Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mart 2017 Cumartesi

RUSYA UKRAYNA’DAN SONRA ., BUGÜNDEN, YARININ YENİ İTTİFAKLARINI DÜŞÜNMEK


RUSYA UKRAYNA’DAN SONRA 


BUGÜNDEN,  YARININ YENİ  İTTİFAKLARINI  DÜŞÜNMEK 

Nurşin Ateşoğlu GÜNEY 





Rusya’nın 30 Eylül tarihli hava saldırılarıyla birlikte zaten karmaşık bir durum olan Suriye krizi daha da karmaşık bir uluslararası sorun haline geldi. 
Bilindiği gibi, Moskova Suriye’deki IŞİD karşıtı hava saldırılarını, savaş alanında zemin kay betmekte olan Esad rejimini desteklemek için meşru bir gerekçe olarak kullanmaktan çekinmedi. Böylece Rusya, ileride Suriye’nin geleceği ile ilgili yapılacak pazarlıklarda Esad rejiminin elini güçlü kılmayı amaçladı. SU-24 uçak meselesini de Rusya’nın bu amaçla kullandığı ve bu bahaneyle Suriye kara ve deniz sa hasında muazzam bir askeri yığınak yaptığı biliniyor. 

Başka bir bilinen gerçek de, Moskova’nın Suriye’deki rejim destekçilerinin, yani İran, Irak ve Hizbullah ittifakının muhalefet karşısında karadan yürüttüğü 
mücadeleye havadan destek sağladığı. Tüm bu geliş meler 30 Eylül tarihinde başladığında, Moskova’nın ‘Akdeniz’de ben de varım’ politikasını sürdürdüğünü, 
bu politikanın da Esad rejiminin ayakta tutulmasına dayandığı söylemiştik. Bugün ise şaşırtıcı bir tespit yaparak, bu politikanın beklenenin aksine kısa sürede geri teptiğini ifade etmeliyiz. Bu tespite ulaşmamıza neden olan, Akdeniz jeopolitiğinde hızla vuku bulan dengeleme ve karşı dengeleme manevraları. Sözün özü, Rusya, uçak krizini bahane ederek Akdeniz’deki askeri varlığını arttırınca, Suriye’deki mücadele ve an laşmazlık yalnızca Ankara-Moskova ikili ilişkilerinin bir parçası olmaktan çıkmış, Rusya-Batı karşıtlığının Akdeniz jeopolitik mücadelesinde yer bulmasıyla sonuçlanmıştır. 

Rusya’nın Hırçın Siyaseti Karadeniz’i Dalgalandırırken İbre Şam’a Dönüyor 

Rusya’nın Ortadoğu ve Doğu Akdeniz güvenliğini et kileyen bu yarı saldırgan, kriz tırmandırıcı politikala rını anlamak, özellikle de bu politikaların arkasındaki 
iktisadi çıkarı ve enerji mantığını kavrayabilmek için, Rusya’nın bir başka denizde, Karadeniz’de, bir başka kıtada, Avrupa’da verdiği mücadeleyi anlamamız gere kiyor. Rusya Federasyonu Soğuk Savaş sonrası ilk on yılda ve önce Avrupa jeopolitiğinde, Batı karşısındaki askeri ve iktisadi kapasite kıyaslamalarında ne kadar geriye düşmüş olduğunu fark etti. Sovyetler Birli ği’nin çözülmesinden sonra Baltıklar, Orta ve Mer kezi Avrupa ve Orta Asya’da ciddi toprak kaybeden Moskova, bir de NATO’nun da kendini sınırlarına doğru genişlediğini fark edince Batı karşısında ken dini tamamen yalnız hissetti. 



SURİYE’DE NEYİN PEŞİNDE?

Rusya, uçak krizini bahane ederek Akdeniz’deki askeri varlığını arttırınca, Suriye’deki mücadele ve anlaşmazlık yalnızca Ankara-Moskova ikili ilişkilerinin bir parçası olmaktan çıkmış, Rusya-Batı karşıtlığının Akdeniz jeopolitik mücadelesinde yer bulmasıyla sonuçlanmıştır. 

Bu nedenle, Moskova yönetimi Batı karşısındaki mevcut açıklarını telafi edebilmek amacıyla yeni ve farklı bir strateji geliştir mek zorunda olduğu sonucuna vardı. 

Bu strateji iki ayaktan oluşuyordu: 

İlk ayak, iktisadi sermaye birikiminin oluşturul masında etkili olacak enerji kaynaklarının bölgesel ve küresel piyasalarla buluşturulması hedefine da 
yandırılıyordu. Rusya, diğer ayakta ise Moskova’nın sınırlı askeri imkânlarını kullanarak, Batı’nın yakın çevresine doğru ilerlemesini durdurmaya çalışacaktı. 
Hatırlanacaktır, 1990’lardan itibaren Batılı aktörler (NATO/ABD ve AB) bir yandan Rusya öncelikli yani Moskova’yı kazanmaya yönelik politikalarını sürdü 
rüyor, diğer yandan da Soğuk Savaş sonrası istikrarsızlık barındıran Balkanlar, Orta ve Merkezi Avrupa ve Baltıklar gibi bölgeleri hızla istikrara kavuşturmak 
için bu bölgeleri Batı’ya entegre edecek politikaları benimsiyorlardı. Bu çerçevede Batı için Rusya’nın yanı başındaki alan Ukrayna, Karadeniz bölgesi ve 
Güney Kafkaslar (Gürcistan, Ermenistan ve Azerbaycan) Batı’ya entegre edilecek bölgelerden ayrışıyordu. 

Bu kuşağın istikrarı da Brüksel ve Washington için bir güvenlik, enerji güvenliği ve demokratikleşme meselesiydi. Ama bu kuşak için Avrupa’nın yanı başındaki 
diğer alanlar gibi, iktisadi ve siyasi bir bölgeselleşme ve Batı ile iktisadi entegrasyon düşünülmemişti. Renkli devrimler o nedenle Batı’da, bölgede yaşananlara yönelik gerçek bir müdahale isteğini değil, bölge halklarının taleplerine yönelik sempatiyi doğurdu. Üstüne üstlük, uzun bir süre AB, Moskova ile enerji alanında karşılıklı bağımlılık ilişkisinin devam etmesini tercih ettiği için, ABD’nin bu alanda Rusya’ya alternatif olabilecek yani Moskova’yı dışlayacak, Hazar odaklı hidrokarbon geçiş güzergâhlarını oluşturulması fikrine de uzak durmuştu. Batı cephesinde bunlar yaşanırken, 

Moskova ABD’nin Hazar petrollerinin Avrupa piyasalarına tedarik edilmesini sağlayacak alternatiflere yatırım yapan stratejisini, ‘düşmanca bir tavır’ olarak 
okuyordu. Washington bu stratejiyle hem Rusya’ya hem de OPEC’e alternatif yaratmayı amaçladığını saklamak gereğini duymayacaktı zaten. Sonuçta, 
jeopolitik mücadele başlamıştı ve bu çerçevede petrol fiyatlarının artmasıyla iktisaden toparlanmaya baş layan Moskova en azından yakın çevresinde etkisini 
hissettirmek gereğini duyacak, kısaca yakın çevresine yönelik stratejilerinde ‘hırçınlaşacaktı.’ Bu hırçınlığın nerelere varabileceği önce 2006 Ukrayna doğalgaz krizinde, sonra da 2008 Gürcistan’a askeri müdahalede görüldü. En son, 2014’te Rusya Kırım’ı ilhak edince, Moskova’nın Batı ile sürdürmekte olduğu jeopolitik 
mücadelede, söz konusu yakın çevresi olduğunda güç kullanmaktan vazgeçmeyeceği netleşti. 

Moskova’nın yakın çevresi ile ilişkili hassasiyetinin pek çok nedenini sayabiliriz. Ancak her şeyden önce, bu alan, Rusya’nın kendi tekelinde tutmak için 
gayret sarf ettiği enerji üretim ve taşıma hatları için jeopolitik değeri olan bir alan. Moskova için genelde Batı’nın özelde de ABD’nin kendi enerji kaynaklarına 
alternatif kaynak ve güzergâh oluşturması kabul edilebilir bir şey değildir. Zira Rusya elindeki enerji kartını kimi zaman cezalandırıcı kimi zamanda mükâfatlandırıcı bir dış politika aracı olarak kullanarak, yakın ve uzak çevresinde bir Rus hegemonyası oluşturmayı amaçlıyordu. Tabi, Moskova’nın bütçe gelirlerinin büyük bir kısmını enerji kaynaklarından elde ediyor olması, neden bu tür bir tercih yapmış olduğunu da açıklıyordu. Bu noktada bir dakika durup, bölgede yaşanan önemli bir gelişmeyi, Bakü- Tiflis-Ceyhan (BTC) boru hattı projesini, hatırlatmakta yarar var. Rusya’yı bypass ederek farklı bir güzergâhtan Hazar petrollerinin Avrupa’ya taşınmasında etkili olacak ilk proje olan BTC, ABD’nin desteğiyle 2005’te gerçekleşmişti. Bu projeyle Washington Azerbaycan’ın bağımsızlığını güvence altına alıyordu. Neden BTC’yi hatırladık, çünkü 2008 Gürcistan müdahalesi sonrasında AB’nin bu kuşak alanda bölge inşasında etkisiz olduğunu görünce Azerbaycan konusunda rahatlamış olan Washington, Moskova’ya bu bölgede sınırlı da olsa ayrıcalıklı bir çıkar alanı (sphere of privileged interest) bırakmayı tercih etti. ABD bundan sonra, Rusya’nın bu ayrıcalıklı çıkar alanında ne yaptığını izlerken Avrupalı aktörlerin ve AB’nin öne çıkarak Rusya’ya itiraz etmesini bekleyecekti. Geriden liderlik (leading behind) stratejisi, artık sahnedeydi. Obama yönetiminin başa gelmesi ile ABD bu stratejiyi sadece bu bölgede değil açık bir biçimde Ortadoğu’da da uygulayacaktı. Rusya, 2009 Ukrayna krizinden başlayarak Batılı aktörlerin benimsedikleri konumu test etti ve itiraf edilmeli, ABD’nin Arap Baharı sonrası özellikle Ortadoğu’da sergilemiş olduğu geriden liderliğin sahada jeopolitik tutukluk olarak tezahür etmesini büyük bir keyifle izledi. Suriye krizinin başından beri Moskova’nın Esad rejiminin arkasında durmuş olması, aslında Batı’nın Suriye’deki muhalif güçleri destekleme konusunda göstermiş olduğu kararsızlık ve yalpalamayla doğrudan ilgilidir. 

Putin yönetimi Batı’nın Ortadoğu’daki yalpalamalarının ve hareketsizliğinin süreceğini hesapladı. Moskova Şam rejimini destekleyerek, Soğuk Savaş sonrası dönemde Ortadoğu’da gerçekleşmiş olan alan kaybını, Esad rejimine verdiği destek üzerinden Doğu Akdeniz’de siyasi, iktisadi ve en önemlisi de enerji alanlarında etkili olmak suretiyle telafi etmek istedi. Meşru kılıf da hazırdı: Esad ile birlikte, IŞİD’e karşı mücadele. Batı’nın IŞİD tehlikesine odaklandığını, Esad rejiminin yaratmış olduğu güvenlik sorunlarını görmezden geldiğini bilen Moskova yönetimi, 30 Eylül’de Suriye’ye yönelik hava akınlarını başlatmakta bir sorun görmedi. Moskova yönetimi böylece sadece Suriye’de bayrak göstermekle kalmayıp Türkiye gibi bir NATO ülkesinin de hava sahasını -Ankara’nın ikazlarına rağmen- birden fazla ihlal ederek hem Türkiye’nin hem de Avrupa-Atlantik toplumunun bir yerde sabrının sınırlarını zorlamayı başardı. Bu ihlallerle birleştirildiğinde, Rusya’nın Suriye’deki aşırı askeri yığınağı IŞİD’le mücadelenin çok ötesinde mesajlar veriyor, keza Batılı kaynaklarca da tespit edildiği üzere, Rus hava saldırılarındaki hedefler IŞİD’e yönelik olmaktan ziyade, daha çok Suriyeli Arap muhalif güçleri ile Bayır Bucak Türkmenleri ’ne yönelik gerçekleşmiştir. 

Peki, Moskova Ortadoğu-Doğu Akdeniz jeopolitiğine geri dönmek için neden bu kadar ısrarlı? Rusya Federasyonu mali bütçesinin bugün yaklaşık yüzde 
ellisi doğalgaz ve petrol satışlarıyla karşılanmaktadır. Moskova yönetimi, petrol fiyatlarının varil başına 40 Dolara kadar inmesiyle birlikte Batı menşeli yaptırımların ağırlığını daha da hisseder hale geldi. Rusya, Ukrayna politikasının bedeli ile karşılaşıyor, Rublenin de değer kaybetmesi sonucu ciddi bir iktisadi kriz yaşamakta. Doğu Akdeniz’de Mısır, Gazze ve Kıbrıs açıklarında zengin doğal gaz rezervlerinin bulunmuş olması, Kuzey Irak’taki zengin doğal gaz ve petrol kaynaklarının varlığı, Moskova’nın içinde bulunduğu bu zor koşullar içerisinde yeni fırsatlar olarak değerlendirilmekte. Tabi fırsat çanları sadece Kremlin için çalmıyor. Günümüz enerji jeopolitiğinin koşullarında, Batı’nın hem Doğu Akdeniz hem de Kuzey Irak petrol ve doğal gaz kaynaklarını Avrupa’nın enerji tedariki 
konusunda Rusya’ya olan bağımlılığının giderilmesinde yeni bir alternatif olarak kullanmak istemesi, 

Moskova’nın AB ülkeleri üzerinde kurmuş olduğu doğal gaz tedariki tekelini kırabilir. Son OPEC toplantısında Rusya’nın petrol üretiminin kısılması yönündeki 
talebinin karşılık bulmamış olması Moskova’nın elinde uygulayabileceği tek seçenek bırakmış görünüyor: Esad rejiminin hâkim olacağı bir Nusayri devletinin varlığının bir an evvel garantilenmesi. 

Rusya’nın Son Hamlesinin Getirdikleri: Doğu Akdeniz’de Moskova Ne Umdu, Ne Buldu, Neyle Karşılaşabilir? 

SU-24 hadisesi öncesinde enerji politikasının ibresi çoktan Şam’a dönmüş, Rusya, Doğu Akdeniz’e çıkış sağlayarak ileride bölgede gerçekleşecek olası enerji nakil hatları üzerinde hâkimiyet kurmak istediğini dosta, düşmana ilan etmişti. Kremlin, bu çıkarını bir Rus nüfuz alanı oluşturarak teminat altına almak istiyordu. 
Özetlersek, Moskova Soğuk Savaş sonrası Ortadoğu’da kaybetmiş olduğu eski Rus nüfuz alanını, verdiği destekle bir Nusayri devletinin kurulmasını 
sağlayarak telafi etmeye çalışıyordu. Tüm bu hususları dikkate alınca, Rusya’nın Türkiye ile ABD’nin Azez ve Cerablus arasında oluşturmak istedikleri terörden 
arındırılmış bölge fikrine neden karşı çıktığı daha net anlaşılabilir. Bu çerçevede Moskova yönetimi Esad rejiminin hâkimiyetini Lazkiye’nin kuzeyi boyunca 
sağlamak amacıyla, bir yandan Türkmenlere yönelik hava ve kara harekâtını desteklemiş diğer yandan da PYD kuvvetlerinin Cerablus’a doğru yönelmelerini 
cesaretlendirmişti. 

Tablo karışık ve değişken gözüküyor; özetleyelim: Bugün terörden arındırılmış bölge fikri SU-24 krizi sonrasında belki gerçekleşmemiştir ama Suriye’deki 
aktörler arası mücadelede de Putin istediğini elde edememiştir. 30 Eylül’den itibaren masaya oturtulup kaldırılan taraflardan elde edilen hâlihazırda sadece, 
Viyana sonrası görüşmelerde oluşturulacak geçiş hükümetinde Esad’ın yer almasıdır. Üstelik Rusya’nın amaçlarının tam aksine, Akdeniz’de Suriye üzerinden ortaya koymuş olduğu stratejik hamlesi, masada daha güçlü bir Rusya karşıtı dengelemenin oluşması ve karşıt ittifak arayışının güçlenmesi ile sonuçlanmıştır. Ortaya çıkan bu son duruma göre; 

(i) Batı’nın Suriye’deki Rus askeri yığınağına doğrudan cevabı NATO’nun Akdeniz’in sıcak sularına inmesi olmuştur. 

(ii) Rusya Ankara ile yaşamakta olduğu kriz nedeniyle Türk akımı projesini askıya alınca, Avrupa enerji piyasasındaki önemli bir pazarlık kozu elinden kayıp gitmiştir. 

(iii) Körfez Rusya’nın hareketine göre kendini yeniden konumlandırmış ve Moskova’ya tepki göstermekte gecikmemiştir. 

Moskova’nın Bağdat, Şam ve Tahran ittifakı aracılığıyla Suriye’de ve Irak’taki saldırıları Riyad’ı rahatsız etmiş ve Suudi Arabistan, Viyana sonrası görüşmelerde Suriyeli muhalefetini doğrudan destekleme kararı almıştır. Riyad’ın tepkisi önemli ve başka gelişmelerle de beraber ele alınmalı. 

Öncelikle Katar’ın Suudi Arabistan ile ilişkilerini onarmış olduğu görülüyor. Bu normalleşmeyi Türk-Katar dostluğu ile birlikte değerlendirdiğimizde, bu durum 
Suriyeli muhalefetin masada artık daha güçlü temsil edileceği anlamına gelmekte. Tabi resim pirüpak değil, Körfez de bir istisnaya sahip: Birleşik Arap 
Emirlikleri. Emirlik, Rus uçak krizi sonrası Rusya’nın yanında yer aldı. 

Ortadoğu jeopolitik denklemi içinde süregelen Suriye odaklı bölgesel mücadelede Rusya’nın ve yandaşlarının amaçları netken, henüz bu duruma karşı tavrını ve tepkisini netleştirmemiş iki devlet var: İsrail ve ABD. Bugün Akdeniz’e taşınmış olan ABD-Rusya rekabetinde, Washington’ın şimdiye kadar uygulamış 
olduğu geriden liderlik politikasının odağında IŞİD karşıtı mücadele yer aldı ve bu durum henüz değişmedi. İsrail’in ise şimdilik bekle gör politikası sürdürdüğü 
görülmekte. Gelecekte İsrail’in bu tavrını değiştirecek en önemli etken şüphesiz Suriye ve Irak’ta görünürlük kazanmış olan Rusya destekli İran-Hizbullah-Bağdat ittifakının etkisinin artması olacaktır. ABD açısından ise, rahatsız edici önemli bir gelişme Moskova’nın Suriye’den sonra son olarak Irak’ta bayrak göstermek istemesidir. Bu durum ABD’nin, Suriye ve Irak’la ilgili planlarını zorlayabilir ve Washington’un tavır değiştirmesine neden olabilir. 

Günümüz koşullarında Rusya’nın Akdeniz’deki saldırgan politikasını dengeleyecek yegâne güç, bir Rusya karşıtı ittifakın varlığıdır. Bunun için ABD’nin Suriye konusundaki görüşmelerde tavrını bir an evvel netleştirip ağırlığını açıkça muhalefetten yana koyması gerekir. Rusya karşıtı bu ittifak bir de Kıbrıs, Kuzey Irak/Musul gibi Akdeniz odaklı hidrokarbon kaynaklarının geçiş güzergâhlarını Türkiye-Avrupa güzergahına yöneltebilirse, o zaman Moskova da kendi enerji planlarına karşı alternatiflerin yaratılabileceğini görür ve son kertede rasyonel davranabilir. 


Prof. Dr.,Nurşin Ateşoğlu GÜNEY,  
Yıldız Teknik Üniversitesi 


***

28 Aralık 2016 Çarşamba

Garp cephesinde bir değişiklik yok





   Garp cephesinde bir değişiklik yok




  

Prof. Dr. Nurşin ATEŞOĞLU GÜNEY

02 Kasım 2016

   Türkiye’nin stratejik konseptinde yapmış olduğu anlayış değişikliği ile savunmadan savunma için saldırıya geçmesi aslında çevrelenmenin reddidir. 
Bu strateji operasyonel olarak artık bir gerçekliktir, nitekim Türkiye Fırat Kalkanı ile Kuzey Suriye’de oluşturmak üzere harekete geçirilen PKK koridorunu kırmıştır.

Geçen günlerde Türkiye'den de meraklılar Amerikan televizyonlarında nerdeyse bir sit-com ya da spor karşılaşmaları gibi bir ilgiye mazhar olan başkanlık seçim 
münazaralarının üçüncü ve sonuncusunu izleme şansına kavuştular. Bu seneki münazaralar Batı “medeniyet standartları” açısından ilginç sahnelere sahip oldu doğrusu: 
Trump Bayan Clinton'ı aşağılamanın sınırlarını zorlayarak milyonların önünde bağırdı: “you, dirtywoman!”, Clinton Trump'ın nasıl ırkçı, kadın düşmanı vb. olduğunu 
haykırdı. Başkanlık yarışının bir nevi orta kuşak reality şova dönüşümünü ve bu seneden akılda kalacak olanın 15 dakikalık şöhreti yakalayan Amerikan kararsız 
seçmenlerinin temsilcisi Kenneth Bone ve online satışa başladığı kırmızı kazaklarının olacağını söyleyip, Amerikalıların halet-i ruhiyesini psikolog ve sosyologlara 
havale edelim. Siyaset bilimciler de hazırda bulunsunlar, çünkü Trump, seçilemezse seçimleri tanımayacağını söylerken, Clinton e-mail skandalı üzerinden Rusya'nın 
ABD seçimlerini manipüle ettiğini iddia edip durdu. Amerikan rüyasının bir ayağı da ABD demokrasisine dayanıyordu değil mi? Ama asıl biz, Irak-Suriye hattını izleyenler 
için bu reality şov önemli ifşaatlara sahne oldu.CLİNTON VE TRUMP'IN İFŞAATLARIIrak-Suriye ekseninde her iki adayı bekleyen tablodan başlayalım. 

Bugün Suriye'de ABD ve Rusya, Rusya'nın Suriye'deki sınırlı varlığına göz yuman ve bu varlığın üzerinden gelecekteki Suriye'de rejimin var olacağı hattı belirlemiş 
görünen bir anlaşmaya varmış görünüyorlar. Bu nedenle Rusya Musul pastası paylaşılmak üzere masaya getirilirken çok ses çıkarmıyor ama bir yandan da bu iki güç 
Irak-Suriye ekseninde rekabet etmeye- hadi burada daha doğru kelimelerle ifade edelim- “tepişmeye” devam ediyorlar. Bu tepişme nedeniyle ABD pilotları yanlışlıkla 
rejim güçlerini vurabiliyor, Rusya da bir daha böyle yanlışlıklar olmasın diye yanlış uçabilecek uçakları vurabilecek savunma sistemlerini yerleştiriveriyor. 
Kısacası iki büyük güç Suriye'deki insanların acısı, açlığı ve ölümü üzerinden birbirine gözdağı vermeye devam ediyor. Trump, Clinton'a Rusya'ya karşı ne yapıldığını 
sorarken Amerikan yönetiminden nasıl bir cevap bekliyordu bilinmez ama ABD yönetimi potansiyelinden çekindiği bölgesel güçlerin dengelenmesi adına, rasyonel 
davranacağına inandığı ve Ortadoğu'daki sınırlı amaçlarını bildiği Rusya ile savunma-saldırı oyununu oynamayı tercih etmiş görünüyor. Zaten Bayan Clinton'un uçuşa 
yasak bölgeyi desteklemesindeki temel mantık da Rusya ile yaşanan bu çekişmeye dayanıyor. Kısaca ABD'nin derdi Suriye savaşından kaynaklanan pek çok risk ve 
tehlikeyle karşı karşıya kalan müttefiki Türkiye'yi rahatlatmak değil. Nitekim Clinton ağzındaki baklayı çok da gecikmeden çıkarmıştı münazaranın bundan önceki 
ayaklarında: ABD PYD'yi silahlandırmalıydı. Bu stratejinin Türkçe'sini söyleyelim; Suriye'de bir PKK koridoru oluşturmak. Stratejik düzeyde ABD ve Rusya'nın Suriye'de 
kafa kafaya kafaya gelmelerinin çok da görünür olmayan bir nedeni var ki, kimi yazarlar bunu Suriye savaşı bir enerji savaşıdır diyerek özetliyorlar. Rakka'daki sınırlı 
kaynaklar dışında bir şeye sahip olmayan Suriye'nin enerji savaşının objesi olmasına şaşıranlara hatırlatalım: Suriye, Körfez, Kuzey Irak ve Musul petrol ve gazı için 
önemli transit yoludur. Doğu Akdeniz'de bulunan kaynakları da ekleyelim resme Suriye bir nevi enerji transit merkezi olma potansiyeline sahiptir. Irak kaynak, Suriye 
transit merkezi olarak bugün kapanın elinde kalacak bir parçalanmanın arifesindeler.YENİ BOSNA SENARYOSU MU?Öyleyse sıradaki sorumuzu soralım: 
ABD Irak'ta nerede duruyor? Trump aslında cevabı net bir biçimde verdi. Bayan Clinton'a döndü ve Obama yönetimlerinin Irak'ı tepsi içerisinde İran'a hediye ettiklerini 
söyledi. Trump'a göre Tahran bu büyük jestinden dolayı ABD'ye müteşekkir olmalıydı. Trump müteşekkirlik konusunda haklı mı bilinmez ama ABD'nin Irak politikası iki 
hatta dayanıyor: İran etkisinde bir merkezi Irak ve PKK etkisinde bir kuzey Irak. Dolayısıyla Suriye ile beraber resim tamamlanıyor, kimlerle ittifak kuruluyor netleşiyor: 
Irak'da Merkezi Hükümet, İran, PKK yönelimli Kürtler ABD'nin arkasına takılırken, Suriye'de PKK-PYD, kısmi olarak Rejim, İran ve Hizbullah ABD'nin önünü açıyorlar. 

DAEŞ bu maçta bir nevi top gibi kim isterse onun sahasında. Son günlerde Kerkük'deolanları düşünelim. DAEŞ'in yaptığı saldırılar 1990'larda başlayan, 2003'de ayyuka 
çıkan, 2013 sonrasında da DAEŞ üzerinden meşrulaştırılan böl ve yönet stratejisinin demografik temizlik ayağına hizmet etmektedir. Bu yüzden Ortadoğu'da o kadar çok 
“Bosna Senaryosu” yaşandı ki: Irak, Libya, Suriye…


PYD/PKK MERKEZLİ KÜRT OLUŞUMUNU ABD DESTEKLİYOR


Trump da gelse, Clinton da gelse Türkiye'nin karşı karşıya kalacağı manzara bu. Trump'ın ağzından ifşa edilen bu gerçeklik ABD'nin son 10 yıllarda yapmış olduğu 
bölgeye yönelik stratejik hesaba dayanıyor. Bu hesaba göre Ortadoğu'da parçalı, küçük devletlerin-devletçiklerin var olması, Irak ve Suriye'nin çözülmesi ABD'nin 
çıkarınadır çünkü böylelikle daha az maliyetle bir yandan İsrail'in güvenliği garanti altına alınacak, diğer yandan enerji havzaları üzerinde bir rakip güç hâkimiyeti 
önlenecektir. Keza bu devletçiklerde etnik-mezhepsel hatlar ön plana çıkarılacağından istendiği zaman komşu bölge devletleri rahatsız edilebilecektir. 

Bu nedenle adı ne olursa olsun, PYD, YPG, SDG -PKK merkezli bir Kürt oluşumu ABD tarafından desteklenmektedir. Küçücük bir taşla bir birden fazla kuş vurma derdinde 
olan Washington elindeki taşın küçüklüğünün de farkında. O nedenle hesaba İran ve İran'a yakın devlet dışı unsurlar sokuldu. Daha düne kadar “bilinen şüpheli” olarak 
pek çok şeyle suçlanan Tahran rejiminin birdenbire ABD'nin müttefikleri hanesinde yer bulması aslında bir realist için şaşırtıcı değil. Arap Baharı sonrası bölge 
emperyal projeler dışında dönüşme şansını yakalamıştı ve potansiyeli olan devletler bu dönüşümü yönlendirmeyi hem kendileri hem de bölge için bir fırsat olarak 
gördüler. Türkiye'nin Arap Baharı'nı Ortadoğu Yaz'ına dönüştürme çabası bu bağlamda okunabilir. ABD'nin de fark ettiği bu potansiyel bugün Washington tarafından 
hem İran hem de PKK üzerinden dengelenmeye çalışılıyor. 2000'li yılların öne çıkan başka türlü potansiyele sahip bir diğer ülkesi Sudi Arabistan'da dengeleniyor bu 
arada. İran'a yakın devlet dışı oluşumlar da bu dengelemede kullanılabiliyor çünkü alanda Ankara ve Riyad'ın desteklediği, yardım ettiği, diyalog kurduğu unsurları 
dengelemek için bölgeden birileri kullanılmalı. İran bu rolü oynamayı elde edeceği kazançlar için kabul etmiş görünüyor, ödül Irak ve Lübnan ne de olsa. Ama ABD bir 
eliyle verdiğini diğer eliyle almak konusunda maharetlidir. İran'a karşı uygulanan yaptırımların hafiflemesi konusunda büyük bir gelişme kaydedilmedi. Kısaca, İran 
Irak ve Suriye'de ABD planlarını kolaylaştıran bir savaş veriyor ama ABD yüzünden üzerinde oturduğu zenginlikleri piyasaya bir türlü çıkaramıyor.

TÜRKİYE ÇEVRELENMEYİ REDDEDİYOR ABD 

Seçimlerine çok kısa bir süre kalmışken Ankara'nın önümüzde duran bu iç karartıcı tabloyu çok net bir biçimde gördüğünü biliyoruz. Bu tablo, İran ve PKK tarafından 
çevrelenmek, Türkiye'nin kabul edebileceği bir şey değildir. Bu çevrelenme Türkiye'nin potansiyel gücünün ve hareket serbestliğinin boğulması demek olduğu kadar, 
bölgesel ve ulusal politikalarında da özgürlüğünü yitirmesi, sürekli tehdit altında diğer başkentlerin onayı ve anlayışına muhtaç yaşaması demektir. 

Bu nedenle Türkiye sadece yukarıda saydığımız ABD'nin peşindeki, Washington planlarına uygun ittifakların karşısında yer almadı, aynı zamanda bugüne kadar 
çeşitli aşamaları alınmış bu çevreleme stratejisini geri döndürmeye çalıştığını açıkladı. Türkiye'nin stratejik konseptinde yapmış olduğu anlayış değişikliği ile 
savunmadan savunma için saldırıya geçmesi aslında çevrelenmenin reddidir. Bu strateji operasyonel olarak artık bir gerçekliktir, nitekim Türkiye Fırat Kalkanı ile 
Kuzey Suriye'de oluşturmak üzere harekete geçirilen PKK koridorunu kırmıştır. Bu koridorun güneyden kurulması ihtimalini kırmak üzere Türkiye destekli ÖSO birlikleri 
güneye ilerlemektedirler. Ortadoğu asla düzelmez, düzeltilemez söylemi üzerinden SykesPicot'yu ortadan kaldırıp, yeni Sykes-Picot'lar düşünenler ABD'nin kafasındakini 
iyi görmelidir. Amerika'nın yeni SykesPicot'su birbiri ardından gelecek çözülmelerle tüm bölge devletlerinin güçsüzleştiği bir kaos düzeni olacaktır. Bu nedenle Türkiye 
Amerika'nın gücü ne olursa olsun, bu gücü kelimelere Clinton da dökse, Trump da dökse, Amerika'nın Ortadoğu politikasına direnecek, bu politikayı maliyetli kılacak 
tüm askeri, ekonomik, siyasi ve diplomatik araçları kullanacaktır. Garp cephesindeki taleplerde değişen bir şey yok, Şark cephesinde ise Türkiye kimsenin peşine 
takılmayıp kendi ulusal gücü, kendi milli iradesi ve kendi ulusal çıkarları doğrultusunda davranacağını, davranabilecek stratejik ve operasyonel aklı olduğunu gösterdi. 

Üstelik bölgede ABD politikalarından rahatsız olanların da uzun bir listesi var. Rahatsızlıklar normalleşmeleri tetikledi, gördük. Dolayısıyla Ankara şu anda bu kara tablo 
karşısında yalnız değil. Bu gerçeği görmek için Fırat Kalkanı'nın gidişatına bakmak yeterli, alanda savunma sistemi olan güçler örneğin Rusya Türkiye ve ÖSO'nun 
ilerleyişini durdurmuyor. Türkiye askeri, ekonomik ve siyasi pazarlıklarını birbirine bağladığı çok katmanlı bir diplomasiyi Rusya ile yürüterek bu sonuca ulaştı. 
Türkiye yalnız değil, bu tabloyu fark eden/ fark edecek diğer güçlerle de benzer diplomatik süreçler işliyor, işleyecek ama Ankara milli iradesiyle hareket etmeyi 
de öne koymuş durumda. Acaba ABD başkan adaylarına bu durumda ABD'nin maliyetinin ne olacağını soracak, sorabilecek biri çıkar mı?

http://www.yenisafak.com/hayat/garp-cephesinde-bir-degisiklik-yok-2557224