28 Kasım 2018 Çarşamba

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Kerkük Ziyareti Üzerinden Türkmen Stratejileri.,

Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun Kerkük Ziyareti Üzerinden Türkmen Stratejileri.,



Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu, 1 Ağustos 2012’de Suriye’nin kuzeyinde yaşanan olayları görüşmek üzere önce Erbil’e gitmiş ve Bölgesel Kürt Yönetimi’nin lideri Mesut Barzani ile uzun bir görüşme yapmıştır. Aynı gün Erbil Türkmenlerinin iftar yemeğine katılmış ve ardından ertesi gün sürpriz bir şekilde Kerkük’ü ziyaret etmiştir. 

Davutoğlu’nun, 1976’daki dönemin Dışişleri Bakanı İhsan Sabri Çağlayangil’in ziyaretinin ardından Türk yetkililer tarafından yapılan ilk ziyaret olma özelliğini taşımasının yanında son derece kritik bir dönemde yapılmış olması da önemini arttırmaktadır. Diğer taraftan Ahmet Davutoğlu da 7 Ağustos 2012’de Irak Türkmen Cephesi’nden üst düzey bir heyeti ağırlamış ve iftar yemeği vermiştir. Kısa süre içerisindeki karşılıklı bu ziyaretler Türkmen stratejilerini de ön plana çıkarmaktadır. 


Bu yazı da son dönemki gelişmeleri Türkmenler üzerinden değerlendirmeyi ve Türkmen stratejilerini ortaya koymayı amaçlamaktadır.

Buradan hareketle öncelikle Ahmet Davutoğlu’nun Kerkük ziyaretinin detaylarına değinmenin faydası bulunmaktadır. Ahmet Davutoğlu, Kerkük’te önce vilayet yönetimini ziyaret etmiş ve kısa bir görüşme yapmıştır. Ardından Irak Türkmen Cephesi’ni ziyaret eden Davutoğlu burada Irak Türkmen Cephesi yetkilileri ile bir basın açıklaması yapmış ve Türkmenlerin birlik beraberliğinden bahsederek, Kerkük’e fitne düşürmek isteyenlere kardeşlikle karşı çıkılması gerektiği ifadesiyle önemli bir mesaj vermiştir. 


Ayrıca Davutoğlu Türkmenlere Irak Türkmen Cephesi’ne sahip çıkmaları için çağrıda bulunarak, Türkiye’nin Türkmenlere olan desteğinin geçmişte olduğu gibi bugün de var olduğunu ve gelecekte de devam edeceğini vurgulamıştır. Nitekim Davutoğlu’nun Kerkük ziyaretinde bir siyasi parti olarak sadece Irak Türkmen Cephesi’ni ziyaret etmesi, hem diğer etnik ve dini gruplara hem de Türkmenlere verilen bir mesaj niteliği taşımaktadır. Daha açık bir ifade ile bu ziyaret diğer etnik ve dini gruplara Türkmenlerin Türkiye için ayrıcalıklı bir konuma sahip olduğunun işareti olarak değerlendirilebileceği gibi, Türkmenlere de Irak Türkmen Cephesi vurgusu yapılmış olabilir. 


Davutoğlu’nun, bir kısım Türkmenler tarafından eleştirilse de Irak Türkmen Cephesi dışındaki diğer Türkmen partilerini ziyaret etmemesi, Türkiye’nin Irak Türkmen Cephesi’ne desteğini gösterir niteliktedir.

Öte yandan Davutoğlu’nun bu ziyareti, Irak’taki dengelerin yanı sıra özellikle Kerkük’teki siyasal yapıyı da ortaya çıkarır nitelikte olmuştur. 
Zira Davutoğlu’nun Kerkük ziyaret Türkmenler ve Kürtler tarafından olumlu karşılansa da Kerkük’teki Sünni Araplar tarafından oluşturulan Arap Siyasi Kitlesi tarafından çıkarılan bir bildiriyle eleştirilmiştir. Özellikle Haviceli Arapların yer aldığı bu oluşumun son dönemde Irak Başbakanı Nuri El-Maliki ile yakınlaştığı bilinmektedir. 


Bu doğrultuda Maliki’nin de bu ziyareti ağır bir dille eleştirmesinin ardından Arap Siyasi Kitlesi’nin de bu yönde bir bildiri çıkarması dikkat çekmektedir. 
Bu durum Kerkük’te bir kamplaşma olarak yorumlanmaktadır. Yaklaşık son bir yıllık dönemde Kerkük’te Araplar, Türkmenleri kendilerine karşı Kürtlerle ittifak yapmakla suçlamaktadır. Özellikle Mart 2011’de Hasan Turan’ın Kerkük Vilayet Meclisi Başkanı olarak seçilmesinin ardından Araplar, Kerkük vilayet meclisi boykot etmiş ve Türkmenlere karşı bir duruş sergilemeye başlamıştır. Bilindiği gibi 2003’ten sonra Kürt grupların Kerkük’e yönelik baskısı karşısında Türkmenler ve Araplar ortak bir tavır sergilemiş, özellikle uzun süre Kerkük vilayet yönetimi boykot edilmiştir. Ancak son birkaç yıl içerisinde hem Türkiye’nin Kürt gruplarla geliştirdiği ilişkiler, hem Kürt grupların yaklaşımındaki değişim hem de bir Türkmenlerden bir kısmının pragmatik politika üretme çabası Türkmen-Kürt yakınlaşmasını beraberinde getirmiştir. 


Nitekim 2012 yılı başında Irak Türkmen Cephesi Erbil İl Başkanlığını yeniden açarken, KDP’nin 2011 Aralık ayında yaptığı kurultaya Irak Türkmen Cephesi davet edilmiş ve karşılıklı ilişkiler artmıştır.

Bu noktada önümüzdeki dönemde 2013’te yerel seçimler ve 2014’te de genel seçimlerin yapılması planlanan Irak’ta, Türkmenlerin nasıl bir strateji izleyebileceğine yönelik tartışmalar yavaş yavaş gün yüzüne çıkmaya başlamıştır. Zira özellikle Şii Türkmen partilerinin bir araya gelerek seçim hazırlıkları yapmak üzere bir koalisyon oluşturdukları bilinmektedir. Ancak özellikle genel Türkmen stratejisi konusunda bir muğlak olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Irak’ta yerel ve genel seçimlerin yapısı ve sistemi farklı olması dolayısıyla her seçime özgü stratejilerin hazırlanmasının uygun olduğu düşünülmektedir. Bu yüzden pragmatik ve rasyonel bir siyasetin 
hazırlanması ve Türkmenlerin maksimum çıkarının korunması buradaki ilk hedef olarak karşımıza çıkmaktadır. Türkmen daha önceki seçimlerde farklı seçim stratejileri izleseler de ana eksenin Kürt gruplara karşıtlık olduğunu ifade etmek mümkündür. Ancak burada önemli olan faktörün hedef üzerinde dönemsel değişiklik ve konjonktüre uygun politika stratejilerinin hazırlanması olduğu değerlendirilmektedir. Zira 2010 seçimlerinden sonra Irak’taki siyasetin normalleşmeye başladığı ve etnik/dini siyasetin bir nebze olsun ötesine geçilerek, çıkar odaklı siyasetin takip edildiği söylenebilir. Özellikle bir dönem çatışma noktasına gelen Musul’daki Nuceyfi grubu ile Kürtlerin anlaşması buna verilebilecek en iyi örneklerden biridir. Musul Vilayet Yönetimini elinde bulunduran Nuceyfi grubu, Kürt gruplarla anlaşmaları sonucunda Musul’un Kürtlerin hakimiyetindeki bölgelere de etki edebilmektedir. Burada karşılıklı bir “siyasi ticaret”ten bahsetmek mümkündür.


İşte bu siyasetin artık Türkmenler için de var olması gerektiği düşünülmektedir. Artık siyaset bilimi açısından klasik bir söylem haline gelen “siyasette ne sürekli bir dost ne de düşman vardır” cümlesi Irak için hayat bulmaya başlamıştır. Bu yüzden kazanımları maksimize etmek açısından değer ve önceliklerden ödün vermeden politika çizilmesi oldukça önemlidir. Örneğin Türkmenlerin son dönemde Kerkük’te Kürtler ilişkilerindeki normalleşme dikkat çekmektedir. 

Bu normalleşmenin bir ileri aşamaya taşınıp taşınmayacağı Türkmenlerin Kerkük’teki kaderini belirleyebilir. Öncelikle Türkmenlerin Kerkük için ne istediğinin belirlenmesi, uygulanacak stratejilerin açısından önemlidir. Bu noktada, Kerkük’ün hiçbir bölgeye bağlanmaması, Türkmenlerin vilayet yönetiminden eşit pay alması, gasp edilmiş Türkmen mülk ve arazilerinin 
Türkmenlere geri verilmesi gibi kırmızı çizgiler korunarak yapılacak ittifaklar Türkmenlerin çıkarlarını maksimize edecektir. Bu yüzden Türkmenlerin çıkarlarını en üst seviyede koruyacağı ittifakı hesaplaması yerinde olacaktır. Tarihsel travmaların kalıpları içerisinde kalarak siyaset üretmenin artık Türkmenlere fayda sağlamayacağı düşünülmektedir. Bu yüzden milli değerler korunarak, eğer Türkmenlerin çıkarlarını en üst düzeyde sağlayacaksa, Kürt gruplarla bile ittifak düşünülebilir. 


Burada Türkmen siyasetçilerin Kürt gruplarla müzakere yapmasını “Türkmen milletine ihanet” olarak lanse edecek taraflar olabilir. Ancak burada yapılan milliyetçilik olmayacaktır. Çünkü ama “Türkmen milletinin çıkarlarını en üst seviyeye taşımak”tır. Bu yüzden eğer Kürt gruplarla bile ittifak yapmak Türkmenlere fayda sağlayacaksa, örneğin Kerkük’te yapılacak yerel seçimlerde Kürt gruplarla ittifak yapılabilir. Politika çizerken realiteyi de hesaba katmak gerekmektedir. Bozulan denge içerisinde, bunu haksız bir biçimde zorla gerçekleştirmiş olsalar bile Kerkük’teki Kürt grupların ağırlığı aşikardır. Bu durum Kerkük’te yapılacak olası yerel seçimlerde Kürt gruplarla, temel milli değer ve hassasiyetlerden ödün vermeden, yapılacak ittifak Türkmenlere fayda sağlayabilir. Diğer bir seçenek olarak Araplarla yapılacak ittifakın da Türkmenlere ne getireceği iyi hesap edilmelidir. Örneğin Arapların Kerkük vilayet yönetiminde (il hizmet müdürlükleri dahil) hiçbir ağırlığı yoktur. 

Bu yüzden özellikle çoğu Arapların elinde olan Türkmen arazileri konusunda pazarlığa gidilebilir. Hatta Türkmenler daha stratejik davranarak Kürt ve Arap grupların tamamı olmasa bile, en azından bir kısmıyla ortak bir liste çıkararak hareket edebilir. Böylece Arap ve Kürtlerin gücü kırılırken, Türkmenler bundan fayda sağlayabilir. 
Zira bunun olasılığı düşük olsa bile Irak’taki siyasi çekişme içerisinde özellikle Kürt partiler arasında problemler yaşandığı bilinmektedir. Bölgesel Kürt Yönetimi ve Irak merkezi hükümet çekişmesinde, Barzani’nin çok fazla güçlenmesini istemeyen grupların Maliki ile birlikte hareket ettiği söylenmektedir. Buradan hareketle Türkmenlerin de bunu avantaja dönüştürebileceği söylenebilir. Örneğin, Irak Türkmen Cephesi’nin öncülüğünde Türkmenlerin Irak siyasetindeki istikrarsızlık ve boşluğu değerlendirerek parlamentoda Türkmenler için sağladığı kazanımlar son derece önemlidir.

Sonuç olarak Türkmenlerin hedefinin Türkmen ulusal çıkarlarının en üst seviyede elde edilmesi ve korunmasını sağlamak olduğu düşünülmektedir. Bu hedefe hangi gruplarla işbirliği yaparak elde ediliyorsa o grubun seçilmesi önemlidir. Ancak burada tek taraflı cepheleşmelerin Türkmenlere fayda sağlamayacağını da belirtmek gerekmektedir. Bununla birlikte Kürtlerle olduğu gibi tarihsel sorunların arkasından bakarak hareket edilmesinin de Türkmenlere fayda sağlamayacağı değerlendirilmektedir. Burada ifade edilmek istenen Türkmenlerin tarihlerini ya da milli geçmişini unutması veya göz ardı etmesi değildir. 
Milletler tarihi ve milli bakiyeleri ile ayakta durur ve bunların ilelebet korunması için mücadele ederler. Bunlar akılda tutularak, ilelebet milli kimliğin korunması için, duygusal siyasetin önüne geçilerek, rasyonel ve pragmatik stratejilerin Türkmenleri başarıya ulaştıracağı düşünülmektedir.

http://orsam.org.tr/disisleri-bakani-ahmet-davutoglu-nun-kerkuk-ziyareti-uzerinden-turkmen-stratejileri/


***

301. Maddeyi kim, Niçin değiştiriyor?

301. Maddeyi kim, Niçin değiştiriyor?



İnan Kahramanoğlu, 
05.05.2008/Sayı:185

Türklüğe hakaret artık suç değil 301’e karşı gerici ittifak

Türk Ceza Kanunu’nun 301. Maddesi’nin TBMM’de AKP tarafından değiştirilmesiyle birlikte uzun bir süredir devam eden “301 kaldırılsın” kampanyasında önemli bir adım atılmış oluyor.
Elbette 301 tartışması ne tek başına bir yasal değişiklikle sınırlıdır ne de 301 karşıtlarının iddia ettiği gibi bir demokratikleşme sorunudur.
301 üzerinde uzun bir süredir kopartılan fırtına ve tartışmanın tarafları dikkate alındığında da aslında meselenin boyutunun sadece bunlarla sınırlı olmadığı görülecektir.
301 tartışması Türk devletinin varlığına, Türk milli kimliğine ve Atatürk Cumhuriyetine yönelik kapsamlı bir saldırının parçasıdır; devamının geleceğinden kuşku duyulmamalıdır.
Gerçek şudur ki; Türkiye uzunca bir süredir adeta adı konmamış bir iç savaş ortamı içindedir. Türk Milleti’ne karşı ilan edilmemiş bir savaş yürüten Kürt-İslamcı cephe, Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmak için Türk kimliğini ve Türk vatanını hedef tahtasına koymuştur. 301. Madde bu savaşın ön cephelerinden birisidir.
301 karşıtı gerici ittifaka bakıldığında bu gerçek farkedilecektir.
AKP, 301. Madde değişikliğini AB’nin isteği ile yapmaktadır ve AB komiseri Olli Rehn, Meclis’i teftişe geldiğinde değişiklik paketini çıkartarak AB’den “aferin” almak istemişlerdir, ama olmamıştır. ABD de Türkiye’nin “demokratikleştirilmesi” çerçevesinde 301’in kaldırılmasını istemiştir. PKK başta olmak üzere tüm bölücü gruplar, liberal çevreler ve TÜSİAD’da 301. maddeye karşı olduklarını her fırsatta açıklamaktadırlar. Dolayısıyla 301 karşıtı gerici cephe AB-ABD-AKP-TÜSİAD-PKK olarak ortaya çıkmaktadır.
Bu ise Atatürk’e ve Cumhuriyet’e karşı her fırsatta ortaya çıkan malum gerici ittifaktır. 301. Madde de bu gerici ittifakın marifetiyle değiştirilmiştir.
Peki ama 301 üzerinde neden bu kadar ısrarla durulmuştur ve bu değişikliğin olası sonuçları ne olacaktır?
141, 142 ve 163’ün kaldırılması Şeriatı getirdi, 301 değişikliği bölünme getirecek
301. Madde’nin değiştirilmesi Türkiye’de yeni bir dönemin de işaretidir aslında. “Bu yeni dönemde Türkiye’yi neler bekliyor?” sorusunu cevaplandırmak içinse süreci biraz daha geriye götürmek gerekmektedir.
301 karşıtları esas olarak 301’in demokratikleşmenin önünde önemli bir engel olduğunu söylemekte ve AB’ye üyelik süreci içinde 301. Madde’nin kaldırılmasının Türkiye’nin demokratikleşmesinde önemli bir adım olacağını iddia etmektedirler.
Tam da burada demokratikleşme tartışmalarında önemli bir başka dönüm noktası olan 141, 142 ve163. Maddeler ve Terörle Mücadele Yasası’nın 8. Maddesi üzerinde yapılan tartışmalara dönmek ve aradan geçen süreçte nelerin değiştiğine bakmak gerekmektedir.
Özal döneminde düşünce özgürlüğünün önündeki en büyük engel olarak gösterilen 141, 142 ve 163. maddelerin kaldırılması da tıpkı bugünkü 301 tartışmasında olduğu gibi büyük bir kampanyaya dönüştürülmüş ve sonunda pek çok ilerici aydının da desteğiyle söz konusu maddeler değiştirilmişti.
141, 142 ve 163. maddeler esas itibariyle Şeriat propagandasını engellemeye yönelik hükümler taşımaktaydılar ve demokratikleşme adı altında kaldırıldılar.
Şeriat propagandasının ve Şeriatçı örgütlenmenin önünü açan bu değişikliklerin ardından, tarikatların siyasal ve toplumsal alanda açıkça faaliyet yürütmelerinin önü açılmış, hemen ardından da Refah Partisi’nin iktidara taşınması ile toplum tamamıyla gerici bir kuşatmanın içine düşürülmüştür.
Bugün AKP iktidarına giden yol 141, 142 ve 163. madde ile açılan “demokratik” ortamın bir sonucudur.
Dolayısıyla bu ilk demokratikleşme adımının Türkiye’ye hediyesi AKP faşizmi olmuştur.
İkinci bir önemli yasa değişikliği ise daha yakın bir dönemde yürürlükten kaldırılan Terörle Mücadele Yasası’nın 8. Maddesi’dir.
Bu maddenin kaldırılmasıyla birlikte de bölücü örgütün örgütlenme ve propaganda faaliyetleri tümüyle serbest bırakılmıştır. Bugün artık sıradan bir durum haline gelen Apo posterli ve sözde Kürdistan bayraklı gösterilerin Doğu ve Güneydoğu’dan büyük şehirlere, sokak aralarından meydanlara kadar yayılması ve her türlü bölücü faaliyetin cezasız kalması bu değişikliğin yarattığı ortamın sonucudur.
Dolayısıyla bu demokratikleşme hamlesinin de Türkiye’ye hediyesi bölücülüğün güçlenmesi ve PKK’nın siyasal uzantılarının Meclis’e kadar girmeleri olmuştur.
301 değişikliği ile gelen yeni “demokratikleşme” adımı ise diğer demokratikleşme hamlelerinin bir devamı niteliğindedir ve bu değişikliğin Türkiye’ye hediyesi ise hiç kuşkunuz olmasın Türkiye’nin etnik paçalara ayrılması ve bölünmesi olacaktır. Tehlike bu kadar büyüktür.
“Türklük” neden hedef?
301. Madde’de yapılan değişikliklere bakıldığında esas hedefin “Türklük” olduğu görülmektedir. Gerçi 301 karşıtlarının esas amacı 301’in tamamen kaldırılmasıydı ancak AKP bir manevra yaparak yasanın tamamını değil, yasadaki “Türklük” ibaresini ortadan kaldırdı. Böylelikle AKP hem 301’i şeklen de olsa muhafaza ederek kendisine yönelecek toplumsal tepkiyi azaltmış oldu hem de “Türklük” ifadesini yasadan çıkararak yasanın özünü değiştirdi ve kendisinin de başını çektiği 301 karşıtı cephenin gerçek amacını gerçekleştirmiş oldu.
301. Madde’de yapılan değişiklik tartışmalarında da tartışmanın dönüp dolaştığı yer “Türklük” tanımı oldu. Yapılan değişiklikle birlikte “Türklük” yerine “Türk Milleti” tanımı getiriliyor. Değişiklikten önceki tanımlama şöyleydi: “Türklüğü, Cumhuriyeti veya Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni alenen aşağılayan kişi, altı aydan üç yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Değişiklikten sonraki tanımlama ise şöyle: “Türk Milletini, Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni veya Türkiye Büyük Millet Meclisi’ni. Türkiye Cumhuriyeti Hükümeti’ni ve devletin yargı organlarını alenen aşağılayan kişi, altı aydan iki yıla kadar hapis cezası ile cezalandırılır.”
Böylelikle “Türklük” yerine “Türk Milleti”, “Cumhuriyet” yerine ise “Türkiye Cumhuriyeti devleti” konmuş oluyor.
Basitçe bakıldığında çok da büyük bir farklılık yokmuş gibi gözükse de aslında ortada çok sinsi bir oyun olduğu görülüyor.
Mustafa Kemal, Cumhuriyet’i kurarken milli kimliği ve milli devlet yapısını Türklük üzerine kurmuştu. Dolayısıyla Türklük, hem Anayasa’nın hem de Cumhuriyet’in özünü temsil etmektedir. Türklüğün kaldırılması ile birlikte bu öz ortadan kaldırılmış olmaktadır.
Türklük ile Türk Milleti’nin birbirinden ayrı tanımlaması ise, Türklüğe dayanan Türk ulusal kimliğinin ortadan kaldırılmasıdır. Bu değişiklikten sonra “Türk” bir milletin adı değil bir etnik kimlik olmaktadır. “Türk Milleti” ise pek çok etnik unsurun oluşturduğu bir üst kimlik olmaktadır. Zaten Tayyip’in daha önce yaptığı “Türkiye’de 37 farklı etnik kimlik var” açıklaması ve “Ne Mutlu Türk’üm diyene” sözüne karşı çıkışı da asıl niyetin ne olduğunu açıkça göstermektedir.
Atatürk’ün Türk Milleti tanımlaması ırkçı bir tanımlamaya dayanmamaktadır ama Atatürk, Medeni Bilgiler kitabında da belirtildiği üzere Türk Milleti’ni “ırk, dil, kültür ve ortak kıvanç ve tasa” üzerinden tanımlamaktadır.
Dil birliği, zaten daha önceki “demokratikleşme” hamlelerinin bir sonucu olarak, Kürtçe eğitim yolunun açılmasıyla sekteye uğratılmıştır.
Türklük tanımının ortadan kaldırılması ise son aşamadır. Böylelikle Atatürk tarafından konulan millet olma şartlarının tümü yok edilmektedir.
“Cumhuriyet” yerine “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” ibaresinin konması da aynı derecede önemlidir. “Cumhuriyet”, Atatürk İlke ve Devrimlerinin tümünü kapsayan bir tanımlama iken, “Türkiye Cumhuriyeti Devleti” sadece bir kurumsal varlık olarak devlete vurgu yapmaktadır. Buradaki “Cumhuriyet” tanımlamasının “İran İslam Cumhuriyeti” tanımlamasındaki cumhuriyetten hiçbir farkı da kalmamaktadır aslında.
Böylelikle rejimin temel niteliği olan Cumhuriyet ve Cumhuriyet’te ifadesini bulan tüm kazanımlar da el çabukluğuyla bir kenara atılmaktadır.
Türklük yerine Türkiyelilik
Türklüğün yok edilmesinin bir sonraki aşaması ise rahatlıkla tahmin edileceği üzere Türkiyelilik olmaktadır. “Türk milleti” tanımı şimdilik bir ara aşama olarak kabul edilmektedir ama bunların “Türk milleti” tanımını da kabul etmedikleri zaten bilinmektedir.
Gerek Apo, gerekse Tayyip ve onların destekçisi liberal, Şeriatçı ve Kürtçüler zaten yıllardır “Türk” yerine “Türkiyeliliği önermektedirler. Türklüğün ortadan kaldırılıp Türk’ün bir alt kimliğe dönüştürüldüğü bir toplumda birleştirici kimlik olarak da Türkiyelilik üst kimliği ortaya konacaktır.
Böylelikle 301 tartışmasının nihai hedefi olarak Türk ulusal kimliğinin alt-üst kimliklere parçalanması ve ortak kimlik olarak da “Türkiyelilik”te buluşulması önerilecektir.
Ancak bütün bu kelime oyunlarının arkasında yatan çok daha büyük bir plan vardır. Atatürk, Türk kimliğini tarif ettikten hemen sonra “Türkiye Türklerindir” diyerek Türk vatanının öz sahiplerinin de Türkler olduğunu vurgulamaktadır. Oysa Türklüğün ve Türk’ün ortadan kaldırıldığı çok etnili bir toplumda Misak-ı Milli sınırları da tartışmaya açılacaktır. Zira üzerinde yaşanılan toprak parçası da bütün etnik kimliklerin ortak malı olacak ve isteyen etnik kimlik, kendisine düşen toprak parçası üzerinde kendi egemenliğini kurma hakkını da doğal olarak elde edecektir.
Demek ki Türklüğün ortadan kaldırıldığı bir yasal düzenleme, Türklerin Türk vatanı üzerindeki egemenliğini de hukuken ortadan kaldıracaktır. Plan budur.
Sıra yeni Anayasa’da
301. Madde tartışmalarının istenildiği biçimde sonuçlandırılmasından sonra rota yeniden Anayasa tartışmalarına çevrilmektedir. AKP hem kapatma davasından kurtulmak ama daha da önemlisi uzun vadeli planlarını hayata geçirmek için elindeki Meclis çoğunluğunu kullanarak Anayasa’yı tümden değiştirecek ve Türkiye’yi ciddi bir rejim değişikliğinin eşiğine getirecektir. Şimdi tam da buradayız.
Anayasa tartışmasının dönüp dolaşıp “ideolojisiz Anayasa yapmak” gibi komik ve hukuk dışı bir eksene oturtulması da bu çerçevede anlamlıdır. “İdeolojisiz Anayasa”dan kastedilense Türk milliyetçiliği ve Atatürkçülüğün olmadığı bir Anayasadır.
Anayasa’nın başlangıç maddelerinin özünü ve ruhunu teşkil eden bu tanımlamaların ortadan kaldırılması ile birlikte Anayasa aslında fiilen ortadan kaldırılmış olacaktır.
AKP Anayasası, TÜRKSOLU’nda daha önce de vurguladığımız gibi bir Şeriat Anayasası olacaktır. Ama bununla birlikte AKP’nin kurmak istediği Osmanlı tipi bir Hilafet rejimi içinde çok etnili, çok dilli ve çok dinli bir toplumsal yapı planlanmaktadır ve yapılacak anayasa da bu kozmopolit yapıyı düzenleyecek bir konfederal devlet öngörmektedir. Demek ki Cumhuriyet yerine federal ya da konfederal bir hilafet devleti düzenine geçiş için önce “tek devlet, tek millet, tek bayrak” anlayışı ortadan kaldırılmalıdır. Bunun için Türk Milliyetçiliğine karşı büyük bir kampanya açılmış, Türk kimliği ve Türklük de bu nedenle kaldırılmak istenmektedir.
Bütün bu planlar gerçekleştiğinde de Türk Milliyetçiliği ve Türklük temelinde kurulan Türk devleti tümüyle ortadan kaldırılmış olacaktır. Bu noktaya da varmak üzereyiz.
Kürt-İslam faşizmi kendisini demokratikleşme olarak pazarlıyor
İlginçtir, Türkiye demokratikleşme tartışmalarının yaşandığı her dönemin ardından koyu bir faşizme gebe kalmıştır. Dolayısıyla demokratikleşme tartışmasının aslında faşist bir rejimin kuruluşunu maskelemek gibi bir işlevi olduğunu görmek gerekmektedir. Faşizm bu topraklarda kendisini demokratikleşme olarak pazarlamaktadır. Ama “Biz bu filmi daha önce de görmüştük”!
II. Abdülhamit’in 33 yıl süren istibdat dönemi Meşrutiyet’le gelecek hürriyet beklentilerinin hemen ertesinde gelmiştir. Çok partili sistemin demokratikleşme tartışmalarının Türkiye’ye hediyesi ise DP diktatörlüğü olmuştur. AKP faşizmi de AB süreci içinde Türkiye’nin “demokratikleştirilmesi” projesinin bir ürünüdür.
Demokratikleşme tartışmalarının temel dayanaklarından en önemlisi ise düşünce özgürlüğüdür. Ancak bizim Kürt-İslamcı ve liberal faşistlerin düşünce özgürlüğü, hukukun üstünlüğü ve insan hakları gibi hakları sadece kendileri için istedikleri de artık bilinen bir gerçektir.
Bunlar için ulusalcılık ve milliyetçilik bir fikir olarak bile tahammül edilemeyecek kavramlardır, ama her türden Şeriat propagandası ve bölücü talep demokratik haktır. Bunlar için şehitler insan değildir, ama teröristlerin insan hakları çerçevesinde korunması gerekmektedir. Ulusalcıları çete olarak göstermek ve savcıları göreve çağırmak, ama AKP hakkında hukuk kuralları çerçevesinde bir kapatma davası açıldığında aynı savcılara hakaret etmek bunların değişmeyen yöntemidir.
Bütün bu çifte standart kokan tavırları alt alta koyduğunuzda bunların esas dertlerinin demokrasi, insan hakları ya da hukuk devleti olmadığı, aksine sadece kendi isteklerinin gerçekleşeceği bir faşist rejim hayal ettikleri rahatlıkla görülecektir.
Zaten maksatlarının bu olduğu her olayda ortaya çıkmaktadır.
Örneğin değiştirilen 301. Madde’nin 4. fıkrasında Türklüğe hakaret gerektiren suç tanımlanırken “Eleştiri amacıyla yapılan düşünce açıklamaları suç sayılmaz” ibaresi bulunmaktadır ve eleştirinin değil hakaretin suç olduğu açıkça yazılıdır.
Üstelik aynı suç tanımlaması AB ülkelerinde de aynı şekilde ceza yasalarında yeralmaktadır.
Bunlar, 301 tartışması ilk gündeme geldiğinde Avrupa ülkelerinde bu tür antidemokratik maddelerin bulunmadığını söyleyip 301’i AB çerçevesinde kaldırmak istemişlerdir. Ama yalancının mumu yatsıya kadar yanmış ve AB üyesi ülkelerde 301. Madde benzeri maddelerin bulunduğu ve üstelik pek çoğunun Türk Ceza Kanunu’ndan daha ağır cezalar içerdiği de ortaya çıkmıştır. Bunlardan birkaçını örnek vermek gerekirse; Alman Ceza Kanunu’nun 9, İtalyan Ceza Kanunu’nun 292, İspanya Ceza Kanunu’nun 543, Danimarka Ceza Kanunu’nun 30. Maddeleri bu ülkelerin ulusal kimliklerine ve devletin temel niteliklerine yönelik hakareti, ulusal güvenlik tehdidi saymakta ve cezalandırmaktadır.
Üstelik bu ülkelerin pek çoğunda da yüzlerce kişi bu ceza maddelerini ihlal ettikleri gerekçesiyle ceza almaktadırlar. Türkiye’de ise 301. Madde, değiştirilmeden önce bile neredeyse doğru dürüst işletilmemiştir.
Kaldı ki bugün pek çok Avrupa ülkesinde bırakın devlete ve millete küfretmeyi “Ermeni soykırımı yoktur” demek bile suç sayılmaktadır. Yani o çağdaşlık timsali Batılı ülkeler bilimsel bir tez olarak bile Ermeni yalanlarının açığa vurulmasını engellemekte ve dahası bunu suç saymaktadırlar. Hatırlayın; Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr Yusuf Halaçoğlu bir akademisyen olarak soykırım yoktur tezini dillendirdiği için hakkında tutuklama kararı çıkartılmıştı.
Ama bizim Şeriatçı, Kürtçü ve entel-liboş takımı eleştirmeyi de geçtik, ille de Türklüğe küfretmek istemektedir.
İyi de, bırakın bir millete ve devlete küfretmeyi bir kişiye bile küfretmek ceza yasalarında suç teşkil ederken rejimin niteliğine ve anayasanın tanımladığı Türk kimliğine küfretmek neden suç olmaktan çıkarılmaktır?
Etnik boğazlaşmaya davetiye çıkarıyor
301 tartışmasının bu denli yoğun biçimde gündeme gelmesinde özellikle Hrant Dink ve Orhan Pamuk gibi isimlerin Türk milletine yaptıkları hakaretler sonunda mahkemelik olmalarının da büyük etkisi vardır. Şimdi Türklük tanımı ortadan kaldırılıp Türkler, Türkiye’de yaşayan etnik kimliklerden biri haline getirildiği için Hrant gibi “Türk’ten boşalacak zehirli kan”dan bahseden birisi ya da Orhan Pamuk gibi “Türkler 1 milyon Ermeniyi ve 30 bin Kürdü kesti” diyen birisi artık ceza almayacaktır. Çünkü Türk Milleti’ne değil etnik bir kimlik olan Türk’e küfretmiş sayılacaktır ve bunun da yasal bir yaptırımı bulunmamaktadır.
Ancak hem Dink’in hem de Pamuk ve onların izinden gidenlerin tüm açıklamaları ilginçtir sadece Türkiye’deki etnik kimlikleri birbirine düşürmek amacı taşımaktadır. Örneğin bunlardan bir tanesi bile kalkıp ABD emperyalizmini ya da AB faşizmini eleştirmemekte yine neredeyse hiçbiri AKP iktidarının ya da sermaye çevrelerinin ihanetlerini yazmamaktadır. Varsa yoksa Atatürkçülük, milliyetçilik, “Ezilen Kürtler”, “Katledilen Ermeniler”.
Yani esas mesele Türkleri aşağılamaktan da öte Türkiye’nin toplumsal dokusunu ve sosyal uyumunu da ortadan kaldırmaktır. İstedikleri budur.
Ancak bu tür ayak oyunlarının toplumda onların iddia ettiği gibi milliyetçi tepkiyi frenlemek yerine etnik kimlikler arası boğazlaşmanın önünü açacağını da hemen belirtmek zorundayız. 301 düşmanları Türklüğü kelime oyunları ile bir kenara atabilirler, ama bu ülkenin gerçek sahibi olan Türk milletini ne yapacaklardır?
Aslında bunların gerçek amacı Türkleri Anadolu coğrafyasından tümüyle atmaktır. Zaten “Bu toprakların asıl sahiplerinin Kürtler/Ermeniler olduğu, Türklerin Orta Asya’dan geldikleri ve yine oraya gönderilmeleri” yollu Kürtçü/Ermenici teoriler bugün açıkça telaffuz edilmektedir. Ancak bu gidişatın dönüp dolaşıp yine onları vuracağını hatırlatmak isteriz.
Dahası, Türklere hakaret etmenin, küfretmenin serbest bırakıldığı bir toplumda bu hakaretlere karşı gelişecek toplumsal tepkinin varabileceği uç noktaların tek sorumlusu da 301’i uygulamadan kaldıran ve toplumsal çatışmanın önünü açanlar olacaktır. Bizden söylemesi.
AKP referanduma neden cesaret edemedi?
Halkın din duygularını sömüren, erzak ve kömür paketleriyle oy satın alan AKP, seçimlerde almış olduğu bu oyları her fırsatta öne sürüp, yapmak istediği değişikliklere her karşı çıkışı da referandum tehdidiyle bertaraf etmektedir.
AKP madem milli iradeye o kadar güvenmektedir, o halde 301. Maddeyi de referanduma götürseydi. Üstelik sadece 301’i değiştirmeyi değil tümden kaldırmayı da oylamaya sunsaydı. Nasılsa çoğunluk arkasında!
Ama AKP Türk milletini bugüne kadar yaptığı gibi kandırmanın artık mümkün olmadığını görmüş olmalı ki, değişiklik öncesi bırakın referandum sözcüğünü telaffuz etmeyi, değişiklik teklifini hükümet ya da parti teklifi olarak değil bir grup milletvekilinin önergesi olarak Meclis’e sundu. Bu da AKP’nin milli iradenin sözcüsü değil tam tersine milli iradenin düşmanı olduğunu göstermektedir.
AKP “milli irade” diyerek Türk Milletini ortadan kaldırmanın hesapları içindedir ama millet oynanan oyunun er-geç farkına varacak ve o zaman milli iradeyi ortadan kaldıranlar mutlaka bunun hesabını vereceklerdir.
Ancak milli irade AKP’den hesap sormadan önce Türk adaleti AKP’den bunun hesabını sormalıdır. 301. maddenin değiştirilmesi Anayasa’nın başlangıç ilkelerinin ve ruhunun ortadan kaldırılmasıdır Bu nedenle 301. maddenin değiştirilmesi fiili AKP’ye yönelik kapatma davasına, kapatma gerekçelerinden birisi olarak eklenmelidir.
Esasen 301. Madde’de yapılan değişiklik bile tek başına AKP’nin kapatılması için yeterlidir. Faşist Parti kapatılmadan Türklere özgürlük yoktur!
***

AMERİKA’NIN TÜRKİYE’Yİ İMHA PLANI: BÜYÜK KÜRDİSTAN, KÜÇÜK TÜRKİYE…

AMERİKA’NIN TÜRKİYE’Yİ İMHA PLANI: BÜYÜK KÜRDİSTAN, KÜÇÜK TÜRKİYE…


Prof. Dr. Cihan DURA, 
11.8.2013


Amerika Birleşik Devletleri (ABD) Kemalist Türkiye Cumhuriyeti’ne, başından beri karşı olan, kuzu postuna bürünmüş, dost görünen düşman bir devlet… Türkiye’nin güçlü bir ulus devlet olarak mevcudiyetini küresel çıkarlarına aykırı buluyor. Ortadoğu’nun siyasal yapısından da memnun değil. Hedefi bu yapıyı değiştirmek, bölgedeki devletleri küçük, kişiliksiz, zayıf devletçiklere bölmek... Plana Türkiye de dahil... Bir Türkiye’yi parçalama planı var. Plan “ödüllendirir gibi davranma” taktiğine dayanıyor. Gururunu okşayarak, bir üst konum, sözde ağabeylik vaat ederek, büyük devlet olma, Ortadoğu’nun patronu olma havucunu sunuyorlar. Büyütür gibi yapıp bir darbe ile küçültecekler; Türkiye, federasyonlaşmaya itilecek.
ABD’nin bu hain planına dair kanıt ve belgeler hiç de az değil. Örneğin, 11.8.2013 tarihli Aydınlık’ta Uluslararası İlişkiler Uzmanı Prof. Dr. Hasan Köni şu değerlendirmeyi yapıyor: “Ortadoğu yeni baştan düzenlenmeye çalışılıyor.  Bölgede ABD ve İsrail’e karşı olmayan bir yapılanma peşindeler. NATO Kürt devleti istiyor. Petrolden çok İsrail’in korunması esas alınıyor. ABD Asya ve Çin planlarında kullanmak istediği Türkiye’ye yeni ilişkiler dayatıyor. Federasyon mu yoksa konfederasyon mu olacağına büyük patron olarak, ABD karar verecek. Plan bu. Planın tutup tutmayacağını önümüzdeki günlerde göreceğiz.” Demek ki ABD’nin bir “Türk-Kürt Konfederasyonu” planı olduğu artık su götürmeyen bir gerçek. AKP hükümetinin sözde “demokratik açılımlar”ının, Irak’ın, Suriye’nin ateşe verilmesinin ardında bu hain plan var.
Yine Aydınlık’ta (12.5.2013) yayınlanmış olan "Türk-Kürt Federasyonu" başlıklı bir yazı… Mehmet Ali Güller; yazısında, bu planın, yani Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) kimi yönlerine ışık tutuyor. Çok ilginç tespitler var, aşağıda özetliyorum.

R.T. Erdoğan’ın “Akil adam”larından Fuat Keyman, “Çözüm süreci Türkiye’yi zayıflatıyor mu?” başlıklı makalesinde (Milliyet, 11 Mayıs 2013) şöyle diyor: “Çözüm süreci, Türkiye içinde belli bir kesim tarafından, Türkiye’yi zayıflatıcı bir gelişme olarak algılanırken, Türkiye dışında Türkiye’yi bölgesel düzeyde güçlendirecek ve zenginleştirecek bir gelişme olarak algılanıyor.” Keyman bu “saptamasını” çözüm sürecini konuşmak üzere gittiği ABD’deki düşünce kuruluşu temsilcilerinin, akademisyenlerin ve gazetecilerin görüşlerine dayandırıyor. Nitekim içerideki aktörler de “çözüm sürecini” benzer şekilde, “Türkiye’yi Kürtlerle büyütmek”, “Ortadoğu’daki sınırları anlamsız hale getirmek” gibi sözlerle savunuyorlar.

Ve “Baş akilDavid Phillips...  “Çözüm sürecinin” mimarlarından biri, sık sık Ankara’ya geliyor, AKP Hükümeti’ne akıl hocalığı yapıyor. İşte bu David Phillips, lafı dolandırmadan AKP-PKK “barış süreci”nin sonucunu ilan etmiş: Türkiye ve Kürdistan konfederasyon olacak! (Hürriyet, 11 Mayıs 2013)

Dönelim tekrar Fuat Keyman’ın “Çözüm süreci Türkiye’yi zayıflatmayacak, tersine güçlendirecek” tezine… Keyman bu tezini neye dayandırıyor? David Gardner’in ortaya attığı Türkosfer kavramına, yani “Türkiye, Kuzey Irak ve Suriye arasında ekonomi, enerji zenginlik ve etki alanı” kurulmasına! (Ne parlak laflar değil mi cd )

Biz de zaten hedefin Kürt Koridoru olduğunu, Washington’un Irak’ın kuzeyinde 20 yılda inşa ettiği Kürt Devleti’ni şimdi Suriye’nin kuzeyinden Akdeniz’e açmak istediğini, bu operasyonun alt yükleniciliğini AKP ile PKK’nın yaptığını, bu nedenle bir sözde “barış sürecinin” başlatıldığını önemle belirtiyoruz.
Ancak sorun asıl bundan sonra başlıyor.

Eğer Çin, Rusya ve İran’ın görmezden geldiğini ve Irak ile Suriye’nin, topraklarına el konulmasını sessiz kaldığını varsayarsak, başlangıçta, 780 bin km karelik ülke toprakları Irak’ın kuzeyi ve Suriye’nin kuzeyi ile genişlemiş olur! Diyelim ki oldu ve Kürtler emperyalizmin Ortadoğu’daki kurşunu olmaya, Türk Ordusu da AKP’nin aldığı enerji rüşveti karşılığında boru bekçiliği yapmaya ve komşularına zor kullanmaya razı oldu… Peki ya sonrası?

İşte Fuat Keyman, David Gardner ve David Phillips’in şimdilik hiç değinmedikleri gerçek bundan sonra kendini gösteriyor: Türkiye ile konfederasyon kuracak olan Irak, Suriye ve Türkiye Kürtleri, Büyük Kürdistan olarak bağımsızlıklarını ilan edecekler! Yani Türkiye önce Kürtlerle “teknik olarak” büyüyecek ama, sonra Diyarbakır merkezli Büyük Kürdistan’ın kopmasıyla küçülecek! “Barış”, “çözüm”, “terörü bitirmek” gibi palavraların arkasındaki çıplak ve yakıcı gerçek işte budur: Büyük Kürdistan, Küçük Türkiye demektir!
Evet, bence de olan ve olacak olan budur. Bu görüşümü daha önceki 28.3.2013 tarihli bir yazımda işlemiştim. O yazıyı kamuoyunun dikkatine, aşağıda yeniden sunmayı görev biliyorum.
***
ABD’nin ve AB’nin –daha doğrusu büyük küresel şirketlerin- Türkiye için geliştirdiği Büyük Tuzak “Osmanlı Milletler Topluluğu” veya “Yeni Osmanlıcılık” olarak karşımıza çıkmıştır. İstiklal savaşımızda olduğu gibi, sinsi bir plan, Türk devletini ve milletini imha planı uygulamaya konulmuştur. Bu bir zokadır ve ne yazık ki hükümet bunu yutmuş görünüyor. “Zoka”nın ne olduğunu önceki yazılarımda açıklamıştım, özetle şudur:
ABD Türkiye Cumhuriyeti’ne, başından beri karşı olan bir devlet, düşman bir devlet… Lozan’ı kabul etmemiştir. Güçlü bir ulus devlet olarak Türkiye’nin varlığını küresel çıkarlarına -daha doğrusu küresel şirketlerinin çıkarlarına- aykırı buluyor. Aynı sebeplerle Ortadoğu’nun siyasal yapısından da memnun değil. Hedefi bu yapıyı değiştirmek, bölgedeki devletleri küçük, kişiliksiz, zayıf devletçiklere bölmek... Plana Atatürk Türkiyesi de dahil... Bir süredir bütün gayreti bu yönde…
Türkiye’yi parçalama planı “ödüllendirir gibi davranma” taktiğine dayanıyor. Kulağa hoş gelecek laflar söyleyecek, ona değerli bir şey verecekmiş gibi hareket edecek. Gururunu okşayarak, bir üst konum, sözde patronluk, ağabeylik vaat ederek, amiyane deyişiyle gaza getirecekler AKP hükümetini... Büyük devlet olma, Ortadoğu’nun hâmiliği, bölgenin patronu olma havucunu sunacaklar. Büyütür gibi yapıp bir darbe ile küçültecekler, Türkiye, federasyonlaşmaya itilecek.
ABD hükümeti bir yandan da o klasik “ordo ab chao” stratejisini kullanmakta, yani “istediğin düzeni kurmak için önce kaos yarat!” Yarattığı kaosta Ortadoğu ülkelerini bir bir parçalarken, Türkiye’yi de bölmüş olacak. Süreç içinde “Büyük Kürdistan”ı kurduracak, büyük bir olasılıkla “Ermenistan”ı da araya sokuşturmuş olacak. Bunlar sağlandıktan sonra da “Haddini bil, biz varken patronluk senin neyine, çekil bakalım köşene” denecek –ne yazık ki- bölünmüş, küçülmüş olan Türkiye’ye[i].
Kürdistan projesi, dünyayı 500 yıldır sömüren Emperyalizm’in, onun dev küresel şirketlerinin asırlık projelerinden biri… Geçmişte İngiltere çok uğraştı üzerinde, bugünse Amerika BOP çerçevesinde gerçekleştirme yolunda. Irak’ta, ülke üç parçaya bölünerek çekirdek oluşturuldu. Sıra Türkiye ve İran’dan yapılacak eklemelere geldi. Planda Suriye de var. Irak’ın kuzeyinden Akdeniz’e ulaşan bir koridor açılacak. Dört parça birleştirilerek Büyük Kürdistan kurulacak. ABD bunu korumasına aldığı Mesut Barzani’nin patronajında gerçekleştirecek, tabiî AKP hükümetinin –en hafif deyimiyle- gafilce desteği ile!... Planla Kerkük petrol boru hattı güvence altına alınıyor. AKP hükümetinin de yardımıyla Suriye’deki Esat rejimine yüklenmelerinin asıl sebebi bu; demokrasi talepleri kılıftan, ambalajdan ibaret… Kitleleri böyle kulağa hoş gelen laflarla uyutuyor, harekete geçiriyor, savaştırıyorlar.
Projenin Türkiye ayağı PKK elebaşısı ile açıktan görüşmelerin başlanması ile, hızlandırıldı. Yukarda belirttim, Türkiye büyüyormuş, bir şeyler kazanıyormuş izlenimi verilerek, elindekiler alınıp, cascavlak bırakılacak ortada; tıpkı ağzındaki peyniri kaptıran karga ile kurnaz tilki öykücüğünde olduğu gibi… Türkiye çok şey kaybedecek, ancak iş işten geçmiş olacak.
 ‘***’
Yukarda dediğim gibi, PKK elebaşısı ile pazarlık artık alenen yapılıyor, hem de birden koyulaşıverdi, neden acaba? Öyle ki gündeme oturtulan mesajlar bile yayınlıyor Öcalan. Neden birden böyle bir sürece girildi? Bir görüşe göre, çünkü, hesapta Irak petrolleri var! Son yapılan tahminler Irak’ı petrol serveti bakımından dünyada birinci sıraya oturtmuş bulunuyor: 350 milyar varil petrol ve trilyonlarca metreküp doğal gaz rezervleri… Bunların önemli bir bölümü de Irak’ın kuzeyindeki Özerk Kürt Yönetimi’nin kontrolünde olan topraklarda… Plan Kerkük başkent yapılarak bu geniş petrol kaynaklarının üzerine oturmak… Ancak Irak merkezî hükümeti buna şiddetle karşı… Ne yapmalı? Gelsin, Amerika’nın “Yeni Osmanlıcılık” planı!...
Plana göre Türkiye, daha doğrusu Türkiye Cumhuriyeti Başbakanı, Barzani’nin hâmiliğine soyunacak. Peki, ne karşılığında?... Tabii, petrol karşılığında!... Antlaşmaya göre Barzani AKP hükümetine Kerkük petrollerinden pay verecek, yeter ki Irak merkezî hükümetine karşı, Türkiye onu koruması altına alsın. Peki, nasıl kotarılacak bu hâmilik? İşte, işin püf noktası burada, çünkü Türkiye’ye hazırlanan tuzak burada karşımıza çıkıyor: Amerikan planı Türkiye’nin hâmiliğinde petrol odaklı bir federatif yapı öngörüyor! Ancak gözden kaçırılan gizli ve nihaî bir hedef var: Büyük Kürdistan… Bütün bu adımlar Türkiye’nin güneyini boydan boya bir yılan gibi saracak olan Büyük Kürdistan’ın inşasına giden adımlar...
ABD bütün bunları M. Barzani’nin, Kürtlerin kara kaşına kara gözüne âşık olduğu için mi yapıyor? Elbette hayır, küresel şirketleri hesabına zengin petrol ve gaz rezervlerini kapatmak için yapıyor; bölgenin stratejik konumu için, İsrail’in yanı sıra tam güven duyacağı bir müttefik devlet daha olsun diye yapıyor. Ancak menfaatleri gerektirdiğinde, onun da kıçına bir tekme vurmaktan çekinmeyecektir[ii].
 ‘***’
Amerika’nın bu “büyüterek küçültme” stratejisini Sadi Somuncuoğlu’nun bir yazısında[iii] da buluyoruz, şöyle yazıyor: AKP hükümeti ile terörist başı arasında varılan mutabakatlar çerçevesinde yapılacak yasal düzenlemelerle, Türkiye Cumhuriyeti devleti iki ortaklı, iki dilli ve özerk bölgeli bir rejime dönüştürülecek. PKK bunları görüp emin olunca, bütün silahlı teröristler Suriye’ye kaydırılacak ve “Kürdistan”ın Akdeniz’e uzanan üçüncü ayağının inşasına başlanacaktır. Bu da sağlanınca ortaya, bir yanda “Türkiye ortaklık devleti”, öbür yanda “Irak ve Suriye federe devletleri” çıkacaktır. En sonra bu üç parçanın birleşmesiyle “konfederal” devlet kurulacaktır. İşte size İsrail’e dost olan yeni bir devlet: “Büyük Kürdistan!”
Somuncuoğlu devam ediyor: Başbakan ve Davutoğlu’nun “Türkiye’yi büyütmek” dediği şey ile, teröristbaşının Nevruz mektubunda bahsettiği “Bugün artık yeni bir Türkiye’ye, yeni bir Orta Doğu’ya ve yeni bir geleceğe uyanıyoruz. Misak-ı Milli’ye aykırı olarak parçalanmış ve bugün Suriye ve Irak’taki Kürtleri, Türkmenleri, Asurileri ve Arapları birleştirmek” söylemi aynı anlama gelmiyor mu? İyi de dünyanın altını üstüne getirecek böyle bir projenin sahibi Erdoğan, Davutoğlu, teröristbaşı ve Barzani olabilir mi? Mümkün mü bu? Asla!... Konuyla ilgilenen herkesin bileceği gibi, Erdoğan’ın da en az 30 defa “Bize eşbaşkanlık görevi verildi” dediği “Büyük Orta Doğu ve Genişletilmiş Afrika Projesi”nin (BOP’un) sahibi “Haçlı” emperyalistlerdir.  Projeleri de, ABD’nin malum eski “büyüterek küçültme” tuzağından ibarettir!
‘***’
Ne var ki iş burada da bitmiyor. Aslında plan içinde plan var, Rus matruşkaları gibi desem yeri... Öyle hazırlanmış ki insana dehşet veriyor. Buna göre “Büyük Kürdistan” sadece bir başlangıç… Peki gizli olan nedir o zaman? Asıl proje “Osmanlı İmparatorluğunu yeniden kuracağız” örtüsü altında “Kürdistan”ı kurarken, Ermenistan’ı da kurmak, Yunanlıların “Megalo idea”larına da yeni kapılar açmak.  Kısacası, bir Türkiye Cumhuriyeti’ni bütünüyle imha planı söz konusu! Bu korkunç komplonun kimi ipuçlarını Arslan Bulut’un bir yazısında[iv] buluyoruz:
7 Mayıs 2000… Fener Rum Patriği Bartholomeos konuşuyor:Türkiye’nin AB’ye üyeliği, Anadolu’da önceden var olmuş Hıristiyan toplumların yaşadığı bölgelerde yeniden Hıristiyanların yaşamasına izin vermelidir. Hıristiyanlar yaşadıkları bölgelere tekrar yerleşirse, o bölgelerde bulunan kiliselerin yeniden ayine açılmasını düşünebiliriz.”
2009’un Mayıs ayı… Başbakan Tayyip Erdoğan:  “Farklı etnik kimlikte olanlar ülkemizden kovuldu. Bu aslında faşizan bir yaklaşımın neticesiydi.”
2008’in Eylülü… Emekli Büyükelçi, TÜSİAD’lı Volkan Vural: Devlet, Ermenilerden özür dilesin, Ermeni ve Rumlar tekrar eski topraklarına dönsün, tekrar vatandaş olsun… Ölen ve tehcire uğrayan insanların torunlarına bir çağrı da yapılabilir. ‘Burası sizin de topraklarınız, gelirseniz size de yer var’ denilebilir. Gelenlere vatandaşlık da verilebilir.”
Nihayet, 2013’ün ilk ayları… AKP’nin Kültür Bakanı Ömer Çelik, beklenen çağrıyı yapıyor: “Geçmişte yapılan bazı yanlışlıklar yüzünden ülkemizi terk etmiş Hıristiyan ve Yahudiler var. Hepsine ’Ülkenize geri dönebilirsiniz’ diyoruz.”
Ve diğer meşum gelişmeler: “Vatandaşlık yasası ile, yıllardan beri Türkiye’de bulunan 60-70 bin Ermenistan vatandaşına ve onların burada doğan çocuklarına, ayrıca Akdeniz sahillerinde yerleşen diğer yabancılara, son olarak da sığınmacı Suriyelilere Türkiye vatandaşı olabilme imkânı tanınıyor. Yunanistan istihbaratı, uzun yıllardır gönderdiği turistler vasıtasıyla, bütün Anadolu’da Eski Rum mallarının envanterini kaydediyor! Tarih Vakfı da Rockefeller Vakfı’nın para yardımı ile Türkiye’nin 10 pilot bölgesinde “Yerel Tarih Grupları” kurarak, Hıristiyanlara ait eski gayrimenkul tapularını ve eski azınlık mezarlıklarını araştırıyor.
‘***’
Yurtseverler!
Demokrasi ile, parti ile, barış teraneleri ile, şununla bununla oyalanacak zaman değil artık.
Birleşin, duruma el koyun.
Unutun, bütün farklılıklarınızı,
Bir an önce bu korkunç planı parça parça edin.
Yoksa, ne vatan kalacak, ne millet, ne de devlet!

===============================
YENİ GÜNCELLEYİCİ NOTLAR 
TÜRKİYE CUMHURİYETİ’NİN BİRİNCİ DÜŞMANI, PKK İLE EL ELE ÜLKEMİZİ BÖLMEYE ÇALIŞAN, KÜRESEL ŞİRKETLERİN KUKLASI OLAN AMERİKAN HÜKÜMETİ’DİR
ARSLAN BULUT: PKK, 1995’e gelindiğinde, Türk Silahlı Kuvvetleri’nin kararlı operasyonları ile yok olmanın eşiğine gelmiş, kısacası ağır bir yenilgiye uğratılmıştı.
PKK’nın yeniden güçlenmesi ise 2003’teki Irak işgalinden sonra başlamıştı. Hem Irak ordusunun terk ettiği silahlarla, hem de daha sonraki yıllarda ABD’nin Irak’taki işgal kuvvetlerinin depolarından çıktığı anlaşılan A-4 ve C-4 patlayıcılarıyla eylem kabiliyeti kazanan PKK, Türkiye’de büyük saldırılar düzenlemeye başlamıştı. Buna karşılık Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başlattığı büyük kış operasyonu, ABD’nin baskısıyla sonuç alınamadan sona erdirilmişti.
Birinci Körfez Savaşı sonrasında da PKK’ya havadan silah ve mühimmat atarken suçüstü yakalanan ABD, her zaman PKK’nın imdadına yetişen güç olmuştur.
Oslo’da Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni, gizlice PKK ile masaya oturtan güç, ABD’dir.
Oslo görüşmeleri basına sızdırılınca, “çözüm süreci” ni dayatan da ABD’dir.
Süreç, PKK’nın eylem yapmasını durdurduğu için AKP iktidarının da seçimlerde oy kaybetmesini önleyici bir nitelik kazandığından bugüne kadar sürdürüldü.
ABD, şimdi IŞİD, PKK, PYD ve Barzani güçleri üzerinden sahnelediği oyunda, kendi suçlarını Türkiye’nin üzerine atarak, Türkiye topraklarını da içine alan Kürdistan’ı kurdurmaya çalışıyor.
■Arslan Bulut, Yeniçağ, (4.11.2014)
*
(TÜRKİYE’YE KARŞI TEZGÂHLANAN AMERİKAN-KÜRT OYUNU: BÜYÜK KÜRDİSTAN)
ŞÜKRÜ ELEKDAĞ: Tür­ki­ye­’ye kar­şı tez­gah­la­nan oyu­nun tam ola­rak an­la­şıl­ma­sı için, AB­D’­nin Or­ta­do­ğu için en önem­li je­opo­li­tik di­zay­nı­nın “Bü­yük Kür­dis­ta­n” pro­je­si ol­du­ğu­nu be­lirt­me­li­yim. Bu pro­je­yi uy­gu­la­ma­da Was­hing­to­n’­un or­ta/uzun va­de­li he­de­fi, ken­di pat­ro­na­jın­da ve AB­D’­ye ve­li­ni­met ola­rak ba­kan Bar­za­ni­’nin yö­ne­ti­min­de bir Kürt je­opo­li­tik hav­za­sı ya­rat­mak­tır. Bu stra­te­jik bir ka­rar­dır.
Bu hav­za­da ilk atı­la­cak adım, Ku­zey Ira­k’­ta Kürt dev­le­ti­nin ilk nü­ve­si­ni oluş­tur­mak, son­ra da bu dev­le­tin Tür­ki­ye­’nin Gü­ney­do­ğu böl­ge­siy­le bü­tün­leş­me­si ve böy­le­ce “Bü­yük Kür­dis­ta­n”­ın ilk aşa­ma­sı­nın ku­rul­ma­sı­dır. “Bü­yük Kür­dis­ta­n”­ın ABD için öne­mi, zen­gin gaz ve pet­rol re­zerv­le­ri­ne sa­hip bu­lun­ma­sın­dan, stra­te­jik ko­nu­mun­dan ve İs­ra­il’­le bir­lik­te böl­ge­de tam gü­ven du­ya­ca­ğı bir ikin­ci müt­te­fik oluş­tu­ra­cak ol­ma­sın­dan ile­ri ge­li­yor. ABD, böl­ge­de ken­di­si­ne bi­at ede­cek ve as­ke­ri kuv­vet­le­ri­nin ope­ras­yon­la­rı­nı sor­gu­la­ma­dan ve hiç­bir kı­sıt­la­ma koy­ma­dan ger­çek­leş­tir­me­si­ni ka­bul ede­cek müt­te­fik arı­yor.
Bar­za­ni­’nin baş­kan­lı­ğın­da oluş­tu­ru­la­cak “Bü­yük Kür­dis­ta­n” dev­le­ti böy­le bir müt­te­fik ol­ma­ya en ide­al aday­dır ve AB­D’­nin böl­ge­sel stra­te­ji­si­nin ki­lit bir un­su­ru ola­cak­tır. İs­ra­il ise si­lah­lan­ma­sı­na aza­mi önem ve­re­ce­ği bu ye­ni dev­let­le, Arap dün­ya­sı­na kar­şı bir müt­te­fik ka­za­na­cak­tır.
■ http://sozcu.com.tr/2014/yazarlar/ugur-dundar/acilim-israri-turkiyeyi-ucurumun-kenarina-getirdi-653968/ (21.11.2014)

[i] C. Dura, “Binmişiz Bir Alamete Gidiyoruz Kıyamete”, http://cihandura.com/emperyalizm-yazilari/151-bnmz-br-alamete-gdyoruz-kiyamete.html
[ii] C. Dura, “Bizim İçin Çalışacak Biri”, http://cihandura.com/emperyalizm-yazilari/181-bzm-cn-caliacak-br.html
[iii] Sadi Somuncuoğlu, "On Emir" ve PKK’nın Suriye ayağı,” Yeniçağ, 23.3.2013
[iv] “Arslan Bulut, Erdoğan’ın Tarihi Projesi!” Yeniçağ, 22.3.2013


***

TARIMSAL ÇÖKÜŞÜN SORUMLULARI TESLİMİYETÇİ HÜKUMETLER

TARIMSAL ÇÖKÜŞÜN SORUMLULARI  TESLİMİYETÇİ HÜKUMETLER


Prof. Dr. Cihan DURA 
Erciyes Üniversitesi İ.İ.B.F 
Ocak 2007

Türkiye’de Derin Merkez dayatması olan Neoliberal politikalar çerçevesinde, aramızdaki “dahilî bedhahlar”ın işbirliğiyle tarım sektörümüzün nasıl 
çökertildiğinin öyküsünün artık sonuna geldik. Yazımın bu kısmında AB-Türkiye tarım ilişkilerinin, “çifte standartlık” niteliğiyle, nasıl aleyhimize işlediğini ve büyük gelecek vaad eden tarım sektörümüzün çöküşünün gerçek sorumlularını 
sergiliyorum. 

Faydalandığım başlıca kaynaklar şunlar: Bağımsız Sosyal Bilimciler 2006 Yılı Raporu: IMF Gözetiminde On Uzun Yıl 1998-2008, Ank., Haziran 2006, ss.63-69; C. Dura, Satıldık Uyanın, İleri Yayınları, İst.,2005, ss.483-496 ve C.Ertuğrul, “AB’nin Dönüşümü ve Gümrük Birliği”, 

http://www.zmo.org. tr/etkinlikler/ktts02/21.pdf (26.11.2006). 

I) AB-TÜRKİYE TARIM İLİŞKİLERİ: ÇİFTE STANDART 

Avrupa Birliği (AB) bugünkü yüksek üretim düzeyine tarım sektörüne uzun yıllar boyunca sağladığı destekler sayesinde ulaşmıştır. Buna karşılık “sanayileşmeleri engellenmiş ülkeler”e, örneğin Türkiye’ye gelince, “merdiveni itme” stratejisini 
devreye sokmuştur (Bu strateji hakkında bkz: C. Dura, Sömürgeleşen Türkiye, İleri yayınları, İst.,2004, ss.123-124). 

Başka bir deyişle AB Türkiye’nin tarımda kendine yeterli bir noktaya gelmemesi, hattâ geriye gitmesi için elinden geleni yapmıştır. Bu tutumu “tavizli tarım ürünleri” ve “işlenmiş tarım ürünleri” ticareti bakımından ortaya koyabiliriz. 

A) Türk tarımı özellikle son altı yıldır Batı’nın gelişmiş ülkelerinin çıkarları doğrultusunda yeniden yapılandırılmakta, esas gayesi gelişmişülkelerin yeni pazarlara girişini kolaylaştırmak olan- “Dünya Ticaret Örgütü Cenevre Anlaşması”na daha kolay uyacak bir yapıya doğru itilmektedir. Dahası, Türkiye; 
tarımını Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) sistemine uyuma yöneltilirken dahi -her şeye rağmen- elinde tuttuğu esneklikleri de IMF ve Dünya Bankası (DB) ile AB koşullarını kabule zorlanarak tamamen elinden kaçırma yolundadır. 

Öte yandan, AB tarım politikalarına uyum sağlanmasıyla IMF ve DB dayatmaları arasında önemli çelişkiler olmasına rağmen, AB yetkilileri tam bir çifte standart örneği vererek Türkiye’ye, IMF ve DB reçetelerinden sapmamasını  şiddetle  dayatıyor. 

Şu uygulama farkına bakın: AB ülkelerinde tarıma sağlanan destek tarımsal katma değerin yarısı ya da üçte ikisi oranında! 
Türkiye’de ise sadece yüzde 7 dolayında!. 2006 bütçesinde tarımsal 
desteklemeye sadece 4 milyar YTL (yaklaşık 2.4 milyar Avro) ödenek ayrılmıştır. Bu rakam bütçe borç faiz ödemelerinin onda birinden bile azdır (Bir devletin dış borçlanma yoluna gitmesinin ne büyük bir belâ olabileceğinin bir kanıtı daha, burada karşımıza çıkmış bulunuyor). 

Ayrıca ekleyelim ki AB üyesi ülkelerde ve ABD’de doğru-dan gelir desteği (DOGED) tek başına kullanılmıyor. Nitekim ABD’de bu destek toplam tarımsal desteğin yalnızca yüzde 21’idir. AB’de ise sadece yüzde 6’lık kısmını oluşturuyor. Üstelik oralarda kullanılma amacı, fazla üretimi kısmaktır. Bizde ise tam tersine üretimi kısmak değil, artırmak gerekiyor. Ülkelerin yapıları farklı!. Bizim cahil yöneticilerimiz “yapı” nedir, “yapısal farklılık” nedir, “bu farklılık neden önemlidir”, bilmiyorlar; ya da “bilmiyor” görünüyorlar. Eğer bileni varsa, gereğini yapmıyor; bu da “kötü niyetliliği” gösterir. Türkiye tarıma 2000 yılında yalnızca 2 milyar dolar destek sağladı. Aynı destek ABD’de 97 milyar dolar, AB ülkelerinde 127 milyar Avro idi. 

Avrupa Birliği’nin (AB) 2004 Yılı İlerleme Raporu’na göre, bugünkü Ortak Tarım Politikası (OTAP) çerçevesinde, AB’nin Türk tarımına ayıracağı destekleme miktarının, 9 milyar Avro olması gerekmektedir. Yani Türkiye, OTAP’a yaklaşmak için bugüne kıyasla tarıma 4.5 kat daha fazla kaynak ayırmak zorundadır. 
Bu da millî gelirin şimdiki gibi yüzde 0.7’sinin değil, yaklaşık yüzde 3.2’sinin destekleme ödemelerine ayrılması anlamına gelir. Görüldüğü gibi, bu bile AB’deki oranların gerisinde kalacaktır; oysa minimum hedef bu olmalıdır. A.K.P.’nin Nisan 2006’da çıkardığı Tarım Kanunu, tarıma yönelik destekleri 
GSMH’nın yüzde 1’ine getirmekle yetinmiştir. Bu göstermelik düzenlemelerin dahi, 2006 yılı konjonktüründen anlıyoruz ki, uygulanma olasılığı kalmamış gibidir. 

Mustafa Kemal bir çiftçinin sorunlarını dinliyor. 


B) Türkiye’nin 2003 sonrasında net tarım ithalatçısı olmasının arkasında yatan en önemli etkenlerden biri, özellikle Avrupa Birliği’nden yaptığı tarımsal ürün ithalatıdır. Bu ithalat artmıştır. Türkiye’nin tarım ürünleri ithalatında AB’nin 
payı 1993’te yüzde 59.5’ti, yani zaten yüksekti. Ama bu pay 2002’de yüzde 73.9’a tırmandı; Artışı AB istatistiklerinde de görebiliyoruz: AB’nin tarımsal ürün ihracatında Türkiye’nin payı 2001’de %1.3’den, 2004’de%1.9’a yükselmiştir. Demek ki Türkiye AB’nin önemli bir tarımsal ürün ihracat pazarı olma  yolunda dır. Kuşkusuz, bazı ürünlerde Türkiye de AB’nin önemli bir tedarikçisidir. AB Türkiye açısından da önemli bir ihracat pazarıdır. Nitekim AB’nin tarımsal ürün ithalatında Türkiye’nin payı 2001’de %3.5’di; bu oran 2004’de %4.1’e yükselmiştir. 

Bununla birlikte olası bir “tarım ürünleri serbest ticareti” senaryosunda, bizzat AB’nin saptamalarına göre, Türkiye’nin rekabetçi kalabileceği tarımsal ürün sayısı çok az olacaktır. Türkiye; tarım işletmelerinin yapısında bozukluk, teknoloji kullanımında yetersizlik, düşük verimlilik gibi çetin sorunlarla karşı karşıya bulunmaktadır. Bundan dolayı, doğal kaynakları nedeniyle avantajlı konumda olduğu ve meyve-sebze, tütün pamuk gibi Topluluk tarımını tamamlayıcı nitelikte olan ürünler dışında, çoğu tarımsal üründe, hele hele hayvansal ürünlerde AB ile rekabet edemeyecektir. Tarımsal üretimde ve üretici gelirlerinde artış sağlanamayacak, hatta azalmalar ortaya çıkabilecektir. 
Türkiye çoğu stratejik tarım ürününde dışa bağımlı hale gelmeyi sürdürecektir. 

Birileri çıkıp “AB yardımları var” diyebilir; oysa bundan da umut yoktur. Şu bakımdan ki AB, bütçe disiplini çerçevesinde, üye olacak ülkelerin tarımsal potansiyelini göz önünde bulundurarak, her yeni üye kabulünden önce tarımsal harcamaları kısma yoluna gitmektedir. Böyle bir uygulama Türkiye’nin 
tam üyeliği öncesinde de ortaya çıkabilecektir. Topluluk ayrıca, son yıllarda tarım da dahil olmak üzere, bütün alanlarda, mâli destek sağlamaktan çok düzenleyici bir rol üstlenme yolunagitmektedir. Dünya Ticaret Örgütü (DTÖ) çerçevesinde ortaya çıkan gelişmeler tarımsal harcamaların kısılması yönündeki süreci daha da hızlandırmaktadır. 
Bu gelişmeler göz önüne alındığında denebilir ki Türkiye’nin OTAP çerçevesinde AB’den sağlayacağı mâli destek çok sınırlı bir düzeyde kalacaktır. 

C) Son 10 yılda AB ile tarımsal ticaretin, aleyhimize gelişmesinin başlıca sebepleri şu konularla ilgilidir: “Tavizli tarım ürünleri” ve “işlenmiş tarım ürünleri” ticareti. 

i) Tavizli tarım ürünleri ticareti: Gümrük Birliği’nin ‘tarım ürünleri hariç’ olarak uygulanışı, fazlaca basite indirgenerek algılanmaktadır. Bazı tavizli tarım ürünleri kapsamı içinde, vergi alınmayan ya da düşük gümrük vergisi alınan tarım ürünleri kategorisi de vardır. Şöyle ki Türkiye’nin AB’den olan tarım ürünleri ithalatının yüzde 33’ü “düşük vergili” ya da “vergisiz” bir ithalat rejimi kapsamındadır. Dolayısıyla tavizli tarım ürünleri sorunu ciddî bir sorundur. 

ii) İşlenmiş tarım ürünleri ticareti: İşlenmiş tarım ürünlerinde -ki bunlar sınaî ürün sayılmaktadır-Türkiye ile AB dışticaret dengesi negatiftir; mevcut fark da artmaya devam etmektedir. 1996’da Türkiye ile AB arasında işlenmiş tarım ürünlerinde (İTÜ) 30 milyon dolarlık bir negatif fark varken, bu miktar 2002’de 80 milyon dolara çıkmıştır. Buna karşılık bütün ülkeler hesaba katıldığında, Türkiye’nin bu ürünlere ilişkin ticareti pozitif bakiye vermektedir. 

AB’ye işlenmiş tarım ürünleri (İTÜ) ihracatımızın en önemli kalemlerini çikolata, şekerleme, çiklet ve makarna oluşturmaktadır. 

Bu ihracatta AB’nin payı 1996’da yüzde 6 iken, 2000’lerin başlarında yüzde 12’ye çıkmıştır. Sağlanan artış ilk bakışta olumlu görülebilir; ancak Türkiye’nin İTÜ ithalatında AB’nin payını göz önüne aldığımızda görüşümüz değişir; çünkü 
bu oran, 1994-2002 itibariyle ortalama %85’dir. Başka bir deyişle, İTÜ’de Avrupa ezici bir üstünlüğe sahiptir. İşlenmiş tarım ürünü ticaretini asıl yapan, AB’dir; Avrupa Birliği İTÜ üretiyor, biz tüketiyoruz. 

İşlenmemiş ya da işlenmiş (sınaî) tarım ürünleri ticaretinde neden Türkiye aleyhine bu kadar olumsuz bir durum var? 

Sorunun yanıtı şu olabilir: 
1 Ocak 1995 tarihinden itibaren, Dünya Ticaret Örgütü’nün (DTÖ) tarıma ilişkin yeni politikaları yürürlüğe girmiş bulunmaktadır. Bununla eşzamanlı olarak 

AB özellikle işlenmiş tarım ürünlerinde önlem almakla yetinmemiş; diğer tarım ürünlerinde de gümrüklerini yükseltmiştir. AB’nin İTÜ’de gümrükleri yükseltmesinin Türkiye’ye etkisi olmuş mudur? Elbette, hem de olumsuz etkisi olmuştur; çünkü Türkiye gümrüklerini yükseltmemiştir; dolayısıyla yeni bir 
rekabet dezavantajıyla karşı karşıya kalmıştır. Bundan başka, Türkiye; 2004’te AB’ye katılan ülkelerin neredeyse 10 yıldır yararlandığı bu tercihli rejimden yararlanamadığı için, yeni üye ülkeler karşısında da rekabet dezavantajına uğramıştır. AB’nin fanatik, “şifa bulmaz” savunucusu olan İktisadi Kalkınma Vakfı (İKV) da bu izah şekline katılmış bulunuyor: Türkiye’nin AB’ne yaptığı ihracatta, işlenmiş tarım ürünleri (İTÜ) küçük bir paya sahiptir (1994: %7, 2002: %15). Gümrük Birliği sonrası İTÜ sektörünün AB’ne ihracatında ilk yıllarda çok küçük oranlarda artış kaydedilmiştir. Sektörün toplam ihracatında AB’nin düşük payının sebebi, AB’ne ihraç edilen işlenmiş tarım ürünlerinin “tarım payı” için Ortak Tarım Politikası kapsamında son derecede yüksek gümrük vergileri ödenmesidir. Buna karşılık AB, Türkiye’ye ihracatında ilgili ürünlerin tarım payına çok daha düşük oranlarda vergi ödemektedir (H. Soğuk ve E. Uyanusta, 
Gümrük Birliği’nin Türkiye Ekonomisine Etkileri, İKV yayını, İstanbul, 2004, s. 133]. 

Türkiye AB ile İTÜ ticaretinde neden dezavantajlıdır? Bunu anlamak için mekanizmayı biraz daha açıklayıp netleştirmek gerekmektedir. Şöyle ki: Türkiye’nin AB’nin işlenmiş tarım ürünleri piyasasındaki rekabet gücü, Birliğin bu ürünlerin tarım payına uyguladığı yüksek vergiler nedeniyle düşüktür. Türkiye 
sektörün AB’ne ihracatında sanayi paylarına uygulanan gümrük vergilerinden muaf olmakla birlikte, üçüncü ülkelere uygulanan yüksek tarım payı vergisine maruz kalmaktadır. AB’nin temel tarım ürünleri süt, hububat ve şeker olarak sıralanabilir. İlgili ürünlerde AB’nin koruması devam etmektedir. AB sektör ürünleri ihracatında ilgili ürünün tarım payına Birlik fiyatı ile dünya fiyatı arasındaki fark kadar sübvansiyon uyguluyor. Bu ürünlerin işlenmiş tarım ürünleri olarak piyasaya girişini engellemek amacıyla belirlenmiş olan tarım ve sanayi payı ayrımı, Gümrük Birliği’ne rağmen Türkiye’nin AB piyasasındaki avantajlarını kısıtlamaktadır. 

II) TARIMSAL ÇÖKÜŞÜN SORUMLULARI  TESLİMİYETÇİ HÜKÜMETLER 

AB’nin çifte standartları, “merdiveni itme” stratejileri; ancak Türkiye’nin “aydın” ve yönetici sınıflarının işbirliğiyle etkili olabilirdi ki ne yazık ki öyle de olmuştur. Zaten emperyalizm “dahilî ortaklar” bulmadıkça, bir ülkede hiçbir şey yapamaz. 

Türkiye her alanda olduğu gibi tarımda da, kendi öz buluşumuz olan Atatürkçü kalkınma politikalarından tamamen uzaklaştırıldı. 

Artık ortada köşeleri iyice sivriltilmiş, çok bilinçli ve uzun vadeli olarak tasarlanmış, “emperyalizm” patentli yeni politikalar var. Bunları oluşturanlar, anlaşılıyor ki kendi insanımız değildir, Türkiye’nin tarım politikası sorumluları değildir. 

Ancak “iyi niyetliler” de görülmüştür; 1999 sonrası hükümetlerinin kimi tarım bakanları uygulanan tarım politikalarının dışa bağımlı niteliğinden yakınmışlar, ama başlangıçtaki çare arayışlarının etkisizliğini görünce kısa sürede onlar da teslimiyeti seçmişlerdir. 

1999’da iktidar olan DSP-MHP-ANAP Koalisyonu, hükümet olduktan 8 ay sonra IMF programınıkabul ederek harfi harfi ne uygulamaya koyulmuştur. A.K.P. ise kuruluşu sonrasında ve 2002 seçim kampanyasında IMF politikalarını ve özellikle tarım politikalarını değiştirme vaadiyle iktidara talip olmuş, 
ama seçimleri kazanıp iktidar olduktan sonra o da teslimiyeti seçmiş, “Derin Merkez”in taşeronları IMF v DB’nın politikalarına, öncekilerden de ileri bir şevkle angaje olmuştur. 

Altıncıyılınıdolduran uygulamalar sonunda tarımsal katma değerin göreli payının hızla gerilediği bir dönem yaşanmıştır (Tarım/GSMH oranı 1999’da %15, 2005’de %10). Daha hızlı gerileme ise tarımda çalışan nüfusun toplam istihdam içindeki 
payında görülmüştür. Gerçekten sivil istihdamın tarımdaki payı 1999’da %42 iken, 2005’de %30’a düşmüştür. Önümüzdeki dönemde bu payın daha hızlı olarak azalması beklenmektedir. 

Bu eğilimler tarımın göreli konumunu hızla değiştirmektedir; ancak bununla da kalmayıp kırsal göçü kontrol edilemez hâle getirmekte, kentsel ve kırsal işsizlik oranlarını ve âdi suç vakalarını tırmandırmaktadır. Tarımdaki değişmelere bağlı olarak tüm ekonomik ve toplumsal yapılar altüst olmakta ve yeniden 
şekillenmektedir. 

Türkiye’yi istikrarsızlaştıracak, sömürgeleşmeye götürecek bütün bu tehlikeli ögeler birer birer oluşurken, Türkiye’nin yönetici sınıfları, aydınları, “parafesörler”i ne yapıyorlar acaba? 

Ne yapacaklar…, hayırsızlar olup bitene seyirci kalmakla yetiniyorlar. 

Bir bakıma, gençliğin bugünkü buhranı, Türk-İslam değerleri ile Batı’nın yaşama biçiminden hangisini benimseyeceği konusundaki kararsızlığından kaynaklanmaktadır. 

Bu noktada devlet de bir karar vermelidir. Batı’nın köleleşmiş bir parçası mı olalım, yoksa medeniyet yürüyüşümüzü Türk-Müslüman kimliğimizi muhafaza ederek mi sürdürelim? 

Millî Eğitimde Amaç Ne İdi, Sonuç Ne Oldu? 

Millî Eğitim Temel Kanunu’nda eğitimin amacı şöyle belirtilmiştir: “Atatürk İnkılâp ve İlkelerine, Anayasa’da ifadesini bulan Türk milliyetçiliğine bağlı; Türk milletinin millî, ahlakî, insanî, manevî ve kültürel değerlerini benimseyen, koruyan ve geliştiren; ailesini, vatanını, milletini seven ve daima yüceltmeye çalışan; insan haklarına ve Anayasa ’nın başlangıcındaki temel ilkelere dayanan demokratik, lâik ve sosyal bir hukuk devleti olan Türkiye Cumhuriyetine karşı görev ve sorumluluklarını bilen ve bunları davranış haline getirmiş yurttaşlar 
yetiştirmek.” Ne kadar güzel, ne kadar açık ama yetmedi ve yetmiyor. Çünkü bugün varılan nokta ile amaç arasında herhangi bir uyum bulunmamaktadır. 

Millî Eğitim Bakanlığı, ülkenin kalkınmasında birinci derecede gerekli olan “nitelikli insan unsuru”nu yetiştirememiş ve bu görevini hakkıyla yapamamıştır. Bunun sebepleri üzerinde düşünürsek şunları söyleyebiliriz: 

1. Gençliğe Türklük şuuru kazandıracak dersler öncelikle “Türk Tarihi” ile “Türk Dili ve Edebiyatı-Türkçe” dersleridir. 

Bu derslere gereken önem verilmemiştir. Üniversitelere giriş sınavlarında tarih ve edebiyatla ilgili soruların sorulmaması, öğrencilerin bu derslere ilgisini yok 
etmiştir. 

2. Üniversiteye girişin tek veya en önemli hedef sayılması sonucu, ilköğretim okulları ve liseler yalnızca öğretim yapan mekânlar haline gelmiştir. Bu durumda Millî Eğitim Bakanlığı’nın adını da değiştirseler, “Öğretim Bakanlığı” 
deseler daha uygun olur. 

3. Okullarda disiplinin D’si bile yoktur. Demokratik eğitimde ölçü kaçmış ve anarşi patlamıştır. Okullardaki şiddetin bilançosu oldukça ağır: son sekiz ayda meydana gelen 2 bin 990 şiddet olayına 7 bin 193 öğrencinin karıştığı 
Bakanlıkça açıklanmıştır. Bu konuda da Atatürk’ün direktifleri göz ardı edilmiştir. Ne demişti Ulu Önder, okuyalım: 

“Hayatın her çalışma safhasında olduğu gibi, özellikle maarif hayatında sıkı disiplin, başarının şartıdır. Yöneticiler ve öğretim kadroları disiplini sağlamaya, öğrenciler ise disipline uymaya mecburdur.” 

4. Küreselleşme, Türkiye’yi Batı’nın bir parçası yapma politikası, millî eğitimi çok olumsuz etkilemiş ve etkilemektedir. Asıl yanlış burada… Türk gençliği, Hıristiyan Batı’nın tüm rezilliklerine, ilerlemedir diye, açık hâle getirilmiştir. Amerikan yaşam tarzı övülmüş, yüceltilmiştir. 

“Batı! Batı!” diye Türk gençliğinin beyni yıkanmıştır. Sonuç ortada: Gasp ve hırsızlık çeteleri, esrar ve eroin partileri, millî meselelere ilgisizlik… Bunları ve 
benzerlerini yabancı filmlerde görürdük, şimdi kendi ülkemizde yaşıyoruz. 

Oysa eğitim, yaşama biçimine uygun olursa, millî kültür değerleri üzerinde yükselirse “eğitim” olur. Bir bakıma, gençliğin bugünkü buhranı, Türk-İslam değerleri ile Batı’nın yaşama biçiminden hangisini benimseyeceği konusundaki 
kararsızlığından kaynaklanmaktadır. Bu noktada devlet de bir karar vermelidir. Batı’nın köleleşmiş bir parçası mı olalım, yoksa medeniyet yürüyüşümüzü Türk-Müslüman kimliğimizi muhafaza ederek mi sürdürelim? 

Sağlıklı ve doğru olan elbette ikincisi… Atatürk’ün devrinde de yapılan bu idi. Eğitim politikası iki temel ilkeye dayanıyordu: 

1. Millîlik, 
2. Çağdaşlık. 

“Eğitimde Millîlik” denildiği zaman: 

a. Türklük şuurunu uyandıran, 
b. Millî birlik ve dayanışmayı kuvvetlendiren, 
c. Türk tarihini bir bütün olarak ele alan, 
d. Türk dilinin tam öğretilmesini amaç edinen, eğitim ve öğretimin Türk diliyle yapılmasını ön gören, 
e. Millî bağımsızlık, millî egemenlik gibi kavramları yüce tutan düşünce ve aksiyon anlaşılmalıdır. 

“Eğitimde çağdaşlık” denildiği zaman da, eğitim ve öğretimin bilimsel olması anlaşılmalıdır. Bu ne demektir? 

a. Peşin hükümlerden sıyrılmak, 
b. Araştırıcı ve yaratıcı beyin gücüne sahip olmak, 
c. Üretimi artırıcı bilgilere ulaşmak, 
d. Düşünen, fi kir yürüten; fikri hür, irfanı hür, vicdanı hür kuşaklar yetiştirmek. 
e. Ders araç ve gereçlerine teknolojik gelişmelere uymak. 

Millîlik ve çağdaşlık (Batıcılık değil) ilkelerinden kademe kademe sapıldığı için bugünkü menfi noktaya gelinmiştir. 

Temel yanlışlık, ülke içindeki ve dışındaki ihanet odaklarının etkisiyle, Türk milliyetçiliğinin etkisizleştirilmesidir. 

Bu hareket Atatürk’ün ölümünden hemen sonra başlatıldı. Türk milliyetçiliğinin karşısına Batı tipi hümanizm, Türk kültürünün karşısına da Yunan-Roma kültürü 
konuldu. Türklük sevgisi şovenizm sayılıp kötülendi. Batı sevgisi ilericilik sayılıp övüldü. Türk insanı kendi yüksek kültür ve medeniyetinden habersiz bırakıldığı için Batı karşısında ezik ve mahkûm bırakıldı. Ne yazık ki bu yanlış 
politika günümüzde de devam ediyor: 

1. Türk tarihini karalama kampanyaları siyasî iktidardan destek buluyor. “Türkler bir milyon Ermeni’yi, otuz bin Kürt’ü katletti.” diyen Orhan Pamuk’a ve yine Ermeni iddialarını destekleyen Elif Şafak’a arka çıkılıyor. 
2. Okullarda “yabancı dille eğitim ve öğretim”e destek sürdürülüyor. 
3. İş yerlerine yabancı adlar verilmesi faciasına göz yumuluyor. 
4. “Türk kimliği” yerine “Türkiyelilik kimliği” savunuluyor. 
5. Avrupa Birliği’ne uymak amacıyla eğitim ve öğretimde sık sık yapılan değişiklikler, yeni olumsuzluklara yol açıyor. 

Küreselleşmenin kötü etkisini iliklerine kadar hisseden Türk gençliğinin millî ve manevî değerlerle silahlandırıp korunması gerekiyor. Ancak bunu kim yapacak? Bugün için okul da aile de bunu yeterince yapamıyor. Ailenin çabası, okulun gayreti yetmiyor. Çaba ve gayretler bir televizyon programında veya sinsi bir internet sitesinde sonlanabiliyor. Yine de gençliğimizi suçlayamayız. Onlara ne 
verdik ki… 

Türk gençliği, Dede Korkut hikâyelerinde anlatılan iyilik, cömertlik, mertlik, cesaret ve bilgelik timsali alpları tanısaydı; Ahmet Yesevî’yi, Hacı Bektaş veli’yi, Yunus Emre’yi kavrayıp “sevgi”ye ulaşabilseydi; Yakup Kadri’nin, Peyami Safa’nın nesirlerindeki Türk dili zevkini tadabilseydi ne yönünü Batı’ya çevirir ne de kendisine yabancı kahramanlar arardı. Gençlik ne yapsın? Kimi örnek alsın? Şaibeli ihaleler, banka hortumcuları, yolsuzluk haberleri, ahlak dışı ilişkiler, haram paralarla yaşanan çok renkli hayatlar… Gençliğin bunlardan etkilenmemesi mümkün değil. 

Gençlik sahipsiz ise Türk milletinin geleceği yoktur. Eğitimciler kolları sıvayın! Tozlu rafl arda kalmış kitaplarınızı indirin ve Millî Eğitim Temel Kanunu’nun birinci maddesini tekrar tekrar okuyun. Ne kadar başarılısınız, notunuzu 
kendiniz veriniz. Ve lütfen düşününüz! Yunan ordusunu Sakarya’ya dayandığı o çok zor günlerde 16 Temmuz 1921’de Mustafa Kemal’in Ankara’da “Maarif Kongresi”ni toplamasının sebebi ve anlamı neydi? “Cumhurbaşkanı olmasaydınız 
ne olmak isterdiniz?” sorusuna yine o büyük insanın verdiği şu cevabı da, ne olur unutmayalım: “Millî Eğitim Bakanı olarak eğitim davasına hizmet etmek isterdim.” 

Türk milleti için en büyük ve ana davanın “ Millî Eğitim Davası ” olduğu Ulu Önder tarafından ne kadar açık anlatılmış. 

***