14 Şubat 2020 Cuma

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Irak Ziyareti Işığında Türkiye-Irak İlişkileri BÖLÜM 2

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Irak Ziyareti Işığında Türkiye-Irak İlişkileri  BÖLÜM 2


Irak Hangi Şartlarda, Nasıl Parçalanabilir, 


1.b.2. Çatışmanın Büyümeden Durdurulması

Irak’ta yukarıdaki nedenlerden birisine bağlı olarak küçük çaplı bir iç çatışma yaşanabilir. Çatışmanın nedenleri ve boyutu ne olursa olsun, iç çatışmaların sürmesi dış ülkelerin özellikle de komşu ülkelerin tavırlarına bağlıdır. Örneğin, Irak ile Yugoslavya’yı birbirinden ayıran en önemli faktörlerden birisi Yugoslavya iç savaşı çıktığında çatışmanın yayılma etkilerini engelleyebilecek ve çatışmayı durdurabilecek kadar güçlü bölgesel hükümetler olmadığından çatışmanın
uzaması olmuştur. Dahası, Kosova’nın bağımsızlık çabaları da benzer bir nedenle başarıya ulaşabilmiştir. Oysa, Irak’a komşu olan ülkeler Balkanlardakiler’in aksine güçlü ve gerektiğinde askeri güç kullanabilecek bölgesel güçlerdir.
Bu ülkeler arasında tam bir strateji birliği olmamasına rağmen Irak’ın toprak bütünlüğünü koruma konusunda fikir birliği içinde oldukları söylenebilir. 

ABD Savunma Bakanı Panetta, geçtiğimiz Temmuz ayında Erbil’de KBY Başkanı Barzani’yle görüştü. ABD’nin Kürt bölgesinin geleceğiyle ilgili tutumu büyük merak konusu.

Bu nedenle, Irak’ın iç çatışmaya sürüklenmesi halinde bölge ülkelerinin doğrudan ya da dolaylı müdahaleleriyle çatışma ülkenin parçalanmasına neden olmadan durdurulabilir.

  Çatışmayı sürdürmek isteyen taraflar bölge ülkelerinin telkin, baskı veya tehditleriyle çatışmayı sürdürme iradelerini sona erdirebilirler. Ancak bu olasılık, Irak’a komşu ülkelerin olası bir iç çatışma durumunda dahi Irak’ın toprak bütünlüğünü koruma konusundaki işbirliğini devam ettireceği varsayımına dayanmaktadır. Bununla beraber, bu konuda özellikle İran’ın politikalarına
tam olarak güvenilmemesi gerekmektedir. İran, Basra Körfezi’nin kuzeyini kontrol etmek ve petrol sahası üzerinde oturan güçlü bir Şii müttefik elde etmek için Irak’ın parçalanmasının kaçınılmaz olduğunu düşündüğünde stratejik yaklaşımını değiştirebilir. Genellikle İran ve Irak Şiiliği arasındaki ayrım iki ayrı ve komşu Şii devletinin oluşması halinde aralarında bir rekabet olacağı varsayımını yaratmaktadır. Fakat, Irak’ta çatışma ve parçalanma kaçınılmaz hale gelirse İran muhtemelen bu ayrılığı kontrol etmek veya belli bir süre zarfında tölare etmek zorunda kalabilir. Bu nedenle ortaya çıkabilecek yeni Şii devletiyle düşmanca veya rekabete dayalı bir ilişki modeli geliştirmektense uzlaşı ve işbirliğine dayalı bir yolu tercih ederek yeni Şii devletini yanına çekmeyi stratejik olarak uygun görebilir.

Özellikle ortaya çıkacak Şii devletinin Suudi Arabistan başta olmak üzere Basra Körfezi’ndeki Sünni Arap devletlerinde yaratacağı Şii korkusu nedeniyle yeni Şii devletinin dışlanması ihtimalinin çok yüksek olması bu Şii devletinin de İran’a olan ihtiyacını artıracaktır. Bu bağlamda Irak’ın parçalanması halinde ortaya çıkabilecek yeni Şii Arap devletinin tek başına Sünni ve kendisine düşman Arap devletleriyle mücadele içine girmektense İran ile işbirliği yapması olasılığı yüksektir.

1.c. Kırılgan ve İstikrarsız Irak

Irak, bugün dahi batıdaki pek çok saygın kuruluş tarafından “kırılgan” olarak nitelenmektedir.
Ülkenin 2005-2008 yılları arasında süren iç çatışmadan parçalanmadan ve göreli olarak az hasarlı çıkmasına ve o zamandan bu yana şiddetten arındırılmaya çalışılmasına bakıldığında siyasi ve ekonomik açıdan daha iyi durumda olduğu söylenebilir.

Bununla birlikte, bu sürecin sağlam temellere dayanmadığı, eskiye dönüşün mümkün olduğu ve bu nedenle Irak’ta temkinli olunması gerekliliği savı birçok uzman tarafından da paylaşılmaktadır. Irak’ın kırılgan ve istikrarsız bir hale sürüklenmesi senaryosunu bugünkü durumdan ayıran en önemli hususlar şunlar olabilir:

(a) Siyasi sorunların diyalogla çözüleceğine ilişkin anlayışın tamamen sona ermesi,
(b) Ülkedeki siyasi tansiyonun yükselmesi ve potansiyel olarak görülen sorunların gerçeğe dönüşmesi,
(c) Bir süredir çözümü beklenen sorunların çözülmeyeceğine dair kanaatin yoğunlaşmasıdır.

Bu çerçevede bakıldığında, kırılgan ve istikrarsız bir Irak senaryosunun aslında iç savaş ve kaosa sürüklenmiş bir Irak’tan bir önceki aşama olduğu, bu sürecin ne kadar süreceğinin ise bilinemeyeceği söylenebilir. Bu sürecin uzunluğu hakkında kesin bir tahmin yapılamasa da çatışmanın şiddetine ve  Ortadoğu’nun içinde bulunduğu bölgesel dinamiklere göre 1-5 yıl boyunca devam edebileceği söylenebilir.

< Çatışmanın nedenleri ve boyutu ne olursa olsun, iç çatışmaların sürmesi dış ülkelerin özellikle de komşu ülkelerin tavırlarına bağlıdır. Irak’a komşu olan ülkeler arasında tam bir strateji birliği olmamasına rağmen Irak’ın toprak bütünlüğünü koruma konusunda fikir birliği içinde oldukları söylenebilir. >

Kırılgan ve istikrarsız bir Irak’ta:

(a) Yapılan yeni seçimler sonucunda kurulan hükümetin kanun çıkartamadığı, hükümetin işlevlerini yerine getiremediği, Meclis’in işlemediği, siyasal uzlaşıya varılamadığı, seçimlerin ve meclisin meşruiyetinin sorgulandığı hatta kabul edilmediği,

(b) Sünni Araplar ile Kürtler, Şii Araplar ile Sünni Araplar, hükümet güçleri ile peşmergeler, hükümet güçleri ile direnişçiler vb. aktörler arasında çatışmaların doğduğu, arttığı, ancak henüz sürecin hükümetin kontrolünün dışına çıkmadığı ve mevcut anayasal düzen içinde tarafların sorunlarına
çözüm aradıkları,

(c) Meclisin çalışamaması nedeniyle anayasa değişiklikleri sorununun bir türlü çözülemediği, Kerkük sorununun ağırlaştığı, Musul’daki gerginliğin tavana tırmandığı, Diyala’daki gruplar arasında tansiyonun yükseldiği,

(ç) Meclisin çalışmaması nedeniyle kendilerine verilen sözlerin tutulmamasına tepki duyan grupların siyasal süreçten uzaklaştığı, silahlı mücadeleye yoğun şekilde geri dönüş yaptığı bir siyasal ortam yaşanabilecektir.

Bugün, Irak’taki siyasi havanın devam etmesi, Haşimi Krizi’nin çözülememesi, şiddet olaylarının artması ve Maliki-Irakiye-Kürtler arasındaki restleşmenin bir hükümet krizine dönüşmesi halinde Irak’ın önündeki en muhtemel geleceğin yukarıdaki çatı çerçevesinde yaşanabileceği söylenebilir.

1.d. İç Savaş Durumu ve Kaos Ortamı

Bu senaryo kırılganlığın had safhaya vardığı, ülkenin parçalanmanın eşiğine geldiği bir ortamı nitelemektedir. Bu nedenle mevcut durum senaryosunun son halkasıdır. Ülkenin belli bir bölgesinde başlayan çatışmanın yayılması ya da eş zamanlı bazı çatışmaların başlamasıyla doğabilecek olan bu senaryonun dört şekilde sonuçlanması mümkündür:

<  İran, Basra Körfezi’nin kuzeyini kontrol etmek ve petrol sahası üzerinde oturan güçlü bir Şii müttefik elde etmek için Irak’ın parçalanmasının kaçınılmaz olduğunu düşündüğünde stratejik yaklaşımını değiştirebilir. >

- Ülke parçalanabilir,
- Merkezi hükümet üstünlüğünü sağlayıp otoritesini kabul ettirebilir.
- Merkez kaç güçler başarılı olmalarına rağmen ayrılığa gitmeyip yeni kazanımlar elde edebilir,
- Bölge devletleri ya da uluslar arası örgütler duruma el koyup Irak’ta yeni bir durum yaratabilirler.

Ülkeyi iç savaşa götürecek çatışmaların nasıl ve nereden başlayacağı konusunda kesin bir tahmin yapmak mümkün olmamasına rağmen bazı tahminlerde bulunulabilir: Irak’ı iç savaş durumuna getirecek olan çatışmaların iki merkezi olabilir: ülkenin kuzey ve orta kesimleri. Kuzey merkezli çatışmanın üç ana coğrafi merkezi olabilir: Musul, Kerkük ve Diyala. Musul’da son zamanlarda
Kürtlerle Sünni Araplar arasındaki anlaşmazlık zaten çatışmaya dönüşmüştür. Ancak bu sınırlı kalmaktadır. Hadba’nın hem 2009 Vilayet Meclisi hem de 2010 Genel Seçimi’nde bölgede kazandığı başarı Arapları cesaretlendirmiştir. 2010 seçimi öncesinde Musul Valisi Etil Nuceyfi Kürtlerin kontrolündeki bazı ilçelere sokulmayınca olaylar büyümüştür. Fakat seçimden sonra Nuceyfi’lerin
çatışmacı söylemi düşüşe geçmiştir. Bu nedenle, Musul mevcut dinamikler çerçevesinde çatışmayı başlatabilecek yerler arasında göreli olarak geri planda kalmaktadır.

    Kerkük ise potansiyel çatışma sahası özelliğini korumaktadır. Irak’ın küçük bir modeli olarak nitelenen Kerkük’te çatışmaların başlaması bu şehrin etnik ve mezhepsel yapısı nedeniyle yayılma potansiyeli taşımaktadır. Ancak, en karışık görünen bölge Diyala’dır. Irak’taki tüm çatışma alanlarını tek bir potada toplayan Diyala oldukça hassas bir konumdadır. Kürtlerin Hanekin’deki genişleme çabası, Irak ordusuyla peşmergeler arasındaki hamle savaşı, Şii-Sünni çatışmasının
sürmesi, El Kaideci grupların faaliyetleri, Türkmenler üzerindeki baskılar, milliyetçi Sünni Arapların Kürtleri bölgeden çıkarmak istemesi ve petrol rezervleri gibi en hassas olguları bir arada barındıran Diyala Irak’taki çatışmaların patlama noktası olabilir. Ancak, şu noktanın da altının çizilmesi
gerekmektedir: Kerkük’ten başlayacak bir çatışma hem coğrafi konumu hem de çatışmanın mahiyeti nedeniyle daha hızlı ve kolay yayılabilecektir.

   Bu nedenle, Diyala ve Musul’da çatışma yaşanması halinde bunların lokal olarak kalması ve söndürülebilmesi şansı varken Kerkük’te doğabilecek büyük çaplı bir çatışmayı dindirmek diğerlerine göre çok daha zor olacaktır.

Irak’ı iç savaşa götürecek olan ikinci bir seçenek ise Bağdat merkezlidir. Sünni ve Şii Araplar arasında ülke siyasetini kontrol etmekten kaynaklanan güç mücadelesinin tekrar 2006-2007 yıllarındaki gibi bir çatışmaya dönüşme olasılığı hafife alınmamalıdır. Bugün Irak’taki siyasi grupların çoğu “bir daha 2006-2007 yıllarına dönülmez” deseler de el altından kendilerini bir çatışmaya
hazırladıkları izlenimi doğmaktadır.

    Bir kez bu tür bir çatışma başladıktan sonra son derece kanlı ve uzun süreceğini tahmin etmek zor değildir. Ortadoğu’da önceki etnik ve mezhepsel çatışmalar dikkate alındığına savaşanların birbirleri arasındaki mücadelesinin bir süre sonra bölge ülkelerinin de yer aldığı bir vekaleten savaşa dönüştüğü görülmüştür. Bu durum, bazen savaşanların kendi iradesinin de ötesinde uzun
süren bir çatışma döngüsünün ortaya çıktığını göstermektedir. Ayrıntıları aşağıda ele alınacak olan bu olasılığın gerçekleşmesi halinde çatışanlar ancak parçalan ma halinde kazanımlarını  koruyamayacakları ve bölge ülkelerinin baskısıyla durumlarının daha da kötüleşeceği durumlarda  parçalanmadan uzak durmak isteyebileceklerdir.

Bu nedenle, parçalanma yoluyla Sünni Arap ülkelerinin kontrolüne girmek istemeyecek olan Sünni Araplar, güneydeki devletlerin tepkisini çekecek ve İran’a daha fazla yakınlaşma nedeniyle sıkışacak olan Şii Araplar ve İran-Türkiye - Suriye’nin yaratabileceği baskı nedeniyle yaşamanın çok zor olacağı ve yeni bir “Mahabad” olayıyla/senaryosuyla karşılaşabileceklerini düşünen Kürtler parçalanmaya gitmeyebilirler. Ancak, işler o noktaya geldikten sonra çatışmanın
grupların kendi tercihleri sonucunda parçalanma üretmemesi son derece düşük bir olasılıktır.

2.1. Mevcut Durumun Sona Ermesi: Parçalanmış Irak Senaryoları

Bölünme senaryosu büyük ölçüde yukarıda ele alınan ve iç savaşla birlikte yaşanacak bir kaos ortamının ürünü olabilecektir. Ancak, parçalanma durumunda dahi ülkenin nasıl ve hangi grupların kontrolünde parçalanacağı soru işaretleri yaratmaktadır. Irak’ın kaça bölüneceği büyük ölçüde kaos ortamını yaratacak çatışmaların hangi merkezden başlayacağına dayanacaktır. Merkezden
başlayacak parçalanma ülkenin üç veya daha fazla parçaya ayrılmasına yol açacakken, kuzeyden başlayacak bir kaos ortamı en azından ilk aşamada ülkenin ikiye bölünmesiyle sonuçlanabilir.

Bu durumda, ülkenin tamamında çatışmaların çıkması beklenmemelidir.

Çatışmaların kuzeyden başlaması durumunda (en azından başlangıçta) asıl çatışma sahalarının Sincar’dan başlayarak Musul’un kuzeyine uzanan hat, Kerkük ve Diyala’nın kuzey ve doğu bölgeleriyle  sınırlı olacağı söylenebilir. Anılan olasılık ve çatışma durumu aşağıdaki haritada kabaca gösterilmiştir. 
Bu noktada hatırlatılması gereken en önemli husus parçalanma senaryolarının tamamen kurgusal olduğunun ve aktörlerin olası davranışlarının tamamen mantıksal çıkarımlara dayandırıldığı dır. Ayrıca, aktörlerin davranışlarının aşağıdaki anlatılar gibi mekanik olmayacağı bilinmesine rağmen gelişmelerin gidişatına ilişkin kaba bir özet verebilmek için olası süreç mekanik bir tarzla ele alınmıştır.

İkiye Bölünmüş Irak ve Olası Çatışma Bölgelerine Ait Harita
* Bu haritada ülke, vilayet ve ilçe sınırları dışındaki işaretlemeler tahmini değerlere göre yapılmıştır.

     Irak’ın ikiye parçalanmasını tetikleyecek bir çatışma ortamı muhtemelen, ülkenin kuzeyinde bugün “tartışmalı bölgeler” olarak anılan ve çoğunlukla Kürtler ve Araplar arasında sorun oluşturan, ancak üzerinde Türkmenlerin de yaşadığı coğrafyada patlak verebilecektir. Ülkeyi ikiye bölecek bir atmosferin oluşması, Sünni Araplar ile Kürtler arasında Musul, Kerkük ve Selahattin vilayetlerinde meydana gelebilecek karşılıklı saldırılar, yoğun göç baskısı ve siyasi güçlerin birbirlerini yok sayıp diğerlerinin etki alanında güç uygulamaya çalışmasıyla ortaya çıkabileceği gibi; merkezi hükümet ile KBY arasında petrol yasası, Kerkük’ün statüsü, Irak ordusunun “tartışmalı bölgelere” konuşlanarak Kürtleri çıkarması ya da bütçeden Kürtlere ayrılan paranın büyük oranda azaltılmasıyla da yaşanabilir. Hangi nedenle olursa olsun, ülkeyi ikiye parçalanmaya götürecek
bir atmosferde asıl çatışan taraflar Kürtler ve Araplar olacaktır. Bu noktada asıl çatışma sahasının Musul, Kerkük, Tuzhurmatu ve Diyala’nın kuzeyi ve doğusu gibi Türkmenlerin yaşadığı bölgelerde cereyan etmesi olasılığı çok yüksektir.

    Bu nedenle, Türkmenlerin olası bir çatışma ortamında nasıl bir tavır alacağı son derece önemlidir.
Bugüne kadar Irak’ın toprak bütünlüğünün yanında olan Türkmenler, Irak’ın parçalanması olasılığının gerçeğe dönüşmesi halinde Araplarla birlikte hareket edebilirler. 
Ancak, bu durumda doğrudan bir çatışmanın tarafı haline gelerek büyük miktarlarda  kayıp verme olasılıkları bulunmaktadır. Öte yandan, ülkenin ikiye bölünmesi olasılığı Sünni ve Şii Araplar’ın birbirleriyle ve/veya kendi içlerindeki anlaşmazlıkları bir kenara bırakıp, Sünni-Şii milliyetçi Arap grupları Kürtlerle çatışmaya itebilir. Böyle bir durumda Irak’ta merkezi hükümeti hangi grup kontrol ederse etsin Kürtlerle çatışmaya girebilecektir. Bu grup, normal
şartlarda kuzeydeki varlığı ve etkinliği az olan Dava Partisi ya da Sadr Hareketi bile olabilir. Bu Şii merkeziyetçi partilerden birisinin çatışmanın çıktığı dönemde iktidar olması ya da Bağdat’taki dengenin başat aktörü olması halinde Kürtlerle çatışması şaşırtıcı olmayacak, hatta büyük bir olasılık olabilecektir. Kürtler işgal sonrası elde ettikleri ağır silahlar, örgütlenme tecrübesi, gerilla savaşındaki deneyim ve saha bilgisi nedeniyle Araplarla baş edebilecek güçtedir. Ayrıca,
bu tür bir çatışmayı ne kadar uzun sürdürebilirlerse BM’nin veya diğer uluslararası örgütlerin duruma müdahale edebileceğini ve çatışmanın uzamasının kendi lehlerine olabileceğini düşünebilirler.

Bu nedenle, çatışmayı uluslararası platforma taşıyarak özellikle Batı’dan destek bulmak isteyeceklerdir. Buna ek olarak ABD veya bazı AB ülkelerinin desteği sayesinde çatışma sonrası dönemde bağımsızlığa ulaşmak isteyeceklerdir.

Buna karşılık Araplar ise bu sorunun Irak’ın iç işi olduğunun üzerinde durarak başka ülkeleri müdahale etmekten alıkoymak isteyeceklerdir.

Ancak, bu tür bir çatışmanın çıkması halinde çatışma sahasının bölge devletleri tarafından manipüle edilebilecek bir hale dönüşeceği ve saflaşmadan ziyade herkesin herkesle kozlarını paylaşacağı bir ortamın oluşacağı söylenebilir.

Bu noktada belirtilmesi gereken bir diğer husus dış güçlerin parçalanma olasılığı karşısında alacağı pozisyondur. Her ne kadar bölge ülkeleri, ABD, Avrupa ülkeleri, Rusya ve Çin gibi aktörler Irak’ın toprak bütünlüğünü savunduklarını ileri sürseler de ülkenin parçalanma noktasına geldiğinde tavır değiştirme olasılıkları güçlüdür. Bir kere, dış güçlerin bir arada ve eşgüdümlü olarak
Irak’ın parçalanmasını engellemek için askeri güç kullanacakları iddiası büyük bir olasılıkla bir söylemden ibarettir. Irak’ın parçalanmasından doğrudan ve hayati tehditler algılamayacak ülkelerin bu tür bir askeri harekata başvurmaktansa bekle gör politikası izlemesi; duruma göre pozisyon alarak çatışma sonrası duruma hazırlık yapması olasılığı daha yüksektir. Irak’ın parçalanmasından
en büyük zararı görebilecek olan ülkeler Türkiye, Suriye, Ürdün ve Suudi Arabistan’dır.

Ürdün’ün müdahale etmeye yetecek bir askeri gücü yoktur. Suudi Arabistan da askeri harcamalara milyarlarca Dolar yatırmasına rağmen ne sınırları ötesinde harekât yapabilecek bir kapasiteye ne de buna uygun bir coğrafyaya sahiptir. Suriye ise içinde bulunduğu durum nedeniyle herhangi bir hamle yapacak durumda değildir. Bu durumda geriye hem askeri harekât gücüne hem
de büyük tehdit algılamasına sahip ülke olarak bir tek Türkiye kalmaktadır. 

Bu noktada ABD’nin tavrı ise son derece önemlidir. Çatışmanın başlamasından sonra ülkeden çıkmış ABD askerlerinin bölgeye davetini muhtemelen can kaybına uğramak istemeyen ABD ilk etapta sıcak karşılamayacaktır.

Ancak, ABD duruma müdahale etse bile araya tampon güç olarak yerleşecek bir barış gücü misyonuna  öncülük edecek, bu tür bir barış gücünün sonu ise muhtemelen Kosova’da olduğu gibi kuzeyde bir  Kürt devletinin kurulmasıyla sonuçlanacaktır.

< İran, ortaya çıkabilecek yeni Şii devletiyle düşmanca veya rekabete dayalı bir ilişki modeli geliştirmektense uzlaşı  ve işbirliğine dayalı bir yolu tercih ederek yeni Şii devletini yanına çekmeyi stratejik olarak uygun görebilir. >


Irak’ın ikiye bölünme olasılığını ortaya çıkaracak bir diğer durum ise çatışma olmadan tarafların kendi aralarında anlaşmasıdır. Bağdat’ın zayıflaması, kuzeydeki bölgesel yönetime müdahale edemeyecek kadar iç çalkantılarla karışması halinde bu tür bir ortam doğabilir. Ancak, Kürtler ile Araplar arasındaki sorunlu alanlarda Musul, Kerkük ve Diyala’daki petrol rezervleri ayrılığın
çatışma olmadan gerçekleşmesi olasılığını son derece düşürmektedir.


Üçe Bölünmüş Irak ve Olası Çatışma Bölgelerine Ait Harita.,
* Bu haritada ülke, vilayet ve ilçe sınırları dışındaki işaretlemeler tahmini değerlere göre yapılmıştır.

Çatışmaların merkezde başlaması ise ülkenin orta bölgelerinde yoğun çatışmaların yaşanmasıyla başlayıp, merkezi otoritenin zayıflamasından yararlanan Kürtlerin kuzeydeki faaliyetleri ile genişleyecektir. Bu durumda özellikle iki cephe arasında kalacak olan Sünni Arapların çatışmayı
kazanması olasılığı son derece zayıftır. Bu nedenle, çatışmanın daha kısa sürmesi ve daha kesin bir parçalanma süreciyle sonuçlanması beklenebilir.

Üçe veya daha çok bölgeye parçalanması senaryosunda çatışan tarafların en az üç gruptan olması beklenmekle birlikte özellikle Şiiler arasında yeni ayrışmaların olabileceği Sadrcı gruplar ile o dönemde iktidarda olması halinde Dava partisine bağlı birimler arasında güç ve iktidar mücadelesinin kanlı çatışmalara dönüşebileceği beklenebilir. Çatışmanın ana ekseni muhtemelen kuzeyde Sünni Araplar ile Kürtler arasında Musul, Kerkük, Diyala ve Selahattin’de, Sünni
ve Şii Araplar arasında ise Bağdat, Diyala, Babil, Kerbela, Anbar ve Vasit’te olabilecektir. Etnik ve mezhepsel savaşın birarada yaşanması muhtemelen gruplar arasında açık bir ittifak oluşmasını engelleyecek bu nedenle çatışan gruplar arasında karmaşık bir ittifaklar ya da ilişkiler ağı oluşabilecektir.

Bu tür bir senaryonun gerçekleşmesi halinde Türkmenlerin içinde bulunacağı durum da son derece  tehlikelidir. Türkmenler Kürtler ile Araplar arasındaki savaşın ortasında kalabileceği gibi aynı  zamanda kendi içlerindeki mezhepsel ayrım nedeniyle birbirlerine de düşebilirler.

Bu noktada hatırlatılması gereken son nokta ise dış güçlerinin tutumunun değerlendirilmesinin gerekliliğidir. 

Irak’ta parçalanma olasılığını doğuran bir çatışma ortamının doğması halinde
ABD ve İran’ın politikaları son derece önemli olacaktır. Pragmatik olan bu devletlerin kendilerine yandaş devletler yaratmak isteyeceklerinden çatışmanın taraflarına açık ya da örtülü destek vermeleridir. ABD’nin parçalanma kaçınılmaz hale geldiğinde çatışmanın diğer tarafı ABD karşıtlığı daha ağır basan Arap milliyetçileri ya da İran’a yakın Şii Araplar olacağından Kürtlerin yanında yer alacağı ve Kürt bölgesinin diğer devletler ve çatışan taraflardan korunması için
Türkiye’ye baskı yapmak isteyeceği söylenebilir.

Kurulacak bir Kürt devletinin Türkiye dışında bir ülke (ör. İran) aracılığıyla dünyaya bağlanması ABD için istenmeyecek bir senaryodur. Bu durum İsrail ve Avrupa ülkeleri için de geçerlidir.

Bu nedenle, parçalanma ortamını doğuracak bir iç çatışmanın meydana gelmesi halinde bu devletlerin Kürtlere destek vermesi ve Türkiye’ye de Kürtlere yardımcı olması konusunda telkinlerde bulunması beklenmeli; buna göre tedbirler alınmalıdır.

İran’ın tavrı ise ikircikli olacaktır. İran’ın kendisine yakın ve Basra havzasını kontrol edebilecek bir Şii devleti kurmak için çaba göstereceği söylenebilir. İran’ın etkinliği ve politikasının başarısı ise Iraklı Şiilerin diğer bölgesel güçler tarafından ne ölçüde kabul edilebilir ya da tehdit yaratan bir aktör olarak görüleceğine bağlıdır.

Sünni Araplarla çatışan Şiilerin Körfez ülkeleri ve Mısır tarafından desteklenmesi olasılığı yok denecek kadar azdır. Bu nedenle Iraklı Şiiler istemeseler bile İran’a doğru itilebilirler. 

Ortaya çıkabilecek yeni Şii Arap devleti tek başına ve kendisine düşman devletlerle mücadele içine girmektense İran ile işbirliği yapacaktır.
Resimde Başbakan Maliki, Tahran’da Rehber Hamaney ile görülüyor.


İran’ın Kürtler konusundaki tavrı da muhtemelen değişecektir. Olası bir Kürt devletinin Türkiye’nin veya ABD-İsrail ittifakının etkisinde kalmasını istemeyecek olan İran Kürtleri dışlamak yerine Sünni Araplarla çatışmasında destekleyebilir. Kürtler ile Şii Araplar arasında üçe bölünme senaryosunda doğrudan bir çatışma yaşanması olasılığı coğrafi nedenlerle düşük olduğundan İran’ın Şii Araplara vereceği destek ile Kürtlere vereceği destek arasında bir çelişki de olmayacaktır.
Bu nedenle, olası bir parçalanma durumu halinde Türkiye ile İran’ın işbirliği yaparak bölgedeki çatışmayı bastırması zayıf bir olasılıktır. Sünni Arap ülkelerinin ise Sünni Araplara maddi yardımda bulunarak çatışmayı mümkün olduğunca uzatıp, azami kazanımlar sağlamak isteyecekleri düşünülebilir. 

   Bu tür bir çatışmadan en çok zararlı çıkabilecek Sünni Arap devletleri Ürdün ve Suudi Arabistan’dır. Ürdün, ortada kalan Sünni Arapların kendi topraklarına eklemlenip Haşimi Hanedanlığı’nın sonunu getirmesinden haklı bir endişe duyacaktır. Ancak, İsrail de bu  senaryoya karşıdır. Çünkü, yanı başında büyük ve baş edilmesi kolay olmayan, düşman bir Ürdün devleti bulabilir. 

   Suudi Arabistan ise sınırında oluşacak Şii devleti nedeniyle hem İran karşısında güç kaybetmiş olacak hem de Suudi Arabistan’ın büyük petrol rezervlerinin bulunduğu bölgede oturan Şii azınlığı yönetmekte büyük güçlükler çekecektir. Bu varsayımlara dayanarak Irak’ta üçe veya daha çok parçaya bölünmeyi başlatacak olan bir çatışmanın başlaması halinde, bu çatışmanın bölge ülkeleri tarafından söndürülmesiyle, tersine alevlendirilmesi arasında çok ince bir çizgi olduğunun altı çizilmelidir.


IRAK’IN GELECEĞİNE DAİR SENARYOLAR 



IRAK’IN GELECEĞİNE DAİR SENARYOLAR



- Bu tabloda belirtilen parametrelere verilen yanıtlarda
- Çok iyi sütununun çoğunlukta olması mevcut durumun merkezi otoriteyi güçlendirecek şekilde devamını
- İyi sütununun çoğunlukta olması mevcut durumun devamını
- Orta sütununun çoğunlukta olması kırılgan ve hassas Irak senaryosunun oluşmasını
- Kötü sütununun çoğunlukta olması iç savaş ve kaos ortamına giden yolun açılmasını
- Çok kötü sütununun çoğunlukta olması parçalanmaya doğru gidilmesini gösterecektir.


***

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Irak Ziyareti Işığında Türkiye-Irak İlişkileri BÖLÜM 1

Cumhurbaşkanı Abdullah Gül’ün Irak Ziyareti Işığında Türkiye-Irak İlişkileri  BÖLÜM 1


Irak Hangi Şartlarda, Nasıl Parçalanabilir, Yrd. Doç. Dr. Serhat ERKMEN,

Yrd. Doç. Dr. Serhat ERKMEN



Irak Hangi Şartlarda, Nasıl Parçalanabilir  ?:
En Kötüye Hazırlıklı Olmak

Yrd. Doç. Dr. Serhat ERKMEN
ORSAM Ortadoğu Danışmanı
Ahi Evran Üniversitesi Uluslararası İlişkiler Bölümü

Irak’ın toprak bütünlüğünü ve siyasi birliğini korumak her geçen gün daha da zorlaşıyor.

Irak kurulduğundan bu yana merkezi hükümeti kontrol edenler diğer siyasi gruplar üzerinde mutlak bir otorite sağlamaya çalışmıştır. Bu
nedenle sorun merkeziyetçiliğe karşı olmak ya da onu savunmak değil merkeziyetçi gücün kim tarafından hangi amaçla kullanılacağıdır.

Giriş

ABD’nin çekilmesinden kısa bir süre sonra Irak’ta başlayan siyasi kriz bir süredir Arap Baharı çerçevesinde gelişen olayların gölgesinde kalan Irak’taki siyasi gelişmelerin yeniden gündeme gelmesine neden olmuştur. Gerek Türkiye’de
gerekse dünya kamuoyunda Irak’ın istikrarı ve geleceği yeniden tartışılmaya başlamış ve iyiden kötüye doğru pek çok olasılık yeniden değerlendirilmeye alınmıştır. Türkiye’de yer alan haber ve yorumlarda da Irak’ın parçalanma olasılığı gündeme gelmiş ve siyasi krizin çözümüne ilişkin Irak’ta yapılan tartışmalar basına yansımaya başlamıştır.

Irak’ta yaşanan bu dinamik ve belirsiz sürecin ülkede kısa sürede ve hemen büyük bir krize dönmesini beklemek doğru değildir. Ancak, ABD’nin Irak’ı işgal etmesinden bu yana yaşanan tüm gelişmelerin tekrar tekrar gösterdiği gibi Irak toprak bütünlüğü ve siyasi birliğinin her geçen gün korunmasının zor olduğu bir ülke haline gelmektedir. Devlet otoritesinin yıkıldığı ve yerine sağlıklı bir yapının bir türlü inşa edilemediği Irak’ın geleceğine ilişkin basit kestirimlerde bulunup,
soruya kısa yanıtlar vermektense durumu daha geniş bir perspektiften değerlendirmek yararlı olacaktır. 

Bu nedenle, Irak’taki mevcut siyasi konjonktörü ve ülkenin tarihsel ve siyasal yapısını dikkate alarak bir olasılıklar analizi yapmaya çalıştık. Elbette, bu olasılıklar öngörülemeyen bazı değişkenlerin dahil olmasıyla farklı haller alabilir. Ancak, son 8 yılda yaşanan gelişmelere dayalı olarak tespit edilen genel parametreler ülkenin geleceği hakkında bir fikir verilmesini kolaylaştırmaktadır. Bu çerçevede Irak’taki siyasi gelişmelerin iskeletini oluşturan temel olgular
ve aktörler ışığında 4 ayrı ancak birbiriyle ilişkili gelecek senaryosu ortaya çıkmıştır. Bu senaryoların hiçbiri tek başına doğru ya da yanlış olarak ele alınmamalı, bazı durumların kabaca sınırlarının çizilmesi olarak yorumlanmalıdır. Konunun aciliyeti nedeniyle kullanılan haritalar fazlasıyla ayrıntılı değildir. Fakat ilerleyen zamanlarda daha detaylı çalışmalarla ileri götürülmesi mümkün
olacaktır.

Bu çalışma boyunca Irak’ın geleceğini belirleyecek olduğu düşünülen temel faktörler şunlar olacaktır: Ülkede işgalden sonra kurulan siyasi kurumların işleyişi; şiddet olaylarının niteliği ve düzeyi; güvenlik güçlerinin işleyişi; siyasi parti ve grupların devlet otoritesini ne derecede kabul ettikleri; anayasa tadilat sürecinin işleyişi ve dış güçlerin politikaları. Bu faktörler ışığında Irak’ın
geleceği ele alındığında her biri kendi içinde farklı boyutlar alabilecek iki temel kategori ortaya çıkmaktadır: Bu kategoriler Mevcut Durumun Devamı ve Parçalanma Durumu’dur.

1. Irak’ta Mevcut Durumun Devamına İlişkin Senaryolar

Irak’ta mevcut durumun devamı senaryosunun ana ekseni, Irak’ın toprak bütünlüğünün korunması ve Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) nin varlığını Irak çatısı altında sürdürmesidir.

Bununla birlikte, Irak’ın siyasal yapısının hala bir geçiş aşamasında olduğu, ülkenin ABD’nin çekilmesi sonrasında ciddi siyasal krizleri nasıl atlatacağının ve 2010 seçimi sonrasında oluşan meclisin ve kurulan hükümetin yerini nasıl bir meclis ve hükümetin alacağının bilinmemesi, ana eksenin sürmesi halinde dahi sistemin bugünkü halinde bazı değişimler yaşanabileceğini göstermektedir.



Yukarıdaki ana eksen temel alınarak bugünkü Irak’ın durumu şöyle tasvir edilebilir: Irak, toprak bütünlüğünü korumakla birlikte, merkezi hükümetin kuzeyde (Kuzey’den kasıt, IKBY’nin resmi sınırları olan Duhok, Süleymaniye ve Erbil vilayetinin sınırlarını kapsadığı kadar, Irak merkezi hükümetinin veya ilgili vilayet meclislerinin filli kontrolünün olmadığı Musul’un kuzeyindeki bazı ilçeler ve Kerkük’ün bir kısmını da kapsamaktadır.) otoritesinin olmadığı, ülkenin orta
kısımlarında sorunlar yaşadığı, güneyde ise Şiilerin çoğunlukta olduğu vilayetlerde güçlendiği, kendi içindeki temel anlaşmazlıkları çözememiş, etnik ve dini gruplar arasındaki siyasi rekabetin tarihsel nedenlerin de etkisiyle gruplararası düşmanlığa dönüştüğü, dış güçlerin etkilerine büyük ölçüde açık geçiş sürecinde bir ülkedir.

Bu durumda Irak’ın geleceği ele alınırken bu geçiş sürecinin farklı evrelerinin olabileceği; bu nedenle mevcut durumun devamı senaryosunun parçalanmanın gerçekleşmediği; fakat farklı açılardan kritik bir eşiğe yaklaşıldığı tüm senaryo ları içerdiği söylenebilir. Bu çerçevede mevcut durumun devamı senaryosu dört ayrı genel durum çerçevesinde ele alınabilir:

1.a. Merkezi Yapısı Güçlü Irak

Merkezi yapısı güçlü Irak; federal sistem içinde yönetilen; yapılacak anayasal düzenlemelerle merkezi yapıyı güçlendirme eğiliminde/güçlendirmiş olan; istikrarlı ve işleyen bir hükümetin olduğu Irak’tır. Irak’ta halihazırda ne merkezi yapının ne de bu yapıyı temsil eden hükümetin güçlü olduğu söylenemez. 2010 yılında yapılan seçim merkeziyetçi 3 partinin (listenin) zaferiyle sonuçlanmasına rağmen siyasi partiler arasındaki anlaşmazlık ve güç paylaşımındaki sorunlar
merkeziyetçiliğin güçlü olabileceği bir ortam yaratmamaktadır. 

<  Irak’ta merkeziyetçiliğin halen güçlü bir eğilim olduğu, seçimden ilk iki sırada çıkan Irakiye ve Kanun Devleti Koalisyonu’nun politikalarında da görülebilir. Resimde bu grupların liderleri Maliki ve Allavi görülüyor. >

   Tersine, merkezi hükümetin, onu kim kontrol ederse elde ettiği gücü kullanabilmek için bir baskı aracına dönmesi merkezi hükümeti kontrol edemeyen gruplardaki ademi merkeziyetçi eğilimleri artırmaktadır. Nitekim,
ilk olarak Iraklı Kürtler merkeziyetçiliğe karşı çıkmışlar ve kendi federal bölgelerini kurmuşlardır.
2005-2009 yılları arasında ise Irak İslami Yüksek Konseyi Basra merkezli bir federal bölge fikrini güçlü bir biçimde savunmuştur. ( Bu öneri hala zaman zaman gündeme gelmektedir) İşgalden hemen sonra ise Sünni Arapların çoğu federal bölgelere ve federalizme karşı çıkmıştır. Ancak, son 6 aydır Selahattin, Diyala ve Anbar’daki Sünni Araplar Bağdat’ın sürekli Şii Arapların elinde olduğu ve seçimi kazanmalarına rağmen iktidarı değiştiremeyeceğine inanmaya başlamalarından dolayı kendi federal bölgelerini talep etmeye başlamışlardır.

Aslında bu yaklaşım, Irak’taki merkeziyetçi geleneğin özelliğinden kaynaklan maktadır. Irak devleti kurulduğundan bu yana merkezi hükümeti kontrol edenler diğer siyasi gruplar üzerinde mutlak bir otorite sağlamaya çalışmıştır.

Bu nedenle sorun merkeziyetçiliğe karşı olmak ya da onu savunmak değil merkeziyetçi gücün kimin elinde olduğu ve hangi amaçlar için kullanılacağıdır. Kürtler dışında tüm siyasi gruplar merkeziyetçilikten yana tavır koymakta, ancak onu kontrol edemedikleri zaman merkezi gücü kontrol edene meydan okumakta ve onun yetki alanın dışında kalmak istemektedir. Son gelişmeler ışığında Sünni Arapların yoğun olduğu bazı vilayetlerde federal bölge talepleri güçlenmesine rağmen parlamento aritmetiği ve hükümetin yapısı değişirse bugün federalizmi
savunmaya başlayan Sünni Arapların politika değiştireceği öngörülebilir. Ancak bu seferde iktidarı kaybeden Şii grup hangisi olursa o federal talepleri savuna bilir. Özetle, bugün, Irak’ta tüm sorunlarına rağmen Irak’ta merkeziyet çilik hala en güçlü eğilimdir. Bu durum, seçimden ilk iki sırada çıkan listeler olarak Irakiye ve Kanun Devleti Koalisyonu’nun seçim öncesi vaatleri ve  politikalarında da görülebilir. Bu noktada sorun merkeziyetçilik düşünce değil, güçlü bir merkezi
hükümetin kurulamamasıdır. Irak’ta güçlü bir merkezi hükümet kısa ve orta vadede aşağıdaki biçimlerde güçlenebilir:

1.a.1. Demokratik Yollarla Merkezi Hükümetin Güçlenmesi

Irak’ta, 2005’te İslamcı Şii Arapların ve Kürtlerin fazlasıyla güçlü olduğu, Sünnilerin gerçek temsilcilerinin yok denecek kadar az olduğu ve çok sayıda farklı grubun barındığı Meclis, yerini 2010 seçimi sonrasında Sünni Arapların güçlü bir biçimde temsil edildiği, Şii Arapların parçalı bir görüntü sergilediği, Kürtlerin gücünün törpülendiği ve parti sayısının azaldığı bir Meclis’e bırakmıştır.

Mecliste Hivar, Vifak, Dava ve Sadr Hareketi gibi merkeziyetçi karakteri kuvvetli siyasi oluşumlar sayılarını artırmalarına rağmen hükümetin kurulması sürecindeki çetin pazarlıklar ve Şiiler ve Sünniler arasında gücün paylaşılamaması merkezi yapıyı güçlendirecek anayasal düzenlemeleri
çıkarabilecek bir hükümetin kurulmasını neredeyse imkansız hale getirmiştir. Hükümetin kurulması ve devamı için Kürtlerin oynadığı rol Başbakan Nuri Maliki’yi rehin aldığı gibi, demokratik yollarla güçlenmesi ancak Kürtleri dışlayacak kadar güçlü bir milliyetçi Arap koalisyonlarının seçimi kazanmasıyla mümkündür.

<  Başbakan’ın değişmesi halinde yenisini de rehin alacaktır. Bu nedenle, Irak’ta merkezi hükümetin Sünni Arapların yoğun olduğu bazı vilayetlerde federal bölge talepleri güçlenmesine rağmen parlamento    aritmetiği ve hükümetin yapısı değişirse bugün federalizmi savunmaya başlayan Sünni Arapların politika değiştireceği öngörülebilir. >

Bu durum ya büyük bir Arap partileri koalisyonunun tek başına hükümet kuracak kadar çok sandalye kazanmasıyla ya da bir partinin tek başına hükümet kurabilecek kadar çok sandalye kazanmasıyla mümkün olabilir. Eğer bu parti ya da koalisyon milliyetçi ve merkeziyetçi bir oluşum olursa Kürtlerin federalizm, petrol ve sınırlar konusundaki yaklaşımlarını redderek onlarla yasal ve meşru alanda mücadeleye girebilir. Yasalarda yapabileceği değişiklerle halihazırda denge yaratan farklı kaygıları görmezden gelerek Kürt grupları önemli konularda devre dışı bırakabilir. Fakat, bu olasılık iki nedenle gerçekçi görünmemektedir.

Bu Nedenlerden Birincisi, Irak’ta

“Araplık” kimliği altında siyaset yapabilecek ve mezhepsel boyutu yok sayacak kadar güçlü bir siyasal oluşum yoktur. Her ne kadar tüm partiler veya seçim ittifakları mezhepçiliğe karşı olduklarını söyleseler de hem siyasal duruşları hem de “öteki”ni tanımlamaları aslında mezhepçi tavırları konusunda açık bir fikir vermektedir. Bu nedenle, Sünni ve Şii Arap olgusunu dışlayarak sadece merkeziyetçi söylemle ve Iraklılık çatısı altında bir parti ya da koalisyon oluşmasının mümkün olmaması yukarıdaki olasılığı dışlamaktadır.

Tam anlamıyla merkeziyetçiliği savunan Sünni ve Şii Arap iki ayrı oluşum olsa bile bunlar asıl tehdit olarak birbirlerini gördüklerinden mevcut sistem içinde öncelikle birbirlerini rakip olarak görmekte ve sistem içinde güçlenmek için Kürtlerin desteğini aramaktadır. Bu durum, Kürtlerin merkeziyetçilik gibi hayati bir konuda dışlanmasını engelleyecektir. İkinci neden ise mevcut anayasayla ilişkilidir. Olağanüstü bir durumun doğması ve tüm Arap partilerin biraya
gelmesinin sağlanması halinde dahi (her ne kadar mümkün olmasa da bir an için gerçekleştiğini varsayalım) Irak Anayasası’nın 136. Maddesinin 2. Paragrafı uyarınca anayasadaki bir değişikliğin gerçekleşmesine üç vilayetin üçte ikisinin hayır demesi halinde değişikliğin gerçekleşmeyecek olması Irak’ta federal yönetimin ortadan kalkması ve tam bir merkeziyetçi yapının kurulmasını
imkansız hale getirmektedir. Çünkü, bu tür bir değişiklik Duhok, Süleymaniye ve Erbil’de kesin olarak reddedilecektir.

1.a.2. Silahlı Çatışmayla Merkezi Hükümetin Güçlenmesi

Irak’ta siyaset hala silahların gölgesinde yapılmaktadır. Meclis’te önemli güce sahip olan partilerin içinde ayrı bir silahlı grubu olmayan tek parti -yakın zamana kadar Bedir Tugayları’nı bünyesinde barındıran IİYK’yı ayrı tutarsak- Dava Partisi ve Irak Türkmen Cephesi’dir. Bununla birlikte, Dava Partisi, hükümette olmanın avantajlarını kullanarak Irak devletinin resmi güçlerinden yararlanmakta, İçişleri Bakanlığı’ndan özel bir birim kurarak kendisine bağlı bir siyasi- askeri güç oluşturmaktadır. Doğrudan Nuri Maliki’ye bağlı olan bu birim IKBY dışında ülkenin herhangi bir yerinde istediği operasyonu gerçekleştirmekte, olan bitenden kimse hesap soramamaktadır.

Irak’ta siyasi partiler ya da güç odakları ile silahlı gruplar arasındaki ilişki son 2008-2010 yılları arasında önemli bir düşüşe geçen şiddet eylemlerinin ülkedeki siyasi atmosfere bağlı olarak yeniden artmasını mümkün kılmaktadır. Ancak, bu senaryo dahilindeki silahlı çatışma ülkenin genelini sarabilecek bir kaos ortamı yaratabilecek bir silahlı çatışmadan bazı yönleriyle ayrılabilecektir.

Bu senaryoda silahlı çatışmanın ana ekseni, Irak’ta merkeziyetçiliğin yanında olan güçlerin açık ya da gizli bir koalisyon ile ayrılıkçı gruplar ile çatışmaya girmesi ve bu çatışmayı açık bir üstünlükle kapatarak Bağdat’ın otoritesini tüm Irak üzerinde hakim kılacak hale gelmesidir. Irak ordusu ve polisi bugünkü kapasitesi itibarıyla ayrılıkçı güçlerin tam olarak üstesinden gelecek durumda değildir. Buna silah, teçhizat, eğitim, örgütlenme ve doktrin olarak hazır olduğu
söylenemez. Bununla birlikte, ABD’nin çekilme sürecinin tamamlanmış olması bu denli bir çatışmanın ülkenin içinde bir başka güç tarafından engellenmesi olasılığını büyük ölçüde ortadan kaldırmıştır. Yani, merkezi hükümeti kontrol eden güç kendisini “hazır hissederse” kademeli Kapak Konusu olarak bu çatışmayı başlatabilir. Fakat, merkezi otoriteyi tek elde toplamayı amaçlayacak olan bu türden bir şiddet kullanımı kabaca özetlenen şu koşullara bağlı olarak ortaya çıkabilir.

- Irak’ın başka yerlerinde büyük çaplı ve güvenlik güçlerinin dikkatini ve enerjisini dağıtacak olayların olmaması,
- Siyasi konjonktürün uygun olması ve geçerli bir nedene dayanılması (bağımsızlık ilanı, Kerkük’ün IKBY’ye ilhakı, ülke genelinde büyük çaplı ve sürekli terör saldırıları),
- Merkezi hükümetin tam otoritesini sağlamak isteyen gücün (Sünni ya da Şii Arap ya da bunların bir koalisyonu) kendi içinde veya diğerleriyle geniş çaplı bir askeri ve siyasi koalisyon kurması,
- Bölge ülkelerinin merkezi yönetimin yanında açıkça yer alması veya ayrılıkçılara / federalistlere koruma sağlamaması.

Bu faktörlerin her birinin bir arada gerçekleşmesi son derece güç görünmektedir. Öncelikle, merkeziyetçiliği savunan partiler arasında güçlü bir birlik sağlanması bir önceki maddede açıklanan nedenlerden ötürü pek mümkün görünmemekte dir. Hatta, son siyasi gelişmeler, Sünni ya da Şii Arapların hangisi bu hamleyi başlatacak olursa olsun IKBY’den önce birbirleriyle çatışma olasılıklarının daha yüksek olduğunu göstermektedir.

(Mevcut gelişmeler ışığında en olası durum, Maliki’nin diğer Şii partilerden destek alarak önce Sünnileri törpülemesi, sonra da gücü yeterse IKBY’ye yönelmesidir.) Bunun yanı sıra Ortadoğu’da yaşanan değişim rüzgarları ve bölge ülkeleri arasındaki güç mücadelesi Irak konusunda hem fikir olduklarını göstermemektedir.


ABD’nin Irak’tan çekilmesinden en fazla hangi politik grupların zarar ya da kâr edeceği şimdilik belirsiz.
Resimde, devir teslim törenindeki Irak Adalet Bakanı ve Amerikalı bir general görülüyor.


<  Irak’ta merkezi hükümetin tam otoritesini sağlamak üzere başlatılacak bir askeri operasyon yoluyla ülkede  merkeziyetçiliğin sağlanması, iç savaş veya dış müdahaleye yol açabilecek bir kaotik duruma dönüşme olasılığı taşımaktadır. >

Tersine, bu tür bir operasyonu başlatacak olan Iraklı güç kim olursa olsun bazı ülkeleri karşısına alacaktır. Bu nedenle, mevcut bölgesel ve ülkesel şartlar dikkate alındığında Irak’ta merkezi hükümetin tam otoritesini sağlamak üzere başlatılacak bir askeri operasyon yoluyla ülkede merkeziyetçiliğin sağlanması büyük bir olasılıkla iç savaş veya dış müdahaleye yol açabilecek bir kaotik duruma dönüşme olasılığını güçlü bir biçimde taşımaktadır. Bu nedenle, bu senaryonun gerçekleşmesi olasılığı da düşüktür.

1.a.3. Merkeziyetçiliğin Sistem İçinde Kalan Araçların Kullanılmasıyla Sağlanması

Bu senaryo bir anlamda ilk iki senaryonun bir çeşit bileşkesidir. Ülkede merkeziyetçiliğin güçlenmesini isteyen güçlerin siyasal olarak yükselmesine, ancak parlamento ve hükümetteki güçlerini artırmalarına rağmen merkeziyet çiliği, hükümetin otoritesini ve etki alanını sadece yasal yolları kullanarak sağlayamamasına ve Irak siyasetinin doğası gereği silahlı güçlerini de çeşitli biçimlerde devreye sokmasına dayanır. Bu senaryoda merkezi yapıyı güçlendirmek isteyen siyasal güçler, büyük çaplı çatışmalar yaratmadan, fakat merkezi hükümet ile federal hükümet(ler) arasındaki sorunlarda bazı gerekçelere dayanarak (örneğin yerel halkın şikâyetleri üzerine hareket
etmek, küçük çaplı yerel çatışmaları ve olayları engellemek) ordu ve polisi kullanmak suretiyle yavaş yavaş ilerleyebilirler. Bu gerekçelerin bir süredir Diyala, Musul, Selahattin ve Kerkük’ün bazı ilçe, nahiye ve köylerinde Irak hükümeti tarafından kullanılarak önceden peşmergelerin kontrolünde bulunan bazı bölgelerde ilerleme kaydedildiği ve sorunlu alanlarda peşmergelerin
çıkartılarak yerine Irak ordusunun yerleştirildiği görülmektedir. Bu senaryo Irak’ın değişik bölgelerinde küçük çaplı lokal gerginliklerin meydana gelmesi, ancak bunların hükümet tarafından üstesinden gelinerek salam yöntemiyle otoritesini yeniden inşa etmesiyle gerçekleşebilir. 

Bu senaryonun en önemli boyutlarından birisi ise merkeziyetçi güçlerin ardında bölge ülkelerinin, ABD’nin ve BM’nin yoğun bir desteğinin bulunmasının gerekliliğidir. 
Bu durumun, Irak’ta merkeziyetçiliği güçlendirebilecek en olası senaryo olduğunun altının çizilmesi gerekmektedir.

Yukarıda merkeziyetçiliğin artması için yaşanabilecek gelişmelere ilişkin temel senaryolar ele alınmıştır. Ancak merkezi yapının hangi şekilde olursa olsun güçlenmesinin iki temel sorun yaratabileceği akılda tutulmalıdır:

(a) Merkezi otoritenin güçlenmesiyle birlikte merkezi hükümetin kimin tarafından kontrol edileceği sorunu ön plana çıkacaktır: Kurulduğu tarihten bu yana merkezi otoritesini güçlendirmeye çalışan ama bunu tam olarak başaramayan Irak’ta iktidarı kimin kontrol edeceği sorunu son derece kritiktir. Bu sürecin demokratik yollarla olması daha iyi bir senaryo gibi görünmesine rağmen gerçekleşmesi riskli ve sonuçları açısından kontrol edilemeyecek bir süreç olduğu unutulmamalıdır.

Her olasılıkta en önemli sorun iktidarın kimde olacağıdır. Buna verilebilecek en mantıklı yanıt Irak’ta  merkeziyetçi bir Şii koalisyonun olabileceğidir. İdeal senaryo Irak’ın merkeziyetçi yapısını güçlendirmek  isteyen Türkmen, Arap, Kürt, Hıristiyan, Sünni, Şii bütün grupları içermek olmasına rağmen bu sonucun
ortaya çıkması olasılığı çok düşüktür. Bu nedenle merkezi gücün yükselmesi süreci paradoksal olarak Irak’ta yeni çatışma ve parçalanmalara yol açacak bir dinamik barındırmaktadır. En ideal senaryonun gerçekleşmesi Iraklı siyasi grupların siyasi olarak olgunlaşmasına ve bölge ülkelerinin her türlü iç anlaşmazlığı merkeziyetçilik çerçevesinde eritecek bir denge yaratmak için baskı yapmasına bağlıdır.

(b) Merkeziyetçiliği güçlendirme senaryosunun yaratacağı ikinci sorun ise büyük ölçüde sürece bağlıdır: IKBY, haklarının önemli bir kısmının elinden alınmasına büyük bir tepki verecektir.

Bu nedenle, IKBY’nin haklarının büyük ölçüde sınırlanması veya çok zayıf bir federalizm oluşması ancak güç kullanımı yoluyla mümkün olabilir.

Bu durumda dahi Kürtlerin bu süreci kabul etmeyeceği, silahlı mücadele başlatabileceği ve bağımsızlık vurgusunu daha güçlü yaparak kazanımlarını geri almak isteyeceği söylenebilir. Ki, bu mevcut durumun devamına ilişkin senaryoların ortadan kalkması anlamına gelmektedir.

1. b. Merkezi Yapısı Zayıf Irak

Bu senaryo temelde yukarıdaki şartların oluşmaması durumunda ülkedeki farklı etnik, mezhepsel ve ideolojik grupların arasındaki siyasi çekişmenin büyümesi ve merkezde istikrarlı bir otorite oluşmamasına dayanmaktadır. Bu senaryonun kırılganlıktan veya kaos durumundan farkı, birbirleriyle çatışmak istemeyen veya çatışmaktan yorulan Iraklıların zayıf bir merkezi yönetim etrafında güçlü federal bölgeler şeklinde örgütlenmek istemesine dayanmaktadır. Irak’ta merkezi hükümetin bugünkünden daha zayıf olması iki biçimde olabilir: herhangi bir çatışma yaşanmaksızın tarafların gönüllü tercihleri ve rızasıyla ya da küçük çaplı bir iç çatışma yaşandıktan sonra çevreden gelen baskıyla çatışmanın durmasından sonra.

1.b.1. Tarafların Kendi Rızasıyla Merkeziyetçiliği Zayıflatmaları

Irak’ta siyasi gruplar arasındaki çatışmaların en önemli kaynaklarının başında siyasi çıkarlar ve ekonomik rant gelmektedir. Bu nedenle Irak’ta kendi yaşadıkları bölgelerin gelirlerinden tatmin olan, diğerlerinin kendilerine yük getirdiğini düşünen veya merkezi hükümetin baskısından kurtulmak için uğraşan Sünni ve Şii Arapların bazılarının ve Kürtlerin merkezi güçlendirmektense
zayıflatmayı tercih ettikleri söylenebilir.

Bunu yaparken önceki rejimlerin Irak’ta yaptıkları baskıları öne süren bu gruplar yeni dönemde aynı merkeziyetçi çabasının kendilerine de zarar verdiğini ön plana çıkartabilirler. Dahası, her bir bölgede kendi üstünlüğünü kurmuş olan siyasi çevreler dışarından bir siyasi gücün kendi topraklarında filizlenmesini istememektedirler. Ayrıca, bu siyasi gücün ekonomik gelirle de birleştirilmesi
halinde her bir grup kendi bölgesinden kaynaklanan doğal kaynak gelirlerini bir başka bölgeyle paylaşmak istemeyebilir. Bu nedenle, merkezi yönetimin ağır bürokrasinin pençesinde kalmaktansa zayıf bir federal yapı etrafında örgütlenmeyi tercih eden bir Irak senaryosu ortaya çıkabilir. Ancak, bu senaryonun önünde üç temel engel olduğu söylenebilir: doğal kaynakların
bölgelere eşit dağılmaması, Irak’ın tarihsel mirası ve bölge ülkelerinin tutumu.

Irak’ın petrol rezervlerinin büyük kısmı ülkenin güneyindeki Basra Havzası ile kuzeydeki Kerkük civarında toplanmıştır. Bu rezervlere değişik bölgelerde bulunan yeni yerler eklenebilir. Ancak, mevcut durum tablosu ülkede etnik ya da coğrafi olsun daha güçlü bir federalizmin ve mevcut sınırlarıyla federal bölgelerin Sünni Arapları önemli bir gelirden yoksun bırakacağını göstermektedir.
Sünni Arapların yaşadıkları bölgelerde de petrol bulunduğu iddialarına rağmen bunun henüz kanıtlanamamış ve işler duruma getirilememiş olması onların bu tür bir güçlü federal sistemde en çok zarar görecek grup olmasına neden olabilir. Bu nedenle Sünni Araplar arasında federal bölge arayışında olacak grupların özellikle Kürtler ile petrol alanlarının bulunduğu il sınırları üzerinde yoğun bir çekişme yaşaması muhtemeldir. (Diyala’da Hanekin ve Karatepe civarı,
Selahaddin’de Tuzhurmatu civarı, Musul’da kuzeydeki Şeyhan ve Hamdaniye ve Kerkük’ün petrol sahası olan bölgeleri).

Ülkenin tarihsel mirası da grupların kendiliğinden güçlü bir federalizme yönelmesini engellemektedir. 

Özellikle Irak’ın Arap kesimi devletin hala bir Arap devleti olduğunu, Kürtlerin devletin zayıflığından  yararlanarak bugünkü noktaya ulaştıklarını düşünmekte dir. Bu nedenle, aslında pek çoğu için bugünkü durum geçicidir. Bunun mevcut haliyle sürmesi doğru değildir. Özellikle, IKBY’nin Musul, Kerkük ve Diyala gibi vilayetlerde genişleme çabaları ve IKBY’nin otorite sahasını buralara genişletmesi kabul görmemektedir.

Bölge ülkelerinin etkisi de son derece önemlidir. Irak’taki zayıf bir federalizmin ülkeyi parçalanmaya götüreceği endişesini taşıyan devletlerin Irak’taki siyasi grupları yönlendirmeleri ve birbirleri arasındaki işbirliği zayıf merkezi hükümet ve güçlü bir federasyon senaryosunu zayıflatmaktadır.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

DOĞU AKDENİZİN İKİ YAKASINDA BARIŞ VE KAOS ARAYIŞLARINA KIBRIS VE SURİYE’DEN BAKMAK., BÖLÜM 2

DOĞU AKDENİZİN İKİ YAKASINDA BARIŞ VE KAOS ARAYIŞLARINA KIBRIS VE SURİYE’DEN BAKMAK., BÖLÜM 2




Kıbrıs sorununun iki asli nedeni bulunuyordu. 

Birincisi, Kıbrıslı Rumların Enosis hayali. 
İkincisi ise, adanın Doğu Akdeniz’deki stratejik konumuydu. 

Soğuk Savaş atmosferinde Kıbrıs’ın, NATO ve SSCB nazarında eşsiz bir yeri bulunuyordu. ABD’nin en büyük endişesi, Kıbrıs sorununun NATO içerisinde dikkate değer bir kırılmaya yol açmasıydı. Bu nedenle Washington, adada anayasal düzenin bozulduğunu belirtmesine rağmen, Yunan hükümeti’ni kınamaktan ve cunta idaresini tanımayacağını açıklamaktan ısrarla geri duruyordu. ABD bu sorunun barışçıl yollarla halledilmesinden yanaydı ve bu tavrını sürekli korudu. Bu sebeple gerek Rumlar gerekse de Yunanlılar, Türkiye’nin ABD’nin baskısından dolayı herhangi bir kuvvet kullanımına başvuramayacağını düşünüyorlardı. Zira Türkiye dışındaki diğer taraflar sürecin zamana yayılmasını talep ediyorlardı. Türkiye 1963 yılından beri Kıbrıs konusun da bir çatışma çıkmaması, NATO içinde bir parçalanmaya mahal verilmemesi için azami gayret sarf etmiş ve bu uğurda birkaç defa askerî harekât planlarını dünya ve bölge barışı adına geri bırakmıştı. Şimdi yine benzer bir tabloyla karşı karşıyaydı ve yine müttefikleri Türkiye’den “sabır” talep ediyorlardı. Türkiye son kez üç garantör ülkeden biri olan İngiltere’ye müracaat ederek Londra’nın yükümlülüklerini yerine getirmesini istedi. İngiltere ve diğer Avrupalı devletler adada anayasal düzenin ihlal edildiğini kabul etmelerine ve cunta idaresini tanımamalarına karşın hiçbir şekilde Kıbrıs’a müdahale edilmesine yanaşmıyorlardı. 
    Sovyetler Birliği de Yunanistan’ı açıkça suçladığı halde somut bir davranış sergilemiyordu. 

< Nihayetinde sürdürülen tüm diplomatik girişimler ve bunların neticeleri Türk hükümetinde barışçıl yollardan bir çözüme ulaşılamayacağı kanaatinin doğmasına yol açtı. Bu doğrultuda 20 Temmuz 1974 sabahı, Türkiye, Kıbrıs’a; Yunan müdahalesiyle bozulan anayasal düzeni yeniden tanzim etmek, gayrimeşru askeri yönetimi bertaraf etmek ve sadece Türklere değil aynı zamanda Rumlara da barış getirmek maksadıyla müdahale etti. >

Bu müdahalenin ardından 22 Temmuz’da Yunanistan’da, 24 Temmuz’da da Kıbrıs’ta cunta hükümetleri devrildi. 
Cenevre’de taraflar arasında gerçekleşen müzakerelerde adada hâlihazırda iki ayrı ve otonom yönetim bulunduğu ve anayasal meşruiyeti yeniden tesis için müzakerelere öncelik verilmesi, 30 Temmuz 1974 tarihli Cenevre Deklarasyonu ile karara bağlandı. 

< Barış Pınarı Harekâtı’nın Genel Çerçevesi >

Parçalanmış, dağılmış ve akıbeti meçhul bir Suriye üzerine yürütülen hesapların ilk önce Türkiye’ye zarar vereceği bellidir. Bu yüzden Barış Pınarı Harekâtı Türkiye’nin güvenlik kaygılarından doğdu. Suriye’de yaşanan iç savaş ve bunun neden olduğu otorite boşluğu, bölgede terör örgütlerinin etkisinin artmasına neden oldu. 

Aslında sorunun kökenleri daha gerilere gitmektedir. 1990’daki Körfez savaşı sonrasında ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri, 36. paralelin kuzeyini Irak’a yasaklayıp, kurmuş oldukları Çekiç Güç sayesinde bu bölgede PKK’nın güçlenmesine büyük destek verdiler. Dolayısıyla, bugün 37. paralel boyunca oluşturulmaya çalışılan terör koridorunun temellerinin o tarihlerde atıldığı söylenebilir. Konuya bu zaviyeden bakınca, Türkiye’nin sadece güney illerinin değil aynı zamanda İskenderun Körfezi’nin de büyük bir risk altında olduğu görülür. 

<  Suriye’de başlayan iç savaştan bugüne Türkiye’nin güney sınır illeri sürekli bir güvenlik sorunu ile karşı karşıya geldi. Bu nedenle Ankara, ülkenin güney sınırı boyunca 30 kilometre derinliği bulunan güvenli bir bölge oluşturulması fikrini ortaya attı. 
Bu fikrin Üç ana gayesi bulunuyor. 
Birincisi, güney illerini tehdit ve tedirgin eden havan topu atışlarını sonlandırmak. 
İkincisi, bu bölgeyi terör unsurlarından arındırmak. 
Üçüncüsü ise, Türkiye’de bulunan milyonlarca Suriyeli sığınmacıyı bu bölgeye yerleştirmek. >

Türkiye’nin, “36. paralelin kuzeyini güvenli bölge ilan edelim politikası” bu nedenle ABD tarafından kabul görmemektedir. ABD’nin asıl hedefi, İran’dan İskenderun’a kadar uzanan bölgede kendi kontrolünde yeni devlet ya da devletçikler inşa ederek Ortadoğu’yu bu yeni siyasi oluşumlar üzerinden tanzim ve idare etmektir. 

Dikkat edilecek olursa ABD, 1990’lardan bu yana Basra Körfezi’ne kurmuş olduğu askeri üslerle Irak ve İran’ın güneyini kontrol altına almayı başardı. Güney kısmını ise şimdiye kadar İncirlik Üssü ile idare etti. Fakat İncirlik Üssü’nün yavaş yavaş miadını doldurmaya başlaması ABD’nin Suriye ve Irak’ın kuzeyindeki oluşumlara desteğini hızlıca artırmasına neden oldu. Sözün özü, ABD Körfez Savaşı ile Basra Körfezi’ndeki petrol kaynaklarının denetimini ele alırken, günümüzde Irak’ın kuzeyindeki Musul ve Kerkük petrolleri ve ileriye dönük olarak da Hazar Denizi enerji kaynakları ile Doğu Akdeniz enerji kaynaklarını kontrolünde tutmak için 36. Paralelin kuzeyinde yürüttüğü planlarını sonuçlandırmaya çalışıyor. Ayrıca bu durumun İsrail’in güvenliğine katkı sunacağı varsayılıyor. O nedenle Türkiye’nin, Suriye ve Irak’ta bu 
ülkelerin toprak bütünlüğünü savunmaktan başka bir seçeneği yoktur. 

9 Ekim 2019 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri ile Suriye Milli Ordusu tarafından başlatılan harekâtın hedefinde Suriye’nin kuzeyinde faaliyet gösteren PKK/YPG ve DEAŞ terör örgütleri bulunmaktadır. 

PKK, başta ABD olmak üzere birçok ülkenin terör örgütleri listesinde yer alan bir terör örgütüdür. Avrupa Birliği tarafından 2004 yılında terör örgütleri listesine alınan PKK’nın İran, Suriye ve Irak’ta uzantıları bulunmaktadır. Suriye’deki uzantısı PYD/YPG olarak adlandırılmakta dır. 


Buna rağmen, Türkiye karşıtı Ermeni, Yunan ve Yahudi lobileriyle PKK/PYD/YPG ve FETÖ gibi terör örgütleri, yürüttükleri kampanyalarla Türkiye’nin bu harekâtı nı uluslararası topluma “Kürtlere yönelik bir katliam” şeklinde takdim edilmesinde öncü rol üstlendiler. Hâlbuki 3,5 milyondan fazla Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye’nin nihai amacı, ülkenin güney sınırında oluşturulma ya çalışılan terör koridorunu yok etmek ve bölgeye barışın gelmesine aktif katkı sunmaktır. 

Suriye’de başlayan iç savaştan bugüne Türkiye’nin güney sınır illeri sürekli bir güvenlik sorunu ile karşı karşıya geldi. Bu nedenle Ankara, ülkenin güney sınırı boyunca 30 kilometre derinliği bulunan güvenli bir bölge oluşturulması fikrini ortaya attı. 

Bu fikrin Üç ana gayesi bulunuyor. 

Birincisi, Güney illerini tehdit ve tedirgin eden havan topu atışlarını sonlandırmak. 

İkincisi, bu Bölgeyi terör unsurlarından arındırmak. 

Üçüncüsü ise, Türkiye’de bulunan milyonlarca Suriyeli sığınmacıyı bu bölgeye yerleştirmek. Dolayısıyla bu harekât ileri sürüldüğü gibi bir işgal veyahut Suriye’ye karşı başlatılmış bir savaş değildir. 

Nitekim Birleşmiş Milletler Şartı’nın 51. maddesinin sağladığı meşru müdafaa hakkı ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin terörle mücadeleye ilişkin kararları doğrultusunda icra edilen harekâtın bir diğer amacı, Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumaktır. Barış Pınarı Harekâtı’nın uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde icra edildiğine dair herhangi bir şüphe bulunmamaktır. 

Bu hususta ayrıca Türkiye ile Suriye arasında 1998 yılında imzalanan ve daha sonra 2010 yılında güncellenen Adana Mutabakatı, Türkiye’ye Suriye topraklarında terör örgütü PKK’ya operasyon düzenleme hakkı sağlamaktadır. Bugün Türkiye Ortadoğu coğrafyasında terörizmden maddi ve manevi en çok zarar görmüş ülkelerin başında gelmektedir. Bu nedenle ülkenin genel siyasetinde terörizme karşı ciddi bir hassasiyet oluşmuş bir vaziyettedir. Son yıllarda ülkenin ulusal güvenliğine karşı Suriye menşeili çok kapsamlı ve çok boyutlu terör tehditlerinin ortaya çıkması, Türkiye’yi ziyadesiyle rahatsız etti. Çünkü Suriye halkına yönelik terörist baskı bu kişilerin ülkeyi terk edip 
Türkiye’ye sığınmalarına yol açtı. O nedenle Suriye halkını teröristlerin zulüm ve baskısından kurtarmak, Türkiye’ye yönelik yapılan göçlerin de azalmasına neden olacaktır. 

Uluslararası düzeyde yürütülen diplomatik girişimlerin şimdiye kadar sonuç vermemesi fiili müdahaleyi gerekli hale getirdi. Türkiye’nin terörle mücadele çabası kapsamında icra ettiği Barış Pınarı Harekâtı, başladığı günden itibaren insani krize, kitlesel göç dalgasına ve sivillerin ve sivil altyapının zarar görmesine sebep olacağı iddiasıyla itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. Türkiye sadece PKK/PYD/YPG’ye değil aynı zamanda DAEŞ, el-Nusra ve el-Kaide gibi terör örgütlerine karşı da mücadele veren bir ülkedir. 13 Mart 2018 tarihli Başbakanlık Koordinasyon verilerine göre DAEŞ, el-Nusra ve el-Kaide ile ilişkileri nedeniyle 5.161’i yabancı uyruklu olmak üzere toplam 10.725 kişi gözaltına alınmış, bunlardan 3.588’i tutuklanmıştır. Hal böyle iken başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler terörü terörle bitirme stratejisine yönelerek PKK/PYD/YPG’ye başta 
silah olmak üzere her türlü desteği vermekten geri durmadılar. Uluslararası basında yer alan haberlere göre, Türkiye’nin harekât sahasının nüfus yapısını değiştirmek gibi bir niyeti vardır. 

Buna mukabil uluslararası medya, terör örgütleri tarafından Suriye’de yapılan etnik temizliğe, insanlığa karşı işlenen suçlara ve yaşanan kitlesel göçlere sessiz kalmaya devam etti. Türkiye’nin müttefiklerinin ve uluslararası basının terör örgütlerine sessiz kalması, dünya çapında yürütülen terör örgütlerine karşı mücadeleyi sekteye uğratmaktadır. 

< Tüm tarafların malumu olduğu üzere Türkiye, Suriye meselesinde en başından bu yana iyi niyetle çaba göstermiş ve çözüm yönünde güçlü bir irade sergilemiştir. Bunun yanında Suriye kaynaklı terörden en fazla etkilenen ülke Türkiye’dir. Durum böyleyken ABD ve AB’nin terör  örgütleri listesinde yer alan ve Suriye’nin bölünmesini amaçlayan örgütleri muhatap alması dikkate değer bir yanılsamadır. >

Tüm tarafların malumu olduğu üzere Türkiye, Suriye meselesinde en başından bu yana iyi niyetle çaba göstermiş ve çözüm yönünde güçlü bir irade sergilemiş tir. Bunun yanında Suriye kaynaklı terörden en fazla etkilenen ülke Türkiye’dir. Durum böyleyken ABD ve AB’nin terör örgütleri listesinde yer alan ve Suriye’nin bölünmesini amaçlayan örgütleri muhatap alması dikkate değer bir yanılsamadır. Terör örgütleri arasında ayrım gözetmek anlamına gelen bu yaklaşım terörizme karşı uluslararası iş birliğini sekteye uğratmaktadır. Her hâlükârda terör örgütlerini meşrulaştırmaya yönelik böylesine bir girişimi Türkiye’nin kabul etmesi mümkün değildir. Ayrıca terörizme karşı uluslararası düzeyde somut ve hakiki bir iş birliği tesis edilmeden, terörle mücadelede başarılı olunamayacağı bilinen bir gerçektir. Terörizmin küresel ölçekteki risk ve tehditlerine karşı hassasiyetin yükselme eğilimi gösterdiği böyle bir atmosferde, Türkiye’yi hedef alan terör gruplarının yurt dışında kolay bir şekilde örgütlenebilmeleri, fon 
toplayabilmeleri ve medya organları yoluyla propagandalarını yapabilmeleri terörizme karşı ortak sorumluluk anlayışına ters düşmektedir. 

Sonuç 

“Kıbrıs Barış Harekâtı” ve Barış Pınarı Harekâtı” irdelendiğinde her iki harekâtın da Türkiye’nin uluslararası hukuktan aldığı yetkiler çerçevesinde icra edildiği açıktır. Kıbrıs Barış Harekâtı’nın hedefi, adadaki cunta idaresi iken, Barış Pınarı Harekâtı’nın hedefi, Suriye’nin kuzeyinde faaliyet gösteren terör örgütleridir. Anlaşılacağı üzere hedefin merkezinde gayrimeşru yapılar vardır. Her iki askeri girişim meşru ve haklı bir nedene dayanan, gücünü uluslararası hukuktan alan ve asli amacı barışa yeniden işlerlik kazandırmak ve sivillere yönelik baskıyı 
ortadan kaldırmaktır. Dolayısıyla Türkiye’nin “Kürtleri, sivilleri veya Rumları” hedef aldığı, “katlettiği” tezi, bu yapılardan politik menfaat elde etme arzusu içerisinde olan güçlerin ve çevrelerin ürettiği kara bir propagandadan ibarettir. Uluslararası kamuoyuna DAEŞ terör örgütünün tehdit ve tehlikesi takdim edilerek, PKK ve onun diğer kollarının örgütle iş birliği yapmayan sivilleri infazı, insan kaçakçılığı, uyuşturucu ticareti ve sivil altyapılara yönelik terör eylemleri maskelenmektedir. Benzer biçimde Kıbrıs Rum tarafının 21 Aralık 1963 tarihinde başlayıp 20 Temmuz 1974’e kadar devam eden Kıbrıs Türk toplumuna karşı kapsamlı ve sistematik saldırıları, onları kitlesel göçe zorlamaları ve Kıbrıslı Türklerin devlet kurumlarından uzaklaştırılmaları gibi gayrimeşru ve gayriinsani davranışlar karşısında tüm dünyanın sessiz kaldığı bilinen bir gerçektir. 

Barış Pınarı Harekâtı aleyhine dezenformasyon kampanyaları kapsamında üretilen sahte görüntüler ve haberler aracılığıyla Türkiye’nin Suriye’de “kıyım” yaptığı iddiaları uluslararası kamuoyuna servis edilirken, bölgesel barış ve huzuru ve aynı zamanda Suriye’nin toprak bütünlüğünü tehdit eden PKK/PYD/YPG terör örgütlerinden DAEŞ’i bitiren “kahramanlar” olarak bahsedilmesi, Türkiye’nin ne denli asimetrik bir mücadelenin içerisinde bulunduğunu düşündürmesi bakımından önemlidir. Amerika’nın popüler haber kanalı ABC’nin, Barış Pınarı Harekâtı ile alakası olmayan güçlü patlamaların yer aldığı video görüntülerini izleyicilerin dikkatine sunması medyadaki sahtekârlığın ne boyutlara vardığını gösteren somut bir delildir. 

Ancak bu yeni bir durum değildir. Körfez savaşı esnasında yayınlanan petrole bulanmış sahte karabatak görüntüleri hala akıllardadır. 

Önemli bir husus da küresel ölçekte hizmet veren haber ajanslarının medyayı ve dolayısıyla kamuoyunu etkileme gücüdür. 

Dünya genelinde haberlerin yaklaşık yüzde sekseni, Associated Press (AP), Reuters ve Agence France Press (AFP) tarafından üretilmektedir. 

Bu kuruluşların ilki Amerikan, ikincisi İngiliz ve üçüncüsü de Fransız menşeilidir. Bu haber ajansları adı geçen ülkelerin en güçlü silahları olarak tanımlanmakta dır. 

Medyanın kamuoyunu etkilemede artan etkisiyle birlikte tarafsızlığı da zarar görmüştür. Çünkü yukarıda bahsi geçen ajanslar kendi ülkelerinin etkisinde kalan bir yayın politikası takip etmeye başlamışlardır. Bu durum özellikle uluslararası krizlerde hissedilir ölçüde artmıştır. 

Kendi ülkelerinin dış politika kararları doğrultusunda propaganda görüntüleri yayınlamak ve sadece madalyonun bir yüzünü kamuoyuna iletmek yayınların ortak özelliği haline gelmiştir. Bu bağlamda BM Eski Genel Sekreterleri Butros Butros Gâli’nin, “CNN, BM Güvenlik Konseyinin 16. üyesidir” sözü oldukça dikkat çekicidir. 

Ortadoğu ve Doğu Akdeniz coğrafyasında sahnelenen güç mücadelesinden beslenen büyük aktörler, uluslararası kamuoyunda meşruiyet kazanabilmek 
adına her türlü malzemeyi kendi politik çıkarlarına uygun birer propaganda çıktısına dönüştürebiliyor. Artan kitle iletişim teknolojileri nedeniyle bu süreçte medya kuruluşları önemli bir güce dönüşmüş durumdadır. Ülkelerinin dış politikalarıyla ortak hareket etmeye dayalı, karşılıklı bir çıkar ilişkisi üzerinden yürütülen bu mekanizmada medya amaca ulaşmak için bir araç haline geldi ve bu uğurda her türlü propagandayı kendine meşru görmeye başladı. Bunun yanında uluslararası medya kuruluşlarıyla lobiler arasındaki ilişkiler ağı da bir meselenin siyasi, ekonomik ve güvenlik kaynaklı temel nedenlerinin çarpıtılması na yol açabilmektedir. Yunan/Rum lobisi Kıbrıs sorunu, Ermeni lobisi Ermeni tehciri, Yahudi lobisi Filistin meselesi nedeniyle “Türkiye aleyhtarlığı” üzerinde birleşip ortak hareket ediyorlar. 

Türkiye aleyhtarı oluşumlara Türkiye’ye karşı faaliyetler yürüten terör örgütlerini de eklemek gerekiyor. Haliyle bu tür oluşumların ortak amacı Türkiye’nin uluslararası imajına zarar vermek ve bahsi geçen meselelerde geri adım atmasını sağlamaktır. 

Tüm manipülasyonlara ve dezenformasyona rağmen Türkiye, Hazar Denizi’nden İskenderun Körfezi’ne enerji eksenli terörizme dayalı uydu devletler kurulmasına müsaade etmeyeceğini büyük bir kararlılıkla ortaya koyduğu gibi, bu planın ikinci ve en büyük ayağı Kıbrıs’ta, “sıfır asker, sıfır garanti” baskısına da boyun eğmeyeceğini defaten vurgulamıştır.


ORSAM Yayınları 

ORSAM, Süreli yayınları kapsamında Ortadoğu Analiz ve Ortadoğu Etütleri dergilerini yayınlamaktadır. 

_ İki Aylık periyotlarla Türkçe olarak yayınlanan Ortadoğu Analiz, Ortadoğu’daki güncel gelişmelere dair uzman görüşlerine yer vermektedir. 
_ Ortadoğu Etütleri, ORSAM’ın altı ayda bir yayınlanan uluslararası ilişkiler  dergisidir. 
_ İngilizce veTürkçe yayınlanan, hakemli ve akademik bir dergi olan Ortadoğu Etütleri, konularının uzmanı akademisyenlerin katkılarıyla 
oluşturulmaktadır. 
_ Alanında saygın, yerli ve yabancı akademisyenlerin makalelerinin yayımlandığı Ortadoğu Etütleri dergisi dünyanın başlıca sosyal bilimler 
indekslerinden Applied Sciences Index and Abstracts (ASSIA), EBSCO Host, Index Islamicus, International Bibliography of Social 
Sciences (IBBS), Worldwide Political Science Abstracts (WPSA) tarafından taranmaktadır. 
_ Hakemli Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Dergisidir.,


***

DOĞU AKDENİZİN İKİ YAKASINDA BARIŞ VE KAOS ARAYIŞLARINA KIBRIS VE SURİYE’DEN BAKMAK., BÖLÜM 1

DOĞU AKDENİZİN İKİ YAKASINDA BARIŞ VE KAOS ARAYIŞLARINA KIBRIS VE SURİYE’DEN BAKMAK., BÖLÜM 1





Analiz 
ORSAM 
No: 236 / Ekim 2019 

DOĞU AKDENİZ’İN İKİ YAKASINDA BARIŞ VE KAOS ARAYIŞLARINA KIBRIS VE SURİYE’DEN BAKMAK
DOÇ. DR. İSMAİL ŞAHİN 
ORSAM
Telif Hakkı 
Ankara - TÜRKİYE ORSAM © 2019 
Bu çalışmaya ait içeriğin telif hakları ORSAM’a ait olup, 5846 Sayılı Fikir ve Sanat Eserleri Kanunu uyarınca kaynak gösterilerek kısmen yapılacak makul alıntılar dışında, hiçbir şekilde önceden izin alınmaksızın kullanılamaz, yeniden yayımlanamaz. Bu çalışmada yer alan değerlendirmeler yazarına aittir; ORSAM’ın kurumsal görüşünü yansıtmamaktadır. ISBN : 978-605-69731-2-3 

Ortadoğu Araştırmaları Merkezi 
Adresi : Mustafa Kemal Mah. 2128 Sok. No: 3 Çankaya, ANKARA 
Telefon : +90 850 888 15 20 Faks: +90 (312) 430 39 48 
Email : info@orsam.org.tr 
Fotoğraflar: Anadolu Agency (AA), Shutterstock 
Analiz No:236 
ANALİZ
ORSAM

DOĞU AKDENİZ’İN İKİ YAKASINDA BARIŞ VE KAOS ARAYIŞLARINA KIBRIS VE SURİYE’DEN BAKMAK.,

Yazar Hakkında 
Doç. Dr. İsmail Şahin 

Bandırma Onyedi Eylül Üniversitesi İktisadi ve İdari Bilimler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde çalışmaktadır. 

Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Uluslararası İlişkiler Bölümü’nde lisans, Ankara Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Tarih Anabilim Dalı’nda yüksek lisans ve doktora öğrenimini tamamlamıştır. Türk Dış Politikası, Siyasi Tarih, Doğu Akdeniz ve Kıbrıs yoğunlaştığı çalışma alanları arasında yer almaktadır. Doç. Dr. İsmail Şahin’in bahsi geçen konularda birçok makale ve köşe yazısının yanı sıra, “Kıbrıs’ta Siyasal Çatışmaların Toplumsal Kökeni”, “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası I” ve “Atatürk Dönemi Türk Dış Politikası II” adlı kitap çalışmaları da bulunmaktadır. 

Ekim 2019 
orsam.org.tr 

İçindekiler ........................................................3 
Kıbrıs’ta Tarihsel Arka Plan...................................3 
Barış Pınarı Harekâtı’nın Genel Çerçevesi ...............7 

Sonuç ..............................................................10 

Analiz No:236 
Doğu Akdeniz’in İki Yakasında Barış ve Kaos Arayışlarına Kıbrıs ve Suriye’den Bakmak

Giriş 

Bu yazının amacı “Kıbrıs Barış Harekâtı” ile “Barış Pınarı Harekâtı” arasındaki koşutluk ve devamlılığın anlaşılmasına katkı sağlamaktır. 

Adanın Yunanistan ile birleştirilmesi arzusundan doğan Kıbrıs sorunu uluslararası basını etkileme gücüne sahip Türkiye aleyhtarı lobilerin etkisi, Batılı politikacılar ın ve aydınların Antik Yunan hayranlığı, Türkiye’nin Kıbrıs Türkleriyle siyasi, ekonomik ve kültürel bağ kurmasından rahatsızlık duyan siyasi aktörlerin faaliyetleri ve Türkiye’nin uluslararası kamuoyunda etki gücünün zayıf olması gibi birçok nedenden dolayı uluslararası kamuoyunda Rum tezleri ışığında kabul gördü. 

Bu yüzden 1960 yılında Kıbrıslı Türklerin ve Rumların siyasi eşitliği üzerine kurulan ortak devletin, 1963-74 yılları arasında bir Rum devletine  dönüştürül mesi, uluslararası toplumu rahatsız etmedi. Kıbrıs Türk tarafının siyasi eşitlikten azledilmesine neden olan olaylar dizisine kafa yormayan siyasi aktörlerin ve uluslararası basının, uluslararası hukuk tarafından tesis edilen bu siyasi eşitliği yeniden Kıbrıslı Türklere kazandırma adına, barışçıl çözüm yollarının sonuçsuz kalmasıyla, uluslararası hukuka ve uluslararası antlaşmalara uygun bir şekilde düzenlenen Kıbrıs Barış Harekâtı’na odaklanmaları ve bu girişimi “işgal” olarak nitelendirmeleri önyargılı ve tek taraflı bir bakış açısına güzel bir örnektir. 

< Kıbrıs Türk tarafının siyasi eşitlikten azledilmesine neden olan olaylar dizisine kafa yormayan siyasi aktörlerin ve uluslararası basının, uluslararası hukuk tarafından tesis edilen bu siyasi eşitliği yeniden Kıbrıslı Türklere kazandırma adına,barışçıl çözüm yollarının sonuçsuz kalmasıyla, uluslararası hukuka ve uluslararası antlaşmalara uygun bir şekilde düzenlenen Kıbrıs Barış Harekâtı’na odaklanmaları ve bu girişimi “işgal” olarak nitelendirmeleri önyargılı ve tek taraflı bir bakış açısına güzel bir örnektir. >


Türkiye, Barış Pınarı Harekâtı dolayısıyla bugün de benzer bir uluslararası linç girişimiyle karşı karşıyadır. Küresel aktörler, Arap Baharı’ndan günümüze ulaşan süreçte, şahin politikalarla bölgeyi yeniden tanzim etme stratejileri kapsamında gayrimeşru yerel unsurlarla iş birliği kurdular. Bu iş birliğinin genel amacı, doğalgaz ve petrol kaynakları üzerindeki hâkimiyeti artırmak ve böylece alternatif projelerle enerji güvenliğini sağlamak iken; özelde İsrail’in güvenlik kaygılarını gidermek şeklinde özetlenebilir. Bu politikaya dayalı denklemde Türkiye’den temel beklenti ya bu siyaseti desteklemesi ya da tarafsız kalmasıdır. 

Şayet Türkiye beklenilenin aksine bir yol takip edecek olursa; o zaman tüm unsurlarla ülke üzerinde baskı kurulacak ve Türkiye’nin geri adım atması sağlanacaktır. İskenderun Körfezi, Suriye kıyıları ve Kıbrıs adası, yürütülen büyük stratejide önemli köşe taşlarıdır. 

Kıbrıs’ta Tarihsel Arka Plan., 

Kıbrıs Cumhurbaşkanı Başpiskopos Makarios’un, Yunanistan’daki cunta yönetimiyle arası hiçbir vakit iyi olmadı. Bunun nedeni olarak, Makarios’un SSCB ile ilişkileri, ABD ve NATO’ya karşı tutumu ile 1960’lı yılların sonlarına doğru Enosis yani Kıbrıs’ın Yunanistan’a bağlanması fikrinden uzaklaşması gösteriliyordu. 
Makarios’un, bağlantısızlar hareketi ve Helen dünyasındaki saygın ve karizmatik kişiliğini de tüm bunlara ilave etmek gerekiyor. 

Zira bu vaziyet ona, Atina’dan bağımsız hareket etme özgüvenini vermişti. 

<  Yunanistan 15 Temmuz 1974 tarihinde ikinci seçeneği sahneye koydu ve askeri darbeyle Makarios’u devirdi. 
Ardından EOKA tedhişçisi bir gazeteciyi, Grivas’ın sağ kolu Nikos Sampson’u Cumhurbaşkanı ilan etti. Ardından Rum toplumu 
Makariosçular ile darbeciler şeklinde ikiye ayrılarak kanlı çatışmalara sürüklenmeye başladı. Çatışmaların büyümesinde ve ada geneline 
yayılmasında Makarios’un darbeden sağ kurtulması ve radyodan halkı darbeye karşı mücadeleye çağırması etkili oldu. >

1970’li yılların başlarına gelindiğinde Atina ile Lefkoşa arasındaki gerginlik zirveye taşındı. 

Makarios’a göre cunta idaresi Rum Milli Muhafız Gücü’nde görevli Yunanlı subaylar vasıtasıyla hükümeti devirmek için planlar yürütüyordu. 

Makarios elde ettiği bilgi ve belgelerden hareketle, Atina’dan emir alan subayların, Grivas önderliğindeki EOKA-B terör örgütünü desteklediği, 
kamu çalışanlarını hükümete karşı gelmek için cesaretlendirdiği ve tedhişçileri eğiterek, iktidarı bir askeri darbeyle devirmenin peşinde oldukları kanaatinde idi. Bu yüzden Makarios, Atina’dan subayları geri çekmesini ve devlet başkanı sıfatına saygı duyulmasını, 2 Temmuz 1974 tarihinde Yunan Devlet Başkanı Gizikis’e gönderdiği altı sayfalık mektubunda açık bir şekilde ifade etti. Öyle ki mektubunda, “Ben Yunanistan’ın Kıbrıs’a atadığı vali değil, Hellenizmin büyük bir bölümünün seçtiği önderim” diyordu. 

    Makarios’un Atina’ya meydan okuması karşısında Atina’nın iki seçeneği bulunuyordu. Birincisi, Makarios’a boyun eğmek ve subayları adadan çekmek. Bu durumda Yunanistan’ın ada üzerindeki nüfuzunu, saygınlığını ve gücünü yitirmesi kaçınılmazdı. İkincisi ise, her ne pahasına olursa olsun Başpiskopos’un iktidarına son vermek. Yunanistan 15 Temmuz 1974 tarihinde ikinci seçeneği sahneye koydu ve askeri darbeyle Makarios’u devirdi. Ardından EOKA tedhişçisi bir gazeteciyi, Grivas’ın sağ kolu Nikos Sampson’u Cumhurbaşkanı ilan etti. Ardından Rum toplumu Makariosçular ile darbeciler şeklinde ikiye ayrılarak kanlı çatışmalara sürüklenmeye başladı. Çatışmaların büyümesinde ve ada geneline 
yayılmasında Makarios’un darbeden sağ kurtulması ve radyodan halkı darbeye karşı mücadeleye çağırması etkili oldu. Her ne kadar darbeciler radyodan yaptıkları yayınlarda Türklerin can ve mal varlığına dair güvence vererek, Türkiye ve Kıbrıs Türklerinin tepkilerini azaltmayı düşünseler de Kıbrıs Helen Cumhuriyeti’nin kurulduğunun ilanı, yakın gelecekte neler olabileceğine dair tahminleri güçlendiriyordu. 

  Makarios, kendisine kurulan komployu önceden fark etmiş ama darbeyi önleyememişti. 

Nihayetinde, Kıbrıs’taki yönetim Atina’nın planladığı üzere, EOKA ve Helenistlerin eline geçti. 

Darbe, sonuçları itibariyle ciddi bir kırılma meydana getirdi. Her şeyden evvel Kıbrıs’ın bağımsızlığına, toprak bütünlüğüne ve anayasal düzenine karşı açık bir müdahale söz konusuydu. Ve bu darbe Makarios’un da sarih bir şekilde belgelendirip, ifade ettiği üzere Yunan hükümetince gerçekleştirildi. Dolayısıyla Kıbrıs’taki mevcut rejim garantör devletlerin birisi tarafından yıkıldı ve yerine amacı Enosis olan, çoğunluğu EO-KA’cılardan kurulu yeni bir hükümet ihdas edildi. Londra ve Zürih Antlaşmalarına göre Kıbrıs Cumhuriyeti’nin bağımsızlığını, güvenliğini, toprak bütünlüğünü ve anayasal düzenini korumak Türkiye, Yunanistan ve İngiltere’den oluşan garantör devletlerin hem hakları hem de görevleridir. 

Bu sebeple adada darbe ile ortaya çıkan uluslararası sorunun nasıl çözüme kavuşturulacağı sorusu, Ankara’yı meşgul eden birinci gündem maddesi oldu. Ankara’nın ve Makarios’u destekleyenlerin nazarında, darbenin Yunanistan tarafından yapıldığına dair en küçük bir şüphe yoktur. Diğer taraftan Ankara’nın en önemli endişe kaynağı, Yunanistan ile birleşme taraftarı kişilerce yapılan darbenin siyasi istikametinin ve Kıbrıs Türklerinin can ve mal güvenliği ile siyasi haklarının akıbetinin ne olacağı sorusudur. 

Nitekim tüm bunlar Türkiye’yi yakından alakadar eden hayati meselelerdi ve Ankara’nın güvenlik noktasında ciddi bir kaygıya sürüklenmesine neden oluyordu. Kısacası Türkiye, Kıbrıs’ta Enosis’e yol açabilecek herhangi bir rejim, statü ve anayasa değişikliğine razı olmayacağını her kanaldan muhataplarına güçlü bir şekilde iletiyordu. 

Türk hükümetinin bir diğer endişesi de darbe sonrasında Yunanistan’ın Kıbrıs’a silah sevkiyatını artırmış olmasıydı. Bir taraftan Makariosçulara karşı kesin zafer elde etmek diğer taraftan da olası bir Türk müdahalesine karşı hem caydırıcı olmak hem de mukavemet artırıcı tedbirler almak amacıyla Yunanistan’dan Kıbrıs’a yapılan silah sevkiyatının hızlanması, Ankara’nın ısrarla dikkat çekmeye çalıştığı bir konuydu. Yunanistan’dan adaya silah sevki yeni bir olay değildi. 1964 yılından itibaren Yunan hükümetleri gizlice Kıbrıs’ta asker sayısını artırıyordu ve bu durum Makarios’u bile rahatsız edecek bir noktaya varmıştı. 

Bu yüzden Makarios, Atina’nın Rum ordusuna müdahalesini, asker ve silah sevkiyatını “yabancı bir işgal gücü” olarak tanımlamaya başlamıştı. 

< Kıbrıslı Türklere gelince, onlar 1963’den beri siyasi, toplumsal ve ekonomik bir travmanın içine sürüklenmişlerdi. Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran antlaşmalara aykırı bir şekilde fiilen devletin eşit kurucu ortağı statüsünden 1963 yılından itibaren çıkartıldılar. Türk toplumunu sindirmek ve onları azınlık haklarını kabule ikna için sistematik baskı yürütüldü. Yüzlercesinin ölümüne ve binlercesinin göçüne yol açan kanlı hadiseler yaşandı. >

Türkiye’nin haklı endişeleri karşısında Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi, Makarios’un meşru hükümetinin geri getirilmesi, dış müdahaleye son verilmesi ve Yunanlı subayların adadan çıkartılması yönünde etkili kararları ve eylemleri, bir türlü hayata geçiremedi. Dahası ABD ve İngiltere, bu hususta “bir karara varmanın henüz erken olduğu” düşüncesinde birleşirken, BM Genel Sekreteri Waldheim ve NATO Genel Sekreteri Luns, Türk hükümetine sadece itidal çağrısı yapmakla yetindiler. 

Kıbrıslı Türklere gelince, onlar 1963’den beri siyasi, toplumsal ve ekonomik bir travmanın içine sürüklenmişlerdi. Kıbrıs Cumhuriyeti’ni kuran antlaşmalara aykırı bir şekilde fiilen devletin eşit kurucu ortağı statüsünden 1963 yılından itibaren çıkartıldılar. Türk toplumunu sindirmek ve onları azınlık haklarını kabule ikna için sistematik baskı yürütüldü. Yüzlercesinin ölümüne ve binlercesinin göçüne yol açan kanlı hadiseler yaşandı. Makarios’un, “barışın tek koşulu, azınlık hakları” ifadesine rağmen adadaki sorunu görüşmek için Mart 1964’te toplanan BM Güvenlik Konseyi’nin, Kıbrıs Rum hükümeti’ni adanın tek meşru otorite olduğunu ima eden kararı, Türkiye dışındaki bütün ülkeler tarafından kabul edildi. BM’nin bu kararı; sonrasında ise Türkiye’nin adaya müdahale girişimini engelleyen Johnson Mektubu, Makarios’u cesaretlendiren adımlar oldu. Türklere yönelik baskı ve zulüm politikalarını bir dizi katliam izledi. Adanın yaklaşık yüzde otuz dördüne tekabül eden topraklarda hayatlarını sürdüren Türkler, 1974 yılına gelindiğinde bu toprakların yalnızca yüzde üçünde sıkıştırılmış bir vaziyette hayatlarını sürdürmek zorunda kaldılar. Kıbrıs Türkleri kendilerine uygulanan devlet destekli baskılara örgütlü bir direnç göstermek ve can ve mal güvenlikleri  ni korumak adına, 28 Kasım 1967 tarihinde Geçici Kıbrıs Türk İdaresi’ni kurdular. 

< Nihayetinde sürdürülen tüm diplomatik girişimler ve bunların neticeleri Türk hükümetinde barışçıl yollardan bir çözüme ulaşılamayacağı kanaatinin doğmasına yol açtı. Bu doğrultuda 20 Temmuz 1974 sabahı, Türkiye, Kıbrıs’a; Yunan müdahalesiyle bozulan anayasal düzeni yeniden tanzim etmek, gayrimeşru askeri yönetimi bertaraf etmek ve sadece Türklere değil aynı zamanda Rumlara da barış getirmek maksadıyla müdahale etti. >

Bu gelişme, Kıbrıs’ın etnik temelli siyasi bir ayrışmaya Kıbrıs Barış Harekâtı’yla gittiği tezini çürüten önemli bir olay olması bakımından dikkate değerdir. Böylece 1950’li yıllarda görülen toplumsal ayrışma, Makarios ve Grivas’ın yanlış politikaları yüzünden 1960’ların ortalarında etnik 
temelli siyasi bölünmelere de sirayet etti. 


2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,

***