28 Aralık 2016 Çarşamba

Garp cephesinde bir değişiklik yok





   Garp cephesinde bir değişiklik yok




  

Prof. Dr. Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY

02 Kasım 2016

   Türkiye’nin stratejik konseptinde yapmış olduğu anlayış değişikliği ile savunmadan savunma için saldırıya geçmesi aslında çevrelenmenin reddidir. 
Bu strateji operasyonel olarak artık bir gerçekliktir, nitekim Türkiye Fırat Kalkanı ile Kuzey Suriye’de oluşturmak üzere harekete geçirilen PKK koridorunu kırmıştır.

Geçen günlerde Türkiye'den de meraklılar Amerikan televizyonlarında nerdeyse bir sit-com ya da spor karşılaşmaları gibi bir ilgiye mazhar olan başkanlık seçim 
münazaralarının üçüncü ve sonuncusunu izleme şansına kavuştular. Bu seneki münazaralar Batı “medeniyet standartları” açısından ilginç sahnelere sahip oldu doğrusu: 
Trump Bayan Clinton'ı aşağılamanın sınırlarını zorlayarak milyonların önünde bağırdı: “you, dirtywoman!”, Clinton Trump'ın nasıl ırkçı, kadın düşmanı vb. olduğunu 
haykırdı. Başkanlık yarışının bir nevi orta kuşak reality şova dönüşümünü ve bu seneden akılda kalacak olanın 15 dakikalık şöhreti yakalayan Amerikan kararsız 
seçmenlerinin temsilcisi Kenneth Bone ve online satışa başladığı kırmızı kazaklarının olacağını söyleyip, Amerikalıların halet-i ruhiyesini psikolog ve sosyologlara 
havale edelim. Siyaset bilimciler de hazırda bulunsunlar, çünkü Trump, seçilemezse seçimleri tanımayacağını söylerken, Clinton e-mail skandalı üzerinden Rusya'nın 
ABD seçimlerini manipüle ettiğini iddia edip durdu. Amerikan rüyasının bir ayağı da ABD demokrasisine dayanıyordu değil mi? Ama asıl biz, Irak-Suriye hattını izleyenler 
için bu reality şov önemli ifşaatlara sahne oldu.CLİNTON VE TRUMP'IN İFŞAATLARIIrak-Suriye ekseninde her iki adayı bekleyen tablodan başlayalım. 

Bugün Suriye'de ABD ve Rusya, Rusya'nın Suriye'deki sınırlı varlığına göz yuman ve bu varlığın üzerinden gelecekteki Suriye'de rejimin var olacağı hattı belirlemiş 
görünen bir anlaşmaya varmış görünüyorlar. Bu nedenle Rusya Musul pastası paylaşılmak üzere masaya getirilirken çok ses çıkarmıyor ama bir yandan da bu iki güç 
Irak-Suriye ekseninde rekabet etmeye- hadi burada daha doğru kelimelerle ifade edelim- “tepişmeye” devam ediyorlar. Bu tepişme nedeniyle ABD pilotları yanlışlıkla 
rejim güçlerini vurabiliyor, Rusya da bir daha böyle yanlışlıklar olmasın diye yanlış uçabilecek uçakları vurabilecek savunma sistemlerini yerleştiriveriyor. 
Kısacası iki büyük güç Suriye'deki insanların acısı, açlığı ve ölümü üzerinden birbirine gözdağı vermeye devam ediyor. Trump, Clinton'a Rusya'ya karşı ne yapıldığını 
sorarken Amerikan yönetiminden nasıl bir cevap bekliyordu bilinmez ama ABD yönetimi potansiyelinden çekindiği bölgesel güçlerin dengelenmesi adına, rasyonel 
davranacağına inandığı ve Ortadoğu'daki sınırlı amaçlarını bildiği Rusya ile savunma-saldırı oyununu oynamayı tercih etmiş görünüyor. Zaten Bayan Clinton'un uçuşa 
yasak bölgeyi desteklemesindeki temel mantık da Rusya ile yaşanan bu çekişmeye dayanıyor. Kısaca ABD'nin derdi Suriye savaşından kaynaklanan pek çok risk ve 
tehlikeyle karşı karşıya kalan müttefiki Türkiye'yi rahatlatmak değil. Nitekim Clinton ağzındaki baklayı çok da gecikmeden çıkarmıştı münazaranın bundan önceki 
ayaklarında: ABD PYD'yi silahlandırmalıydı. Bu stratejinin Türkçe'sini söyleyelim; Suriye'de bir PKK koridoru oluşturmak. Stratejik düzeyde ABD ve Rusya'nın Suriye'de 
kafa kafaya kafaya gelmelerinin çok da görünür olmayan bir nedeni var ki, kimi yazarlar bunu Suriye savaşı bir enerji savaşıdır diyerek özetliyorlar. Rakka'daki sınırlı 
kaynaklar dışında bir şeye sahip olmayan Suriye'nin enerji savaşının objesi olmasına şaşıranlara hatırlatalım: Suriye, Körfez, Kuzey Irak ve Musul petrol ve gazı için 
önemli transit yoludur. Doğu Akdeniz'de bulunan kaynakları da ekleyelim resme Suriye bir nevi enerji transit merkezi olma potansiyeline sahiptir. Irak kaynak, Suriye 
transit merkezi olarak bugün kapanın elinde kalacak bir parçalanmanın arifesindeler.YENİ BOSNA SENARYOSU MU?Öyleyse sıradaki sorumuzu soralım: 
ABD Irak'ta nerede duruyor? Trump aslında cevabı net bir biçimde verdi. Bayan Clinton'a döndü ve Obama yönetimlerinin Irak'ı tepsi içerisinde İran'a hediye ettiklerini 
söyledi. Trump'a göre Tahran bu büyük jestinden dolayı ABD'ye müteşekkir olmalıydı. Trump müteşekkirlik konusunda haklı mı bilinmez ama ABD'nin Irak politikası iki 
hatta dayanıyor: İran etkisinde bir merkezi Irak ve PKK etkisinde bir kuzey Irak. Dolayısıyla Suriye ile beraber resim tamamlanıyor, kimlerle ittifak kuruluyor netleşiyor: 
Irak'da Merkezi Hükümet, İran, PKK yönelimli Kürtler ABD'nin arkasına takılırken, Suriye'de PKK-PYD, kısmi olarak Rejim, İran ve Hizbullah ABD'nin önünü açıyorlar. 

DAEŞ bu maçta bir nevi top gibi kim isterse onun sahasında. Son günlerde Kerkük'deolanları düşünelim. DAEŞ'in yaptığı saldırılar 1990'larda başlayan, 2003'de ayyuka 
çıkan, 2013 sonrasında da DAEŞ üzerinden meşrulaştırılan böl ve yönet stratejisinin demografik temizlik ayağına hizmet etmektedir. Bu yüzden Ortadoğu'da o kadar çok 
“Bosna Senaryosu” yaşandı ki: Irak, Libya, Suriye…


PYD/PKK MERKEZLİ KÜRT OLUŞUMUNU ABD DESTEKLİYOR


Trump da gelse, Clinton da gelse Türkiye'nin karşı karşıya kalacağı manzara bu. Trump'ın ağzından ifşa edilen bu gerçeklik ABD'nin son 10 yıllarda yapmış olduğu 
bölgeye yönelik stratejik hesaba dayanıyor. Bu hesaba göre Ortadoğu'da parçalı, küçük devletlerin-devletçiklerin var olması, Irak ve Suriye'nin çözülmesi ABD'nin 
çıkarınadır çünkü böylelikle daha az maliyetle bir yandan İsrail'in güvenliği garanti altına alınacak, diğer yandan enerji havzaları üzerinde bir rakip güç hâkimiyeti 
önlenecektir. Keza bu devletçiklerde etnik-mezhepsel hatlar ön plana çıkarılacağından istendiği zaman komşu bölge devletleri rahatsız edilebilecektir. 

Bu nedenle adı ne olursa olsun, PYD, YPG, SDG -PKK merkezli bir Kürt oluşumu ABD tarafından desteklenmektedir. Küçücük bir taşla bir birden fazla kuş vurma derdinde 
olan Washington elindeki taşın küçüklüğünün de farkında. O nedenle hesaba İran ve İran'a yakın devlet dışı unsurlar sokuldu. Daha düne kadar “bilinen şüpheli” olarak 
pek çok şeyle suçlanan Tahran rejiminin birdenbire ABD'nin müttefikleri hanesinde yer bulması aslında bir realist için şaşırtıcı değil. Arap Baharı sonrası bölge 
emperyal projeler dışında dönüşme şansını yakalamıştı ve potansiyeli olan devletler bu dönüşümü yönlendirmeyi hem kendileri hem de bölge için bir fırsat olarak 
gördüler. Türkiye'nin Arap Baharı'nı Ortadoğu Yaz'ına dönüştürme çabası bu bağlamda okunabilir. ABD'nin de fark ettiği bu potansiyel bugün Washington tarafından 
hem İran hem de PKK üzerinden dengelenmeye çalışılıyor. 2000'li yılların öne çıkan başka türlü potansiyele sahip bir diğer ülkesi Sudi Arabistan'da dengeleniyor bu 
arada. İran'a yakın devlet dışı oluşumlar da bu dengelemede kullanılabiliyor çünkü alanda Ankara ve Riyad'ın desteklediği, yardım ettiği, diyalog kurduğu unsurları 
dengelemek için bölgeden birileri kullanılmalı. İran bu rolü oynamayı elde edeceği kazançlar için kabul etmiş görünüyor, ödül Irak ve Lübnan ne de olsa. Ama ABD bir 
eliyle verdiğini diğer eliyle almak konusunda maharetlidir. İran'a karşı uygulanan yaptırımların hafiflemesi konusunda büyük bir gelişme kaydedilmedi. Kısaca, İran 
Irak ve Suriye'de ABD planlarını kolaylaştıran bir savaş veriyor ama ABD yüzünden üzerinde oturduğu zenginlikleri piyasaya bir türlü çıkaramıyor.

TÜRKİYE ÇEVRELENMEYİ REDDEDİYOR ABD 

Seçimlerine çok kısa bir süre kalmışken Ankara'nın önümüzde duran bu iç karartıcı tabloyu çok net bir biçimde gördüğünü biliyoruz. Bu tablo, İran ve PKK tarafından 
çevrelenmek, Türkiye'nin kabul edebileceği bir şey değildir. Bu çevrelenme Türkiye'nin potansiyel gücünün ve hareket serbestliğinin boğulması demek olduğu kadar, 
bölgesel ve ulusal politikalarında da özgürlüğünü yitirmesi, sürekli tehdit altında diğer başkentlerin onayı ve anlayışına muhtaç yaşaması demektir. 

Bu nedenle Türkiye sadece yukarıda saydığımız ABD'nin peşindeki, Washington planlarına uygun ittifakların karşısında yer almadı, aynı zamanda bugüne kadar 
çeşitli aşamaları alınmış bu çevreleme stratejisini geri döndürmeye çalıştığını açıkladı. Türkiye'nin stratejik konseptinde yapmış olduğu anlayış değişikliği ile 
savunmadan savunma için saldırıya geçmesi aslında çevrelenmenin reddidir. Bu strateji operasyonel olarak artık bir gerçekliktir, nitekim Türkiye Fırat Kalkanı ile 
Kuzey Suriye'de oluşturmak üzere harekete geçirilen PKK koridorunu kırmıştır. Bu koridorun güneyden kurulması ihtimalini kırmak üzere Türkiye destekli ÖSO birlikleri 
güneye ilerlemektedirler. Ortadoğu asla düzelmez, düzeltilemez söylemi üzerinden SykesPicot'yu ortadan kaldırıp, yeni Sykes-Picot'lar düşünenler ABD'nin kafasındakini 
iyi görmelidir. Amerika'nın yeni SykesPicot'su birbiri ardından gelecek çözülmelerle tüm bölge devletlerinin güçsüzleştiği bir kaos düzeni olacaktır. Bu nedenle Türkiye 
Amerika'nın gücü ne olursa olsun, bu gücü kelimelere Clinton da dökse, Trump da dökse, Amerika'nın Ortadoğu politikasına direnecek, bu politikayı maliyetli kılacak 
tüm askeri, ekonomik, siyasi ve diplomatik araçları kullanacaktır. Garp cephesindeki taleplerde değişen bir şey yok, Şark cephesinde ise Türkiye kimsenin peşine 
takılmayıp kendi ulusal gücü, kendi milli iradesi ve kendi ulusal çıkarları doğrultusunda davranacağını, davranabilecek stratejik ve operasyonel aklı olduğunu gösterdi. 

Üstelik bölgede ABD politikalarından rahatsız olanların da uzun bir listesi var. Rahatsızlıklar normalleşmeleri tetikledi, gördük. Dolayısıyla Ankara şu anda bu kara tablo 
karşısında yalnız değil. Bu gerçeği görmek için Fırat Kalkanı'nın gidişatına bakmak yeterli, alanda savunma sistemi olan güçler örneğin Rusya Türkiye ve ÖSO'nun 
ilerleyişini durdurmuyor. Türkiye askeri, ekonomik ve siyasi pazarlıklarını birbirine bağladığı çok katmanlı bir diplomasiyi Rusya ile yürüterek bu sonuca ulaştı. 
Türkiye yalnız değil, bu tabloyu fark eden/ fark edecek diğer güçlerle de benzer diplomatik süreçler işliyor, işleyecek ama Ankara milli iradesiyle hareket etmeyi 
de öne koymuş durumda. Acaba ABD başkan adaylarına bu durumda ABD'nin maliyetinin ne olacağını soracak, sorabilecek biri çıkar mı?

http://www.yenisafak.com/hayat/garp-cephesinde-bir-degisiklik-yok-2557224

Dışişleri Eski Bakanı Sayın Hikmet ÇETİN, Afganistan'daki NATO operasyonunun durumu



Dışişleri Eski Bakanı Sayın Hikmet ÇETİN, Afganistan'daki NATO Operasyonunun durumu



Dışişleri Eski Bakanı Sayın Hikmet ÇETİN, Afganistan'daki NATO operasyonunun durumu ORSAM'a değerlendirdi: 

ÇETİN: " EKONOMİK PAKET AÇILMAZSA, ASKER ARTIRIMI SONUÇ VERMEZ " 

Afganistan’da iki buçuk yıl süreyle NATO Yüksek Temsilciliği görevinde bulunan Dışişleri Eski Bakanı Hikmet Çetin, NATO harekatının sorunlarını ve geleceğini değerlendirdi. ORSAM Başkanı Hasan Kanbolat, Başdanışman Armağan Kuloğlu ve Editörümüz Burak Bilgehan Özpek’in sorularını yanıtlayan Çetin, Afganistan’ı öncelikli hedefi ilan eden yeni ABD Başkanı Obama’nın başarı şansından, Taliban’ı güçlendiren yerel etkenlere kadar bir dizi konuyu tahlil etti. Sanıldığının aksine Türkiye’nin Afganistan’daki katkısını artırmasının mümkün olduğuna işaret eden Çetin, risk alabilmenin büyük devlet olmanın önkoşulu olduğunu söyledi. 

ORSAM: Afganistan’ın uluslararası sistemdeki önemini daha çok hangi etkenlere bağlıyorsunuz? 

Hikmet ÇETİN: Birçok bakımdan önemli. Başlıca etkenlerden birincisi, Soğuk Savaş sonrasında, 11 Eylül saldırılarının hemen ardından teröre karşı ciddi bir mücadele alanı olarak görülmesi. Nitekim Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Afganistan’a yönelik tüm bu harekâtlara hiç tereddüt etmeden onay verdi. İkincisi; NATO, tarihinin en önemli girişim, karar ve eylemini Afganistan’da sergiliyor. 
İlk kez 5. maddeyi uygulamaya koydu. Amerika’ya yapılan saldırının dışarıdan kaynaklandığını ve bütün üyelere yapılmış olduğunu varsayarak kolektif savunma maddesine başvurdu. 

Dünyanın ilgiyle ve ibretle izlediği Taliban hareketi bugünkü noktaya nasıl geldi? Hangi şartlarda doğdu ve serpildi? 

Taliban bir Peştun hareketi. Radikal İslamcı bir örgüt. En katı kesim olan Vahabiliğin temsilcisi. Nereden nasıl çıktıklarını anlamak için Sovyet işgali dönemine gitmek gerekiyor. Pakistan’da Sovyet işgali döneminde dört milyona yakın Afgan göçmeni vardı. 2-2,5 milyon kadar da İran’da vardı. Taliban sözcüğü malumunuz talebe kelimesinin çoğulu. Çünkü bu kimseler Afgan göçmenlerin çocuklarıydı ve mesele öğrencilerin eğitimiyle başladı. Sovyetler çekildikten sonra Afganistan’da büyük olaylar, acılar, sıkıntılar yaşanıyordu. Sovyet işgali dönemine göre çok daha büyük acılardı bunlar. Bu noktada, işgalden sonra Afganistan’ı kaderine terk eden Batı’nın manevi sorumluluğu olduğuna inanıyorum. Bana bir Alman general itirafta bulunup, “Bamyan’daki Buda heykellerine saldırılana kadar Afganistan’daki durum Almanya’da hiçbirimizin umrunda değildi. Ne zaman heykellere saldırdılar biz o zaman uyandık” dedi. Sovyet işgalinde yıkılmayan Kabil, iç savaş döneminde yakılıp yıkıldı. O dönem cumhurbaşkanlığı yapan Rabbani, her akşam Kabil’in bombalandığını anlatmıştı. İktidar mücadelesinde başkentte dahi asayiş sağlanamadı. İşte bu ortamda, Kandahar bölgesindeki bir köyde yaşayan Molla Ömer ve arkadaşları, ne zaman merkeze gidip gelseler yolda eşkıyalar tarafından soyuluyordu. Bu otorite boşluğunda çareyi yerleşim birimleri 
arasında kendi ağlarını kurup güvenliklerini sağlamakta buldular. Önlemler işe yarayınca ağı genişletip tüm Kandahar’ı ele geçirdiler. Ve daha sonrasında da başkente kadar geldiler. 

NATO harekâtının genel bir bilançosunu yaptığınızda başarı ve başarısızlıklar hanesinde neler görüyorsunuz? 

İlk 2-3 yıldaki gelişmeler gayet olumluydu. Taliban görevden uzaklaştırıldı. Artık terör odakları yönetimde değil. El Kaide ve Taliban’ın Afganistan içindeki bütün kampları ve donanımları yok edildi. Afganistan’da tarihi bir seçim süreci yaşandı. İlk defa seçimle bir devlet başkanı işbaşına geldi. Ardından, 36 yıl sonra ülkede ilk parlamento seçimi yapıldı. Ülkeye iyimser bir hava hâkim oldu. 

Taliban döneminde kızların, bayanların sokağa çıkması bile olanaksızken, bugün ilköğretimdeki 6 milyondan fazla öğrencinin 2 milyondan fazlasını kızlar oluşturuyor. Kadınlar yeniden sosyal yaşama döndü. Parlamentonun yüzde 27’si kadın. Bu noktada halkta iki beklenti hâkim oldu. Güvenliğin tesis edilmesi ve yaşam standartlarının artık hep iyi yönde seyretmesi. 

Bu beklentilere yanıt verilebildi mi? 

İki önemli sorunla karşılaşıldı. Evvelâ, 2005’in ikinci yarısından başlayarak özellikle terör eylemleri açısından durum değişti. Terör bir taraftan strateji değiştirdi bir taraftan da eylemlerini tırmandırdı. Bu trend her geçen gün hız kazandı ve halen ciddi bir sorun olarak varlığını koruyor. İkinci mesele, uyuşturucu sorunudur. Afganistan’da üretilen uyuşturucu Avrupa’daki tüketimin yüzde 90’ını karşılıyor. Bu fevkalade önemli. Bana göre Afganistan’da uyuşturucu üretimiyle mücadelede başarısız olundu. 

Afganistan’daki pek çok sorunun kaynağı uyuşturucu üretimi gösteriliyor. Herkes bu gerçeğin farkında olduğu halde neden kayda değer bir başarı sağlanamadı? 

Konuya sağlıklı bir teşhis konulamadı. Teşhis yanlış konunca önlemler de yanlış oldu. Haşhaşı üreten Afgan köylüsü. Yasadışı olsa da köylünün geçim kaynağı. Bağı bahçesi her şeyi harap olmuş ve kala kala elinde yalnızca haşhaş kalmış. Pazar sorunu yok. Avans alıyor ve bakması da kolay. Afgan çiftçisinin bir bölümü için haşhaş üretimi yaşam tarzı olmuş. Bu insanlara haşhaşı ikame edebilecek 
bir geçim kaynağı vermediğiniz sürece polisiye önlemlerde başarılı olamazsınız. Aynı zamanda da bu insanları zamanla terörün kucağına itersiniz. Aslında meselenin özü biraz da bu. Haşhaşın en fazla ekildiği yer güneydeki Helman bölgesi. Helman, Kolombiya’dan sonra en fazla üretim yapılan yer. 2006’da bir mücadele başlatıldı ve NATO birlikleri yoğun bir uğraş verdi. Tarlalar yok edilmeye çalışıldı. Fakat hem üretimin artışı önlenemedi, hem de oradaki insanların bir kısmı teröristlere yanaştı. Çünkü Taliban, köylülere onları koruma güvencesi verdi. Böylece onları yanına çekmiş oldu. 

Yeni dönemde halkın yaşamın her alanında yaşamın daha iyiye gittiğini görmesi ve ikna olması lazım. Çünkü beklenti çok yüksek. Bu ülke son 5-6 yılda 2-2.5 milyar dolar düzeyinde ekonomik yardım almış. Çok az. 


Afganistan’da Özbek ve Türkmenlerin siyasi sisteme katılımı açısından neler söylenebilir? 


Afganistan çok uluslu bir ülke. Orada herkes azınlık. Hiç kimse yüzde 50’nin üzerinde değil. İşin güzel tarafı, hiçbiri Afganistan dışında bir ülke düşünmüyor. En kötü dönemde bile bir Özbek Özbekistan’la ya da bir Türkmen Türkmenistan’la birleşmeyi düşünmedi. Afgan olmanın gururunu yaşıyorlar. Nüfusun yüzde 10-15 arası Özbek ve Türkmen’dir. Nüfus sayımı olmasa da General Dostum’un geçen cumhurbaşkanlığı seçiminde aldığı yüzde 10’u aşan oy oranı bunun bir göstergeydi. Hükümette iki Özbek bir Türkmen bakan var. Afganistan’daki bir olumsuzluk da, herhangi bir kurul oluşturulduğunda insanların bu birimin başarılı mı başarısız mı olacağına değil, kendisinden kaç kişi olduğun bakmasıdır. İşte Karzai bu şartlarda en iyisini yapmaya çalışıyor. Giyiminde bile o mesajı vermeye çalışıyor. Çaparının Özbekleri, şapkasının Tacikleri temsil etmesi, kendisinin ise Peştun olması tabii ki bir mesaj. Bazıları neden öyle giyindiğini soruyor. Yapmak istediği, bir bütünleşmenin 
mesajını verebilmek. 

Afganistan’da güvenlik açısından istenen noktaya gelinememesinde ne tür eksiklikler dikkat çekiyor? 

Milli ordu, milli polis oluşturuldu ama askerin ve polisin eğitimi yetersiz. Hem polisin hem milli ordunun araç gereç sorunu var. Afganistan gibi bir yerde özellikle yüksek hareket kabiliyetine sahip olunması çok önemli. Dağlık bir bölge. Askeri birliği sevk etmek için mutlaka hava imkanlarını kullanmak zorundasınız. O da helikopterle ya da C 130 ve C 160 gibi nakliye uçakları kullanarak 
yapılıyor. Batı bu konuda gerekli araç gereç desteğini vermedi. Hatta fazlalık olarak görülenler Irak’a kaydırıldı. Neticede Afganistan’a gerekli destek sağlanamadı. Zaten Afganistan dünyanın en yoksul ülkelerinden biri. Gıda, işsizlik, sağlık, eğitim sorunları çok büyük boyutlarda devam ediyor. Hem uluslararası kurumların hem de NATO’nun Afganistan’daki geçmiş deneyimlere bakarak yeni bir strateji geliştirmeye ihtiyacı var. 

Irak’taki savaşın Afganistan’daki güvenlik sorunlarına etkileri oldu mu? 

Pek tabii. En önemli örnek intihar saldırılarıdır. Aslında oradaki dünyanın kültüründe intihar saldırısı diye bir şey yok. 28 yıllık Sovyet işgali ve iç savaş sırasında hiçbir intihar saldırısı yok. Bu iş 2005’te başladı. Irak’ta bu yöntemin başarılı olduğunu ya da ses getirdiğini görünce derhal buraya getirdiler. Şimdi hükümetin otorite boşluğundan da yararlanarak özellikle güneyde ve doğuda halkın ekonomik sıkıntılarını da dikkate alarak eylemlerini arttırdılar. Taliban ve El Kaide bir kere yöntem olarak şunu gördü. NATO ordusuyla ya da düzenli bir orduyla savaşmaları mantıklı değil. Bunun yerine, ses getirecek ama maliyeti ve düzenlenmesi kolay eylemlere yöneldiler. Gerçekten de bu yöntemlerle mücadele etmek zor. Bir insan en önemli varlığı olan hayatını yok etmeyi göze aldığı zaman yapılabilecek çok bir şey yok. Tek yolu çok iyi istihbarat almak. Afganistan’a gitmeden önce bir toplantı için İsrail’e gittiğimde, o zaman Başbakan Yardımcısı olan Olmert, intihar saldırısı konusunda bana, belirli bir grubun intihar saldırısı gerçekleştireceği yönünde istihbarat alabildiklerini yani bir grubun intihar saldırısı gerçekleştirmek amacıyla hangi kente geldiğini öğrendiklerini ancak eylemi saat kaçta hangi mevkide gerçekleştireceklerini bilmediklerini söylemişti. 

Afganistan’da sorunlar ağırlaştıkça Pakistan üzerindeki baskı yoğunlaşıyor. ABD yönetimi Pakistan’a karşı oldukça sert bir tavır aldı. Afganistan’daki sorunun Pakistan’la olan ilişkisi ne denli belirleyici? 

Pakistan’daki medreseler bu şekilde devam ettiği sürece ne yapılırsa yapılsın, ne kadar asker gönderilirse gönderilsin Taliban devam edecektir. Çünkü o medreselerde Fas’tan Endonezya’ya kadar dünyanın her tarafındaki radikal gruplardan insanlar toplanıyor. Oralarda matematik ve kimya öğretilmiyor; cihat ve terör öğretiliyor. Pakistan ve Afganistan arasında çok yakın bir işbirliğine 
ihtiyaç var. Aksi takdirde Taliban Pakistan içinde de büyük bir sorun olacaktır. Bir çok gözlemci Pakistan’ın kuzeyi için Taliban bölgesi demeye başladı. Çünkü herkes Taliban’ın oradan gelip eylem yaptığını biliyor. Elbette güneyde de desteği var ama büyük ölçüde Afganistan’ın dışındaki imkanları kullanıyor. 2 bin 500 kilometrelik sınırdan girip çıkıyorlar. Bölgede 5 bin metreyi aşan dağlar var. 
Sınırın Afgan tarafında 10 milyon; Pakistan tarafında da 20 milyon Peştun var. Pek çoğu aynı kabilelere mensup. 

Afganistan ve Pakistan arasında daha yakın bir işbirliği sağlanması için Türkiye de aktif bir rol üstlendi. Geçtiğimiz haftalarda Türkiye’de ikinci zirve yapıldı… 

Sayın Karzai bana, Kabil-İslamabad arasındaki güven bunalımının aşılması ve sağlam bağlar kurulması için en etkili çabayı Türkiye’nin gösterebileceğini söylemişti. Her iki halkın da Türkiye’ye sıcak bakacağını, hiçbir art niyet aramayacağını anlatmıştı ve bizden Afganistan ile Pakistan’ı bir araya getirmesini istemişti. Bir süre sonra iki ülke Türkiye’de ilk zirvesini yaptı. Pakistan ve Afganistan arasındaki işbirliği gerek bölge gerek iki ülkenin iç dinamikler açısından oldukça önemlidir. 

ABD’de başkanlık koltuğunu devralmaya hazırlanan Barack Obama, dış politikadaki önceliğini Afganistan’a vereceğini bildirdi. İlk etapta asker artırımından bahsediyor. En azından seçim kampanyası sırasındaki ifadeleri dikkate alınarak Obama’nın yaklaşımı nasıl değerlendirilebilir? 

Bence son derece doğru değerlendirmeler yaptı. Bir kere Afganistan’daki operasyona gerekli desteğin verilmediğini dile getirdi. Daha önemlisi bunun bölgesel boyutta ele alınması gerektiğinin altını çizdi. 

Pakistan’ın rolüne özellikle dikkat çekti. Asker sayısının arttırılacağını söyledi. Ama konunun sadece askerle çözülemeyeceğini görmek lazım. Daha fazla ekonomik yardım olmadan sonuç alamazsınız. 

İkisi bir arada olmalı. Irak’tan çekilme sürecinin başlaması ise Afganistan halkı için olumlu bir gelişmedir. Bu durum Afganistan’a daha fazla ekonomik ve askeri yardımın önünü açmış olabilir. 

Obama’nın kadrosuna baktığım zaman, özellikle benim de yakından tanıdığım ve birlikte çalıştığımız Emekli Orgeneral James Jones’un ulusal güvenlik danışmanı olması bir şanstır. Afganistan’ı, bölgeyi, Türkiye’yi çok iyi tanıyan bir komutandır. Çok gerçekçi ve çok yetenekli bir kişidir. Böyle bir göreve atanması Afganistan için de bölge için de bir şans. Bunları dikkate alarak Obama döneminin daha olumlu bir süreç olacağını düşünüyorum. Bush döneminin en ciddi sorunu, 11 Eylül’den sonra hiçbir müttefikine danışma gereği duymaması ve “ya bendensin ya bana karşısın” politikasıyla hareket etmesiydi. Bunun yanlışlığı çok kısa zamanda görüldü. 
Büyük bir başarısızlıktır bu. 
Şimdi Obama’nın öncelikle kadro bakımından avantajı var. İkicisi, müttefiklerle birlikte hareket edeceğini söylüyor. 

Üçüncüsü, diyaloğu ön plana çıkarıyor. Aslında bunlar genel anlamda Türkiye’nin durumuna da uyuyor. Bana kalırsa yeni bir dönem açılıyor. 2009’un hem Afganistan, hem bölge, hem de Türkiye açısından iyi olmasını diliyorum. 

Obama döneminden umutlu olduğunuzu söylediniz fakat Obama’nın ilk adımı askeri tedbirleri artırmak olacak. Oysa siz ekonomik ve sosyal önlemlere vurgu yaptınız. Ortada bir çelişki yok mu? 

Yanlış anlaşılma olmasın. Askeri bakımdan Taliban’ın mağlup edilmesi lazım. Bu manada oradaki komutanın ihtiyaç duyacağı her şey karşılanmalıdır. Diyelim ki Kandahar bölgesinde tam olarak güvenliği sağladınız. Hemen arkasından ekonomik paket açmazsanız operasyonunuz çöker ve başa dönersiniz. Çok önemli bir husus da, ekonomik sosyal yardımlar da bulunurken işin içine halkın da dâhil edilmesidir. Eğer bir okulu yaparken köylüye ya da aşirete danışıp konuşup yaparsanız o zaman onu Taliban’a karşı savunuyor. Ona danışmadan oraya isterseniz dünyanın en güzel okulunu yapın, Taliban gelip yıktığında dönüp de bakmıyor. Ortak etmek gerekiyor halkı kararlara. Bunu bir ölçüde sağlayabildik. Orası bir kabile ülkesi bunları kullanacaksınız. 

Afganistan harekâtı NATO’nun dönüşüm süreciyle aynı döneme denk düştü. Harekat sırasında NATO bünyesinde de birtakım sorunlar yaşandı. Örgüte bazı eleştiriler yönetildi. 

Afganistan’daki tabloya NATO açısından nasıl bakıyorsunuz? 

NATO’nun kendi içindeki değişimi devam ediyor. Fakat NATO ülkelerinin, NATO’nun Soğuk Savaş döneminin NATO’su olmadığını görmeleri gerekir. Soğuk Savaş dönemindeki NATO bir tek kurşun atmadan çok önemli görevler yaptı. Ama eski Yugoslavya’daki hava harekatıyla beraber yeni bir döneme girdi ve ilk kez kara harekatı yapıyor şimdi. NATO’nun Afganistan’a girmesi siyasi bir 
karardı. Oybirliğiyle alındı. Siyasi bir karar alındıktan sonra askeri boyuta bir esneklik tanınması gerekirdi. Yani NATO’nun hazırlayacağı plan ve stratejinin gerektirdiği araç, gereç ve askerin sağlanması lazım. Her seferinde bunun tekrar NATO’nun Konsey’ine gitmesi orada müzakere yapılması, hatta bazı ülkelerin parlamentolarında, hükümetler nezdinde aylarca tartışılması, neticede 
taleplerin yerine gelmemesi teröristler ve Afgan halkı üzerinde sakıncalı etkiler yapıyor. Yani dünyanın en gelişmiş ülkelerinin bulunduğu bu kuruluş, “kusura bakmayın ben gerekli askeri malzemeyi zamanında sağlayamam” derse tabii ki olumsuz sonuçlar doğar. NATO’nun önümüzdeki dönem oradaki komutanın ihtiyaç duyacağı unsurları sağlaması gerekiyor. 

Afganistan-Türkiye ilişkilerini özel kılan şey nedir? 

Gerçekten de bu ilişki çok özel. Hiçbir ülke halkının Afgan halkı kadar Türkiye ve Türk halkına sıcak baktığını görmedim. Bu da Atatürk döneminde yani 1920’ler de ve 30’larda atılan adımların iz bırakmasından ve bunların devam etmesinden kaynaklanıyor. O dönemlerde iki ülke arasında birçok “ilk” var. Örneğin Genelkurmayını, savunma bakanlığını ve tıp fakültesini 1930’larda Türkiye tesis etmiş. Afganistan Milli Savunma Bakanlığı oluşturulurken ilk müsteşarı bir Türk general olmuş. Türkiye’den çok beklenti var. Sayın Karzai her seferinde “Bu silahlı kuvvetlerimizi eğitmesi gereken sizsiniz. Biz bütün deyimleri sizden öğrendik. ‘Karavana’, ‘kışla’ gibi deyimleri halen kullanıyoruz. Bunlar hep Türk ordusunun, Türkiye’nin eğitim döneminden kalma deyimler. Siz bizim geleneğimizi de her şeyimizi de çok iyi bilirsiniz” derdi. Tabii Türkiye sıcak çatışma bölgesine başından beri asker, silahlı kuvvetlerini göndermeyeceğini söyledi. O sınırlamalar dışında gereken de yapılmakta. Kabil bölgesini merkez komutanlığını Fransa ve İtalya ile dönüşümlü olarak paylaşmakta. Bir imar takımımız var. Eğitim konusunda NATO harekatıyla birlikte Türrkiye’nin katkısı artmakta. 
Vaktiyle bu konuyu Sayın Büyükanıt ile görüştüğümde bir düşüncesi vardı. Türkiye’de iki tane Afgan taburunu eğiterek tüm araç gereçleriyle birlikte ülkelerine göndermeyi tasarlıyordu. 

Obama dönemiyle birlikte, NATO kapsamında Türkiye’nin daha fazla katkı sağlaması için Ankara üzerinde baskı oluşabilir mi? 

Bu durum yanlış anlaşılıyor. Asker talebi geldiği zaman NATO, diğer üyelerinden yaptığı gibi Türkiye’den de benzer talepte bulunuyor. Bu doğal bir durum. NATO içinde Amerika’dan sonra en güçlü ordusu olan ülke durumundaki Türkiye’den bunun istenmesi normal. Meseleyi Türkiye’ye özel bir baskı şeklinde algılamak yanlış, Madem NATO’nun önemli bir üyesisiniz o zaman örgütün sizden 
talepte bulunması olağan bir şey. Burada kimse kimseyi zorlayamaz. Yani elbetteki talep edilecek ama Türkiye bu durumu NATO merkezinde, Brüksel’de, askeri ve sivil kanadıyla konuşup değerlendirerek kararını verir. Ve pek tabii söz konusu istek yine gelecektir. 

Afganistan gibi bölgelerde NATO veya BM operasyonlarına asker göndermekle büyük devlet olmak arasında ilişki kuruluyor. Siz bu ilişkiye nasıl yaklaşıyorsunuz? 

Neyle büyük devlet olunur? Oturduğunuz yerden “biz büyük devletiz” demekle bu iş olmaz. Büyük devletin alması gereken risk vardır. Risk olmadan da başarı olmaz. Onun için de Lübnan’a gitmeyi ve hatta gerektiğinde Irak’a gitmeyi hep savundum. Ve Afganistan’a çok daha fazla katkı yapmanın önemine inanıyorum. Bu bir deneyimdir aslında. Türk Silahlı Kuvvetleri Afganistan’da, sevinerek 
söylüyorum, çok büyük saygı görmektedir. Bugüne kadar kimsenin burnu kanamamışsa bir şanstır. Ama her zaman böyle olmayabilir de. Her yerde risk vardır. Ben öyle olaylar gördüm ki… Kabil’de bir üsteğmen arkadaşımız vardı. Sekiz ayın sonunda görevi bitti; vedaya geldi. Türkiye’ye dönmeye hazırlanırken “Bir yıllık çocuğumu göreceğim” dedi. Döndü ve Şırnak’ta şehit oldu. Mesela dün üç şehit verdik. Türkiye terörle mücadeleyi en iyi anlayan ve bu konuda en deneyimli ülkelerden biri. Terör 21. yüzyılda ciddi bir uluslararası tehdit. Tüm dünya samimi bir işbirliği yürütmek zorunda. Ama daha Birleşmiş Milletler terörün tanımı konusunda uzlaşabilmiş değil. Kiminin terör dediğine kimi kurtuluş savaşı diyor. 

Türkiye’nin risk almasından bahsettiniz… Türk askerlerinin Taliban’la doğrudan çatışmasının bu grubun El Kaide ile de olan yakın ilişkisinden dolayı, Türkiye’yi ikinci bir terör odağının hedefi haline getireceğinden endişe edilmişti. Buna sizde katılıyor musunuz? 

Türkiye zaten bir terörle mücadele içerisinde. İkinci bir cephe açılması pek tabii doğru değil. Daha fazla asker göndermek derken mutlaka çatışma bölgesine gitmesini kast etmiyorum. Diğer hizmetlerde çok daha etkili olabiliriz. Örneğin Afgan silahlı kuvvetlerinin eğitiminde Türkiye çok büyük bir rol alabilir. İkincisi; terör olmayan bölgelere daha fazla asker gönderilebilir. Üçüncüsü il imar 
takımlarında daha geniş rol alınabilir; Afgan halkının eğitimine ağırlık verilebilir. Çatışma bölgeleri dışında birçok alan var. Ayrıca, kendi açımızdan ikinci bir cephe açmanın sakıncalarını NATO’ya da anlatmak gerekir. 

Değerlendirmeleriniz için teşekkür ederiz. 

Ben de ORSAM’a çalışmalarında başarılar diliyorum. 

Önemli Not: Bu röportaj mevcut haliyle ilk olarak, Ortadoğu Analizdergisinin (Cilt 1, Sayı 1, ss.55-62) Ocak 2009 Sayısında yayınlanmıştır. 


***

HABUR SINIR KAPISI Türkiye, Suriye, Ürdün ve Lübnan Serbest Ticaret Bölgesi,



HABUR SINIR KAPISI Türkiye, Suriye, Ürdün ve Lübnan Serbest Ticaret Bölgesi,


İnceleme 

 <  Serbest vize bölgesinin işgücünün üye ülkelerde serbestçe dolaşması ve çalışması anlamına gelmediği vurgulanmalıdır. İkinci nokta, serbest 
vize bölgesinin sosyal bir içeriğinin olduğu, bunun özellikle sınırın iki yanında akraba olan önemli bir nüfusa sahip Türkiye ve Suriye için önemli olduğudur. >





Giriş 

Türkiye, Cumhuriyetin Batı Uygarlığı’nı hedef koyan kuruluş felsefesinin bir sonucu olarak, 2000’li yıllara kadar kendisini Ortadoğu’nun bir parçası olarak görmedi. Bunda 20. yüzyılın ilk yarısına kadar o dönemin büyük güçlerinin Ortadoğu’daki askeri ve ekonomik egemenliği, İkinci Dünya Savaşı sonrasında ise, ortaya çıkan iki kutuplu dünyada Türkiye’nin Batı kutbunu seçmesi önemli bir rol oynadı. Ancak Türkiye tümüyle Batı’nın da bir parçası haline gelemedi. Yalnızca Türkiye’de değil, dünyada ve özellikle de Avrupa’da Türkiye için uygun görülen konum Batı ile Ortadoğu arasındaki bir köprü olma konumuydu. Köprü, bilindiği gibi, birbirine bağladığı kıyıların hiçbirine ait değildir. Buna karşın, 
Türkiye Batı uygarlık düzeyini yakalama projesini Avrupa Birliği (AB) üyesi olmak ile özdeşleştirildi. 


Türkiye’nin AB ile ilişkisinin yarım yüzyılı aşan bir geçmişi vardır. Türkiye’nin AB’ye katılma çabasının gerisinde ekonomik ve politik nedenlerin yanında, Birliğin “sosyal bir proje” olarak görülmesi de vardır. AB ise, Türkiye ile ilişkilerini, özellikle başlangıç dönemlerinde, “coğrafi yakınlık ve stratejik konum” temelinde tanımlamıştır. Türkiye, AB’nin öncülü olan Avrupa Ekonomik Topluluğunun (AET) 1958 yılında kurulmasından kısa bir süre sonra Yunanistan’ın üyelik başvurusu üzerine ve siyasi anlamda Yunanistan’a mevzi kaybetmemek için, 1959’da Topluluğa tam üye olmak için başvurmuştur.1 Ancak, Topluluk, Türkiye’nin ekonomik yapısının tam üyelik için uygun olmadığını ileri sürerek, üyelik koşulları gerçekleşinceye kadar geçerli olacak bir ortak-lık anlaşması imzalanmasını önerdi. Söz konusu anlaşma, 1963 yılında Ankara’da imzalanmıştır. Ankara Anlaşması üyelik sürecini üç alt dönem olarak ele almıştır; hazırlık dönemi, geçiş dönemi ve son dönem. Hazırlık dönemi Türkiye için bir yükümlülük getirmemiş, büyük ölçüde Topluluğun Türkiye’ye mali yardımlar sağladığı bir dönem olmuştur. 1970 yılında imzalanan Katma 
Protokol adı verilen anlaşma ile düzenlenen geçiş dönemi Türkiye’nin 1996 yılında Gümrük Birliği (GB)’ne üye olması ile son bulmuştur. Son 
dönem ise belirsiz bir süre ile tanımlanmıştır. 

Ülkeler arasındaki karşılıklı mal ve hizmet ticaretinin ötesine geçen ekonomik ilişkiler İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra yoğunlaşmıştır. Bu çerçevede 
iki paralel süreçten söz etmek olanaklıdır. Bunlardan ilki, önce Gümrük Tarifeleri ve Ticaret Genel Anlaşması (GATT) sonra ise Dünya Ticaret Örgütü (WTO) öncülüğünde yürütülen ve üye ülkeler ve nihai olarak tüm dünya ülkelerini içine alacak biçimde öncelikle dış ticaretin ve nihai olarak üretim faktörlerinin ülkeler arasındaki hareketliğinin önündeki engellerin kaldırılmasını hedefleyen süreçtir. Bu süreç, 1929 dünya ekonomik krizinden sonraki en büyük uluslararası ekonomik kriz olan, 2007 yılı ikinci yarısında başlayıp bu yılın ikinci yarısına kadar sürdüğü kabul edilen krize kadar küreselleşme ve dünya ile bütünleşme olarak adlandırılmıştır. 

İkinci süreç, AB ile simgeleşen, ancak Latin Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (LAFTA), Kuzey Amerika Serbest Ticaret Bölgesi (NAFTA) Asya Serbest Ticaret Bölgesi (AFTA), Güney Asya Serbest Ticaret Bölgesi (SAFTA) ve Büyük Arap Serbest Ticaret Bölgesi (GAFTA) gibi birçok diğer ekonomik birleşmeleri içeren, coğrafi yakınlık veya diğer ekonomik, politik ve güvenlik gerekçelerine dayanan ve malların, hizmetlerin ve üretim faktörlerinin uluslararası hareketliliğini serbest kılan ve kimi durumda ekonomi politikalarının uyumlaştırmasını da içeren süreçtir. 

Burada iki nokta önemlidir: 

Birincisi ilk bakışta bu iki sürecin birbirleri ile çelişir süreçler olmasıdır. İkincisi ise, her iki süreçte de en azından ekonomi politikaları çerçevesinde bakıldığında 
ulusal devlet kurumlarının üstünde kurumların oluşturulması (Avrupa Merkez Bankası gibi) ve bu kurumların aldıkları kararların ulusal kurumların 
aldıkları kararların üzerinde olmasının kabul edilmesidir. 

 <Türkiye, Ortadoğu ülkeleri ile özellikle Suriye, Ürdün ve Lübnan ile ilişkilerini daha ileri bir düzeye götürmeye kararlılığında. >

Yukarıda yapılan sınıflandırma çerçevesinde ikinci sürecin bir parçası olan serbest ticaret bölgesi, üye ülkelerin kendi aralarındaki ticarette gümrük vergisi, kota ve diğer her türlü ticareti engelleyen faktörleri kaldırdıkları, ancak üye ülkeler dışındaki ülkelere karşı bağımsız dış ticaret politikaları uygulamalarıdır. İktisatçılar arasında bu tür iktisadi işbirliklerinin ekonomik sonuçları, özelliklede üye ülkeler açısından doğurduğu fayda ve maliyetler üzerinde bir görüş birliği vardır. 

Bu fayda ve maliyetler aşağıda kısaca özetlenmektedir. Ancak, bu analiz ve değerlendirmeler, bir ülkenin yalnızca bir serbest ticaret bölgesi içerisinde yer aldığı temel varsayımı üzerine kuruludur. Oysa bu gün dünyada bir ülke birden çok serbest ticaret bölgesi içerisinde yer alabilmektedir. 
Türkiye’nin Suriye, Ürdün ve Lübnan ile oluşturmayı hedeflediği serbest ticaret bölgesinin hayata geçmesi durumunda, Türkiye için de bu durum söz konusu olacaktır. 

Serbest Ticaret Bölgelerinin Ekonomik Refah Etkileri; 

   Ülkeler arasındaki ekonomik işbirlikleri bir veya bir kaç malı kapsayan dar ve geçici anlaşmalar olabileceği gibi, iktisat politikalarının uyumlaştırıldığı 
birlikler biçiminde de olabilir. 

 < Dünya ekonomik krizi ve AB ile yaşanan sorunlarla birlikte, komşuları ile daha istikrarlı ve sorunsuz ilişkiler kurma çabası Türkiye’yi yeni arayışlara yöneltmiştir. Bu yönelişte bir dizi neden Ortadoğu ülkeleri ile doğal bir odak oluşturmaktadır. >


Her ekonomik işbirliği, hem birliğe katılan hem de birlik dışında kalan ülkeler için farklı ekonomik maliyet ve refah etkilerine yol açar. İktisatçılar serbest ticaret 
anlaşmalarının etkilerini statik ve dinamik olmak üzere iki genel kategoriye ayırır. Statik etkiler daha çok kısa dönemde gözlemlenen ve dış ticaret yoluyla ülkelerin ulusal gelirinde ortaya çıkan değişmeleri içerirken, dinamik etkiler uzun dönemde ortaya çıkan ekonomik yapıdaki dönüşümleri kapsamaktadır. Statik etkiler, yerli üretimin yerini serbest ticaret bölgesi üyesi diğer ülkelerden yapılan ithalatın almasını ifade eden ticaret yaratıcı etki ve ülkenin daha önce ticaret bölgesi üyesi olmayan ülkelerden yaptığı ithalatı ticaret bölgesi ülkelerden yapmaya başlamasını ifade eden ticaret saptırıcı etkilerden oluşmaktadır. 

Ticaret yaratıcı etkinin ticaret saptırıcı etkiden büyük olması halinde serbest ticaret bölgesi oluşturulmasının üye ülkelerin ekonomik refahına olumlu katkı yaptığı kabul edilir. Öte yandan, bu etkiler değerlendirilirken hem üye ülkelerdeki ekonomik karar birimleri olan tüketiciler, üreticiler ve devletin ekonomik refahlarında ortaya çıkan değişmeler hem de bölge dışında kalan ülkelerin ekonomik refahlarının nasıl etkileneceği dikkate alınmalıdır. En belirgin sonuç, ticaret bölgesi üye devletlerinin gümrük vergisi gelirlerinde ortaya çıkacak azalmadır. Ancak, uzun dönemde ulusal gelirlerdeki artışın bir sonucu olarak devletlerin gelir vergisi gelirleri de artmış olacağından, gümrük vergisi gelirlerinin azalmasından dolayı devlet gelirlerinde ortaya çıkan azalmanın telafi edilmesi, hatta gelir vergilerindeki artışın düzeyine bağlı olarak devlet 
gelirlerinde bir artış gözlemlenmesi söz konusu olabilecektir. Bölge dışında kalan ülkelerin refahındaki değişme kısa dönemde ticaret yaratıcı ve saptırıcı etkilerin düzeylerine bağlıdır. Ancak uzun dönemde üye ülkelerin ulusal gelirlerindeki artışın bölge dışında kalan ülkelerle ekonomik ilişkilerine nasıl yansıyacağı, ticaret bölgesi yaratılmasının bölge dışı ülkelerin ekonomik refahı üzerindeki etkisini belirleyecektir. 

Serbest ticaret bölgelerinin etkileri değerlendirilirken, bölge üyesi ülkelerinin diğer ülkelerle ekonomik ilişkilerinin nasıl düzenlendiği de önem taşımaktadır. Örneğin, serbest ticaret bölgesi yalnızca üye ülkeler arasında ticaretin önündeki engelleri kaldırırken, üye ülkelerin diğer ülkeler ile olan ekonomik ilişkilerine yönelik bir kısıtlama getirmeyebilir. Öte yandan, bunun tersi bir durumda söz konusu olabilir ve üye ülkeler diğer ülkeler ile olan ilişkilerinde belirli kurallara uymak durumunda kalabilirler. Bir başka önemli nokta, bir serbest ticaret bölgesi ülkeleri aynı zamanda diğer uluslararası ekonomik işbirliklerinin bir parçası olabilirler: Türkiye AB gümrük birliğinin bir üyesi iken, Suriye, Ürdün 
ve Lübnan GAFTA’nın üyeleridirler. Öte yandan hem Türkiye hem de Suriye, Ürdün ve Lübnan Akdeniz için Birlik üyesi ülkelerdir. Bu durum, serbest ticaret bölgesinin ekonomik refah etkilerinin değerlendirilmesini zorlaştırmaktadır. 

Serbest ticaret bölgelerinin ekonomik refah etkilerini değerlendirmede iktisatçılar diğer kıstaslar da kullanabilmektedirler. Örneğin, Lipsey serbest ticaret bölgesi üyesi ülkeler arasındaki ticaretin büyüklüğünün refah etkisinin temel belirleyicisi olacağını ileri sürmektedir.2 Öte yandan, Summers üye ülkelerin ekonomilerinin büyüklüğünün refah etkisinin temel belirleyicisi olduğunu ileri sürmektedir.3 Bu iki kıstasa üye ülkelerin ekonomilerinin serbest ticaret bölgesine katılmadan önceki açıklık derecesi ve serbest ticaret bölgesine katılmanın açıklık derecesini 

Ortadoğu ülkeleri arasındaki ticari ilişkilerin geliştirilmesinin sonuçlarından biri de, komşuluk ilişkilerindeki karşılıklı güvenin artması olacak. nasıl etkilediği de eklenmelidir. Serbest ticaret bölgesine üye ülkelerin ekonomilerinin tamamlayıcılık ve rakiplik özellikleri, serbest ticaretin ekonomik karar birimlerinin tüketim, tasarruf ve yatırım kararlarını nasıl etkileyeceği gibi mikroekonomik ve dinamik olgularda hem kısa hem de uzun dönemde serbest ticaretten kaynaklanacak refah etkileri üzerinde belirleyici olacaktır. 




Türkiye, Suriye, Ürdün ve Lübnan Arasında Oluşturulan Serbest Ticaret Bölgesinin Türkiye’nin Dış Ticareti ve AB ile İlişkileri Bağlamındaki Değerlendirilmesi 

Hakim iktisadi görüş, dış ticaretin serbestleştirilmesi yoluyla ekonomilerin dışa açıklık derecelerinin artmasının, diğer koşullar veri iken rekabeti ve üretim ölçeğini büyüterek ve dolayısıyla verimliliği artırarak ülkelerin ekonomik refahlarına katkı yapacağını ileri sürmektedir. T.C. Başbakanlık Dış Ticaret Müsteşarlığı (DTM) da Türkiye’nin uluslararası ticaret ve ekonomi politikaların daki belirleyici unsurların başında WTO üyeliğinin geldiğini ifade etmektedir.4 

Bu çerçevede 1980’li yıllardan bu yana dışa açık ve ihracata dayalı büyüme politikaları izleyen Türkiye gerek GATT/WTO gerek GB kapsamında üstlendiği taahhütler sonucunda çok taraflı ticaret sistemi yoluyla küresel ekonomi ile giderek daha fazla bütünleşmiştir. Bunun gerisinde Türkiye’nin, WTO çatısı altında karşılıklılık ve ayrımcı olmama ilkeleri çerçevesinde işleyen bir uluslararası ticaret sisteminin, küresel toplumun ihtiyaçlarına ve refahına hizmet edeceğini düşünmesi yatmaktadır. 

 < Sözkonusu serbest ticaret bölgesinin enerji, imalat sanayi, hizmetler sektörleri gibi alanlarda Türkiye’nin dış ticaretine ve Türkiye’nin ve diğer üye ülkelerin ekonomik refahlarını yükseltmelerine katkıda bulunabileceğine, ancak Türkiye için AB’ye bir alternatif oluşturamayacağını ifade edebiliriz. >


Bu çerçevede, GATT döneminden bu yana yeni pazar açılımlarının sağlanması ve ticarette serbestleştirme yönünde çaba harcanmıştır. Yine müsteşarlığa göre, 
bölgesel ve ikili düzeydeki çabaların da ticarette serbestleşmenin sağlanması ve küresel ticaret hacminin geliştirilmesine önemli katkıları olmaktadır. 
Bu çerçevede Türkiye, dünyanın farklı sosyo-ekonomik koşullara sahip bölgeleri arasında bir köprü işlevi görmesi nedeniyle, ikili ve bölgesel düzeyde ticari ilişkilerin güçlendirilmesine yönelik girişimleri ticarette serbestleşmenin sağlanması açısından önemli fırsatlar olarak değerlendirmektedir. Bu çerçevede Türkiye’nin attığı en önemli adım elbette GB’dir. Bunun yanında, Türkiye Karadeniz Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (BSEC), Ekonomik İşbirliği Teşkilatı (ECO) gibi bölgesel oluşumlarda aktif olarak yer almaktadır. Türkiye’nin bu yöndeki en son girişimi burada incelediğimiz serbest ticaret ve vize bölgesidir. 

Türkiye’nin Suriye, Ürdün ve Lübnan ile oluşturduğu serbest ticaret bölgesinin ekonomik bir değerlendirmesini yapmadan önce, bu girişimin serbest ticaret bölgesi oluşturma yanında bir serbest vize bölgesi de oluşturduğu vurgulanmalıdır. Bu durum birçok yönden önemlidir: İlki, serbest ticaret bölgeleri teorik düzlemde önce malların, daha sonra hizmetlerin ve en son olarak ise üretim faktörlerinin, özellikle de işgücünün serbest dolaşımını gerçekleştirmeyi hedefler. Serbest vize bölgesinin işgücünün üye ülkelerde serbestçe dolaşması ve çalışması anlamına gelmediği vurgulanmalıdır. İkinci nokta, serbest vize bölgesinin sosyal bir içeriğinin olduğu, bunun özellikle sınırın iki yanında akraba olan önemli bir nüfusa sahip Türkiye ve Suriye için önemli olduğudur. Serbest vize bölgesinin elbette uluslararası politik yönü de vardır. Ancak, bizim açımızdan önemli bir diğer yönü, serbest vize uygulamasının üye ülkeler arasında turizmin geliştirilmesine önemli katkı yapabilecek 
olmasıdır. 

Yukarıda serbest ticaret bölgelerini ekonomik yönden değerlendirmek için üye ülkelerin aralarındaki ticaretin büyüklüğü, üye ülkelerin ekonomilerinin 
büyüklüğü ve üye ülkelerin ekonomilerinin açıklık dereceleri kıstaslarından yararlanabileceğimizi ifade etmiştik. DTM verilerine göre5, 

Türkiye’nin 2009 yılında Suriye, Ürdün ve Lübnan’a yaptığı ihracat sırasıyla 1,425 milyon dolar, 456 milyon dolar ve 686 milyon dolardır. 

Aynı yıl bu ülkelerden yaptığımız ithalat ise, sırasıyla 328 milyon dolar, 20 milyon dolar ve 109 milyon dolardır. 2009 yılında Türkiye’nin toplam 
ihracatı 102,143 milyon dolar, AB’ye ihracatı 46,977 milyon dolar ve BSEC’e yaptığı ihracat 12,339 milyon dolardır. 2009 yılında Türkiye’nin toplam ithalatı 140,928 milyon dolar, AB’den ithalatı 56,587 milyon dolar ve BSEC’den ithalatı 28,299 milyon dolardır. İlk kıstasımızdan yola çıkarak Türkiye’nin Suriye, Ürdün ve Lübnan’a yaptığı ihracat ve ithalat değerlerinin Türkiye’nin toplam ihracat, toplam ithalat ve AB’ye ve BSEC’e ihracatı ve bu ülke gruplarından ithalatı ile kıyasladığımızda oldukça düşük olduğu ve bu nedenle de refah etkisinin sınırlı olacağını ileri sürebiliriz. Ancak, Türkiye’nin 2009 yılında 1,771 milyon dolar ihracat ve 1,687 milyon dolar ithalat hacmine sahip olduğu Suudi Arabistan, 
2,025 milyon dolar ihracat ve 3,406 milyon dolar ithalat hacmine sahip olduğu İran ve 5,124 milyon dolar ihracat ve 952 milyon dolar ithalat hacmine sahip olduğu Irak’ın oluşturulan serbest ticaret bölgesine katılması üye ülkeler arasındaki ticaret hacmini önemli bir büyüklüğe ulaştıracak ve bunun üye ülkelerde refah artışına önemli katkısı olacaktır. 

Türkiye’nin Suriye, Ürdün ve Lübnan ile oluşturduğu serbest ticaret bölgesinin ekonomik refah etkisini üye ülkelerin ekonomilerinin büyüklüğü kıstasından yola çıkarak da değerlendirebiliriz. DTM verilerine göre6, Suriye’nin 2008 yılı gayrisafi yurtiçi hasılası (GSYH) 50,1 milyar dolar, Ürdün’ün GSYH’sı 28,2 milyar dolar ve Lübnan’ın GSYH’sı 28,1 milyar dolardır. Aynı yıl Türkiye’nin GSYH’sı ise 794,2 milyar dolardır. 

Bu çerçeveden bakıldığında, Suriye, Ürdün ve Lübnan’ın ekonomilerinin büyüklükleri toplamı Türkiye’nin ekonomisinin büyüklüğünün yaklaşık 
sekizde biri kadardır. Oysa Suudi Arabistan ve İran’ın 2008 yılı GSYH’ları sırasıyla 467,6 ve 385,1 milyar dolardır. Bu çerçeveden bakıldığında da serbest ticaret bölgesinden beklenen refah etkisinin ortaya çıkması için bu iki ülkenin bölge içerisinde yer almalarının önemi ortaya çıkmaktadır. 

Serbest ticaret bölgelerinin refah etkilerinin değerlendirilmesinde kullanılabilecek bir diğer kıstasın, bu tür bir birlik oluşturmanın üye ülke ekonomilerinin dışa açıklığını nasıl etkileyeceği olduğunu yukarıda ifade ettik. Türkiye’nin Suriye, Ürdün ve Lübnan ile olan dış ticaretinin Türkiye’nin dış ticareti içerisindeki payının küçüklüğü ve bu ülkelerin ekonomilerinin Türkiye’nin ekonomisinin büyüklüğü ile kıyaslanamayacak kadar küçük oluşları göz önüne alındığında açıklık kıstasının değerlendirmede kullanılmasına gerek olmadığı ileri sürülebilir. 
Buna karşın yine de belirtmek gerekirse, bu ülkeler arasında dış ticaret hacminin GSYH’ya oranı olarak bakıldığında Türkiye %30.1 ile en az açık ülke konumundadır. Lübnan ise %70.1’dir. Suriye ve Ürdün için ise söz konusu oran sırasıyla %54.1 ve %60.6’dır. Bu durumda, serbest ticaret bölgesinin Türkiye’de dış ticarete konu olan mal miktarını artırarak Türkiye’nin dışa açıklık derecesini yükseltip yükseltmeyeceği sorusu sorulabilir. Bölge içerisinde yer alacak Suriye’nin en çok ihracat ve ithalat yaptığı beş ülke arasında Türkiye yer almamaktadır. Serbest ticaret bölgesi bu durumu değiştirebilir. 2008 yılında Suriye’de kişi başına gelir 4532 dolardır. 

Bu kişi başına gelir düzeyi, Türkiye’nin en büyük ticaret ortağı AB ile kıyaslandığında düşük bir satın alma gücünü ifade etmektedir. Suriye’nin 
başlıca sanayi dalları petrol, tekstil, gıda, içecek, tütün ve fosfat işletmeciliğidir. Petrol dışarıda tutulduğunda, bu sanayi yapısı ile Türk sanayinin tamamlayıcılık niteliğine sahip olmadığını ileri sürebiliriz. Suriye’nin ilk beş sırada yer alan ihraç ürünleri, ham petrol, petrol ürünleri, gıda, hayvancılık ve tütündür. İlk beş ithal ürünleri ise, işlenmiş petrol ürünleri, makine ve nakliye araçları, gıda ve hayvancılık, kimyasallar ve kimyasal ürünlerdir. Bu dış ticaret yapısından yola çıkarak, Türkiye’nin Suriye’nin petrol, hayvancılık, makine ve nakliye araçları, kimyasallar ve kimyasal ürünler ticaretinde önemli bir ortağı olabileceğini ifade edebiliriz. Ürdün’ün 2008 yılı kişi başına gelir düzeyi ise 4700 dolar olup, bunun 
da Türkiye için çok büyük bir satın alma gücünü yansıtmadığını söyleyebiliriz. Ancak Ürdün ile ilgili en önemli özellik, GSYH’nın %82.5’nin hizmetler 
sektöründe yaratılıyor olmasıdır. Türkiye, bankacılık başta olmak üzere, bir çok hizmet alt sektöründe Ürdün’de önemli bir pazara sahip olabilir. Ürdün’ün dış ticaretinde de Türkiye ilk beş ülke içerisinde yer almamaktadır. Serbest ticaret bölgesi bu durumun değişmesine katkıda bulunabilir. Ürdün’ün en önemli ihraç ürünleri giyim, ilaç, potas, fosfat, gübre ve sebze iken, en önemli ithal ürünleri ham petrol, kumaş, makine ve ulaşım araçlarıdır. Buradan serbest ticaret bölgesinin Türkiye’nin kumaş, makine ve ulaşım araçlarında Ürdün ile ticaretini geliştirmesine katkı sağlayacağını ileri sürebiliriz. Son olarak, Lübnan’da 2008 yılında kişi başına gelirin 7375 dolar olup, Türkiye ve Ürdün’ün kişi başına gelirlerinin bir buçuk katından fazladır. Bu durum, Lübnan’ın satın alma gücü potansiyelinin daha yüksek olduğu ve serbest ticaret bölgesinde yüksek 
ticaret hacminin yaratılmasına katkıda bulunabileceği şeklinde değerlendirilebilir. Ayrıca, Ürdün’de olduğu gibi Lübnan’da da hizmetler sektörü GSYH’nın %75’i gibi yüksek bir oranının yaratıldığı alt sektördür. Dolayısıyla, Türkiye bankacılık ve diğer alt finansal sektör deneyimlerini kullanarak Lübnan’da bu sektörlere yatırım yapabilir. Ürdün’ün dış ticaretinde de Türkiye ilk beş sırada yer almamaktadır. Kimyasallar ve makine sektörleri Türkiye’nin Lübnan ile dış ticaretinde yoğunlaşabileceği diğer sektörleri oluşturmaktadır. 

 < Türkiye, Suriye, Ürdün ve Lübnan Arasında  Serbest Ticaret Bölgesinin Oluşturulması Sürecinin  İşleyişi >

Serbest ticaret bölgesi oluşturulma süreci dört ülke arasında “Yakın Komşular Ekonomik ve Ticaret Ortaklık Konseyi” kurulması ile başladı. 10 Haziran 2010 tarihinde İstanbul’da gerçekleştirilen 

3. Türk-Arap İşbirliği Forumu çerçevesinde, Türkiye, Suriye, Ürdün ve Lübnan imzaladıkları Deklarasyon ile uzun vadeli stratejik ortaklığın geliştirilmesi ve ekonomik entegrasyona doğru ilerlenmesi hedefiyle bir “Yüksek Düzeyli Dörtlü İşbirliği Konseyi” oluşturarak, malların ve kişilerin serbest dolaşımını öngören bir serbest ticaret alanı oluşturulması kararlaştırdılar. Bu amaç doğrultusunda, 31 Temmuz 2010 tarihinde, İstanbul’da bu dört ülke arasında bir dörtlü toplantı gerçekleştirildi. Bu toplantının temel gündem maddesini Türkiye, Ürdün, Lübnan ve Suriye arasında bir ekonomik entegrasyonun tesis edilmesi hedefine yönelik seçenekler oluşturmaktaydı. Bu kapsamda dört ülke arasında Serbest Ticaret Anlaşmaları ağının tesisine yönelik çalışmaların tamamlanması öncelikli konulardan birisi olarak belirlenmiştir. Toplantıda ayrıca, Türkiye, Lübnan, Suriye, Ürdün arasında ekonomi ve ticaret konularında ortak bir işbirliği platformu olarak hizmet vermek üzere “Yakın Komşular Ekonomik ve Ticaret Ortaklık Konseyi”nin (CNETAC)” kurulması kararlaştırılmıştır. Bu işbirliği kapsamında tarife ve tarife dışı engellerden arındırılmış uluslararası düzeyde modern altyapıya sahip serbest bir ticaret ve yatırım ortamı yaratılması hedeflenmiştir.7 

Haziran ayında İstanbul’da kamuoyuna açıklanan Türkiye, Suriye, Lübnan ve Ürdün arasında serbest ticaret, serbest vize bölgesi oluşturma ve ortak işbirliği çalışmasına yönelik ikinci toplantı, New York’ta gerçekleştirildi. Toplantı sonrasında ilan edilen deklarasyonda, 

i)  Enerji, 
ii) Ticaret, 
iii) Turizm ve 
vi) Ulaşım sektörlerinde taraflar arasında tam işbirliği sağlandığı duyuruldu. 

Bu deklarasyonun en önemli yanı, ortaklık sürecinin Ocak 2011’de İstanbul’da liderler zirvesiyle hayata geçirileceğinin duyurulmasıydı.8 


Sonuç ve Değerlendirme 

Türkiye, dışa açık ekonomik kalkınma stratejisinin bir uzantısı olarak, 1980’den beri GATT ve WTO çerçevesinde dünya ekonomileri ile, GB ile de AB ülkeleri ekonomileri ile giderek artan biçimde entegre olmuştur. Ancak, 2007/2010 dünya ekonomik krizi ve AB ile üyelik sürecinde yaşanan sorunlar ve gecikmeler ile birlikte komşuları ile daha istikrarlı ve sorunsuz ilişkiler kurma çabası Türkiye’yi yeni arayışlara yöneltmiştir. 

Bu yönelişte Ortadoğu ülkeleri coğrafi yakınlık, ekonomik, sosyal ve tarihsel nedenler ile doğal bir odak oluşturmaktadır. Türkiye, Ortadoğu ülkeleri 
ile 2000’li yıllarda giderek artan ekonomik ilişkilerini 2010 yılı Haziran ayında bu ülkelerden üçü olan Suriye, Ürdün ve Lübnan ile daha ileri bir düzeye götürmeye karar verdi. Bu çerçevede Türkiye, Suriye, Ürdün ve Lübnan 2011 yılı başında ilan edilmesi planlanan bir serbest ticaret ve vize bölgesi oluşturmaya karar verdi. 

Bu çalışma oluşturulan bu serbest ticaret bölgesinin Türkiye için AB’ye bir alternatif olup, olamayacağını değerlendirmeyi amaçlamaktadır. 
Serbest ticaret bölgesi içinde yer alan ülkelerin ekonomilerinin büyüklüğü, dış ticaret hacimlerinin büyüklüğü, dış ticaret ortakları, ekonomik yapıları, kişi başına gelir düzeyleri gibi kıstaslardan yola çıktığımızda, oluşturulan serbest ticaret bölgesinin enerji, imalat sanayi, hizmetler sektörleri gibi alanlarda Türkiye’nin dış ticaretine ve Türkiye’nin ve diğer üye ülkelerin ekonomik refahlarını yükseltmelerine katkıda bulunabileceğine, ancak Türkiye için AB’ye bir alternatif oluşturamayacağını ifade edebiliriz. 

DİPNOTLAR 

1 Çolak, Ö. F., H. Öztürkler ve İ. Tokatlıoğlu. (2008). Gümrük Birliğinin Türkiye’nin Dış Ticareti Üzerine Etkileri, Gazi Kitabevi, Ankara. 
2 Lipsey, R. G. (1960).” The Theory of Customs Unions: A General Survey”, The Economic Journal, 70(279), 496-513. 
3 Summers, L. (1991). “Regionalism and the World Trading System”, Policy Implications of Trade and Currency Zones, , Federal Reserve Bank, Kansas City, 295-301. 
4 www.dtm.gov.tr, İkili ve Çok Taraflı İlişkiler, Erişim tarihi: 27 Ekim 2010. 
5 www.dtm.gov.tr, Dış Ticaretin Görünümü ve İstatistikler, Erişim tarihi: 27 Ekim 2010. 
6 www.dtm.gov.tr, İkili ve Çok Taraflı İlişkiler, Ülke Profilleri, Erişim tarihi: 27 Ekim 2010. 
7 www.dha.com.tr , Erişim tarihi: 2 Ağustos 2010. 
8 www.dunya.com.tr, Erişim Tarihi: 26 Eylül 2010. 


OrtadoğuAnaliz 
İnceleme 
Kasım’10 Cilt 2 -Sayı 23 




ENERJİ’SİNE KAVUŞAN KOMŞULUK TÜRKİYE- IRAK KÜRDİSTANI BÖLGESEL YÖNETİMİ İLİŞKİLERİ BÖLÜM 4



ENERJİ’SİNE KAVUŞAN KOMŞULUK TÜRKİYE- IRAK KÜRDİSTANI BÖLGESEL YÖNETİMİ İLİŞKİLERİ BÖLÜM 4 

Kürdistan Bölgesel Yönetimi kontrolündeki enerji piyasasına en son dâhil olan Türkiye kökenli şirket ise Siyah kalem oldu. Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu 12 Eylül 2013’te Siyah kalem Doğal gaz İthalat İhracat ve Ticaret A.Ş.’nin başvurusunu kabul ederek, Kuzey Irak’tan 26 yıllığına gaz ithalatı yapması için yetki vermesiyle gündeme gelen firma uzun bir süre Irak merkezi yönetiminden alım-satım sözleşmesi alamadığı için bekletiliyordu. Bu sözleşmeyi almamasına rağmen, Siyah kalem firmasına 2014 yılı için 0,7 milyar m3, 2015 için 1,5 milyar m3, 2016 için 2,5 milyar m3 ve 2017-2033 yılları için 3 milyar m3 doğal gaz ithalatı izni verilmesi söz konusu firmayı enerji piyasasının en güçlü aktörlerinden birisi haline getirdi.52 Siyah kalem’in Ankara ve Erbil arasındaki enerji ilişkilerinde Türkiye ayağını üstlenmesi Kuzey Irak’ta faaliyet gösteren Turkish Energy Company’nin Kürdistan doğal gazını Türkiye’ye getirme konusunda önemli bir aşama kaydettiğini de ortaya koydu. Mart 2013’te Erbil 
ve Ankara arasında yapılan anlaşmayla Turkish Energy Company’nin Kuzey Irak’taki 13 farklı enerji sahasında petrol ve doğalgaz çıkarma izni almış olması53 ve çıkarılan enerjinin Türkiye’ye ulaştırılması ayağının hayata geçirilmesi Ankara’nın Kuzey Irak enerji piyasasındaki pozisyonunu önemli ölçüde güçlendirdi.

Kürt petrolü ekseninde gündeme gelen bir başka Türkiye kökenli firma ise Bölgesel Kürt Yönetimi’nin Türkiye üzerinden tankerle petrol ihracatına aracılık eden Powertrans’tır.54 

2012’den itibaren Kürt petrolünü Türkiye üzerinden dünya piyasasına ulaştıran bu şirket ilk aşamada petrolün büyük bir kısmını İtalya’nın Trieste kentine 
ve oradan da Fransa, Almanya, Hollanda ve Latin Amerika’ya transfer etmekteydi.55 Ekim 2012’de Trafigura ve Vitol gibi iki büyük petrol şirketinin Bölgesel Kürt Yönetimi ile yaptığı anlaşma kapsamında (Bağdat bu iki şirkete petrol ihracatı bağlamında önemli ölçüde bağımlı olduğu için bir nevi bypass edilmişti) taşıma işini üstlenen Powertrans’ın bu nedenle Kürt bölgesinde direkt bir inisiyatif aldığını söylemek zordur. 

PETROL PARASI VE HALKBANK

Ankara ve Erbil arasında yürütülen enerji transferi konusundaki görüşmelerde en dikkat çekici olan ayrıntılardan biri de Türkiye üzerinden ihraç edilen petrol gelirinin nereye yatırılacağı konusuydu. Buna göre, petrol bedeli Halkbank’a yatacak ve dekontlar düzenli olarak Bağdat ve Erbil’e gönderilecekti. Dolayısıyla, Irak Anayasası’nda öngörülen Irak petrol gelirinin yüzde 83’ünün merkezi yönetime yüzde 17’sinin de Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi’ne aktarılması Halkbank üzerinden sağlanacaktı.56 

Halkbank daha önce de İran’a yönelik ABD tarafından konulan ambargonun delinmesinde kurum olarak merkezi bir işlev görmüştü ve aynı zamanda Hindistan’ın İran ile yaptığı petrol ticaretinde aracı kurum olarak da devreye girmişti. Örneğin 2011 yılı içinde Hindistan 1,4 milyar dolarlık ödemeyi İran’a Halkbank üzerinden yaptığını açıklamıştı.57 

Bu ve benzeri adımlar ABD’nin Halkbank’a açık bir tavır almasına neden olmuş ve Wikileaks ile ortaya çıkan bir belgeye göre, ABD Hazine Bakanlığı Müsteşarı David Cohen Ekim 2009’da Halkbank yetkilileri ile görüşerek İran’a yönelik ambargonun delinmemesi konusunda uyarılarda bulundu.58 Daha sonra çeşitli vesilelerle ABD tarafından uyarılan Halkbank bu politikasını değiştirmeyince bu uyarılar politik bir karşılık da bulmaya başladı.59 Örneğin Nisan 2013’te ABD’de 47 vekilin desteğiyle “İran’ın uluslararası yaptırımları aşmak için beş yurtdışı ofisi ve Tahran’da da bir temsilciliği olan Halkbank’a yatırdığı mevduat üzerinden altını kullandığı yönündeki endişe” açık bir şekilde dile getirildi.60

Petrol gelirinin Halkbank’a yatırılması konusuna ilk ciddi itiraz Bağdat’tan geldi ve Bağdat Yönetimi Kürdistan petrollerinden elde edilecek tüm gelirin Kuveyt’e ödenen tazminat gerekçe gösterilerek New York’taki bir bankaya yatırılması gerektiğini dile getirdi.61 

17 Aralık 2013’te Halkbank Müdürü’nün rüşvet suçlaması ile gözaltına alınması bu tartışmalara yeni bir boyut ekledi ve Erbil bu durumda 2003 yılında 
Birleşmiş Milletler tarafından ABD’nin New York kentindeki JP Morgan Bankası’nda açılan Irak Kalkındırma Fonu hesabına yatırılma seçeneği üzerinde yoğunlaştı. 

 <  İran’a yönelik ABD tarafından konulan ambargonun delinmesinde merkezi bir rol oynayan Halkbank’ın ismi petrol gelirinin transferi konusunda da öne çıktı. >

25 Aralık’ta Kürt Yönetimi Başbakanı Neçirvan Barzani ile Irak Başbakanı Nuri el-Maliki’nin Bağdat’ta yaptığı görüşmede petrol sevkiyatı konusunda anlaşma sağlandığının bildirilmesinden kısa bir süre sonra petrol gelirlerinin JP Morgan Bankası’na yatırılacağı basına yansıdı.62 Türkiye Enerji ve Tabii Kaynaklar 
Bakanı Taner Yıldız bir açıklama yaparak Halkbank’ın “içinden geçtiği durumun süreci etkilemeyeceğini” belirtse de,63 Ankara ve Erbil arasında yapılan görüşmelerin en önemli ayağından birisi olan yıllık 26 milyar dolarlık para akışının Türkiye üzerinden gerçekleşme olasılığı ciddi ölçüde zarar gördü.

Bu gelişmeye rağmen Erbil yönetimi “Bağdat kontrolündeki hesaba paranın gitmesi” konusunda isteksiz olduğunu dile getirmeye devam etti.64 
Hatta konuya ilişkin basında çıkan haberlerde Erbil ve Bağdat’ın Türkiye üzerinden Kürt petrolünün transferi konusunda önemli ölçüde anlaştıkları, fakat anlaşmanın önündeki temel sorunun “gelirin yatacağı banka ve ticareti yapacak petrol şirketi” konusu olduğu belirtildi.65 

Ankara ve Erbil petrol gelirinin Halkbank’a yatırılıp buradan taraflara dağıtılması konusunda anlaşırken, Bağdat yönetimi ise gelirin ABD’de bir fonda toplanıp dağıtılması konusunda ısrarlarına devam etti.66 Bu tartışmalar devam ederken 90 milyon dolarlık bir gelirin Halkbank’a yatırıldığına ilişkin haberler basına yansısa da, Taner Yıldız bu iddiaların doğru olmadığını, Erbil ve Bağdat arasında gelirin yatırılacağı banka konusunda görüşmelerin devam ettiğini belirtti.67 

Dolayısıyla Ankara tarafı gelirin Halkbank’ta tutulması konusunda ısrarcı olmasına ve bu noktada Erbil’i de ikna etmesine rağmen, bu çalışmanın 
yazıldığı tarihlerde henüz bu konuda somut bir adım atılmış değildir. 

ABD VE DİĞER GÜÇLER

2003 Irak işgali sırasında ABD’ye en önemli desteği veren bölgedeki Kürt gruplar işgal sonrası Washington’un en önemli müttefiki haline gelmiş ve ABD’nin, Saddam sonrası Irak’ı yeniden yapılandırma politikasında öncü bir rol üstlenmişlerdi. Fakat bu gelişme ABD’nin bir taraftan Irak’ın bütünlüğünü sağlama diğer taraftan da bölgedeki müttefiki olan Türkiye’yi rahatsız etmeme temelindeki iki ayaklı politikasını tehlikeye atmıştı.68 

Bu çelişki gibi görünen durumdan bir çıkış stratejisi olarak Washington, 2007’den itibaren Ankara ve Erbil arasında yakınlaşmayı teşvik ederek69 hem Türkiye’yi rahatsız eden durumu tersine çevirmeyi hem de Irak’ın bütünlüğü konusunda ısrarcı olan Ankara’yı Irak siyasetinin merkezine çekmek yoluyla olası bir bölünmeyi engellemeye çalıştı. Fakat bu politika Ankara ve Bağdat arasındaki ilişkilerin olumlu bir düzlemde ilerlemesine bağımlı olan bir stratejiydi. 2010’dan itibaren Ankara ve Bağdat ilişkilerinin gerginleşmeye başlaması ve bunun karşılığında Ankara’nın Erbil ile yakın bir işbirliği politikası izlemeye başlaması Washington’u politika değişikliğine zorladı. Ankara’yı Erbil ile yakın bir politika izleme konusunda destekleyen Washington yönetimi, bu kez söz konusu ilişkinin geldiği boyuttan rahatsız olmaya başladı ve Bağdat’ın denkleme katılması yönünde bir politika izlemeye yöneldi.

Ankara ve Erbil arasında enerji temelinde yaşanan yakınlaşma sürecine ABD’nin bakışını belirleyen temel dinamiklerin başında, bu yakınlaşmanın Erbil ve Bağdat arasındaki ilişkileri nasıl etkileyeceği sorusu gelmektedir. Üstelik Erbil ve Ankara arasında enerjinin transferi konusunda bir anlaşma sağlanması, Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin ABD’ye olan bağımlılığını en azından ekonomik düzlemde önemli ölçüde azaltma potansiyeli de içermektedir. Amerikalı karar vericilere göre, Ankara ve Erbil arasındaki yakınlaşma Irak’ın parçalanmasına kadar gidebilecek bir süreci tetikleme potansiyeline sahip olduğu için Irak’ın bütünlüğü aleyhine olan bu sarmalın durdurulması Türkiye’nin enerji konusunda politikasını gözden geçirmesine bağlıdır.70 İlk olarak Aralık 2012’de, Ankara enerji antlaşmaları temelinde Erbil ile yakınlaşmaya başlayınca, Washington bu yakınlaşmanın Irak’ı dağılmaya götürecek ve aynı zamanda Bağdat’ı İran’la yakınlaşmaya itecek riskli bir adım olduğu fikrinden hareketle Türkiye’yi eleştirmiştir.71 

Washington’dan gelen bu bağlamdaki eleştiriler üzerine Türkiye ExxonMobile gibi ABD’li enerji firmalarının Erbil ile yaptığı anlaşmaları öne sürerek benzer antlaşmaları yapmanın bir problem olmadığını ileri sürdü. Örneğin Erdoğan Nisan 2013’te yaptığı bir açıklamada Washington’un Ankara ve Erbil arasındaki ilişkilere karışmamasını istedi ve bu ilişkilerin tıpkı diğer ülkelerin Kürdistan Bölgesel Yönetimi ile olan ilişkilerinden farklı olmadığını belirtti.72 2014’e gelindiğinde ise ABD’nin bu tutumunu kararlı bir şekilde sürdürmediği söylenebilir. Nitekim Reuters Haber Ajansı ABD ve İsrail’in Powertrans’ın tankerlerle Mersin ve Dörtyol limanlarına transfer ettiği Kürt petrolünü satın almaya başladıkları konusunda bir haber geçti.73 Buna göre, Bağdat’tan bağımsız Kürt petrolünün satışına karşı çıkan ve Ankara’yı bu temelde eleştiren 
ABD söz konusu petrolün müşterisi oldu.

Avrupa için ise Rus doğalgazına olan bağımlılığını azaltma politikası bağlamında Kürt doğalgazının Türkiye üzerinden Avrupa pazarına ulaştırılması önem arz ediyor. Rusya’ya bağımlılığın azaltılması noktasında devreye sokulan en önemli proje olan Nabucco, Hazar gazının sürdürülebilir miktarda olmaması, TANAP (Trans Anadolu Doğalgaz Hattı) gibi Türkiye’nin ortaya attığı alternatif projeler ve projeyi yürütecek şirketlerin zamanla projeden soğumaları gibi nedenlerle uzun bir süre askıya alındı. Kürt doğalgazının Nabucco’nun hayata geçmesini engelleyen ilk nedeni ortadan kaldıracağı ve projeye sürdürülebilir miktarda doğalgaz sağlanmasına imkân vereceği söylenebilir.74 Öte yandan, Rusya petrolünün yüzde 80’i başta Almanya ve Hollanda olmak üzere Avrupa ülkelerine giderken, doğalgazın yüzde 76’sı da yine Avrupa ülkelerine ihraç edilmektedir.75 






KANITLANMIŞ DOĞALGAZ REZERVLERİ



10 
15 
20 
25 
30 
35 
40 
45 
50 

Rusya 
İran 
Katar 
Türkmenistan 
ABD 
Suudi Arabistan 
Birleik Arap Em. 

trilyon metre küp 
Kaynak:
http://www.eia.gov/naturalgas/


Avrupa’nın Rus enerji kaynaklarına yönelik bu yüksek orandaki bağımlılığı 2014’ün başında patlak veren Ukrayna/Kırım krizinde bir kez daha gündeme geldi. Avrupa’nın Rusya enerjisine önemli ölçüde bağımlı olmasının, Batı’nın Ukrayna müdahalesine tepki olarak Moskova’ya yönelik olası ekonomik yaptırımları önündeki en önemli engel olduğu göz önüne alındığında, Avrupa için alternatif enerji kaynakları ciddi bir alternatif olarak yeniden tartışılmaya başlandı. 

ABD ve Rusya arasında Soğuk Savaştan sonra en ciddi gerilimlerden biri Ukrayna ekseninde yaşanırken, Rusya’nın en büyük enerji şirketlerinden 
biri OAO Rosneft (ROSN), ExxonMobil ile Kuzey Irak’taki enerji sahasına yönelik lisans alabilmek için Mart 2014’ten itibaren görüşmelere başladı.76 Bu da, bir taraftan Batı’nın Rusya enerji sektörüne olası bir yaptırıma gitmesinin zorluğunu gösterirken diğer taraftan da Rusya’nın enerji piyasasındaki etkinliğine alternatif olabilecek alanlarda da rekabet gücünü artırma politikası izlediğini ortaya koymaktadır. Üstelik dünyanın en geniş kanıtlanmış doğalgaz rezervlerinin Rusya’da bulunduğu (44,4 trilyon m3) ve Avrupa’nın da enerji açığını kısa ve orta vadede çözme imkânı olmadığı göz önüne alınırsa Kürt doğalgaz ve petrolünün Rusya’yı ikame edebilecek bir alternatif gibi durmadığı söylenebilir. Bu nedenle Rusya’yı Avrupa enerji piyasasında dengelemenin “en makul” yolu, dünyanın en geniş ikinci doğalgaz rezervine sahip İran’ı (33,1 trilyon m3) Avrupa enerji pazarına entegre etmek gibi durmaktadır. Dolayısıyla 2013 yılından itibaren Batı’nın Tahran yönetimi ile nükleer müzakerelerde bir orta 
yolda buluşmaya başlaması bu politika değişikliğinin bir işareti olarak okunabilir. 

SONUÇ VE DEĞERLENDİRME

Ankara ve Erbil arasındaki ilişkilerde enerji konularının merkeze taşınması taraflar arasında karşılıklı bağımlılık üretmesi nedeniyle ilk bakışta kısa ve orta vadede olumlu bir gelecek görüntüsü çiziyor. Fakat henüz yeni gelişen bu dinamiğin sürdürülebilmesi birçok farklı unsura bağımlı olduğundan Ankara-Erbil ilişkilerinin nasıl bir seyir izleyeceğine dair yapılacak yorumlar tartışmaya açıktır. 





İlk olarak ekonomik karşılıklı bağımlılığın asimetrik bir bağımlılık olduğu söylenebilir. Kürdistan Bölgesel Yönetimi, Türkiye’nin artan enerji ihtiyacına ve Ankara’nın enerji havzası olma politikasına önemli bir girdi sağlarken, Bağdat ile yaşadığı gerginlik dolayısıyla enerji ihracatı konusunda Türkiye’ye bağımlı bir görüntü sergilemektedir. 

Ankara olası bir gerginliği Erbil ile karşılaştırıldığında Rusya, Azerbaycan ve İran gibi farklı enerji tedarikçileri nedeniyle daha az kayıpla kapama imkânına sahipken, Erbil ise bir gerginlik durumunda alternatif noktasında zengin bir seçeneğe sahip gözükmemektedir.77 Dolayısıyla dengeli olmayan bu karşılıklı bağımlılığın sürdürülebilirliği ikili ilişkileri önemli ölçüde etkileme potansiyeline sahiptir.

İkinci olarak Bağdat’ın olası bir Ankara-Erbil anlaşması karşısında nasıl hareket edeceği sürecin devamını etkileyecektir. 

Örneğin, Kürt petrolünün Türkiye üzerinden uluslararası piyasalara ulaştırılması tartışmasının yoğun olarak yaşandığı 2012 yılında Bağdat 25 milyar dolarlık 
dört farklı projede ortaklığı olan TPAO’nun güneydeki petrol sahalarında petrol arama kontratını iptal etmiştir.78 Fakat bu adım Erbil’de Türk firmaların önemli avantajlar elde ettiği düşünüldüğünde ikame edilebilecek gibi durmaktadır. 

Bağdat yönetiminin İran, ABD ve Suriye gibi aktörlerle olan ilişkisi ciddi şekilde Ankara’nın Erbil politikasını şekillendirme potansiyeli taşımaktadır. Bu potansiyel e rağmen Bağdat ve Ankara arasındaki gerginliğin önemli ölçüde liderler düzleminde (Erdoğan ve Maliki) yaşandığı göz önüne alınırsa, 30 Nisan 2014’te yapılan Irak seçimlerinin bu makale yazıldığı sırada öngörülen sonuçları Ankara-Erbil-Bağdat ilişkilerini büyük ölçüde şekillendirecektir. Erken öngörülere göre79 seçimlerin Irak’ta hükümeti kuracak şekilde belirli bir partinin başarısı ile sonuçlanmamış olması Erbil’in enerji politikasını hükümet pazarlıklarının önemli konularından birine dönüştürebilecektir

Üçüncüsü, Erbil ve Ankara arasında enerji görüşmelerinin temelde Barzani ve partisi üzerinden yürüdüğü dikkate alındığında bölgedeki diğer Kürt muhalif hareketlerin tavrı ve olası bir iktidar değişiminin süreci nasıl etkileyeceği önemli sorular olarak kenarda durmaktadır. Irak Kürdistan’ında ikinci güçlü siyasal hareket görüntüsü veren Goran Hareketi çeşitli vesilelerle Kürdistan hükümetinin Bağdat hükümetini bilgilendirmeden petrolü doğrudan Türkiye’ye göndermeye yönelik siyasetini kabul etmediğini açıkladı.80 

Dördüncü olarak Türkiye’de 2013’te başlatılan barış süreci ve bu bağlamda PKK’nın çizgisinin nasıl bir seyir alacağı da Ankara-Erbil Enerji yakınlaşmasını etkileme potansiyeline sahiptir. 

Türkiye sınırları içinde PKK şiddetinin yeninden başlaması olasılığı, PKK kamplarının Kürdistan Bölgesel Yönetimi sınırları içinde kalmaya devam etmesi nedeniyle Barzani’yi zor durumda bırakabilir.

Beşincisi, İran’ın 2013’ün ikinci yarısı ile birlikte başlayan Batı ile yakınlaşma politikasının bölge dinamiklerini nasıl etkileyeceği belirsizliğini koruyor. Örneğin, 2013 öncesinde Irak’ta merkezi yönetimi Şii temelinde destekleyen ve Batı ile sorunlu bir İran, Iraklı Kürtler için NATO üyesi ve AB’ye aday bir Türkiye karşısında tercih edilebilir bir seçenek değildi. Buna karşılık Batı ile sorunlarını önemli ölçüde çözmüş bir İran, Avrupa’nın Rusya’ya olan enerji bağımlılığını çözebilecek bir potansiyele de sahiptir. Dolayısıyla Batı ile görüşme masasına oturan bir İran, Erbil yönetiminin de dikkatini çekmiş ve Erbil 2014’te Tahran ile enerji konularında bazı antlaşmalar imzalamaya başlamıştır.81 

Son olarak, Suriye Kürtleri ve buradaki PYD hareketinin nasıl bir çizgiye kayacağı tartışması da belirsizliğini koruyor. Dolayısıyla Suriye’deki merkezi hükümete karşı grupların ve özellikle Kürt hareketinin nasıl bir seyir izleyeceği Erbil-Ankara arasındaki ilişkileri etkileme gücüne sahiptir.

1980’li ve 90’lı yıllar boyunca Türkiye’nin Kuzey Irak’a yönelik ilgisi, PKK’nın bölgede konuşlanması nedeniyle, PKK ile mücadele ekseninde şekillendi. 
2000’lerin ikinci yarısında Kuzey Irak’taki Kürt grupların otonom bir yapıya kavuşması ve ardından bölgede önemli miktarda petrol ve doğal gaz kaynaklarının keşfi Ankara’nın bölgeye yönelik politikasına yeni bir boyut kattı. Özellikle 2010’lu yıllarla birlikte enerji konusu Türkiye’nin Bölgesel Kürt Yönetimi ile ilişkilerinde temel dinamik haline dönüştü. Bu çalışma, Ankara ve Erbil arasındaki ilişkilerde yeni bir parametre olarak devreye giren ve Türkiye’nin sadece Ortadoğu politikasını değil aynı zamanda iç siyasetini de etkileyen enerji ilişkilerini analiz etmeye çalışacaktır.


51. “Genel Energy’ye Kuzey Irak piyangosu”, Sabah, 10 Nisan 2013.

52. “Kuzey Irak gazı Siyahkalem’e”, Hürriyet, 14 Eylül 2014.

53. “K.Irak petrolü TEC’le aranacak”, Hürriyet, 16 Kasım 2013.

54. Şirket hakkında bkz. http://www.powertrans.com.tr/ 

55. “Kuzey Irak petrolü Türkiye üzerinden satılmaya başladı”, haber7.com, 1 Ocak 2014

56. “Kürt petrolü aktı, akacak”, Hürriyet, 4 Aralık 2013.

57. “Hindistan, İran’a petrol borcunu Halkbank’tan ödedi”, Hürriyet, 10 Ağustos 2011.

58. “Treasury Official on Fight Against Terrorist Financing”, 4 December 2009, Wikileaks, 
https://www.wikileaks.org/plusd/cables/09ANKARA1725_a.html.

59. Bu konuda kapsamlı bir rapor için bkz. Seda Kırdar, “ABD’nin İran’a Uyguladığı Altın Yaptırımı ve Olası Sonuçları”, Türkiye Ekonomi 
Politikaları Araştırma Vakfı, (Nisan 2013).

60. Tolga Tanış, “ABD’li vekiller Halkbank’a yaptırım istedi”, Hürriyet, 21 Nisan 2013.

61. Cengiz Çandar, “Kürdistan petrolleri ve Türkiye’nin Tercihleri”, Radikal, 15 Aralık 2013.

62. “Irak’tan flaş iddia: ‘Paralar Halkbank’ta toplanmayacak’”, Hürriyet, 28 Aralık 2013 ; “11,5 milyar $’lık Halk tezgâhı”, Sabah, 28 Aralık 2013.

63. “Kürt petrolü için yeni adres Halkbank”, Hürriyet, 28 Aralık 2013 ; “Ali Babacan: Kuzey Irak petrolleri için de Halkbank’ı kullanacağız”, t24, 8 Ocak 2014.

64. “Yoluna Bağdat’sız devam edebilir”, Hürriyet, 4 Ocak 2014.

65. Mehmet Nayır, “Türkiye Halkbank’ta direniyor”, Sabah, 9 Mart 2014.

66. “Kürt petrolü masaya yatırıldı”, Hürriyet, 17 Nisan 2014.

67. “Turkish energy minister denies selling Kurdish oil without Baghdad’s consent”, Hurriyet Daily News, 17 Şubat 2014

68. Ofra Bengio, “Ankara, Erbil, Baghdad: Relations Fraught with Dilemmas”, Ortadoğu Etütleri, c. 5, no. 1 (2010), s. 79.

69. Bu konuda Mayıs 2008 tarihli Wikileaks’te yayınlanan bir belge için bkz. “Scenesetter for Nechirvan Barzani’s Visit to Washington, Mayıs 20-21”, 
http://wikileaks.org/cable/2008/05/08BAGHDAD1526.html 

70. Massimo Morelli ve Costantino Pischedda, “The Turkey-KRG Energy Partnership: Assessing Its Implications”, Middle East Policy, 
c. 21, no.1 (2014), s. 107; Bu doğrultuda ABD medyasında çıkan iki yazı için bakınız. Ben van Heuvelen, “Iraq’s Kurdish Region Pursues 
Ties with Turkey - for Energy Revenue and Independence”, The Washington Post, 9 Kasım 2013; Tim Arango ve Clifford Krauss, 
“Kurds’ Oil Deals With Turkey Raise Fears of Fissures in Iraq”, The New York Times, 2 Aralık 2013.

71. Ben van Heuvelen, “Turkey weighs pivotal oil deal with Iraqi Kurdistan”, The Washington Post, 11 Aralık 2012.

72. Wladimir van Wilgenburg, “Erdogan Rebuts US Administration Over Oil Deals”, rudaw.net, 19 Nisan 2013.

73. “Israel, U.S. import disputed oil from Iraqi Kurdistan”, Reuters, 15 Mayıs 2014

74. Elliott ve Beryl, “Natural Gas Development in Kurdistan”, s. 43 ve 45.

75. “U.S. Energy Information Administration, Russia: Overview”, eia.gov, 12 Mart 2014. 

76. “Rosneft Said to Discuss Taking Stake in Exxon Kurdish Blocks”, Bloomberg, 26 Mart 2014.

77. Üstelik Erbil ve Ankara arasındaki ekonomik bağımlılık enerji alanıyla sınırlı değildir. Örneğin 2013 verilerine göre Kürdistan Bölgesel Yönetimi içinde faaliyet gösteren yabancı menşeili firmaların 1500’ünü diğer bir ifadeyle yüzde 65’ini Türk firmaları oluşturmaktadır. Yine Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nde satılan ürünlerin yaklaşık yüzde 80’i Türkiye’den gelirken, 2013 yılında Türk firmalar 
inşaat sektöründe 4,3 milyar dolarlık bir yatırım gerçekleştirmişlerdir. Bu ekonomik ilişkiler dış ticaret hacmine de yansımış ve 2009 yılında 4 milyar dolar olan dış ticaret hacmi çok kısa bir süre içinde 2013’de üç kat aratarak (petrol ve gaz ticareti hariç) 12 milyar dolara kadar yükselmiştir. Invest in Group, Kurdistan Review, (Express Basımevi, İstanbul: 2014), s. 47 ve 63; Cağaptay ve Evans, “Turkey’s Changing Relations with Iraq”, s. 9.

78. Balcı, “Türkiye’nin Irak Politikası 2012”, a.g.m., s. 126

79. Örneğin, Verda Özer, “Iraq Elections and Turkey”, Hurriyet Daily News, 3 Mayıs 2014; “Unresolved Iraqi Election Affects Turkey’s 
Relations with Baghdad, KRG”, Daily Sabah, 2 Mart 2014.

80. “Goran, Petrol Anlaşmasına Karşı” kurdistan-post.eu, 30 Kasım 2013.

81. “IKBY ile İran arasında enerji anlaşması imzalandı”, Hürriyet, 27 Nisan 2014.

ANKARA • İSTANBUL • WASHINGTON D.C. • KAHİRE 
www.setav.org


***