jeopolitik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
jeopolitik etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ocak 2021 Pazartesi

COVID-19 VE AVRUPA: JEOPOLİTİK BİR MEGAFON ARAYIŞI

COVID-19 VE AVRUPA: JEOPOLİTİK BİR MEGAFON ARAYIŞI 




Jeopolitik Bir Megafon Arayışı 
Teresa CORATELLA 

Avrupa Dış İlişkiler Konseyi Roma  Ofisi Program Yöneticisi, İtalya 
Avrupa Birliği, Çatışma,  Çok Taraflılık, COVID-19, Teresa CORATELLA, Jeopolitik, Bir Megafon Arayışı, 


COVID-19 krizi artık üçüncü aşamasına girmektedir. İlki, Avrupa’daki ve dünyanın diğer bölgelerindeki insanların ayırım gözetmeyen, kural tanımayan, güçlü ve görünmez bir tehditle karşı karşıya kaldıkları acil tıbbi müdahale aşamasıydı. İkincisi, bütün dünyada hükümetlerin salgının yol açacağı uzun vadeli sonuçlara dair göstergelerin tedrici olarak ortaya çıkmakta olduğu ve ekonomik toparlanma konusunda net adımlar atılamadığı, benzeri görülmemiş bir ekonomik krizle başa çıkmaya çalıştıkları aşamadır. 
Üçüncü aşama ise, dünya liderlerinin ülkelerini bu süreçte siyaseten ayakta tutmalarını, bir başka deyişle COVID-19’un şekillendirmeye başladığı yeni küresel düzende yeni bir rol ve devlet aklı bulmaya yönelik bir strateji arayışına girdikleri siyasi kriz dönemidir. 
Bu yeni küresel düzende, ABD’nin COVID-19’un yayılmasında sorumluluğu bulunduğu suçlamasına dayalı yeni Çin söylemi, zaten istikrarsız bir ekonomik ve iç siyasi yapısı bulunan ve COVID-19’un zayıflattığı Rusya için yeni bir rol, virüsün etkileri henüz tam olarak ortaya çıkmamış olsa da sarsılmış bir Afrika kıtası ve ekonomik genişleme planlarını rafa kaldırmak zorunda kalan zayıflamış Asya ülkeleri görünmektedir. 
Bütün bunlar içerisinde AB’nin konumu nedir? Avrupa şu anda acil ekonomik toparlanma plan ve girişimleri ile derin siyasi görüş ayrılıkları arasında bir yerlerde kaybettiği jeopolitik megafonunu arıyor. 
COVID-19 krizi halının altına süpürülerek bugüne kadar saklanmış zaafları ve fay hatlarını birçok AB üyesi devlette gün yüzüne çıkartmaya başlamıştır. 
AB’nin yeni “jeopolitik” Komisyonu tarafından siyasi ivme kazandırılan güçlü Avrupalılık yaklaşımının rafa kalktığını ve yerini siyasi çatışmaya, beraberlik ve dayanışma yoksunluğuna bıraktığını görüyoruz. Birçok Avrupalı Kuzey-Güney bölünmesinin 2011 ekonomik ve mali krizinin sona ermesiyle birlikte gündemden düşerek bittiğini ummuş ve düşünmüştü. Ne yazık ki, yaklaşık on yıl sonra ve COVID-19 salgınının çıkagelmesiyle bu tür durumlara özgü geleneksel 
bölünmenin, itham etme alışkanlığının ve diyalog eksikliğinin yeniden su yüzüne çıktığını görüyoruz. Daha şimdiden Kuzey-Güney ayrışmasının ötesinde, Doğu ile Batı’nın, Kuzey ile Doğu’nun, Doğu ile Güney’in hatta şaşırtıcı bir biçimde 
Kuzey’in ve Güney’in kendi içlerinde çatıştığını gösteren yeni bir tür söylemle karşı karşıyayız. 
Avrupa’nın içinde kurucu üyeleri ve en büyük ekonomileri arasındaki bu dayanışma eksikliği daha da kötü bir senaryoyu, Avrupa siyasi projesinin geleceği konusundaki vizyon eksikliğini işaret ediyor. Avrupa küresel, bölgesel ve iç 
yapısı bağlamında kendini nasıl konumlandırmak istiyor? 
İlk olarak,  AB’nin iç düzeninde, Orban’ın Macaristan’ı ve Kaczynski’nin Polonya’sında yaşandığı üzere bazı üye devletlerdeki demokratik sapmaların yol açtığı “kontrollü bir anarşi” görüyoruz. Üstelik bu konuda AB son derece çekingen 
bir genel yaklaşım izlemektedir. Ayrıca, geleneksel Kuzey-Güney karşıtlığını daha da derinleştirebilecek yeni bir unsur olarak İtalya, İspanya ve Fransa gibi COVID-19’dan en fazla etkilenen, ekonomik açıdan nispeten zayıflamış ve AB’nin 
güneyinde yer alan ülkelerin içinde bulunduğu yeni bir coğrafi bölünmeyle karşı karşıyayız. Ayrıca siyasi ve toplumsal dayanışma yerine, ekonomik sağlamlığı öne çıkaran Kuzey ülkeleri var. 
İkinci olarak, AB’nin yakın coğrafyasında göç sorunu, Yemen’deki insani felaket, Suriye iç savaşı, Libya’daki savaş, İran dosyası, Kuzey Afrika’nın yeni ve darbeye açık demokrasilerinin yanısıra güçlenen otokrasilerinden oluşan çözülmemiş 
sorunların mevcudiyetini ve Brüksel’in bunlara ilgisizliğini görüyoruz. Avrupa COVID-19 acil tıbbi müdahale kâbusundan uyanıp ekonomik toparlanma planlarını gereği gibi yürütmeye başlayabildiğinde, bu coğrafyada ABD ile beraber sahip olduğu yerin ve nüfuzunun başkaları tarafından devralındığını görme tehlikesiyle karşı karşıya kaldığını görecektir. Güney-Doğu boyutunda, Avrupa tarihinin her zaman parçası olan ve AB’ye katılımları konusunda güvenilir adaylar olduklarının teslim edilmesini isteyen Batı Balkanlar ile Avrupa’nın belirsiz vizyon ve stratejisinden hayal kırıklığına uğramış, siyaseten zayıf durumdaki Ukrayna için de aynı durum geçerlidir. 

Üçüncü olarak,  AB’nin küresel ölçekteki konumu gelmektedir. Mevcut çok taraflı düzen COVID-19 krizinin yarattığı toplumsal, ekonomik ve siyasi sorunlarla baş edebilmek için şiddetle ihtiyaç duyulan ortak kararların alınamadığı, birlikte hareket edilemediği ve bu haliyle sürdürülebilir görünmeyen bir durum sergilemektedir. Bu küresel senaryoda Avrupa, diğer büyük güçler gibi tıkanmış ve hareketsiz kalmıştır. Eğer Avrupalı liderler masada somut bir plan bulunduğunu vatandaşlarına gösterecek şekilde gerekli tedbirlere ve eylemlere başvurmazlarsa, bu durumun yol açacağı sonuçları tahmin edebilmek hiç de güç olmayacaktır. 
Her şeyden önce, Avrupa vatandaşları Avrupa projesine olan inançlarını yitirebilir ve bugün Avrupa karşıtı siyasi beyanlarla tezahür eden katıksız ulus devlet ayarlarına geri dönebilirler. Brexit’le yaşananlar bugün çok geride kalmış 
gözükse de, özellikle vatandaşların AB kurumları ve siyasi liderleri tarafından ihmal edildikleri hissine kapıldıkları ülkelerde aynı süreç kolaylıkla tekrarlanabilir. COVID-19’un yayılışından ilk etkilenen ülke İtalya’yla ilgili olarak Bayan 
Lagarde ve Başkan Von der Leyden’in ilk tepkilerini hiç kimse bir çırpıda unutamayacaktır. Ulus devletlerin tedarikçi ve ortakları konumundaki küresel güçlerle ilişkilerinde müşterek strateji ve plan yapmak yerine ikili ilişkilerini öncelemeyi tercih edeceklerini görebiliriz. 

İkinci olarak, yeni AB Komisyonu tarafından duyurulan, içinde sadece miat ve standartlardan öte, mevcut çevre mevzuatı, uzun vadeli hedef ve altyapıların radikal biçimde değiştirilmesi ile yenilikçi ve iddialı “AB Yeşil Anlaşması”nın 
(Green Deal) da bulunduğu, cesur ve mantıksız planların geçici bir süre için ertelenmesi veya buna mecbur kalınması riski mevcuttur. 
Üçüncü olarak, AB hayati bir jeopolitik ivmeyi kaybetme riskiyle karşı karşıyadır. COVID-19 krizi İkinci Dünya Savaşı’ndan bu yana Avrupa’nın yaşadığı en ağır krizdir. Avrupa projesi barışı güvence altına almak, savaş, eşitsizlik, ayrımcılık ve yıkıcı iç çatışmaların bir daha yaşanmamasını sağlamak için ortaya atılmıştı. Avrupalı liderler ve siyasetçiler her zaman öngörüyle hareket etmeseler de, bunu sağlamakta başarılı oldular. Avrupa eğer iddialı ve cesur bir tavır benimsemez ise günün sonunda yine eşitsizlik, ayrımcılık ve yıkıcı iç çatışmalarla kolayca 
karşı karşıya kalabiliriz. 

COVID-19 krizi Avrupa için şaşırtıcı biçimde yeni değerler, dayanışma ve iddialı toplumsal ve ekonomik girişimlere dayanan yeni bir başlangıcı da temsil ediyor olabilir. Avrupa bütün bunları yapabilmek için öncelikle bir büyük güç olarak telakki edilmeyi isteyip istemediğine karar vermelidir. 
Avrupa bu konuda karar verdikten sonra diyaloğa girilebilecek, siyasi ve ekonomik çıkarları, ama hepsinden önemlisi vatandaşlarının çıkarları için müzakere edebilecek, güvenilir ve sağlam bir muhatap rolünü sağlamlaştırmaya yönelik bütün somut adımları atmalıdır. Avrupa bunu gerçekleştirmek, mesajını yaymak ve sesini yeniden şekillenen çok taraflı düzende duyurabilmek için şiddetle yeni bir megafona ihtiyaç duymaktadır. 

Not: Herkes bu sınamanın sadece Avrupa boyutuyla ilgilenmemelidir. Dünyadaki bütün oyuncular ve küresel taraflar aynı sınamalarla ve zorluklarla 
karşı karşıyadırlar. 

*** 

6 Ocak 2021 Çarşamba

COVID-19 Sonrası Dönemde Küresel Yönetişim., BÖLÜM 2

COVID-19 Sonrası Dönemde Küresel Yönetişim., BÖLÜM 2






Aizaz Ahmad CHAUDHRY
Pakistan Eski Dışişleri Bakanı, Pakistan Stratejik Araştırmalar
Enstitüsü Başkanı

SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 

Küresel Yönetişim, Çok Taraflılık,Jeopolitik, Biyolojik Tehditler,Aizaz Ahmad CHAUDHRY, Pakistan Eski Dışişleri Bakanı, Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Örgütü,Biyolojik Silahlar Sözleşmesi, Hibrit beşinci nesil savaşları,

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana egemen olan dünya düzeni birkaç yıldır ciddi baskı altındadır.

ABD’nin tek süper güç olarak üstünlüğüne, Çin’in dünya sahnesindeki yükselişine ve çoklu güç merkezlerinin ortaya çıkmasına yönelik sınamalar, dünya jeopolitiğini geri dönüşü olmayan bir şekilde etkilemiştir. Bununla birlikte yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı ve İslamofobi ile iç içe geçen dar bir bakışa sahip milliyetçiliğin yükselişi küresel yönetişim sistemindeki stratejik değişimleri tetiklemiştir. BM
Şartı'nda yer alan devletlerarası davranış ilkeleri, egemenlik ve toprak bütünlüğü ne saygı, çatışmama ve müdahale etmeme ilkelerinin ayaklar altında çiğnenmesi cezasız kalmış, bu da dünya düzeninde nizamsızlığa yol açmıştır. Donald Trump’ın
ABD Başkanlığını üstlenmesiyle, “Önce Amerika” yaklaşımı ile ortaya konan tek taraflılık, küreselleşme ve çok taraflılık ruhunu daha da zayıflatmıştır. İşbirliği yerine ekonomik baskı devletlerarası bir davranış haline gelirken, korumacı eğilimler serbest uluslararası ticareti engellemeye başlamıştır.

Bu değişikliklerin yer aldığı zaman diliminde ortaya çıkan COVID-19 sınaması, aylar içinde küresel yönetişimi eşi benzeri görülmemiş bir baskı altına almıştır. Salgının kendisinden ziyade, dünyanın dört bir yanında ülkeleri etkilemedeki muazzam hızı açısından benzersiz bir durum meydana gelmiştir. Gerçek şu ki insanlık zaten birçok pandemiye maruz kalmış ve her seferinde daha güçlü bir
ekonomik büyüme ve kalkınma ile yoluna devam etmiştir.

Ancak, bugün içinde yaşadığımız küreselleşmiş dünyanın bir sonucu olarak, hiçbir toplum virüsün ulaşamayacağı bir yerde değildir. Bu salgın siyasetten ekonomiye ve sosyolojiye kadar insan faaliyetlerinin her alanı üzerindeki etkisi nedeniyle her
yerde karşımıza çıkan bir sınama olmuştur.

Araştırmacılar Korona virüs salgını sona ermeden önce neden olacağı hasarın boyutunun hesaplanıp hesaplanmayacağı sorusuna cevap bulmak için
çabalamaktadır. Bununla birlikte, çok yönlü bu sorun ile mücadelede çok boyutlu küresel bir işbirliğine ihtiyaç duyulduğu konusunda fikir birliği vardır. COVID-19 sonrası dönemde dünyanın ilerleyeceği yönü daha iyi anlamak için öncelikle bu ölümcül virüsten etkilenen tüm alanlardaki eğilimleri doğru bir şekilde analiz etmemiz gerekmektedir.

COVID-19 pandemisinin en göze çarpan ve aynı zamanda ilk kurbanı küresel ekonomidir. Kaderin cilvesidir ki küresel ekonomi zaten iyi durumda değildi. Pandemi mevcut sorunları daha da kötüleştirdi. IMF'ye göre, küresel
büyümenin 2020 yılında %-3’e düşeceği öngörülmektedir.
Asya Kalkınma Bankası pandeminin bir sonucu olarak küresel ekonominin 8,8 trilyon ABD Doları zarara uğrayabileceğini tahmin etmektedir. İşsizlik oranları, kaygı ve belirsizlikle beraber hemen her ülkede yükselmektedir. Gelişmekte olan
ülkelerde artan yoksulluk ve beslenme yetersizliği, yoksulluğu azaltmak için on yıllardır titizlikle sürdürülen çalışmaları boşa çıkarmaktadır. Dünya Bankası, çoğunlukla Sahra altı Afrika ve Güney Asya'da olmak üzere, yaklaşık 23 milyon insanın yoksulluğa sürüklenebileceğini tahmin etmektedir. Petrole olan küresel talep, üretimdeki durgunlukla beraber dünya ekonomisini büyük bir küresel durgunluğa daha sürükleyerek düşmüştür. Dünyanın en büyük ekonomisi ABD'deki veriler bilhassa endişe vericidir. Avrupa, Japonya ve diğer önde
gelen ekonomilerde de durgunluk göze çarpmaktadır. 

Bazı iktisatçılara göre dünyayı 1920'lerin sonunda yaşanandan daha büyük bir ekonomik buhran beklemektedir.

Jeopolitik karmaşıklık ve belirsizlik de artmaktadır.

Soğuk Savaş'ın zirvesinde olan ABD ve Çin ile birlikte, dünya çapında yeni işbirliği olanakları şekillenmektedir. Örneğin Asya'da, ABD Çin’i dengelemek için Hindistan ile stratejik ortaklığını derinleştirmekte olup, Çin'in yükselişini kontrol altına almak amacıyla bölgedeki diğer müttefikleriyle birlikte çalışmaktadır. COVID-19'un ortaya çıkışı ve akabindeki birbirini suçlama oyunu, ABD ve Çin’i bu tehditle savaşmak için her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulan küreselleşmeden
uzaklaştırarak, büyük güç rekabetini yoğunlaştırmıştır. Halihazırda tek taraflılıkla mücadele halindeki çok taraflılık geçerliliğini yitirmektedir. 

    Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Örgütü ve diğer uluslararası kuruluşlar hızla değişen dünyada anlamlı kalabilmek için mücadele etmektedir.
Buna karşılık bölgecilik ilgi görmektedir. Kuşak ve Yol Girişimi sayesinde küreselleşmenin simgesi olarak ortaya çıkan Çin muhtemelen kendine yakın bölgelere daha fazla odaklanacaktır. Örneğin Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru,
Pakistan'ın Hint Okyanusu'nda yer alan kıyılarını Orta Asya ve Rusya üzerinden Avrasya kara kütlesine bağlayan büyük bir projedir. Bağlantısallık bölgesel işbirliğini yönlendirmeye devam edecektir.

Geleceği tahmin etmek kolay olmasa da COVID-19 sonrası dönemde küresel yönetişimi şekillendirecek belirgin eğilimler vardır. Birincisi, teknolojinin yaptığımız her şeyde üstlendiği tekil önemdir. Bilgi ekonomileri ve onun temel direği olan Ar-Ge faaliyetleri vasıtasıyla inovasyon her devletin uluslararası ortamdaki statüsünü belirleyecektir. Her ülkenin teknoloji kullanımına bağımlı olduğu düşünülürse, gelişmiş teknolojik altyapı oluşturanların avantajı olacaktır. Her ülke kendi başına olacağından son teknolojileri elde etmek için bir rekabet ortaya çıkacaktır. Kendine yeten ve güvenen bir teknolojik altyapı geliştirmek her ülkenin çıkarına olacaktır.
Tarımsal üretimde ve tarım temelli sanayide güçlü olan ülkeler düşük ekonomik büyüme ve uluslararası ticarette düşüşün beklendiği ekonomik durgunluk dönemlerinde ayakta kalabilmek için daha iyi bir konumda olacaktır. Gelişmekte
olan ülkeler uluslararası serbest ticaret lehine uzun süredir terk etmiş oldukları ithal ikamesi politikasını halihazırda canlandırma eğiliminde olabilirler.

Biyolojik tehditler yeniden gündemin merkezine oturdu. Hibrit beşinci nesil savaşların geleneksel savaşların yerini çoktan almasıyla biyolojik savaş çatışmaya girenlerin elinde önemli bir araç olarak ortaya çıkabilir. 
Devlet içi karışıklıkların devletlerarası çatışmalardan çok daha ölümcül bir hale gelmesiyle birlikte çatışmaların doğası da değişmektedir. Kısa sürede Arap Sonbaharına ve sonrasında Arap Kışına dönüşen 2011 Arap Baharının gösterdiği gibi, hibrit savaş ve toplumsal patlamalar geleneksel savaşları tarihin tozlu sayfalarında bırakmıştır. COVID-19 veya mutasyonları gibi ölümcül virüsler geleceğin hibrit savaşlarında bir araç olacak mıdır? Virüslerin savaşlarda araç olarak kullanılması sadece saldırganlar ve kurbanlar için değil, aynı zamanda bütün dünya için felakete neden olacağından, bu sorunun cevabının hayır olması umulmaktadır.

183 Devlet, taraf oldukları Biyolojik Silahlar Sözleşmesi’nde (BSS) barışçıl amaçlar dışında biyolojik ajan/toksin geliştirmemeyi, stoklamamayı veya edinmemeyi ya
da bu ajan/toksinleri düşmanca amaçlarla veya bir silahlı çatışmada kullanmamayı taahhüt ettikleri için BSS’yi güçlendirmek belki de dünya için ihtiyatlı bir davranış
olacaktır. Öte yandan, teröristlerin ve devlet dışı aktörlerin, biyoterörizm veya biyolojik savaş yürütmek için virüsleri ve ölümcül biyolojik ajanları ele geçirebileceğine dair korkular da bulunmaktadır. Tüm devletler biyolojik bir savaşın içine girmemek ve devlet dışı aktörlerin laboratuvarlardaki ölümcül
biyolojik ajanlara erişimini önlemek için bir araya gelmelidir.

BSS gibi sözleşmelere sürekli bağlılık, gelecekte bu tür biyolojik tehditlerin ortaya çıkmasını ve yanlışlıkla veya izinsiz yayılmasını engellemeye yardımcı olabilir.

Dünya olağanüstü bir belirsizlik, ekonomik durgunluk ve muhtemel bir bunalım dönemine doğru ilerlerken, bir araya gelme ihtiyacı her zamankinden daha fazla hissedilir hale gelmiştir. 
Büyük güçlerin liderleri özel bir sorumluluk taşımakta dır. Bu çerçevede, en önde gelen güç olan ABD küresel sorumluluklarından kaçınmamalıdır. 
ABD halkı soyutlanma politikasını reddetmelidir. Çünkü dünyamız, onu yaşanacak daha iyi bir yer haline getirmek için yapıcı bir rol üstlenen ABD ile daha müreffeh olacaktır. Çin halihazırda fazlasıyla sergilediği küreselleşmeye yönelik gayretini  korumalıdır. Diğer büyük güçler inanç veya etnik kökene dayanan dar milliyetçiliğin peşinden gitmemelidir. 
     Dünyadaki tüm ulusların birlikte yerine getirmeleri gereken muazzam bir görev bulunmaktadır: Öncelikle ortak düşman COVID-19 tehdidiyle savaşılmalı, daha sonra İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra tanık olduğumuz işbirliği ruhuna dayanan küresel sistem yeniden oluşturulmalıdır.

DİPNOTLAR: 

1. “World Economic Outlook: The Great Lockdown,” World Economic
Outlook Report, Vaşington DC: Uluslararası Para Fonu, Nisan 2020.
2. “An Updated Assessment of the Economic Impact of COVID-19,” ADB
Briefs, Manila: Asya Kalkınma Bankası, 2020.
3. Daniel Gerszon Mahler, Christoph Lakner, R. Andres Castenda Aguilar,
Haoyu Wu, “The Impact Of COVID-19 (Coronavirus) On Global Poverty:
Why Sub-Saharan Africa Might Be The Region Hardest Hit,” World Bank
Blogs, 2020, https://blogs.worldbank.org/opendata/impact-COVID-19-
coronavirus-global-poverty-why-sub-saharan-africa-might-be-regionhardest.
4. “The Biological Weapons Convention: Convention on the Prohibition of
the Development, Production and Stockpiling of Bacteriological (Biological)
and Toxin Weapons and on their Destruction,” Birleşmiş Milletler, 
https://www.un.org/disarmament/wmd/bio/

***


COVID-19 SONRASI DÖNEMDE KÜRESEL YÖNETİŞİM BÖLÜM 1

COVID-19 SONRASI DÖNEMDE KÜRESEL YÖNETİŞİM BÖLÜM 1




Aizaz Ahmad Pakistan Eski Dışişleri Bakanı, 
CHAUDHRY Pakistan Stratejik Araştırmalar Enstitüsü Başkanı 

SAM Yayınları 
ANTALYA DiPLOMASi FORUMU
COVID-19 Sonrası Dünya: İşbirliği mi Rekabet mi? 

Küresel Yönetişim, Çok Taraflılık, Jeopolitik, Biyolojik Tehditler,  

İkinci Dünya Savaşı’nın sona ermesinden bu yana egemen olan dünya düzeni birkaç yıldır ciddi baskı altındadır. 
ABD’nin tek süper güç olarak üstünlüğüne, Çin’in dünya sahnesindeki yükselişine ve çoklu güç merkezlerinin ortaya çıkmasına yönelik sınamalar, dünya jeopolitiğini geri dönüşü olmayan bir şekilde etkilemiştir. Bununla birlikte yabancı düşmanlığı, göçmen karşıtlığı ve İslamofobi ile iç içe geçen dar bir bakışa sahip milliyetçiliğin yükselişi küresel yönetişim sistemindeki stratejik değişimleri tetiklemiştir. 

BM Şartı'nda yer alan devletlerarası davranış ilkeleri, egemenlik  ve toprak bütünlüğüne saygı, çatışmama ve müdahale etmeme ilkelerinin ayaklar altında çiğnenmesi cezasız kalmış, bu da dünya düzeninde nizamsızlığa yol açmıştır. Donald Trump’ın ABD Başkanlığını üstlenmesiyle, “Önce Amerika” yaklaşımı 
ile ortaya konan tek taraflılık, küreselleşme ve çok taraflılık ruhunu daha da zayıflatmıştır. İşbirliği yerine ekonomik baskı devletlerarası bir davranış haline gelirken, korumacı eğilimler serbest uluslararası ticareti engellemeye başlamıştır. 
Bu değişikliklerin yer aldığı zaman diliminde ortaya çıkan COVID-19 sınaması, aylar içinde küresel yönetişimi eşi benzeri görülmemiş bir baskı altına almıştır. Salgının kendisinden ziyade, dünyanın dört bir yanında ülkeleri etkilemedeki muazzam hızı açısından benzersiz bir durum meydana gelmiştir. Gerçek şu ki insanlık zaten birçok pandemiye maruz kalmış ve her seferinde daha güçlü bir ekonomik büyüme ve kalkınma ile yoluna devam etmiştir. 

Ancak, bugün içinde yaşadığımız küreselleşmiş dünyanın bir sonucu olarak, hiçbir toplum virüsün ulaşamayacağı bir yerde değildir. Bu salgın siyasetten ekonomiye ve sosyolojiye kadar insan faaliyetlerinin her alanı üzerindeki etkisi nedeniyle her 
yerde karşımıza çıkan bir sınama olmuştur. 
Araştırmacılar Koronavirüs salgını sona ermeden önce neden olacağı hasarın boyutunun hesaplanıp hesaplanamayacağı sorusuna cevap bulmak için çabalamaktadır. Bununla birlikte, çok yönlü bu sorun ile mücadelede çok boyutlu küresel bir işbirliğine ihtiyaç duyulduğu konusunda fikir birliği vardır. COVID-19 sonrası dönemde dünyanın ilerleyeceği yönü daha iyi anlamak için öncelikle bu ölümcül virüsten etkilenen tüm alanlardaki eğilimleri doğru bir şekilde analiz etmemiz gerekmektedir. 

COVID-19 pandemisinin en göze çarpan ve aynı zamanda ilk kurbanı küresel ekonomidir. Kaderin cilvesidir ki küresel ekonomi zaten iyi durumda değildi. Pandemi mevcut sorunları daha da kötüleştirdi. IMF'ye göre, küresel büyümenin 2020 yılında %-3’e düşeceği öngörülmektedir. 
Asya Kalkınma Bankası pandeminin bir sonucu olarak küresel ekonominin 8,8 trilyon ABD Doları zarara uğrayabileceğini tahmin etmektedir. İşsizlik oranları, kaygı ve belirsizlikle beraber hemen her ülkede yükselmektedir. Gelişmekte olan 
ülkelerde artan yoksulluk ve beslenme yetersizliği, yoksulluğu azaltmak için on yıllardır titizlikle sürdürülen çalışmaları boşa çıkarmaktadır. Dünya Bankası, çoğunlukla Sahra altı Afrika ve Güney Asya'da olmak üzere, yaklaşık 23 milyon insanın yoksulluğa sürüklenebileceğini tahmin etmektedir. Petrole olan küresel talep, üretimdeki durgunlukla beraber dünya ekonomisini büyük bir küresel durgunluğa daha sürükleyerek düşmüştür. Dünyanın en büyük ekonomisi ABD'deki veriler bilhassa endişe vericidir. Avrupa, Japonya ve diğer önde gelen ekonomilerde de durgunluk göze çarpmaktadır. Bazı iktisatçılara göre dünyayı 1920'lerin sonunda yaşanandan daha büyük bir ekonomik buhran beklemektedir. 
Jeopolitik karmaşıklık ve belirsizlik de artmaktadır. Soğuk Savaş'ın zirvesinde olan ABD ve Çin ile birlikte, dünya çapında yeni işbirliği olanakları şekillenmektedir. 

Örneğin Asya'da, ABD Çin’i dengelemek için Hindistan ile stratejik ortaklığını derinleştirmekte olup, Çin'in yükselişini kontrol altına almak amacıyla bölgedeki diğer müttefikleriyle birlikte çalışmaktadır. COVID-19'un ortaya çıkışı ve akabindeki birbirini suçlama oyunu, ABD ve Çin’i bu tehditle savaşmak için 
her zamankinden daha fazla ihtiyaç duyulan küreselleşmeden uzaklaştırarak, büyük güç rekabetini yoğunlaştırmıştır. 

Halihazırda tek taraflılıkla mücadele halindeki çok taraflılık geçerliliğini yitirmektedir. Birleşmiş Milletler, Dünya Sağlık Örgütü ve diğer uluslararası kuruluşlar hızla değişen dünyada anlamlı kalabilmek için mücadele etmektedir. 
Buna karşılık bölgecilik ilgi görmektedir. Kuşak ve Yol Girişimi sayesinde küreselleşmenin simgesi olarak ortaya çıkan Çin muhtemelen kendine yakın bölgelere daha fazla odaklanacaktır. Örneğin Çin-Pakistan Ekonomik Koridoru, 
Pakistan'ın Hint Okyanusu'nda yer alan kıyılarını Orta Asya ve Rusya üzerinden Avrasya kara kütlesine bağlayan büyük bir projedir. Bağlantısallık bölgesel işbirliğini yönlendirmeye devam edecektir. 
Geleceği tahmin etmek kolay olmasa da COVID-19 sonrası dönemde küresel yönetişimi şekillendirecek belirgin eğilimler vardır. Birincisi, teknolojinin yaptığımız her şeyde üstlendiği tekil önemdir. Bilgi ekonomileri ve onun temel direği olan Ar-Ge faaliyetleri vasıtasıyla inovasyon her devletin uluslararası ortamdaki statüsünü belirleyecektir. Her ülkenin teknoloji kullanımına bağımlı olduğu düşünülürse, gelişmiş teknolojik altyapı oluşturanların avantajı olacaktır. Her ülke kendi başına olacağından son teknolojileri elde etmek için bir rekabet ortaya çıkacaktır. Kendine yeten ve güvenen bir teknolojik altyapı geliştirmek her ülkenin çıkarına olacaktır. 
Tarımsal üretimde ve tarım temelli sanayide güçlü olan ülkeler düşük ekonomik büyüme ve uluslararası ticarette düşüşün beklendiği ekonomik durgunluk dönemlerinde ayakta kalabilmek için daha iyi bir konumda olacaktır. Gelişmekte 
olan ülkeler uluslararası serbest ticaret lehine uzun süredir terk etmiş oldukları ithal ikamesi politikasını halihazırda canlandırma eğiliminde olabilirler. 
Biyolojik tehditler yeniden gündemin merkezine oturdu. Hibrit beşinci nesil savaşların geleneksel savaşların yerini çoktan almasıyla biyolojik savaş çatışmaya girenlerin elinde önemli bir araç olarak ortaya çıkabilir. Devlet içi karışıklıkların devletler arası çatışmalardan çok daha ölümcül bir hale gelmesiyle birlikte çatışmaların doğası da değişmektedir. Kısa sürede Arap Sonbaharına ve sonrasında Arap Kışına dönüşen 2011 Arap Baharının gösterdiği gibi, hibrit savaş ve toplumsal patlamalar geleneksel savaşları tarihin tozlu sayfalarında bırakmıştır. COVID-19 veya mutasyonları gibi ölümcül virüsler geleceğin hibrit savaşlarında bir araç olacak mıdır? Virüslerin savaşlarda araç olarak kullanılması sadece saldırganlar ve kurbanlar için değil, aynı zamanda bütün dünya için felakete neden olacağından, bu sorunun cevabının hayır olması umulmaktadır. 

183 Devlet, taraf oldukları Biyolojik Silahlar Sözleşmesi’nde (BSS) barışçıl amaçlar dışında biyolojik ajan/ toksin geliştirmemeyi, stoklamamayı veya edinmemeyi ya da bu ajan/toksinleri düşmanca amaçlarla veya bir silahlı çatışmada kullanmamayı taahhüt ettikleri için BSS’yi güçlendirmek belki de dünya için ihtiyatlı bir davranış 
olacaktır. Öte yandan, teröristlerin ve devlet dışı aktörlerin, biyoterörizm veya biyolojik savaş yürütmek için virüsleri ve ölümcül biyolojik ajanları ele geçirebileceğine dair korkular da bulunmaktadır. Tüm devletler biyolojik bir savaşın içine girmemek ve devlet dışı aktörlerin laboratuvarlardaki ölümcül biyolojik ajanlara erişimini önlemek için bir araya gelmelidir. 

BSS gibi sözleşmelere sürekli bağlılık, gelecekte bu tür biyolojik tehditlerin ortaya çıkmasını ve yanlışlıkla veya izinsiz yayılmasını engellemeye yardımcı olabilir. 
Dünya olağanüstü bir belirsizlik, ekonomik durgunluk ve muhtemel bir bunalım dönemine doğru ilerlerken, bir araya gelme ihtiyacı her zamankinden daha fazla hissedilir hale gelmiştir. Büyük güçlerin liderleri özel bir sorumluluk taşımaktadır. Bu çerçevede, en önde gelen güç olan ABD küresel sorumluluklarından kaçınmamalıdır. ABD halkı soyutlanma politikasını reddetmelidir. Çünkü dünyamız, onu yaşanacak daha iyi bir yer haline getirmek için yapıcı bir rol üstlenen ABD ile daha müreffeh olacaktır. Çin halihazırda fazlasıyla sergilediği küreselleşmeye yönelik gayretini korumalıdır. Diğer büyük güçler inanç veya etnik kökene dayanan dar milliyetçiliğin peşinden gitmemelidir. Dünyadaki tüm ulusların birlikte yerine getirmeleri gereken muazzam bir görev bulunmaktadır: Öncelikle ortak düşman COVID-19 tehdidiyle savaşılmalı, daha sonra İkinci Dünya Savaşı'nın bitiminden sonra tanık olduğumuz işbirliği ruhuna dayanan küresel sistem yeniden oluşturulmalıdır. 

***

19 Aralık 2019 Perşembe

Konvansiyonel Savaş Devri Geride mi Kaldı? BÖLÜM 2

Konvansiyonel Savaş Devri Geride mi Kaldı? BÖLÜM 2



Bütçe 

Devletlerin sürekli güvenlik arayışı, savaşın doğasından kaynaklanır. Çünkü 
Worrell’in (2011: 50) tespitiyle, tüm savaşları bitireceğine inanılan bir savaş (Birinci Dünya Savaşı) veya belirli bir düşmana karşı elde edilen kesin bir zafer (SSCB’nin çöküşü) başka savaşların hazırlayıcısı olmuştur. Ne var ki devletler, güvenliklerini sağlamak üzere sınırsız kaynaklara sahip değildir ve bu durum, kaynakların etkili ve verimli kullanılmasını zorunlu kılar. Savunma planlama sürecinin amaçlarından biri de budur; kriz, çatışma ya da savaş anında atılacak her bir merminin hem hedefi, hem de maliyeti bir sistematik dahilinde ortaya konulmalıdır. 

Plan ve programların hayata geçirilmesine yönelik ana çerçeveyi çizen savunma 
bütçesi, kaynak planlaması süreci ile ilintilidir. Kaynak planlaması ile ulusal çıkarlar, hedefler ve tehdit algılamaları arasında da sıkı bir ilişki mevcuttur. Davis (1994: 45), savunma harcamalarının algılanan tehdit düzeyi ve yetenekler ile olan ilişkisini ortaya koyduğu çalışmasında, ulusal çıkarların fazla kapsamlı olmadığı ve bu çıkarlara yönelik tehditlerin de düşük seviyede bulunduğu durumlarda, bütçe düzeyinin de düşük seviyede kaldığını belirtir. Çatışmaların maliyeti arttıkça, alınan siyasî ve askerî kararlar ile bu kararların arkasındaki paradigma daha yoğun sorgulanmaktadır. 

Öte yandan, tespit edilen paradigma üzerine inşa edilen güvenlik politikası, beliren tehditlere cevap verecek bütçe esnekliğine sahip olmadığı takdirde Şekil 2.’deki başarı alanının giderek daralması da kaçınılmaz hale gelmektedir. 
Hiçbir harekât sınırsız maliyet özgürlüğüne sahip değildir; öyleyse etkililik 
(efficiency)gelecek öngörülerinin şekillendiği sürecin gerçekçiliğinde aranmalı dır. Aksi halde, oluşturulan senaryoların kapsamadığı gri alanların başka aktörlerce süratle doldurulması sürpriz olmayacaktır. 


Yakın geçmişteki bazı çatışmaların tahminin maliyetlerinin yer aldığı 
Tablo2.’deki veriler, istenen son durum ile kaynaklar arasındaki dengenin önemini vurgulamaktadır. Tabloda gösterilen farklı ölçek ve boyuttaki çatışmalardan sadece dört tanesi (Panama 1989, Irak 1991, Kosova 1999, Afganistan 2001-2003) başlangıçta belirlenen stratejik hedefe ulaşılmasıyla neticelenmiştir. Kaynakların etkili kullanımının kamuoyu desteği ile doğrudan ilişkili olduğu düşünüldüğünde, ekonomik yönden kırılgan yapıya sahip ülkelerde oluşan kamuoyu hassasiyetinin, savunma harcamalarının etkililiğini daha da önemli hale getirmesi beklenir. 

Ekonomik durum, ulusal güvenlik stratejisinin dinamizminin de teminatıdır. 
Bu dinamizmi muhafaza adına, özellikle Soğuk Savaş sonrası dönemde askerî harcamaların kısılması, personel sayısının azaltılması gibi niceliksel uygulamalar yoğunluk kazanmıştır. Nicelik üstünlüğünün idamesine yönelik zorluklar, sayısal 
mukayeselerden uzaklaşarak niteliğe yatırım yapmayı dikte etmiş, Türkiye de bu süreci askerî güç dengesini muhafaza etmek koşuluyla tecrübe etmiştir. Konvansiyonel paradigma temeline oturan askerî güç dengesi, karşıt kuvvete denk bir gücün hazır bulundurulmasını esas almış, söz konusu tehdit tabanlı yaklaşım zaman içinde nicelik-teknoloji-insan gücü bağlamında yeniden yorumlanarak yetenek tabanlı anlayışa doğru evrilmeye başlamıştır. 1990’lı yılların ortalarındaki “iki buçuk savaş” stratejisi (Elekdağ, 1996), askerî harcamalara ayrılan payın küçülmesiyle birlikte güncellenmiş ve farklı spektrum daki tehditlerle baş edebilecek yetenekleri kazanma gayretleri yoğunluk kazanmıştır. 

Teknoloji 

Savaş, politik amaçlar için icra edilen, organize bir şiddettir (Gray, 2005: 30). 
Bu şiddet eyleminde kullanılan gücün maksadı, Clausewitz’in ifadesiyle, “düşmana isteklerimizi kabul ettirmektir.” Masadan kimin galip ayrılacağını belirleyen bu bilek güreşi, tarihi süreç içerisinde farklı biçimler almış ve odağın nicelikten niteliğe kaymasıyla birlikte teknolojiyi yeniden keşfetmiştir. 1896 yılındaki İngiltere-Zanzibar Savaşı’nı 45 dakikada sonlandıran ağır bombardımanın yarattığı etkinin benzerini, bugün farklı yöntemlerle oluşturmak mümkündür. Bununla birlikte, Mısır’ın 1000 tank ve 100 bin askerle katıldığı Altı Gün Savaşı’nın ve/veya 1982 Falkland Savaşı gibi 42 gün sürecek uzun soluklu bir mücadelenin gerçekleşme olasılığı varlığını korumakta, üstelik kapsamı (KBRN silahlarının kullanımıyla) genişleyerek daha ürkütücü bir hal alma olasılığı da bulunmaktadır. Büyük yıkımlara yol açabilen nükleer silahlar, geçmişin konvansiyonel savaşlarında operatif ve stratejik hedeflere ulaşma vasıtası olarak düşünülmüştür. Konvansiyonel bir savaşın hasmın sırtını yere getirmeyeceğini değerlendiren ülkeler, KBRN silah ve teknolojilerini caydırıcı bir güç olarak ellerinde tutma eğiliminde olmuşlardır. Bu eğilim varlığını koruduğu müddetçe, tehdidin doğasını tümüyle değiştirebilecek güçtedir. 


Teknolojik üstünlük ile ulusal güvenlik stratejisi ve tehdit algıları arasında karşılıklı bir etkileşim söz konusudur. Yüksek teknolojiye yönelik yatırımlar ve bunların sonucundaki ilerlemeler, konsept ve doktrinleri etkileyerek “nasıl bir savaş?” sorusunun cevabına girdi teşkil etmektedir. Harbin “nasıl” boyutuna ilişkin her türlü tahayyül mevcut imkan ve kabiliyetlerin tesiri altında kaldığından, sahip olunan teknolojik güç gelecek öngörülerini, güvenlik ihtiyacını ve tehdit algılarını da etkilemektedir. Bu kapsamda ulusal güvenlik stratejisinin tespiti ile başlayan planlama faaliyetlerinde önemli yer işgal eden Planlama, Programlama, Bütçeleme ve Uygulama (PPBUS) sürecinde; yeni teknolojilerin kazanımı, modernizasyon, ARGE gibi alanlara ilişkin yol haritaları belirlenir. Ülkenin ekonomik durumu ile orantılı biçimde gelişen teknolojik düzey, özellikle tedarik safhasında kaynakların ne yönde kullanılacağına ilişkin önemli ipucu niteliğindedir. 

Sınırlı kaynaklar, belirsizlik alanlarının mümkün olduğu ölçüde azaltılmasını 
ve başarı alanını genişletecek yatırımlar yapılmasını gerekli kılar. Çünkü gelişen 
teknoloji savaş ihtimalini zayıflat mamakta, aksine şiddet düzeyini artırmaktadır. 
Devletler arası konvansiyonel savaş ihtimalinin halen daha geçerli olduğunu savunan Gray (2005: 178), bu tezini, “yükselen güçlerin, bölgelerinde daha etkili olmak isteyeceğine ve bunun da endişe ve gerginliği besleyeceğine” dayandırır.

Öyleyse sorulması gereken soru, “Gelecekte devletler arası konvansiyonel bir savaş olabileceğine inanıyor muyuz?” yerine, “Gelecekte bu türlü bir savaş olmayacağını varsaymanın maliyetine katlanabilir miyiz?” olmalıdır (Gray, 2005: 187). Tehdit tabanlı planlama yaklaşımının esnekliğe imkan tanımayan katı doğasına alternatif olarak geliştirilen yetenek tabanlı yaklaşım, söz konusu soruya rasyonel bir cevap bulma adına planlamacılara önemli katkılar sağlamaktadır. 

Sonuç ve Değerlendirme 

Berlin Duvarı’nın yıkılması, ardından Doğu Avrupa’daki bürokratik yapıların 
çökmesi, dünyadaki dengelerin hızlı bir değişim sürecine girdiğinin habercisi olmuştur. 
Kısa bir süre sonra, bürokratik rejimlerin merkezi ve baskın gücü olan 
SSCB’nin de dağılmasıyla birlikte dünyadaki politik dengeler sarsılmış, zamanın 
ABD Başkanı George Bush’un “yeni dünya düzeni” olarak tanımladığı bu yeni 
dönem Fukuyama ve Huntington’ın tezlerinin çarpışmasına da tanıklık etmiştir. 
SSCB’nin sahneden çekilmesiyle, ABD ekonomik, askerî, teknolojik ve siyasî olarak tek kutuplu hale gelen dünyada üstünlüğünü pekiştirme mücadelesi verirken, güçler arasındaki hegemonya savaşı bazen örtülü, bazen açık olarak süregelmiştir. 
Dengelerin değişmesi ve kartların yeniden karılması yine silahlanma ve savaş anlamına gelmiş; bu önü alınamaz tırmanış soyut düşmanlar ve her an saldırı tehlikesi ile yüz yüze bulunan ülkeler ile George Orwell’in “1984” adlı romanını anımsatan tarzda cereyan etmiştir. Küreselleşmenin hız kazanmasıyla birlikte eski korkular, biçim değiştirerek derinleşmiş, ama tamamen kaybolmamıştır. Eski korkulardan en bilineni; büyük ölçekli bir konvansiyonel savaş tehlikesi, günümüz öngörülerindeki yerini, bir korku olarak değilse de korumaktadır. 

Konvansiyonel savaş devrinin geride kaldığı yönündeki yargı, değerler ve algılar 
temelinde biçimlenir. Devletler, gelecek öngörülerini inşa ederken bu değer ve 
algılardan yola çıkarlar. Ulusal güvenlik stratejisi, tehdit değerlendirmeleri, jeopolitik, bütçe ve teknoloji ile bahse konu algılar arasında iki yönlü bir etkileşim söz konusudur. Bu faktörler; bir yandan konvansiyonel savaş öngörülerini ve güvenlik paradigmalarını etkilerken, diğer yandan tarihsel bir süreç içerisinde ve demografik, ekonomik, kültürel etmenler eliyle şekillenen algıların etkisi altında kalırlar. 
Bu nedenle, geleceğin tahayyülü tek bir senaryoya bağlı kalmayan, çok yönlü ve esnek bir yaklaşımı zorunlu kılmaktadır. Gray’in (2014: 120) haklı tespitiyle, tarih okumalarının gösterdiği şey savaşların önceden kestirilemeyeceği, öyle olsa bile ne türde cereyan edeceğinin kesin olarak bilinemeyeceği gerçeğidir. Bu nedenle savaşlar, önceden yazılmış bir senaryoyu imkansız kalan, ölümcül ve interaktif bir tiyatrodan ibarettir. 

Ulusal güvenlik stratejileri planlamacılar için kılavuz niteliğindedir. Strateji, 
siviller ve askerlerin müşterek resmi ne şekilde gördüğünün somutlaşmış ifadesi 
olarak, gelecek tahayyüllerini ete kemiğe büründürür ve tehdit algısına son şeklini verir. Devletlerin ulusal güvenlik stratejileri incelendiğinde, Soğuk Savaş’ın son bulması ile birlikte giderek zayıflayan konvansiyonel tehdit değerlendirmesinin, planlamacıların tahayyül ufkunu bütünüyle terk etmediği görülmektedir (örn. İngiltere, Hindistan, Almanya). 

Bir diğer belirleyici faktör olarak jeopolitik, stratejiyi ve tehdit değerlen dirme lerini aynı ölçüde etkilemektedir. İki kutuplu yapının dağılmasıyla oluşan güvenlik boşlukları, coğrafya ile güvenlik ilişkisini bir kez daha gündeme taşımıştır. Coğrafya, askerî yeteneklerin tespitinde de önemli rol oynamaktadır. Bu kapsamda örneğin tankların doktrindeki kullanımı ile topografya arasında önemli bir bağıntı vardır. Bilhassa İkinci Dünya Savaşı ile birlikte konvansiyonel muharebelerin vazgeçilmezi olan tanklar, tehdit paradigmalarındaki değişimden fazlasıyla etkilenmiştir. 

Smith’in tespitiyle (2006: 1-2), tankların tanklarla savaştığı, topçu ve hava 
kuvvetleri ile desteklenen zırhlı birliklerin manevra yaptığı ve tankların belirleyici unsur olduğu en son savaş, Golan Tepeleri ve Sina Çölü’ndeki 1973 Arap-İsrail Savaşı olmuş, o tarihten bu yana binlerce tank üretilmiş ve devletler tarafından satın alınmıştır. Öyle ki 1991 yılına gelinceye dek, NATO’nun 23 bin, Varşova Paktı’nın ise yaklaşık 52 bin tanka sahip olduğu tahmin edilmekteydi. Tanklar, 1991 ve 2003 Irak Savaşında, 2000 yılında Çeçenistan’da kullanılmaya devam etmiş; fakat konvansiyonel doktrinde öngörüldüğü şekliyle, harekâtta belirleyici faktör ve hedefi ele geçiren stratejik ihtiyat olarak kullanımı uzunca zamandır gerçekleşmemiştir. 

Elbette bu, gelecekte olmayacağı anlamına gelmemektedir. 

Günümüzde asimetrik tehditler ve bilhassa terörizmle mücadele, planlamacıların 
gündemini yoğun olarak işgal etmekteyse de, konvansiyonel bir savaş olasılığı 
da göz ardı edilmemelidir. Yüksek maliyetlerinden dolayı böylesi savaşların artık 
gerçekçi olmadığı ve güncelliğini yitirdiği iddiası 11 Eylül saldırıları ile birlikte 
güçlense bile, konvansiyonel savaş konseptinin tarihe karıştığını söylemek ihtiyatlı bir yaklaşım değildir. Uluslararası sistemin değişken dinamikleri, bu savaşları her zaman için mümkün kılmaktadır. 

Askerî planlamacıları bekleyen belirsizlikler; dost ve düşman unsurların, savaşın 
türünün ve zamanının belirlenmesidir. Tüm bu belirsizlikler içinde en zoru zamanlamanın kestirilmesi dir. Dost ve düşman unsurların tanımlanması, diplomasinin görece yavaş gelişen/dönüşen seyri nedeniyle daha kolaydır. Ne tür bir savaş ile karşılaşılacağını belirleyen temel etmen ise, çevresel faktörlerdeki değişim hızı olacaktır. 

(Toft ve Imlay, 2006: 1-2). Öyleyse geleceğe ilişkin öngörüler, bu hıza ayak 
uydurabilecek esneklik ve uyumluluğa sahip olmalıdır. Güvenlik ortamının doğasında var olan belirsizliğin düzeyi, öngörülere ve öngörülerle şekillenen hazırlık seviyelerine doğrudan etki etmektedir. Hazırlıksız yakalanmanın maliyeti ağırdır. Soğuk Savaş döneminde savaşılacak taraf(lar)ın ve dolayısıyla planların belli olması dahi, ABD’nin, Kore ve Vietnam gibi öngörülmemiş krizlerle baş etmek zorunda kalmasını engelleyememiştir. 

Günümüzde bazı savaş türleri, modası geçmiş gibi görünse de bunlar tarih sahnesinden tamamen çekilmemişler dir. Çatışma ortamlarını besleyen ve büyüten koşulların her zaman değişebileceğini hatırdan uzak tutmamak gerekir. Bu değişim gerçekleştiğinde, bugün “eski moda” olarak görülen savaşlar yeniden sahneye çıkabilecektir (Gray, 2005: 36; Biddle, 2004: 6). 

Çünkü gelecekte savaşların ne tür bir biçim alacağı kesin olarak hiçbir zaman bilinemeyecektir. En azından onlarla yüzleşinceye kadar... 

Kaynakça 

2015 National Security Strategy (2015). 
https://www.whitehouse.gov/sites/default/files/docs/2015_national_security_strategy.pdf    Adresinden alınmıştır. 

A Strong Britain in an Age of Uncertainty: The National Security Strategy (2010). 
https://www.gov.uk/government/uploads/system/uploads/attachment_data/file 
/61936/national-security-strategy.pdf (Erişim: 24 Ocak 2015). 

Ankersen, C. (2014).The Politics of Civil-Military Cooperation: Canada in Bosnia, Kosovo, and Afghanistan, Hampshire: Palgrave Macmillan. 

Art, R. (1997). American Defense Policy, İçinde P. Hays ve diğerleri (Ed.), “To 
What Ends Military Power?”, London: The John Hopkins University Press. 

Biddle, S. (2004). Military Power: Explaining Victory and Defeat in Modern Battle, New Jersey: Princeton University Press. 

Creveld, M. (2005). The Oxford History of Modern War. İçinde C.Townsheld 
(Ed.), Technology and War II: From Nuclear Statement to Terrorism, New York: Oxford University Press. 

Davis, P. (1994). New Challenges for Defense Planning, Rethinking How Much 
is Enough. İçinde P.Davis (Ed.) Planning Under Uncertainty Then and Now: 
Paradigms Lost and Paradigms Emerging, RAND National Defense Research Institute. 

Davis, P.(2002).Analytic Architecture for Capabilities-Based Planning, Mission-
System Analysis, and Transformation, Santa Monica: RAND Corporation. 

Dixit, K.C. (2010). Sub-Conventional Warfare: Requirements, Impact and Way 
Ahead,Journal of Defence Studies, Vol.4, No.1, 120-134. 

Elekdağ, Ş. (1996). 2 ½ War Strategy, Perceptions,Mart-Mayıs 1996. 

French White Paper on Defence and National Security (2013). 
http://www.defense.gouv.fr/english/portail-defense (Erişim: 24 Ocak 2015). 

Gray, S. (2005). Another Bloody Century,London: Weidenfeld&Nicolson. 

Gray, S. (2014). Strategy & Defence Planning: Meeting the Challenge of Uncertainty, New York: Oxford University Press. 

Heidelberg Institute for International Conflict Research (2015). Conflict Barometer 2014, 
http://www.hiik.de/en/konfliktbarometer/pdf/ConflictBarometer_2014.pdf     (Erişim: 18 Ocak 2015). 

İsen, G. (2004). ABD Dış Politikasında Yeni Yönelimler ve Dünya. İçinde T.Ateş 
(Ed.), Amerikan Birliğinin Irak Yazı-Turası: Gücün Gerçeği mi, Gerçeğin Gücümü?,Ankara: Ümit Yayıncılık. 

Japan National Security Strategy (2013). http://www.cas.go.jp/jp/ 
siryou/131217anzenhoshou/nss-e.pdf (Erişim: 22 Ocak 2015). 

Jervis, R. (1984). Strategy and Nuclear Deterrence. İçinde S.Miller (Ed.), Deterrence and Perception, New Jersey: Princeton University Press. 

Kaplan, R. (2013).The Revenge of Geography: What the Map Tells Us About Coming Conflicts and the Battle Against Fate, New York: Random House. 

Knight, A. (2008). Civil-Military Cooperation in Post-Conflict Operations: Emerging Theory and Practice. İçinde C.Ankersen (Ed.), Civil-Military Cooperation and Human Security, Abingdon: Routledge. 

Moskos, C. (2000). The Postmodern Military: Armed Forces after the Cold War. 
İçinde C.Moskos, J.A.Williams, D.R.Segal (Ed.), Armed Forces after the Cold 
War, New York: Oxford University Press. 

Russia’s National Security Strategy to 2020(2009). http://www.isn.ethz.ch/DigitalLibrary/Publications/Detail/?id=154915 
(Erişim: 20 Ocak 2015). 

Savunma Politikası veTürk Silahlı Kuvvetleri (Beyaz Kitap 93). (1993). Ankara: 
Milli Savunma Bakanlığı. 

Savunma Politikası veTürk Silahlı Kuvvetleri (Beyaz Kitap 2000).(2000). Ankara: Milli Savunma Bakanlığı. 

Schnabel, A. ve Krupanski, M. (2014). Evolving Internal Roles of the Armed Forces: Lessons for Building Partner Capacity, Prism, Vol.4, No.4, 119-137. 

Securing an Open Society: Canada’s National Security Policy (2004). http://publications.
gc.ca/collections/Collection/CP22-77-2004E.pdf (Erişim: 24 Ocak 2015). 

Smith, R. (2006). The Utility of Force: The Art of War in the Modern World, London: Penguin Books. 

The National Security Strategy: Sharing a Common Project (2013). 
https://www.enisa.europa.eu/activities/Resilience-and-CIIP/national-cyber-se-
curity-strategies-ncsss/ES2_NCSS.pdf (Erişim: 27 Ocak 2015). 

Toft, M. ve Imlay T. (2006). The Fog of Peace and War Planning: Military and 
Strategic Planning Under Uncertainty. İçinde T.Imlay ve M.Toft (Ed.), Strategic 
and Military Planning Under the Fog of Peace, New York: Routledge. 

Townshend, C. (2005). The Oxford History of Modern War. İçinde C.Townsheld 
(Ed.), Introduction, New York: Oxford University Press. 

Türkiye’nin Savunma Politikaları ve Silahlı Kuvvetler’in Yapısı (Beyaz Kitap 1987).  (1987). Ankara: Milli Savunma Bakanlığı. 

White Paper 2006 on German Security Policy and the Future of Bundeswehr(2006). 
http://www.london.diplo.de/contentblob/1549496/Daten/78114/ 
German_security_defence_summary.pdf (Erişim: 24 Ocak 2015). 

White Paper on Defence and the Armed Forces of the Republic of the Bulgaria(2010). 
http://www.mod.bg/en/doc/misc/20101130_WP_EN.pdf 
(Erişim: 04 Ocak 2015). 

Wight, L. (2012). Airpower Dollars and Sense: Retjhinking the Relative Costs of 
Combat,Joint Forces Quarterly,66, 54-61. 

Winters, H., Galloway, G., Reynolds, W.J. ve Ryhne, D. (1998). Battling the Elements: Weather and Terrain in the Conduct of War, Baltimore: John Hopkins University Press. 

Worrell, M. (2011). Why Nations Go to War: A Sociology of Military Conflict, New York: Routledge. Millî Güvenlik ve Askerî Bilimler Akademik Dergisi 
İlkbahar-Spring 2015, Cilt/2, Sayı/No 6, 23-42 

***

Konvansiyonel Savaş Devri Geride mi Kaldı? BÖLÜM 1

Konvansiyonel Savaş Devri Geride mi Kaldı?  BÖLÜM 1





Yunus ÖZTÜRK* 
* Kurmay Binbaşı., ISCTE-Lizbon Üniversitesi Doktora Öğrencisi, yunozturk@gmail.com 
  Makalenin GelişTarihi:11.12.2015Kabul Tarihi: 12.03.2015 



Özet; 

Bu makalenin amacı, Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte zayıflayan konvansiyonel savaş olasılığını etkileyen faktörleri incelemek ve konvansiyonel tehdit algısının gerçekliğini ve güncelliğini sorgulamaktır. 
Bu maksatla güvenlik ortamının Soğuk Savaş yıllarından bu yana geçirdiği dönüşüm incelenmiş ve küreselleşme süreci ile birlikte gelişen post modern tehditlerin, konvansiyonel tehditlerden ayrışma süreci üzerinde durulmuştur. Gelecek öngörülerinde konvansiyonel savaş olasılığının varlığını ve planlama cıların algılarını etkileyen faktörler olarak ulusal güvenlik stratejisi, tehdit, jeopolitik, bütçe ve teknoloji başlıkları ele alınmış, her birinin paradigmalar üzerindeki tesirleri analiz edilmiş ve bu kapsamda bazı ülkelerin ulusal güvenlik strateji belgeleri incelenmiştir. Makalenin temel savı, iki kutuplu sistemin dağılmasından bu yana güvenlik literatürü ve planlama süreçlerinin dışında 
kalmaya başlayan konvansiyonel savaş olasılığının varlığını koruduğu ve bu olasılığı dışlayan yaklaşımların gelecekte yüksek maliyetlerle yüzleşmek durumunda kalabileceğidir. 

Değişen Tarih, Değişmeyen Korku 

İki kutuplu sistemin çözülmesi ile birlikte güvenlik ve savunma kavramları 
güncellenmeye başlanmış ve bu köklü ‘paradigma’ (değerler dizini) değişiminin 
planlama, programlama ve tedarik süreçlerine kaçınılmaz yansımaları olmuştur. 
İki büyük dünya savaşının ardında bıraktığı toplumsal, ekonomik ve askerî yıkımlarla baş etmek durumunda kalan devletler, Soğuk Savaşın sona ermesi ile birlikte tehdit algılamalarını ve bu algılar üzerine inşa ettikleri güvenlik yapılanmalarını yeniden gözden geçirmeye koyulmuşlardır. Küreselleşmenin hız kazanması bu gayretlerin yoğunluğunu artırmıştır, çünkü bu defa Sovyet doktrinine cevap olarak hazırlanan orduları çok daha farklı görevler beklemiştir (Schnabel ve Krupanski, 2014: 119-137; Ankersen, 2014: 39-42; Knight, 2008: 15). Derin bocalamaların da yaşandığı bu geçiş süreci, modern devletler için yeni fırsatlar ve riskleri beraberinde getirmiş; geçiş sürecine süratle uyum sağlayan modern ordular, küresel güvenlik boşluklarında beliren yeni görevleri üstlenme becerisini gösterirken, güvenliğin kavramsal çerçevesini cephe anlayışı üzerinden çizmeye devam edenler yeni dönemin alışılmadık risklerini göğüslemekte zorlanmıştır. Konvansiyonel tehditlere karşı hazırlanan savunma yapısı ve güvenlik anlayışı, üst düzeyde sürat, uyumluluk ve esneklik gerektiren yeni görevler karşısındaki yetersizliğini, bizzat yaşayarak tecrübe etmiş ve bu pahalı tecrübe, teoride ve pratikte reorganizasyon sürecine kapı aralamıştır. Yakın geçmişte yaşanan Kosova, Bosna, Somali örnekleri bahse konu sürecin laboratuvarları olurken, Afganistan ve Irak örnekleri yeniden biçimlenen paradigmanın sürat, uyumluluk, esneklik üçgenine sığdırılmayacak ölçüde çok boyutlu olduğunu gözler önüne sermiştir. 

Belirsizlik-yoğun güvenlik ortamında filizlenen yeni tehditleri ulus devlet-küreselleşme bağlamında değerlendirenler Soğuk Savaş’ın esasen sona ermediği, iki kutuplu gerginliğin yerini çok kutuplu gerginlik sürecine bıraktığı teziyle geleneksel yaklaşımı sürdürmüşlerdir. Gerçekten de, İsen’in tespitiyle (2004: 310), sınırlar arasında egemen olan savaş korkusu, ironik bir biçimde, tüfek namlularından barut gazları yükselmesini geçici de olsa önlemiştir; daha da önemlisi, kitlesel ölümleri peşinden sürükleyecek türden çılgınlıkların hayal dünyasından çıkarak  gerçeklikler âleminde hayat bulmasına engel olmuştur. Öte yandan konvansiyonel tehditlerin sahneden çekildiğini düşünenler, bu görüşlerini “hantal ve kalabalık ordular beslemenin artık gereksiz ve imkansız olduğu” yönündeki teze dayandırmışlar dır. Kalabalık ordu konseptini idame etmenin bilhassa gelişmekte olan ülkelerde giderek güçleştiğini ortaya koyan demografik verilerin de etkisiyle, modern ordularda, savaş dışı harekâta doğru kayan yoğun bir ilgi gözlemlenmiş; paralel olarak, güvenlik ve savunma literatürü, bilhassa son 30 yılda savaş dışı harekâtı vurgulayan, konvansiyonel savaşı geri plana iten epeyce akademik çalışma biriktirmiştir. 

1990’lı yılların sonundan itibaren savunma ve güvenlik alanında üretilen 
akademik çalışmalar, geneli itibarıyla, düzensiz (irregular) ve asimetrik tehditlere vurgu yapmış ve planlamacıların dikkatini konvansiyonel savaş olasılığından uzak tutmuştur. 

1900-2015 yılları arasındaki küçük, orta vebüyük ölçekli çatışmalar incelendiğinde konvansiyonel nitelik taşıyan savaşların, bilhassa İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra hızlı bir düşüş eğilimine girdiği, buna mukabil iç savaş, ayaklanma, terörizm gibi diğer çatışma türlerinin yoğunluğunu artırdığı görülmektedir. Heidelberg Enstitüsü’nün verilerine göre (2014: 16-17), 1945 yılında düşük, orta veyüksek yoğunluklu küresel çatışma sayısı 83 iken, 2014 yılında bu sayı 424’e yükselmiştir. 
Çatışma yoğunluğunun 1990’lı yılların başından itibaren önemli oranda arttığı 
ve devletler arası çatışmaların, yerini, devlet-içi çatışmalara bırakmaya başladığı tespit edilmiştir. 

Konvansiyonel savaş konsepti, 1945’ten itibaren ciddi anlamda zayıflamaya 
başlamıştır. 1945-2005 yılları arasını kapsayan bir araştırma (Creveld, 2005: 357358), dünya çapında meydana gelen yaklaşık 120 silahlı çatışmanın yüzde 80’inde aktörlerden biri veya her ikisinin devlet-dışı olduğunu ortaya koymuşsa da, konvansiyonel savaş olgusu varlığını tümden yitirmemiştir. Bu kapsamda örneğin İran-Irak Savaşı, teknolojinin yoğun olarak kullanılmadığı, bu yönüyle de Birinci Dünya Savaşını daha çok anımsatan konvansiyonel karakteriyle öne çıkmıştır. Nükleer güce dayanan korku dengesinin egemen olduğu dönemde ise ülkelerin nükleer silahlara sahip olma olasılığı, güçleri ile doğrudan ilişkili bir görünüm sergilemiştir. 

Gelişmiş ülkeler, güvenliklerini nükleer silahların yardımıyla ve üstelik daha az maliyetle sağlamaya çalışmışlardır. 

11 Eylül saldırıları ile birlikte yeniden biçim ve boyut değiştiren tehdit algısı, 
konvansiyonel tehditlerden ziyade kitle imha silahları ve terörizm gibi postmodern tehditleri esas alma konusundaki kararlılığı pekiştirmiştir. Bugün hemen her devletin konvansiyonel tehditleri esas alan harekât planlarını hazırda bulundurduğunu tahmin etmek zor değildir; ilaveten, konvansiyonel savaşa ilişkin taktik ve teknikler içeren doktrinler raflardaki, askerî eğitim kurumlarında konvansiyonel harp esaslarını içeren dersler de müfredattaki yerlerini muhafaza etmektedir. 
Müfredatın modern muharebelerin gereklerine göre güncellendiği farz ve kabul edildiğinde ve modern savaşların müdahale (intervention), istikrar kazandırma (stabilisation), normalleştirme (normalization) şeklinde bölümlenen safhalarının konvansiyonel tehditleri bütünüyle göz ardı etmediği düşünüldüğünde, söz konusu geleneksel yaklaşımın teorik arka planı  anlaşılabilir. 
Nitekim Berlin Duvarının yıkılmasından bu yana askerî planlamacılar, sözü edilen üç safhadan ilkinin yoğunluklu olarak konvansiyonel harp şeklinde, diğerlerinin ise savaş dışı harekât uygulamaları biçiminde icrasını tahayyül etme eğilimine girmiş ve bu tahayyül, çoğu küreselleşmenin etkilerinden kaynaklanan bazı anlaşılır nedenlerden dolayı, savaş dışı harekât uygulamalarını odak haline getirmiştir. Çift kutuplu paradigma ile yetiştirilen askerlerin bu geçiş sürecine uyumu sancısız olmamış, fakat uzun da sürmemiştir. 
Birbiri ardınca beliren küresel güvenlik boşlukları, asker ve sivillerin esneklik ve 
uyumluluk yeteneklerinin gelişmesine paha biçilmez katkılar sunmuştur. 

Caydırıcılığa sağladığı dolaylı katkı, görece düşük maliyeti ve bayrak gösterme 
gibi maksatlar, devletleri savaş dışı harekât ortamlarına gönüllü olarak sürüklemiştir. 
Modern ordularda görülen bu hareketlilikte, kamuoyunun savaşma konusunda 
giderek artan isteksizliği ve mali kaynaklardaki daralmaya bağlı olarak “tank-tereyağı” metaforunda tercihini ikinciden yana koymaya başlaması itici güç vazifesi görmüş, bu kapsamda her ne kadar genel bütçeden savunma harcamalarına ayrılan oran azalma eğiliminde olsa da, devletlerin silahlanma eğilimlerinde önemli bir sapma gözlenmemiş tir. 

Diplomatik kanalların çeşitlenerek güç kazanması, krizlerin muhtemel bir çatışma veya savaşa dönüşmeden önlenebilmesine katkı sunmuştur. Askerî diplomasinin ürünü olan ittifak ve paktlar, kendisine yönelik tehdit algısını diğerleri ile paylaşarak zayıflatmak isteyen ülkeleri bir yandan ortak şemsiye altına çekerken, diğer yandan güvenlik ve savunma paradigmalarındaki olası sapmaya engel olmakiçin üyelerini müşterek bir resim etrafında buluşturmayı hedeflemiştir. M.Ö. 492432 yıllarında Yunan site devletlerini bir arada tutan Delphi Ligi ile başlayan ortak savunma anlayışı, ortak tehdidin bütünleştirici etkisi ile birlikte konumunu güçlendirmiş; Pers tehdidinin tarih sahnesinden çekilmesi ile birlikte kaosa gömülen Delphi Ligi’ne mukabil, NATO aradan geçen süre zarfında konumunu ve etkisini muhafaza etmeyi başarmıştır. 

Varşova Paktı, NATO için konvansiyonel bir tehdit iken, günümüzün müşterek 
resmi daha karmaşık yapıdadır. Tehdit algısını da içerecek şekilde güvenlik politikaları; ulusal güvenlik stratejisi, hedef ve çıkarlar, jeopolitik, sosyolojik veriler, tarihsel ve kültürel birikimler gibi faktörlerin etkisiyle belirlenmektedir. Modern devletlerde sivil yönetimin ve kamuoyunun güvenlik ve savunma alanlarına yönelik denetleme/kontrol talebi, bahse konu alanları sadece askerlerin ilgi alanı olmaktan çıkarmış ve böylece sivil-asker ilişkilerinin kapsamı müşterek resmin tespitini de kapsayacak şekilde derinlik kazanmıştır. Clausewitz’in “Savaş, politikanın başka yollarla devamıdır.” ifadesinden bu yana çeşitlenen, kimi zaman boyut değiştiren sivil-asker ilişkileri, böylelikle, tehdit algısına yönelik paradigma dönüşümünde de söz sahibi olmuştur. Konvansiyonel savaşların ağır maliyetinden kaçınmak isteyen sivil kamuoyu, yeni paradigmanın gereksinimlerinin daha küçük ve daha az maliyetli bir savunma yapılanması ile karşılanabileceği kanaatiyle, tehdit algısında köklü değişiklikler öngören süreci kolayca benimsemiştir. Sivil-asker ilişkileri böylece yeni bir dönemece girmiştir. 

Günümüzde sivil-asker ilişkilerinin çerçevesini belirleyen faktörlerden birisi 
olarak güvenlik alanı, planlamacılara vaat ettiği belirsizliklerin yanı sıra, tartışmaların vazgeçilmez odağı olması yönüyle de güncelliğini muhafaza etmektedir. Planlama süreçlerinin ayrılmaz parçası olan belirsizlik faktörü, bazı temel soruları da bünyesinde barındırmaktadır: Eğer güvenlik, devletlerin yaşamsal gereksinimleri arasında yer almaya devam edecek ise, uçak gemisinden piyade tüfeği mühimmatına kadar tüm tedarik süreçlerini, modernizasyon planlarını, personel temin, tedarik ve eğitim sistemini doğrudan etkileyen tehdit algılarının gelecekte ne yönde değişmesi beklenmektedir? Konvansiyonel savaş devri geride mi kalmıştır? Makalede, bu soruların cevabı ulusal güvenlik stratejisi, tehdit, jeopolitik, bütçe ve teknoloji faktörleri çerçevesinde ele alınmış ve her bir faktörün, konvansiyonel savaş algı ve olgusunu ne yönde biçimlendirdiği tartışılmıştır. 

Konvansiyonel Savaş Algı ve Olgusu 

Endüstriyel savaş (Smith, 2006: 267), yüksek yoğunluklu savaş (Townshend, 
2005: 18-19), geleneksel savaş (Knight, 2008: 15) ve düzenli (regular)savaş (Gray, 2005: 168) olarak da nitelenen konvansiyonel savaş; simetrik harp silahları ile taktik ve tekniklerin düzenli (regular)yapıdaki unsurlar (devletler) tarafından, belirlenmiş bir hedef doğrultusunda (Dixit, 2010: 123) kullanımını öngörmektedir. 

A ülkesinin B ülkesine savaş ilan etmesi, şekillendirme kapsamında B ülkesine ait hedeflerin hava ve kara platformlarından ateş altına alınması, doktrine uygun olarak harbin gelişmesi, bu arada B ülkesinin kademeli savunma anlayışı içinde savunmasına derinlik kazandırması, taarruz eden tarafın öncelikle piyade ve 
mekanize piyade ile ilk savunma hattını yarması, müteakiben zırhlı birliklerin harekâta iştirak etmesi ve belirlenen hedeflerin ele geçirilmesi şeklinde özetlenebilecek olan konvansiyonel savaş, düzenli ve simetrik bir tehdidin bertaraf edilmesini esas almaktadır. Askerî birliklerin teşkilatlanması ve eğitimi, silah veteçhizat tedariki, personel temin ve yetiştirilmesi gibi hususlar bu paradigmanın çizdiği çerçeve içinde kalır. Smith (2006: 267-268) ve Moskos (2000: 15), Soğuk Savaş dönemi bloklarının ortadan kalkması ve konvansiyonel (endüstriyel) yapıdaki orduların “hükmünü yitirmesi” ile birlikte, söz konusu paradigmanın değişmeye başladığını belirtmekte ve askerleri bekleyen yeni tür görevlere (barışı koruma, insani yardım vb) işaret etmektedir. 

Savunma planlamacıları için paradigma ve algılar oldukça önemlidir. Her devlet 
bekasını sağlamak, ulusal çıkarlarının takipçisi olmak ve gerektiğinde hasmına 
isteklerini kabul ettirmek maksadıyla, belli bir süreç içerisinde oluşmuş değerler 
ve algılar temelinde hareket eder. Ulaşmak istediği sonuç, zorlamak ve/veya caydırmaktır. 

Caydırıcılık ve zorlayıcılık günümüzde, askerî olduğu kadar uluslararası 
ilişkiler literatüründe de yoğunluklu olarak yer almakta, kimi zaman da anlamdaş oldukları düşüncesiyle birbirlerinin yerine kullanılmaktadır. Halbuki Art’a (1997: 

20) göre iki kavram arasında önemli bir farklılık vardır; biri aktif, diğeri ise pasif 
güç kullanımıdır (Şekil 1.). Caydırıcı tehdidin başarısı, güç kullanmaya gerek bırakmaması ile, zorlayıcı tehdidin başarısı ise taleplerin, düşman tarafından ne kadar çabuk ve kolay kabul gördüğü ile ölçülür. Bazı dönemlerde her iki yöntemin de amacına ulaştığını gösteren örneklere rastlamak mümkündür. 

Örneğin, Soğuk Savaş yıllarında herhangi bir büyük savaş yaşanmaması, caydırıcılığın etkili olması ile ilişkilendirilir. Nitekim Jervis’e (1984: 57) göre savaş korkusu, caydırıcılık temelli psikolojik bir süreçtir; caydırıcılık ise önemli ölçüde algılara dayanır. Bu noktada algıların farklılaşan yapısına işaret eden Tuck (2014: 117-118), konvansiyonel savaşın düzensiz (irregular) savaş kavramı gölgesinde kalabildiğine işaret ederek; bu algının Hindistan ve Çin gibi ülkeler tarafından da paylaşılan genel bir kanı olmayabileceğini, daha ziyade Irak ve Afganistan tecrübelerinin etkisi altında kalan Batı kaynaklı bir perspektif olabileceğini savunmaktadır. 




Şekil 1.Zorlayıcılık ve Caydırıcılık (Art, 1997: 20) 

Soğuk Savaş perdesinin kapanmasından bu yana popülerliği giderek zayıflayan 
konvansiyonel savaş algı ve olgusu, bazı faktörler tarafından biçimlendirilir. Makalede bu faktörler ulusal güvenlik stratejisi, tehdit paradigması, jeopolitik, bütçe ve teknoloji olarak belirlenmiştir. Strateji, sivil yönetim ve askerî planlamacılar için genel çerçeveyi çizerken; tehdit algıları jeopolitik ile yakın ilişkide olarak çerçevenin içindeki yerleşimi düzenlemektedir. Bütçe ve teknoloji ise, planlamacıların paradigma içindeki hareket serbestisini belirlemekle yükümlüdür. Çalışmanın bundan sonraki bölümünde her bir faktörün, konvansiyonel savaş olgu ve algısını ne yönde biçimlendirdiği tartışılacaktır. 

Ulusal Güvenlik Stratejisi 

Ulusal menfaatler, bu menfaatlere yönelmiş tehditler ve bu tehditleri bertaraf 
etmek için gerekli yetenekler arasındaki etkileşimi gösteren ulusal güvenlik stratejisi, nelerin nasıl başarılacağını tanımlaması yönüyle güvenlik algısının bütününü şekillendiren bir kılavuz niteliğindedir. Bu kılavuz, bir yandan “politikanın başka hangi yollarla devamının” öngörüldüğünü ortaya koyarken, diğer yandan da yüz yüze bulunulan tehdit ve riskleri tanımlayarak planlama cıların önündeki sis örtüsünü aralamaya çalışır. Siviller ve askerlerin ortaya koyduğu müşterek resim, oluşturulan gelecek tahayyülü etrafında şekillenir ve konvansiyonel tehdit öngörüsü, böylece ulusal güvenlik stratejisinin satırları arasında netlik kazanır. 

Ülkelerin ulusal güvenlik stratejilerinin somut göstergeleri olan Ulusal Güvenlik 
Strateji Belgeleri; yerel, bölgesel ve küresel ölçekli gelecek tahayyüllerinin, tehdit algılarını ne yönde biçimlendirdiğine ilişkin kullanışlı ipuçları sunmaktadır. Bu ipuçlarına ulaşmak maksadıyla dokuz ülkenin Ulusal Güvenlik Strateji Belgeleri incelenmiş, bahse konu dokümanlarda hangi kavramların ön plana çıkarıldığı tespit edilerek, ulaşılan sonuçlar Tablo 1.’de sunulmuştur. Buna göre iki kutuplu sistemin çözülmesinden bu yana geri plana itilen konvansiyonel tehditler söz konusu strateji belgelerindeki yerlerini kısmen muhafaza etseler de, terörizm vesiber saldırılar gibi yeni tehditlerin ve barışı koruma, barış inşası gibi yeni görevlerin ağırlık kazandığı görülmüştür. Örneğin ABD Ulusal Güvenlik Strateji Belgesinde konvansiyonel tehdit kavramına hiç yer verilmezken,terörizm kavramı farklı şekillerde 11 kez vurgulanmaktadır. Nicelik üstünlüğünü esas alan Soğuk Savaş paradigması yerine, nitelik üstünlüğünü hedefleyen ve tehdit veya riski mümkün olan asgari kuvvet sarfı ile bertaraf etmeyi hedefleyen eğilimin izleri bahse konu belgelerde açıkça görülmektedir. Yanı sıra, savaş dışı harekât ve demokratik gelişime katkı gibi görece yeni alanların, sivil yönetim ve askerî planlamacılar tarafından caydırıcılığa sağladıkları dolaylı katkı nedeniyle giderek daha fazla benimsendiği de tespit edilmiştir. 




Tablo 1.Bazı Ülkelerin Ulusal Güvenlik Stratejilerinde Yer Alan Vurgular 
(seçili sözcüklerin tekrar sayısı) 

Ulusal güvenlik stratejilerindeki değişimler askerî stratejileri ve görevleri yakından etkilemektedir. Ulusal değer ve çıkarlara yönelik tehdit algılarındaki değişimlerin yansıması, ulusal askerî stratejide, harekât planlarında, kuvvet 
yapılanmalarında, modernizasyon faaliyetlerinde, askerî yeteneklerde ve görevlerde yoğun olarak görülmektedir. Bu kapsamda, Kurtuluş Savaşı yıllarında “ulusal egemenliğe dayanan, tam bağımsız bir Türkiye kurmak” şeklinde biçimlenen Türkiye’nin ulusal güvenlik stratejisi, günümüze gelinceye dek “Yurtta sulh, cihanda sulh” özdeyişiyle somutlaşan barışçı bir seyir izlemiştir. Soğuk Savaş döneminin sayısal güç hesaplamalarını yansıtan 1987 tarihli Beyaz Kitap (o dönemki adıyla “Türkiye’nin Savunma Politikaları ve Silahlı Kuvvetlerin Yapısı”), büyük oranda, NATO’nun Varşova Paktı’na yönelik tehdit beklentilerine yer vermiş, özellikle kısa ve orta menzilli füzeler üzerinde yoğunlaşmıştır (1987: 1-24). 1993 yılında yayımlanan Beyaz Kitap’ta ise Varşova Paktı’nın yerine Bağımsız Devletler Topluluğu konularak sayısal mukayeseler sürdürülmüş, ancak bu defa bölgesel (Orta Doğu, Kafkasya, Balkanlar ve Karadeniz) gelişmelere de özel yer ayrılmıştır (Beyaz Kitap, 1993: 12). Türkiye’nin güvenlik ve savunma politikasını içeren Beyaz Kitap, en son 2000 yılında yayımlanmış ve bu belgede (2000: 36), Türkiye’nin bölgesinde barışçı ilkeleri kurmayı, istikrarı sağlamayı ve barış içindeki bir ortamda sosyoekonomik kalkınmayı gerçekleştirmeyi millî hedefler olarak saptadığına dikkat çekilmiştir. Caydırıcılığın, öncelikle nicelik yönünden üstün bir Silahlı Kuvvetler ile sağlanması düşüncesi, bölge ülkelerine nazaran büyük bir ordunun oluşmasına yol açmıştır. Savaş dışı harekâta son 30 yılda giderek daha fazla yer açan ulusal güvenlik stratejisi, diğer taraftan konvansiyonel savaş öngörüsünü de korumuştur. 

Tehdit 

En genel hatlarıyla, devletlerin değer, menfaat ve hedeflerini elde etme vekoruma çabalarına yönelen her türlü engelleme faaliyeti, tehdit olarak tanımlanmaktadır. 
Yetenek ve niyetin bir arada bulunmasını zorunlu kılan bu tanımlama, 
paradigmaları ve algıları sağlam bir zemine oturtur. Planlamacılar hangi tehditlere odaklanacaklarına karar verirken; ülkenin ulusal tercih ve hedefleriyle çatışan politikalar izleyen, bu politikaları hayata geçirebilecek askerî güce sahip olan ve ulusal çıkarları tehdit edebilecek eylemlerde bulunan/bulunabilecek olan potansiyel hasımlara öncelik verirler. Bu öncelik sınıflamasının genel geçer bir formülü yoktur; çünkü devletlerin ulusal çıkarları farklı olduğu gibi, yüz yüze kaldıkları ve karşılamak için önlem geliştirdikleri tehditler de çoğu zaman aynı değildir. 

Tehdit olgu ve algısı, aynı zamanda savunma ve güvenlik yapılanması için başarı ölçütlerini de ortaya koymaktadır. Şekil 2.’de konvansiyonel tehdit algısı temelinde yapılanan bir silahlı kuvvetlerin, ikaz süresi yetersiz de olsa, konvansiyonel tehditlere karşı belli bir ölçüde başarı göstererek başarı alanını genişletebileceği görülmektedir; çünkü bu tür görevlerin, büyük ölçüde geleneksel doktrinin öngördüğü şekilde cereyan etmesi beklenir. Ayrıca eğitim, teşkilat ve teçhizat, düşük ikaz süresinde dahi sürat le tertiplenmeyi mümkün kılabilmektedir. Öte yandan tehdidin niteliği konvansiyonel olandan asimetrik olana kaydıkça ve belirsizliğin sınırları genişledikçe, ikaz süresinin yeterliliği daha çok önem kazanır. Planlamacıların hedefi, her koşulda başarı alanının yüz ölçümünü artırmaktır; tehdit değerlendirmeleri, bu nedenle rasyonel öngörü ve senaryolarla desteklenmeli ve “keşke”lere alan bırakmamalıdır. 




Şekil 2.Başarı Ölçütü Olarak Tehdit Paradigması (Grafik hazırlanırken, Davis - 2002: 35)’ten istifade edilmiştir.

Türkiye’nin Milli Askerî Stratejisi’nin (TÜMAS) kapsadığı hususlar arasında 
“Türkiye’nin Güvenliğine Yönelik Tehdit Değerlendirmesi ve EnTehlikeli Durum” 
başlığının ayrı bir yeri bulunur. TÜMAS’ın hazırlanmasında temel doküman olan 
“Tehdit Değerlendirmesi” belgesi her ne kadar düzenli olarak değişip güncellense de belgenin “Temel Stratejiler” başlığı nispeten daha az değişime uğrar. Tehdit algısındaki değişimin yansımaları öncelikle güvenlik ve savunma yapılanmasındagörülür. Örneğin Soğuk Savaş’ın ardından dikkatlerin kuzey sınırından güney ve doğu sınırlarına kaymaya başlamasıyla, konvansiyonel ve asimetrik tehditleri karşılamak üzere, on yıldan kısa bir süre içerisinde bölgedeki askerî varlığın büyüklüğü beş katına çıkmıştır. Bu gelişmelerde, Avrupa Konvansiyonel Kuvvetler Anlaşması’nın Türkiye’nin güneydoğusunu kapsam dışı bırakmasının önemli rolü olmuştur; zira bu sayede Türkiye’nin hareket kabiliyetinin kısıtlanmasının önüne geçilmiştir. Dönemin konvansiyonel ağırlıklı tehdit algısı, Kara ve Hava Kuvvetlerinin kuvvetli bir zırhlı birlik taarruzunu karşılamasını, müteakiben doğuda ve güneyde derinlikte savunma yapmasını, ayrıca Kara Kuvvetlerinin statik savunma ve çevik karşı koyma birlikleriyle muharebeye hazır bulunmasını öngörmektedir. 

Ancak bu durum 1998 yılında ileriden savunma stratejisinin kabul edilmesiyle 
değişmiş, muhtemel tehditlerin mümkün olan en kısa sürede belirlenmesi ve sınırların ötesinden düzenlenecek fiili bir saldırının ülke sınırları dışında tespiti, teşhisi ve engellenmesi ön plana çıkmış, terörizmle mücadele ise önemini korumayı sürdürmüştür. 

Soğuk Savaş devrinin kapanması Türkiye’ye yönelik tehditleri hafifletmemiş, 
aksine çoğaltmış ve çeşitlendirmiştir. Soğuk Savaş dönemi sonrasının tehdit ve 
risklerinin oldukça farklı olduğu belirtilen Beyaz Kitap 2000’de hem bölgesel duyarlılığın sürdüğü belirtilmiş, hem de tehdit kavramının bünyesine yeni katılan tehdit ve risklere yer verilmiştir. Bunlar; 

• Bölgesel ve etnik çatışmalar, 
• Siyasî ve ekonomik istikrarsızlıklar ve belirsizlikler, 
• Kitle imha silâhları ve uzun menzilli füzelerin yayılması, 
• Köktendincilik, 
• Uyuşturucu vesilâh kaçakçılığı, 
• Uluslararası terörizm (Beyaz Kitap, 2000) olarak sıralanmıştır. 

Jeopolitik 

Güvenlik stratejisi ve tehdit algılamasından bağımsız düşünülemeyecek olan 
jeopolitik, devletler ile coğrafya arasındaki etkileşimi ortaya koyan yönüyle konvansiyonel savaşa ilişkin projeksiyonlarda önemli yer tutmaktadır. Her ne kadar tehditlerin küreselleşmesiyle birlikte jeopolitiğin geçmişteki etkisini yitirmeye başladığı düşünülse de coğrafya, ulusal güvenlik stratejisi ve tehdit algılarının şekillenmesi sürecindeki ağırlığını korumaktadır. Bir ada ülkesinin askerî kuvvet yapılanmasında Deniz ve Hava Kuvvetlerine ağırlık vermesi beklenirken, yayılmacı stratejiler geliştiren komşu devletlerin savunma bütçesinde büyük çaplı bir küçülme beklenmemelidir. Benzer şekilde, doğal kaynaklar ve enerji arz güvenliği nedeniyle kritik önemdeki ülkelerin algıladıkları tehdit seviyesi ile herhangi bir jeostratejik üstünlük/ayrıcalık taşımayan ülkelerin tehdit değerlendirmeleri de farklılık gösterir. Genç ve dinamik nüfusa sahip ülkeler ekonomik ve askerî yönden bölgesel üstünlük sağlayabilirken, yetişmiş insan gücü ihtiyacını karşılayamayan ülkelerin savunma yapısı kırılganlık arz edebilir. 

Rousseau’ya göre savaş, devletler arası çıkar ilişkilerine yönelik bir mücadele den başka bir şey değildir. Bu tanımdan hareket edildiğinde, çıkar ilişkilerinin iç içe geçtiği, bazen örtüşüp bazen ayrıştığı bölgelerin jeopolitiği ayrı bir önem kazanmaktadır. 

Heidelberg Enstitüsü’nün verilerine göre (2015: 16), 2014 yılında meydana 
gelen farklı ölçeklerdeki toplam 324 çatışmanın yüzde 30’u Asya ve Okyanusya 
bölgesinde yer almış, bunu Orta Afrika ve Ortadoğu izlemiştir. Bahse konu 
bölgelerdeki güvenlik paradigmaları ve tehdit algılamaları, sözgelimi İskandinav 
ülkelerindeki algılardan büyük oranda ayrışır. Çünkü coğrafya; hem uluslararası 
ilişkilerin seyrini biçimlendiren bazı değişmez gerçekleri belirlemekte (Kaplan, 
2013:30), hem de savaşların kaderinde tayin edici rol üstlenmektedir (Winters, 
Galloway, Reynolds ve Ryhne, 1998: 1). Tüm bu yönleriyle coğrafya, devletlerin 
senaryo planlama süreçlerinde konvansiyonel bir öngörüye yer olup olmayacağı 
konusunda belirleyicidir. 

Türkiye’nin tehdit değerlendirmeleri, kuvvet yapılanması ve askerî yeteneklerin 
planlanma süreci üzerinde jeopolitik konumunun etkisi her zaman hissedilmiştir. 
Soğuk Savaş’ın sona ermesi ile birlikte oluşan küresel güvenlik boşluklarının ortasında kalan Türkiye, bir yandan asimetrik tehditlerin etkisi altına girerken, diğer yandan jeopolitiğinin dayattığı konvansiyonel tehditlere karşı hazırlık seviyesini üst düzeyde tutmaya gayret etmiş, bu yönüyle askerî planlamacıların çalışmaları “Hangi tehdit için ne kadar yeterli?” sorusu etrafında yoğunlaşmıştır. Küreselleşen ve sınırları belirsizleşen tehdit ve riskler, karar vermeyi güçleştiren belirsizlik ortamını beslerken, niteliküstünlüğünü amaçlayan yeniden yapılanma faaliyetleri demografik ve ekonomik faktörlerin de etkisiyle hız kazanmış; fakat jeopolitiği, Türkiye’ye konvansiyonel savaş öngörüsünden tümüyle vazgeçme hakkı ve lüksünü tanımamıştır. 

2. Cİ BÖLÜMLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***