avrupa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
avrupa etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

29 Mayıs 2017 Pazartesi

Birinci Dünya Savaşı Öncesi ve Sonrasında Türkler BÖLÜM 2



Birinci Dünya Savaşı Öncesi ve Sonrasında Türkler  BÖLÜM 2

100. Yılında I. Dünya Savaşı Tanzimat Fermanı ( 3 Kasım 1839 ) 

II. Mahmut’un 1839’da ölmesi üzerine yerine oğlu Abdülmecit geçti. Abdülmecit tahta çıktığında (1839) Osmanlı Devleti, Mehmet Ali Paşanın  yarattığı Mısır bunalımıyla karşılaşmıştı. Osmanlı ordusu Nizip’te Mehmet Ali Paşaya yenilmiş, donanması da teslim olmuştu. Mısır sorunu kısa zamanda bir Avrupa sorunu durumuna geldi. Devlet bu şartlarda ya Mehmet Ali Paşanın eline geçecek ya da Rusya, Hünkâr İskelesi Antlaşması’na  uyarak Osmanlı devletini himayesi altına almaya kalkacaktı. Abdülmecit bu durumdan kurtulmak için güvendiği kişileri göreve getirmeye çalıştı. 

Bunların başında da Hariciye Nazırı (Dışişleri Bakanı) Mustafa Reşit Paşa geliyordu. Mustafa Reşit Paşa, Londra ve Paris büyük elçiliklerinde 
bulunmuştu, Avrupa devletlerinin Osmanlı siyaseti hakkında bilgi ve deneyim sahibiydi. Mustafa Reşit Paşa, ülkeyi bu durumdan kurtarmak için  Avrupalı devletleri kazanmanın şart olduğunu anlattı. Bunun için ülkede şimdiye kadar yapılanların ötesinde daha köklü bir ıslahatın gerçekleştirilmesi  gerektiğini bildirdi. Mustafa Reşit Paşa İngiltere ve Fransa’nın siyasi desteğini sağlamak, Osmanlı Devleti’ne batılı anlamda bir biçim vermek, Fransız İhtilali’yle ortaya çıkan insan hakları ilkelerini Osmanlı halkı için de uygulamak, batılı devletlerin Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmalarını engellemek amacıyla Tanzimat Fermanı’nı hazırladı. Tanzimat Fermanı (Gülhane Hattı Hûmayunu), 3 Kasım 1839’da, padişahın, yabancı ülke elçilerinin ve halkın katıldığı bir toplantıda Mustafa Reşit Paşa tarafından okundu6. Tanzimat Fermanı ile padişah ilk kez tebaasının can, mal ve namus güvenliği konusunda güvence veriyordu. Tanzimat Fermanında ayrıca Kur’ana ve şeriata, yasalara uyulması istenmiştir. 
Tanzimat fermanın başlıca maddeleri şöyledir: 

· Askerlik süresinin 4-5 yıl ile sınırlandırılması ve nöbetleşe askerlik yöntemine geçilmesi, 
· Verginin herkesten gücü ölçüsünde alınması, zulüm ve baskı yapılmaması, 
· Yargılamaların açık olarak yapılması, 
· Açık ve kapalı idam cezalarının (Şeriata göre hüküm olmadıkça) yasaklanması, 
· Hiç kimsenin ırz ve namusuna saldırılamaması, 
· Mal ve can güvenliğinin sağlanması, 
· Çeşitli konularda, Meclis-i Ahkâm-ı Adliye, Bakanlar ve devlet büyüklerinin toplanarak görüşlerini açıkça söyleyebilecekleri; vergi, can ve mal güvenliği konularında gerekli yasaların bu kurumlarda düzenlenmesi, 
· Askerlikle ilgili sorunların Bab-ı Serasker Dar-ı Şurası’nda görüşülerek kanunlaştıktan sonra padişahın onayına sunulması, Padişahın şeriat 
  yasalarına uyacağına dair yemin etmesi, 
· Yasalara uymayanların vezir, ulema vb. de olsa cezalandırılacağı, bunun için özel bir ceza yasasının hazırlanması, 
· Bütün memurların maaşa bağlanması, rüşvetin yasaklanması, 
· Bu fermanın Osmanlı halklarına ve elçiliklere duyurulması. 

Tanzimat Fermanı’nın Önemi; 

• Tanzimat Fermanı ile Osmanlı padişahı ilk kez kendi gücünün üstünde kanun gücü olduğunu kabul etmiş, padişahın hakları sınırlandırılmıştır. 
• Tanzimat Fermanı, Osmanlı Devleti’nin anayasal düzene geçişinin ilk aşamasını oluşturmuştur. 
• Sorunlarını tek başına çözemeyeceğini anlayan Osmanlı Devleti, bu fermanla Avrupa ile dost geçinme amacını gütmüştür. 
• Tanzimat Fermanı ile getirilen yenilikler, önceki düzenlemelerden farklıdır. Bu ferman ile ilk kez insan hakları konusunda yenilikler yapılmıştır. 
• Tanzimat Fermanı ile kazanılan haklar bir halk hareketi sonucu değil, padişahın isteği ile verilmiştir (Bu yönü ile de Amerika ve Fransa’daki 
fermanlardan farklılık gösterir). 

Bütün bu haklara rağmen Osmanlı Devleti’nde yaşayan gayrimüslimler memnuniyetsizliklerini protestolarla bildirmişlerdir. Müslüman halk ile hala eşit haklara sahip olmadıklarını ilan ederek Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti’ne baskı yapmalarını istemişlerdir. Tanzimat Fermanı’yla padişahın yetkileri sınırlandırılıyor ve yasanın üstünlüğü ilkesi benimseniyordu. Ayrıca ferman, birey hakları ve hukuk devleti düşüncesinin oluşması yönünden de ilk adım sayılmıştır. Tanzimat, kendinden önce yapılmış olan yenilik hareketlerinin bir tekrarı değildir, yeni bazı prensipler getirmiş, batılılaşmayı sistemleştirmeye çalışmıştır. Bu haklar fermanda yer almış, uygulayıcılar ve toplum kesiminde inandırıcı bulunmamıştır. 

Ayrıca Fransız İhtilali’yle ortaya çıkan milliyetçilik akımının etkisiyle ayrı dinlerden ve milliyetlerden olanların bir arada yaşaması zorlaşmıştı. 
Sonuçta fermandan sonra azınlıklar bağımsızlık istekleriyle ayaklandılar. 

Tanzimat Fermanı’ndan sonra Fransız kanunlarından esinlenerek Ceza Kanunu ve Ticaret Kanunu hazırlanmıştır. Osmanlıdaki Şeriat, Cemaat ve Kapitülasyon mahkemelerinin yanında Ticaret Karma Mahkemesi ve Asliye Karma Mahkemesi kuruldu. İltizam ve Aşar vergisinin toplama usulünde değişikliğe gidilerek vergilerin bundan sonra maliye memurları tarafından toplanmasına karar verildi. Bu dönemde ilk defa kâğıt para basılmışsa da paraların karşılığı olmadığından değeri düşük kaldı. Bu dönemde Padişah Abdülmecit’in emriyle eğitime dair yenilikler de yapıldı. 

1845 yılından itibaren düzenlenen bir kanunla medreselerin dışında devletin kontrolü altında darülfünun kurulması, ortaokullar açılması, ilkokulların 
ulemanın kontrolünden alınarak devlet tarafından kontrol edilmesi kararlaştırıldı. Eğitim işlerini düzenlemek için Meclis-i Daim-i Maarif-i Umumiye kuruldu7. 

Osmanlı tarihinde bu fermanın ilanıyla başlayan ve Birinci Meşrutiyet’in ilanına kadar süren döneme (1839-1876) Tanzimat Dönemi ve bu esaslar içinde ıslahat ve yenilik yapılması işine de Tanzimat-ı Hayriye denir. Tanzimat Fermanı’nın ilanından sonra, onun esaslarına göre ıslahata başlandı. 

Fermanın esaslarının Anadolu ve Rumeli’de de iyice anlaşılması için özel memurlar gönderildi. Ferman halka anlatıldı. Osmanlı Devleti, Tanzimat Fermanı’nda Avrupa devletlerinden beklentisi açısından amacına ulaşamadı. Avrupalılar Osmanlı Devleti’nin iç işlerine karışmaya devam ettiler. Mısır Meselesi, 15 Temmuz 1840’da İngiltere, Rusya, Avusturya ve Prusya devletlerinin Londra’da bir araya gelerek aldıkları kararlarla yeniden 
gündeme taşındı. Bu devletler, aralarında yaptıkları analaşmayla Mısır’ı yönetme hakkının Mehmet Ali Paşaya ancak veraset yoluyla verilebileceğini, 
Güney Suriye ve Akka’nın da kendisine verilebileceğini belirttiler. Mehmet Ali Paşa, Fransa’ya güvenerek bu şartları kabul etmedi. 

Bunun üzerine Osmanlı Devleti ve İngiltere, Mısır’a savaş açtı. Mehmet Ali Paşa bu savaşta yenildi ve 1840’da yapılan anlaşmayla Mısır, veraset yoluyla 
yönetilmesi şartıyla Mehmet Ali Paşaya bırakıldı. Suriye ise Mısır’ın egemenliğinden alındı. Mısır meselesi Avrupalı devletlerin Osmanlı üzerinde 
hâkimiyetlerini kurmaya çalıştıkları ve bunda da başarılı oldukları bir olaydır. Mısır meselesinin ardından 1841’de Boğazlar meselesinin görüşülüp karara bağlandığı Londra Anlaşması imzalandı. Bu anlaşmayla Osmanlılar önceden olduğu gibi Boğazları barış zamanında da savaş gemilerinin geçişine kapalı tutacak, barış içerisinde bulunduğu devletlerin hafif savaş gemilerine özel fermanla Boğazlardan geçiş izni verilecekti. 

Bu şartlar Rusya’nın güvenliğini sağlamış oluyordu. Bu antlaşmaya rağmen Ruslar Osmanlılar üzerindeki emellerinden vazgeçmediler ve 1853 Kırım 
Savaşı bunun en iyi örneklerinden birisini teşkil etmiştir. 

Kırım Savaşı (1853 - 1856) 

Tanzimat Fermanı, Avrupalı devletlerin azınlıkları bahane ederek Osmanlı Devleti’nin içişlerine karışma girişimlerini belli bir süre durdurmuştu. 
Fakat bu dönemde Mısır ve Boğazlar sorununun İngiltere’nin yararına sonuçlanması Rusya’nın işine gelmemişti. Çar I. Nikola, İngiltere’nin Osmanlı 
Devleti’yle ilişkilerini bozmak için harekete geçti. Hasta Adam olarak nitelediği Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşmayı önerdi. Ancak İngiltere, Osmanlı Devleti üzerindeki etkinliğini kaybetmemek için bu öneriyi kabul etmedi. Bunun üzerine Çar I. Nikola, Kutsal Yerler Sorunu’nu ortaya attı. 

Osmanlı ülkelerinde yaşayan tüm Ortodoksların korunmasının Rusya’ya verilmesini; Kudüs ve çevresindeki kutsal yerlerin dini yönetiminin de 
Ortodoks Kilisesi’ne bırakılmasını istedi. Osmanlı Devleti, İngiltere ve Fransa’ya da danışarak çarın önerilerini geri çevirdi. Bunun üzerine Rus ordusu Eflak ve Boğdan’a girdi. Rus donanması ise Sinop’u topa tuttu ve Türk donanmasını batırdı (1853). Tuna’yı gecen Rus birlikleri Dobruca’ya kadar ilerlediler. Ancak Silistre’de Türk savunmasıyla karşılaştılar. Rusya ile Osmanlı Devleti arasındaki savaş, Avrupalı devletleri tedirgin ediyor ve devletlerarası daha büyük bir savaşın çıkmasından çekiniliyordu. Bu nedenle 1853’de Avusturya, Prusya, Fransa ve İngiltere temsilcilerinin katılımıyla Viyana’da bir toplantı düzenlendi. Bu toplantı sonucunda Rusya ile Osmanlı Devleti arasındaki barışın sağlanmasını isteyen bir nota hazırlandı. 

Rusya bu notayı kabul ederken, Osmanlı Devleti bazı değişikliklerin yapılması kaydıyla notayı kabul edeceğini bildirdi. Osmanlı Devleti’nin isteklerini Rusya’nın kabul etmemesi üzerine savaş bir süre daha devam etti. Osmanlı donanmasına ait bir filonun Sinop’ta Ruslar tarafından yakılması üzerine Boğazların Rusya tarafından işgal edilmesi tehlikesine karşın İngiltere ve Fransa, Rusya’ya nota vererek işgal ettiği toprakları Osmanlılara geri vermesini ve Osmanlı egemenliği altındaki Ortodoks tebaanın hamiliğini istemekten vazgeçmesini istediler. Rusya’nın bu talepleri kabul etmemesi üzerine de Fransız ve İngiliz donanmaları İstanbul önlerine gelerek Boğazların güvenliğini sağladılar ve 12 Mart 1854’te Rusya’ya savaş ilan ettiler. Bağlaşıklar, Rusya’yı barışa zorlamak için savaşı Kırım’da yoğunlaştırdılar. Sivastopol zorlu bir kuşatmadan sonra ele geçirildi. Bu 
arada Çar I. Nikola’nın ölümü üzerine yerine gecen Çar II. Aleksandr barış yapmaya hazır olduğunu bildirdi. Savaş sonunda bağlaşıklar Paris’te 
toplandılar. Antlaşma koşulları görüşülürken Avrupalı devletler, Osmanlı Devleti’nden bir kanunla bütün vatandaşlarına din, mezhep farkı gözetmeksizin 
eşit haklar vermesini, herkesin kanun önünde eşit sayılmasını, Hıristiyanların da devlet memurluğuna kabul edilmesini, karma mahkemelerin kurulmasını, 
Hıristiyan vatandaşların mahkemelerde şahitliğinin kabul edilmesini ve Hıristiyan vatandaşların ödedikleri vergiyi kaldırmasını istemişlerdir. Bu istekler aynı zamanda Osmanlı Devleti’nin iç işlerine müdahale anlamını da taşıyordu. Osmanlı Devleti antlaşma koşullarından daha fazla yararlanmak için antlaşma imzalanmadan önce Hıristiyan tebaanın haklarını içeren Islahat Fermanı’nı ilan etti (1856). Osmanlı Devleti, Kırım Savaşı’ndaki başarısıyla “Hasta Adam” olmadığını Ruslara ispatlamıştı. Osmanlı Devleti, Paris’te ilk defa devletlerarası bir kongreye eşit haklarla katılmış oldu. Fakat kongrede Osmanlıların beklediği kararlar çıkmadı ve yenilgiye uğratılmış devlet muamelesi gördü. Fransa kendi çıkarları doğrultusunda Rusya’nın yanında yer aldı8. Bu nedenle Osmanlılar ıslahatlar yapmak mecburiyetinde kaldılar. Paris Kongresi 30 Mart 1856’da 
sonuçlandı ve Paris Antlaşması imzalandı9. Bu antlaşmaya göre; 

• Osmanlı Devleti bir Avrupa devleti sayılacak ve Avrupa Devletler Hukuku’ndan yararlanacak, 
• Osmanlının toprak bütünlüğü ve bağımsızlığı Avrupa devletleri tarafından garanti altına alınacak, 
• İki taraf savaş sırasında aldıkları yerleri geri verecek, 
• Boğazlar, 1841 Londra Sözleşmesi’ne göre yönetilecek, bütün devletlerin savaş gemilerine kapatılacak. 
• Karadeniz tarafsız hâle getirilecek, ticaret gemilerine serbest, savaş gemilerine kapalı tutulacaktı. Osmanlı Devleti ve Rusya, Karadeniz’de tersane kuramayacak ve savaş gemisi bulunduramayacaklar. 
• Rusya, gelecekte Hıristiyan ahalinin çıkarı için müdahalede bulunmayacak. Çünkü Osmanlı Devleti bu anlaşma öncesinde Hıristiyan ahalinin haklarını korumayı kabul ettiğini bildiren Islahat Fermanı’nı yayınlamış ve bu fermanı anlaşmayı imzalayan devletlere göndermişti. 
• Eflâk ve Boğdan muhtariyetini elde edecek, bu devletlerin iç işlerine, hiçbir devlet karışmayacak. 
• Tuna Nehri’nde gidiş geliş serbest olacak ve üye devletler tarafından oluşturulacak bir komisyon tarafından kontrol edilecek. 
• Osmanlı Devleti’nin ilan ettiği “1856 Islahat Fermanı” Avrupalı devletlerce dikkate alınacak, fakat bu devletler fermanın uygulamasına ve Osmanlının iç işlerine karışmayacak. 

Paris Antlaşması’yla Rusya, Osmanlı Devleti üzerindeki emellerinden bir süre için vazgeçmek zorunda kaldı. Balkanlarda yayılma olanağını büyük ölçüde yitirdi. Küçük Kaynarca Antlaşması’nın Rusya’ya, Osmanlı uyruğundaki Ortodoksların çıkarlarını koruma hakkı veren maddesi geçersiz kaldı. Osmanlı Devleti toprak bütünlüğünü kendi gücüyle koruyamayacağını resmen kabul etmiş oldu. Osmanlı ve Avrupa devletleri Rusya’nın sıcak denizlere inme politikasının önüne set çekmiş oldular. Kırım Savaşı sonucunda Osmanlı Devleti, Avrupa devletleri konseyine kabul edilmiş oldu.

Fakat bu savaş Osmanlıları ekonomik ve siyasi açıdan oldukça fazla yıpratmıştı. Savaş sonrasında düzenlenen kongrede Osmanlı Devleti’nin iç işlerine 
müdahale edilmeyeceği karara bağlanmışsa da Islahat Fermanı’nın ilan edilmesi başlı başına iç içlerine müdahale olarak nitelendirilebilir. 
Ayrıca Kırım Savaşı sırasında 1854’de ilk kez İngiltere’den dış borç aldı. Bu borçlar zamanla Osmanlı Devleti’nin mali bakımdan da Avrupa’ya bağlanmasına 
neden olmuştur. Avrupalı devletlere sağlanan kapitülasyonlar zamanla siyasi ayrıcalıkları da beraberinde getirdi. Osmanlı Devleti, Avrupa’dan aldığı borçları ödeyemediğinden Avrupa’nın iç işlerine yaptığı müdahaleleri de engelleyemez duruma geldi. 

Islahat Fermanı (1856) 

Islahat Fermanı, Osmanlı Devleti’nin yanında yer alan İngiltere, Avusturya ve Fransa’nın dayatmasıyla Kırım Savaşı sürerken hazırlandı. Ferman, Paris Antlaşması öncesinde Osmanlı Devleti’nin yenileştirme programı olarak Avrupalı devletlere sunuldu. Fermanın hazırlanmasında Osmanlı nazırları Ali Paşa ve Fuat Paşa ile İngiliz ve Fransız elçileri birlikte çalıştılar. 

Tanzimat Fermanı gibi Islahat Fermanı da yeni bir düzenin ilkelerini genel çizgileriyle ortaya koyan bir programdı. Tanzimat’la başlayan Osmanlı kurumlarındaki modernleşme, Islahat Fermanı’yla da sürdürüldü. Tanzimat Fermanı’nda yapılacağı söylenen yenilik esasları bir kez daha belirlendi. 
Ancak bu fermana asıl özelliğini kazandıran Hıristiyan tebaaya yönelik hakları içermesidir. Islahat Fermanı’na göre tebaanın, din ve mezhep farkı gözetilmek sizin yasa önünde eşit olduğu kabul edildi. Herkes devlet memuru olma hakkı elde etti. Vergi adaleti öngörüldü. Gayrimüslimler de Müslümanlar gibi devlet memurluklarına girebilecekler ve her çeşit okulda okuyabileceklerdi. Askerlik hizmetini yerine getireceklerdi. Yabancılar vergilerini vermek koşuluyla mal mülk sahibi olabileceklerdi. Mahkemeler açık yapılacak; ticaret, ceza ve hukuk davaları için karma mahkemeler kurulacaktı 10. Fermanın genel maddeleri şöyledir: 

· Tanzimat Fermanı’nda okunduğu gibi din ve mezhep ayrımı gözetilmeksizin bütün tebaanın can, mal ve namusunun korunacağı, uygula mada etkili önlemlerin alınacağı, 
· Hıristiyan ve diğer gayrimüslim halka tanınan ayrıcalıkların sürdürüleceği, çağın gerektirdiği ıslahatların yapılacağı, 
· Patrikhanelerde kurulacak meclislerde; yapılacak yeniliklerin tartışılması, önerilerin padişaha sunulması, 
· Din adamlarına, Fatih Sultan Mehmet tarafından verilen hak ve ayrıcalıkların iyileştirilmesi, 
· Din adamlarının halktan aldıkları caize ve aidatların yasaklanması ve bunların maaşa bağlanması. Hıristiyan rahiplerin menkul ve gayrimenkullerine 
  dokunulmaması, 
· Her cemaatin yönetiminin dinî liderinin başkanlığında o topluluğun halkınca seçilecek üyelerden oluşan meclise bırakılması, 
· Aynı mezhepten olanların okul, mezarlık, hastane vb. kurumları yapmaları ve onarmaları konusunda hükümetten izin almaları, 
· Farklı din, mezhep ve cinsten olanlarla ilgili olarak yazışmalarda kullanılan ayıp, ar ve namusa dokunacak deyim ve sözlerin yasaklanması, 
· Din ve mezhep özgürlüğü, ayin özgürlüğü tanınması. İnsanların bunlardan dolayı cezalandırılmamaları, kimsenin din ve mezhep değiştirmeye  zorlanmaması, 
· Din ve mezhep farkı gözetmeksizin bütün tebaanın devlet memuriyetine girebilmeleri, askerî ve sivil okullara kabul edilmeleri, 
· Her cemaatin okul açabilmesi, ancak bu okulların eğitim yöntemlerinin, padişah tarafından üyeleri atanan bir maarif meclisi tarafından denetlenmesi, 
· Farklı din ve mezhepten olan kişilerin aralarındaki ticaret ve cinayetle ilgili davaların çeşitli divanlara havale edilmesi. Bu divanlar tarafından 
seçilecek meclislerin açık olacağı, davaların (vali, kadı ve gayrimüslimlerin davalarında patriklerin bulunabilmesi şartıyla) açık görülmesi, 
· Ceza ve ticaret yasalarının tercüme edilerek ilan edilmesi, 
· İnsan haklarının iyileştirilmesi, 
· Eziyet, işkence ve cerimenin yasaklanması, bunları yapan memurların cezalandırılması, 
· Vergi eşitliğinin sağlanması, 
· Müslüman olmayanların askerlik için bedel-i nakdi ödemeleri, 
· Yabancıların emlak sahibi olabilmeleri, 
· Aşar konusundaki suiistimallerin kaldırılması, 
· Devlet memurlarının ve meclis üyelerinin iltizamlık yapmalarının yasaklanması, 
· Cemaat başkanları ile padişahın seçtiği bir memurun Meclis-i Vala’da üye olarak bulunabilmesi, 
· Bankaların açılması, 
· Ziraat ve ticaretin geliştirilmesi için engellerin kaldırılması, Avrupa’nın bilim ve sermayesinden yararlanılması. 

Islahat çalışmaları yapıldığı sırada hükümet ve padişah da kurumsal reformlar yapmaya devam etmiştir. Öncelikle Maarif Nezareti, Encümen-i  Daniş, ortaokul, mesleki okullar ve teknik okulların açılmasına yönelik düzenlemeler yapıldı. Bu dönemde İltizam usulü kaldırıldı. Padişah, yayınladığı  fermanı koruyacağına dair yemin ederek, kendisinden üstün bir gücün varlığını kabul etmiştir. Islahat Fermanı'nın amacı; Osmanlı vatandaşlarını din ve ırk ayrımı gözetilmeksizin kaynaştırmak ve bir Osmanlı toplumu yaratmaktı. Fakat Tanzimat Fermanı'nda olduğu gibi Islahat Fermanı da Avrupa devletlerinin Osmanlının iç işlerine karışmasını önleyemedi. 

Hatta daha da artmasına neden oldu. Daha çok gayrimüslimler için hazırlandığı bilinen Islahat Fermanı, Müslümanlarca hoş karşılanmadığı gibi gayrimüslimlerce de iyi karşılanmadı. Islahat Fermanı uygulama sonucu olarak istenilen başarıya ulaşamadı. Çünkü devlet ve millet çıkarlarına uygun hazırlanmamıştı. 1857’de çıkarılan Arazi Kanunnamesiyle yabancıların toprak edinmesine izin verildi11. Avrupalı şirketlere demiryolu yapma imtiyazı verildi. Bu faaliyetler aslında Osmanlı Devleti’nin sömürgeleştirilme çabalarıydı. Bu dönemde Nizamiye ve Ticariye Mahkemeleri kuruldu. 
Hukuk siteminin tek çatı altında toplanması amacıyla Mecelle hazırlandı. Tanzimat Fermanı’ndan sonra Fransız ticaret ve ceza kanunları tercüme 
edilerek Osmanlı hukuk sistemine adapte edildi. Fakat toplumsal yapıyı düzenleyecek bir kanunun eksikliği vardı. Çünkü Osmanlı toplumu farklı 
din ve mezhepten oluşan insanları barındırıyordu. Bu farklı din, ırk ve mezhepten insanların tamamını kapsayacak bir toplumsal hukuk oluşturulması 
ihtiyacı dolayısıyla 1867’de Sadrazam Ali Paşa, devletin ileri gelenleriyle bir çalışma başlattı. Ali Paşa, Fransız Medeni Kanunu’nun tercüme edilerek uygulanabileceğini savunuyordu. Fakat Ahmet Cevdet Paşa, Fransız Medeni Kanunu’nun Osmanlı Devleti’nin ihtiyaçlarını tam olarak karşılayamayacağını, bu nedenle Osmanlı Devleti’ne ait yeni bir medeni kanunun hazırlanabileceğini ifade etti. Ahmet Cevdet Paşa bu düşüncelerle çalışmalar başladı ve öncelikli olarak fıkıh kitaplarını inceledi. Mecelle komisyonu kurarak her din, ırk ve mezhebi kapsayacak düzenlemeler üzerinde çalışmaya başladı. 1868’de Divan-ı Ahkâm-ı Adliye kuruldu. Mecelle Komisyonu yeni medeni kanunu hazırlarken Hanefi mezhebinin uygulamalarını temel almış ve 16 kitaptan oluşan yeni kanun 1878’de son kitabın yayımlanmasıyla tamamlanmıştır12. Türk Medeni Kanunu olarak da adlan-dırılabilecek Mecelle’de birey, aile ve miras hukukuna dair düzenlemeler yer almamıştır. Bu nedenle de toplumun ihtiyaçlarına tam olarak karşılık veremese de hem şeri hem de nizamiye mahkemelerinde uygulanmıştır. 

Osmanlı Devleti, yapmış olduğu düzenlemelerle Avrupalı devletlerin iç işlerine müdahale etmesinin önüne geçmek istemiştir. Osmanlı hükümeti yapmış olduğu düzenlemelere ek olarak ekonomik anlamda yeni atılımlar yapmak istemiş ve bunun için de Avrupa sermayesine başvurmuştur. 
Hatta çoğu zaman Avrupalı devletler veya bankerlerden borç alarak ekonomisini düzeltmeye çalışmıştır. Dışarıdan Avrupa sermayesini kullanan  Osmanlı içeride de yeni vergi kalemleriyle kendisine kaynak oluşturmaya çalışmıştır. Bu düzenlemeler her ne kadar önceleri başarılı olmuşsa da yapılan savaşlar hazinenin dengesini bozmuş ve hükümet ekonominin kontrolünü kaybetmiştir. Kırım Savaşı nedeniyle 24 Ağustos 1854’de Londra’da Palmer, Paris’te Goldschimid ile anlaşma yapılmış ve yıllık %5 faizle 3 milyon İngiliz lirası (yaklaşık 330 milyon kuruş) borç para alınmıştır. 1855’de  Roschild’den %4 faizle 5 milyon İngiliz lirası (yaklaşık 545 milyon kuruş) borç alınmıştır. 1858 ve 1860 yıllarında yeniden borçlanmaya gidildi13. Bu  borçlar sebebiyle Osmanlı Devleti, Avrupa’ya bağımlı hale geldi. 1875 yılında alınan borçların ödenememesi sonucunda devlet iflas ettiğini açıkladı. 

Sultan Abdülmecit, Osmanlı Devleti’nde yaptığı yenileşme faaliyetleriyle devletin ekonomik, siyasi ve kültürel anlamda gelişeceğini ve Avrupalı  devletlerle yarışabileceğini düşünmüştü. Fakat yapılan yenilikler sırasında hem Avrupa’ya yüklü miktarda borçlanılmış hem de yenilenen kurumların  halka geri dönüşü uzun sürdüğü için halk arasında bütün suç Sultan Abdülmecit’e yöneltilmişti. Devletin içine düştüğü bütün sorunların tek  sorumlusunun Sultan Abdülmecit olduğunu düşünen bazı kişiler padişahı tahttan indirmek için 1859’da gizli bir cemiyet bile kurmuşlardı. Fakat bu  cemiyetin üyeleri yakalanmış ve Kuleli Kışlası’nda sorgulanarak cezalandırılmışlardır. Bu olay Osmanlı tarihinde “Kuleli Olayı” olarak geçmektedir. 
Devleti borçlanması sonucunda iflas etmesi II. Abdülhamit Döneminde 1881’de Muharrem Kararnamesi ile Duyun-u Umumiye İdaresi’nin kurulmasını  kabul etmesiyle sonuçlanmıştır14. Bu idare alacaklı tarafların kurduğu ve bütünüyle özerk bir yönetime sahip kuruluştu. Bu kuruluş Osmanlı,  İngiliz, Fransız, Alman, Avusturyalı, İtalyan ve Galatalı Bankerlerin temsilcisinin yönettiği borç toplama bürosu olarak çalışmıştır. Bu idare aracılığıyla  Osmanlıların en önemli gelir kaynaklarına ait vergiler toplanmış ve devlet içinde devlet statüsü kazanmıştır. Osmanlı Devleti Avrupalıların  yarı sömürgesi durumuna düşmüştür. 

Tanzimat Fermanıyla başlayan ve Islahat Fermanıyla devam eden köklü yenileşme hareketleri devletin çöküşüne engel olamamıştır. Yapılan yeniliklerin birçoğu uygulanamamıştır. Bunun uygulanmasında görevli devlet yöneticileri de bu konuda ısrarcı olmamışlardır. Belki de bu durum Cumhuriyet kurulduktan sonra köklü inkılâplara girişen Mustafa Kemal Atatürk’e de örnek teşkil etmiştir. 

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

Birinci Dünya Savaşı Öncesi ve Sonrasında Türkler, BÖLÜM 1



Birinci Dünya Savaşı Öncesi ve Sonrasında Türkler,  BÖLÜM 1



Salih Yılmaz* 
*Doç. Dr., Yıldırım Beyazıt Üniversitesi 


Giriş 
Salih Yılmaz 

Özet 

Büyük Devletlerin Siyasetleri 

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti’nin kurulduğu topraklar, coğrafî konum açısından dünya üzerinde önemli bir yere sahipti. 
Bu yüzden, Türkiye Cumhuriyeti kurulana dek bu topraklar birçok devletin saldırısına hedef olmuştur. Avrupa Devletleri, kendi aralarında yaptıkları gizli 
anlaşmalarla Osmanlı Devleti’ni paylaşmışlar ve “Hasta Adam” olarak niteledikleri bu devleti bir şekilde parçalamak amacıyla planlar yapmışlardır. 
Osmanlı Devleti de Avrupalı devletlerin bu planlarına yönelik olarak kendince manevralar ortaya koymuş ve yıkılmamak için direnmiştir. Fakat Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik ayrılmasıyla başlayan süreçte halkın iradesiyle ortaya çıkan Milli Mücadele, Avrupalı devletlerin planlarının önünde durmuştur. 
Milli Mücadelenin başarıya ulaşması ve yeni bir devletin kurulmasıyla devletler arasındaki politikalar da farklı bir boyut kazanmıştır. 

Atatürk Döneminde denge politikası yürürlüğe konulmuş ve büyük devletlerle buna uygun münasebetler yürütülmüştür. 
Bu makalede Osmanlı Devleti’nin Avrupa Politikası, Büyük Devletlerden İngiltere, Rusya, Fransa ve Almanya’nın Osmanlı Devleti politikaları ile  Atatürk Dönemi Türk dış politikası işlenmiştir. 

Anahtar kelimeler: Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı Devleti, Şark Meselesi, Dış Politika, Avrupa’da Siyaset, Türkiye, 


Birinci Dünya Savaşı’nın nedenlerini Fransız İhtilali’nin meydana getirdiği düşünce akımlarında ve Sanayi İnkılâbı’nın ortaya çıkardığı sömürgecilik 
yarışında aramak gerekir. 19. yüzyıl içinde sanayileşmenin hızla gelişmesi ve Sanayi İnkılâbı’nın gerçekleştirilmiş olması, sömürgecilik faaliyetlerinin 
artmasına yol açmıştır. Avrupa ülkeleri, Afrika ve Uzak Doğu’da birbirleriyle rekabet etmeye başlamışlardır. Birçok ülkenin ekonomik çıkar çatışmaları 
karşılıklı siyasî rekabetlere, uyuşmazlık ve çatışmalara yol açmıştır1. Gerek Rusların Panslavist politikası ve Asya’da yayılması ve gerekse Almanların 
İngilizlere karşı izlediği politika, Almanlara karşı Rus-İngiliz iş birliğini zorunlu hâle getiriyordu. Fransa, Almanlara karşı oluşan bu düşmanlıktan yararlanarak 1871’de Almanlara kaptırdığı Alsace-Loraine (Alsas-Loren)’i geri almak istiyordu. Avusturya-Macaristan İmparatorluğu ise Rusya’nın Panslavizm politikasını hem kendi birliği, hem de Balkanlardaki nüfuz mücadelesi için önemli bir tehdit olarak görmekteydi. Bütün bu oluşum ve kaygılar Avrupa’yı kana bulayacak iki karşıt grubun ortaya çıkmasına neden oldu: Bunlardan birincisi, 1882 yılında Almanya, Avusturya-Macaristan ve İtalya’nın oluşturduğu İttifak (Bağlaşma) Grubu, ikincisi ise 1894’te Fransa-Rusya, 1904’te Fransa-İngiltere, 1907’de İngiltere-Rusya arasında anlaşmayla oluşturulan İtilaf (Anlaşma) Grubudur. Ancak İtalya 1915 yılında İtilaf Devletleri’nin yanında savaşa girmiştir2. 

İki blok arasındaki çekişmeler Kuzey Afrika ve Balkanlar üzerinde yoğunlaşmıştı. 1908’de Reval Buluşması sonucunda İngiltere, Rusya’nın Ortadoğu ve Balkan politikalarına karşı ses çıkarmamaya başladı. Bu durum Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’nu endişelendiriyordu. 

Çünkü Rusya, Balkanlardaki Slavları birleştirme politikası çerçevesinde Sırbistan’ı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na karşı kışkırtıyordu. 

Sırbistan, Rusya’ya güvenerek Avusturya-Macaristan İmparatorluğu topraklarında Slavların yaşadığı bölgelerde hak iddia etmeye başladı. Almanya 
da Rusya’ya karşı Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’na destek olmaktaydı. Fas Bunalımı, Fransa ve Almanya’yı savaşın eşiğine getirmiş, Balkan 
Savaşları da Avrupa’yı topyekûn savaş tehlikesine sürüklemiştir. Fakat bu problemler İngiltere’nin arabuluculuğunda çözüme kavuşturuldu. 

Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa devletlerinin Osmanlı Devleti’yle ilgili politikaları ise genel anlamda Doğu Sorunu (Şark Meselesi)  olarak adlandırılır. Doğu Sorunu, Avrupalı büyük devletlerin Osmanlı topraklarını ele geçirme ve Osmanlı Devleti üzerinde üstünlük kurma mücadelelerini  tanımlamak için kullandıkları bir kavramdır. Bu kavram ilk kez Viyana Kongresi’nde (1815), Ruslar tarafından ortaya atıldı. Bu dönemdeki  Şark Meselesi’nin hedefi, Avrupalılarca Hıristiyan toprağı sayılan Balkanlar ve Anadolu’dan Türkleri çıkarmaktı. Bu hedeflerine 1683’te  İkinci Viyana Kuşatması’nda Osmanlının yenilmesi ve 1699’daki Karlofça Antlaşması’nı imzalamasıyla yaklaştılar. Şark Meselesi’nde birinci dönem  1071 Malazgirt Savaşı’nda başlayıp Türklerin batıya doğru ilerlemesi karşısında Avrupalıların Haçlı seferleriyle engelleme gayretinde bulunduğu  dönemdir. 1699’dan 1923’e kadar geçen yıllarda Şark Meselesi’nin ikinci dönemi başlamış oldu. İkinci dönemdeki amaç ise Osmanlı Devleti’ndeki 
Hıristiyan unsurları korumak bahanesiyle Osmanlı topraklarını ele geçirmek ve Osmanlı Devleti’ni sömürgeleştirmek ti. Doğu Sorunu, 19. yüzyılın  ilk yarısında Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün korunması, ikinci yarısında ise paylaşılması olarak uygulandı. Avrupalılarca Şark Meselesi  olarak adlandırılan bu meselenin iç yüzü şöyledir: 

Şark Meselesi ( Doğu Sorunu ) 

İlk kez 1815 Viyana Kongresi’nde siyasî bir terim olarak batılı diplomatlarca kullanılan Şark Meselesi’nin başlangıcı oldukça eskidir. Bu terim ile  açıklanmak istenen 1071’den 1923’e dek süren Batı Hıristiyan dünyası ile Türk-İslâm dünyası arasındaki ilişkilerin tümüdür. Şark Meselesi’ni iki  ayrı dönem olarak ifade etmek mümkündür. Birinci dönemini Türklerin 1071’i takip eden, batıya açılma dönemi oluşturur ki, Avrupa bu ilerleyişi  Haçlı seferleri ile engellemek çabasında bulunmuş, ancak başaramamıştır. Yine de bu faaliyetlerle, Avrupa’da dinî temeller üzerine oturtulmuş  bir zihniyetin ortaya çıkması sağlandı. Bu zihniyet de İslâm dünyasında Haçlı Zihniyeti deyimi ile ifade edildi. Bu dönemdeki Şark Meselesi’nin  hedefi, Avrupalılarca Hıristiyan toprağı sayılan Balkanlar ve Anadolu’dan Türkleri çıkarmaktı. Bu hedeflerine 1683’te İkinci Viyana kuşatmasında Osmanlının yenilmesi ve 1699’daki Karlofça Antlaşması’nın imzalanma-sıyla bu hedeflerine oldukça yaklaşmış oldular. 1699’dan 1923’e kadar geçen  yıllarda Şark Meselesi’nin ikinci dönemi başlamış oldu. Bu dönemdeki amaçları, Osmanlıda yaşayan Hıristiyan unsurları sözde koruma, gerçekte  ise Osmanlı topraklarından pay almak ve Osmanlı Devleti’ni yıkmak olmuştur. 

19. yüzyılın ikinci yarısında Haçlı zihniyetlerinin yanına, sömürgecilik faaliyetleri de eklenmiş, ancak bu amaçlarını saklayarak Hıristiyan  tebaanın haklarını korumak gayesini öne sürmüşlerdir. Böylece ortaya çıkan Şark Meselesi’ni, daha sonraki dönemde, Avrupa devletleri farklı anlamlarda kullandılar. Çünkü güçlenen Rusya’nın sıcak denizlere inme politikasını gerçekleştirmek için geliştirdiği politikanın kendilerini de tehdit  ettiğini gördüler. Avrupa devletleri, 19. yüzyılın ilk yarısında, kendi çıkarları doğrultusunda Osmanlı toprak bütünlüğünün korunmasını istiyorlardı. 
Bölgede zayıf durumdaki Osmanlı varlığı, kendi çıkarları için gerekliydi. Çünkü güçlü bir devletin bölgeye yerleşmesi sömürgelerini tehlikeye  sokabilirdi. İngiltere’nin savunduğu bu siyaset, Fransa tarafından da desteklenmiş ve Osmanlı Devleti’ni, Rusya tehdidine karşı korumayı  amaçlamıştı. Mısır ve boğazlar meselesi de bu nedenle Osmanlı lehine çözüme kavuşturulmuştu. 

Rusya, İngiltere ve Fransa’nın bu amacını anlayınca İngiltere’ye Osmanlı topraklarını paylaşmayı teklif etti. Rusya’nın bu isteğini İngiltere  önce kabul etmedi. Fakat daha sonra Osmanlı Devleti üzerinde Almanya etkisini hisseden İngiltere, Rusya’yı boğazlar ve Balkanlar konusunda  serbest bırakarak, Osmanlı toprak bütünlüğünü koruma politikasından vazgeçti. Böylece Şark Meselesi; 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlının  Avrupa topraklarından çıkarılması ve buraların paylaşımı ile İstanbul’u Türklerden geri alarak Bizans’ın canlandırılması düşüncesine dönüş tü3. 
Avrupa devletleri, bu süreç içinde Osmanlı Devleti’ne karşı hep düşmanca ve ikiyüzlü bir tavır sergilediler. 20. yüzyılda ise Avrupa’da oluşan bloklaşmanın 
kesinleşmesi ve Almanya’nın Osmanlı Devleti’ne yakınlaşması üzerine, İngiltere, Rusya’yı Osmanlı toprakları üzerindeki emellerinde serbest  bıraktı. Başlayan bu yeni süreçte Anadolu’daki Türk birliğinin yıkılışı hedeflenmişti. Rusya, İngiltere ve Fransa’nın başını çektiği Avrupa devletleri  artık “Hasta Adam” saydıkları Osmanlı Devleti’nden pay alma yarışına girdiler. Rusya’nın Ermenileri isyana teşviki ile başlayan ve Osmanlı  Devleti’ni Birinci Dünya Savaşı’nın sonundaki Sevr Antlaşması’na götüren gelişmeler bu sürecin devam ettirildiğinin göstergesi olmuştur. 

A.Avrupa’da Büyük Devletlerin Osmanlı Politikası İngiltere’nin Osmanlı Politikası 

İngiltere, 19. yüzyıl başlarında Hindistan ve Uzak Doğu’da büyük bir sömürge imparatorluğu kurmuştu. Sömürgelerine giden deniz ve kara yolları 
Osmanlı Devleti’nin topraklarından geçiyordu. İngiltere, Mısır ve Suriye’deki Doğu Akdeniz limanlarının, güçsüz olan Osmanlı Devleti’nin elinde bulunmasını 
çıkarlarına uygun gördü. Bunun için Fransızlar Mısır’ı işgal edince (1798) Osmanlı Devleti’nin yanında yer aldı. Osmanlı Devleti’nin toprak bütünlüğünün 
korunmasını savundu. Rus savaş gemilerinin Boğazları kullanarak Akdeniz’e inmelerini önledi.  İngiltere, 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı Devleti’nin topraklarını ele geçirme politikasına yöneldi. İngiltere’nin Osmanlı Devleti’ne karşı izlediği  politikada meydana gelen değişimlerin başlıca nedenleri arasında, Almanya’nın İngiliz sömürgelerine göz dikmesinin önemli etkisi oldu. 
Ayrıca Süveyş Kanalı’nın açılmasıyla (1869) Mısır’ı alarak Hindistan’a giden en kısa deniz yolunu denetlemek amacındaydı. 

Berlin Antlaşması’yla (1878) geçici olarak Kıbrıs’a yerleşti. 1882’de ise Mısır’ı işgal etti. İngiltere, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Osmanlı Devleti’ni 
paylaşmayı öngören gizli antlaşmalarda yer aldı. Ermenileri destekledi. Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti’nin kurulmasını istiyordu. Ermeniler sadece 
Rusların himayesinde kalırlarsa kendi çıkarlarının zedeleneceğine inanıyordu4. 

Rusya’nın Osmanlı Politikası 

Rusya, Çar I. Petro döneminde gerçekleştirdiği siyasi ve ekonomik atılımlarla Avrupa’nın büyük devletleri arasına girdi. II. Katerina döneminde 
“Boğazları ele geçirme ve sıcak denizlere (Akdeniz ve Hint Okyanusu’na) inme” biçiminde özetlenebilecek uzun süreçli bir dış politikayı hedefledi. 
Bunun için Karadeniz’de egemenlik kurmaya çalıştı. Karlofça Antlaşması’ndan (1699) sonra Azak Denizi’nde denetimi ele geçirdi. Küçük  Kaynarca Antlaşması’nın ardından (1774) Karadeniz’e egemen duruma geldi. Avusturya, Fransa ve İngiltere ile Osmanlı Devleti’ni paylaşmayı  öngören gizli görüşmeler yaptı. Doğu Sorunu’nu ortaya attı. Bu bağlamda Mehmet Ali Paşa’yla yapılan savaşlarda Osmanlı Devleti’ni destekledi. 

Kırım Savaşı öncesinde “Hasta Adam” olarak nitelendirdiği Osmanlı Devleti’nin mirasını paylaşma konusunda Avrupalı devletlere önerilerde  bulundu (1853). Etnik ve dinî bağı bulunan Balkanlı Slav-Ortodoks milletleri Osmanlı Devleti’ne karşı ayaklandırdı. Rusya, Osmanlı Devleti üzerinde  baskı kurmak için Hıristiyanlığı kullandı. Kilise ve papazları yönlendirerek Bizans’ı yeniden dirilteceği propagandasını yapan Rusya, böylece  Ortodoksluğun hamiliğini üstleniyordu. Bu hamilik ise gerek Balkanlarda gerekse Anadolu’da yaşayan Hıristiyan azınlığı harekete geçiren itici bir  güç oldu. Ruslar, Berlin Antlaşması’nda (1878), Ermeni sorununu uluslararası bir sorun olarak gündeme getirdi ve Ermeni isyanlarını destekleyen  ülkelerin başında yer aldı. Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’ne karşı savaştı. Ancak 1917 Bolşevik İhtilali nedeniyle savaştan çekildi. 

Yıkılmasında önemli rol oynadığı Osmanlı Devleti’nin topraklarından pay alma fırsatı bulamadı. 

Fransa’nın Osmanlı Politikası 

19. yüzyıl başına kadar Osmanlı-Fransız ilişkileri dostane bir çizgide gelişti. Fransızlar Osmanlı Devleti’nin verdiği kapitülasyonlardan yararlanarak  Doğu Akdeniz ticaretinden büyük pay aldılar. Napolyon Bonapart dönemiyle birlikte Fransa, Osmanlı Devleti’nin topraklarını paylaşma yarışına girdi ve Mısır’ı işgal etti (1798). Mısır’dan çekildikten sonra dostluk yeniden kuruldu. Ancak Napolyon, Osmanlılara karşı ikiyüzlü bir politika izlemeye yöneldi. Fransa’nın desteğiyle Osmanlı Devleti 1806’da Ruslarla savaşa girdi. Bundan yararlanan Napolyon, Ruslara karşı başarı kazandı. 

Osmanlı-Rus Savaşı sürerken Tilsit’te Rus çarı ile buluştu ve Osmanlı topraklarının paylaşımı konusunu görüştü (1809). Fransa donanması Navarin 
baskınında da yer aldı. Fransa 19. yüzyılın ikinci yarısında Osmanlı topraklarını işgale başladı. 1830’da Cezayir’i, 1881’de Tunus’u ve Fas’ı ele  geçirdi. Osmanlı Devleti’nin paylaşılmasıyla ilgili gizli antlaşmalarda yer aldı. Fransa’nın Osmanlı Devleti’ne karşı izlediği politikanın amacı diğer  devletlerle birlikte Osmanlı topraklarını sömürgeleştirmekti. Bu amacına ulaşabilmek için Osmanlı topraklarında yaşayan Ermenileri kullanmaya  çalıştı. Doğu Anadolu’da bir Ermeni Devleti’nin kurulması için Osmanlı Devleti’ne baskı yaptı. Ermenilere silah yardımı yaparak onların ayaklanmalarında  yardımcı oldu. 

Almanya’nın Osmanlı Politikası 

Almanya 1871’de Prens Bismarck önderliğinde millî birliğini kurdu. Bu dönemde Avrupa devletleri sömürgecilikte ileri gitmişlerdi. Fransa’ya saldırarak Alsace-Lorraine (Alsas-Loren)’i ele geçiren Almanya, İngiltere’yle de sömürgecilik yarışına girdi. Osmanlı Devleti’ne yakın bir politika izledi. 
Osmanlı Devleti ise İngiltere, Rusya ve Fransa’ya karşı denge öğesi olarak gördüğü Almanya’yla iyi ilişkiler geliştirdi. Almanya’nın Doğu Sorunu bağlamındaki  amacı, İngiltere’nin Hindistan sömürgelerine giden Orta Doğu bölgesinde üstünlüğü ele geçirmekti. Bu nedenle Osmanlı Devleti’nin toprak 
bütünlüğünü savundu. Osmanlı Devleti, Bağdat demir yollarının yapımını Almanya’ya vererek Orta Doğu’da varlığını göstermesini sağladı. İki 
ülke arasında askerî ilişkiler geliştirildi. Alman subaylar Osmanlı ordusunun modern bir yapıya kavuşturulmasında etkili oldular. Bu askerî yakınlaşma 
Birinci Dünya Savaşı’nda iki ülkenin aynı blokta savaşa girmesiyle bağlaşmaya dönüştü. 

B.Osmanlı Devleti’nin Avrupa Politikası 

Osmanlı Devleti, 19. yüzyıl ortalarında batının askerî ve teknolojik üstünlüğüne salt askerî güçle karşı koyabilecek durumda değildi. Bunun için  batılı devletlerin kendi aralarındaki üstünlük mücadelesindeki çıkar çatışmalarından yararlanarak bir denge politikası izledi. Değişen güçler dengesine  göre politika belirledi. 19. yüzyılda özellikle Kırım Savaşı’ndan sonra toprak bütünlüğüne yönelik en büyük tehlike Rusya’dan geldiği için bu devlete karşı İngiltere ve Fransa’yla iş birliği yaptı. Berlin Antlaşması’ndan sonra bu devletler Osmanlı topraklarını işgale başlayınca bu kez Avrupa’da yeni bir güç olarak ortaya çıkan Almanya’yla yakınlaştı. Osmanlı Devleti, batılı devletlerin baskılarını azaltmak ve iç işlerine karışmalarını önleyebilmek için batılılaşma çabalarına hız verdi. Tanzimat ve Islahat fermanları, devlette batılı anlamda yapısal değişiklik yapmaya yönelik iki önemli adım oldu 5. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***

25 Mart 2017 Cumartesi

Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 4


 Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 4



ABD’nin Buyruğu: Atatürk’ün Dış Politikasını Terk Edin

Atatürk’ün ‘Yurtta Sulh Cihanda Sulh’ sözüyle somutlaşan diğer ülkelerin içişlerine karışmama ve dışarıda macera aramama ilkesi en azından devlet kademelerinin belli bir kısmında hâlâ geçerliliğini koruyor. Ancak, bu ilke adım adım göz ardı edilmeye başlandı. Bu ilkenin göz ardı edilmesi, şüphesiz en çok ABD’nin işine geliyor. Türkiye gibi bir gücü ‘koçbaşı’ gibi Adriyatik’ten Çin’e kadar olan istikrarsız bölgede kullanabilmek ABD için göz ardı edilemeyecek bir avantaj. Zaten bu nedenle ABD, Atatürk’ün maceracılığa karşı çıkan dış politikasına karşı ideolojik anlamda da mücadele veriyor. Örneğin CIA’nin Ortadoğu Masası şefi Graham Fuller bir yazısında şöyle buyuruyor: “1. Dünya Savaşı’nın ardından gelen yıllarda modern Türk devletinin kurucusu ve Türklerin atası Mustafa Kemal Atatürk’ün hürmet edilen ve köklü dış politika mirasının fiilen iptal edilmesi nedeniyle, Türkiye’de Balkanlar, Kafkasya, Orta Asya ve Orta Doğu’da yeni bir rol üstlenilmesi kolayca kabul görmemiştir. Yeni cumhuriyet eski çok uluslu, çok mezhepli Osmanlı İmparatorluğu’nun küllerinden doğduğu için, Atatürk yurttaşlarını dış politikada etnik veya din bağlarına dayalı her tür toprak talebinden kaçınmaları ve modern sınırları içindeki yeni Türk ulus devletinin kalkınması ve korunmasına odaklanmaları konusunda uyarmıştır. (...) Şüphesiz o dönem açısından Atatürk’ün genel vizyonu mantıklıydı ve bu vizyon bazı istisnalar dışında Sovyet İmparatorluğu’nun çöküşüne kadar büyük ölçüde izlenmiştir. (...)Türki Cumhuriyetlerin Sovyetler Birliği’nden bağımsızlıklarını kazanmaları ve Balkanlar’da yeni etnik politikanın doğması, bu güçlü mirasın revize edilmesine yol açmıştır. (...) Türkiye’nin oldukça yorucu ve talepkâr bir döneme girdiğine şüphe bulunmamaktadır. Atatürkçülüğün eski dış politika kaynakları ve Türklerin üç kuşaktır tanıdığı dünya artık değişmiştir.”[41]

Fuller, açıkça Türkiye’nin Atatürk’ün gösterdiği yolu değil, ABD’nin gösterdiği yolu izlemesi gerektiğini söylüyor. Tabii bunu yaparken Atatürk karşıtı gözükmemek için de elinden geleni yapıyor. Bilinen ‘dünya artık değişti’ bahanesiyle tüm ilkelerden taviz verilmesi isteniyor. Evet, dünya değişmiştir, ABD artık bu dünyanın jandarması olmuştur, Türkiye’ye önerilen ise en önde savaşacak basit bir jandarma eri olmaktır.

Balkanlaştırma Politikası

Balkanlar’da Yugoslavya’nın parçalanmasıyla birlikte ortaya çıkan irili ufaklı devletlerde Türk ve/veya Müslüman nüfus oranı önemli orandadır. Özellikle bu toprakların bir dönem Osmanlı sınırında olması nedeniyle, örneğin Bosna’da çoğunluk %43 ile Müslümanlardan oluşmaktadır, ayrıca Kosova’da 2 milyon, Makedonya’da ise 500 bin Müslüman bulunmaktadır.[42] Bu bölgede Türkiye’nin etkin olması Avrupa’dan çok ABD’nin isteği, çünkü Avrupa ülkeleri zaten bu bölgede daha etkin olmak için bir mücadele içinde. ABD ise, Türkiye üzerinden bölgede etkin olmayı planlıyor.

Avrupa ile ABD’nin bölgede ortak bir düşmanı var: Sırplar. Sırpların Ortodoks olması bu düşmanlıktaki baş neden sayılabilir. Din bağı nedeniyle Rusya’nın Sırplar üzerinde büyük bir etkisi bulunuyor. Rusya’nın Sovyet dönemindeki gibi tekrar Doğu Avrupa’da etkin olmasını istemeyen Avrupa ve ABD, Sırplarla diğer uluslar arasındaki savaşlarda hep diğer ulusları destekledi. Ancak Avrupa ülkeleri ile ABD bu noktada birbiriyle ayrı da düştü. Avrupalılar Türkiye’nin Balkanlar’a müdahale etmesini çok hoş karşılamadı, çünkü Türkiye’nin güçsüzleştirilmesi stratejisine çok ters düşecek bir gelişme olacaktı. Bunun yerine Katolik Hırvatlara destek vermek ilk adım oldu Avrupa açısından. ABD de Türkiye ile birlikte Bosna’yı destekledi. Bosna’nın yalnız bırakılmasıyla birlikte hem Türkiye’nin hem de ABD’nin bölgede daha etkin olması üzerine Avrupa ülkeleri Bosna’ya da yardım eli uzatmak zorunda kaldı. [43]

Tanzimat’tan Kozmopolitizm’e Sömürge Aydınları

İnsan hakları, azınlık hakları gibi temel kavramlar, uluslarüstü bir kimlikle Batı’nın denetimine sokulurken, ulusal kalan her kurum Batı’nın dünya hâkimiyeti önünde ciddi bir engel oluşturuyor. Ulus-devlet ekonomik ve siyasal açıdan emperyalizmden kısmen bağımsız kalabilen ve geleceğini kendi belirleyebilen devletler bu engelin en somutlaşmış hali. Batı’nın hâkimiyet isteğine ulus-devletlerin bir refleksle direnmesi nedeniyle Batı, ulus-devletleri kökten ortadan kaldırmak için bu direnci içten kıracak kozmopolit ideolojiyi öne çıkardı.

Demokrasi, insan hakları ve azınlık hakları gibi temel kavramlar ve özgürlük kavramı uluslar üstüne çıkarılarak kozmopolitleştirilirken ulus-devletler de aynı şekilde kozmopolitleştirilerek güçsüzleştirilmek isteniyor. Yüzölçümü, nüfusu ve potansiyeli bakımından dünyanın en güçlü ulus-devletlerinden biri olan Türkiye de bu ideolojik saldırıdan payına düşeni alıyor. Türkiye üzerinde uluslararası ‘tarafsız’ hakem kuruluşların gözetiminde bir demokratikleşme ve ilerleme anlayışını savunmak, Türkiye’nin ulusal çıkarlarını Batı’dan gelecek demokrasi için feda etmek hatta kendi ulusal kimliğini demokrasinin engeli olarak görmek ama aynı zamanda Batı’nın ulusal kimliğine hayran olmak günümüz kozmopolit aydınının karakteri.

Türkiye’de kozmopolitizmin hem sağ hem de sol siyaset arenasında büyük etkisi bulunuyor. Siyasi yelpazenin bu iki farklı kutbunda kozmopolitizm günlük politikaya farklı şekillerde uyarlanıyor.

Türkiye 1970’lerde Gümrük Birliği’ne sokulmak istendiğinde büyük sanayiciler dahil toplumun pek çok kesiminde büyük tepkiler doğmuştu. Türkiye’nin büyük burjuvazisi, henüz gümrük duvarları olmadan kendi ekonomik geleceğini kurabilecek durumda değildi. Ancak 90’lara geldiğimizde ekonomik yatırım açısından Avrupa sermayesiyle birlikte pek çok ortaklığa giren ve artık ‘büyüyen’ Türk büyük burjuvazisi için gümrük birliği bir engel olmaktan çıktı. Büyük sermaye açısından paranın Türkiye’de mi Avrupa’da mı kazanıldığının, ya da Türkiye’nin ulusal çıkarları doğrultusunda kazanılıp kazanılmadığının pek bir önemi yok. Çünkü büyük sermaye, ulusal değil sınıfsal bakıyor olaya.

Büyük sermayenin kozmopolitizmi, bu çevrelerin temsilcisi olan DYP ve özellikle ANAP’ta kendini gösteriyor. Kasım ayında açıklanan Katılım Ortaklığı Belgesi’ndeki Kıbrıs ve Kürt sorunu hakkındaki maddeler tüm Türkiye’de büyük tepki toplarken Mesut Yılmaz’ın Katılım Ortaklığı Belgesi’nin bir ev ödevi olduğunu belirtmesi ve AB’ye üyeliğin Diyarbakır’dan geçtiğini savunması[44] AB’ye üye olan diğer ülkelerin de Türkiye gibi siyasi sorunları olduğunu söyleyerek AB’ye üyeliğin bu ülkelerin bölünmesine ve rejimlerinin tehlikeye girmesine neden olmadığını savunması bu açıdan anlamlıdır. Kısacası kozmopolit sağ, büyük sermayenin çıkarları doğrultusunda ulusal çıkarların göz ardı edilmesi oluyor. Bu çevre, Kıbrıs’ın Türkiye açısından aslında ekonomik bir yük olduğu, Güneydoğu’ya devletin yaptığı yatırımların o bölgeden elde edilen vergiden yüksek olduğunu savunarak da ulusu ve vatanı değil, kendini düşünüyor.

Kozmopolit sol, insan hakları, demokrasi, özgürlük gibi kavramları uluslararası hale getirerek ancak ve ancak Avrupa sayesinde ulaşılabilecek hedefler olarak tanımlıyor. Ancak, hem Türkiye tarihinden, hem de genel dünya tarihinden bildiğimiz gibi Batı’dan ne insan hakları ne de demokrasi geliyor. Tersine özgürlüklerin yaşanması Batı’ya karşı çıkıldığı oranda mümkün oluyor. Kozmopolit sol işte bu özgürlüklerin Batı’ya karşı mücadele edilerek kazanılabileceği ve yaşanabileceği gerçeğinin göz ardı edilmesini sağlıyor. Aynı şekilde, özgürlüklerin yaşanmasının ve demokrasi mücadelesinin ancak ve ancak halkın örgütlü gücüyle olacağı gerçeği de bu mücadele Batı’nın baskısına devredilerek atlanmış oluyor.

Son tahlilde kozmopolit sol, özgürlük ve demokrasi mücadelesini halktan koparıp Batı’ya teslim ederek, Batı karşıtı milliyetçiliği özgürlük ve demokrasi düşmanlığına vardıran faşizmin güçlenmesine neden oluyor. Ayrıca özgürlük ve demokrasi mücadelesini Batı’ya devredip halkın yürüteceği bir mücadele olmaktan çıkartarak hiçbir zaman yaşanamayacak ütopyalar haline dönüştürüyor.

AB’nin Alternatifi Faşizm Mi?

MHP’nin başını çektiği milliyetçi sağ, özellikle Katılım Ortaklığı Belgesi’nin açıklanmasından sonra AB’ye karşı çıkmaya başladı. Bu karşı çıkışın temelinde Kürt Sorunu ve Kıbrıs’tan kaynaklanan geleneksel milliyetçi reaksiyon yatıyor. Türkiye’nin bölünmesini en son isteyecek çevrelerden olan MHP, bu açılardan AB’ye karşı çıkarken AB karşıtlığı çerçevesinde Türk milliyetçiliğini (hatta Türk ırkçılığını) fikirsel ve eylemsel alanda örgütlüyor. MHP’nin AB karşıtlığının yarattığı bir diğer sonuç da, AB’nin kendi argümanları haline soktuğu insan hakları, demokrasi gibi temel özgürlüklerin de karşısına dikilmesi.

MHP’nin yarattığı bu ideolojik temel, AB karşıtlığının hangi çerçevede yürütülmesi gerektiğini de gösteriyor. AB’nin Türkiye üzerindeki emellerine karşı olmak, AB’nin Türkiye için gösterdiği hedeflere de karşı olmak anlamına gelmemeli. Bağımsızlıkçı tavır, sırf AB istiyor diye insan hakları ihlallerini kabul etmek, demokrasiye karşı olmak veya özgürlük düşmanı olmak anlamına gelmemeli. Bu açıdan Türkiye tarihinde önemli bir birikim ve olumlu bir geçmişim de var. Atatürk döneminde Türkiye yüzlerce yıllık tarihi boyunca ilk kez Batı’yı karşısına almış olduğu halde hiçbir şekilde çağdaş değerlere karşı çıkmadı. ‘Batı’ya rağmen Batılaşma’ da diyebileceğimiz bir şekilde, Batı’da ortaya çıkan çağdaş değerleri Türkiye’ye uyarlamaktan çekinilmedi.

Avrupa’nın siyasi yaptırımlarını değerlendirirken unutmamamız gereken nokta uygarlığın hiçbir ulusun ya da topluluğun mülkiyetinde olmadığı gerçeğidir. Uygarlık dünya tarihi boyunca çeşitli toplumların önderliğinde gelişmiştir. Bu toplum bazen Doğu bazen de Batı olmuştur. Ancak emperyalizm döneminden sonra teknoloji ve bilimde kendi tekelini yaratan Batı, en azından bu tekel sürdüğü sürece, kendi önderliği dışında bir uygarlık seçeneği bırakmamış ve bu şekilde dünya hâkimiyetini geliştirirken tekelinde tuttuğu uygarlığı kullanmaktan çekinmemiştir. Ancak hiçbir demokrasi ve özgürlük anlayışı Batı’nın tekelinde olamaz. Uygarlaşmak Batı’nın kölesi olmak anlamına gelmediği gibi ancak ve ancak Batı’ya karşı uygarlığın tekelini ortadan kaldırma mücadelesi verilerek gerçekleştirilebilecektir.

AB’ye Direnenler

Vural Savaş’ın, Katılım Ortaklığı Belgesi’ni Lozan’ın intikamı olarak nitelendirmesi Atatürkçü çevrenin Batı’ya bakışını yansıtması açısından önemli. Atatürk’ün mirası, Atatürkçü çevrenin Batı dayatmalarına karşı direnmesinde önemli bir çıkış noktası.

Ancak Atatürkçü çevrelerin yaşadığı en önemli çelişki Atatürk’ün çağdaşlaşma anlayışının Batıcılık olarak yorumlanması. Halbuki Atatürk dış politika anlayışı gereği yüzünü Batı’dan çevirip Doğu’ya yönelmişti. Atatürk devrimleri ise şekilsel olarak Batı’ya benzese de, Atatürk bu devrimleri Batı’nın güdümüne girmeden gerçekleştirmişti. Çağdaşlaşmacılık ile Batıcılık arasındaki temel ayrım da zaten buydu. Atatürk devrimlerin çıkış noktasını Batı olarak değil, Türkiye halkı olarak görmüştü ve bu nedenle başarılı olmuştu. Atatürk’ün Batı’nın bir parçası olma gibi bir hedefi yoktu. Atatürk döneminde Türkiye, Batı’nın oluşturduğu hiçbir ittifaka katılmadı.

Ab ve ABD Kıskacında Türkiye

AB’nin Katılım Ortaklığı Belgesi’yle ve Nice Toplantısı’nda Türkiye’nin 2010 yılına kadar AB’nin üye olamayacağını açıklamasıyla birlikte Avrupa’dan dışlanan Türkiye’nin önünde bu defa da ABD’ye yaslanma tehlikesi çıkıyor.

Birinci Dünya Savaşı’ndan sonra olduğu gibi tüm Avrupa’yı karşısında bulan Osmanlı kendine güvenemediği için Amerikan Mandası dışında bir kurtuluş yolu göremiyordu. Ancak Atatürk önderliğindeki Bağımsızlık Savaşı’yla birlikte Türkiye’nin önündeki diğer seçenek hayata geçirilebildi.

AB’nin Türkiye’yi dışlamasından sonra ABD’ye yakınlaşma 90’lardan itibaren dünyada oluşmaya başlayan yeni kutuplaşmayı da gösteriyor. Soğuk Savaş döneminde Batı tarafından dışlanan ülke soluğu Sovyetler’in yanında alırdı. Bugün ise seçenek ya AB ya da ABD gibi görünüyor. Ancak AB ile ABD arasındaki çatışma henüz çok görünür ve keskin değil, çünkü Doğu Bloku’nun yıkılmasından sonra ortaya çıkan yeni jeopolitik henüz bu iki kutup tarafından tam anlamıyla değerlendirilmiş değil. 2000’li yılların başında görünen şu ki hem AB, hem de ABD hakimiyet alanı açısından önemli bir genişleme yaşıyor. Bu genişleme en azından bir süre için iki kutup arasında kararlaştırılmış görünüyor. Doğu Avrupa AB’nin hakimiyet alanına bırakılmışken, Orta Asya ve Orta Doğu ABD’nin hakimiyet alanı olarak belirlenmiş. AB ile ABD arasında son 20 yılda yaşanan en önemli çatışma da Yugoslavya’da gerçekleşti. Eski Yugoslavya topraklarında ‘türetilen’ yeni devletlerin tümü henüz hiçbir kutup tarafından hakimiyet altına alınabilmiş değil.

İki kutup arasındaki çatışma bir süre daha pek büyümeden gelişecek gibi görünüyor. Çünkü, bölüşülmüş alanlarda tam hakimiyet henüz sağlanmış değil. AB, Doğu Avrupa’ya doğru çok temkinli ve yavaş bir şekilde genişliyor. AB her ne kadar ABD karşısında ekonomik ve siyasal bir kutup olarak durmak istese de daha kendi içinde tam birlik sağlayamamış Avrupa, ani bir genişlemeyle elindeki mevcut birliğe de zarar vermek istemiyor. ABD ise, AB’nin gelişimini izlerken şimdilik çok fazla müdahale etmek istemiyor. Avrupa’nın NATO’dan bağımsız kendi ordu gücünü oluşturacak adımı atmasıyla AB-ABD karşıtlığı oldukça yüzeye çıkmış oldu. Bu, İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra Avrupa’nın ilk defa ABD’nin kontrolünden çıkma adımı anlamında önem taşıyor. Türkiye de tam bu noktada Avrupa ordusundan dışlanarak ABD’nin daha fazla yanına itilmiş oluyor.

Türkiye Ne Yapmalı?

Türkiye’nin önündeki soru ise bu iki kutuptan hangisini seçeceği olmamalı. Kutupların ikisi de Türkiye için dışa bağımlılık, sömürgeleşmek ve Sevr sonrasında olduğu gibi parçalanmak sonucunu yaratacak. Türkiye kendi seçeneğini oluşturmak zorunda. Türkiye Batı için bir müttefik olmaktan ziyade tarih boyunca Avrupa’dan uzak tutulması gereken bir düşman olmuştur. Avrupa devletlerinin emperyalistleştiği 1900’lü yıllardan itibaren de Türkiye, Avrupa’nın paylaşmak istediği bir ülkedir. Bu nedenle Türkiye tüm tarihi boyunca Batı’dan uzak kaldığı sürece ilerlemiş, Batı’ya yaklaştığı sürece de parçalanmış ve ekonomisi yıkıma uğramıştır. Batı, güvenlik, ekonomik ve siyasi gelecek açısından Türkiye’nin tek alternatifi değildir. Çaresiz bir şekilde Batı’ya dayanma çizgisi 2000 yılında Türkiye’yi ekonomisi IMF’den gelecek yardıma muhtaç hale getirmiştir.

Türkiye, yüzünü Doğu’ya çevirerek Doğu ülkeleriyle ve komşularıyla dostluk ilişkileri kurmalı ve bir Doğu seçeneğinin yaratılmasında üzerine düşeni yapmalıdır.

Dipnotlar:

1- MÜDERRİSOĞLU Alptekin, Kurtuluş Savaşı Mali Kaynakları, Kastaş Yayınları, 1988, sf. 32 
2- AKŞİN Aptülahat, Atatürk’ün Dış politika İlkeleri ve Diplomasisi, Türk Tarih Kurum Yayınları, 1991, sf. 123 
3- SANDER Oral, Türkiye’nin Dış Politikası, İmge Kitabevi Yayınları, 1998, sf. 75
4- SOYSAL İsmail, Türkiye’nin Siyasal Anlaşmaları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989, sf. 264
5- KEPENEK Yakup ve YENTÜRK Nurhan, Türkiye Ekonomisi, Remzi Kitabevi, 1997, sf. 56
6- SOYSAL İsmail, Türkiye’nin Siyasal Anlaşmaları, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989, sf. 447 ve 582
7- Türkiye’nin Milletler Cemiyeti’ne giriş görüşmelerinin ayrıntısı için bkz. AKŞİN Aptülahat, Atatürk’ün Dış Politika İlkeleri ve Diplomasisi, Türk Tarih Kurum Yayınları, 1991, sf. 169-176
8- Birinci Dünya Savaşı öncesinde Almanların etkisi için bkz. ORTAYLI İlber, Osmanlı İmparatorluğu’nda Alman Nüfuzu, İletişim Yayınevi, 1998
9- Atatürk’ün Söylev ve Demeçleri, 1. Cilt, Türk İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, 1945, sf. 309 
10- TUNÇKANAT Haydar, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Ekim Yayınları, 1970, sf.23. Milli Birlik Komitesi üyelerinden Emekli Albay Haydar Tunçkanat’ın bu kitabı ABD ile yapılan anlaşma metinlerini yorumlayarak sunuyor. Bu değerli çalışma Türkiye’nin ikili anlaşmalarla adım adım nasıl ABD’nin güdümüne girdiğini gösteriyor. 
11- BAĞCI Hüseyin, Demokrat Parti Dönemi Dış Politikası, İmge Kitapevi, 1990, sf.9 
12- TUNÇKANAT Haydar, İkili Anlaşmaların İçyüzü, Ekim Yayınları, 1970, sf. 192 
13- AVCIOĞLU Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, Tekin Yayınevi, 1976, sf. 1607 
14- age sf. 1609 
15- KOÇAK Cemil, Siyasal Tarih (1923-1950), Türkiye Tarihi, 4. Cilt, Cem Yayınları, 1997, sf. 173 
16- Cumhuriyet, 24 Aralık 1950 
17- ARMAOĞLU Fahir, Belgelerle Türk Amerikan Münasebetleri, Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1991, sf. 252 
18- ÖZDEMİR Hikmet, Siyasal Tarih (1960-1980), Türkiye Tarihi, 4. Cilt, Cem Yayınları, 1997, sf. 249 
19- age sf. 250 
20- ŞAHİN Haluk, Gece Gelen Mektup, Cep Kitapları, 1987, sf. 119  
21- age sf. 89 
22- KARLUK Rıdvan, Avrupa Birliği ve Türkiye, İMKB Yayınları, 1996, sf. 408  
23- ERALP Atila, Soğuk Savaştan Bugüne Türkiye-Avrupa Birliği İlişkileri, Türkiye ve Avrupa, İmge Kitapevi, 1997, 95 
24- KARLUK Rıdvan, Gümrük Birliği Dönemecinde Türkiye, Turhan Kitapevi, 1997, sf. 74 
25- age sf. 363 
26- MANİSALI Erol, Türkiye Avrupa İlişkileri, Çağdaş Yayınları, 1998, sf. 66 
27- GRİMAL Pierre, Mitoloji Sözlüğü, Sosyal Yayınları, 1997, sf. 191  
28- BLOCH Marc, Feodal Toplum, Opus Yayınları, 1998, sf. 665  
29- Avrupa kimliğinin oluşumunda aydınlanma filozoflarının görüşleri için bkz. YURDUSEV Nuri, Avrupa Kimliğinin Oluşumu ve Türk Kimliği, Türkiye ve Avrupa, İmge Kitapevi, 1997, sf. 46-49 
30- age sf. 42 
31- age sf. 61 
32- age sf. 64-65 
33- TUNAYA Tarık Zafer, Devrim Hareketleri İçinde Atatürk ve Atatürkçülük, Arba Yayınları, 1994, sf. 141 
34- AYDOĞAN Metin, Yeni Dünya Düzeni, Kemalizm ve Türkiye, Otopsi Yayınları, 1999, sf. 823 
35- AVCIOĞLU Doğan, Milli Kurtuluş Tarihi, Tekin Yayınevi, 1976, sf. 1614 
36- Milliyet, 5 Kasım 2000 
37- KABAALİOĞLU Haluk, Avrupa Birliği ve Kıbrıs Sorunu, Yeditepe Üniversitesi Yayınları, 1997, sf. 350 
38- Avrupa Birliği Türkiye Temsilciliği, http://www.eureptr.org.tr  
39- Dışişleri Eski Bakanı İlter Türkmen’den aktaran Muzaffer İlhan Erdost, Edebiyat ve Eleştiri, Eylül-Ekim 2000, sayı 51. 
40- Cumhuriyet, 28 Temmuz 1999 
41- LESSER Ian ve FULLER Graham, Türkiye’nin Yeni Jeopolitik Konumu, Alfa Yayınları, 2000, sf. 230 
42- age sf. 186 
43- age sf. 199 
44- Cumhuriyet, 20 Ekim 2000 


http://www.turksolu.com.tr/ileri/02/erdem2.htm


***

Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 3


 Türkiye'nin Avrupa Serüveni BÖLÜM 3


Avrupa Kimliğinde Türk’ün Yeri

Avrupalılar için Türk kelimesi Müslüman sözcüğüyle eşanlamlıdır. Müslümanlaşan Avrupalı için ‘Türkleşti’ kelimesi kullanılır. Özellikle Osmanlı İmparatorluğu ile birlikte Avrupa için tehdit oluşturmaya başlayan Türkler, Avrupa kimliğinin oluşmasında da önemli bir role sahiptir. Tarihçi Lord Acton “Modern tarih Osmanlı fetihlerinin baskısıyla başlar” demiştir.[31] Türkler, Avrupalıları Avrupa’ya tıkan bir düşmandır. Öyle ki İstanbul’un fethinden sonra Papa’nın “Şimdi gerçekten Avrupa’ya tıkıldık” dediği söylenir. Türkler daha da ileri gitmiş ve zamanla Avrupa’nın neredeyse yarısını işgal etmiştir. 1900’lü yıllara gelindiğinde bile Avrupa’nın dörtte biri Türk egemenliğindeydi. Bu nedenle Avrupalı olmak demek, 1900’lü yıllara kadar Türklere karşı olmayı da kapsıyordu. Avrupa’ya birkaç yüzyıl dünya hâkimiyetini sağlayan coğrafi keşiflerin başlamasında da Türklerin Doğu’dan yaptığı baskının önemli bir payı vardır. Ticaret yollarının ve sonunda İstanbul’un da Türklerin eline geçmesiyle Avrupalıların okyanuslara açılmaktan başka çaresi kalmamıştı.

Aydınlanma Dönemi’nde ‘İslam’ düşmanlık kavramıdır. Martin Luther’e göre İslam “İsa’nın karşısında bir şiddet hareketidir. O, doğru yola getirilemez çünkü akla ve mantığa kapalıdır, her ne kadar zor olsa da, ona ancak kılıçla karşı konulabilir.” Voltaire için Hz. Muhammet bir din zorbasıdır. Örnekleri çoğaltmak mümkün, ancak laikleşmeyle birlikte Avrupa kimliği yerli yerine otururken diğer ulus ve dinlere karşı da bir aşağılama dönemi başlamış oluyordu. Örneğin Rousseau’ya göre Türkler, refah içindeki kültürlü ve uygar Arapları yenen barbarlardır. İdama mahkum olmuş olan Ütopya kitabının yazarı Thomas More’un da idam sehpasında dahi çevresindekilere Türk tehlikesinin hâlâ sürüp sürmediğini sorduğu söylenir.[32]

1800’lere gelindiğinde Avrupa, yüzyıllardır kıtasından atamadığı Türklerin artık eski gücünde olmadığını görmüş ve Türkleri kesin olarak yok etmek için planlar yapmaya başlamıştı. Artık ‘barbarlığın temsilcisi Türkleri’ uygarlığın beşiği olan Avrupa’dan atma şansı yakalanmıştır. Birinci Dünya Savaşı’na kadar Türklerin Avrupa’daki gücü gittikçe azalır ve plan Sevr Anlaşması’yla sonuca ulaşır.

Türk Düşmanlığı Gerçeği

Avrupa’nın Birinci Dünya Savaşı öncesinde Türkiye’yi paylaşma planı şüphesiz yalnızca bir tarihsel intikam duygusunun ürünü değildi. Osmanlı İmparatorluğu hem topraklarının genişliği, verimi hem de jeopolitik önemi nedeniyle zaten paylaşılacak topraklar içinde baş sırada yer alıyordu. Ancak, Avrupa’nın Osmanlı’ya ve Türklere bakışının salt bir sömürülecek ülke olduğunu düşünmek yanıltıcı olacaktır. Avrupalılar aynı zamanda tarihteki yenilgilerin intikamını alıyordu. 300-400 yıl boyunca kendilerine kök söktüren, Avrupa’nın yarısını işgal eden, Avrupa’nın Doğu’ya doğru yayılmasını engelleyen Türklere, Avrupa’nın dostça baktığını düşünmek saflık olacaktır. Birinci Dünya Savaşı yıllarında Osmanlı’nın yıkımın eşiğine gelmesi nedeniyle dış basında atılan zafer çığlıkları bunun bir göstergesi (Bu konuda bu sayımızda yayınlanan belgeleri inceleyebilirsiniz).

Avrupa’daki Türk düşmanlığı göz ardı edilemeyecek bir gerçeklik. Bu düşmanlık 20. yüzyıl boyunca da devam etti. 1900’lerin başında İngiliz Başbakanı Gladston, Türkler için şunları söylüyordu: “İnsanlığın tek insanlık dışı tipi Türklerdir.”[33] 1919 yılında ise bir diğer İngiltere Başbakanı Lyod George şunu savunuyordu: “Türkler ulus olmak bir yana, bir sürüdür. Yağmacı bir topluluk olan Türkler bir insanlık kanseri, kötü yönettikleri toprakların etine işlemiş bir yaradır.”[34] 30’lu yıllarda Hitler ve Mussolini, aşağılık ırklar sıralamasına Türkleri eklemeyi ihmal etmiyorlardı. Türkiye’nin NATO’ya katılmasının tartışıldığı dönemde kimi Avrupa ülkeleri, Türkiye’nin üyeliğine NATO’nun ‘yalnızca bir savunma ittifakı olmayıp Atlantik uygarlığına sahip bir birleşmenin çekirdeğini teşkil edecek bir belge’ olduğunu öne sürerek karşı çıkıyorlardı.[35]

Günümüzde dahi Avrupa’daki ırkçı partilerin hâlâ güçlü olduğunu ve Türk düşmanlığına devam ettiklerini unutmamak gerek. Sosyal demokrat kesimde bile Türk düşmanlığı var. Örneğin, Alman eski Başbakanı Helmut Schmidt, ‘Avrupa’nın Sürdürülmesi’ adlı kitabında, açık açık Türklerin Avrupalı olmadığı, olamayacağı, bu nedenle Avrupa Birliği’ne alınmamaları gerektiğini söylüyor: “Türkiye’yle Avrupa arasındaki kültürel farklar, Rusya ve Ukrayna ile aramızdaki farklardan çok derindir. Türkiye’yi AB’ye almak isteyenlerin, ileride AB’ye girmek isteyebilecek Mısır, Fas, Cezayir gibi ülkelere nasıl bir argümanla karşı koyacağını da hesaplaması gerekir. (...) Türkiye’nin nüfusu şu anda 65 milyon, 35 yıl içinde bu sayı 100 milyona çıkacak, 21. yüzyıl sonlarına doğru Türkiye’nin nüfusu Fransa ve Almanya’nın toplamı kadar olacak. Türkiye’yi AB’ye almak isteyenlerin bu rakamları aklında tutması gerekir.”[36]

Avrupalıların Türkiye’ye bakışını salt ekonomik çıkarlar doğrultusunda ele almak, tarihten gelen bu kin ve ırkçılığı göz ardı etmek olacak ve bu yönüyle eksik bir değerlendirme olacaktır.

Avrupa, emperyalist döneminde bile, Doğu’yu ele geçirememiştir. Önce Rusya’da Sosyalistler iktidara gelmiş, sonra Türkiye Avrupalı emperyalistleri yurdundan atarak bağımsızlığını kazanmış, Çin sosyalizme geçmiş, Hindistan uzun mücadele döneminden sonra bağımsızlığını elde etmiştir. Bu coğrafyada emperyalizm başarısız olmuştur çünkü, karşısında köklü bir Doğu uygarlığı vardır. Doğu halkları binlerce yıl Avrupa’dan üstün bir uygarlık düzeyinde yaşamış ve kendi kimliğini yaratmıştır. Avrupa, Amerika ve Afrika kıtasını Hıristiyanlaştırabilmiş ama Doğu’nun dini ve milli kimliğini değiştirememiştir. Bu uygarlık temeli, Avrupa’nın Türklere ve diğer Doğulu uluslara karşı düşmanlığının kökenidir. Bu uygarlık yıkılmadan da Avrupa emperyalizmi, Doğu’yu ele geçiremeyeceğini bilmektedir. O nedenle de ekonomik sömürü peşinde değildir, bu emperyalizmin genişlemesi için yeterli değildir, Doğu her düzeyde teslim alınmalıdır.

Emperyalizmin, sömürgeleştirici ve yeniden paylaşımcı karakterini gözden kaçıran her bakış açısı, ekonomizmin dar ufkuyla sınırlıdır ve emperyalizmin siyasi niteliğini de bir türlü kavrayamamaktadır. Bu nedenle de AB’yi bir ekonomik yayılma örgütü olarak sınırlamaktadır. Halbuki Haçlı-Sömürgeci ve Emperyalist Avrupa, ekonomik, siyasi ve kültürel ele geçirme ve teslim alma örgütüdür. Teslim aldıktan sonra da varolanı yok ederek yerine kendi kültürel kimliğini ikame eder. Amerika ve Afrika’nın yok edilişi bunun açık kanıtıdır. Doğu ise hâlâ ayaktadır ve Avrupa, fırsatını buldu mu, Doğu da Amerika ve Afrika’nın kaderini paylaşmaktan kurtulamayacaktır.

4- Sevr’e Giden Yol

Avrupa Azınlık Yaratma Peşinde

Sovyetler Birliği’nin dağılmasından sonra 1993’te gerçekleştirilen Kopenhag Zirvesi’nde, Orta ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye üye olabilecekleri kararlaştırıldı ve üyelik için yeni kriterler belirlendi. Bu yeni kriterlerin esas amacı, Doğu Avrupa ülkelerinde serbest pazar ekonomisinin işlemesini sağlamak ve bunun için gerekli ekonomik, hukuki ve politik kriterleri belirlemekti. Kopenhag Kriterleri arasında azınlık hakları şu şekilde yer alıyordu: “Azınlık topluluklarının toplum ile bütünleşmesi, demokratik istikrarın bir koşuludur. Avrupa Konseyi tarafından özellikle azınlık gruplarına ait kişilerin bireysel haklarını kollayan ulusal azınlıkların korunması çerçeve konvansiyonu başta olmak üzere ulusal azınlıkların korunmasını yöneten çeşitli metinler benimsenmiştir.”[37]

2000 yılı Katılım Ortaklığı Belgesi’nde ise kısa vadeli hedefler arasında şunlar da yer aldı:”Türk vatandaşlarının kendi anadillerinde televizyon ve radyo yayını yapmalarını yasaklayan her türlü yasal hükmün kaldırılması.

Güneydoğu’da halen devam etmekte olan Olağanüstü Hal’in kaldırılması. Kültürel çeşitliliğin sağlanması ve kökenlerine bakılmaksızın tüm vatandaşların kültürel haklarının güvence altına alınması. Bu hakların kullanılmasını engelleyen her türlü yasal hüküm (eğitim alanındakiler de dahil olmak üzere) kaldırılmalıdır.”[38]

Azınlık hakları, Osmanlı İmparatorluğu döneminde de Avrupa devletleri tarafından kullanılan bir kozdu. Kopenhag Kriterleri’nin bir benzeri o dönem ABD Başkanı Wilson tarafından savunuluyordu. Wilson İlkeleri olarak bilinen belgede azınlık hakları da yer alıyordu. Wilson İlkeleri’nin Türkiye açısından sonucu Sevr’di, parçalanma ve yok olmaydı. Kopenhag Kriterleri’nin de Türkiye gibi devletler için sonucu aynı olacak. Nitekim, Yugoslavya, Irak gibi birden fazla ulusun bir arada yaşadığı ülkeler, Avrupa devletleri ve ABD tarafından azınlık hakları kullanılarak bölünüp parçalandı ve zayıflatılarak kontrol altına alınmaya çalışıldı.

Batı’nın azınlık haklarını savunurken ‘azınlık’ları gerçekten savunmadığı çok açık. Çünkü azınlık sorunları sadece Türkiye, Yugoslavya, Irak gibi bölünmek istenen ülkelerde yaşanmıyor. Hemen hemen tüm AB ülkeleri kendi içlerinde bir azınlık sorunu yaşıyor ve azınlıklarla ilgili kriterler kimi AB üyesi ülkeler tarafından kendi ‘özel konumları’ nedeniyle benimsenmiyor. Örneğin Fransa, Birleşmiş Milletler’e ‘Fransız halkının, etnik özelliklere dayanan hiçbir ayrımı kabul etmeyeceğini ve dolayısıyla her türlü azınlık kavramını reddeceğini’ açıklayabiliyor[39] . Yunanistan Dışişleri Bakanı Yorgo Papandreu ise şöyle diyor: “Azınlık konusu zaman zaman toprak talebine dönüştürülmektedir. Eğer sınırlar konusunda endişe duyulmazsa, herkese kökenleri ile hitap etmekten çekinmem. Türk olsun, Bulgar olsun, Pomak olsun, çekinmeden kökenlerini telaffuz edebilirim.”[40] İnsan Hakları İzleme Komitesi’nin 1998 raporuna göre Yunanistan, ülkedeki Türk ve Makedon azınlığı azınlık olarak tanımayı reddediyor. Azınlık hakları konusunda İngiltere (Kuzey İrlanda), İspanya (BASK bölgesi) gibi ülkeler de büyük sorunlar yaşıyorlar. Ancak bu ülkelere AB’nin herhangi bir yaptırımı bulunmuyor.

Üstelik Türkiye’de Kürt sorununun çözümü Kürtlerin bir azınlık olarak tanınmasından geçmiyor. Her şeyden önce Kürtler Türkiye’de azınlık değil. Kürtlerin belli bir bölgede yoğunlaşan nüfusları ve aynı topraklar üzerindeki binlerce yıllık geçmişleri sorunun azınlık sorunun da öte bir ulusal sorun olduğunu gösteriyor. Kürt Sorunu azınlık sorunu çerçevesinde değerlendirilince sonuç bu azınlığın Türkiye’den koparılması olur. Çünkü Kürtlerin neredeyse 20 milyonu bulan bir nüfusu ve nüfusun yoğunlaştığı toprak parçası var. Batı’nın Kürt sorunuyla ilgilenmesinin nedeni de Kürtleri Türkiye’den koparmak ve Orta Doğu’da kendi güdümünde bir Kürdistan kurabilmek. Kürt sorununu uluslararası platforma taşıma çabalarının ve Kürtçe TV gibi salt kültürel bir sorunmuş gibi yansıtılmasının temelinde de bu yatıyor. Türkiye’de Kürt sorunu bir azınlık sorunu olmadığı gibi, pek çok ekonomik ve siyasi boyutu olan bir sorun. Kürt sorunu gerçekten çözüme ulaştırılmak isteniyorsa, Türkiye’nin Misak-ı Milli sınırları içinde bütünlüğü ve ortak bir yurttaşlık kimliği temelinde birleşmesi gerekiyor.

Kıbrıs

Katılım Ortaklığı Belgesi’nde en çok tepkiyi çeken maddelerden biri Kıbrıs meselesiydi. Ancak Kıbrıs Sorunu yeni bir sorun değil kuşkusuz. Türkiye tarihi boyunca, başta ABD olmak üzere, Batı ülkeleri Kıbrıs kozunu kullanmaktan çekinmediler. Bu ülkeler açısından Ege’de ve Doğu Akdeniz’de hâkim olmanın yolu Kıbrıs’ı kontrol altında tutmaktan geçiyor. Sorunun çözümsüz kalması, ABD’nin işine geliyor. Çünkü ABD, Kıbrıs kozunu kullanarak hem Türkiye’yi hem de Yunanistan’ı kontrol altında tutuyor.

Avrupa Devletleri açısından ise Kıbrıs, Türkiye’nin direncini kırabilmek için çok önemli. AB, bu adayı kendi kontrolünde tutmak istiyor. Bunun için de AB’ye katıyor. Ada’daki Türk Devleti kabul edilmiyor. Bunun bir diğer nedeni de Türk Devleti’nin bağımsızlığı kabul edilirse Türkiye’nin de bu stratejik adada söz sahibi olabilecek olması ve Türkiye’nin Doğu Akdeniz dengelerinde güçlenme olasılığı. AB, Doğu Akdeniz’de güçlü bir Türkiye’yi istemiyor.

Kıbrıs sorunu her şeyden önce Türkiye için bir onur sorunu. 1947’den bu yana ABD’ye ve Batı’ya fiilen bağlanmış olan Türkiye bu dönem içinde sadece ve sadece Kıbrıs meselesinde Batı’ya kafa tuttu ve tutmaya devam ediyor. Kıbrıs sorununda geri adım atmak bu politik simgeyi kaybetmek ve bölgede AB hükümranlığını kabullenmek anlamına gelecek.

Batı’nın Ermeni Oyunu

Ermeni sorununun Batı tarafından Türkiye üzerinde bir baskı ve gözdağı için kullanılması, Türkiye’yi kesin olarak yok etme planlarının yapıldığı Birinci Dünya Savaşı’nın hemen öncesinde başladı. ABD Başkanı Wilson, ilkelerini açıklarken Türkiye’ye özel bir madde ayırmıştı: “Madde 12: Mevcut Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk kısımlarına egemenlik verilmeli, halen Türk hâkimiyeti altında bulunan diğer milletlere muhtar bir gelişmeyi gerçekleştirmek üzere teminat sağlanmalı ve Boğazlar milletlerarası bir garanti altında bütün milletlerin ticari seyrüseferine açık tutulmalıdır.”

Bu maddede muhtariyet verilmesi kastedilen bölgeler ‘Kürdistan’ için Güneydoğu Anadolu ve Musul, ‘Ermenistan’ için de Kürdistan’ın doğusunda kalan tüm Doğu Anadolu’ydu. Nitekim Sevr Anlaşması’yla birlikte Ermenistan sınırlarının Wilson tarafından belirlenmesine karar verilir!

Ermeni sorununun aslında Türkiye’de bir kökü bulunmuyor. Türkiye’deki Ermeni yurttaşların bir azınlık olarak hiçbir sorunu ve şikayeti yok. Ermenilere herhangi bir baskı ya da dışlama ne devlet ne de Türk halkı tarafından uygulanıyor. Bu yüzden 80’lerde bağımsız bir Ermenistan amacında terör eylemleri gerçekleştiren ASALA, Türkiye’de herhangi bir toplumsal temel bulamamıştı.

Batı, Ermeni soykırımı iddiasıyla Türkiye üzerinde bir baskı oluşturmak istiyor. Türkiye’de büyük tepki uyandıran ABD Kongresi’nin Ermeni Soykırımı Yasa tasarısı, soykırımın gerçek olduğunun kanıtları arasında Sevr Anlaşması’nın sıralanması ilgi çekici. Nedeni açık. Türkiye üzerindeki paylaşım ve Türkiye’yi güçsüz düşürme planının Ermenistan bölümü de oynanmaya başlandı.

İnsan Hakları Emperyalizmi

Batı, Türkiye’ye insan hakları konusunda baskı yapmaya başladığında, amacı Osmanlı Devleti’ndeki Hıristiyanları etkin hale getirmek ve koz olarak kullanmaktı. Tabii bunu Hıristiyan tebaanın hayrına ya da Osmanlı Devleti’nde insan hakları ihlalleri olmasın diye yapmıyordu. İnsan hakları maskesinin ardındaki esas amaç, Osmanlı Devleti’ndeki Avrupalı tüccarların çıkarlarını savunmaktı. Osmanlı Devleti, Batı’nın insan hakları baskısını kabul edip de hukukunda bir düzenlemeye gittiğinde sonuç Tanzimat Fermanı’ydı. Tanzimat Fermanı, görünüşte Osmanlı hukukunda bir ilerlemeyi simgelese de, Tanzimat’ın gerçek sonucu Osmanlı ekonomisinin tamamen dışa bağımlı hale gelip çökmesiydi. Batı insan hakları, hukukun üstünlüğü diye diye kendi tüccarlarının çıkarlarını sağlamış, Osmanlı ekonomisini adım adım çökertmişti.

Batı’nın emperyalizm çağına girmesiyle birlikte insan hakları, ezilen ülkelerin iç ve dış politikaları üstünde denetim ve otorite sağlamak ve istemediği rejimleri tasfiye etmek için kullanılmaya başlandı. İnsan hakları bahanesiyle ülkelerin içişlerine karışabilme ve dolayısıyla o ülkeleri kontrol edebilme yetkisi 1993’te belirlenen Kopenhag Kriterleri’yle resmileştirildi: “Temel haklara saygı, üyeliğin bir ön şartı olup Avrupa Konseyi’nin insan haklarının ve temel özgürlüklerin korunması konvansiyonunda ve vatandaşların davalarını Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürmesine izin veren protokolde perçinleştirilmiştir. İfade hürriyeti ve medyanın dernekleşebilmesi ve bağımsızlığı da garanti altına alınmalıdır.”

Bir ülkenin içişlerine karışabilmenin ve o ülke üzerinde denetimin arttırılabilmesinin sihirli formülü bulunmuştur. İnsan Hakları ihlalleri genellikle devlet tarafından yapıldığına göre, bireyin devlet karşısında hakkını koruyacak bir mekanizma yaratılmalıydı. Helsinki İzleme Komitesi, Uluslararası Af Örgütü, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi gibi örgütlerle isimleşen bu mekanizma sayesinde Avrupa ve ABD, istediği ülke üzerinde denetim kurabilecektir. Mekanizma adeta bir müfettiş gibi çalışacak ve böylelikle istenen devletler üzerinde tam tahakküm gerçekleştirilmiş olacaktır. Avrupa, insan hakları silahıyla bu şekilde istediği devletleri uluslararası arenada hareketsiz bırakabilecektir.

Soğuk Savaş Sonrası Değişen Jeopolitik

İkinci Dünya Savaşı sonrasında Soğuk Savaş’ın yaşandığı dönemde; Türkiye, Komünist ülkelere yakınlığından ötürü büyük stratejik öneme sahipti. Ancak Sovyetler Birliği’nin yıkılmasıyla birlikte Asya’da büyük değişimler yaşandı. Bir dönem Sovyetler Birliği’nin üyesi olan ülkeler bir bir bağımsızlıklarını ilan etmeye başladılar.

Artık Avrupa’nın ve ABD’nin genişlemek için önünde yeni imkânlar vardı. Bu bölgelere ulaşmanın yollarından birisi Türkiye ile Orta Asya ülkeleri arasındaki ırkdaşlığı ve dindaşlığı kullanmaktı. Aynı şekilde Balkanlar da Yugoslavya’nın parçalanmasıyla birlikte paylaşılacak bakir bir alan olarak Batı’nın karşısında duruyordu. Türkiye’nin bu bölgede de dindaşları ve soydaşları bulunuyordu. Orta Asya’nın yeni cumhuriyetlerinin daha da doğusunda Batı’nın belki de yeni rakibi olarak adlandırabileceğimiz Çin, bir güç olarak ortaya çıkmaya başlamıştı. Çin’de de Türkiye’nin dindaşları ve soydaşları bulunuyordu. Böylece Türkiye, ‘Balkanlar’dan Batı Çin’e’ büyük bir alana ulaşabilmenin en önemli anahtarı haline geldi.

Tabii Türkiye bu rolü seve seve kabul etti. İlk gelişmeler Özal döneminde başladı. Türkiye hem Türki Cumhuriyetler olarak adlandırılan Orta Asya’nın yeni bağımsız devletleriyle ilgilenmeye başladı, hem de ABD ve Avrupa’nın Irak’a düzenlediği saldırı gibi gelişmelerde askeri üslerini seve seve açtı, hatta asker kullanarak fiilen savaşa dahil olmak istedi. Özal dönemi, bu açıdan bir dönüm noktasıdır. Bir dönem Batı adına, Batı çıkarları için kendi ekonomimizi yıkıma uğratmak pahasına Ruslar’a saldırdığımız gibi, Özal’la birlikte Irak’tan gelen yılda 10 milyon Dolarlık petrol boru hattı gelirinden fedakârlık ederek Batı’yla birlikte Irak’a ambargoya ve saldırıya katıldık.

ABD’nin basit bir eri olarak Adriyatik’ten Çin’e kadar olan bölgede at koşturmak, Türkiye’de Özal döneminde büyük sempati toplamıştı. Bu doğrultuda çok büyük bir propaganda başlatılmıştı. Bu tehlikeli propaganda, Birinci Dünya Savaşı öncesi Almanya’nın kızıştırdığı Turancılığa çok benziyordu.


4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,



***