çok önemli. AB, bu adayı kendi kontrolünde tutmak istiyor. Bunun için de AB’ye katıyor. Ada’daki Türk Devleti kabul edilmiyor. Bunun bir diğer nedeni de Türk Devleti’nin bağımsızlığı kabul edilirse Türkiye’nin de bu stratejik adada söz sahibi olabilecek olması ve Türkiye’nin Doğu Akdeniz dengelerinde güçlenme olasılığı. AB, Doğu Akdeniz’de güçlü bir Türkiye’yi istemiyor.

Kıbrıs sorunu her şeyden önce Türkiye için bir onur sorunu. 1947’den bu yana ABD’ye ve Batı’ya fiilen bağlanmış olan Türkiye bu dönem içinde sadece ve sadece Kıbrıs meselesinde Batı’ya kafa tuttu ve tutmaya devam ediyor. Kıbrıs sorununda geri adım atmak bu politik simgeyi kaybetmek ve bölgede AB hükümranlığını kabullenmek anlamına gelecek.

Batı’nın Ermeni Oyunu

Ermeni sorununun Batı tarafından Türkiye üzerinde bir baskı ve gözdağı için kullanılması, Türkiye’yi kesin olarak yok etme planlarının yapıldığı Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde başladı. ABD Başkanı Wilson, ilkelerini açıklarken Türkiye’ye özel bir madde ayırmıştı: “Madde 12: Mevcut Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk kısımlarına egemenlik verilmeli, halen Türk hâkimiyeti altında bulunan diğer milletlere muhtar bir gelişmeyi gerçekleştirmek üzere teminat sağlanmalı ve Boğazlar milletlerarası bir garanti altında bütün milletlerin ticari seyrüseferine açık tutulmalıdır.”

Bu maddede muhtariyet verilmesi kastedilen bölgeler ‘Kürdistan’ için Güneydoğu Anadolu ve Musul, ‘Ermenistan’ için de Kürdistan’ın doğusunda kalan tüm Doğu Anadolu’ydu. Nitekim Sevr Anlaşması’yla birlikte Ermenistan sınırlarının Wilson tarafından belirlenmesine karar verilir!

Ermeni sorununun aslında Türkiye’de bir kökü bulunmuyor. Türkiye’deki Ermeni yurttaşların bir azınlık olarak hiçbir sorunu ve şikayeti yok. Ermenilere herhangi bir baskı ya da dışlama ne devlet ne de Türk halkı tarafından uygulanıyor. Bu yüzden 80’lerde bağımsız bir Ermenistan amacında terör eylemleri gerçekleştiren ASALA, Türkiye’de herhangi bir toplumsal temel bulamamıştı.

Batı, Ermeni soykırımı iddiasıyla Türkiye üzerinde bir baskı oluşturmak istiyor. Türkiye’de büyük tepki uyandıran ABD Kongresi’nin Ermeni Soykırımı Yasa tasarısı, soykırımın gerçek olduğunun kanıtları arasında Sevr Anlaşması’nın sıralanması ilgi çekici. Nedeni açık. Türkiye üzerindeki paylaşım ve Türkiye’yi güçsüz düşürme planının Ermenistan bölümü de oynanmaya başlandı.

İnsan Hakları Emperyalizmi

Batı, Türkiye’ye insan hakları konusunda baskı yapmaya başladığında, amacı Osmanlı Devleti’ndeki Hıristiyanları etkin hale getirmek ve koz olarak kullanmaktı. Tabii bunu Hıristiyan tebaanın hayrına ya da Osmanlı Devleti’nde insan hakları ihlalleri olmasın diye yapmıyordu. İnsan hakları maskesinin ardındaki esas amaç, Osmanlı Devleti’ndeki Avrupalı tüccarların çıkarlarını savunmaktı. Osmanlı Devleti, Batı’nın insan hakları baskısını kabul edip de hukukunda bir düzenlemeye gittiğinde sonuç Tanzimat Fermanı’ydı. Tanzimat Fermanı, görünüşte Osmanlı hukukunda bir ilerlemeyi simgelese de, Tanzimat’ın gerçek sonucu Osmanlı ekonomisinin tamamen dışa bağımlı hale gelip çökmesiydi. Batı insan hakları, hukukun üstünlüğü diye diye kendi tüccarlarının çıkarlarını sağlamış, Osmanlı ekonomisini adım adım çökertmişti.

Batı’nın emperyalizm çağına girmesiyle birlikte insan hakları, ezilen ülkelerin iç ve dış politikaları üstünde denetim ve otorite sağlamak ve istemediği rejimleri tasfiye etmek için kullanılmaya başlandı. İnsan hakları bahanesiyle ülkelerin içişlerine karışabilme ve dolayısıyla o ülkeleri kontrol edebilme yetkisi 1993’te belirlenen Kopenhag Kriterleri’yle resmileştirildi: “Temel haklara saygı, üyeliğin bir ön şartı olup Avrupa Konseyi’nin insan haklarının ve temel özgürlüklerin korunması konvansiyonunda ve vatandaşların davalarını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürmesine izin veren protokolde perçinleştirilmiştir. İfade hürriyeti ve medyanın dernekleşebilmesi ve bağımsızlığı da garanti altına alınmalıdır.”

Bir ülkenin içişlerine karışabilmenin ve o ülke üzerinde denetimin arttırılabilmesinin sihirli formülü bulunmuştur. İnsan Hakları ihlalleri genellikle devlet tarafından yapıldığına göre, bireyin devlet karşısında hakkını koruyacak bir mekanizma yaratılmalıydı. Helsinki İzleme Komitesi, Uluslararası Af Örgütü, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi örgütlerle isimleşen bu mekanizma sayesinde Avrupa ve ABD, istediği ülke üzerinde denetim kurabilecektir. Mekanizma adeta bir müfettiş gibi çalışacak ve böylelikle istenen devletler üzerinde tam tahakküm gerçekleştirilmiş olacaktır. Avrupa, insan hakları silahıyla bu şekilde istediği devletleri uluslararası arenada hareketsiz bırakabilecektir.

Soğuk Savaş Sonrası Değişen Jeopolitik

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş’ın yaşandığı dönemde; Türkiye, Komünist ülkelere yakınlığından ötürü büyük stratejik öneme sahipti. Ancak Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte Asya’da büyük değişimler yaşandı. Bir dönem Sovyetler Birliği’nin üyesi olan ülkeler bir bir bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar.

Artık Avrupa’nın ve ABD’nin genişlemek için önünde yeni imkânlar vardı. Bu bölgelere ulaşmanın yollarından birisi Türkiye ile Orta Asya ülkeleri arasındaki ırkdaşlığı ve dindaşlığı kullanmaktı. Aynı şekilde Balkanlar da Yugoslavya’nın parçalanmasıyla birlikte paylaşılacak bakir bir alan olarak Batı’nın karşısında duruyordu. Türkiye’nin bu bölgede de dindaşları ve soydaşları bulunuyordu. Orta Asya’nın yeni cumhuriyetlerinin daha da doğusunda Batı’nın belki de yeni rakibi olarak adlandırabileceğimiz Çin, bir güç olarak ortaya çıkmaya başlamıştı. Çin’de de Türkiye’nin dindaşları ve soydaşları bulunuyordu. Böylece Türkiye, ‘Balkanlar’dan Batı Çin’e’ büyük bir alana ulaşabilmenin en önemli anahtarı haline geldi.

Tabii Türkiye bu rolü seve seve kabul etti. İlk gelişmeler Özal döneminde başladı. Türkiye hem Türki Cumhuriyetler olarak adlandırılan Orta Asya’nın yeni bağımsız devletleriyle ilgilenmeye başladı, hem de ABD ve Avrupa’nın Irak’a düzenlediği saldırı gibi gelişmelerde askeri üslerini seve seve açtı, hatta asker kullanarak fiilen savaşa dahil olmak istedi. Özal dönemi, bu açıdan bir dönüm noktasıdır. Bir dönem Batı adına, Batı çıkarları için kendi ekonomimizi yıkıma uğratmak pahasına Ruslar’a saldırdığımız gibi, Özal’la birlikte Irak’tan gelen yılda 10 milyon Dolarlık petrol boru hattı gelirinden fedakârlık ederek Batı’yla birlikte Irak’a ambargoya ve saldırıya katıldık.

ABD’nin basit bir eri olarak Adriyatik’ten Çin’e kadar olan bölgede at koşturmak, Türkiye’de Özal döneminde büyük sempati toplamıştı. Bu doğrultuda çok büyük bir propaganda başlatılmıştı. Bu tehlikeli propaganda, Birinci Dünya Savaşı öncesi Almanya’nın kızıştırdığı Turancılığa çok benziyordu.


4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder