19 Ağustos 2016 Cuma

Araştırmacı - yazar, Orhan Koloğlu ile Söyleşi BÖLÜM 1



Araştırmacı-yazar Orhan Koloğlu ile söyleşi,

  BÖLÜM 1


kologlu

Araştırmacı-yazar Orhan Koloğlu ile İttihatçılar ve İttihatçılık üzerine konuştuk. Röportajı gazetemizin sahibi ve sorumlu yazıişleri müdürü Özgür Erdemgerçekleştirdi.




Mustafa Kemal’den önceki Osmanlı aydınları ya devlet memuru ya da ajandı

Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı karşıtı ittifak
TÜRKSOLU: Yeni bir dünya savaşına doğru gidiliyor ve İttihatçılar Birinci Dünya Savaşı döneminde Osmanlı’nın kaderini yönetmişlerdi. Verdikleri kararlar neticesinde Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı. Başka çareleri var mıydı, bunları konuşmak gerekiyor.
İttihatçılar üzerinden konuşursak, 1908-1914 arası 6 yıllık dönemde Osmanlı İmparatorluğu üzerinde bir İngiliz-Alman mücadelesi var. Tabii Rusya’nın da ayrı bir ajandası mevcut. Fransa ise tetikte bekliyor. Emperyalistler arası çatışma açısından bakarsak, o günleri nasıl değerlendirebiliriz?
ORHAN KOLOĞLU: 19. yüzyılın ortalarına gittiğimizde, malum Kırım Savaşı, 1854’ler… İngilizler, o dönem Rus’un aşağıya inmesine karşı. Ama 1800’lerin sonlarına doğru yavaş yavaş birleşiyorlar.
1878’de Almanların Osmanlı ile Ruslar arasında yapılan Ayastefanos Antlaşması’na müdahale etmesi ve işgal edilen İstanbul’dan sonra Balkanlar’ın da iade edilmesini sağlamasından sonra Ruslar o zaman politika değiştirerek İngiltere karşıtlığını bırakıp Almanya’ya karşı İngiliz-Fransız ittifakına katılıyor.
kologluroportaj1TÜRKSOLU: O dönem II. Abdülhamid’de de bir Alman hayranlığı var.
ORHAN KOLOĞLU: II. Abdülhamid’in de Almanlardan destek alması, bilhassa ordu için Alman eğitimi başlatması, apayrı bir dönemi başlatıyor.
İlk defa zaten 1878’den itibaren Almanya’da dünya liderliği çalışmaları başlıyor. Almanlar, İngiliz-Fransız-Rus ittifakına karşı müttefik arıyor. II. Abdülhamid’i zaten yanına almış. İtalya, yavaş yavaş Almanya’ya yanaşıyor. Bir de Avusturya, tam Avrupa’nın ortası… Kısacası Rus’a karşı olanlar, Almanlar, İtalyanlar ve Avusturya-Macaristan, birleşiyor. Bu Üçlü İttifak. İngiltere-Fransa-Rusya işbirliği ise, biliyorsunuz Üçlü İtilaf. Yavaş yavaş birbirlerine karşı yarışa giriyorlar.
TÜRKSOLU: Asıl paylaşılmak istenen Osmanlı değil mi?
ORHAN KOLOĞLU: Bilhassa 1908 yılında İngiltere ve Rusya arasında Reval toplantısı var. Bu toplantı hakkında bizim İttihatçılara bilgi ulaştıranlar da İtalyan ve Almanlar. Oradan Osmanlı’nın paylaşılacağı mesajını ulaştırıyorlar. Zaten, Meşrutiyet ilanının üzerine geliyor. Aslında tamamen dünyanın paylaşılması hususunda iki grup arasında da denge farkı var. Avrupa’daki grup, Almanya-Avusturya-İtalya ufak bir grup. İlk defa ortaya çıkıyorlar. Öbürleri de dünyayı zaten paylaşmış olanlar. Rusya bütün Orta Asya’yı almış, İngiltere bütün Afrika’ya ve Amerika’ya hâkim, Fransa da öyle. Dolayısıyla biz tam paylaşma içindeyiz. Bunun içinde İttihatçıları yönlendirecek başka güç yok. Mesela şunu da söyleyeyim, Osmanlı’nın paylaşılma şekline Üçlü İtilaf karar vermiş.
Özellikle de hakikaten II. Abdülhamid politikayı çok iyi öğrenmiştir. Araplar da dâhil ne kadar alıp götürüyorlar, her şeyin çok iyi farkında. Burada ister istemez bir tercih yapmak durumu beliriyor. Bir de ordunun bütün eğitimi 1882’den itibaren hep Almanlara verilmiş. Onlar da yeni beliren kendi Alman İmparatorluklarının çıkarlarına bakıyorlar. Bakarken de kullanacağı adamları, kendi gönüllü gelmiş olanlar içerisinden seçiyor. İçinde gerçekten nereye bakacağını bilen yok.
Osmanlı’da düşünür kesimi diye bir şey yok. Biraz düşünür olanı II. Abdülhamid satın alıp devlet memuru yapıyor.
Düşünün hatta Namık Kemal gibi bir adam, özgürlükçü diyorsunuz, sonradan kaymakam olup gidiyor. Mizancı Murat, İttihatçıların lideri, sonra geliyor Padişah’a memur olup susuyor.
kologluroportaj2II. Abdülhamid aydınları satın alarak sustururdu
TÜRKSOLU: O dönemin Osmanlı aydını da bu emperyalist seçeneklerden birini seçmek durumunda kalıyor.
ORHAN KOLOĞLU: Osmanlı yapısının içindeki düşünür kesimini ele alırsak, şunu belirtmek lazım, çok önemli bilgidir, Osmanlı’nın içinde düşünür kesim dediğin zaten devletin memurlarıdır. Düşünür kesimi diye bir şey yok. Biraz düşünür olanı II. Abdülhamid satın alıp devlet memuru yapıyor.
Düşünün hatta Namık Kemal gibi bir adam, özgürlükçü diyorsunuz, sonradan kaymakam olup gidiyor. Mizancı Murat, İttihatçıların lideri, sonra geliyor Padişah’a memur olup susuyor. Dolayısıyla toplumun değişmesi, 15. yüzyıldaki Avrupa’nın Rönesans yapması gibi değil. Daha başlangıçta değişim gelmiş, doğru ama nesiller istiyor. Hiçbiri yok. Dolayısıyla bunlar çok hızlı düşünen kesimler.
Bu kesim içinde hakikaten kabul etmek lazım, çok farklı düşünen bir tek Atatürk var. O apayrı. Tamamen dışında, ama ön plandaki bütün düşünürler hep memurdur. Örneğin Afgani… Arap aydınıdır. Haçlılara karşı Panislam yapalım diye çıkar, ondan sonra gelir II. Abdülhamid’in misafiri olarak İstanbul’da ölür.
Mısır ayaklanmak ister, ayaklanmak istediği zaman da Osmanlı’ya karşı olarak hemen İngiliz’e yanaşır. Demek ki bütün İslam dünyası kendi olumsuzluğunun içinden çıkamıyor. Bunun için de 1908’e geldiğiniz zaman dikkati çeken husus, bütün olayların, yani 1908’deki II. Meşrutiyet ilanını getiren olayların hepsi Balkanlar’da cereyan ediyor. Arabistan’da hazırlıklar var. İngiliz ve Fransızlar hazırlık yapıyor, o ayrı ama tam öne çıkmış gibi değil. Balkanlar’da ise özellikle Rusya’nın da hazırlıkları var.
TÜRKSOLU: Tam Meşrutiyet öncesi, Balkanlar’da da büyük bir emperyalist paylaşım mücadelesi var.
ORHAN KOLOĞLU: Müthiş bir mücadele var. Artık Türk’ü tam olarak dışarıya, Avrupa’dan çıkarma planı var. Bunun içinde tabii İstanbul var. O da hesapta.
Bir de burada kabul etmek lazım ki, hakikaten İstanbul dünyanın en önemli şehirlerinden biri. Tarihe yerleşmiş ve oraya yerleşen de dünyanın üstüne oturmuş sayılmış. Düşünün Osmanlı, Fatih gelip aldığı zaman, Roma şehri dini gücünü kaybeder. Papalık vardır ama Hıristiyanlığın merkezi değildir. İmparatorluğun merkezi ise Konstantinopolis’tir. Bütün hırsları, Haçlı Seferleri bile İstanbul’u almak içindir. Hz. Peygamber bile İstanbul’u almayı hedef gösterir. İstanbul hakikaten dünyanın en önemli şehirlerinden birisidir.
Dini şehir olarak hep Kudüs’ü biliriz. Halbuki, Kudüs için kimsenin mücadele ettiği falan yok. Gerçek mücadele İstanbul üzerinedir. İstanbul varken hepsi ama içerden cemaatleri de oluşturma mekanizması acayip bir şekilde işlemiştir.
kologlukitap1Osmanlı’da ilk Türkçe gazete bile Mısır’da çıktı
TÜRKSOLU: Bunların azınlıklar üzerindeki etkileri nasıl? Meşrutiyetin ilanı için sonuçta Rum, Ermeni, Yahudi, bütün azınlıkların da o Meşrutiyet mücadelesi içinde yeri var. Bu yüzden günümüz Abdülhamidçileri bütün Meşrutiyet’i bir emperyalist tezgah olarak gösterir. İngilizlerin, Almanların, Rusların bir parmağı var mıydı Meşrutiyet’te?
ORHAN KOLOĞLU: Hayır. Şöyle almak lazım, şimdi Meşrutiyet’e varmamızın temelinde ne var? Daha 1830’larda Milliyet-i Hakime, Ermeni, Rum diye ayrım yapılması var. Milleti dikkat ediniz, Osmanlı yapısını resmi olarak milletlere bölüyor. Bu çok önemli. 1830’larda bu başlıyorsa, bu 70 senede ne gelişir?
Ne enteresan… Benim ayrı bir çalışmam olduğu için rahat söyleyeceğim, özellikle mesela Araplarda bir şey yoktur. 2007’de İslam Kültür Merkezi’nin yayımladığı Türk-Arap ilişkileri kitabında bir kayıt vardır. Osmanlı’daki Arap nüfusu 20 milyondu ama 200 kişide bir kişi okuryazardı. Arap kendisinin okuryazar olmadığını kabul ediyor. Bunu yazan Kasım adındaki Mısırlı Arap tarihçi. Eski tarihçi değil, günümüzün tarihçisi. 200’de bir.
kologlukitap2Osmanlı’da okuryazar oranı sadece %8-10. Peki, bunlar kim? Devlet memuru. Devlet memuru olduğu için devletlû oluyor. Hatta ne örneğini verdik, çok büyük özgürlükçü sayılan Namık Kemal dahi memur. Demek ki, bir toplumun gerçekten toplu şekilde bütünüyle hazırlanamadığı için tabanın, düşünür olması lazım ama yok. %8’i okuyorsa, köylüm ne biliyor? İmamının, hocasının söylediklerini biliyorlar ki, onlar da köyde hiçbir şey bilmiyorlar.
Böyle bir yapı içinde İttihat ve Terakki Meşrutiyet’i getirmek için harekete geçti. Haklılar, dünyaya uymak gerekiyor. Zaten zorlanıyor da. Burada çok enterasan Abdülhamid döneminde Türkçe basın son derece geç başlar. İstanbul’da Fransızca, Ermenice, Rumca, her türlü basın çıkmaya başlar. Türkçe çok sonradır. Her vilayette Türkçe ve o vilayetin halkının diliyle gazete çıkmaya başlıyor. Demek ki, her bölgenin insanına kendi kimliği, Türkçe-Rumca, Türkçe-Ermenice, Türkçe-Arapça vilayet gazetesi çıkıyor. Ama Türkçe gazete bile İstanbul’da başlamaz, ilk defa Mısır’da başlar. Vekayi-i Mısriyyediye Mehmet Ali Paşa başlatır. Türkçe-Arapça olarak ve Mısır halkına Türkçeyi öğreteceğim diye başlar. Osmanlı dönemi basının tamamını taradığım için rahat söylüyorum, Mısır’da 1828 yılında başlar.
kologlukitap3TÜRKSOLU: İstanbul’da ise 3 sene sonra değil mi, 1831…
ORHAN KOLOĞLU: 1831’deki resmi gazetedir. DevletTakvim-i Vekayi’yi çıkarıyor. Şimdi dikkat edin, Vekayi Mısriyye’ye karşı. Çünkü bir Türk gazete çıkarmış ve gazetenin içinde Araplara Türkçe öğretecek bir gazete var. Bunu Arap kendisi okuyamıyor. Hiçbir kesimiyle oluşmamış bir topluma yenilikler getiriyorsunuz. Ne getirirsiniz? Nitekim o tartışma da başlar.
Derken Mehmet Ali Paşa Fransızlarla işbirliği yapar, 1840’a kadar savaşlar olur. Suriye’yi almaya gider. Kütahya’ya kadar gelir. Avrupa engeller. Bu arada Millet-i Hâkime, Millet-i Yahudi, Millet-i Rum, Millet-i Ermeni kalıpları yerleşir. Şimdi siz 1908’e gelirseniz bu ortamda II. Abdülhamid bunu engeller, sansür getirir, mecburdur. Çünkü çaresi yok.
İngiltere’den Almanya’ya Siyonizm
II. Abdülhamid tabii ki diktatör ama eğer 30 sene diktatörlük yapmasaydı, Osmanlı çok daha önceden yıkılır, dağılırdı. Güçlü bir grup Almanlarla işbirliği içerisinde bulunuyor. Alman imparatoru iki defa ziyaret eder. Ama Almanların da hayali bu sefer dünya liderliğidir.
TÜRKSOLU: Almanlar da sonuçta Osmanlı’yı sömürgeye dönüştürmek istemiyor mu?
ORHAN KOLOĞLU: Tabii ki. Kontrolüne almak istiyor. Hilafeti de kullanayım diye düşünüyor. Nitekim dikkat edin 1898’de Alman İmparatoru İstanbul’dan sonra Kudüs’e gider. Nerelere sulandığı belli.
TÜRKSOLU: Siyonizmi o dönem en çok destekleyen Almanlar…
ORHAN KOLOĞLU: Herzl Almanlarla başlar ama asıl Yahudiliği savunan İngiltere’dir. Mesela o dönemin ünlü İngiliz Başbakanı Benjamin Disraeli Yahudidir. İngiltere kabul etmek gerekir ki, Yahudileri tam kontrolünde tutuyor.
Bunun için Alman geliyor Ortadoğu’ya, ama tam giremiyor. Bir türlü yerleşemiyor. Bu yüzden Osmanlı devletine giriyor, Alman subaylar Osmanlı ordusunu yeniden yaratıyor.
Öncesinde esas olarak Fransa’dan gelenler vardır. Galatasaray Lisesi’ni kurdular. Fransız kültürü… II. Abdülhamid ile birlikte bunun yerine Alman kültürü girmeye başlar. Ordu ve devlet içinde Alman eğitimi başlar, Almanların dünyaya hâkimiyet düşüncesine bağlı olarak yönlendirme yapılır.
II. Abdülhamid bağımsızlık isteyen etnik yapıların liderlerini de satın alırdı
TÜRKSOLU: Şöyle bir çelişki de var aslında. Türkiye’de bir fikir hareketi olmadığı için dönemin siyasetçileri büyük devletlere bağlı olma durumunda kalıyor. Mesela II. Abdülhamid döneminin büyük sansürü yerine daha özgürlükçü bir  fikir hayatı olsaydı Türkçülük hareketi 1870’lerde ortaya çıkmaz mıydı?
ORHAN KOLOĞLU: Olabilir. Türk lafı o dönem kesinlikle yasak.
TÜRKSOLU: Osmanlı’nın o dönem şöyle bir sorunu var. Her türlü akım var, Rumculuk, Ermenicilik gibi. Bir Türkçülük yok. Sebebi nedir? II. Abdülhamid bunun önünü açsaydı daha iyi olmaz mıydı?
ORHAN KOLOĞLU: Açamazdı. Açmadı. Bilakis uyutma politikası uygulamıştır. Afgani’yi alıyor, içerde uyutuyor. Çünkü hepsinin ayrılıkçı akımda olduğunu ve hepsinin de dışarıdan yönlendirildiğini düşünüyor.
TÜRKSOLU: Uyutmak için aşiret mektebini kullanıyor.
ORHAN KOLOĞLU: Aşiret mektebinin yapılmasında özellikle Ermenilerin de etkisi var. Çünkü Ermeniler ve Gürcüler Ruslardan destek alıyorlar. Bunu durdurmanın yolu nereden geçer? Ancak kendi içinde tutarlı bir hareket kurabilirse durdurabilir. II. Abdülhamid her bir cemaatin liderini parayla satın alma yoluna gidiyor. Belki o dönemde zaten yapacak başka bir şey yok. Dikkati çeken, ne dedik, Arapları okuryazar değil. Ama şu da var, Arapça okuryazarı az dedik ama bütün sahildeki Hıristiyan Araplar da Arapça konuşuyor. Avrupa’yla ilişkiden memnun. Ticaret orada, para orada. Dikkat ediniz, İngiltere daha 1700’lerin başında Hindistan’a yerleşir ve Basra Körfezi’ndeki bütün sahil şeridini kontrolüne alır. Buradaki Şeyhlikle anlaşma yapıyor, ben sana para veririm sen bana ticaret yaptırırsın. Ama oradaki malı da alıp Avrupa’ya götürüyor. Bütün Afrika boyunca muazzam bir sistem kurmuş. Bu sayede şıkır şıkır işliyor. Hatta Fransa falan çıldırıyorlar. Arap dünyasını İngiliz’in tam ele geçirmesi böyle bir tezgahtan geçiyor.
Okuryazarlık hikâyesine dönersek, benimkiler gelecekler, nereye? II. Abdülhamid bunları durdurmak için içlerinden parayla adam satın alıyor. Nereye kadar gidebilir? Ama ordunun lüzumunun farkındadır. Almanlar da onu oluşturunca bu sefer ordudan başka mekanizma gelişir. Almanların bu tahrikinin bizim askeri kesimi etkilemesinin rolünü kabul etmek lazım. Bulgaristan, Sırbistan hepsi Rus etkisinde kalmışlar.
Ayaklanmalar, şöyle düşünelim, Enver niye büyük kahraman oldu? Edirne’den çok evvel, Balkanlar’da dağa çıktı, onlarla mücadeleye girdi ve onlarla mücadele ederken Meşrutiyet’i ilan etti. Burada bir kararname var. Biz kendi içimizdeki bir sorunla uğraşıyoruz. Hedefinde kim var? Bulgar, Sırp, Arnavut çeteler var. Bunlarla uğraşıyoruz diyorsun ama arkasında hepsinin Ruslar vs. var. Bunlara karşı kim mücadele etti? Arnavutları filan İtalyanlar ve Avusturyalılar destekliyorlar. Aslında Osmanlı’yı parçalamanın kavgasını veriyorlar.
TÜRKSOLU: O dönem Almanya’nın Osmanlı’yla dostluğu biliniyor ama 1897’de Türk-Yunan savaşında Almanya, Osmanlı’nın tarafını tutmuyor.
ORHAN KOLOĞLU: Görünüşte onlar da İngilizlerle tam hırlaşmak istemiyorlar. O restleşme Reval toplantısına kadar 1908’e kadar dengeli gider.
TÜRKSOLU: Alman dostluğu politikası II. Abdülhamid için bayağı bir hayal kırıklığı oluşturuyor öyleyse
ORHAN KOLOĞLU: Ne Almanı ne İngiliz, Fransız, Rus’u için Osmanlı’nın yaşaması gibi bir şey bahis konusu değil. Dünyada Osmanlı nasıl Asya’ya atılacak, bu tartışılıyor.
TÜRKSOLU: Aslında 1908’de durum Osmanlı için son derece çözümsüz görünüyor. Gücünüz yok, herkes paylaşmak istiyor. Bir Mustafa Kemal çözümü o dönemden mümkün değil miydi?
ORHAN KOLOĞLU: Şunu söyleyeyim. Dikkat edin II. Abdülhamid bütün basını sansüre alır, II. Abdülhamid döneminde çıkan gazete sayısı bütün ülkede diyelim ki, 100 tanedir ama devlet kontrolünde. Fransızca, İngilizce de var ama kontrol altında. Meşrutiyet’in ilanı ile beraber sayısı 700 olur. Her dilde her toplum kendi özgürlüğü için bağırmaya başlar. Bu bir şeyi anlatıyor. Nasıl hazırlanmışlar… Bir bağrışmadır gider. Zaten o yüzden 31 Mart denilen olay yaşanır. Hareket Ordusu gelir, bu sefer diktatörlük İttihatçılara geçer. Toplumun içi öyle bir hazırlanmış ki, bütün manastırlar ve kiliselerle bütün Amerikan okulları, İzmir’deki, Sivas’taki Protestanlar…
Amerikalıların Sivas gibi bir yerde ne işi var? Ermeni’yi kim götürüyor? Hatta şu var, 1909 sonu Ermeniler Adana’yı bile almaya kalkıp ayaklanıyor. Sadece Ermeni karşıtlığı gibi alınmamalı ama hepsi bunu yapıyor. Arap da yapıyor, Ermeni de, Rum da yapıyor.
31 Mart’ın lideri Derviş Vahdeti İngiliz ajanıdır
TÜRKSOLU: Doğan Avcıoğlunun “31 Mart’ta Yabancı Parmağı” diye bir kitabı vardır. 31 Mart ayaklanmasını bizzat İngilizlerin desteklediğini söyler. Sizin kitaplarınızda da buna benzer ifadeler var. Biraz bunun üzerinde durabilir misiniz?
ORHAN KOLOĞLU: 31 Mart’ta olaylara karıştırılan ajanların sayısı çok farklı. Neydi 31 Mart’ta ismi geçen adam? Derviş Vahdeti. Ben gittim Kıbrıs’ta Vahdeti’nin üzerinde çalıştım. Çok acıklı ve karmakarışık bir şey çıktı. O zamanki düşünür takımının ne kadar karmaşık kafalı olduğu ortaya çıktı. Çok saygı duyulan Namık Kemal gidip memur oluyor. Hani devrimciydin? Bu Namık Kemal’i dışlamak anlamında değil. Yapacağı bir şey yok. Ülkenin toplum şartları başka. Tek başına bağırıyor, bağırıyor sonrası açlık.
TÜRKSOLU: O dönemde İngiltere’den, Fransa’dan para alanlar da var yani…
ORHAN KOLOĞLU: Tabii. Dolayısıyla benim toplumum her şeyiyle çürümüş. Vahdeti’yi ele alacak olursak, Vahdeti çok açık bir şekilde İngiliz ajanlığı yapmıştır. Kendi makalelerini buldum. Derken II. Abdülhamid bunu tavlıyor, II. Abdülhamid’in ajanı oluyor. Adamda bir ajan olma hastalığı var. Abdülhamid adına İstanbul’da çalışırken bu sefer emrine girdiği Abdülhamid’in paşasını, istihbaratı yöneten paşayı, Abdülhamid’e jurnalliyor. Abdülhamit’in güvendiği adam falan.
En sonunda Derviş Vahdeti de İttihatçı oldu diye jurnalleniyor ve Diyarbakır’a sürülüyor! Derken Meşrutiyet ilan edilince İttihatçı olarak ortaya çıkıyor. Ben onun yayımladığı derginin, gazetenin tamamını taradım, Volkan gazetesiydi, orada tamamen Panislamizm yapalım diye yazıyor. Yine Abdülhamidçi yani… Bütün Orta Asya’ya Rusya hakim. Bütün İslam dünyasına İngiliz hâkim. Neyin Panislamizmini yapıyorsun? Sarayın kapısına kadar geliyor, Abdülhamid reddediyor.
Onun üzerine Hareket Ordusu geliyor. 100 gazete çıkan bir ülkede 700 gazete ve hepsi de özgürlükçü. Kafalar deliler gibi karışık. Birbirinin aleyhine yazmadıklarını bırakmıyorlar. Üsluplar çok sert gerçekten. Dedikodu düzeyinde yazılar falan.
TÜRKSOLU: O dönem İttihatçıların da kafası karışık. Osmanlıcılıktan Türkçülüğe savrulup duruyorlar. 
ORHAN KOLOĞLU: İttihat ve Terakki sanıldığı gibi Türkçülükle başlamaz. Osmanlı bütünlüğü esastır. İsimdeki ittihat zaten birlik demektir. İttihat ve Terakki birlikte gelişme anlamındadır. Ama bu Hareket Ordusu’yla beraber, başka çaresi yok, ayaklanma çıkmış, Abdülhamid bile reddediyor, düşünün. Yalnız bununla beraber İngiliz yanlısı kesim çok yakın bir şekilde Ahrar Partisi, daha sonraki Hürriyet ve İtilaf Fırkası filan bunlar, İttihat ve Terakki’yi Alman yanlısı ilan ederler. Hâlbuki görünüşte tam olarak öyle değil. Ama ordudan geldikleri için, elbette bir Alman yakınlığı var. Ordudaki öğretmenleri hep Alman subayları çünkü. Tabii, sonra Ordu içindeki 31 Mart yanlılarını ayıklamaya başlayınca Ordu içinde de bir ikilik çıkıyor.
TÜRKSOLU: Sonuç olarak Meşrutiyet’i devrimci bir hareket olarak nitelendiriyor musunuz?
ORHAN KOLOĞLU: Hayır. Devrim, bizde ilk adımını 1730’dan önce Lale Devri’nde yapmayı düşünür, Avrupa’dan örnek alarak. Yeniçeriler, o dönem en geriler. 100 sene gecikirler. 1826’da ordu ortadan kaldırılır ama bütün tarihi ordu üzerine kurulu olan devlet için bu büyük bir travma… 1826’dan sonra bir de Mısır çıkıp da bağımsızlık hareketi yapınca ve Arap kesimini de harekete geçirince, Osmanlı’nın sömürgeleşme, çözülme dönemin başlar.
Tarihimizin ilk toplumsal devrimcisi Atatürk’tür
Tarihe baktığınız zaman büyük devletlerin en büyük devlet olması ve batmasının birkaç yüzyıl aldığını görürsünüz. Roma İmparatorluğu, 395’te filan kuruluyor. 400 sene daha ben iddialıyım diyor. Ama 400 sene sonra da yıkılıyor. İstanbul’daki Roma İmparatorluğu, 1206’daki egemenliğe kadar Katolikler gelip işgal eder. Yani yaşamak uzun sürüyor ama çözüm getirme çok daha uzun sürüyor.
Bizim devrim 1730’da yapamamışsın, 1826’da yapmışsın, açıyorsun tamam ama bir düğmeye basınca kapanıyor. Ta kaç sene sürüyor. Dolayısıyla toplumsal devrimci dediğiniz zaman, ilk Atatürk’ü anlamalıyız.
Ben Atatürk’ü sanıldığı gibi 1919’da başlar kabul etmem. 1826’da başlar. 1826’dan itibaren Osmanlı içinde eğitim başlar değil mi? Adım adım gelir Atatürk’ün aldığı eğitimde bütün o geçmişteki çağdaşlaşma hareketi var. Bunun yanında Avrupa muazzam bir hızla gider. Luther’le başlayan değişme 300 sene devam eder, 1789’da Fransız devrimiyle demokrasiye geçer, arkasından demokrasiyi kendi kendilerine bitirirler. Demek ki, değişimi nesiller istiyor. 1908’de Meşrutiyet der demez bütün toplumlar ayrılıyorsa, seninki devrim olmuyor ki.
Şimdi İttihat ve Terakki birlik mesajı veriyor ama birlik olmuyor. Hepsini susturup engelleme yoluna gidiyor. Dikkat ederseniz Türkçülük akımı ne Anadolu’da ne de İstanbul’dan başlar. Orta Asya’dan başlar. Yusuf Akçura’lardan başlar, Ruslara karşı Kırım’dan gelir. Hatta ilk konferanslarını 1906’da Mısır’da yapmışlardır. Çünkü, Abdülhamid buna izin vermemiştir.
TÜRKSOLU: Kim bu ilk Türkçü kongreyi yapanlar?
ORHAN KOLOĞLU: İttihatçılar içindeki Türkçü kesim. Hatta öyle ki, daha 1898-99’daMeşveret Cumhuriyet mesajı Kahire’deki Türk gazetesinde yayımlanıyor. Mısır gibi Arapçanın etkin olduğu bir yerde Türk gazetesi çıkıyor. İttihatçı Mizancı Murat, Mısır’dadır. Türkçülük akımı Osmanlı’da yeşeremiyor. O da dışarıdan geliyor.
TÜRKSOLU: Ermenici, Rumcu akımlar var. Her etnik yapı kendi milliyetçi gruplanmasını yapmışlar ama Türkçü yapı Osmanlı’da kurulamıyor mu?
ORHAN KOLOĞLU: Hayır. Türk dediğimiz köylü demek aslında. Ama dili Türkçe. Devlet Türk ama Türk değil. O dönemde dahi ben rastladım, “ Devleti Ebed Müddet ” kavramı kullanılıyor. Hatta 1920’lerde bile. Hâlâ daha devleti ebed müddet yaşayacak anlayışı vardır. Roma İmparatorluğu’na ne kadar hayran iseler buna da o kadar hayranlar. Dolayısıyla bu adım adım böyle gider. İttihatçılar durdurmaya çalışırlar. Ama kendi içlerindeki bölünme Osmanlı içindeki bölünme sonucu iktidardan uzaklaştırılırlar 1912’de. 1913’te darbeyle gelirler. İşte Türkleşmeleri, Türkçülüğü savunmaya başlamaları o zamandır. 


http://www.turksolu.com.tr/arastirmaci-yazar-orhan-kologlu-ile-soylesi/

***


15 Ağustos 2016 Pazartesi

Yüzlerce Subay Tutuklanacak mı?




Yüzlerce Subay Tutuklanacak mı?



PROF.DR. Ümit Özdağ,
14.03.2011 00:00


Yavuz Selim Demirağ ülkücüdür. Türk milliyetçisi olduğu için Türk Ordusundan 12 Eylülcüler tarafından atılmıştır. Demirağ senelerden bu yana güldüğü zaman bile gözlerinin içinde hüznü gördüğünüz nadir adamlardan birisidir. 

Ve sivil hayatı da ancak bir boş vermişlikle yaşadığı intibaını verir. 

O üniformasından uzaklaştırılmayı hiçbir zaman kabullenmemiştir. 
Çünkü Demirağ kendisini üniformasını çıkarmaya zorlayanlardan çok daha Türk subayı olduğunu bilir. 

Yavuz Selim Demirağ daha sonra gazetecilik yapmıştır. Uzun senelerden beri Yeniçağ gazetesinde yazıyor ve hep çok önemli şeyler yazıyor. Bir süreden bu yana çok iyi bildiği Türk Silahlı Kuvvetleri ile ilgili araştırmalar yapıyor. Davaları izliyor. Albay Cemal Temizöz davasını izliyor ve her duruşma için Diyarbakır’a gidiyor. Albay Temizöz ile ilgili bir de kitap yazdı, yakında yayınlanacak. Demirağ’ın 2 Aralık 2010’dan bu yana gündeme getirdiği bir konu var ki, Türkiye’yi altüst getirmesi gereken bir haber. Ancak Demirağ’ın haberi susularak öldürülüyor. Demirağ’ın ısrarla yazdığı bu iddiasını onun kaleminden bugün bir de ben gündeme taşımak istiyorum. 2 Aralık 2010 “ JİTEM Dalgasıyla terhis ” başlıklı yazısında Demirağ şöyle diyor:  “ Obama’ya yapılan şikayette, ’ 17 bin faili meçhul ’ rakamını ortaya atanlar İmralı’dan gelen ’ Hakikatleri Araştırma Komisyonu ’ Emri ile Güney Doğu’da terörle mücadele eden askeri personelden intikam alma planını uygulamaya koymak için düğmeye bastı. Yandaş medya görevi erkenden yüklenip ’JİTEM Dosyası’ haberleri ile ortalığı ısıtıyor. Haziran seçimlerinde Doğu ve Güney Doğu’dan daha fazla oy almayı planlayan AKP hükümeti askere vurdukça prim kazanma mantığı ile yüzlerce subay-astsubayın tutuklanmasını sağlayacak yeni bir davanın açılması hazırlığında. Üstelik bu defa dokunulmaz zannedilen eski Genelkurmay Başkanları’na kadar götürecekler işi. Emekli olurken bile direnen İlker Başbuğ için şu günlerde üflenen ’ İfade verecek... Yargılanacak’ yoklamaları sözde JİTEM davası ile taçlandırılmış olacak. Zira İlker Başbuğ Diyarbakır Kolordu Komutanlığı gibi terörle mücadelede etkin birliklerin başında bulunmuştu... 

Neredeyse 30 yıldır devam etmekte olan mücadelede kim görev aldıysa peşinen ’ Zanlı ’ sayılacak. 

Teğmenliğinde, yüzbaşı, binbaşı, albay, generalliğinde sorumluluk sahibi kim varsa teker teker çağrılacak... 
Mevcut komuta kademesindekilerin bir an önce tasfiyesi, emekli edilmesi, görevden alınıp üniformalarının çıkarılmasıyla yetinilmeyip tutuklanmaları bile sağlanacak.” 

17 Şubat 2011 tarihli “ Bin Subay”  başlıklı yazısında Demirağ şöyle diyor:  “Seçimlere birkaç aya kala faili meçhul masalı ve JİTEM soruşturmasıyla terörle mücadeleye katılan askeri personelin birer birer avlanıp intikam alınacağını yazmıştım. (...) Efsaneler efsanesi Engin Alan’ın peşinin niçin bırakılmadığını avazımız çıktığı kadar bağırıyorduk. (...) Bu konuda akıl sağlığını yitirmiş Arif Doğan’ın anlatımları da zeminin hazırlanması olarak görülebilir. Şu anda yüzde 10’u hapiste olan general sayısı yüzde 50’nin üzerine çıkarılacak. Uzman Çavuş’u Astsubay’ı, Yüzbaşısı, Albayı’na kadar binlerce subay, astsubay gözaltına alınıp terhis işlemi kısmen başarılacak. Bu arada Güney Doğu’da PKK’nın kontrolündeki oylar hedeflenip, İmralı’daki caninin ’Hakikatleri Araştırma Komisyonu’talebi yerine getirilmiş olacak. Ve seçim için AKP’ye avantaj sağlanacak.” 
12 Mart 2011 tarihinde yazdığı “14 Mart düğün davetiyesi” başlıklı yazısında Demirağ şunları söyledi:  “ Guantamano adasına dönüştürülen Silivri Kampüsü’nde inşaatlar durmuyor. (...) İmralı’da bölücü başına milyon dolarlık konfor az gelmiş, yeni ev projesi hazırlanırken, ömürleri terörle mücadeleyle geçmiş askerler Hasdal’da neredeyse üst üste yatıyor. 


100 metreyi bile bulmayan koğuşlarda 36 kişi ranzalar arasında yürüyecek yer bulamıyor. Yıllar boyu dağlarda, çadırlarda yattıkları için onlar şikâyetçi değil. Ama sarı öküzü kurban olarak verdikten sonra arkasının hızla geldiğini görenler toplamda 130 kişilik kapasitesi olan Hasdal Askeri cezaevinin yetmediğini önümüzdeki günlerde başlayacak yeni dalgalar için hazırlık yapmak zorunda kalıyorlar. Yeni inşaat yerine mevcut barakaları tadil ederek cezaevi sınırlarına dâhil edip tel örgüleri genişletiyorlar. Yani Hasdal’da hummalı bir çalışma var.  (...) Olup bitenleri  ’Hukukî süreç’ yahut  ’Hukukun sonuçlarını sabırla bekleyenler’ askerin başına daha başka çorapların örüleceğini öngörüp cezaevini genişletiyorlar, duydunuz mu? Ben gördüm bile. (...) Kış koşulları ile inlerine çekilen terör örgütü daha şimdiden yakında eylemlere başlayacağı tehdidini savuruyor. JİTEM dalgası adı altında önümüzdeki günlerde terörle mücadele eden askeri birliklerin komutanlarına Hasdal’da yer açılıyor.”
Şimdi dönüp Mümtaz’er Türköne’nin yazılarını okuyun, Demirağ’ın ne demek istediğini daha iyi anlarsınız.



Kaynak:
  Yüzlerce subay tutuklanacak mı? - Ümit ÖZDAĞ

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/yuzlerce-subay-tutuklanacak-mi-17378yy.htm


..

TSK hukuktan azade mi oluyor?



TSK Hukuktan azade mi Oluyor?



Ümit ÖZDAĞ 
04.07.2014 00:00

Bugün köşemi Dr. Mustafa Güler’e bırakacağım. Uzman bir hukukçu, emekli bir subay Mustafa Güler. Üniformasını çıkarmış olmasına rağmen bir çok üniformalıdan daha subay benim için. Zaten son süreç Türk milletine her üniformalının subay her generalin komutan olmadığını öğretti. Neyse konumuz şimdi bu değil. Mustafa Güler çok önemli bir hususa parmak basmış ve ben de köşemi ona bırakıyorum: 

“ TBMM’de görüşülmekte olan torba yasa tasarısına eklenen bir madde ile ” TSK’da görevden alınanlar, Mahkeme yoluyla görevden alma işlemini iptal ettirseler bile Mahkeme kararının iki yıl süreyle uygulanmayabileceği “ Şeklinde bir hüküm getiriliyor.


Peki, bu düzenleme ne manaya gelmektedir? 


Örnek vermek gerekirse, bir general veya bir albay, TSK komuta kademesinin hukuksuz bir işlemine “evet” demezse hemen görevden alınabilecek ve mahkeme bu görevden alma işlemini iptal etse bile iki yıl süreyle görevine dönemeyecektir. İki yıl içinde köprünün altından çok sular akacak, ilgilinin zaten rütbe ve kıdemce aynı göreve iade edilmesi bir anlam ifade etmeyecek, hatta mümkün bile olmayacaktır.

 31.01.2013 tarihinde TSK Disiplin Kanunu, TSK’da meslekten çıkarma işlemleri için Kuvvet Komutanlıkları düzeyinde kurulacak Yüksek Disiplin Kurullarının yetkili olduğunu düzenlemektedir. Ancak kanuna eklenen Geçici 1’inci maddeyle, Yüksek Disiplin Kurulları Yönetmeliği çıkana kadar, meslekten çıkarma işlemlerinde, 926 sayılı TSK Personel Yasasının ayırmaya ilişkin hükümlerinin uygulanacağını düzenleyen bir hüküm konmuştur. 926 sayılı Kanun, ayırma işlemlerinde savunma alınmasını bile gerek görmeyen tamamen hukuka aykırı bir yöntemi düzenlemekteydi. 


Bu hüküm, memurların savunması alınmadan haklarında disiplin cezası verilemeyeceğini düzenleyen Anayasa’nın 129’uncu maddesine aykırı olmasına rağmen yıllarca uygulandı. Bu yöntemi kaldıran TSK Disiplin Kanunu’na eklenen Geçici 1’inci madde ile TSK Yüksek Disiplin Kurulları Yönetmeliği çıkarılana kadar bu hukuk dışı uygulamanın sürdürülebileceği belirtiliyordu. Söz konusu Yönetmelik 12 Nisan 2014 tarihine kadar çıkarılmadı ve 14 ay süreyle ayırma işlemleri bakımından TSK Disiplin Kanunu hükümleri devreye giremedi. Bu durum, açıkça Anayasa’nın “yasama yetkisinin Türk Milleti adına TBMM eliyle kullanılacağını ve bu yetkinin devredilemeyeceğini” düzenleyen 7’nci maddesine aykırı olmuştur. Yönetmelik 14 ay boyunca çıkarılmadığından TSK Disiplin Kanunu’nun ilgili hükümleri yürürlüğe girmemiş ve bu süre boyunca yasama yetkisi yürütme organı tarafından gasp edilmiştir. Yönetmelik çıkarılana kadar, yüzlerce personelin, savunması bile alınmadan, disiplinsizlik ve ahlâkî zayıflık sebebiyle ordudan ilişiği kesilmiştir. 

Son olarak İzmir Casusluk Davası kapsamında yargılanan 63 subay ve astsubay, idari soruşturma kapsamında savunmaları alınmadan, hatta haklarında idari soruşturma yapıldığı kendilerine haber bile verilmeden, haklarında hiçbir mahkeme hükmü olmadığı halde, masuniyet karinesi ihlâl edilerek TSK bünyesinden çıkarıldı.

Bu hâk ihlâlleri yaygınlaşınca, Askeri Yüksek İdare Mahkemesi, önüne gelen bir davada uyuşmazlığın çözümü için uygulanması gereken TSK Disiplin Kanunu’nun Geçici 1’inci maddesinin Anayasa’nın 7’nci maddesine aykırı olduğu iddiasını ciddi buldu ve konuyu Anayasa Mahkemesi’ne  götürdü. Anayasa Mahkemesi’nin 04 Temmuz 2014 tarihinde bu konuyu görüşmek üzere gündeme alması sanırız bazı mahfilleri tedirgin etmiş olacak ki apar topar torba kanuna bir hüküm ilave edilmiştir. TSK Disiplin Kanunu’nun Geçici 1’inci maddesi Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edilirse, 31 Ocak 2013 tarihinden bu yana TSK’dan çıkarılmış olan tüm personel geri dönecektir.


Muhtemeldir ki, yazının başında değindiğimiz ve başlı başına bir hukuk garabeti olan torba yasa tasarısı genel kurula getirildiğinde, sadece görevden alınanlar değil meslekten çıkarılanlar için de aynı hükmün genişletilmesi ve meslekten çıkarılanların mahkeme yoluyla da olsa TSK’ya dönmelerinin önünün iki yıl süreyle tıkanması amaçlanabilir. Böylece, iki yıldır mağdur edilmiş bulunan onlarca personelin mağduriyetlerinin giderilmesinin yolları da tıkanmış olacaktır. Hukuka  saygılı tüm milletvekillerini bu konuda uyanık olmaya davet ediyoruz.


Bu kanun maddesinin TSK komuta kademesinin isteği ve onayı olmadan TBMM’ye getirilmesi mümkün değildir. Yüzlerce general, amiral, subay ve astsubayı yargılanırken her fırsatta hukuka ve mahkemelere saygılı olduğunu ifade eden, bu sebeple davalara müdahil olma hakkı mevcutken bunu kullanmayan, hatta davalar hakkında açıklama yapmayı bile gerekli görmeyen TSK Komuta kademesinin hukuktan anladığı sanırız “vatansever personelinin kumpas yoluyla ordudan atılması karşısında sessiz kalmak”tır.”
Mustafa Güler’in altını çizdiği gibi artık hukuk devleti falan yok. AKP devleti var. Ve bu devlet meşru olmayan bir şiddet gücü ile vatandaşın gırtlağına basıyor. Çok tehlikeli bir süreç bu.


Kaynak: TSK hukuktan azade mi oluyor? - Ümit ÖZDAĞ

http://www.yenicaggazetesi.com.tr/tsk-hukuktan-azade-mi-oluyor-31302yy.htm


..

14 Ağustos 2016 Pazar

MHP'yi Kimler Destekliyormuş?



MHP'yi Kimler Destekliyormuş?







http://www.altayli.net/../Yazarlar/Umit_Ozdag.jpg
MHP'yi Kimler Destekliyormuş?
Prof. Dr. Ümit ÖZDAĞ - 7 Nisan 2011


12 Haziran seçimleri yaklaşırken yine AKP psikolojik savaş mekanizması, MHP’yi karanlık güçlerin ve eski Marksistlerin desteklemeye başladığını ileri sürerek kafa karışıklığı yaratmaya başladılar. Oysa ortada böyle bir şey yok. MHP her siyasi parti gibi bütün seçmenlerin oyuna talip. Hiç kimseye “sen bana oy verme”  demiyor. Geçen seçimlerde AKP, CHP, DSP, DP, Saadet Partisi, BBP ve diğer partilere oy vermiş olan seçmenlerden de oy istiyor. Tabii AKP de aynı şeyi yapıyor. Zaten siyasetin özü yanınızdakileri çoğaltmak ve karşı taraftakileri azaltmaktır. Bunu en başarılı şekilde yapan parti iktidar olur. 2002 ve 2007 seçimlerinde AKP bu konuda en başarılı parti olmuştur. 


12 Haziran seçimleri için en erken seçim beyannamesini yayınlayan parti MHP. Bu beyanname diğer beyannamelerden farklı olarak ağırlıklı bir şekilde ekonomik içerikli somut vaatlerle MHP’nin seçmen önüne çıkması için hazırlanmış. MHP bu seçimler için en erken sahaya inen parti olmak durumda. Devlet Bahçeli, ilçe ilçe Türkiye’yi dolaşıyor. Toplama kalabalıklara değil, doğal seçmen gruplarına büyük küçük grup demeden hitap ediyor. Televizyonlarda çok görülmediği için bu, bugünlerde çok dikkat çekmiyor. Ancak geçtiği yerde iz bırakıyor. 

Medya ise, yandaş medya ve merkez medyanın suni AKP-CHP kavgasına odaklanmış durumda. 

Bir süre sonra MHP televizyonlarda da etkin bir şekilde görülecektir. Bekleyelim görelim. “MHP’yi, bak Marksistler destekliyor” şeklindeki “cambaza bak cambaza” oyununu bir tarafa bırakalım da 22 Temmuz seçimlerinde AKP’yi kimler desteklemiş bir hatırlayalım. 22 Temmuz seçimlerinde ilginçtir, tam bir koro halinde ABD, AB, küresel sermaye, Rum-Yunan-Ermeni cenahı, Barzani-Talabani-PKK zinciri, bir de bunların içerideki muhipleri, AKP’yi desteklemiştir. İşte size birkaç örnek: 

1- Hür ve Kabul Edilmiş Büyük Masonlar Locası’nın üstadı Asım Akin 22 Temmuz’da AKP’yi destekleme emrini Masonlara tebliğ etti. Bu, uluslararası bir talepti. İşte Masonların gerekçelerini şu şekilde açıkladı:  “ Şayet AKP’nin önü kesilirse, sıcak para ülkeyi terk eder ve ekonomik kriz gündeme gelir.” 

2- Türkiye Ermenileri Patriği II. Mesrob, 22 Temmuz seçimlerinde AKP’yi destekleyeceklerini açıkladı. Patrik, Tayyip Erdoğan hükümetinin kendilerine karşı yakın davrandığını ve bu nedenle de seçimlerde AKP’ye oy vereceklerini söyledi. Patrik,  “ Dürüst olmak gerekirse, Biz Ermeniler, AKP’yi CHP muhalefetine tercih ediyoruz. AKP, azınlıklara karşı daha az milliyetçi bir tutum sergiliyor. Erdoğan hükümeti bizim taleplerimize karşı çok açık ” dedi. 

3- Fransız Le Monde gazetesinde yayımlanan bir söyleşide “ Türkiye’de seçimlerden sonra Ankara ile diyaloğun daha zor olacağını düşünüyor musunuz? ”  sorusuna ise Barzani’nin yanıtı şöyle oldu: ’ Eğer aşırı güçler ve milliyetçiler iktidara gelirse diyalog ihtimali kalacağını sanmıyorum. Eğer şu an iktidarda olan AKP seçimleri kazanırsa, diyaloğa daha açık olacağı düşüncesindeyim.

4- Yunan Eleftrotipia gazetesi muhabiri Angeliki Spanou, Yunan hükümetinin AKP’yi açık şekilde desteklediğini ve bunda başlıca etkenin AB politikaları olduğunu söyledi. Yunanistan’nın “ Güçlü ve istikrarlı bir AKP Hükümeti olmazsa Türkiye’nin AB perspektifinin duracağı” görüşünde olduğunu kaydeden Spanou, “Yunan bakış açısına göre AKP’nin zaferi, derin devletin yenilgisi olacak ” dedi. 
Bütün bu destekler AKP’ye oy veren seçmenlerin desteklerini gayri meşru hale getirir mi? Tabii ki hayır. O zaman bırakın MHP’yi kimin desteklediğini, siz halkın desteğini MHP gibi almak için meşru mücadele verin. 

Siyaset dışı yollara sapmayın.

Kaynak:

  MHP’yi kimler destekliyormuş? - Ümit ÖZDAĞ


4 Ağustos 2016 Perşembe

RAKKA OPERASYONUNDA İSE NİHAİ HEDEF İSKENDERUN’DUR!





 RAKKA OPERASYONUNDA İSE NİHAİ HEDEF İSKENDERUN’DUR! 



26 Mayıs 2016

ABD, Suriye Demokratik Güçleri (SDG) adı verilen, aslında neredeyse tamamı bölücü terör örgütünün Suriye kolu olan PYD tarafından meydana gelen güçlerle bir operasyon başlattı (24 Mayıs 2016). Türkiye’nin ısrarla terör örgütü olarak tanınmasını istemesine rağmen ABD “hayır değildir, PYD bizim kara gücümüzdür” diyerek işbirliği yaptı ve bunu yaparken de Türk kamuoyunun tepkilerini azaltmak için adını SDG olarak değiştirdiler.
24 Mayıs’ta başlayan operasyon Rakka’ya yapılıyor görünmektedir fakat asıl hedef neresi ona bakmak ve neler olabileceği üzerinde düşünmek gerekmektedir. Çünkü 2011’den bu yana iç savaşın yaşandığı Suriye’de yeni bir sürece girilmektedir. Cumhurbaşkanının “Suriye’de butik devlet kurulmak isteniyor[1]” sözünün üzerinden sekiz ay gibi kısa bir zaman geçmiş ve gidişat bir Kürt devleti / özerk bölgesine doğrudur. Bu hedef için Fırat Nehrinin batısına geçmek mecburidir. Ve Fırat’ın batısında, denize ulaşmak için aşılması gerekecek tek engel Türkiye vardır yani asıl hedef Türkiye’dir, İskenderun Körfezidir.
Nasıl mı? Gelin önce haritaya bir bakalım…

Suriye
Fırat, üzerinde yapılmış olan barajlar dolayısıyla Suriye coğrafyasını geçilmesi çok zor bir şekilde ikiye bölmektedir. Harita incelendiğinde, üzerinde Rakka köprüsü, Tabka barajı (Caber Kalesi, Süleyman Şah’ın ilk türbesinin bulunduğu yer), Teşrin barajı, Karakozak köprüsü (eski Süleyman Şah Saygı Karakolu yeri yanı, yıkıldı) geçişleri ile hemen Türkiye Sınırının alt tarafındaki iki köprü bulunmaktadır.
Türkiye baraj kapaklarını açtığında su basan köprüler güvenli değildir. Süleyman Şah Türbesi bir gece operasyonu ile geri çekilip önce IŞİD’e terk edilen ve sonra PYD tarafından ele geçirilirken Karakozak köprüsü de çekilirken IŞİD tarafından havaya uçurulmuştur. (Bu arada çok başarılı bir operasyon olarak sunularak, eskiden Bayrağımızın dalgalandığı Saygı Karakolundan nasıl ricat edildiği ile bu çekilmenin sonuçları ayrı bir bahis konusudur ve tarih bunun hükmünü mutlaka verecektir.)

Geriye üç geçiş noktası kalmaktadır. Birisi Teşrin Barajı ki Aralık 2015’de PYD tarafından IŞİD’den alınmıştı. İkincisi Tabka Barajı ve üçüncüsü de Rakka’daki köprüdür. Operasyonun başlangıcında ABD Teşrin Barajına askeri güç göndermiş ve güvenliğini takviye etmiştir. Rakka Köprüsü ile Rakka’nın hemen yukarısındaki Tabka barajı için de operasyon başlamıştır.

***
Şimdi filmi çok kısa bir geçmişe sardıralım ve Cumhurbaşkanının ABD ziyareti öncesine dönelim.

Cumhurbaşkanı Nükleer Güvenlik Zirvesi için 29 Mart – 1 Nisan tarihleri arasında ABD’de olacaktır ve basında, Obama’nın programının yoğunluğu sebebiyle ile sadece Zirve sırasında ayaküstü görüşme olacağına dair haberler yer almıştır.
28 Mart sabah saatlerinde basına The Times Gazetesi kaynaklı bir haber düşer. Haberde: “ABD’nin ‘IŞİD militanlarının geçişine engel olmak için’ Türkiye’nin Suriye’de sınıra yakın IŞİD kontrolündeki Menbic’le arasındaki yolları kapatmasını istediğini ve Washington’ın o bölgeye Suriyeli Kürtlerin yerleşmesinden yana olduğunu yazdı.” Denilmektedir. (Odatv, 28 Mart 2016[2])
Yazı, “The Times gazetesine konuşan ABD’nin IŞİD’le mücadele koalisyonu özel temsilcisi Brett McGurk de Dabık için ‘Burası onların kalbi, orayı kuvvetlendiriyorlar’“ diye devam etmekte ve “Türk hükümeti hala ABD’nin Suriye’nin kuzeyinde uçuşa yasak bölge oluşturulması için ısrar ediyor. ABD Başkanı Obama da bununla ilgili tüm önerileri reddetti. Menbic Boşluğu’yla ilgili anlaşmaya varılana kadar Amerika’nın yabancı savaşçıların geçişini havadan gözetlemek dışında başka alternatifi yok.” Cümleleri ile bitmektedir. Tam bir beyzbol sopası daha değil mi?

Membiç Boşluğu diye isimlendirdikleri 98 km’lik yolu isteyen ABD, bu yolun 40 km’lik bölümünde Dabık kenti de var diyor yani istediği yol doğu – batı istikametindedir. Başka bir ifadeyle Suriye’nin Türkiye sınırına paralel olan bölgesinin, PYD’nin elinde olan Afrin ile Fırat’ın doğusundaki Ayn el Arap’ın (Kobani) birleştirilme operasyonunun bir parçasıdır. Arada bir Azez kalıyor o da kimseye bırakılamaz tabii. Çünkü Azez, Kilis’in hemen karşısında ve sınıra 8-10 km yakınlıktadır. Şimdi yerçekimi etkisi ile(!) Kilis’e düşen bombaların sebebi daha bir netlik kazanmaktadır

Membiç’in boşluk değil bilakis dopdolu bir hat olduğu ne kadar açık değil mi?
Bu haberin çıktığının ertErdoğan Biden 1esi günü, Erdoğan ABD seyahatine çıkmıştır ve ziyaret başladıktan sonra da Erdoğan – Obama görüşmesi hakkındaki bilgi Nükleer Güvenlik Zirvesinde olacağına dairdir, ta ki Erdoğan Joe Biden görüşmesine kadar. Otelde yapılan görüşme sonrasında Erdoğan – Obama buluşmasının Beyaz Saray’a alındığı haberi çıkar. (1 Nisan 2016 Hürriyet Gazetesi[3])
Gelişmelere bakıldığında önce Büyükelçilik’te ABD Dış İşleri Bakanını kabul edilmiş, 45 dakikalık kabulden sonra arkasından Başkan Yardımcısı Biden ile görüşme yapılmıştır. Bu görüşmede iki tarafın istihbarat başkanları, dış işleri yetkilileri ve özellikle özel temsilci Brett McGurk’da bulunmuştur. 2,5 saat süren bu toplantının sonuçlarından birisi de Beyaz Saray görüşmesi olmuştur.

Diplomatik teamüller içerisinde pek görülmeyen şekilde ziyaretin ortasındaki programı değiştirmek için nasıl bir sebep vardı denildiğinde cevap olarak: “Suriye – Türkiye sınırında IŞİD’in elinde kalan 98 km’lik hattın alınması ve Türkiye’nin de buna destek olması[4]” cümleleri göze çarpmaktadır.

ABD yetkililerinin Cumhurbaşkanının ziyaretinin hemen sonrasında Ankara’ya gelmiş olmaları[5] teknik konular olması hasebiyle değerlendirme dışıdır; çünkü siyaset kararını vermiştir ve operasyona razı olmayanları da yerçekiminden bir türlü kurtulamayan bombalar etkileyecektir. Tıpkı Cumhurbaşkanının Şili Seyahatinde açıkladığı[6] (2 Şubat 2016) Hazar Denizinden fırlatılan Rus füzelerinden birisinin yolunu şaşırıp topraklarımıza düşmesi (7 Ekim 2015) ama tesadüfen(!) patlamaması gibi… Tıpkı Ekim 2014’de olduğu gibi “Kobani düştü düşecek”ten, teröristlerin Türk polisi eskortluğunda, sevinç çığlıkları atılarak ve bölücü örgüt paçavraları sallanarak Ayn el Arap’a yardıma gitmeleri gibi…

***
Amanos-Afrin“Ne olacak efendim, sınırlarımızın öbür tarafı bize ne” denilebilir. Ama bu doğru değildir. Gelin şimdi de 19 Mayıs 2016 tarihli Yeni Şafak gazetesinin manşetine bir göz atalım. Gazete “Yeni Terör Hattı: Afrin – Amanos” manşetiyle[7] çıkmıştır. Türkiyemiz gibi terörden bunalmış ve etrafı yanmakta olan bir ülke için sıradan bir haber gibi gösterilmektedir.

Gazete, “Hatay – Hassa üzerinden Amanoslara çıkan teröristlerin oradan Afrin’e geçtiklerini” yazmaktadır. O bölgeyi bilenler “yahu arkadaş, adamlar Afrin’e geçecekse niçin dağa çıksınlar ki? Amanoslar gibi sarp ve çetin bir arazide ne işleri var?” diyeceklerdir. Bölgeyi bilmeyenler de hemen haritaya bakmalıdırlar. Amanoslar Hassa’nın batısında, Afrin (Suriye) doğusunda kalmaktadır. Bu dağ silsilesi Akdeniz ile Amik (Hatay) Ovasını birbirinden ayırır. En yüksek yeri de Hassa yakınlarındaki 2262 m yüksekliğindeki Mığır (Bozdağ) Tepesi’dir (Wikipedia).

Eğer teröristler gerçekten gazetede yazıldığı gibi, “Suriye sınırındaki artan güvenlik sebebiyle Afrin’e geçmek için” Hassa’ya geliyorlarsa dağa çıkmadan, doğrudan Suriye’ye geçebilecek çok ama çok fazla yerleri vardır.

Amanoslar Dağları, uzun zamandan beri terörist faaliyetlerin yapıldığı ve birçok şehit verdiğimiz çok önemli bir coğrafyadır. Akdeniz’in en önemli körfezlerinden birisi olan İskenderun bu dağların eteğindedir. Buradaki faaliyetler, Suriye’nin kuzeyinde kurulmak istenen(!) Kürt devleti / özerk bölgesi için denize çıkış sahasıdır. Yani Ortadoğu için canlandığı(!) yazılmaya başlanan Sykes – Picot ruhu İskenderun üzerinde dolaşmaya başlamıştır.

Şimdiye kadar çok yanlış yönetilen uzak ve yakın komşularımızla olan ilişkilerimizde, her yönüyle Türkiye’yi çok yakından ilgilendiren bu yeni dönemde de, eskisine benzer şekilde ideolojik yaklaşımlar tercihleri belirlememelidir. Tarih ve akıl ile millî menfaatler kılavuzumuz olmalıdır. Aksi takdirde bu gidiş, Kıbrıs’taki müzakerelerle beraber değerlendirildiğinde Akdeniz’e çıkamaz olma ve bin yılda kazanılmış olanları 15 yılda verme istikametindedir.







..

3 Ağustos 2016 Çarşamba

ZAMAN GAZETESİ'NDEKİ DEĞİŞİM



ZAMAN GAZETESİ'NDEKİ DEĞİŞİM 



(Öncesi ve Sonrası)

Sn. Fethullah Gülen ve çevresi, 1995 yılından itibaren "Diyalog ve Hoşgörü" adı altında yürütülen yeni bir sürece dahil olmuşlardır. Bu süreçle birlikte Fethullah Gülen'in ve çevresinin söylemlerinde ve eylemlerinde radikal bir dönüşüm söz 
konusu olmuştur. Bu dönüşüm sürecini Zaman Gazetesi'nin manşetlerinden izlemek mümkündür.

İsterseniz dönüşümü belgeleyen Zaman manşetlerine şöyle bir göz atalım:

* * *

DEĞİŞİM ÖNCESİ :

"Papa yine sahnede... 
(Zaman, 22 Nisan 1990).

"Vatikan ve İngiltere Tarsus'u ABD Patrikhane'yi Merkez yapmak istiyor". 
(Zaman, 17 Haziran 1990).

"Patrikhane entrika peşinde ... İstanbul'a gelen Yunan milletvekilleri hezeyan kustu: "Patrikhane İstanbul'da mahpusmuş". 
(Zaman, 18 Haziran 1991).

"Hıristiyan teşkilatlarının Müslümanlara yönelik çalışmaları endişe ile takıp ediliyor. İslam Dünyası'nda Hıristiyanlık atağı". 
(Zaman, 31 Ekim 1991).

"...Bizans Hayali: "Bir yıl önce kararlaştırılan ve adım adım hayata geçirilen bu plana göre;
l- Ortodoks dinine mensup Sırp milletinin devleti olan Sırbistan kurulacak. 
2- Hıristiyan halkların tarihlerinin, törenlerinin tanınmaları için yoğun faaliyetler yapılacak. 
3- Son olarak güçlü bir Ortodoks-Hıristiyan ittifakı ile başkentin İstanbul olacağı... Büyük Bizans İmparatorluğu kurulacak". 
(Zaman, Ekim 1991).

"PKK Hıristiyan işbirliği..." 
(Zaman, 25 Şubat 1992).

"Maddi vaatlerle diyalog kurdukları çocukların beyinlerini yıkamaya çalışıyorlar". 
"İşte misyonerlerin merkezi". 
(Zaman, 24 Temmuz 1992).

"Kiliseden sinsi tuzak; îslamî değerlere saygılı görünerek Müslümanlara Hıristiyanlığı anlatacaklar..." 
(Zaman, 9 Haziran 1993).

"Patriğin Cihan rüyası: Gazetemizin sempozyumu izlemesine yasak getiren Fener Rum Ortodoks Patriği Bartholomeos; 
"Rum Fener Patrikhanesi ekümeniktir dedi" 
(Zaman, 25 Eylül 1995).

"Çift başlı kartal bulunan Bizans bayrakları ile süslenen Patmos Adası'ndaki kutlamalarda, Patrik Bartholomeos, Sırp Ortodoksları temsilcisi Eirineos'a plaket verdi". 
(Zaman, 27 Eylül 1995).

"Patrikhane Lozan'ı zorluyor. Bartholomeos ve beraberindeki 13 patrik Türnepa Yön. Kur. Başkanı Rahmi Koç"un verdiği yemeğe katıldı".
(Zaman, 22 Eylül 1995).


DEĞİŞİM SONRASI :

"Vatikan'dan sıcak mesaj... 
(Zaman/17 Nisan 1996).

"Patrik Bartholomoes ve F. Gülen Hocaefendi toplumsal barışın önemini vurgulayan konuşmalar yaptılar". 
(Zaman, Ekim 1996).

"Medeniyetler arası diyalog için ilk adım; Fener Rum Patriği Bartholomoes konuşmasının ardından, F. Gülen'e bir hediye takdim etti". 
(Zaman, 2 Ekim 1996).

"Vatikan'da uzlaşma zirvesi". 
(Zaman, 9 Şubat 1998).

"F. Gülen Hocaefendi, İslam ve Hıristiyan dünyasını temsilen "Dinlerarası Diyalog" çerçevesinde Papa 2. Jean Paul ile yarım saat görüştü". Bartholomoes: "Bol ürün bekliyoruz". 
(Zaman, 10 Şubat 1998).

"Yunanistan'dan gelen 45 delegenin iştirak ettiği toplantıya Fener Rum Ortodoks Patriği Bartholomoes de katıldı.Patrikten hoşgörü mesajı". 
(Zaman, 19 Şubat 1998).

"Ehl~i Kitap iftarda. İftara Rum Ortodoks Patriği Bartholomoes'un yanı sıra, Ermeni Ortodoks Patriği Mutafyan, İstanbul Musevi Hahambaşısı David Aseo... katıldı." 
(Zaman, 24 Aralık 1998).

"F. Gülen'in başlattığı diyalog çalışmaları sürüyor. Gülen önceki gün İstanbul'da Yahudi Örgütleri Başkanları Konferans Heyetini kabul etti". 
(Zaman 10 Mart 1998).

"F. Gülen ile Papa görüşmesi önemli bir olaydır". 
(Zaman, 12 Nisan 1998).

"Zaman'a özel açıklamalarda bulunan Protestan Kiliseleri Birliği İslam Dünyası ile İlişkiler Başkanı..." 
(Zaman, 30 Kasım 1998).

"Harran'da Semavi Dinleri bir araya getirecek İlahiyat Okulu açılmasının, hoşgörü ve uzlaşmaya katkı sağlayacağı vurgulandı". 
(Zaman, 15 Şubat 1998).


* * *

Dönüşüm yalnızca Zaman gazetesinde değildi elbette; Zaman camiasında da topyekün bir değişim yaşanıyordu.

Prof. Dr. Haydar Baş Bey, Fethullah Gülen'e bir mektup yazarak bu dönüşüm sürecinin vahametine dikkat çekmiş, Müslüman ca ve kardeşçe uyarmıştı. İlginçtir Fethullah Gülen, Prof. Dr. Haydar Baş Bey'in mektubundan kısa bir süre sonra Papa'yı ziyaret ederek dönüşüm sürecini çok daha aşın bir noktaya taşımıştır. Prof. Dr. Haydar Baş Bey'in mektubundaki uyarıların ne kadar haklı ve önemli olduğu Fethullah Gülen'in bu ziyaretinden sonra daha iyi anlaşılmıştır. Çünkü Alemlere Rahmet Hazreti Muhammed(as)'in Hıristiyanlar! İslam'a çağıran mektuplarındaki üslubun aksine Fethullah Gülen söz konusu mektubunda, PCID (Dilerarası Diyalog İçin Papalık Konseyi/in misyonunun bir parçası olmaya söz vermektedir. Elbette bütün bunlar sözde kalmadı; ziyaretin ardından Fethullah Gülen ve çevresinin söylemlerinde ve eylemlerinde 1995'teki değişimin 
yönünde yeni bir kırılma yaşandı.

Biz burada önce Prof. Dr. Haydar Baş Bey'in tarihî mektubuna, ardından da Fethullah Gülen'in değişimini yansıtan Papa'ya yazdığı mektuba yer vereceğiz. Diyalogculann çarpıttığı ayetlerden bazılarının değişik tefsirlerdeki manalarına değineceğiz. Bir karşılaştırma yapılsın diye Alemlere Rahmet Hazret-i Muhammed'in Hıristiyanlara ve diğer gayr-i müslimlere yazdığı mektuplara da en sonunda genişçe yer vereceğiz.

http://dinlerarasidiyalog.blogcu.com/zaman-gazetesi-ndeki-degisim-oncesi-ve-sonrasi/1554972

****


Küresel Askeri Darbe Stratejisi



Küresel Askeri Darbe Stratejisi


Yazan Manlio Dinucci.,
VOLTAİRE İLETİŞİM AĞI 
ROMA (İTALYA)  
25 MAYIS 2016 

ABD, her ne kadar Barack Obama yönetimi boyunca askeri imkanlarını kullanmada tasarruf yapmış olsa da, dünyadaki sorunlara askeri olarak müdahale etmekten çok da vazgeçmiş görünmüyor. Kendilerine dünyanın hemen hemen her yerine müdahale etme imkanı veren, aynı zamanda hem açık, hem de gizli olan yaygın bir sisteme sahipler; en küçük fırsatta bu 
sistemi harekete geçirmekten çekinmiyorlar.

Kosova’dan Libya ve Suriye’ye, Irak’tan Afganistan’a, Ukrayna’dan Brezilya ve Venezüella’ya, coğrafi, tarihi ve kültürel olarak birbirinden uzak toplumlar arasında ne gibi bir ilişki olabilir? Aralarındaki bağlantı, Pentagon’un « Coğrafyasının » Sembolize ettiği ABD’nin küresel stratejisinin kurbanı olmalarıdır. Bütün dünya, ABD’nin altı « birleşik muharip komutanlıklarından » her birine ayrılan « sorumluluk sahalarına » bölünmüş durumdadır: 

- Kuzey Komutanlığı (NorthCom) Kuzey Amerika’yı, 
- Güney Komutanlığı (SouthCom) Güney Amerika’yı, 
- Avrupa Komutanlığı (EuCom) Avrupa Birliği ve Rusya’yı kapsayan bölgeyi, 
- Afrika Komutanlığı (AfriCom) Afrika kıtasını, 
- Merkez Komutanlığı (CentCom) Ortadoğu ve Asya, 
- ve nihayet Pasifik Komutanlığı (PaCom) Asya-Pasifik bölgesini kapsamaktadır.

Bu altı Coğrafi komutanlığa dünya ölçeğinde görev yapan 3 Komutanlık daha eklenmektedir: 

- Nükleer kuvvetlerden sorumlu Stratejik Komutanlık (StratCom),
- Özel Harekatlardan sorumlu Komutanlık (SoCom), 
- Nakliyeden sorumlu Komutanlık (TransCom).




Avrupa Komutanlığının başında, otomatik olarak aynı zamanda Avrupa’daki müttefik Yüksek Komutanlığı görevini de üstlenen,ABD Başkanı tarafından atanan bir general ya da amiral bulunmaktadır. Pentagon’un komuta zincirine NATO da dahil edilmiştir, yani İttifak, temel olarak ABD stratejisine göre hareket etmektedir. Bu strateji, bugün hala dünyanın en büyük gücü olmasına karşın yeni devletsel ya da toplumsal öznelerin gelişmesi karşısında alan kaybeden ABD’nin çıkarlarını tehdit eden tüm Devlet ya da politik/toplumsal hareketlerin imhasını gerektirmektedir.

Bu strateji, açık savaştan –bakınız Yugoslavya, Afganistan, Irak ve Libya’da gerçekleştirilen hava, deniz ve kara saldırıları ve bu ülkelerde olduğu kadar son olarak Suriye’de ve Ukrayna’da yürütülen gizli operasyonlara kadar çeşitli araçlardan faydalanmaktadır. Pentagon bu operasyonlar için, « dünya ölçeğinde her gün 80’den fazla ülkede faaliyet gösteren » yaklaşık 70 000 uzmandan oluşan özel kuvvetlere sahiptir. Bunun dışında paralı askerlerden oluşan bir gizli orduyu da kullanmaktadır: Foreign Policy’nin belgelediğine göre [1] Pentagon’un Afganistan’daki paralı askerlerinin sayısı yaklaşık olarak 29 000’dir ki bu da her bir ABD askeri için üç; Irak’ta ise yaklaşık 8 000’dir, yani her bir ABD askeri için iki paralı asker anlamına gelmektedir.





Pentagon’un paralı askerlerine, CIA’den başka on beş federal ajanstan oluşan devasa İstihbarat Teşkilatı da eklenmektedir. Paralı askerler iki açıdan faydalıdırlar: ABD’ye İsnat edilmeksizin öldürebilir ve işkence edebilirler ve öldükleri zaman ise İsimleri Ölüm listelerinde yer almaz. Bundan başka Pentagon ve istihbarat servisleri, Libya ve Suriye’de içeriden saldırmak için kullanılan İslamcı gruplar ve Ukrayna’daki askeri darbede kullanılan Neo-Naziler gibi, bizzat silahlandırıp eğittikleri gruplara da sahiptirler.

Aynı stratejinin bir başka aracı da, devasa imkanlara sahip olan, « yurttaş haklarını savunma » adına iç istikrarsızlıklar çıkarmaya yönelik eylemlerde CIA ve ABD Dışişleri Bakanlığı tarafından kullanılan şu « sivil toplum kuruluşları »dır. 
Aynı çerçeveye –hakim Ferdinando İmposimato’nun İtalya’daki [2] « gerilim ve katliam stratejisinin sorumlularından biri » olarak suçladığı Bilderberg grubunun [3] ve « Renkli Devrimlerin » Mimarı « Yatırımcı ve iyiliksever George Soros »’un Open Society’sinin [4] eylemleri de girmektedir.

Bugün Washington’un darbeci stratejisinin odak noktasında, BRİCS ülkelerini içeriden zayıflatmak için Brezilya ve Latin Amerika İçin Bolivarcı İttifak (ALBA)’ı mayınlamak için ise Venezüella bulunmaktadır. Venezüella’yı istikrarsızlaştırmak için yakın zamanda ortaya çıkan bir belgede bizzat Güney Komutanlığının itiraf ettiği gibi [5]- « Ölçülü Silahlı şiddetin kullanımıyla birlikte sokak eylemlerini bir arada yürütme imkanı veren bir gerilim Senaryosunu » Kışkırtmak gerekir.

Kaynak;

[1] “Mercenaries Are the Silent Majority of Obama’s Military”, Micah Zenko, Foreign Policy, 18 Mayıs 2016.

[2] « Terrorisme : le juge Imposimato accuse le Bilderberg », Réseau Voltaire, 30 Ocak 2013.

[3] « Ce que vous ignorez sur le Groupe de Bilderberg », par Thierry Meyssan, Komsomolskaïa Pravda (Russie) , Réseau Voltaire, 9 Nisan 2011.

[4] « George Soros, spéculateur et philanthrope », Réseau Voltaire, 15 Ocak 2004.

[5] «Operación Venezuela Freedom-2», Red Voltaire , 22 Mayıs 2016..



http://www.voltairenet.org/article191946.html

****

2 Ağustos 2016 Salı

DEMOGRAFİK DEĞİŞİMLER DOĞRULTUSUNDA DİNİ KUTUPLAŞMA VE SİYASİ ETKİSİ








DEMOGRAFİK DEĞİŞİMLER DOĞRULTUSUNDA DİNİ KUTUPLAŞMA VE SİYASİ ETKİSİ 



AVRASYA İNCELEMELERİ MERKEZİ 
CENTER FOR EURASIAN STUDIES 
AVİM 
15.07.2016 


Pew Araştırma Merkezinin yapmış olduğu araştırmaya göre, 2050 yılında dünyanın demografik yapısı günümüze oranla oldukça değişiklik gösterecektir. Yapılan araştırma, kendini hiçbir dini grubun içinde sınıflandırmayan insan sayısının diğer gruplara oranla azalacağı, Müslüman ve Hristiyan sayısının ise neredeyse eşitleneceği görüşündedir.[1] 
Bu sebeple şayet, demografik değişimler tahmin edildiği şekilde ilerlerse, 2050 yılına gelindiğinde dünyada baskın din olarak Hristiyanlığın ve Müslümanlığın olduğu çift kutuplu bir düzen olacaktır. 
Bu demografik değişimler doğrultusunda, özellikle Hristiyan din adamlarının yaptıkları açıklamalar, bu olası değişimin Hristiyan dünyasını kendi içinde birleşmeye ve gerek tarihi gerek siyasi olarak birçok konuda ortak hareket etmeye yönelttiğini göstermektedir. 

Bir başka deyişle, bu değişen demografi karşısında Hristiyan dünyası kendi arasında dayanışma ve bütünleşme arayışı içine girmiştir. Bunun en son ve somut örneklerinden biri, Ortodoks kiliselerinin aralarındaki tartışmaları bir kenara koyabilmesi sonucu, en son 843 yılında İznikte toplanan Ortodoks konsilinin geçtiğimiz haftalarda Girit te toplanmış olmasıdır. 

Pek çok dini doktrin tartışmalarının yanında, bu toplantıda Hristiyan dünyasının birleşmeye gitmesinin gereği ve önemi vurgulanmıştır. Bazı anlaşmazlıklar sebebiyle kendisi toplantıya katılmamış olsa da, Rus Ortodoks Kilisesinin ruhani liderleri 
Patrik Kirilin Bu toplantı ayrımcılık olmaksızın bütün kiliseleri birleştirecek olan rahipler meclisi için bir hazırlıktır[2] beyanatı bu konsilin önemine dikkat çekmektedir. 

Bir başka işbirliği sinyali, yüz yıllardır birbirlerinden ayrı olan Roma Katolik Kilisesi ile önde gelen bir Ortodoks kilisesi olan Rus Ortodoks Kilisesinin ruhani liderleri Papa Fransuva ve Patrik Kirilin bir araya gelmesidir. Yapılan bu toplantı sonrası, iki dini liderin sözleriyle Dindaşlar olarak bir araya gelerek, dünya üzerinde yaşayan Hristiyan halkların çekmiş oldukları sıkıntılar ve insanlığın geleceği hakkındaki can alıcı konular[3] ele alınmıştır. 

Bir başka deyişle, bu toplantı sonrasında iki lider ortak bir bildiri ile hem günümüz siyasetini değerlendirerek farklı coğrafyalarda yaşayan Hristiyan azınlıkların çektiği sıkıntılara dikkat çekmiş, hem de yüz yıllardır fikir ayrılıkları yaşayan bu iki önemli kilisenin belli başlı konularda ortak hareket etmesine karar vermiştir. Tüm bunlara ek olarak, bu bildiride insani zaafların ve günahların sebep olduğu [Hristiyan] birliğinin yitirilişinden ötürü hissedilen kederden bahsedilerek, Hristiyanlar arasında dayanışmanın gerekliliği ve önemi vurgulanmıştır. Özetleyecek olursak, iki dini liderin yapmış olduğu açıklamalardan da anlaşıldığı üzere, yüz yıllardır birbiri ile ayrı düşen Hristiyan dünyası birleşmeye çalışmaktadır. 

Ayrıca iki lider arasında gerçekleştirilen bu toplantının yanında, Roma Katolik Kilisesinin ruhani lideri Papa Fransuva, göreve geldiğinden beri, kendi düşüncesine göre sorunlar ve kötülüklerle baş edemeyen Hristiyan dünyasını birleştirmeye yönelik farklı çalışmalar da yapmaktadır. Örneğin, Papa Fransuvanın 24-26 Haziran tarihleri arasında Ermenistana yapmış olduğu 
ziyaret bu bağlamda oldukça önemlidir, çünkü Papa Fransuva Ermenistan ziyareti sırasında ekümenizmi sağlama isteği doğrultusunda Ermeni Apolistik Kilisesinin ruhani lideri ile birlikte ortak açıklamalar yapmıştır. 

Yapılan açıklamaya göre, iki lider de Hristiyan dünyasında bazı bölünmeler olmasına rağmen dindaşlar olarak iki kilise arasındaki ilişkilerin giderek geliştirileceği ve sonrasında da tam anlamı ile bir ortaklığa gidileceği yönünde beyanatta bulunmuştur.[4] Yakın geçmişte Papa Fransuvanın İstanbul Rum Ortodoks Patrikhanesinin ruhani lideri I. Bartholomeosla yaptığı görüşmede de benzer dayanışma mesajları verilmiştir. 

Dünyanın en büyük Hristiyan kiliseler birliği olan ve Roma Katolik Kilisesinin de gözlemci olarak katıldığı Dünya Kiliseler Konseyinin ise zaten kuruluş amacı ekünemizmi (Hristiyan dayanışması ve birliği) sağlamaktır. Yaptıkları tüm çalışmalar, Hristiyan kiliseler arasında daha etkin işbirliğine sağmaya ve aralarındaki anlaşmazlıkları gidermeye yöneliktir. 

Tüm bunlar, Hristiyan dünyasının aralarındaki ayrılığa son vermek adına birleşme çalışmalarına yöneldiğini göstermektedir. 

Bu birleşmenin ana hedefi, 2050 yılına gelindiğinde Hristiyan dünyasının tek bir blok halinde hareket etmesinin zeminini hazırlayabilmektir. Günümüzde sayısal olarak en fazla nüfusa sahip olan Hristiyanlığın yüz yıllardır kendi içinde süren ayrılığa dur demek üzere girişimlere hız vermesinde kuşkusuz 2050 yılı demografik gelişmeler öngörüsü rol oynamaktadır. 

Ancak, karşılıklı çıkarlar doğrultusunda yapılan bazı açıklamalar, bir yandan da güncel siyasete olan etkisi bakımından tartışmaya sebebiyet verebilecek niteliktedir. Bunun önemli bir örneği Türkiye ile ilgidir. Ekümenizm doğrultusun da Hristiyan dünyası ezilen halklar ve birleşmenin gerekliliği ve öneminden bahsederken, tercih edilen yöntemlerden bir tanesi maalesef Türkiyeyi adeta taciz yönünde gelişmiştir. Çeşitli kiliseler ve birlikleri 1915 olayları ile ilgili olan soykırım söylemlerine sorgusuz sualsiz başvurur hale gelmiştir. 

Bu konuda en çarpıcı faaliyetler Papa Fransuva ve Dünya Kiliseler Konseyine aittir. Dünya Kiliseler Konseyi 1915 olayları ile ilgili soykırım söylemini öne çıkaran beyanatlar yayınlamıştır. Beyanatların bir tanesinde, Dünya Kiliseler konseyi 1915 olayları için soykırım kelimesinin kullanılmasını doğru bulduğunu ve Ermenileri bu doğrultuda destekleyeceğini vurgulamıştır. 

Ayrıca, Dünya Kiliseler Konseyi, 1983 yılından bu yana sözde Ermeni soykırımının tanınması ve tanıtılması için çeşitli faaliyetlerde bulunmuş ve Perinçek-İsviçre davasının sonucu ile ilgili hoşnutsuzluğunu da dile getirmiştir.[5] 

Dünya Kiliseler Konseyinin açıklamalarının yanında Papa Fransuva da yaptığı çeşitli açıklamalarla soykırım söyleminin ortaya attığı yanlış bilgileri ve klişelerini çeşitli şekillerde tekrarlayarak bu konuda adeta propaganda yapmıştır. 

Buna karşılık olarak Ermeni Apostolik Kilisesi yetkilileri de farklı mezheplere ait olmalarına rağmen, Papa Fransuvayı sevdiklerini ve desteklediklerini açık bir şekilde ifade etmiştir.[6] Buradaki önemli durum, Hristiyanların aralarındaki yüz 
yıllardır süren bu ayrılığa dur demek ve tüm inananları birleştirmek doğrultusu nda yaptıkları çalışmaların ve tarihi ve siyasi açıklamaların bir kısmı, Müslümanlar, özellikle de Türkler açısından gerek Avrupada gerek de dünyanın farklı yerlerinde ön yargıya sebebiyet verebilecek niteliktedir. 

Özetleyecek olursak, küresel demografik değişimler Pew Araştırma Merkezinin ön gördüğü şekilde ilerlerse, 2050 yılında dünyadaki Müslüman ve Hristiyan sayısı neredeyse eşitlenecektir. 
Bu bağlamda, hem aralarındaki ayrılığı gidermek, hem de bu demografik değişim doğrultusunda birleşmek için işbirliği yapmak adına Hristiyan dünyası çeşitli faaliyetlerde bulunmaktadır. 
Bu durum Hristiyan dünyası için olumlu bir gelişme olsa da, yapılan bazı siyasi ve tarihi açıklamalar ne yazık ki tek taraflı olduğu için yanlış anlaşılmalar ve ön yargılara sebebiyet verecek niteliktedir. Bu durumu daha ayrıntılı bir şekilde ifade edecek olursak, Hristiyan dünyası hem birleşme gayesi, hem de aynı dini inanca ait olmanın gereği olarak elbette ki dünya üzerinde yaşayan Hristiyanların, hem geçmiş hem de günümüzde yaşamış oldukları sıkıntılara değinmesi, bunları çözmeye çalışması anlaşılabilir davranışlardır. Burada ki sorun, Hristiyanların yaşadıkları sorunları aktarılırken Müslümanların geçmişte ve günümüzde yaşadıkları sorunlara değinilmemesi, hatta görmezden gelinmesidir. 

Özellikle de 1915 olayları bu konuda verilebilecek örneklerden birisidir, çünkü gerek Papa Fransuva gerek Dünya Kiliseler Konseyi, Ermenilerin çekmiş oldukları acılara değinirken, o dönem aynı koşullarda Müslümanların da acı çektikleri ve çok ciddi oranlarda hayatlarını kaybettiklerini aynı şekilde vurgulamamaktadır. Ne yazık ki bu tutum da dünyada, özellikle de Avrupa ülkelerinde Türk ve Müslümanlara karşı olan ön yargıyı ve umursamazlığı artırmaktadır. Ayrıca, çağdaş insanlık değerlerini Hıristiyanlıkla özdeşleştirme gayreti içinde olan Hıristiyan kiliselerin, laikliği de dışlayan öğretileri ve Müslümanlığa karşı gelişen karşıtlığa karşı çıkmak bir yana, bundan nemalanma izlenimi vermeleri gelecek için iyimserlik yaratmamaktadır. 


*Resim: bbc.co.uk 

ALINTI ve KAYNAKÇA;

[1] Pew Research Center, The Future Of World Religions: Population Growth Projections, 2010-2050. 
[2] BBC News, Orthodox Churches Council Opens On Crete Despite Russias Absence, 
http://www.bbc.com/news/world-europe-36569416 
[3] Mehmet Oğuzhan Tulun, Papa Fransuva Ve Patrik Kirilin Ortak Bildirisi ile ilgili Bir Değerlendirme, 
http://avim.org.tr/tr/Yorum/PAPA-FRANSUVA-VE-PATRIK-KIRIL-IN-ORTAK-BILDIRISIILE ILGILI BIR DEĞERLENDİRME,
[4] Mehmet Oğuzhan Tulun, Papa Fransuva Ve Patrik Kirilin Ortak Bildirisi ile ilgili Bir Değerlendirme. 
[5] Mehmet Oğuzhan Tulun, Ermeni Sorunu Kilise Tarafından Dini ve Etnik Düşmanlığı Körüklemeye Alet Ediliyor, http://avim.org.tr/tr/Yorum/ERMENI-SORUNU-KILISE-TARAFINDAN-DINIVE-
ETNIK-DUSMANLIGI-KORUKLEMEYE-ALET-EDILIYOR 
[6] Oliver Maskan, ACN News, We Armenians, no matter whether Catholic or Orthodox, love the pope, 
http://members4.boardhost.com/acnaus/msg/1465183780.html 
Kaynak/Source: http://avim.org.tr/tr/Yorum/DEMOGRAFIK-DEGISIMLER-DOGRULTUSUNDA-DINIKUTUPLASMA-VE-SIYASI-ETKISI



****