DOĞU AKDENİZİN İKİ YAKASINDA BARIŞ VE KAOS ARAYIŞLARINA KIBRIS VE SURİYE’DEN BAKMAK., BÖLÜM 2
Kıbrıs sorununun iki asli nedeni bulunuyordu.
Birincisi, Kıbrıslı Rumların Enosis hayali.
İkincisi ise, adanın Doğu Akdeniz’deki stratejik konumuydu.
Soğuk Savaş atmosferinde Kıbrıs’ın, NATO ve SSCB nazarında eşsiz bir yeri bulunuyordu. ABD’nin en büyük endişesi, Kıbrıs sorununun NATO içerisinde dikkate değer bir kırılmaya yol açmasıydı. Bu nedenle Washington, adada anayasal düzenin bozulduğunu belirtmesine rağmen, Yunan hükümeti’ni kınamaktan ve cunta idaresini tanımayacağını açıklamaktan ısrarla geri duruyordu. ABD bu sorunun barışçıl yollarla halledilmesinden yanaydı ve bu tavrını sürekli korudu. Bu sebeple gerek Rumlar gerekse de Yunanlılar, Türkiye’nin ABD’nin baskısından dolayı herhangi bir kuvvet kullanımına başvuramayacağını düşünüyorlardı. Zira Türkiye dışındaki diğer taraflar sürecin zamana yayılmasını talep ediyorlardı. Türkiye 1963 yılından beri Kıbrıs konusun da bir çatışma çıkmaması, NATO içinde bir parçalanmaya mahal verilmemesi için azami gayret sarf etmiş ve bu uğurda birkaç defa askerî harekât planlarını dünya ve bölge barışı adına geri bırakmıştı. Şimdi yine benzer bir tabloyla karşı karşıyaydı ve yine müttefikleri Türkiye’den “sabır” talep ediyorlardı. Türkiye son kez üç garantör ülkeden biri olan İngiltere’ye müracaat ederek Londra’nın yükümlülüklerini yerine getirmesini istedi. İngiltere ve diğer Avrupalı devletler adada anayasal düzenin ihlal edildiğini kabul etmelerine ve cunta idaresini tanımamalarına karşın hiçbir şekilde Kıbrıs’a müdahale edilmesine yanaşmıyorlardı.
Sovyetler Birliği de Yunanistan’ı açıkça suçladığı halde somut bir davranış sergilemiyordu.
< Nihayetinde sürdürülen tüm diplomatik girişimler ve bunların neticeleri Türk hükümetinde barışçıl yollardan bir çözüme ulaşılamayacağı kanaatinin doğmasına yol açtı. Bu doğrultuda 20 Temmuz 1974 sabahı, Türkiye, Kıbrıs’a; Yunan müdahalesiyle bozulan anayasal düzeni yeniden tanzim etmek, gayrimeşru askeri yönetimi bertaraf etmek ve sadece Türklere değil aynı zamanda Rumlara da barış getirmek maksadıyla müdahale etti. >
Bu müdahalenin ardından 22 Temmuz’da Yunanistan’da, 24 Temmuz’da da Kıbrıs’ta cunta hükümetleri devrildi.
Cenevre’de taraflar arasında gerçekleşen müzakerelerde adada hâlihazırda iki ayrı ve otonom yönetim bulunduğu ve anayasal meşruiyeti yeniden tesis için müzakerelere öncelik verilmesi, 30 Temmuz 1974 tarihli Cenevre Deklarasyonu ile karara bağlandı.
< Barış Pınarı Harekâtı’nın Genel Çerçevesi >
Parçalanmış, dağılmış ve akıbeti meçhul bir Suriye üzerine yürütülen hesapların ilk önce Türkiye’ye zarar vereceği bellidir. Bu yüzden Barış Pınarı Harekâtı Türkiye’nin güvenlik kaygılarından doğdu. Suriye’de yaşanan iç savaş ve bunun neden olduğu otorite boşluğu, bölgede terör örgütlerinin etkisinin artmasına neden oldu.
Aslında sorunun kökenleri daha gerilere gitmektedir. 1990’daki Körfez savaşı sonrasında ABD öncülüğündeki koalisyon güçleri, 36. paralelin kuzeyini Irak’a yasaklayıp, kurmuş oldukları Çekiç Güç sayesinde bu bölgede PKK’nın güçlenmesine büyük destek verdiler. Dolayısıyla, bugün 37. paralel boyunca oluşturulmaya çalışılan terör koridorunun temellerinin o tarihlerde atıldığı söylenebilir. Konuya bu zaviyeden bakınca, Türkiye’nin sadece güney illerinin değil aynı zamanda İskenderun Körfezi’nin de büyük bir risk altında olduğu görülür.
< Suriye’de başlayan iç savaştan bugüne Türkiye’nin güney sınır illeri sürekli bir güvenlik sorunu ile karşı karşıya geldi. Bu nedenle Ankara, ülkenin güney sınırı boyunca 30 kilometre derinliği bulunan güvenli bir bölge oluşturulması fikrini ortaya attı.
Bu fikrin Üç ana gayesi bulunuyor.
Birincisi, güney illerini tehdit ve tedirgin eden havan topu atışlarını sonlandırmak.
İkincisi, bu bölgeyi terör unsurlarından arındırmak.
Üçüncüsü ise, Türkiye’de bulunan milyonlarca Suriyeli sığınmacıyı bu bölgeye yerleştirmek. >
Türkiye’nin, “36. paralelin kuzeyini güvenli bölge ilan edelim politikası” bu nedenle ABD tarafından kabul görmemektedir. ABD’nin asıl hedefi, İran’dan İskenderun’a kadar uzanan bölgede kendi kontrolünde yeni devlet ya da devletçikler inşa ederek Ortadoğu’yu bu yeni siyasi oluşumlar üzerinden tanzim ve idare etmektir.
Dikkat edilecek olursa ABD, 1990’lardan bu yana Basra Körfezi’ne kurmuş olduğu askeri üslerle Irak ve İran’ın güneyini kontrol altına almayı başardı. Güney kısmını ise şimdiye kadar İncirlik Üssü ile idare etti. Fakat İncirlik Üssü’nün yavaş yavaş miadını doldurmaya başlaması ABD’nin Suriye ve Irak’ın kuzeyindeki oluşumlara desteğini hızlıca artırmasına neden oldu. Sözün özü, ABD Körfez Savaşı ile Basra Körfezi’ndeki petrol kaynaklarının denetimini ele alırken, günümüzde Irak’ın kuzeyindeki Musul ve Kerkük petrolleri ve ileriye dönük olarak da Hazar Denizi enerji kaynakları ile Doğu Akdeniz enerji kaynaklarını kontrolünde tutmak için 36. Paralelin kuzeyinde yürüttüğü planlarını sonuçlandırmaya çalışıyor. Ayrıca bu durumun İsrail’in güvenliğine katkı sunacağı varsayılıyor. O nedenle Türkiye’nin, Suriye ve Irak’ta bu
ülkelerin toprak bütünlüğünü savunmaktan başka bir seçeneği yoktur.
9 Ekim 2019 tarihinde Türk Silahlı Kuvvetleri ile Suriye Milli Ordusu tarafından başlatılan harekâtın hedefinde Suriye’nin kuzeyinde faaliyet gösteren PKK/YPG ve DEAŞ terör örgütleri bulunmaktadır.
PKK, başta ABD olmak üzere birçok ülkenin terör örgütleri listesinde yer alan bir terör örgütüdür. Avrupa Birliği tarafından 2004 yılında terör örgütleri listesine alınan PKK’nın İran, Suriye ve Irak’ta uzantıları bulunmaktadır. Suriye’deki uzantısı PYD/YPG olarak adlandırılmakta dır.
Buna rağmen, Türkiye karşıtı Ermeni, Yunan ve Yahudi lobileriyle PKK/PYD/YPG ve FETÖ gibi terör örgütleri, yürüttükleri kampanyalarla Türkiye’nin bu harekâtı nı uluslararası topluma “Kürtlere yönelik bir katliam” şeklinde takdim edilmesinde öncü rol üstlendiler. Hâlbuki 3,5 milyondan fazla Suriyeli mülteciye ev sahipliği yapan Türkiye’nin nihai amacı, ülkenin güney sınırında oluşturulma ya çalışılan terör koridorunu yok etmek ve bölgeye barışın gelmesine aktif katkı sunmaktır.
Suriye’de başlayan iç savaştan bugüne Türkiye’nin güney sınır illeri sürekli bir güvenlik sorunu ile karşı karşıya geldi. Bu nedenle Ankara, ülkenin güney sınırı boyunca 30 kilometre derinliği bulunan güvenli bir bölge oluşturulması fikrini ortaya attı.
Bu fikrin Üç ana gayesi bulunuyor.
Birincisi, Güney illerini tehdit ve tedirgin eden havan topu atışlarını sonlandırmak.
İkincisi, bu Bölgeyi terör unsurlarından arındırmak.
Üçüncüsü ise, Türkiye’de bulunan milyonlarca Suriyeli sığınmacıyı bu bölgeye yerleştirmek. Dolayısıyla bu harekât ileri sürüldüğü gibi bir işgal veyahut Suriye’ye karşı başlatılmış bir savaş değildir.
Nitekim Birleşmiş Milletler Şartı’nın 51. maddesinin sağladığı meşru müdafaa hakkı ve Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin terörle mücadeleye ilişkin kararları doğrultusunda icra edilen harekâtın bir diğer amacı, Suriye’nin toprak bütünlüğünü korumaktır. Barış Pınarı Harekâtı’nın uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde icra edildiğine dair herhangi bir şüphe bulunmamaktır.
Bu hususta ayrıca Türkiye ile Suriye arasında 1998 yılında imzalanan ve daha sonra 2010 yılında güncellenen Adana Mutabakatı, Türkiye’ye Suriye topraklarında terör örgütü PKK’ya operasyon düzenleme hakkı sağlamaktadır. Bugün Türkiye Ortadoğu coğrafyasında terörizmden maddi ve manevi en çok zarar görmüş ülkelerin başında gelmektedir. Bu nedenle ülkenin genel siyasetinde terörizme karşı ciddi bir hassasiyet oluşmuş bir vaziyettedir. Son yıllarda ülkenin ulusal güvenliğine karşı Suriye menşeili çok kapsamlı ve çok boyutlu terör tehditlerinin ortaya çıkması, Türkiye’yi ziyadesiyle rahatsız etti. Çünkü Suriye halkına yönelik terörist baskı bu kişilerin ülkeyi terk edip
Türkiye’ye sığınmalarına yol açtı. O nedenle Suriye halkını teröristlerin zulüm ve baskısından kurtarmak, Türkiye’ye yönelik yapılan göçlerin de azalmasına neden olacaktır.
Uluslararası düzeyde yürütülen diplomatik girişimlerin şimdiye kadar sonuç vermemesi fiili müdahaleyi gerekli hale getirdi. Türkiye’nin terörle mücadele çabası kapsamında icra ettiği Barış Pınarı Harekâtı, başladığı günden itibaren insani krize, kitlesel göç dalgasına ve sivillerin ve sivil altyapının zarar görmesine sebep olacağı iddiasıyla itibarsızlaştırılmaya çalışıldı. Türkiye sadece PKK/PYD/YPG’ye değil aynı zamanda DAEŞ, el-Nusra ve el-Kaide gibi terör örgütlerine karşı da mücadele veren bir ülkedir. 13 Mart 2018 tarihli Başbakanlık Koordinasyon verilerine göre DAEŞ, el-Nusra ve el-Kaide ile ilişkileri nedeniyle 5.161’i yabancı uyruklu olmak üzere toplam 10.725 kişi gözaltına alınmış, bunlardan 3.588’i tutuklanmıştır. Hal böyle iken başta ABD olmak üzere Batılı ülkeler terörü terörle bitirme stratejisine yönelerek PKK/PYD/YPG’ye başta
silah olmak üzere her türlü desteği vermekten geri durmadılar. Uluslararası basında yer alan haberlere göre, Türkiye’nin harekât sahasının nüfus yapısını değiştirmek gibi bir niyeti vardır.
Buna mukabil uluslararası medya, terör örgütleri tarafından Suriye’de yapılan etnik temizliğe, insanlığa karşı işlenen suçlara ve yaşanan kitlesel göçlere sessiz kalmaya devam etti. Türkiye’nin müttefiklerinin ve uluslararası basının terör örgütlerine sessiz kalması, dünya çapında yürütülen terör örgütlerine karşı mücadeleyi sekteye uğratmaktadır.
< Tüm tarafların malumu olduğu üzere Türkiye, Suriye meselesinde en başından bu yana iyi niyetle çaba göstermiş ve çözüm yönünde güçlü bir irade sergilemiştir. Bunun yanında Suriye kaynaklı terörden en fazla etkilenen ülke Türkiye’dir. Durum böyleyken ABD ve AB’nin terör örgütleri listesinde yer alan ve Suriye’nin bölünmesini amaçlayan örgütleri muhatap alması dikkate değer bir yanılsamadır. >
Tüm tarafların malumu olduğu üzere Türkiye, Suriye meselesinde en başından bu yana iyi niyetle çaba göstermiş ve çözüm yönünde güçlü bir irade sergilemiş tir. Bunun yanında Suriye kaynaklı terörden en fazla etkilenen ülke Türkiye’dir. Durum böyleyken ABD ve AB’nin terör örgütleri listesinde yer alan ve Suriye’nin bölünmesini amaçlayan örgütleri muhatap alması dikkate değer bir yanılsamadır. Terör örgütleri arasında ayrım gözetmek anlamına gelen bu yaklaşım terörizme karşı uluslararası iş birliğini sekteye uğratmaktadır. Her hâlükârda terör örgütlerini meşrulaştırmaya yönelik böylesine bir girişimi Türkiye’nin kabul etmesi mümkün değildir. Ayrıca terörizme karşı uluslararası düzeyde somut ve hakiki bir iş birliği tesis edilmeden, terörle mücadelede başarılı olunamayacağı bilinen bir gerçektir. Terörizmin küresel ölçekteki risk ve tehditlerine karşı hassasiyetin yükselme eğilimi gösterdiği böyle bir atmosferde, Türkiye’yi hedef alan terör gruplarının yurt dışında kolay bir şekilde örgütlenebilmeleri, fon
toplayabilmeleri ve medya organları yoluyla propagandalarını yapabilmeleri terörizme karşı ortak sorumluluk anlayışına ters düşmektedir.
Sonuç
“Kıbrıs Barış Harekâtı” ve Barış Pınarı Harekâtı” irdelendiğinde her iki harekâtın da Türkiye’nin uluslararası hukuktan aldığı yetkiler çerçevesinde icra edildiği açıktır. Kıbrıs Barış Harekâtı’nın hedefi, adadaki cunta idaresi iken, Barış Pınarı Harekâtı’nın hedefi, Suriye’nin kuzeyinde faaliyet gösteren terör örgütleridir. Anlaşılacağı üzere hedefin merkezinde gayrimeşru yapılar vardır. Her iki askeri girişim meşru ve haklı bir nedene dayanan, gücünü uluslararası hukuktan alan ve asli amacı barışa yeniden işlerlik kazandırmak ve sivillere yönelik baskıyı
ortadan kaldırmaktır. Dolayısıyla Türkiye’nin “Kürtleri, sivilleri veya Rumları” hedef aldığı, “katlettiği” tezi, bu yapılardan politik menfaat elde etme arzusu içerisinde olan güçlerin ve çevrelerin ürettiği kara bir propagandadan ibarettir. Uluslararası kamuoyuna DAEŞ terör örgütünün tehdit ve tehlikesi takdim edilerek, PKK ve onun diğer kollarının örgütle iş birliği yapmayan sivilleri infazı, insan kaçakçılığı, uyuşturucu ticareti ve sivil altyapılara yönelik terör eylemleri maskelenmektedir. Benzer biçimde Kıbrıs Rum tarafının 21 Aralık 1963 tarihinde başlayıp 20 Temmuz 1974’e kadar devam eden Kıbrıs Türk toplumuna karşı kapsamlı ve sistematik saldırıları, onları kitlesel göçe zorlamaları ve Kıbrıslı Türklerin devlet kurumlarından uzaklaştırılmaları gibi gayrimeşru ve gayriinsani davranışlar karşısında tüm dünyanın sessiz kaldığı bilinen bir gerçektir.
Barış Pınarı Harekâtı aleyhine dezenformasyon kampanyaları kapsamında üretilen sahte görüntüler ve haberler aracılığıyla Türkiye’nin Suriye’de “kıyım” yaptığı iddiaları uluslararası kamuoyuna servis edilirken, bölgesel barış ve huzuru ve aynı zamanda Suriye’nin toprak bütünlüğünü tehdit eden PKK/PYD/YPG terör örgütlerinden DAEŞ’i bitiren “kahramanlar” olarak bahsedilmesi, Türkiye’nin ne denli asimetrik bir mücadelenin içerisinde bulunduğunu düşündürmesi bakımından önemlidir. Amerika’nın popüler haber kanalı ABC’nin, Barış Pınarı Harekâtı ile alakası olmayan güçlü patlamaların yer aldığı video görüntülerini izleyicilerin dikkatine sunması medyadaki sahtekârlığın ne boyutlara vardığını gösteren somut bir delildir.
Ancak bu yeni bir durum değildir. Körfez savaşı esnasında yayınlanan petrole bulanmış sahte karabatak görüntüleri hala akıllardadır.
Önemli bir husus da küresel ölçekte hizmet veren haber ajanslarının medyayı ve dolayısıyla kamuoyunu etkileme gücüdür.
Dünya genelinde haberlerin yaklaşık yüzde sekseni, Associated Press (AP), Reuters ve Agence France Press (AFP) tarafından üretilmektedir.
Bu kuruluşların ilki Amerikan, ikincisi İngiliz ve üçüncüsü de Fransız menşeilidir. Bu haber ajansları adı geçen ülkelerin en güçlü silahları olarak tanımlanmakta dır.
Medyanın kamuoyunu etkilemede artan etkisiyle birlikte tarafsızlığı da zarar görmüştür. Çünkü yukarıda bahsi geçen ajanslar kendi ülkelerinin etkisinde kalan bir yayın politikası takip etmeye başlamışlardır. Bu durum özellikle uluslararası krizlerde hissedilir ölçüde artmıştır.
Kendi ülkelerinin dış politika kararları doğrultusunda propaganda görüntüleri yayınlamak ve sadece madalyonun bir yüzünü kamuoyuna iletmek yayınların ortak özelliği haline gelmiştir. Bu bağlamda BM Eski Genel Sekreterleri Butros Butros Gâli’nin, “CNN, BM Güvenlik Konseyinin 16. üyesidir” sözü oldukça dikkat çekicidir.
Ortadoğu ve Doğu Akdeniz coğrafyasında sahnelenen güç mücadelesinden beslenen büyük aktörler, uluslararası kamuoyunda meşruiyet kazanabilmek
adına her türlü malzemeyi kendi politik çıkarlarına uygun birer propaganda çıktısına dönüştürebiliyor. Artan kitle iletişim teknolojileri nedeniyle bu süreçte medya kuruluşları önemli bir güce dönüşmüş durumdadır. Ülkelerinin dış politikalarıyla ortak hareket etmeye dayalı, karşılıklı bir çıkar ilişkisi üzerinden yürütülen bu mekanizmada medya amaca ulaşmak için bir araç haline geldi ve bu uğurda her türlü propagandayı kendine meşru görmeye başladı. Bunun yanında uluslararası medya kuruluşlarıyla lobiler arasındaki ilişkiler ağı da bir meselenin siyasi, ekonomik ve güvenlik kaynaklı temel nedenlerinin çarpıtılması na yol açabilmektedir. Yunan/Rum lobisi Kıbrıs sorunu, Ermeni lobisi Ermeni tehciri, Yahudi lobisi Filistin meselesi nedeniyle “Türkiye aleyhtarlığı” üzerinde birleşip ortak hareket ediyorlar.
Türkiye aleyhtarı oluşumlara Türkiye’ye karşı faaliyetler yürüten terör örgütlerini de eklemek gerekiyor. Haliyle bu tür oluşumların ortak amacı Türkiye’nin uluslararası imajına zarar vermek ve bahsi geçen meselelerde geri adım atmasını sağlamaktır.
Tüm manipülasyonlara ve dezenformasyona rağmen Türkiye, Hazar Denizi’nden İskenderun Körfezi’ne enerji eksenli terörizme dayalı uydu devletler kurulmasına müsaade etmeyeceğini büyük bir kararlılıkla ortaya koyduğu gibi, bu planın ikinci ve en büyük ayağı Kıbrıs’ta, “sıfır asker, sıfır garanti” baskısına da boyun eğmeyeceğini defaten vurgulamıştır.
ORSAM Yayınları
ORSAM, Süreli yayınları kapsamında Ortadoğu Analiz ve Ortadoğu Etütleri dergilerini yayınlamaktadır.
_ İki Aylık periyotlarla Türkçe olarak yayınlanan Ortadoğu Analiz, Ortadoğu’daki güncel gelişmelere dair uzman görüşlerine yer vermektedir.
_ Ortadoğu Etütleri, ORSAM’ın altı ayda bir yayınlanan uluslararası ilişkiler dergisidir.
_ İngilizce veTürkçe yayınlanan, hakemli ve akademik bir dergi olan Ortadoğu Etütleri, konularının uzmanı akademisyenlerin katkılarıyla
oluşturulmaktadır.
_ Alanında saygın, yerli ve yabancı akademisyenlerin makalelerinin yayımlandığı Ortadoğu Etütleri dergisi dünyanın başlıca sosyal bilimler
indekslerinden Applied Sciences Index and Abstracts (ASSIA), EBSCO Host, Index Islamicus, International Bibliography of Social
Sciences (IBBS), Worldwide Political Science Abstracts (WPSA) tarafından taranmaktadır.
_ Hakemli Siyaset ve Uluslararası İlişkiler Dergisidir.,
***
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder