17 Ocak 2020 Cuma

AVRUPA BİRLİĞİ VE TÜRKİYE,

AVRUPA BİRLİĞİ VE TÜRKİYE,




Hazırlayan:

Özdem Sanberk, 
RAPOR NO: 3 
Avrupa Birliği ve Türkiye, 

NOT: BİLGESAM farklı disiplin ve görüşlere sahip bilim adamlarını sinerji sağlayacak şekilde bir araya getiren araştırma merkezidir. Bu nedenle raporda yeralan konular BİLGESAM’ ın resmi görüşlerini değil, raporu hazırlayanın 
görüş ve yaklaşımlarını yansıtmaktadır. 

Özdem Sanberk, 

SUNUŞ. 

     Türk tarihi incelendiğinde geçmişteki başarıların arkasında iyi yetişmiş bilge adamların bulunduğu görülmektedir. 
Ancak günümüzde olayların çok boyutlu olarak gelişmesi ve sorunların karmaşıklaşması, birkaç bilge kişinin veya aydının gelişmeleri zamanında ve doğru olarak algılamasını ve alternatif politikalar üretebilmesini zorlaştırmakta dır. 
     Gelişmelerin yakından takip edilmesi, gelecekle ilgili gerçekçi öngörülerin yapılabilmesi ve doğru politikalar üretilebilmesi için farklı disiplinlere ve görüşlere sahip bilge adamlar ile genç ve dinamik araştırmacıların, esnek organizasyonlar içinde sinerji sağlayacak şekilde bir araya getirilmesi gerekmektedir. 

     Dünya’daki ve yurt içindeki gelişmeleri takip ederek geleceğe yönelik öngörülerde bulunmak; 

Türkiye’nin ikili ve çok taraflı uluslar arası ilişkilerine ve güvenlik stratejilerine, yurt içindeki siyasi, ekonomik, teknolojik, çevresel 
ve sosyo-kültürel problemlerine yönelik bilimsel araştırmalar yapmak; karar alıcılara milli menfaatler doğrultusunda gerçekçi, dinamik çözüm 
önerileri, karar seçenekleri ve politikalar sunmak maksadıyla Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) kurulmuştur. 
     BİLGESAM’ ın vizyonu, amacı, hedefleri, çalışma yöntemi, temel nitelikleri ve teşkilatı..,  

http://www.bilgesam.org/tr web sitesinde sunulmaktadır. 


BiLGESAM, Bilge Adamlar Kurulu’nun ilk toplantısında alınan kararlar doğrultusunda çeşitli konularda raporlar hazırlamaktadır. 
E. Büyükelçi Özdem SANBERK tarafından hazırlanan “ Avrupa Birliği ve Türkiye ” başlıklı Rapor faydalanılmak üzere yayınlanmıştır. 

Atilla SANDIKLI 
BİLGESAM Başkanı 


Özdem SANBERK 
DIŞ İşleri Bakanlıgı Eski Müsteşarı Emekli Büyükelçi., 

Galatasaray Lisesi ve İstanbul Hukuk Fakültesi mezunu olan Özdem Sanberk, Dış İşleri Bakanlığı memuru olarak Madrid, Amman, Bonn ve 
Paris Büyükelçiliklerinde ve OECD ve UNESCO Daimi Temsilciliklerinde çeşitli derecelerde görevde bulunduktan sonra, 1985 _ 1987 
yılları arasında zamanın Başbakanı Turgut Özal’ın dış politika danışmanlığını yapmıştır. 

Sanberk 1987-1991 yılları arasında Avrupa Topluluğu nezdinde Büyükelçi Daimi Temsilci, 1991-1995 yılları arasında Dış İşleri Müsteşarı ve 
1995-2000 yılları arasında da Londra Büyükelçisi olarak görev yapmıştır. 

2000 yılında emekliye ayrılan Sanberk, 2003 Eylül ayına kadar Türkiye Ekonomik Sosyal Etütler Vakfı (TESEV) Direktörlüğü görevinde bulunmuştur. 
   Özdem Sanberk evli olup ( Sumru Sanberk ) Nazlı Sanberk’in babasıdır. 


Avrupa Birliği ve Türkiye 
I. AVRUPA BİRLİĞİ İÇİNDEKİ GELİŞMELER. 

Kriz., 

Avrupa BirliĞi 1950’li yyllaryn ilk yarysyndan bu yana krizden krize geçerek kendi 
entegrasyon hareketini sürdürüyor. Türkiye ise, takriben son elli yyldan bu yana, Avrupa 
Birliği ile yaşadığı büyük zorluklara rağmen bu gün tam üyelik süreci içindedir. 

Birlik son olarak Lizbon Anlaşması’nın İrlanda halk oylamasında reddiyle, yeniden 
bir belirsizlik dönemine girmiş bulunuyor. 

Kendini Sorgulayabilme kabiliyeti 

Avrupa Birliği 60 yıllık geçmişinde başka krizler de geçirdi. Ama bugüne kadar geldi. 
Bu güne kadar gelebilmesinin temelinde dünyadaki gelişmeler karşısında kendi 
meşruiyetini sürekli sorgulaması yatıyor. Birlik bu sayede kendini dünyanın yeni 
gerçeklerine uyduruyor ve hatta bu değişiklikleri mümkün olduğu ölçüde kendi lehine 
yönlendirebiliyor. Bunu da kuruluş mantığında yer alan ilkelere bağlı kalabildiği için başarıyor. 

Süper Ulus Devlet değil 

Avrupa ve Türkiye kamuoylarynda genellikle sanylanyn aksine, Avrupa Birliği bir 
süper ulus devlet değildir. Bunun en önemli kanıtı da Birliğin bizzat kendisinin ulus 
devletlerden meydana gelmiş olmasıdır. 

Avrupa Birliği gerçekte üye ülkelerin kendi milli hedeflerine erişmeleri için kullandıkları 
araçtır. Avrupa Birliği Üye ülkelerin yerine geçmez. Onları tamamlar. 

Avrupa Birliği üye ülkelerin milli hedeflerine ulaşmaları için yardımcı olur. Avrupa 
Birliği entegrasyon hareketinin amacı Avrupa’da bir süper devlet yaratılması değil, 
fakat Kıta’da etkinlikle işleyen bir ekonomik ve ticari pazar kurulabilmesi için Avrupa 
devletlerinin bu amaca uygun kurumsal yapılanmalara kavuşturulmasıdır. 

Avrupa Birliğinin bir süper Devlet olmasını hedefleyen siyasi partiler ve siyasi çevreler bugün 
Avrupa’da özellikle Fransa, Belçika ve Lüksemburg gibi bir kısım kurucu ülkelerde mevcuttur. 
Siyasi güçleri bu görüşlerini kuvvet den fiile çıkarmalarına imkân verecek düzeyde bulunmamaktadır. 
Avrupa kamuoyunun ezici çoğunluğu Süper Devlet fikrine karşıdır. 

Yetki Paylaşımı, 

Bugünkü haliyle Avrupa Birliği, her biri birbirinden çok farklı ulus-devletlerden oluşan, kendine 
mahsus tarihi geçmişe, kültürel özelliklere, milli davalara ve eşit haklara sahip bir uluslararası 
kuruluştur. Bu kuruluşu öteki geleneksel çok taraflı işbirliği kuruluşlarından ayıran özellik, 
gösterdikleri farklılıklara rağmen bazı şeyleri birlikte yapmak amacıyla ortak bir kurumsal 
yapılanmayı gerçekleştirmedeki iradeleri dir. 
Bu amaçla bazı yetkilerini muhafaza ederek, açıkça belirtilmiş sınırlı alanlarda bazı yetkilerini paylaşırlar. 
Bu kısmi yetki paylaşımını, yine kendi özgür iradeleriyle kurdukları ortak kurumlara devrederek yaparlar. 
Bu kurumlar o alanlarda kendilerini yaratan üye ülkelerden bağımsız hareket eder. 
Bu alanlar teknik ve ticari alanlar ile tarım alanıdır. 
Siyasi, sosyal ve güvenlik alanında riayeti mecburi ortak politikalar yoktur. 
Ortak müzakere prosedürleri vardır. 

Gönüllü İrade ve Gönüllü katılım., 

Üye ülkeler bu yöntemi, tek ba.laryna yapabileceklerinden daha fazlasyny beraberce 
yapabilmek ve etkin bir yöneti.im sistemi kurmak için seçmişlerdir. Başka deyimle, 
sınırlı alanlarda ulus-üstü nitelik, üyelerin baskı veya dayatma altında kabul ettikleri 
bir yöntem değil, modern ve karmaşık dünyanın sorunlarıyla baş etmek ve ekonomik, 
ticari (,) ve teknik alanlardaki küresel rekabette başarılı olmak için ortaya koydukları 
kendi özgür tercihlerinden ve isteyerek razı oldukları gönüllü katılımlarından meydana gelir. 

Asıl Yetkiler., Üye Devletler de 

Avrupa Birliğinde birincil yetki ortak kurumlarda, yani merkezde veya gövdede 
değil, gövdeyi meydana getiren parçalarda, yani üye ülkelerde dir. Merkezin yetkisi 
ikincil (subsidiary), üye ülkelerin yetkisi ise birincildir ( primary). 

Barışın Temeli ortak Ekonomik çıkar., 

Avrupa Birliğinin temelinde kıta ülkeleri arasında barışın sağlanması yatar. Bu hedefe 
ulaşmalarını mümkün kılan yöntem ise ortak ekonomik çıkar temelinde ortak 
kurumsal yapılanmalarının sağladığı karşılıklı ekonomik bağımlılıktır. 

Birliğin dünyadaki rolü veya siyasi amaçları.,

Avrupa Birliği üyeleri şu sırada ‘’... 27 üye ülke olarak birlikte ne yapmak istiyoruz?.’’. 
sorusuna yanıt verememektedirler. Halen içinde bulundukları krizin temel 
nedenlerinden biri de Birliğin dünyada oynayacağı role ilişkin belirsizliktir. 

Kültür., 

Avrupa Birliğinin kuruluşunun temellerinde de kültür birliği yatmaz. Tam tersine 
kültürel çoğulculuk esastır. Bir Avrupa Birliği kültürü yoktur. Ancak Birliği ortak 
kültür modelinde görmek isteyenler vardır. Bu model çoğunluktaki görüşler tarafından 
reddedilmektedir. 

Kimlik ve aidiyet duygusu 

Ortak bir kültür olmadığı gibi bir Avrupa Birliği kimliğinden bahsetmek olanaksızdır. 
Çünkü Avrupa’da bugün sırf Avrupa kökenliler yaşamıyor. Avrupa bugün ancak 
kısmen Hıristiyan’dır. Ama aynı zamanda vicdan özgürlüğünü, agnostisizmi ve 
ateizmi barındırıyor. Bizzat Jacques Delors’un dediği gibi bazylarının hoşuna gitmese de 
Avrupa artık biraz da Müslüman’dır. Avrupa Birliği kimliği halen inşa halinde olan bir 
kimliktir. Bu kimlik Avrupalıların arkasında değil önündedir. Ve oluşmasına, Kıta’nın 
tüm halkları gibi Türkler de katkıda bulunmaktadır. 

Avrupa Birliğinin kendisi için öngördüğü aidiyet algılaması, milliyetçilikten değil, 
demokrasi, barış ve refah gibi ideallerden kaynaklanır. Avrupa Birliği kimliği XX. 
yüzyıldaki iki Dünya Savaşı’nın Avrupa halklarına öğrettiği acı tecrübelerden ve bu 
ve benzeri acıların bir daha yaşanmaması iradesinden doğmuştur. Birliğin mimarisinin 
temelinde askeri zaferlerden değil, aksine savaşların tahribatlarından çıkarılan dersler yer alır. 

Karar Alma Mekanizmaları., 

Bugünkü krizin nedenlerinden biri de, üye sayısı artan Birliğin karar alma mekanizmalarının 
işlemez hale gelmiş olmasıdır. Roma Antlaşmaları’nda esas itibarıyla altı üye için öngörülmüş 
olan karar süreçleri, bazı teknik konularda ağırlıklı oy verme sistemine geçilmesine rağmen, 
yirmi yedi üyeli bir Birlik için uygulanabilir olmaktan çıkmıştır. 

Birlik genişledikçe karşılaşacağı yönetim sorunlarının çözümlenmesinde çok vitesli 
esnek bir yapılanmanın benimsenmesi en pratik yollardan biri olarak giderek daha 
sık dile getirilen bir çare olarak konuşulmaya başlanmıştır. 

Demokrasi Açığı., 

Komisyon üyeleri ve Komisyon başkanı görevlerine seçimle değil atama yoluyla 
geldikleri için Avrupa Birliği öteden beri demokratik hesap verme sorumluluğunu taşımamakla itham edilmiştir. Bu nedenle Komisyon başkanının seçimle gelmesi hükmü son Lizbon Antlaşmasında yer almış ve böylece bu demokratik açığın kısmen kapatılması amaçlanmıştır. 
Ancak Lizbon Antlaşması yürürlüğe giremediği için eski uygulama devam.., Halen devam etmektedir. 

Seçilmişler Atanmışlar., 

Her ne kadar Avrupa Komisyonu, Avrupa Adalet Divanı ve Avrupa Merkez Bankası yöneticileri ve üyeleri seçilmiş değil atanmış kişilerden meydana gelmiş olsalar da bu kurumların yapılanma ve çalışma şekli ulus devletlerdeki karşıt kurumların yapılanma ve çalışma şekillerinden farklı değildir. 
Bu kurumlar belirli teknik ve spesifik işlevleri yerine getirmek üzere sorumluluk taşıyan kurumlardır ve bu görevlerini ifa edebilmeleri için kendilerini kuran ulus devletlerden müstakil ve bağımsız hareket kabiliyetine sahip olmaları gerekir. 
Kurucu Antlaşmaların temelinde yatan ana ilke de aslında budur. 

Birliğin sınırlı yetkileri., 

Öte yandan Birlik her ne kadar Devletlerin yaptığı işlevlerin bir kısmını yerine getiriyorsa da devletlerin her yaptığını yapmamaktadır. Örneği sağlık sigortası, istihdam politikaları, emeklilik, eğitim, asayiş, güvenlik ve vergilendirme gibi konular Birliğin yetki sahasının geniş ölçüde dışında yer alan konulardır. Birliğin yetkisi dâhiline giren işlevler ise ortak ekonomik pazarın kurulmasına ve düzenlenmesine ilişkin işlemler ile kısmen parasal politikalardır. 

Lizbon Gündemi., 

Lizbon Antlaşması aslında üye ülkelerin sorumluluklarına ait olan sahalarda Birliğin yetki kullanmasını imkân veren hükümler içermektedir. Örneğin istihdam politikaları konusunda Avrupa Birliği yetkili değildir. 

Ayni şekilde büyüme, rekabet veya emeklilik reformu gibi politikalarda da Birlik kurumlarının üye ülkelerin kararlarına müdahale hakkı yoktur. 

Ayrıca Birlik bu konulara karışmak istese bile gerekli müdahale araçlarına da sahip bulunmamaktadır. 

Birliğin Lizbon Antlaşması’ nın İrlanda tarafından reddiyle 
bu gün karşılaştığı kriz kısmen Lizbon gündeminin bu yetki sınırlarını zorlamış olmasında kaynaklanmıştır. 

Temel Disiplin: Hukuk. 

Avrupa Birliği entegrasyon sürecinde tek pazarı, ekonomiyi, ticareti, sosyal hayatı ve tüm politikaları çerçeveleyen ana disiplin(i) hukuk kurallarıdır. Birliğin temel disiplinini Hukuk, temel ilkesini de hukukun üstünlüğü oluşturur. 

Müzakere., 

Avrupa Birliği aynı zamanda sürekli bir müzakere sürecidir. 
    Birlik, üye ülkelerin kendi milli çıkarlarını korumak ve ilerletmek için sürekli uzlaşma aradıkları bir ortamdır. 
Üye ülkelerin, milli çıkarlarını ararken Birliğin ortak çıkarlarını göz önünden 
tutuşu varsayılırsa da, gerçek hayatta bu her zaman böyle olmaz. Üyeler fiili durumlarda kendi milli çıkarlarını önde tutarlar bu nedenle de gerektiğinde veto silahına başvurma sık rastlanan bir yöntemdir. Avrupa Birliği dinamik bir kavram olduğu için müzakere süreci hiç bir zaman bitmez. Varılan hiç bir karar son karar olmaz. Bu nedenle Birlik içinde anlaşmazlıklar hiç bir zaman tükenmez. 
Buna paralel olarak belirsizlikler de bitmez. Birlik krizden krize geçerek gelişir. Belirsizlik bir bakıma Avrupa Birliği’nin doğasının bir sonucudur. Bir müzakere sürecinin sonlanması yeni bir sürecin başlangıcı olduğundan Birlik ilerlemesini ve çok ağır da olsa gelişmesini sürdürür. 

Avrupa Birliği tamamlanmamış bir projedir. 

Bu günkü Avrupa 1960’ların Avrupa’sı değil., 

Bu nedenle gelecekte karşımıza çıkacak bugünkünden çok farkly bir Avrupa olacaktır. 
2000’li yılların Avrupa Birliği karmaşık bir dünyada küresel sorunlarla baş etmeye çalışan ve Kıta’nın tamamına yayılmış bulunan çok katmanlı entegrasyonlara sahip bir Avrupa olacaktır. 

   Türkiye de, bu günkü Avrupa’ya değil, yarın karşımıza çıkacak olan çok katmanlı bütünleşmelerin 
geçerli olacağı bir Avrupa’ya katılacaktır.

Örneğin bugün dahi bir Shengen Avrupa’sı, bir Tek Para, tek Merkez Bankası Avrupa’sı, bir Savunma ve Güvenlik Avrupa’sı gibi sınırlı üyeliklerden oluşan her bir üye ülkenin ortak politikalarına katılmadığı çeşitli entegrasyon katmanlarından oluşan bir Birlik vardır. 
(Örneğin İngiltere ve yeni üyelerin çoğu tek kur politikalarına katılmamaktadır) 
Üye ülkeler bu entegrasyon katmanlarından ancak iştirak ettikleri ortak politikalarda veto hakkına sahip bulunmaktadır. 
Gelecek on yıllarda bu tür sınırlı üyelikli ortak politikalarının sayısı artacak ve çoğunluğu oluşturan üyeler bakımından Avrupa Birliği üyeliği bu tür esnek üyelikler anlamını taşıyacaktır. 

Yumuşak Güç., 

Avrupa Birliği bu gün karşı karşıya bulunduğu bütün güçlüklere ve eksikliklerine 
rağmen Kyta’da ve çevresinde önemli bir dönüştürme etkisine sahiptir. “Yumuşak Güç” adı verilen bu yeteneğinin 2001-2005 arasında Türkiye’de nasıl bir “ Sessiz Devrim ”e yol açtığı, buna karşılık 2005’ten bu yana AB’den gelen olumsuz sinyallerin Türkiye’de nasıl bir içe kapanma eğilimi yarattığı Avrupa Birliği’nin bu etkisini kanıtlayan en somut örneklerden biridir. 


II. TÜRKİYE-AVRUPA BİRLİĞİ İLİŞKİLERİ VE TAM ÜYELİK MÜZAKERELERİ, 

40 yıllık hedefin gerçekleşmesi., 

Türkiye’nin Avrupa Birliği stratejisi çok eskilere gider. Avrupa Birliği’ne üyelik 
hedefi ise hiçbir zaman şu veya bu Hükümetin, şu veya bu partinin tekelinde olmamıştır. 

    AB politikası bir devlet politikasydır. Celal Bayar, Adnan Menderes ve Fatin Rüştü Zorlu 1959 Roma Antlaşması’nı akdetmişlerdir. İsmet İnönü 1963’te Ankara Antlaşması’ nı imzalamıştır. 
   Süleyman Demirel 1971’de katma Protokolü yapmıştır. 
Turgut Özal 1987’de tam üyelik müracaatını gerçekleştirmiştir. Tansu Çiller 1995’te Gümrük Birliği kararını aldyımıştır. Bülent Ecevit, Devlet Bahçeli ve Mesut Yılmaz 1999’da Helsinki’de adaylığımızı resmen kabul ettirmiş ve ilk reform paketini açtırmıştır. 

   Tayyip Erdoğan 2005’te Müzakereleri başlatmıştır. Hiçbir askeri Hükümet de 
bu politikadan ayrılmamıştır. Türkiye Avrupa’daki tüm hasım çevrelerin ve bir kısım büyük üye devletlerin direncine rağmen 40 yıldır beklediği bir hedefe ulaşıp 2005 yılında müzakereleri başlatmış ve bir katılım ülkesi statüsü kazanmıştır. Ancak Birliğin Türkiye’ye karşı ikircikli, olumsuz ve hatta hasmane davranışları ve ikinci Erdoğan Hükümeti’nin politikalarındaki öncelik sırasında Avrupa Birliği hedefinin yerini gerilere taşıması Türk kamu oyunda Avrupa Birliği hedefinin doğurduğu heyecan ve enerjiyi son bir kaç yılda hemen hemen (tamamen) ortadan kaldırmıştır. 

Adaylık Kriterleri., 

Kopenhag Kriterlerinin yazılı ifadesi bir iki cümleden ibarettir ve ezcümle aday 
ülkede işleyen bir demokrasi bulunmasını ve hukuk devletini, insan haklarını ve 
azınlıkların korunmasını garanti altına alan kurumların işlemesini öngörür. 

Ancak, aday ülkenin toplumsal yapısında temel sorunlarıyla ilgili olarak büyük 
çatlakların ve kutuplaşmaların bulunmaması bir nevi yazılı olmayan kriterlerdir. 

Kıbrıs, 

Avrupa Birliği Kıbrıs’ın üyeliğe kabulünde kendi koyduğu kuralları çiğneyerek ülkenin yarısında egemenlik kullanamayan, BM Güvenlik Konseyi’nin sürekli gözetimi altında bulunan ve BM Barış Gücü ile güvenlik sağlanan bir ülkeyi istikrarlı kabul ederek üyeliğe almıştır. 

Fransa ve Almanya, 

Türkiye’nin üyeliğine karşı en büyük direnç iki büyük kurucu ülke olan Fransa ve 
Almanya’dan gelmektedir. Bu direncin temelinde adı geçen ülkelerin Birlik içinde 
şu anda en fazla nüfusa sahip Devletler olarak Topluluk organlarının karar mekanizmalarında kazanmış bulundukları avantajlı durumu kaybetme korkuları yatmaktadır. 

Tam üyelik perspektifi, 

Türkiye’nin tam üyelik perspektifleri Avrupa içinde üyeler arası rekabet nedenleriyle ve bu ülkeler arasındaki güç dengesi mücadeleleri dolayısıyla zorluklarla karşılaşmaktadır. 
Türkiye’nin üyeliğine karşı bazı Avrupalı politik çevreler Türkiye ile ciddi bir krizin çıkmaması için en iyi çareyi Türkiye’nin adaylığını bizzat kendisinin geri çekmesi olduğunu düşünmekte ve bunu beklemektedirler. 

Oysa dünyanın en önemli stratejik alanlarına komşu olan ve ayrıca enerji yollarında yer alan Türkiye’nin üyeliği Avrupa Birliği’nin güvenlik ve dış politika boyutunu ve enerji güvenliğini özlü şekilde güçlendirecektir. 

Gümrük Birliği., 

Birliğin aslında Türkiye’nin katılımından çok şey kazanacağı genellikle herkes tarafından kabul edilmektedir. Türkiye bakımından ise yararları açıktır. Sırf üyelik perspektifi dahi ülkemize büyük ölçüde yabancı sermaye girişine sebep olmuş ve geniş kapsamlı demokratik reformların gerçekleştirilmesini sağlamıştır. Gümrük Birliği’nin yürürlüğe girdiği tarih olan 1996’dan 2006’ya kadar geçen on yıllık dönemde Avrupa Birliği’nin Türkiye’ye ihracatı üçe katlanmış ve 2006’da yılda 58 milyar dolara yükselmiştir. Türkiye’nin Avrupa Birliği’ne ihracatı ise aynı dönemde dörde katlanmış ve 2006’da 48 milyar dolara yükselmiştir. 

   Bugün Avrupa Birliği Türkiye’nin birinci ticaret ortağıdır. İthalatının %42’sini, ihracatının da %52’sini karşılamaktadır. 

  Türkiye şimdi Avrupa Birliği için Japonya’da’ daha önemli bir ticari partnerdir. 
2004’e kadar yılda ortalama 1 milyar dolayında olan yabancı sermaye, müzakerelerin açıldığı yıl olan 2005’te 9 milyar dolara, 2006’da ise 20 milyar dolara ulaşmıştır. 

   Bu meblag aynı yıl Hindistan’a giren yabancı sermayeden daha fazladır. Türkiye’ye yatırım yapan yabancı şirket sayısı 15.000’ i geçmiş olup, bu şirketlerin yarısından fazlası, yani 8300 adedi Avrupa Birliği menşelidir. 

Ancak Türkiye, Avrupa Birliği’nin üçüncü ülkelerle yaptığı ticaret müzakerelerinde söz sahibi değildir. Bu da Gümrük Birliği kararının büyük bir eksikliğidir. 
Türkiye müzakerelerinde söz sahibi bulunmadığı Anlaşmalara uymak mecburiyetinde kalarak ticaret saptırması yoluyla ayırımcı muameleye maruz kalmakta ve bu yüzden zarara uğramaktadır. 

AB artık Kıtanın tümünü kapsıyor, 

Avrupa Birliği önümüzdeki on yıllarda Batı Balkanları, yani Arnavutluk, Makedonya, Hırvatistan, Bosna Hersek ve Sırbistan’ı da içine alacaktır. Muhtemelen Ukrayna, Moldova ve Belarusya da ileriki on yıllarda Birliğe üye olacak ve Birlik Gürcistan, Azerbaycan ve Ermenistan ile özel ilişki kurma sürecine girecektir. 

Türkiye’nin Dışlanma riski.,

    Bütün Kıta’yı kapsayacak bir Avrupa Birliği’nin dışında kalacak olan bir Türkiye güçler dengesinde zaafa uğrar. Bu nedenle halen müzakere sürecinde bulunmak gibi avantajlı bir durumda bulunan ülkemizin mücadeleden vaz geçmesi tarihi bir hata olur. 
    Yunanistan, Bulgaristan ve Sırbistan lehine Balkanlar’da ve Güneydoğu Avrupa’da ki tarihi ve kültürel mirasını kaybeder. Çünkü Birliğin Ortak Dış ve Savunma ve Güvenlik Politikaları Arnavutluk, Makedonya, Moldova, Bosna, Kosova ve Sancak’taki Türkçe konuşan Müslüman nüfusu zaman içinde tedricen Türkiye’nin tarihi ve kültürel nüfuz sahasından uzaklaştırır. Batı ve Kuzeybatı Karadeniz siyasi ve güvenlik etki alanımızın dışına kayar. 

Kaçırılmış Fırsatlar tarihi., 

Türkiye-AB ilişkileri tarihi aslında bir nevi kaçırılmış fırsatlar tarihidir. Bu fırsatların bir daha kaçırılmasına izin vermememizin tek yolu, Avrupa Birliği hedefi yönünde oluşacak bir genel konsensüs etrafında Türkiye’nin bugünkü ideolojik ve siyasi krizler gündeminden ekonomik, sosyal, demokratik ve teknik icraatlar yapılmasını öngören bir gündeme geçmesidir. Başka bir deyimle Türkiye’nin gelecek perspektifinde bir modernleşme idealine kavuşması ve geniş ufuklu bir siyasi vizyonu benimseme kapasitesini göstermesidir. Avrupa Birliği katılım süreci bize bu perspektifi sağlayabilecek en somut yol haritasıdır. Bu yeni gündem ancak bizi sürekli krizler sarmalından kurtarabilir ve Kıta’nın değişmekte olan siyasi ve askeri kuvvetler dengesinde yerimizi kaybetmememizi sağlar. Bu nedenle biz reformları yerine getirelim ama Avrupa Birliği’ne katılsak da olur katılmasak da olur tarzındaki görüşler, ülkemizin Kyta’ daki tarihi ve insani varlığının zaman içinde yitirilmesi halinde gelecek kuşaklar için doğabilecek siyasi ve güvenlik maliyetlerini hesaba katmayan vizyonsuz görüşler olup, bizi bu mücadeleden    uzaklaştırmak isteyen ve Birlik için bir tampon bölge haline getirmeyi hedefleyen ülkelerin ve etnik lobilerin ekmeğine yağ sürmek anlamını taşır. 

Büyük ve net bir strateji ihtiyacı 

   Eğer yine zaman kaybedip gelecek kuşakların önünü kesmek istemiyorsak, başta Siyasi Partilerimiz olmak üzere (siyasi partiler dâhil) hepimize görev düşüyor. 
   Bu görev son iç olayların kaldırdığı toz bulutunun arasından Avrupa Birliği sürecinde önümüzü görebileceğimiz ve kararlılığımızı yeniden pekiştirebilecek orta ve uzun vadeli yalın bir stratejiyi ve siyasi yönelimi ortaya koyabilmektir. 

Sırf Hükümete ait bir sorumluluk değil., 

Bu nedenle kanımızca Türkiye’nin, ülkeyi çağdaşlaşma ideali etrafında birleştirecek, bir Büyük Strateji üzerinde bir konsensüse varması ve bu konsensüsü gündemimize yeniden oturtması gerekecektir. Bu konsensüsün yerleştirilmesi yalnız yürütme organına düşen bir görev değil, devletin tüm yetkili organlarını, TBMM’yi, tüm siyasi partileri ve tüm sivil toplumu ilgilendiren tarihi bir sorumluluktur. Avrupa Birliği’ne katılma hedefi Türkiye için duygusal bir tutku değil, tarih bilinci içinde ve gelecek perspektifinde rasyonel bir tercihtir. 
Bize karşı gösterilen direncin yoğunluğu bizim tercihimizin doğruluğunu kanıtlayan en somut kanıtı oluşturmaktadır. 

Katılım sürecimize yeniden canlılık kazandırabilir miyiz? 

   Bu gözlemler bizi bazy temel sorularla karşı karşıya bırakmaktadır. 
Türkiye açısından, bu gün ülkemizin içinde bulunduğu koşullar altında Avrupa Birliği sürecinin geçerliliği var mıdır ? 
   Eğer varsa bu geçerlilik bir ivedilik taşımakta mıdır? 

   Bu her iki sorunun yanıtı olumlu ise, bu sürecin Avrupa Birliği açısından, en azından Fransa ve Almanya gibi kimi ülkelerde geçerliliğinin tartışmalı olduğu ve ivediliği nin ise bulunmadığı düşünülünce, sürece karşılıklı canlılık kazandırılma sının mümkün olup olamayacağı ciddi bir soru olarak karşımıza çıkmaktadır. 

  Bu durumda bizim katılım sürecimizle Avrupa Birliği’nin buluşma alanı son derece daralmaktadır. Bu daralma bizden kaynaklanan sorunlar kadar, Avrupa bütünleşme sürecinin bu gün geldiği aşama ve bir türlü aşamadığı kendi zorluklarıyla da irtibatlıdır. 

   Bu gözlem Türkiye’nin katılım sürecini Avrupa bütünleşme projesinin göstereceği gelişmelere bağlı kılmaktadır. 
   Bu aslında hem teknik hem de siyasi nitelikte doğal bir bağ oluşturmaktadır. 

İki süreç arasındaki irtibat., 

Ancak unutulmamalıdır ki Türkiye bugüne kadar kendi katılım süreciyle Avrupa 
Birliği bütünleşme süreci arasındaki bu doğal bağı, şimdiye kadar, gözlerden kaçmasına rağmen, yaşatmasını bilmiştir. 

Nitekim 

1959 TBMM irade beyanı 
1957 Roma Antlaşması’nın imzalanmasına, 
1963 Ankara Antlaşması 
1959 Roma Antlaşması’nın yürürlüğe girmesine, 
1971 Katma Protokolün imzalanması 90’lı yıllara kadar uzanan 12 ve 22 yıllık 
listelere, o zamanki adıyla Topluluğun 1970 ve 80’ler deki dönüşümleri 
ve Tek Senet’e doğru giden gelişmelerine, 1987 tam üyelik başvurusu AB Tek Pazar hedefine, Matutes Paketi 1990’lı yıllarda Birliğin yatay ve dikey        büyümesine, 

Gümrük Birliği Kararının alınmasına ve 12 ve 22 yıllık listelerin geçiş sürelerinin dolmasına verdiğimiz yanıtları oluşturmuştur. Aslında bu listeyi tam üyelik müzakerelerinin başladığı 3 Ekim 2005 tarihine kadar uzatmak ve bizim sürecimizle Birliğin bütünleşme süreci arasındaki teknik ve siyasi bağları gözler önüne daha açık şekilde sermek mümkündür. 
Ama bu ayrı ve yararlı bir çalışma konusu olur. 

Uzun İnce yol.,

Sonuçta yukarıda değindiğimiz aşamaların her biri, tam üyeliğe giden ince uzun 
yol’a yıllar boyunca döşenmiş taşlardır. Yolumuzun kısalmış olması gerekirken biz duraklama yaşıyoruz. 
Aynen 3 Ekim 2005’te müzakerelere başlanmasından sonra reform sürecini askıya aldığımız gibi. Çünkü o anı, yani müzakerelerin başlamadığı anı, adeta doğal bir aşama gibi heves ve heyecanımızın bittiği bir aşama olarak kanıksadık. 

Muhalefet olayın tarihi anlamını göz ardı ederek Müzakere çerçeve belgesindeki eksiklikleri vurguladı ve sonucu küçümsedi. Hükümet Avrupa Birliği’nde her bir aşamanın bir diğer yeni aşamanın başlangıcı olduğu gerçeğini görmezden gelerek hedefe daha güçlü kilitlenmek yerine adeta muhalefetin iktidarı yönlendirmek istediği doğrultuda önceliklerini değiştirdi. 

Şimdi mesele bu taşları koymaya yeniden başlayıp başlayamayacağımız noktasında toplanmaktadır. Bunun ancak siyasi partilerimize ve TBMM’ye yeni bir siyasi iradenin hâkim olması ile mümkün olacağı açıktır. Ancak o zaman gerekli heyecan ve hevesi kamuoyuna yeniden yaymanın ve Hükümet ile muhalefetin önceliklerini yeniden düzenlemelerinin yolu açılabilir. İlgiyi canlı tutmanın yolu güncel bilgiden geçmekte, reformlara yeniden başlama iradesini ise katılım duygusu güçlendirmektedir. 

Bu noktada Avrupa Birliği’ne de sorumluluk düşeceği bellidir. 

Kötümserlik., 

Bugün ülkemizde Avrupa Birliği, bu alanda emek verenlerce terk edilmi. bir alan 
görünümündedir. ..” Ben de bu konularda çaba sarf etmiştim ama ...”  şeklinde kendine noktayı koymuş olanların içinde bulundukları bir nevi nostalji ve hüsran kapanı görüntüsünü yansıtmaktadır. 
   Oysa katılım iradesi alternatif maliyetlerin iyi hesaplandığı bu hesaplar ışığında yönelimin sürekli doğru konulabildiği ve güncel anlamını yeniden elde edebilen bir konum kazanabilmelidir. Bu raporun temel amacını oluşturan da budur. 

Sürece Zihinsel katılımın çeşitlendirilmesi., 

     Katılım iradesine yeniden geçerlilik kazandırılmasının pratik ifadesi herkesin görüşüne saygı gösterilmesi, her çevreden öneri beklenmesi ve duraklayan sürecin zihinsel katılımın  çeşitlendirilerek canlandırılmasıdır. 
Avrupa Birliği (bir) “ imtiyazlı bir grubun düşünce alanı ” değildir. 
Ancak salt “ savunma veya saldırı hattı ” da değildir. 

    Süreç bir paylaşma, ayrışma ve ortak seslendirmeyi arama zemini olarak görülebilmelidir. 
Tartışmalarımızın yelpazesi ne kadar geniş ise Avrupa projesi o kadar sağlıklı tartışılır. 

Sağlıklı Zeminde yeni bir tartışma, 

   Türkiye, Avrupa projesinin bugün hangi noktalarında güçlü, hangi noktalarında zayıf görünmektedir? 
Neyi takip ediyoruz, neyi kaçırıyoruz? 
   Özgün kimliğimiz hangi açıdan bugün daha değerlidir? 
   Bugün Türkiye hangi tartışmalarda Avrupa Birliği’nin yönelimlerine güç katabilir? 
   Üyelik sürecinin ara görünürlük aşamalarını nerelerde sağlayabiliriz? 
   Bu görünürlük neden önemlidir? 
   Bunlar, ülkemizde Avrupa Birliği tartışmalarının Sevr sendromlarından, bölme ve dayatma sarmalından, soğukkanlı ve sağlıklı zeminlere çekilmesini sağlamak için fikir verebilecek yalnızca birkaç soruyu oluşturuyor. Daha birçok soru ilave edilebilir. 

Bugün varılan aşama çok önemli., 

  Türkiye aslında uzun ince yolda çok büyük mesafe kat etmiş bulunmaktadır. Geldiğimiz aşama küçümsenmemelidir. 
   Avrupa Birliği bütünleşme süreci sonuçta, gönüllü iradeye dayalı bir projedir. 
Projenin bitmeyen zorlukları, tartışmaları, hayal kırıklıkları ve umutları bellidir. 
Bunlar kuşkusuz devam edecektir. Bu nedenle tartışmalardan çekinmeye gerek yoktur. 
Avrupa Birliği’nin ve kimi üyelerinin bize karşı tavırları zaman içerisinde dondurulamaz. 
Bütünleşme süreci hem bizim için hem Birlik için dinamik bir süreçtir ve bu dinamiği ne Avrupa Birliği ne de biz tek başımıza belirleyebiliriz. 

   Türkiye’nin üyelik surecinin başarısı bir mucizeye bağlı değildir. Başarı kapsamlı ve gerçekçi bir stratejiye ve bu stratejinin kararlı bir şekilde uygulanmasına dayanacaktır. 

III. STRATEJİNİN ANA HATLARI., 

Gündemimiz ve Temel hedeflerimiz., 

   Üyelik müzakereleri toplumumuzda kırılmalar yaratan dğ.il ulusal birlik ve beraberliği pekiştiren bir sürece dönüştürülmelidir. 

   Cumhuriyetimizin temel aldığı ülke bütünlüğünü, tekil Devlet-kucaklayıcı yurttaşlık kavramını ve laiklik gibi değerleri, Birliğin ortak mukadderat felsefesiyle bağdaştıran ve AB ile ortak geleceği bu zeminde inşa eden bir siyasi irade sergilenmelidir. 
   Üye ülkelerin, çağdaş Demokratik kriterlere dayalı Anayasal düzenlerinin hangi yönetim modellerini benimseyeceği Avrupa Birliği’ni ilgilendirmez. 

Bu iki hedefe varılmasını teminen hem Türkiye içinde AB hedefine, hem de Türkiye ile AB arasında karşılıklı güven sağlanmalı; bu bağlamda: Ahdi yükümlülüklere karşılıklı olarak uyulması esas alınmalı, 

Türkiye kendi yargı sistemini mevzuatta ve uygulamada Avrupa Birliği standartlarıyla tam olarak uyumlulaştırmalı, 

Türkiye ’yi de içine alan Avrupa bütünleşme projesinin komşu coğrafyamızdaki 
başlıca etkileri, aynen Avrupa kıta sında olduğu gibi barış, güvenlik, istikrar, ekonomik gelişme ve demokratikleşme olmalı, 

AB üyesi ülkeler ile ilişkilerimiz ikili düzeyde de güçlendirilmelidir. 

Yaklaşımımız, süreçte ilerlemeyi, Türk kimliğinin zengin çeşitliliğinden ve tarihi 
ve kültürel muhtevasından gurur duyarak, barış, gönüllü katılım iradesi ve uzlaşma kültürü temelindeki ortak idealleri paylaşma zemininde sağlama çabasına dayandırılmalı ve ülkemiz Avrupa bütünleşmesinin aktif bir aktörü olabilmelidir. Katılım sürecimizle Avrupa projesi arasındaki bağı, karşılıklı hasım hane tutumlar, ya da çatışmacı yaklaşımlar değil, birlikte düşünme, karşılıklı dayanışma ve ortak çaba anlayışı kurabilmeli, birbirimize karşı değil, birbirimiz için beraberce çözüm üretmeyi hedef alan bir yaklaşım(dan) benimsenmelidir. Stratejik düşünme bireyin gündelik yaşantısında karşılaştığı sorunlara duyarsız kalma anlamına gelmemelidir. 

   Müzakerenin tam üyelik hedefimize yönelik olduğu hususuna netlik kazandırmalı bu amaçla TBMM’den bir karar çıkartarak müzakere heyetimizin yetkisinin sadece tam üyelik hedefiyle sınırlı olduğu dünyaya ilan edilmelidir. 
   Böylece, imtiyazlı üyelik formüllerinin önü kesin şekilde kapatılmalıdır. 
   Önceliklerimiz ve ara hedeflerimiz belirlenmeli ve Avrupa’daki ve dünyadaki gelişmelerin sürekli nabzı tutularak gelişmelere göre öncelik ve hedeflerimiz güncelleştirilmelidir. 
   Bu öncelik ve ara hedeflere riayeti sağlayacak etkin bir koordinasyon mekanizması kurulmalıdır. 
   Süreç, gerginlik yaratan değil, uzlaşma zeminlerini besleyen ve dürüst bir çabayı sergileyen bir nitelik taşımalıdır. 
   Kamuoyunu yanıltmamak temel yaklaşım olmalıdır. 
   Müzakere başlıklarında ilerleme toplumsal zeminde iyi anlaşılabilmeli, sırf göz boyamak için alelacele düzenlemelerden kaçınılmalıdır. 

   Türkiye Orta Doğu, Kafkasya, Karadeniz, Hazar ve Akdeniz bölgelerinde, enerji güvenliği ve ulaşım gibi mukayeseli avantajlara sahip olduğu politikalarında etkin rol oynama çabalarını sürdürmeli ve bu politikalarından alacağı sonuçların Avrupa Birliği’ne katılma sürecinde önemli siyasi kozlar oluşturacağının bilincinde olmalıdır. 


***

15 Ocak 2020 Çarşamba

İmamoğlu’nu başkan yapma örgütü!.

İmamoğlu’nu başkan yapma örgütü!. 


Akif Beki,  
akifbeki@karar.com
06 NİSAN 2019  CUMARTESİ.,



En son Yeni Şafak gazetesi benzer bir teşkilat kurmakla suçlanmıştı. Onlarınki “Erdoğan’ı başbakanlığa hazırlama örgütü’ydü...

2002 başında gazete binası Organize Suçlar Şubesi tarafından basılmış ve devamında, patron Albayraklar gözaltına alınmıştı.

Sorguda işkence gören, hapse girip çıkan Mustafa Albayrak, şöyle özetleyecekti: “Geleceğin başbakanını hazırlamakla suçlandık. Onlara göre, geleceğin başbakanını hazırlamak ancak çeteyle olabilirdi...”

Albayrak’ı doğrulayan bir veri de şu; Organize Suçlar şefi Adil Serdar Saçan, Basın İlan Kurumu’na başvurarak Yeni Şafak’a kanunen verilen ilan ve reklam
payının süresiz kesilmesini istedi. Gerekçeler arasında, ‘bir yıl mahkumiyet alıp siyaseten yasaklanmış bir şahsı ülkenin başına getirmek için nasıl destek
verdiklerinin malum olması’ da zikrediliyordu.

AK Parti’nin iktidara gelmesi ve Erdoğan’ın siyasi yasağının kalkması, başbakanlık engelinin kadırılması için canla başla çalışmak, didinip çırpınmak örgütlü suç faaliyeti gibi gösterilebiliyordu.

Oysa sorulduğunda Yeni Şafakçılar, amaçlarının Erdoğan’ı illa başbakan yapmak olmadığını, zorbalıkla önü kesilip hakkı yendiği için yanında durduklarını,
o gün kim mağdur olsa sahip çıkacaklarını, herkes için haksızlığa karşı duracaklarını söylüyordu.

Peki ya bugün?...

31 Mart’ta İmamoğlu’nu başkan yaptırmak için sandıkta darbe örgütlendiği söyleniyor. Üstelik bu uçuk kaçık safsatalar, dün aynı uyduruk karalamaya maruz kalan mecralarda da kendine yer bulabiliyor. Kaderin cilvesi, ne tesadüf!

***

Polis baskınına karşı bütün medya Yeni Şafak’ın yanındaydı. Ölümüne çatıştıkları Hürriyet dahil. Yayın Yönetmeni Özkök’le başyazar Ekşi de ‘kavgalıyız’
demeden, geçmişin hıncını çıkarmaya kalkışmadan, fırsatçılığa kapılmadan dayanışma sergiledi. Devlet gücünü arkasına alıp rakip ezmeye, intikama alet etmeye, ‘müstahak, beter olsunlar’ rövanşizmine kimse tenezzül etmedi.

Tepki dili ortaktı. Ağzını açan hemen herkes ‘Basın özgürlüğüne darbedir, kabul edilemez, polis devleti mi burası, devlet kabadayılık taslamaz, kanunsuzdur,
amaç susturmak’ terminolojisini kullanıyordu.

Baskına uğrayan Yayın Yönetmeni Selahattin Sadıkoğlu’na sordum, yanlış hatırlamıyormuşum, Amerikan Başkonsolosluğu’ndan da Yeni Şafak’a destek ziyaretine gelmişler. AB ve Washington’dan, devrin iktidar sahiplerini basın özgürlüğüne saygı duymaya çağıran çokça uyarı ve kınama mesajı da yayımlanmış.

Erdoğan okuduğu şiirden ceza aldığında, hapse girdiğinde, başkanlığı gaspedildiğinde, yasaklandığında, sonra iktidara gelip kurulu düzenin gadrine her uğradığında da aynısını yaptılar. Demokrasiye, sandığa, milli iradeye, basın hürriyetine, düşünce ve ifade özgürlüğüne saygı duymaya çağırdılar direnenleri...

AK Parti kazandığında, zaferini tereddütsüz tanıyan da bu dış merkezlerdi. Yasaklı genel başkan sıfatıyla kapılarını açtılar, seçilmiş başbakan muamelesi
yaptılar, birinci sınıf protokolle ağırladılar başkentlerinde.

Hepsini içişlerimize müdahale saydı fakat eski statükocular, burun sokmasınlar diye kızıp köpürdüler dış merkezlere, ‘ne hakla karışırsınız, haddinize
mi, sizi ilgilendirmez’ diye rest dahi çektiler.

Demokrasi ve insan hakları alanındaki kötüleşmeleri dünyaya şikayet etmek, eski muktedirler nezdinde kendi ülkenizi karalama ihanetiydi. Ama hak, hukuk
ve demokrasi mücadelesi verilirken antidemokratik düzenlerin egemenlik ve bağımsızlık zırhının arkasına saklanamayacağını savunanlar, kazanana dek dünyadan dış destek aramaya devam etti.

Şimdiyse...“Meşru sonuçların kabullenilmesi, demokrasinin önemli unsurlarından biridir” demiş Amerikan Dışişleri. Adetten, standart bir açıklama. Vay sen
misin! Eskide kaldığını sandığımız düzen refleksleri ayağa kalkıyor, hop oturup hop kalkarak...

‘Seçimlere dış müdahale ve FETÖ kumpasının delilini bulduk’ diye buna sarılıyor dört elle iktidar medyası. “ABD’nin etekleri niye tutuştu, demek ki İmamoğlu’nu
başkan yaptırmak istiyorlar, projeleri bu, seçimler iptal edilsin” cayırtısı koparıyorlar.

Daha dün gibiydi, ne çabuk değişti yahu roller?

https://www.karar.com/yazarlar/akif-beki/imamoglunu-baskan-yapma-orgutu-9776

**

Türkiye'nin S-400 alımı kimin işine yarar?

Türkiye'nin S-400 alımı  kimin işine yarar?



Cahit Armağan DİLEK
cahitdilek@yahoo.com 

06 Nisan 2019


31 Mart seçimlerinin hemen ertesi günü ABD'den gelen açıklamalar can sıkıcıydı. Çünkü ABD, sadece F-35 transferini durdurmuyor proje kapsamında Türkiye'nin
ürettiği parçalar için alternatif üretici arıyordu. Yani Türkiye'yi F-35 projesinden de çıkarıyordu.

Ne zamandır gerginleşen S-400 alımına karşılık F-35'in iptal edilmesi krizi geçen hafta ortasında adeta zirve yaptı.

Hafta ortasında ise ABD Başkan Yardımcısı Pence'ten akıllara ziyan bir açıklama geldi: Türkiye bir seçim yapmalıdır. Dünya tarihindeki en güçlü askeri
ittifakın kritik bir ortağı olarak mı kalmak istiyor yoksa ittifakımızın altını oyan düşüncesiz kararlar alarak bu ortaklığın güvenliğini riske mi atmak istiyor, tercih yapmalıdır.

Bu açıkça Türkiye'ye NATO'dan çıkarma tehdidi ve S-400 ile NATO üyeliği arasında seçim yapma dayatması ve şantajı.

Daha önceleri de defalarca ifade ettiğim gibi, Türkiye, yüksek irtifa hava savunma füze sistemi alınması projesini ve sürecini yanlış ele aldı ve yanlış
yürütüyor. Projenin en başından Çin ile başlayan süreç şimdi ABD/NATO ile krize dönüştü.

Hafta ortasına krizin zirve yaptığı esnada Vaşington'da NATO'nun 70. kuruluş yılına denk gelen tarihte Dışişleri Bakanları toplantısı da yapıldı. Toplantının
ana gündemi Rusya ve Karadeniz idi. Adeta Türkiye'nin gözünün içine sokarcasına bir şey göstermeye çalışıyorlardı. Rusya NATO'nun bir numaralı düşmanı ve NATO'nun bir üyesi Türkiye NATO'dan füze savunma sistemi alıyor. Hal böyle olunca Türkiye'nin S-400 alım gerekçeleri NATO'daki muhataplarından kabul görmüyordu.

Aslında açıklamalarıyla Türkiye kendini de zora düşürüyordu. Çavuşoğlu, alınacak S-400 sisteminin NATO ülkelerinin (otomatikman Yunanistan dahil) sistemlerini düşman olarak algılamayacağınısöyleyerek ABD ve NATO'yu ikna etmeye çalışıyordu. Rusya, sattığı füzelerin kendini hedef almasına da izin vermeyeceğine göre aldığımız S-400 sistemlerini kime karşı kullanacağız?

Kabaca değerlendirecek olursak; Rus silah sistemleri ve uçaklarına sahip, Rus üslerinin bulunduğu Suriye'ye karşı bile kullanılamayacak. Kala kala İran
tek tehdit olarak kaldı. Halbuki NATO füze kalkanı projesi kapsamında Türkiye'de Kürecik'e radar, Polonya ve Romanya'ya füze sistemleri yerleştirilirken
NATO dokümanlarında İran'ın tehdit olarak gösterilmesine karşı çıkan da Türkiye olmuştu. Yani  İran'a da karşı kullanmayacağız dersek yanlış olmaz. Gerekirse
kullanılır tabi ama mevcut durumda tehdit beklemiyoruz.

Bu durum benim en baştan bu yana söylediğimi teyit eder yönde. Türkiye, S-400 konusunu askeri güvenlik ihtiyacını karşılamaktan ziyade siyasi bir karar
ve koz olarak ele aldı. ABD ve NATO'nun da bu kadar sert karşılık vermesi, dayatmalarda ve tehditlerde bulunması belki de Türkiye'nin blöf yaptığını düşünmelerinden kaynaklanıyor. Çünkü Türkiye, en başından beri bu imajı verdi.

Türkiye S-400 sistemini alırsa bunu kendi milli füze savunma sistemini geliştirmeye nasıl çevirir, ya da ne kadar nasıl zarar görür ayrı yazılar ve çalışmalar konusu. Ama Türkiye'nin S-400 almasından veya bu işin bir süre daha sürüncemede kalmasından istifade edecek ülkeler olacaktır.

Bunun en başında kuşkusuz Rusya var. Mevcut haliyle bile NATO içinde NATO ile Türkiye arasında, Türkiye ile ABD arasında kriz yaratmış olmaktan, kırılganlık
ve güvensizlik aratmış olmaktan Rusya memnundur. Putin büyük keyifle seyrediyordur.

Türkiye'nin S-400 alması demek F-35 uçakları ve sonrasında diğer askeri/silah sistemlerini de ABD'den alamaması demektir. Bu durum Türkiye'yi askeri/silah
ihtiyaçlarını karşılamak için Rusya'ya yönlendirebilir. Halihazırda enerji kaynakları açısından Rusya'ya %55 oranındaki bağımlılığın üzerine askeri alandaki bağımlılığı da eklediğinizde Türkiye'yi tabiri yerindeyse orta ve uzun vadede Rusya'ya göbekten bağlı hale getirecektir.

Türkiye'nin S-400 serüvenini merakla bekleyen bir diğer ülke ise Yunanistan. 2015 yılında bir süre Yunan Savunma Bakan Yardımcısı olan Kostos İsihos Türkiye'nin S-400 sistemlerini almasının Yunanistan'ın menfaatlerine uygun gelişmelerin önünü açabileceğini söylüyor. Türkiye'nin S-400 alımı ile Batı ile arasına mesafe koymasına yol açacağını, bölgede Türkiye'nin rolünü üstelenmek üzere Yunanistan'ın ABD'den istediği yeni silah sistemlerini rahatlıkla tedarik edebileceğini ifade ediyor.

Belki de ABD böyle bir durumu öngördüğü için bir süredir Yunanistan-GKRY üzerinden Doğu Akdeniz, Kıbrıs ve Ege'de yeni ittifaklar, üsler oluşturma, Yunanistan'a askeri yardımları artırma, Rumlara askeri yardım ambargosunu kaldırma kararındadır.

Rusya ve Yunanistan'ın hayalleri gerçekleşecek mi derseniz pek mümkün gözükmüyor. Çavuşoğlu'nun, Patriot sistemlerini alma konusunda ABD ile anlaşabiliriz diyerek bunun işaretini vermiş gibi. ABD, Patriot sisteminin satışı için de S-400 sistemlerinin alınmamasını şart koşmuştu. Patriotlarda anlaşmak demek S-400 almayacağız demektir.

Merak edilen, böyle bir şey olduğunda Türk tarafının bunu nasıl gerekçelen direceği.

https://www.yenicaggazetesi.com.tr/turkiyenin-s-400-alimi-kimin-isine-yarar-51440yy.htm


***

25 Yıldır ne de güzel idare ediyorduk İstanbul'u!..

25 Yıldır ne de güzel idare ediyorduk İstanbul'u!..


UĞUR DÜNDAR,
 06.04.2019
SÖZCÜ GAZETESİ

Nereden çıktı şu Ekrem İmamoğlu?

25 yıldır ne de güzel idare ediyorduk İstanbul’u!.. 

Her yer bizimdi. İstediğimiz alana imar izni çıkarıyor, dilediğimiz kadar rant yaratıyor, arazi ve yapı yağmacılığında aslan payını hep yadandaşlarımıza
sağlıyorduk. Sahilleri bile beton yığınlarıyla dolduruyor, tarihi yapıların hemen dibine gökdelenler konduruyor, kimseye hesap vermiyorduk!..
Günün birinde Ekrem İmamoğlu diye birinin çıkacağını hiç ummuyorduk!..
Ama oldu işte. Adam çıktı ve kazandı!..

Sahi, nereden çıktı ve nasıl kazandı?..”??? 
Bazıları günlerdir hem bu sorunun cevabını, hem de İmamoğlu'na İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanlığı'nı teslim
etmemenin yollarını arıyor!..???
Onlara cevabı, bir sokak röportajında emeklilikte yaşa takılan yurttaş, şöyle veriyor:

“Oyumu Ekrem İmamoğlu'na verdim. Yargı, yasama, yürütme, askeriye, polis her şey bunların elinde. Hırsız CHP mi? Bunu söylemek ayıp değil mi? İnsanların
hakkıyla, gururuyla, onuruyla oynamaya utanmıyorlar mı?..

Ekrem İmamoğlu bir Belediye Başkanı. Beylikdüzü'nden gitti adam. Bugün devletin bütün imkanlarıyla, varlığıyla her şeyiyle, Cumhurbaşkanı, İçişleri Bakanı hepsi, birlikte kampanya yürüttüler. Burada güzellikler ortaya çıktı. Renklerin güzelliği ortaya çıktı. İnsanlar ayrıştırılmak istemediler. ‘Hepimiz kardeşiz' dediler. Kardeşiz abi biz, kardeşiz…???

Kars'tan gelmişim. Kürtler benim komşum kardeşim. Kapı komşum. Ben onlarla küs olsam, benim çocuğum onlarla konuşuyor. Onlarla arkadaş. Onların desteği
olmasaydı zaten olmazdı. İnsanları bölmeyelim, ayrıştırmayalım.
Bir de bunu deneyelim ya!.. 25 yıl oldu!..???Ben 89'da Gürbüz Çapan'ı (Esenyurt'un kuruluşundaki SHP'li Belediye Başkanı) destekledim. 2002'den sonra Ak Parti'yi destekledim. Bir değişsin ya!.. Benim çocuğum 21 yaşına bunlarla geldi ya!..

Sayın Cumhurbaşkanımıza sevgimiz, hürmetimiz sonsuzdur. Sayın Cumhurbaşkanımız kendi belediye başkanlarında arasın sorunu! Bakın Esenyurt'ta nefes alamıyorsun.

Gürbüz Çapan'ın yapmış olduğu parkta dolaşıyoruz şu anda.
Allah'ın hakkını konuşalım. Öleceğiz Allah'a can vereceğiz.
Kadıoğlu, (CHP'nin kazandığı Esenyurt'un AKP'li eski Beediye Başkanı) batırdı. Kendisini, yandaşlarını zengin etti adam. Şu kulelere bakın, insanlar nefes
alamıyor. Zamanında her yer parktı. Her yeri kapattılar, insanları bitirdiler. Nefes alamıyoruz. Ölüyoruz, ölüyoruz, ölüyoruz…”???Peki kim bu kişi?
İki çocuğu üzerine yemin ederek AKP üyesi olduğunu ve yıllardır hep AKP'ye oy verdiğini söyleyen bir yurttaş.???“Ekrem İmamoğlu'nun kazandığı seçimi nasıl
yok sayarız, kurduğumuz tezgahı nasıl devam ettiririz” diye düşünenler, beyhude gayretleri bıraksınlar da AKP'li bu seçmenin eleştirilerinden yararlanıp
kendilerine çeki düzen vermeye çalışsınlar!..

Zira Demokrasiye inanan herkes, İmamoğlu'nun değil, can yakan sorunların bir an önce alaşağı olmasını bekliyor.


https://www.gazeteoku.com/yazar/ugur-dundar/nereden-cikti-su-ekrem-imamoglu/545234

***

Aklımızla alay ediyorlar…

Aklımızla alay ediyorlar…


Ümit Zileli

Ümit Zileli. Endişe etmeyin sadece kepaze oluyorlar!.. 
Sözcü Gazetesi


Düşünün, devletin tüm maddi manevi gücünü tepe tepe kullandılar, AKP Genel Başkanı, her gittiği yerde Cumhurbaşkanlığı forsu takılı kürsülerde konuşma
yaptı… Uçaklar, helikopterler, makam araçları emrindeydi… Özellikle büyük kentlerde, başta İstanbul olmak üzere belediyenin projelerini bile Cumhurbaşkanı anlattı!..
İçişleri Bakanı, hem miting yaptı, hem güvenlik güçlerini yönetti; başta Mansur Yavaş olmak üzere muhalefet başkan adaylarını meclis üyesi adaylarını suçladı,
“görevden alırız” diye açıkça tehdit etti… Yüzlerce meclis üyeliği adayının kimlik bilgileri, fotoğrafları yandaş medyada servis edildi, hedef gösterildi!
Halka alenen, yüzlerine bakarak, muhalefete oy vermeleri durumunda hizmet alamayacakları söylendi; en yetkili ağızlardan “Merkezi hükümetle uyum içinde
olmayanlara oy vermeyin” denildi, “Bunlar maaşları bile ödeyemez “ diye alay edildi… 

Peki ne oldu?

-En önemli büyükşehirleri, en önemli kentleri Millet İttifakı kazandı!..
Hem de tüm güç gösterisine, tehdide karşın!.. Tabii ki hazmedemediler ancak Adana, Antalya, Mersin, Eskişehir, Aydın, tüm Marmara'da boyun eğmek zorunda kaldılar, yapacak bir şeyleri yoktu!..  İstanbul ve Ankara ellerinden kayıp gidince ise deyim yerindeyse çıldırdılar!.. Günlerdir İstanbul ve Ankara'nın
ilçelerinde oy sayımları yapılıyor…
Ankara'da kaybettikleri kesinleşti ama hala peşini bırakmıyorlar… İstanbul'da ise defalarca oy sayımı yapılan ilçelerde yine itiraz üstüne itiraz  yapıyor
AKP; adeta “mucizevi” şekilde oyların değişmesini bekliyorlar…
-Mucizenin ancak fantastik filmlerde, romanlarda yaşanabileceğini bir türlü kabul etmeye yanaşmıyorlar!..

Mızrak çuvala bir türlü sığdırılamıyor!..
Emin olun artık hepimizin başı döndü…

Kaç ilçede sayım bitti, kaçında sayım sürüyor ben karıştırdım gerçekten!.. Ancak tüm sayımlarda farkın kapanması bir türlü mümkün olmuyor!.. Baktılar ki
bir şey değişmiyor, bu kez ilçelerde seçimlerin iptaline kadar vardırdılar itirazlarını…
Mesela Büyükçekmece'de sayımlardan bir şey elde edemeyeceklerini anlayınca bu kez seçim öncesinde seçmen kaydırıldığı iddiasıyla bu ilçede seçimin tamamen iptalini bile istediler ancak İl Seçim Kurulu bu isteği reddetti. Bu arada Büyükçekmece Nüfus Müdürü'nün tutuklandığı da ortaya çıktı!..
İstanbul ve Ankara'da seçimlerin kaybedildiğinin anlaşılmasının hemen ardından şöyle bir iddia ortaya atılmıştı:
-İl, İlçe Seçim Kurullarında görev yapan yargıç ve çalışanların, sandıklarda başkan ve üye olarak çalışanların kimlik bilgileri İstanbul Valiliği tarafından
istendi!..
Bunun doğru olduğu da , Devlet Bahçeli'nin “Bu memurlar araştırılmalı FETÖ ile iltisaki var mı bakılmalı” sözlerinden sonra ortaya çıktı!.. Hatta yanaşma
basında bir İlçe Kurulu Başkanı hakkında “Kocasının FETÖ'den tutuklu olduğu” yalanı bile yazılıp çizildi ve bu hakim o gazete hakkında suç duyurusunda
bulundu!..
Kısacası her türden baskı, tehdit, sopa gösterme, parmak sallama sürüyor… Muhalif partilerin itirazları hiç bir yerde kabul görmez, reddedilirken, iktidar
partisinin  itirazları büyük bir nezaketle ikiletilmiyor; İlçelerin reddi İl Seçim Kurulu'nda, onun reddettiği ise Yüksek Seçim Kurulu'nda bir şekilde karşılık
buluyor!..

-Ancak muhalefet uzun yıllar sonra ilk kez bu seçimde eğilip bükülmeden direnmeyi, oylarını korumayı sürdürüyor!..

Hazine elden gidiyor kaygısı!..
Gelelim sadede…

AKP'li Cumhurbaşkanı dün Cuma namazı sonrası ilk kez mikrofonların karşısına çıktı ve “hukuki süreç işliyor” dedi… Sonra da İstanbul ve Ankara Belediye
Meclislerinde ne kadar güçlü olduklarını alttı… Kısacası CHP'nin başkanları için “Topal ördek”söylemini sürdürdü!.. Dünkü yazımda anlattığım için ayrıntısına
girmeyeceğim ancak bir cümleyle özetleyeyim:

-Rantların kesildiği, Büyükşehir Belediyesi çalışmalarının son derece şeffaf yapıldığı ve Meclis toplantılarının canlı yayınlandığı bir ortamda “Topal
ördek” masalı tutmaz!..

Eee, tabii 25 yıl hükmettikten sonra, İstanbul gibi bir mega kenti, iştirakleriyle birlikte 45 Milyar (eski parayla 45 Katrilyon) bütçeyi yitirmek pek
de hazmedilebilecek bir durum değil… Kolay değil, büyük bir hazineyi kaybediyorsun arkadaş!..

Haa, bir de psikolojik durum var; ne demişti AKP genel Başkanı uzun yıllar önce:
-İstanbul'u alan, Türkiye'yi alır!..
Peki, tersi olunca ne olur?!.. Bu orta oyunu bitecek hiç kuşkunuz olmasın, bu kepazelik de sona erecek…

-Aksi bir sonuç bu muhteremlere yurttaştan gelecek daha büyük bir “Osmanlı tokadı” için vesile olur, o kadar!..

https://www.sozcu.com.tr/2019/yazarlar/umit-zileli/endise-etmeyin-sadece-kepaze-oluyorlar-4316976/

***

Belediye kalmadı, başka ne verim abi me !..

Belediye kalmadı, başka ne verim abi me !..


AHMET NESİN
nesinahmet@artigercek.net
06 nisan 2019

AKP: Büyükçekmece'de seçimi bi daha yapalım, biz aradaki farkı kapatırız, o zaman hem Büyükçekmece'yi alırız, aradaki farkla da büyük şehri alırız.

Bütün Türkiye'de seçimler bitmişti, herkes heyecan içindeydi, gözler Anadolu Ajansı'na çevrilmişti, kimse inanmıyor ama sonuçta dediği oluyordu. Oysa ben
herkesin tersine Anadolu Ajansı'na inanıyordum ama kimseye söyleyemiyordum, utanıyordum. Gazeteci olduğum için mi inanıyordum Anadolu Ajansı'na, alakası
yok, artık gazetecilik yaptıklarına inanmıyorum ki, gazeteci gözüyle bakayım. Sanırım biraz babamın mantığı ve pratik zekası, biraz da Ali'nin matematiği
bulaşmıştı bana, Anadolu Ajansı ilk açıklamasını yaptığında gazetedeki odamdan çıktım ve ARTI TV binasına gittim. Misafir arkadaşlar ve kimi çalışanlar
mutfakta hem televizyona bakıyor, hem de çay içiyordu. Suratlar anında asılmış, yine kaybettik ifadesi sarmıştı her tarafı.

Gayet güleç bir ifadeyle bu kez AKP'nin kazandığını söyledim, bana "Get leyn başımızdan" ifadeleriyle baktılar, ben de kendilerine Anadolu Ajansı'nın ilk
kez % 60 küsurla başladığını, bundan önce hepsinde % 70'lerle başladığını, Anadolu Ajansı'nın bile ancak bu kadar manipüle edebildiğini söyledim. Geçmiş
seçimlerle aynı oranda düştüğünde Cumhur İttifakı ciddi şekilde kaybedecekti ve öyle de oldu. Telefonla eşimi rahatlattım, arkadaşlarıma mesajlar gönderdim
ve sonuna doğru keyiflendim. Yaptığım dahice bişey miydi, hayır, sadece o an % 62 gibi bir rakamla başlayınca şimşek çaktı beynimde ve bu mantığı yürüttüm.

Seçim gecesi de Türkiye saatiyle 24.00'te ARTI TV'ye çıktım ve bakanlık olarak Süleyman Soylu ile Berat Albayrak'ın değişeceğini söyledim. Erdoğan-Albayrak
ilişkisi filmlere benziyor, kayınpeder para verdikçe damat batırıyor, tek fark kayınpeder parayı bizden alıp veriyor, cebinden vermiyor. Süleyman Soylu
olayını söylememe gerek yok zaten, ben ne kadar seviyorsam Erdoğan da o kadar seviyor. Bakın, bir ortak noktam çıktı ve garip oldum birden.

Peki, ben bu satırları yazarken ne yapılıyor, yazıya başlamadan önce yeniden sayımlara geçilmişti zaten ve biçok yer de bitmiş ama değişen bişey olmamıştı.
AKP'lilerle seçim kurulu çalışanları arasında aşağıdaki konuşmalar yapılıyordu:

AKP: Arada az fark var, geçersiz sayılan oyları yeniden sayalım.

Seçim Kurulu: Olur efem, derhal sayalım.

Seçim Kurulu: Saydık efem, bişey değişmiyor.

AKP: O zaman öz sayım yapalım.

Seçim Kurulu: O nasıl oluyor?

AKP: Sadece geçersiz sayılan oyları saymıştık ya, geçerlileri de bir daha sayalım, belki daha bi geçerli olurlar.

Seçim Kurulu: Saydık efem, geçerliler aynı geçerliliklerini korumaya, geçersizler de geçersizliklerini korumaya devam etmektedirler.

AKP: O zaman öz hakiki sayım yapalım.

Seçim Kurulu: Yapalım efem, o nasıl oluyor, oy ucu, pardon ip ucu verseniz.

AKP: Çok basit, sayılmasına gerek yok dediğiniz sandıkları da sayalım.

Seçim Kurulu: Sayalım efem, ne demek.

Sandık Kurulu: Saydık efem, bişey değişmedi.

AKP: Tamam. Son olarak öz hakiki gerçek sayım yapın.

Sandık Kurulu: Ne demek efem ama nasıl yapalım?

AKP: Büyükçekmece'de seçimi bi daha yapalım, biz aradaki farkı kapatırız, o zaman hem Büyükçekmece'yi alırız, aradaki farkla da büyük şehri alırız.

BELEDİYE KALMADI, BAŞKA NE VERİM ABİME!..

https://www.artigercek.com/yazarlar/ahmetnesin/belediye-kalmadi-baska-ne-verim-abime-1



***

14 Ocak 2020 Salı

Amerikan Raporlarında Kürt Ayrılıkçılarına Rusyanın Desteği

Amerikan Raporlarında Kürt Ayrılıkçılarına Rusyanın Desteği 






Mehmet A. KANCI*
www.bilgesam.org
*TRT Haber Editörü

Türkiye’nin Fırat Kalkanı ve Zeytin Dalı harekâtlarına Barış Pınarı’nı eklemesiyle beraber Suriye’nin kuzeyinde bir terör yapılanmasına yaslanarak kurulmak istenen devlet görünümlü terör koridoru akamete uğratıldı. 

Barış Pınarı Harekâtı sürecine Türkiye’nin sahip olduğu askeri imkân ve kabiliyetler kadar diplomasi cephesindeki mücadelesi de damgasını vurdu. ABD ve Rusya ile varılan mutabakatlar Fırat Nehri’nin hem batısında hem de 
doğusunda statüko haline getirilmek istenen durumu kökünden değiştirdi, haritanın yeniden tanzim edilmesini beraberinde getirdi. 

Peki her iki süper güç ile varılan mutabakatlar, Türkiye’nin güney sınırlarındaki bu tehdidi kalıcı olarak ortadan kaldırmayı garantileyecek mi? Hem Beyaz Saray hem de Kremlin yönetimleri, İkinci Dünya Savaşı’ndan itibaren özellikle İran ve Irak’taki Kürt toplumlarının, sınırları içerisinde yaşadıkları üniter yapıları hedef alan silahlı kalkışmalarına birden fazla defa destek vermiş, bu ülkelerde uzun yıllar sürecek istikrarsızlıklara yeşil ışık yakmışlardı. 

Emperyal güçlerin, Orta Doğu’daki Kürt sorununa bakış açılarını, yaklaşımların daki değişimleri ve tarihi dönüm noktalarını, özellikle ABD kaynaklı bir dizi rapor üzerinden gözlemlemek mümkün. Bu yazıda, kritik öneme sahip, ABD’deki karar vericileri Kürt sorunu hakkında yönlendiren bazı raporlara yakından bakacağız. İlk sıradaki raporumuz akademisyen William Linn Westermann tarafından kaleme alınan 1 Temmuz 1946 tarihli rapor. Dışişleri Bakanlığı’nın talebi üzerinde yazıldığı anlaşılan raporun başlığı: 

“Kürt Bağımsızlığı ve Rus Yayılmacılığı” 

Westermann’ın bu raporunun, 2. Dünya Savaşı sırasında müttefikler ile ikmal yolu tesis etmek için İran’ın kuzeyini işgal eden SSCB’nin desteğiyle Gazi Muhammed ve Molla Mustafa Barzani tarafından kurulan Mahabad Cumhuriyeti’ nin bölgedeki jeopolitik etkilerini belirlemek amacını taşıdığını söylemek mümkün. Westermann, SSCB’nin bu Kürt devletini desteklemek ile 
maksadının Kafkaslar’daki nüfuz alanını daha güneye yaymak, İran petrollerine hâkim olmak ve Hazar Denizi’ni SSCB’nin bir iç denizi haline getirmek olduğuna işaret eder. Westermann, 1945 yılının Nisan ayında, Birleşmiş Milletler Örgütü’nün kuruluşuyla sonuçlanan 

San Francisco Konferansı sırasında “Kürt Birliği” adına konferans katılımcılarına ulaştırılan bir mektuba ve beraberinde “Kürt Sorunu” başlıklı memoranduma dikkat çeker. 1919 yılında, 1. Dünya Savaşı’nın ertesinde Paris’teki Barış Konferansı’na da ABD adına katıldığı anlaşılan Westermann, San Francisco’daki mektup ve memorandumun büyük ölçüde 26 yıl önceki konferansta Kürt temsilcilerin dağıttığı broşür ile benzerlikler taşıdığına işaret etmektedir. Ancak bu mektup ve memorandum’daki Kürtlerin özerlik taleplerinin hem gülünç hem de abartılı olduğu yine Westermann tarafından ifade edilmektedir. 

Westermann’a göre San Francisco’daki Kürt talepleri, Sovyet kontrolündeki Mahabad, Beyrut ve Irak Komünist Partisi’nin ürünüdür. Westermann Raporu’nda bölgedeki Kızılordu güçlerinin, Mahabad Cumhuriyeti’ne propaganda çalışmaları için matbaa makinesinin yanısıra 20 tank, 4 kamyon ve havan topları tedarik ettiği belirtilirken Rus subaylarının da Mahabad Cumhuriyeti’nin silahlı gücü haline gelen Barzani’nin savaşçılarına eğitim verdiği kaydedilmekte. 
William Linn Westermann, daha sonraki yıllarda ABD’nin resmi kurumları tarafından gündeme getirilen soruları ilk kez burada ifade ediyordu: “Kürtler kimdir? Neden isyan etmektedirler? Ne istiyorlar? Bağımsız bir devlet kurma argümanları gerçekçi midir? 

Bunu başarsalar bile, bu devleti hayatta tutacaklarına inanabilir miyiz?” 

2020 yılının eşiğine geldiğimiz bu günlerde Westermann’ın bu sorularının geçerliliğini koruduğunu söylememek mümkün değil. Westermann, Kürtlerin isyan sebeplerine gerekçe olarak bağlı oldukları yönetimlere vergi vermeme ve askerlik hizmetine katılmayı reddetmeyi kronik bir sorun olarak işaret ediyor. 

Bu tespit 1990’lı yıllarda 1. Körfez Savaşı’nın ardından bir başka Amerikan raporunda daha kendisini gösterecekti. Lozan Anlaşmasının imzalandığı 1924 
yılından, Molla Mustafa Barzani’nin Irak’ta 1942 başlattığı isyana kadar Türkiye iki, İran ve Irak’ta üçer ayaklanma yaşandığına işaret eden Westermann, bu silahlı kalkışmaların gerçek bir Kürt birliği ve milliyetçiliği bilinciyle gerçekleştirildiğini söylemenin mümkün olmadığını ve sonunda devlet kurma arzusunun da bulunmadığını belirtmektedir. Westermann’ın Sovyetlerin 
yayılmacı emellerine odaklı olarak Kürt ayrılıkçı hareketlerini değerlendirdiği raporunda, Kafkaslar’daki Kürt nüfusunun, Suriye’dekinden fazla olması da dikkat çekici bir başka noktadır. Raporda, Kürt grupların ayrılıkçı hareketlerinin Batılı bir güç tarafından kaderiyle başbaşa bırakılmasının ilk örneğine de değiniliyor. 

1943 yılının Kasım-Aralık aylarında düzenlenen Tahran Konferansı’nda Roosevelt-Churchill ve Stalin arasında İran’ın toprak bütünlüğünün korunmasına dair varılan uzlaşma, SSCB’nin İran Kürtlerinin ayrılıkçı hareketlerine verdiği desteği kesmesini de beraberinde getiriyor. Ancak savaş sonunda değişen dengeler, SSCB’nin İran’daki Kürt kartını yeniden masaya sürmesini ve Mahabad Cumhuriyeti’nin kuruluşunu da beraberinde getirdi. 

Westermann, bölgede bağımsız bir Kürt devletinin kurulmasını engelleyecek bir başka faktör olarak ise Kürtler, Süryaniler ve Ermeniler arasında yaşanmış katliamlara işaret ediyor. Amerikalı akademisyen 19. yüzyılın sonlarında bölgede Katolik Ermenilerin Gregoryen Ermeniler tarafından, Kürtlerin Ermeniler ve Ermenilerin Kürtler tarafından, Süryanilerin ise diğer tüm etnik ve dini gruplar tarafından katledildiği olayları hatırlatıyor. Rapordaki bir başka dikkat çekici 
nokta ise SSCB’nin İngiltere ile anlaşarak Nazi sempatizanı İran Şahı Rıza’yı sürgüne göndererek İran topraklarını paylaştıkları sürece dair bir gelişme. SSCB’nin ilk icraatlarından biri, kendi nüfuz alanına bırakılan Tebriz’deki İranlı polisleri silahsızlandırıp yerlerine, Ermenistan Sovyet’inden Ermenileri getirerek güvenlik gücü olarak görevlendirmeleri. SSCB’nin Orta Asya Cumhuriyetleri’ne hâkim olduğu yıllarda, Türk nüfusun yoğun olduğu bölgelerdeki bürokratik 
yapıyı Ermeni memurlar ağırlıklı olarak tasarlamasının bir örneği işgal yıllarında İran Azerbaycanı’nda da görülmüş. Westermann, raporunun sonunda, Türkiye ve Irak’taki üniter yapıların bölgede bir Kürt devleti kurulmasına müsaade etmeyeceğine işaret ederken, SSCB’nin ayrılıkçı Kürt hareketlerine destek vererek Çarlık döneminden kalma tehlikeli bir oyun oynadığı uyarısı yapılıyor. 



Türkiye’den Washington’a İlk Rapor

Sıradaki rapor ise 1952 yılında ABD’nin Ankara Büyükelçiliği tarafından hazırlandı. Rapor Büyükelçilik görevlisi E. N. Waggoner’in 3 hafta süren Güneydoğu Anadolu gezisi neticesinde oluşturularak 882.41/12-852 kayıt numaralı rapor ile 1952’nin Aralık ayında Büyükelçiliğin Siyasi İşlerden Sorumlu Müsteşarı Livingston Satterwhite imzasıyla Washington’a gönderildi. 
20 daktilo sayfası uzunluğundaki raporda “Türk hükümeti sürekli olarak Türkiye’nin bir Kürt sorunu olmadığını söylüyorsa da, ülke sınırları içerisinde yaşayan yaklaşık 1-1,3 milyon Kürtçe konuşan insan Türk hükümeti için problem yaratacak nitelikte” ifadesi yer alıyordu. Amerikalı görevlinin bu gezide Başkale gözlemleri en ilgi çekici kısımlardan biri. Amerikalı diplomatın 1952’de ilgi gösterdiği Başkale 1992 yılında PKK’nın en aktif olduğu yerlerden biri haline gelecekti. 

Aradan geçen yıllarda Mahabad Cumhuriyeti’nin yıkılmasıyla SSCB’ye sığınarak Kızılordu Generali rütbesi alan Molla Mustafa Barzani Irak’a döner. Albay Abdülkerim Kasım’ın, Irak’taki darbesi dengeleri değiştirmiş Bağdat’ta SSCB yanlısı bir yönetim ortaya çıkmıştı. Ancak, Kasım’ın liderliği istikrar getirmedi. Barzani liderliğindeki Irak Kürtleri yeniden ayaklandı. 

SSCB bir yandan Barzani’ye bir yandan Bağdat’taki hükümete destek veriyordu. Ancak SSCB, Saddam Hüseyin’i kendisine yeterince bağımlık kıldığına karar verdiği 1972’de Irak ile dostluk anlaşması imzaladı ve Barzani bir kez daha açıkta kaldı. Irak’taki ayrılıkçı Kürt hareketi bu defa hiç güvenmediği İran Şahı’na dümen kırdı. Bu, dönemin ABD Başkanı Nixon’un Ulusal Güvenlik Danışmanı Kissinger için Amerikan dış politikasının iplerini ele almak için bir 
fırsattı. Kissinger, ABD Dışişleri Bakanlığı’nı devre dışı bırakacak, “Kırklar Komitesi” ve CIA aracılığıyla yürüteceği Orta Doğu politikası için harekete geçti. Molla Mustafa Barzani Washington’da aradığı müttefiki bulmuştu. Kissinger’in sağladığı anlaşma ile ABD, İran toprakları üzerinden Barzani hareketine silah ve para yardımı yapmaya başladı. İsrail’de aynı dönemde eş zamanlı olarak harekete geçmiş, Barzani’ye para ve askeri eğitim desteği tedarik ediyordu. Washington’da organize edilen bu trafik o kadar gizli işliyordu ki Tahran’daki 
ABD Büyükelçisinin dahi olup bitenlerden haberi yoktu. Barzani, Beyaz Saray’a ulaşmasını sağlayan Kissinger’dan o kadar memnundu ki ona hediye olarak 3 halı göndermiş, Amerikan Ulusal Güvenlik Danışmanının düğününde ise eşine bir inci bir altın kolye hediye etmişti. 

Bu hediyeler, ilerleyen yıllarda diplomatik skandalın göbeğine oturacak ancak Kissinger’ı yıkmaya yetmeyecekti.

Washington-Tahran-Hac Umran trafiği başarıyla işliyor, başta Irak’ın petrol geliri olmak üzere para ve insan kaynağı ayrılıkçı Kürt hareketi vasıtasıyla yıpratılıyor, Irak istikrarsızlaştırılıyor ve İsrail için bir tehdit haline gelmesi engelleniyordu. Saddam Hüseyin artık bu çatışmanın yükünü kaldıramayacak hale gelince 1975’te Cezayir’deki OPEC Zirvesi’nde İran ile masaya oturdu. İran ile Irak arasındaki anlaşmanın en önemli şartı Kürtlere verilen desteğin kesilmesiydi. Molla Mustafa Barzani ve binlerce yandaşı 10 gün içerisinde bir kez daha kendilerini 

  “ 1943 yılının Kasım-Aralık aylarında düzenlenen Tahran Konferansı’nda Roosevelt-Churchill ve Stalin arasında İran’ın toprak bütünlüğünün korunmasına dair varılan uzlaşma, SSCB’nin İran Kürtlerinin ayrılıkçı hareketlerine verdiği desteği kesmesini de beraberinde getiriyor. Ancak savaş sonunda değişen dengeler, SSCB’nin İran’daki Kürt kartını yeniden masaya sürmesini ve Mahabad Cumhuriyeti’nin kuruluşunu da beraberinde getirdi.”

“ Kissinger daha sonra Pike Komitesi danışmalarından birine neden Kürtlere 
yardım etmediklerinin açıklamasını yaparken şu ifadeyi kullanacaktı: Gizli 
operasyonlar ve faaliyetler misyonerlikle karıştırılmamalıdır. Pike Raporu, 
Irak’taki ayrılıkçı Kürt hareketinin en başından itibaren, SSCB yayılmacılığı 
ve Saddam Hüseyin’e karşı piyon olarak kullanıldığını belgeliyordu.”

<  İran ve Türkiye sınırlarına kaçmaya çalışırken buldular. Iraklı Kürtler bir kez daha bir süper güç tarafından terk edilmişti. Kissinger ve yeni ABD Başkanı Carter, Barzani’nin mektuplarına yanıt vermiyordu. Barzani, 1976’da ABD’ye gitmeyi başardı ancak, girdiği mücadeleyi halkı nezdinde aklayacak bir Beyaz Saray ziyareti yapma fırsatı bulamadan 1979’da yaşama veda etti. >

İşte Barzani’nin son dramı ve Kissinger’ın gizli operasyonları 1976 yılında ABD Temsilciler Meclisi İstihbarat Komitesi’nin yayımladığı “Pike Raporu”nun konusu olacaktı

ABD’nin Karanlık Operasyonlarının Faturası: PIKE RAPORU

Bu rapor aslında ABD’nin 1965-1975 yılları arasında küresel ölçekte yürüttüğü tüm gizli operasyonları kapsıyordu. Rapora göre, Molla Musfata Barzani verdiği destek karşılığında Irak Kürtlerinin ABD’nin 51. Eyaleti olmaya gönüllü olduklarını neredeyse her konuşmasında tekrarlıyordu. Kissinger’a Barzani tarafından gönderilen hediyeler ise bizzat Beyaz Saray’ın emriyle ABD Hazine Bakanlığı’na beyan edilmemiş gizlenmişti. Bu hediyelerin beyan edilmesinin 
yürütülen gizli operasyonu ortaya çıkarmasından endişe ediliyordu. Hediyelerin gizlenmesi talimatını alan Bret Scowcroft, Baba Bush döneminde 1. Körfez Savaşı’nın kararını veren Ulusal Güvenlik Danışmanı olarak bir kez daha sahneye çıkacaktı. ABD Temsilciler Meclisi İstihbarat Komitesi’nin raporunda, operasyonun en başından itibaren Nixon ve İran Şahı’nın Kürtlerin devlet kurmaması ve Saddam Hüseyin rejiminin devrilmemesi konusunda hem fikir olduklarına işaret ediliyordu. Barzani ve yandaşlarına sağlanan yardımın tek amacı başta Irak olmak üzere bölgenin istikrarsızlaştırılmasıydı. Bu bir sosyo-ekonomik yıpratma savaşıydı. Kissinger daha sonra Pike Komitesi danışmaların dan birine neden Kürtlere yardım etmediklerinin açıklamasını yaparken şu ifadeyi kullanacaktı: Gizli operasyonlar ve faaliyetler misyonerlikle  karıştırılma malıdır. Pike Raporu, Irak’taki ayrılıkçı Kürt hareketinin en başından itibaren, 
SSCB yayılmacılığı ve Saddam Hüseyin’e karşı piyon olarak kullanıldığını belgeliyordu. 

Kürdistan Demokratik Partisi ve PKK’nın 1984 yılından itibaren Hafız Esad’ın desteğiyle Suriye sınırında ve Irak’ın kuzeyinde hareket imkânı bulması bölgedeki Kürt Sorununu yeni bir aşamaya taşıdı. PKK terör örgütü Türkiye topraklarına saldırılar düzenlerken, Washington’da Türkiye’nin Kürt nüfusuna bakış da değişiyordu. Bu değişim ilk olarak 1988 yılında yayımlanan ABD Dışişleri Bakanlığı’nın İnsan Hakları Raporu’nda kendisini gösterdi.

ABD’nin Türkiye’ye ve Kürt Sorununa Bakış Açısındaki Değişim

Bu raporda o güne kadar iki ülke ilişkilerinde Türkiye’yi hedef alan alışılmamış bir dil kullanılmıştı. ABD Dışişleri Bakanlığı ilk kez Türkiye’deki Kürtlerden “azınlık” olarak bahsediyordu. 
Ayrıca Kürtlerin, azınlık gruplarının sahip olduğu haklara bir an evvel kavuşması 
gerektiğine işaret ediliyordu. 1 yıl önceki raporda da Türkiye’nin güney doğusunda bir ayaklanmadan söz ediliyordu. 1988’de ise etnik bir azınlığın ayaklandığına işaret ediliyor ve Lozan Anlaşması’nın hükümlerine dikkat çekiliyordu. Türkiye’nin tepkisi Washington’da pek dikkate alınmıyor, Bakanlığın İnsan Haklarından Sorumlu Bakan Yardımcısı Richard Schiffer basın toplantısında Türk gazetecilerin şiddetli eleştirilerine hedef olurken ABD’nin Türkiye’deki Kürtlere yönelik kısıtlamalardan dolayı kaygılı olduğunu söylüyordu. Basın toplantısındaki bir cümlesi ise şu şekildeydi: İnancımız o dur ki, Lozan Antlaşması’nda yer almamakla birlikte, uluslararası alanda kabul gören standartlara göre Kürtler ulusal bir azınlık olarak, bu hakların 
tanınmasına ve bunlara saygı gösterilmesine hak kazanmaktadır. 

Schiffer’in kime göre hangi standartlardan bahsettiği o günlerde de anlaşılamamıştı. 1988 yılı ABD’de Ermeni Soykırım Tasarısı konusunda en hararetli dönemlerden biriydi. Cumhurbaşkanı Kenan Evren’in ziyareti bu tasarı nedeniyle ertelenmiş ilişkilerdeki sıkıntıya bir de bu rapor eklenmişti. Cumhurbaşkanı Evren’in ziyareti öncesinde Washington Büyükelçisi Şükrü 
Elekdağ bir rapor hazırlayarak, Washington’da değişen iklime dikkat çekmişti. “ABD’de Kürt Sorunu” başlıklı bölümün birinci maddesinde, Türkiye’nin Batılı ülkelerde ve ABD’de yoğun bir Kürtçülük propagandasıyla karşı karşıya olduğu vurgulanırken, bu propagandanın Türkiye’de suni bir azınlık sorunu yaratılmasını hedeflediği ifade edilmekteydi. Elekdağ’ın raporuna göre, Helsinki İzleme Komitesi’nin Türkiye’de İnsan Hakları konulu raporu da Washington tarafından ciddiye alınmıştı. Şubat 1988’de yayımlanan raporun 43 sayfalık bölümü 
Türkiye’de Kürt sorununa ayrılmıştı. Jeri Laber ve Lois Whitman isimli Amerikalıların hazırladığı raporda Türkiye’nin Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinde bir isyan olduğu, dolayısıyla Türk hükümetinin sivillere, harp hukukuyla ilgili 1949 Cenevre Sözleşmesi uyarınca muamele etmesi gerektiği gibi ifadeler yer almıştı. Türkiye, PKK terörüne karşı yürüttüğü mücadelenin uluslararası platformlarda aleyhine kullanılarak Birleşmiş Milleler Barış Gücü’nün 
Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerine yerleştirilmesine yönelik teşebbüslerle 2015-2016 yıllarındaki Hendek Operasyonları sırasında karşılaşacaktı. 

<  1980’lerin sonunda ABD’nin Kürt sorunu kapsamında Türkiye’ye yönelik değişen bakış açısı Irak’ın Kuveyt’i işgaliyle Ortadoğu’da değişen dengelerle yeni bir boyuta geçiş yaptı. 1. Körfez Savaşı’nı takiben Irak’ın kuzeyinde Kürtlerin güneyinde ise Şiilerin başlattığı isyanların desteklenip desteklenmemesi konusu Beyaz Saray’ı karmaşık problemlerle karşı karşıya bıraktı. Bu dönemde ortaya çıkan “Pelletiere Raporu”, ABD Başkanı Bush’un ( Baba Bush ) Kürtlere yönelik 
siyasetinde belirleyici oldu. >

“ PELLETIERE RAPORU: Kürtler ve Ağalar ”

16 Eylül 1991’de yayımlanan raporu Profesör Stephen C. Pelletiere ABD Savaş Akademisi’nin Uluslararası Stratejik Çalışmalar Enstitüsü için hazırladı. Bu rapor, ABD’nin 1. Körfez Savaşı sonrasında Irak’ın kuzeyindeki Kürtleri korumak için askeri müdahalede bulunmasında geri adım atmasına yol açtı. “THE KURDS AND THEIR AGAS / KÜRTLER VE AĞALARI” başlıklı 35 sayfalık raporun önsözünü Stratejik Çalışmalar Enstitüsü’nün Direktörü Albay Karl W. Robinson yazdı. Albay Robinson’un önsözde şu ifadeyi kullanması dikkat çekiciydi: Rapor bizim subaylarımızı, kendi görevleri dolayısıyla ortaya çıkabilecek muhtemel tehlikeler 
konusunda uyarıyor ve genelde Kürt sorununun, basının çizdiği şekilde iyi huylu bir tümör gibi olmayıp, patlamaya hazır unsurlarla dolu olduğunu gösteriyor.

Pelletiere raporunda, öncülü Westermann gibi, Irak’taki Kürt toplumunda hala feodal ilişki düzeninin hâkim olduğuna dikkat çekiyor ve kısa vadede bağımsız bir devletin mümkün olmadığına işaret ediyordu. Pelletiere göre feodal yapıyı kontrol eden ağalar, ABD varlığının veya tehdidinin, onların yasadışı faaliyetlerine bölgeyi açacağı ümidiyle Amerikan ordusuna yanaşıyorlardı. 
Mesud Barzani ve Celal Talabani gibi siyasi liderler ise Amerikalı akademisyen 
göre, 1960’lı yıllarda toprak reformunu kenara iten siyasetleri nedeniyle aslında güçlerini yitirmişlerdi. Pelletiere’in bu tespitleri yönetimin çeşitli kesimlerinde rahatsızlığa neden oldu. Ancak tespitler reddedilecek gibi değildi. Profesör Pelletiere, 1970’li yıllarda defalarca Barzani ile sohbet toplantılarına katılmıştı. Ulusal Güvenlik Dairesi’nden Richard Haas rapordan etkilendi. 
Raporu Beyaz Saray’da elden ele aktararak pek çok yetkili tarafından okunmasını da sağladı. Pelletiere Raporu’nun finalindeki şu ifadeler Beyaz Saray’ı Irak’ın kuzeyine doğrudan bir askeri müdahalede bulunmaktan caydırıyor, Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın baskısı ve insani durumun felakete dönüşmesi nedeniyle Çekiç Güç seçeneğine yöneltiyordu. 

Raporun sonuç kısmı şu şekildeydi: 

Kürt liderlerin bugün yaptıkları, Kürtlerin yüzyıllardır yaptıklarından farklı değildir. Kürtler tarihleri boyunca yabancı çıkarlarına paralı askerler olarak hizmet etmişlerdi. Onlar kiralık silahlardır ve kiralık silahlar bir siyasi hareket oluşturamaz. 

ABD’nin Irak’ın kuzeyindeki Kürt isyanına doğrudan müdahalesinden vazgeçilmiş ancak Türkiye’de üslenen Çekiç Güç vasıtasıyla KDP ve KYB’nin bölgedeki hâkimiyeti pekiştirilmişti. Kürtler, Ankara ve Washington’dan mahalli seçimler görünümü altında aldıkları onayla 1992 baharında seçimlere gitmiş ve parlamentolarını da oluşturma fırsatı bulmuşlardı. İşte 1992’nin Temmuz ayında hazırlanan bir rapor etkisi bugüne kadar gelen olayların habercisiydi.

“ FULLER RAPORU ” 

Rapor, CIA’nın uzman analisti RAND düşüncü kuruluşu üyelerinden Graham Fuller ve Paul Henze tarafından Pentagon için 1992 yılının Temmuz ayında hazırlandı. Raporda özet olarak, Türkiye’nin Kürtlere yönelik liberal politikalar çerçevesinde attığı adımların, Kürtleri kendi kaderlerini belirleme hakkından alıkoymak için geç kalmış olduğu ifade ediliyordu. Fuller ve Henze ikilisine göre Türkiye, tarihi açıdan geri döndürülemeyecek bir hareketi durdurmaya çalışırsa 
ortaya çıkacak kaos ve bunun maliyeti korkunç olacaktı. Raporda, ayrılıkçı Kürt hareketinin Irak’ta gelişmesinin durdurulamaz bir yörüngeye oturduğu da iddia edilmekteydi. Fuller raporunda ayrıca Kürt sorununda yaşanacak gelişmelerin Türkiye’de yeni bir darbenin altyapısını oluşturabileceğine de dikkat çekilmekteydi. 

Fuller’e göre Türkiye, 1992’deki Nevruz olaylarının da etkisiyle Kürt sorununda kontrolü kaybetmeye başlamıştı ve dönüşü olmayan bir yola girilmişti. Fuller’e göre Özal, Körfez Savaşı sürecinde uyguladığı politikalarla “Pandora’nın kutusunu” açmıştı. Raporu hazırlayan Graham Fuller, 1999 yılında Suriye’yi terk eden terör örgütü elebaşı Öcalan ile Roma’da buluşmaya çalışan, bağımsız bir Kürt devletinin ABD yönetimindeki savunucusu eski Büyükelçi Peter W. Galbraith’e eşlik edecekti. Fuller’in başka hatırda kalıcı özelliği ise FETÖ elebaşı Gülen’in ABD’ye yaptığı Yeşil Kart başvurusundaki tavsiye mektubunu imzalayan kişi olmasıydı.

< “ Kürt liderlerin bugün yaptıkları, Kürtlerin yüzyıllardır yaptıklarından farklı değildir. Kürtler tarihleri boyunca yabancı çıkarlarına paralı askerler olarak hizmet etmişlerdi. Onlar kiralık silahlardır ve kiralık silahlar bir siyasi hareket oluşturamaz.”  >

Sonuç

ABD’nin Kürt politikasındaki tüm iniş ve çıkışların göstergesi olan bu raporlar, hala Beyaz Saray’ın bölgeye yönelik net bir politikası olup olmadığına dair ipucu vermeye yetmiyor. Ancak Irak’ın ardından bugün Suriye’deki üniter devletin PKK’nın uzantıları ile parçalanma girişimi ve İran üzerindeki baskılar gözönüne alındığında, Beyaz Saray’daki değişen isimlere rağmen, zamana yayılmış bağımsız bir Kürt devleti hedefinin adım adım inşa edilmek istendiği yadsınamaz 
bir gerçek. Kuzey Irak’taki Bölgesel Yönetim’in 2017 yılındaki referandum ile bağımsızlık kartını cebine koyduğunu unutmayalım. 

Irak’ta Ekim ayının ilk günlerinde patlak veren toplumsal olaylar, Suriye’de varılan mutabakatlara rağmen PKK/YPG’nin mevzilerini terk etmemesi hatta petrol bölgelerine ABD’nin desteğiyle daha da kuvvetli şekilde tutunması ve İran üzerinde rejim değişikliğini hedefleyen ekonomik ve askeri kuşatmanın vardığı nokta, 1. Dünya Savaşı öncesinde Orta Doğu’nun sınırlarını çizmeye yönelik  uygulamaya konan planların yeni tasarımlarının yürürlükte olduğuna işaret ediyor. 

BİLGESAM Hakkında

BİLGESAM, Türkiye’nin önde gelen düşünce kuruluşlarından biri olarak 2008 yılında kurulmuştur. 
   Kar amacı gütmeyen bağımsız bir sivil toplum kuruluşu olarak BİLGESAM; Türkiye’deki saygın akademisyenler, emekli generaller ve diplomatların katkıları ile çalışmalarını yürütmektedir. Ulusal ve uluslararası gündemi yakından takip eden BİLGESAM, araştırmalarını Türkiye’nin milli problemleri, dış politika ve güvenlik stratejileri, komşu ülkelerle ilişkiler ve gelişmeler üzerine yoğunlaştır  maktadır. BİLGESAM, Türkiye’de kamuoyuna ve karar alıcılara yerel, bölgesel ve küresel düzeydeki gelişmelere ilişkin siyasal seçenek ve tavsiyeler sunmaktadır.

Bilge Adamlar Stratejik Araştırmalar Merkezi (BİLGESAM) 
Mecidiyeköy Yolu Caddesi, No:10, 34387 Şişli -İSTANBUL 
www.bilgesam.org 
www.bilgestrateji.com 
bilgesam@bilgesam.org 
Tel: 0212 217 65 91 - 
Fax: 0 212 217 65 93
© BİLGESAM Tüm hakları saklıdır. İzinsiz yayımlanamaz. Kaynak gösterilerek alıntı yapılabilir. 





10 Ocak 2020 Cuma

TÜRK TARİHİ., NASIL YAZILMALIDIR.? BÖLÜM 2

TÜRK TARİHİ.,  NASIL YAZILMALIDIR.?  BÖLÜM 2




       Araplaştırılmaya çalışıldıkça kendi içimizde yabancılaşıyoruz. 

Bu yüzden, Alevileri olduğu kadar Suriye ve Irak.taki Türkmenleri de kendinden görmeyen bir zihniyet ortaya çıktı. Kimlik ya da var olma sorunumuz buradadır 22. Tarih çalışmalarında esas Türk kimliği olmalı, Türk tarihi ile ilgili çalışmalar dini ideoloji kapsamından çıkarılmalıdır. 

    Cumhuriyet döneminde bazı sol görüşlü yazarlar ise „Türk tarihi yoktur. diye işe başlayarak 23, Türklerin 19. yüzyıldan itibaren Marksizm.e olan ilgisizliğinin acısını tarih sahnesi içinde çıkarmaya çalıştılar. Türk tarihini Marksizm.in gelişimi ile ilgili ilişkilendir diler. Bunların arkasında ise kendi milliyetini inkâr eden ve sadece Sovyet kontrolünde bir dünya işçi devleti kurabileceklerini sanan kör Komünizm ideolojisi vardı. 

    1990.lı yıllardan beri ortaya atılan Avrasyacılık düşüncesi Rusların Türklere bakışında yeni bir açılım getirdi. Rusların Avrasyacılık içinde yer verdiği Turan anlayışı, Rus hâkimiyetinde bir Avrasya için Çin.e karşı Türkleri din esası altında kendine alet edinmeyi amaçlamaktadır. Bunu Afganistan.da Amerikalıların Talibanı kendisine karşı kullanmasından aldıkları dersle yapmaktadırlar. Rus coğrafyasında Kafkasya ile Yakutistan arasındaki hat kolayca arka arkaya çökebilir. Köprübaşı Kırım.dır. Bu yüzden Ruslar, Ukrayna.dan ilhak edip, köprübaşı yaptılar. 

Günümüzde yayınlanan bazı gen çalışmaları ile ortaya atılan; „Türk yoktur. ya da „Anadolu.da Türk kalmamış ya da çok azdır. gibi iddialar, içlerinde bazı Türklerin de katıldığı yabancı ülkeler tarafından yaptırılan maksatlı araştırmalara dayanmaktadır. Böylece, Türk kimliği ve tarihine zarar veren üstelik tarihçi kimliği takınmış kişiler de ortaya çıkmıştır. Gen çalışmaları ile Türk tarihine ilişkin yapılmaya çalışılan saptırmaların amaçları şunlardır; 

 - Türk Geni kalmadığı iddiası, 

 - Türk Geni ile oynamak, 

 - Gen Haritası ile Anadoluyu Kürtlere ait gibi gösterme, 

- Yörüklerin Türk olmadığı iddiası. 

 Bu tür çalışmaları yapan Alman ve Amerikalıların arkasında modern haçlı merkezi olan Alman Kiliseler Birliği, Volkswagen gibi özel şirketler vardır. Anadolu.da Kızılbaşlık ve Türklük hedef seçilmiştir. Kürt sorunundan sonra Alevilik, Yörüklük üzerinden oyunlar oynanmaya çalışılmaktadır. 
Bazı çalışmaların arkasında Ermeniler de var. 

Türkoloji de Yazım sorunları.. 

Türkoloji de İki akım vardır; 

(1) Rus Türkolojisi; Volga boyu Kuzey Kafkasları ve Orta Asya.nın kuzeyini inceler. Bunlar, Osmanlı ve Akdeniz Bölgesine ilgi duymazlar. Sovyet Türkolojisi, etimoloji (dil) üzerinden bir köken araştırmasına yönelmiştir. 

(2) Daha çok Avrupalı çalışmalara dayanan kronolojik tarih yazımıdır. Türk tarihini kronolojik yazım metodu ile beş ana döneme24 ayrıldığını ve bunun genel kabul gördüğünü söyleyebiliriz; 

(a) Ön Türkler dönemi. 
(b) İslamiyet öncesi dönem. 
(c) İslamiyet.e geçiş ve ilk İslamiyet dönemi. 
(d) Osmanlı İmparatorluğu dönemi. 
(e) Türkiye Cumhuriyeti dönemi. 

    Yukarıda Türk devletleri bölümünde de açıkladığımız gibi Türkler, birbiri ile aynı dönemde devlet ve devlet benzeri yapı (beylik, hanlık vb.) kurmuşlardır. Türk tarihi bir bütün olsa da bu devletler doğrusal bir sıra izlememektedir. Türk tarihinde devlet ve imparatorluk sayısının çokluğu iktidar değişikliği ile ilgilidir. Bu yüzden, Türk tarihinin yazımında kronoloji kadar coğrafya da esas alınmalıdır. 

    Türk tarihini İslam öncesi ve sonrası diye kategorilendirmek de doğru değildir. Türkler, dün olduğu gibi bugün de, Müslüman olsun-olmasın pek çok coğrafyada aynı dönemde farklı devletler içinde yaşamaya devam etmişlerdir. Onları tanımlayan Müslüman kimliği değil, Türklüktür. Bugün Müslüman olmayan pek çok Türkü göz ardı edemeyiz. 

    Türk tarihi, Türkiye Cumhuriyeti ile de bir son noktaya gelmemiş ve Türk 
dünyası için nihai bir devlet değildir. Günümüzün 270 milyonluk Türk dünyasında pek çok bağımsız devlet yanında çeşitli özerklik seviyeleri içinde yaşayan Türk kardeşlerimiz de vardır. Türk tarihinin çetelesini tutanların sorumluluğu hangi devlette ya da dinde olursa olsun tüm Türk dünyasına karşıdır. 

   Son yıllarda maksatlı olarak sürekli gündemde tutulan Osmanlıcılık ve Osmanlı tarihi ile ilgili de bazı gerçekleri yazmak zorundayız. 

 - Osmanlı kendi tarihini kronikçi veya vaka yazarlığı denilen gelenek içinde ele 
almıştır. Bu resmi tarihçiliğin asıl amacı, merkezin eylemlerinin methiyesini yapmaktan ibarettir 25. 

 - Osmanlı, öncelikle Türkmen beyliklerinin düşmanı, yok edicisi olmuştur ve kendi içinde otantik Türkmen kültürünün tahribatından sorumludur. Osmanlı tarihi, diğer halklardan daha da ağır bir şekilde Türkmenlere karşı saldırı ve sömürgeleştirme tarihi olmuştur 26. 
Nitekim Osmanlı döneminde Anadoludaki Türk milletinin asıl kitlesi, “Osmanlılık” vasfını üzerine almamıştır. Anadolu halkı, her zaman sarayla onun etrafındaki zümreye “Osmanlı” demiş ve kendini onun dışında tutmuştur. 

 - Osmanlı Devleti.nin kurucularından Çandarlı ailesinin Fatih döneminde yok edilmesi ve Oğuz boyları liderlerinin katli, Osmanlının Türk vasfına büyük zarar vermiştir. Osmanlı, Türklüğü sadece geçmişi olarak anmış ama kendini asla Türklükle özdeşleştirmemiş, Türklüğü dışlamış ve küçümsemiştir. Osmanlı için Türkler reayadır (sürüdür), yönetilen, vergiye bağlanan ve savaşa Tımar askeri olarak çağrılandır. Ama yönetim mekanizmasından ve hassa ordusundan ısrarla ve sistematik olarak uzak tutulandır 27. 

  - Bu yüzden, Osmanlı döneminde Türklerin tarihi, Osmanlı tarihinden çok daha fazla Akkoyunlular ın, Karamanoğulları nın, Safevilerin, Saruhanoğulları nın vb. tarihi olabilir çünkü Türk halkını toplumsal temel yapmışlardır. Anadolu Türkmenleri, kendilerini kültürel olarak bu devletlerin doğal bir parçası görüyorlardı 28. Osmanlının beklentisi ise halkı tebaalaştırmak, yönetimin her türden savaş, vergi, iskân gibi keyfiliklerine kayıtsız şartsız boyun eğmesini  sağlamak, onların ruhlarını teslim almaktı. 

   Ancak, 1800 lerden itibaren, bir Osmanlı toplumu yaratmak ideali ile her vilayette pozitif bilimleri öğreten idadilerin (lise) açılması, aydın bir kuşak yetişmesini sağladı. 1834 yılında Harp Okulunun kurulması ile Anadolu Türk gençleri ilk defa askeri okullara alınmaya başlanacak ve zamanla ordunun tamamına hâkim olacaklardır. Böylece Türkçülüğün ve Türk milliyetçiliğinin mimarı olan Süleyman (Uslu) Paşa gibi devlet adamları buradan yetişecektir. Atatürk nesli, bu temelde kurulan yeni askeri mekteplerde yetişti 29. 
Eğer Türkiye, kendi kimliği ve milli kültürünü geliştirerek modern dünyada bağımsız bir milli devlet olarak ortaya çıktıysa, bu başlıca eğitim, gazete ve bu kuşak içinde sivrilen aydın liderlerin çabaları sayesinde olmuştur. 

İlber Ortaylı.nın sözleri ile; “Türklük, bir şuur olarak ortaya çıkmıştır. Yani 
Osmanlılık ve İslamlık değil, ön planda Türklük vardır 30”. 19. yüzyılda Türklük kimlik ve şuurunu yerleştiren yayınlar başlamış olsa da bu şuuru asıl yerleştiren Balkan Savaşları, Çanakkale ve Yemen.dir, Kurtuluş Savaşı.dır. 

Diğer yandan, Osmanlı Devleti monarşi ile yönetilen çok uluslu bir imparatorluktu. Türkiye Cumhuriyeti ise bir ulus-devlettir. Atatürk, Türklüğü kabul eden herkesi kendi vatandaşı gören ama ırk esasına dayanmayan bir ülke kurdu. Ulus-devlette egemenliğin kaynağı, milletin hür ve serbest iradesidir. Bu irade milletin serbestçe seçtiği milletvekillerinin oluşturduğu TBMM.nde kendini gösterir: egemenlik, kayıtsız şartsız milletindir. Osmanlı Devletinde ise egemenlik, Osmanlı hanedanının tekelindedir, babadan oğula bir mülk gibi algılanır. Osmanlı Devleti.nde bireyler tebaadır, kuldur, Türkiye Cumhuriyeti.nde ise bireyler eşit hakka sahip vatandaştır. Özetle, Osmanlı Devleti ve onun  dayandığı prensipler Türkiye Cumhuriyeti.nin kuruluşu ile birlikte tarihe mal olmuştur 31. 

Devam eden sadece toplumsal kültür ile ilgili sorunlardır. Bugün Türkiye her zamankinden daha ağır bir kültür ve kimlik sorunu yaşamaktadır 32. 

   Sovyet İmparatorluğu nun dağılmasıyla istiklâllerini kazanan Türkistandaki Türk Cumhuriyetleri ve topluluklarına ait topraklarda yapılacak incelemeler Türklerin tarih sahnesine çıkışlarına dair yeni belge ve bulguları, elbette ki, gün yüzüne çıkaracaktır. Ancak, Türk ana yurdunu Orta Asya.da dar bir bölgeye sıkıştırmak hem tarih ve kültür birliğini muhafaza etmek hem de ilmî gerçekler açısından doğru değildir. 

Türk tarihi, coğrafya ve kronoloji esasına göre yazılmalıdır. Türk tarihini zaman 
kronolojisi içinde doğrusal olarak ele almak yerine coğrafyaya göre bölümlendir mek daha doğru olur. Türk tarihi bir bütün olmakla beraber, tarih çalışmaları ve yazımı için Türk coğrafyası aşağıdaki ana bölümlere ayrılabilir; 


 (1) Türkistan (Orta Asya) Türklüğü, 

 (2) Doğu Avrupa Türklüğü (Kafkasya dâhil), 

 (3) Hindistan Türklüğü, 

 (4) Anadolu Türklüğü, 

 (5) Ortadoğu Türk tarihi, şeklinde sıralayabiliriz. 


      Şimdi Alt Bölümlerde neler var, Açıklayalım; 

      (1) Türkistan (Orta Asya) Türklüğü; 

 - Türkistan coğrafyası tarihi (Karadeniz.in doğusundan Mançurya.ya kadar olan 
coğrafyada tüm Türk oluşumları (Azerbaycan, Özbekistan, Kırgızistan, Türkmenistan, Doğu Türkistan vd.), 

 - Geleneksel olarak Türk tarihine Hunlar ile başlanırdı ancak onlardan önce Chouv ve İskitlerin Türk kavimleri olarak hareketleri kanıtlandı. Dolayısı ile sıralamada, Orta Asya Türklüğü içinde, önce Sovyet Türkolojisinde Ön Türkler diye anılan Çin kaynaklarında ismi yakın zamanda keşfedilen; 

- Chouv Türkleri ile 

- İskit (Saka) Türkleri başta yer alır. Onları; 

- Hunlar ve 

- Göktürkler, daha sonra 

- Uygurlar ve 

- Kırgızlar izler. 

Bu Coğrafyadaki Yakutistan gibi diğer Türk bölgeleri de ilave edilmelidir. 

     (2) Doğu Avrupa Türk tarihi (Kazakistan, Tataristan, Çuvaşistan, Gagavuzlar, Sekel Türkleri, Macarlar, Bulgarlar, Fin-Ogur vd.). 

- Doğu Avrupa Türklüğü içinde ilk bahsetmemiz gereken M.S.350.li yıllarda 
Avrupa.ya uzanan Atilla.nın başında olduğu ve Doğu Avrupa-Kafkasya dahil büyük bir devlet kuran; Batı Hun Devleti.dir. 

- Onu İskandinav ülkeleri ve diğer Avrupa halklar ile karışan Ogur Grupları izler. 
Bunlar içinde yer alan; 

- Bulgarlar iki kola ayrılır; 

 * İdil Volga Bulgarları; 9. yüzyılda İslamiyet.i kabul ettikten sonra Hazarların kontrolüne girdiler. 
 * Tuna Bulgarları ise 10. yüzyılda Hıristiyanlaşma ile birlikte Slavlaşmaya 
başladılar ve 14. yüzyılda Osmanlı hâkimiyetine girdiler. 

 - Avarlar içinden Macar grupları çıkar. Macarları grupları içinde Fin, Ogur ve Sekel Türkleri bulunmaktadır. 

 - Hazar Devleti (6.-11. yüzyıl) kurulmadan önce bölgeye Hunlar gelmeye devam etmektedir. Gök-Türkler.e bağlı olarak yaşıyorlardı. 630 yılında Batı Gök-Türkleri Çin hâkimiyetine girince kendi devletlerini ilan ettiler. Daha sonra gelen Peçenek ve Kıpçaklar da 

Hazar Devleti.ne katılır ve yöneticileri Museviliği kabul eder. Museviliği tercihte o dönemde bir yandan Bizans ülkesinden kovulan Yahudilerin gelmeleri diğer yandan Araplar ile sürekli savaş halinde olmaları etkili olur. Ancak, Hazar ülkesinde Gök Tanrı inancı, İslamiyet ve Hıristiyanlık yanında Musevi oranı yüzde beş.ten fazla olmamıştır. 

 Türklerin Müslüman olmasına kadar olan dönemde: 

 Orta Asya.da Cengiz Han dönemi; Japon Denizi.nden Doğu Avrupa.ya kadar hâkim imparatorluk 30-40 yıl kadar sürdü. Bu imparatorluğun yıkılmasından dört devlet ortaya çıktı; 

 - Altın Orda (1227-1502; Doğu Avrupa), 

 - Çağatay (1227-1370; Özbekistan-Türkmenistan), 

 - İlhanlılar (1256-1336; İran, Anadolu ve Türkmenistan ın bir kısmı), 

 - Kubilay Hanlığı (1280-1368; Türk-Moğol Devleti; Kubilay.ın Moğolistan ağırlıklı ve bir kısmı Çin içinde). 

 - Nogay Hanlığı (1259-1557). 

 - Kasım Hanlığı (1445-1681). 

 Yukarıdaki yapı Orta Asya.da 15. yüzyıla kadar devam eder. Bu dört devlet gücünü kaybedince; 

 - Çağatay Devleti.nin bulunduğu yerde Timur Hanedanı ortaya çıktı. 1390.larda Altın Ordu Devleti.ni yıktı ve onun yerine hanlıklar dönemi başladı; 

 - Kazan Hanlığı (1437-1552); Bugünkü Tataristan ata babaları olup, 1552.de Ruslar ele geçirdi. 

 - Kırım Hanlığı (1441-1783); Fatih Sultan Mehmet zamanında Osmanlı hâkimiyeti ne girdikten (1475) sonra 1774.deki Küçük Kaynarca Anlaşması ile bağımsız oldu, 10 sene sonra Ruslar ele geçirdi. 

 - Sibir Hanlığı (-1598); Sibir (Sabirler) coğrafyasında Kazakistan şekillendi. 

 Cengiz Han.ın 1206 daki Moğol İmparatorluğu.ndan önce ilk Müslüman Türk 
devletleri olan şu devletler vardı; 

 - Karahanlı Devleti (10.11. Yüzyıl; kendi içinde yıkıldı), 

 - Harzemşahlar (Aral güneyinde, Moğollar yıktı), 

 - Hindistan Gazneli Devleti (Selçuklu Tuğrul Bey yok etti). 

 Timur İmparatoruğu (1370-1507) ve Harzemşahlar.ın yıkılmasından sonra bazı 
mahalli/şehir devletleri ortaya çıktı; 

 - Özbek Hanlığı (Şibaniler; 1428-1599) 

 - Hive Hanlığı (1512-1873), 

 - Buhara Hanlığı (1599-1868), 

 - Hokand Hanlığı (1710-1876). 

 Kendi aralarında ve içlerinde güç mücadeleleri yaşayan bu hanlıklar 19. yüzyılda Ruslar tarafından işgal ve ilhak edildiler. Ayrıca şu devlet ve hanlıkları da saymalıyız; 

 - Yaka Türkmenleri (Türkmenistan), 

 - Azerbaycan Hanlıkları, 

 - Kazak Hanlığı ve Yüzler (Cüzler), 

 - Kırgızlar, 

 - Doğu Türkistan (Kaşgar Hanlığı), 

 - Safeviler (1502-1732). 

     (3) Güney Asya Türk tarihi (Hindistan.dan doğuya uzanan coğrafya); 

Güney Asya Türklüğü içinde sırası ile şu devletler çıkar; 

 - Akhunlar; Hun Devleti parçalanınca göç edenlerden Afganistan-Hindistan arasında kurulur. 

 - Gazneliler (Müslümanlığı kabul etmiştir.), 

 - Delhi Türk Sultanlığı, 

 - Babür İmparatorluğu; Hindistan.da 1858 yılına kadar yaşayan Türk-Moğol Devleti, bu devletten bugüne gelen ve hala Türkçe konuşan insanlar olduğu bilinmektedir. 

    (4) Anadolu Türk tarihi (Oğuz Ağırlıklı); 

 Anadolu Türklüğü; M.S. 375.de Hun orduları Anadolu.ya gelmeye başlar. Selçuklu döneminde ise Oğuz Akınları başlar. Kurulan devletleri sıra ile şöyle sıralayabiliriz; 

 - Büyük Selçuklu Devleti (Ortadoğu), 

 - Türkiye.de ilk kurulan devletler (Danişmentliler, Saltuklular, Mengücekler, 
Artuklular, Sökmenliler, İnanoğulları, Çubukoğulları, Çaka Bey vd.). 

 - Anadolu Selçuklu Devleti, 

 - Beylikler/Atabeylikler (Karamanoğulları, Germiyanoğulları, Saruhanoğulları, 
Aydınoğulları, Karesioğulları, Hamitoğulları vd.) 

 - Türk Memlüklü Devleti (Mısır), 

 - Osmanlı Devleti, 

 - Türkiye Cumhuriyeti. 

    (5) Ortadoğu Türk tarihi; 

- Suriye ve Irak (Oğuz) Türkleri, 

- Kafkasya.dan gelen Kuman/Kıpçaklar (Eyyubiler ve Memlükler), 

- Afrika Türkleri (Mısır ve Fas arasında dağılmış Koloğlu/Kuloğlu ailesi mensupları). 

 Türk tarihin yazılması ile ilgili esasları özetleyecek olursak; 

 - Türk tarihi coğrafyaya dayalı kronolojik esaslara göre yazılmalıdır. 

- Onomastik, Tamga, Etimoloji ve Dil gibi tarih çalışması yöntemleri kullanılması ve bu alanlarda uzmanlar yetiştirilmelidir. (Örneğin Çor, Tuva, Hakas, Yakut gibi Sibirya Türkleri bir boya bağlanmasa da ortak Türkçe kullanıyorlar.

 - Saha Çalışmaları yapılmalıdır. 

- Milli kapsamda gen çalışmaları yapılmalı, Batı istismarına bırakılmamalı, kendi gen çalışmalarımızı yapmalıyız. 

   Bugüne kadar yapılan nazir alan çalışmaları kısa vadeli olmaktan ve akademik kariyer amaçlı çalışmalardan öteye geçmedi. 

   Önce  Kavim, boy, aşiret, oymak çalışmaları ile işe başlanmalı, onomastik (yer, kişi, millet adları) üzerinde uzmanlaşılmalı, diğer yandan gen çalışmalarına ağırlık verilmelidir. 

Türk tarihini incelemek için evrensel tarihin bütün dallarında, bir dizi kavmin dili ve tarihi üzerinde uzman yetiştirmek ve söz sahibi olmak gerekmektedir33. Türk tarihçiliğine ilişkin Gürcü, Ermeni, Bizans, İran, Rus ve o asırların İtalyan kaynaklarını, özellikle de Papalık arşivlerini bilmiyoruz. Türk tarih yazıcısı Çince, Moğolca, Farsça, Rusça, Macarca, Latince başta olmak üzere Türk tarihin uzandığı her coğrafyadaki eski dilleri bilmelidir. Türk tarihçiliği konusunda Zeki Velidi Togan seviyesinde on tane tarih coğrafyacsı, Rus doğu bilimci Wilhelm Radloff gibi dil bilen yirmi tane bilim insanı lazımdır34. 

 Türk tarihi yazabilmek için Avrupa tarihi, Rus tarihi, Macar tarihi, sömürge tarihi gibi pek çok alanda uzmanlarımız olmalı, bu uzmanlar ilgili tarih çalışmalarından Türk tarihine köprü sağlamalıdır. Tarih alanında bilim insanı olacak kişi diğer bilim alanları kadar çok zeki olmalıdır ve çok disiplinli çalışabilmelidir. 

Türkiye deki tarih bölümleri ise çok düşük puanlar ile öğrenci almakta ve buralarda tarih uzmanı yetişmemekte dir. 

Türk tarihi sadece olan biteni kronolojik olarak anlatacak bir tarih yazımı ile 
kalmamalı, tarihin tüm alanlarında uzmanlar yetiştirilmeli ve eserler verilmelidir. 

Örneğin 

“Batı edebiyatında Türk imajının nasıl kötü bir şekilde algılatıldığı” üzerinde çalışılmalıdır. 
Türk tarihi sadece savaş tarihi değildir; edebiyatımız, müzik tarihimiz gibi kültürel tarih alanlarında da eserler verecek uzmanlar yetiştirilmelidir. Türklerin yaşam tarzı, mimarisi, toplumda kadının yeri gibi toplumsal konular da bu çalışmalara ilave edilmelidir. 

Sonuç.. 

Türkçülüğün en önemli savunucularından olan Mustafa Kemal Atatürk, yeni Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan altı ay sonra Türk Tarih Kurumu.nu teşkil etmiş ve bu kuruluş Türkoloji.nin bir bilim dalı olarak ülkemize yerleşmesinde önemli rol oynamıştır. Türk Tarih Kurumları kuruldu ama Atatürk.ten sonra aktif çalışmadı. Atatürk.ten beri saha çalışması yapılmadı. Atatürk döneminde onun desteği ile Toros.tan Erzurum.a kadar gezerek bazı çalışmalar yapıldı ve “Halk Bilgisi” dergisinde yayınladı. Tarih çalışmalarımızda en önemli sorun devletin milli politikası olmamasıdır. Tarih çalışmaları Türk Tarih Kurumu liderliğinde 
olmalı, kurum aktif hale getirilmelidir. Türk devleti Türkiyat çalışmalarını desteklese, dünya tarihi değişir. 

Diğer yandan Türk tarihi çalışmaları için iki üniversite pilot seçilmeli, politika 
belirleme, saha ve Akademik Çalışmalar için merkez görevi görmelidirler. Söz konusu çalışmalar tarih alanında gerçek bilim adamları olan bir beyin takımı önderliğinde olmalıdır 35. 
Günümüzde Türkistan (Orta Asya) Türklerin ata yurdu; Anadolu, Kafkaslar ve Balkanlar anayurdu oldu. Yüzyıllardır üstü örtülen Türk Dünyası, kendi kültürünün bütün özellikleriyle gün ışığına çıkarken, bu kültürü külleri arasında, baskılar altında uzun süre koruyanlara, yaratıcılarına ve bütün dünyada ezilen Türk kuşaklarına karşı aydınlarımızın borçları, sorumlulukları vardır. 

    Tarih Çalışmaları ile öncelikle onları yeniden bulmalı, kültürel olarak Türk Dünyasına Kazandırmalıyız. 


DİPNOTLAR;

1 Umay Türkeş Günay, Türklerin Tarihi, 2. Baskı, Akçağ Yayınları, (Ankara, 2007), 37-38. 
- Sovyet arkeologlarına göre; Ön Türk kültürü M.Ö. 1700-2000 yılları arasında Altay dağlarının kuzeybatısındaki Andronovo kültürü içinde görülmüştü. Bu kültür ise M.Ö. 2500- 1700 tarihleri arasındaki Afanasyevo kültüründen doğmuştu2. M.Ö. 2000.den öncesine ait olduğu tespit edilen Afanasyevo ve devamını temsil eden Androvo kültürlerinin temsilcilerinin Brekisefal, savaşçı Türk ırkının ön tipi olduğu kabul edilmektedir 3. 
2 Süleyman Seydi, An Outline of 2000 Years of Turkish History, Ministry of Culture and Tourism, (Ankara, 2007), 7. 
3 Salim Koca, Türklerin Soy Kütüğü, Türkler Cilt 1, Yeni Türkiye Yayınevi, (Ankara, 2002), 260-265. 
4 İsmail Arabacı, Türklerin ve Türkiye’nin Toplum Yapısı, B Yayını, (İstanbul, 2009), 14. 
5 Halil İnalcık: İkinci Binde Türkler, Doğu Batı Makaleler I, Doğu Batı Yayınları, 2. Baskı, (Ankara, 2005), 325. 
6 Cumhurbaşkanlığı forsunda yer alan tarihte 16 Türk Devleti.ni sırası ile; büyük Hun İmparatorluğu (M.Ö.220-M.S.48), Batı Hun Devleti (48-216), Avrupa Hun Devleti (375-454), Ak Hun Devleti (450-562), Göktürk Devleti (552-743), Avar İmparatorluğu (565-803), Hazar İmparatorluğu (651-983), Uygur Devleti (744-1209), Karahanlılar Devleti (940-1040), Gazneliler (983-1183), Büyük Selçuklu İmparatorluğu (1040-1157), Harzemşahlar (1157-1231), Altınordu Devleti (1236-1502), Büyük Timur İmparatorluğu (1368-1501), Babür İmparatorluğu (1526-1858), Osmanlı İmparatorluğu (1299-1922), Türkiye Cumhuriyeti (1923-) oluşturmaktadır. 
7 Anıl Çeçen: Türk Devletleri, İnkilap Yayınevi, (İstanbul, 1998), 14. 
8 Suat İlhan, Türk Olmak Zordur, Kimliğimizin Kaynakları, Alfa Yayınları, (İstanbul, 2009),304. 
9 Omeljan Pritsak, Türk-Slav ortak Yaşamı: Güneydoğu Avrupa’nın Türk Göçebeleri, C.II, 512-514. 
10 Akdes Nimet Kurat, Rusya Tarihi, Türk Tarih Kurumu, (Ankara, 1987), 23. 
11 Halil İnalcık, Devlet-I Aliyye, Osmanlı İmparatorluğu Üzerine Araştırmalar-I, Klasik Dönem (1302-1606), Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, (Mayıs, 2009), 176. 
12 Mahmut Goloğlu, Anadolu’nun Milli Devleti Pontos, Kalite Matbaası, (Ankara, 1973), 71. 
13 Lev Nikolayeviçen Gumilov, Eski Türkler, Rusçadan Çev.: D.Ahsen Batur, Birleşik Yayıncılık, (İstanbul, 1999), 14. 
14 Huri İslamoğlu, Otoman History As World History, The ISIS Press, (İstanbul, 2007), 109. 
15 Yılmaz Öztuna, Türkiye Tarihi, Cilt 1, Hayat Yayınları, (İstanbul, 1963), v. 
16 Gumilov, a.g.e., (1999), 20-21. 
17 Orhon ve Yenisey Yazıtları.nın dilini ilk çözen Danimarkalı dil bilgini V.L.P.Thomsen (1842-1927), bu keşfini Danimarka Bilimler Akademisi.nin 15 Aralık 1893.teki toplantısında açıklamış ve tam metnini yayımlamış, bu konudaki çalışmalarını 1925.e kadar sürdürmüştür. 
18 Halil İnalcık, Hermenötik, Oryantalizm, Türkoloji, Doğu Batı Makaleler I, Doğu Batı Yayınları, 2. Baskı, (Ankara, 2005), 54. 
19 Erol Göka, Türklerin Psikolojisi, Timaş Yayınları, 3. Baskı, (İstanbul, 2008), 43. 
20 Jeremy Black, Savaş ve Dünya, Askeri Güç ve Dünyanın Kaderi 1450-2000, Dost Yayınları, (Ankara, 2009), 14. 
21 Yılmaz Çolak, 1990’lı Yıllar Türkiyesinde Yeni Osmanlıcılık ve Kültürel Çoğulculuk Tartışmaları, Doğu Batı Düşünce Dergisi, Yıl 9, Sayı 38, Ağustos-Eylül-Ekim, (2006), 132. 
22 Halil İnalcık, Bilimler Akademisi. Tarihte ve Türkiye’de, Doğu Batı Makaleler I, Doğu Batı Yayınları, 2. Baskı, (Ankara, 2005), 20. Bozkurt Güvenç, Türk Kimliği, Kültür Tarihinin Kaynakları, (Ankara, 1993). 
23 Örneğin Halil Berktay.a göre “Orta Asya’dan Balkan’lara kadar uzanan bir Türk Milleti yoktur... Türkler ancak 19. yüzyıl sonlarından itibaren Türk adıyla millet haline geldiler.” Berktay.a göre Türk tarihini Orta Asya ya götüren gerici ve ırkçı tarih anlayışıdır. Halil Berktay, Ümit Hassan, Ayla Ödekan, Türkiye Tarihi, Cilt 1, Cem Yayınevi, (İstanbul, 2008), 68-72. 
24 Suat İlhan, Türk Olmak Zordur, Kimliğimizin Kaynakları, Alfa Yayınları, (İstanbul, 2009), 49. 
25 M. Ali Kılıçbay, Düşünen Siyaset, Esin Sanat ve Felsefe, (Eylül 99), 46. 
26 Erdoğan Aydın, Osmanlı Gerçeği, Literatür Yayınları, (İstanbul, 2018), (2018), 18. 
27 Aydın, a.g.e., (2018), 33. 
28 İ. Metin Kunt, Sina Akşin vd., Türkiye Tarihi Osmanlı Devleti, Cem Yayınevi, (İstanbul, 1988), 107. 
29 Halil İnalcık, İkinci Binde Türkler, Doğu Batı Makaleler I, Doğu Batı Yayınları, (Ankara, 2005), 338. 
30 İlber Ortaylı, Türklerin Tarihi, Timaş Yayınları, (İstanbul, 2015), Ortaylı, a.g.e., (2015), 28. 
31 Halil İnalcık, Osmanlı Tarihi Üzerinde Kamuoyunu İlgilendiren Bazı Sorunlar, Doğu Batı Makaleler I, Doğu Batı Yayınları, 2. Baskı, (Ankara, 2005), 208-209. 
32 Halil İnalcık, Türkiye Cumhuriyeti ve Osmanlı, Doğu Batı Makaleler I, Doğu Batı Yayınları, (Ankara, 2005), 389. 
33 Ortaylı, a.g.e., (2015), 16. 
34 Ortaylı, a.g.e., (2015),36-37. 
35 Bu kapsamda; Yusuf Hallaçoğlu, M. Abdülhaluk Çay, Ahmet Yaşar Ocaklı, Yunus Koç (Tarih ve Dil uzmanı),   Mehmet Öz, Bayram Kodaman, Haydar Çakmak, Ahmet Bican Ercilasun (Dil uzmanı) gibi bilim adamlarımızdan öncelikle istifade edilmelidir. 


***