SERDAR ANT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SERDAR ANT etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

2 Ağustos 2015 Pazar

VATAN PARTİSİ, KİMLERİ BİRLEŞTİRİYOR?




VATAN PARTİSİ, KİMLERİ BİRLEŞTİRİYOR?



     İşçi Partisi Olağanüstü Kurultayı’ndan bir gün önce Aydınlık gazetesinde yayınlanan söyleşide partinin Genel Sekreteri Serhan Bolluk,“Pazartesi günü Meclis’te Vatan Partisi milletvekilleri olacak” diyordu. Kastettiği eski CHP milletvekilleri Süheyl Batum ve Birgül Ayman Güler idi. En azından Birgül Ayman Güler’in hem kurultaya hem de partiye katılması garanti olarak görülüyordu. Ama kurultaydan önceki gece Ulusal Kanal’da yayınlanan programda Birgül Ayman Güler, ertesi gün kurultaya katılacağını, ama Vatan Partisi’ne ne kurultayda ne de daha sonrasında üye olmayacağını, Vatan Partisi ile eylem birliği içinde bulunacağını ama kendini seçen CHP seçmenine karşı sorumluluğu olduğundan “Vatan Partisi hiyerarşisi içinde yer almayacağını” açıkladı. Dediği gibi de ertesi gün kurultaya geldi, bir köşede oturdu, o kadar… Süheyl Batum ise Kurultay salonuna bile gelmedi ve sadece bir mesaj gönderdi.

Ama hem Güler hem de Batum ile benzer bir pozisyonda olan Tayfun İçli, CHP’den istifa ederek Vatan Partisi’ne katıldı. Birgül Ayman Güler, kurultaydan önceki gece Ulusal Kanal’daki programda CHP’den istifa etmek zorunda kaldığını, istifa etmeseydi de zaten atılmış sayılacağını, disipline sevk edildiğini ve bütün yetkilerinin elinden alındığını bizzat kendisi söyledi. Yani istifasının zorunluluktan kaynaklandığını, bir anlamda istifaya zorlandığını vurguladı. Eğer bu disipline sevk ve yetkilerinden yoksun bırakılma işlemi olmasaydı Birgül Güler Ayman’ın CHP’den istifası ve Vatan Partisi’ne katılması pek olası değildi. Zaten istifa ettikten sonra bile Vatan Partisi’ne katılmaması, “Vatan Partisi hiyerarşisi içinde yer almayacağını” özellikle vurgulaması bu yönde bir tutum içinde olacağının açık kanıtıdır.

Süheyl Batum’un kurultay öncesinde ve sırasında Vatan Partisi’nden uzak durmasının ise farklı bir nedene dayandığı iddia ediliyordu. CHP’den hukuka aykırı bir şekilde ihraç edildiğini düşünen Süheyl Batum, partiye dönmek için yasal yola başvurmuştu. Dolayısıyla açtığı dava henüz sonuçlanmadan başka bir partinin kurultayına katılması ve bu partiye üye olması düşünülemezdi. İddiaya göre Batum, açtığı davayı kazandıktan sonra CHP’den istifa edecek ve Vatan Partisi’ne katılacaktı!

Ne var ki Süheyl Batum, daha sonra, CHP’den ihracına neden olan hukuksuz uygulamalar nedeniyle açtığı davayı kazanmasına rağmen, CHP’den istifa edip Vatan Partisi’ne katılmadı!

Dolayısıyla Birgül Ayman Güler ve Süheyl Batum üzerinden Vatan Partisi’nin yapmaya çalıştığı sözde “birleşme-bütünleşme” propagandası iflas etmiştir, kendi elinde patlamıştır. Şu anda da “ileride katılacaklar, bir gün mutlaka birleşeceğiz” türünden umutları canlı tutmaya yönelik mesnetsiz bir söylemle vaziyet geçiştirilmeye çalışılmaktadır.

Emine Ülker Tarhan olayı ise biraz daha farklı… Emine Ülker Tarhan’ın son dönemde ulusal solcu ve Atatürkçü çevrelerdeki yükselen prestiji, İşçi Partisi tarafından erken fark edilmiş ve onun üzerine bilinçle oynanmaya çalışılmıştır. Özellikle Cumhurbaşkanlığı seçimi sürecinde İşçi Partisi ısrarla Emine Ülker Tarhan’ın aday olması gerektiği propagandasını yapmış, CHP’den 20 milletvekilinin çıkarak onun adaylığını ilan etmelerini talep etmiştir. Ne var ki İşçi Partisi kaynaklı bu talepler CHP’nin muhalif milletvekillerinde destek görmedi. 6-7 milletvekili, sadece genel bir açıklama yaptılar, ama Emine Ülker Tarhan’ın adaylığı için resmi bir imza toplama süreci başlatılmadı.

Ama daha önemlisi, Emine Ülker Tarhan’ın kendisi de İşçi Partisi’nin bu çağrısına fiilen itibar etmedi. İncelik gösterip teşekkür edildi, benzer türden açıklamalar yapıldı, ama bu işbirliği hiçbir zaman fiiliyata dökülmedi. Tarhan da diğer birçok kesim gibi İşçi Partisi’nden ısrarla uzak durdu. Cumhurbaşkanlığı seçiminden sonra da ayrı bir parti kurdu, yoluna Anadolu Partisi ile devam etme kararı aldı.

Ne ilginçtir ki o güne kadar Emine Ülker Tarhan’ı yere göğe sığdıramayan İşçi Partisi ve Aydınlık, bu sefer de tam ters bir tutum benimseyip saldırmaya başladılar. Anadolu Partisi’nin TÜSİAD partisi olduğu, neoliberal olduğu söylendi. Kısacası bilinen Aydınlıkçı taktikleri bir kere daha arz-ı endam etti!

İşçi Partisi’nin Vatan Partisi adını alarak kabuk değiştirdiği Olağanüstü Kurultay’da Doğu Perinçek, Anadolu Partisi’ne birleşme çağrısı yaptı. Ne kadar inandırıcı! Ama daha ilginci, bu birleşmenin iki partinin bir araya gelip görüşmeler sonunda kendilerini fesih ederek yeni bir parti kurmaları biçiminde değil de Anadolu Partisi’nin, daha doğrusu Emine Ülker Tarhan’ın Vatan Partisi’ne katılması şeklinde olmasının sağlanmaya çalışılmasıydı. Çünkü bütün bu çağrılara ve birleşme davetlerine rağmen, sürekli söylenen tek şey var:

“Bizim program ve tüzüğümüzü kabul eden herkes ile birleşiriz.”

Açıktır ki böyle bir birleşme olmaz. Bu, aslında “gel bana katıl, benim istediğim gibi hareket et, ben de sana MYK’da bir koltuk veririm”demektir. Vatan Partisi’nin tavrı, bir birleşme ve ulusal cephe yaratma projesi değildir. Aksine, ulusal birlik çabalarını sabote etme girişimidir. Kısır bir partizanlık örneğidir ki kendi siyasal geçmişleri bunun sayısız örneğiyle doludur. Bu tavır, haliyle AKP'ye hizmet eder. Ediyor da zaten... Bunun en son Süleyman Şah örneğinde de somut olarak gördük. İleride daha başka alanlarda da göreceğiz.

Ne var ki sorun sadece Birgül Ayman Güler, Emine Ülker Tarhan, Süheyl Batum örnekleriyle sınırlı değil. Mesela CHP içindeki başka birçok muhalif ulusalcı milletvekili de Vatan Partisi’nden uzak duruyor. Son yıllarda İşçi Partisi ile eylem birliği içinde olan Dilek Akagün Yılmaz, Nur Serter gibi milletvekilleri, önümüzdeki dönemde bir daha milletvekili seçilme şansları da olmadığı halde, partilerinden kopmadılar. Ne kurultayda ne de daha sonrasında Vatan Partisi’ne katıldılar. Hatta Nur Serter, CHP’den milletvekili adayı olmak için başvuruda bulundu!

Bu da ilginç ve düşündürücü bir tablo ortaya çıkarıyor. CHP tabanındaki ulusalcı kesim tarafından tutulan milletvekilleri Vatan Partisi’ne itibar etmiyorlar. Belki açıktan eleştiri yöneltmiyorlar, ama aktif olarak bir birleşme ve katılım yok!

Yine bunların dışında Kurultay’da bazı “sivil toplum örgütü”(!) yöneticilerinin de Vatan Partisi’ne katıldıklarını gördük! Bu katılım töreni, sanki demokratik kitle örgütleri temsilcilerinin akın akın Vatan Partisi’ne yöneldikleri şeklinde bir yanılsama yaratılarak sunuldu topluma… Oysa büyük bir yaygarayla ve törenle üye yapılanlar, zaten uzun yıllardır İşçi Partisi çevresinde olan, onunla yakın işbirliği içinde bulunan, bir anlamda partinin sempatizanı ya da fanatik taraftarı konumunda olan kimselerdi. Yani aslında bir üyelik akını değil, ustalıkla düzenleniş bir “show” izledik.

Bütün bu gösteriye rağmen, mesela 2013 yılında yapılan Milli Merkez Kurultayı’na da katılan, Ergenekon-Balyoz sürecinde İşçi Partisi ile yakın işbirliği içinde olan Ümit Kocasakal’ın ya da ADD Genel Başkanı Tansel Çölaşan’ın neden Vatan Partisi’ne katılmadıkları da sorgulanmaya muhtaçtır. Bu bağlamda daha birçok örnek verilebilir, ama ilk akla gelen, en popüler isimler bunlar olduğu için bu isimleri örnek olarak verdim.

Tabii bir de bu birleşme propagandasının Milli Merkez ayağı var ki, orası apayrı bir hikâye… Hani kendilerini pek tuttuğum ve önemsediğimden değil, ama isimleri son yıllarda sürekli İşçi Partisi ile birlikte geçtiği için Ufuk Söylemez, Hüsamettin Cindoruk, Kamer Genç’in ya da artık CHP’de milletvekili olmayan, ama son yıllarda yine bu çevreyle yakın temas halinde olan Onur Öymen’in Vatan Partisi’nden ve bu partiye katılımdan ısrarla uzak durdukları görülmektedir. Kurultay’dan bir gün önce Milli Merkez’in bundan böyle çalışmalarını ayrı bir şekilde yürüteceğini bir bildiri ile kamuoyuna açıklaması ve sanki “biz bu birleşme-bütünleşme aldatmacasına dâhil değiliz” mesajı vermesi oldukça anlamlıdır.

Peki, Vatan Partisi’ne katılanlar kimler? Hani şu “Vatan’da birleşenler…”?

Bu soruya hamaseti bir yana bırakıp nesnel bir şekilde yanıt vermek gerekirse şu saptamayı yapmak kaçınılmaz oluyor.

2002 yılında AKP’ye iktidar yolunu açan gelişmeler 1990’larda yatar. Bu dönemde, başka birçok faktörün yanı sıra, merkez sağ (DYP-ANAP) ve merkez sol partiler (CHP-DSP) arasındaki kısır ve bitmez tükenmez siyasi çekişme, sonuçta dinci sağı adım adım iktidara taşıdı. Önce REFAH Partisi, daha sonra da AKP, işte merkez sağ ve merkez soldaki bu bölünme sonunda ortaya çıkan uzun dönemli siyasal krizin sonucu olarak iktidar olma şansını yakaladılar. Kısacası AKP’nin iktidara gelmesinde, 1990’lı yılların merkez sağ ve merkez sol partilerinde yer alan politikacılarının basiretsizliği önemli bir etkendir.

İşte bugün Vatan Partisi’ne katılan veya onunla yakın ilişki içinde olan siyasi çevrelerde bu 90’lı yılların eski politikacılarını görüyoruz hep.Hasan Korkmazcan (ANAP), Barlas Doğu (ANAP), Yaşar Okuyan (MHP-ANAP), Tayfun İçli (DSP) ya da Hüsamettin Cindoruk (DYP), Ufuk Söylemez (DYP) gibi… Veya bu partilerin iktidarda olduğu dönemde görev almış Erol Çakır, Mehmet Turgut Oktay gibi bürokratlar… İsmail Hakkı Pekin, Naci Beştepe, Hasan Atilla Uğur gibi emekli askerler…

Bütün bu eski politikacılarının eve emekli askeri ve sivil bürokratların ortak bir paydası var:

12 Eylül…

Vatan Partisi’nin “birleştirdiği” kişilerin hepsi, siyasi ve mesleki kariyerlerinde 12 Eylül dönemi ile beraber yükselmeye başlamış, 12 Eylül’ün yarattığı siyasal ve toplumsal koşullar neticesinde bütün bulundukları yere gelmişlerdir. Vatan Partisi, bir anlamda 12 Eylül döneminin siyasal figürleri birleştiriyor.

Ama ne ilginçtir ki “Parola: Vatan; İşaret: Emek ve Namus” diyen bir partinin 31 kişilik MYK’sında sadece bir “emekçi” var. O da bir emekli sendikacı!

Sonuçta bugünlerin AKP’sine iktidar yollarının açılmasında yadsınamayacak sorumluluğu olan eski politikacı, eski askeri ve sivil bürokratların topluma bir çözüm ve kurtuluşa götürecek kadro olarak sunulması, üstelik bunun bir “birleşme-bütünleşme” edebiyatı eşliğinde yapılması en hafif deyimle milletin zekasına hakarettir. Vatanseverlik her şeyden önce dar parti çıkarlarının ötesine geçebilmeyi, “küçük olsun, ama benim olsun” anlayışını aşıp samimi ve özverişli olmayı gerektirir. Kırk yıllık taşra politikacısı tutumuyla, şark kurnazlığının ürünü bir laf ebeliğini, ulusalcı bir söylemle kısır siyasi hesapların kılıfı yapmayı bugüne kadar kimse yutmadı, bugünden sonra da kimse yutmaz!


Serdar Ant

https://groups.google.com/forum/#!topic/kotanlartr/ZTv8kk7DYVs

..


30 Nisan 2015 Perşembe

MİLLİ İRADE BİLDİRİSİ VE SES BAYRAĞIMIZ




“MİLLİ İRADE BİLDİRİSİ” VE "SES BAYRAĞIMIZ"  

Serdar Ant

Bugün, Banu Avar’ın Facebook’taki sayfasında şöyle bir paylaşım yayınlandı:
"TÜRK milletindenim diyen insan, her şeyden önce ve mutlaka TÜRKÇE konuşmalıdır." (Mustafa Kemâl ATATÜRK)
Dilimiz ses bayrağımızdır. Dil Bayramımız kutlu olsun.”
Ben bu paylaşımı, 26 Eylül günü, saat 13: 25’te gördüm. O dakikaya kadar 2 360 kişi bu paylaşımı beğenmiş, 37 kişi hakkında yorum yapmış, 2 789 kişi de kendi sayfalarında paylaşmıştı.  
Bu sayısal veriler ne kadar doğrudur bilmiyorum. Ama görülen o ki Banu Avar’ın izleyenleri dilimiz konusunda çok duyarlı…
Peki, Banu Avar?
Bu paylaşımın da yer aldığı Facebook sayfasının ana kapağına bakınca şu üç sözcüğü görüyoruz:
“Milli İrade Bildirisi…”
Bilindiği gibi bu, Banu Avar ve arkadaşlarının başını çektiği yeni bir girişimin adıdır. “Milli İrade Bildirisi” adıyla bir metin yayınladılar ve bu çerçevede de belli bir süredir siyasal olarak örgütlenmeye çalışıyorlar.   
Peki, Türkçe konusunda bu kadar duyarlı olanlar neden “Milli İrade Bildirisi” diyorlar?
“Milli” ve “irade” sözcükleri Türkçe mi?
Bu iki sözcüğün çok güzel iki karşılığı var dilimizde:
“Ulusal” ve “istenç”…
Neden “Ulusal İstenç Bildirisi” değil de “Milli İrade Bildirisi”?
Örneğin “Tamim” yerine “Bildiri” demişsin! Peki, “Milli” yerine “ulusal”, “irade” yerine “istenç” sözcüklerini neden kullanmıyorsun?
“Milli” sözcüğünün çağrıştırdığı diğer anlamın siyasal getirisinden yararlanmak için mi acaba?
Dahası, bu “Milli İrade Bildirisi”nin içeriğine bakıldığında da benzer bir durumla karşılaşıyoruz. Birçok yabancı kökenli ve Arapça sözcük, sözde “ulusal birlik” çağrısı yapan bir bildiriyi süslüyor: ihlal, radde, kültürel, istihbarat, irade, emperyalizm, rapor, gark olmak, müdafaa, tesis etmek, inşa etmek, cenah, fikir teatisi, samimi, meşru müdafaa, aksi takdirde, misak-ı milli, ihtiyaç, imkân, ittifak, ilham…
Bir taraftan ulusal birlik çağrısı yapan, ama baştan sona Arapça sözcüklerle dolu bu tür bildiri yazacaksın, ama öte yandan Atatürk’ün "TÜRK milletindenim diyen insan, her şeyden önce ve mutlaka TÜRKÇE konuşmalıdır" diye hava atacaksın!
Oysa “Milli İrade Bildirisi” adının bile üçte ikisi Arapça… İçerik ise ortada…
Türk milletinden olmak için Türkçe konuşmak gerektiği konusunda laf ebeliği yapmadan önce, insanın kendisinin doğru ve düzgün bir Türkçe konuşmaya çaba göstermesi gerekir.
O atasözümüz ne güzeldir:
Yılan kendi eğrisini görmez, deveye boynun eğri der.

26.9.2013
..

BANU AVAR, ATİLLA İLHAN VE KEMALİZM...


 BANU AVAR, ATİLLA İLHAN VE KEMALİZM...


Ulusalcı ve Kemalist çevreler Atilla İlhan’ın çok beğenirler. Özellikle İlhan’ın “Türk aydını” konusunda yaptığı kimi saptamalar birçok yazıyı süsler, dillerden düşmez.
Son günlerde Banu Avar çevresinde toplanarak yeni bir siyasi oluşum yaratmaya çalışan “Milli İrade Bildirisi” taraftarları arasında da bu Atilla İlhan aşkının en üst düzeyde olduğunu görüyoruz. Özelikle de Banu Avar’ın Atilla İlhan konusundaki tavrı dikkate değer ölçüdedir. “Atilla Abi”nin yeri başkadır!
Kendini topluma “Kemalist” olarak sunan ve 1938’i bir dönüm noktası olarak değerlendiren “Milli İrade Bildirisi” çevresinin bu Atilla İlhan tutkusu, acaba Kemalist ve ulusalcı söylemiyle ne derece bağdaşmaktadır?
Prof. Dr. Çetin Yetkin’in “Atilla İlhan Kemalist Değildi” başlıklı yazısını aşağıda sunuyorum.  Kemalist tutum ve ulusalcılık konusunda mangalda kül bırakmayan Milli İradecilerin ve özelikle de Banu Avar’ın bu konuda ne yorum yapacaklarını ise hiç merak etmiyorum!  Çünkü çoğunun “Kemalistliği” Atilla İlhan’ınki kadar bile değil ne yazık ki…      
Serdar Ant
  

ATTİLA İLHAN KEMALİST DEĞİLDİ!  / Prof. Dr. Çetin YETKİN -

Attila İlhan’ın ölümü üzerine hemen herkes onun nasıl ve ne büyük bir Kemalist /Atatürkçü olduğunu andı, durdu. Ama acaba Attila İlhan gerçekten de “Kemalist” miydi? Ben, Cumhuriyet’te çıkan iki yazımda bu konuya değinmiş ve örnekler vererek İlhan’ın Kemalist ilke ve devrimlerle ters düştüğünü belirtmiştim. Onun şimdi aramızdan ayrılmış olması, bu gerçekleri değiştirmese gerektir. Bu arada hemen belirteyim ki, bu kanımda yalnız da değilim. Örneğin; bu yazılarım üzerine gerek bana ve gerekse gazetenin 2.sayfa sorumlusu Sayın Sami Karaören’e ulaşan birçok Cumhuriyet okuru aynı kanıyı paylaştıklarını ve kutlamalarını bildirmiş oldukları gibi, gazetede okurların eleştirilerine açılan sayfada İlhan için aynı doğrultuda eleştiriler de yayınlanmış bulunuyor.
Attila İlhan’ın usta bir yazar ve konuşmacı olması, yazı ve konuşmalarında antiemperyalist söylemlere yer vermesi, bu çerçevede küreselleşmeye, Avrupa Birliği’ne gerçekten parlak yazı ve konuşmalarıyla karşı çıkıp, bunların içyüzlerini ortaya koyması, onun Kemalist olduğu sanısını uyandırmış olmalıdır. Ne var ki,Kemalist olabilmek için Kemalizm’in ilkelerini, devrimlerini ve uygulamalarını benimsemek, onlara sahip çıkmak gerekir. Oysa, İlhan, bu ilke ve devrimleri benimsemek, onlara sahip çıkmak şöyle dursun, onları, bilimsel gerçekleri de hiçe sayarak, acımasızca yermiş, eleştirmiş bulunuyor. Antiemperyalist olmak, Atatürk’ün başta gelen özelliklerindendir. Ama Atatürk, yalnızca antiemperyalist olmakla yetinmiş bir önder değildir; o, aynı zamanda Türkiye’yi dünden yarınlara taşıyan bir devrimcidir. O nedenle, yalnızca antiemperyalist olmak, Kemalist olmak için yetmez, onun devrimlerini de özümsemek gerekir. Ne var ki, İlhan, neredeyse tüm Atatürk devrim ve ilkelerine karşı çıkmış ve çok ağır eleştiriler yöneltmiş bulunuyor!
Atatürk’ün laik olduğunu kim yadsıyabilir, dahası laikliğe karşı çıktığını kim öne sürülebilir? Kaldı ki, ulus olmanın yolunun laiklikten geçtiği bilinmeyen bir olgu mudur? Atatürk’ün laiklik anlayışını biri kendince eleştirebilir ama hiç kimse onun laiklik karşıtı olduğunu öne süremez. Ne ki, İlhan’a göre Atatürk laiklikten yana değilmiş. İlhan, daha da ileri giderek, laikliği bir “marifet” olarak nitelendirmiş ve bu “marifet”in İsmet Paşa’nın işi olduğu öne sürmüş bulunuyor. Harf Devrimi, Kemalizm’in temellerindendir. Atilla İlhan, bunu da eleştirip durmuş, abece değişikliğinin halkı bir gecede cahil bıraktığını söyleyegelmiştir. Siz hiç, Harf Devrimi’ne karşı çıkacacak bir Kemalist/Atatürkçü düşünebilir misiniz?
Bununla da yetinmemiş Dil Devrimi’ne de ağır eleştiriler yöneltmiş, dahası Osmanlıcayı savunmuştur. Dil Devrimi’ne karşı çıkan birini Kemalist olarak nitelendirmek olanaklı mıdır?
Hele Harf Devrimi de, Dil Devrimi de, ulus olmanın onsuz olmaz koşullarından ve Türkiye Cumhuriyeti Atatürk ulusçuluğu temeli üzerinde kurulmuş iken!
Bu da yetmezmiş gibi, Osmanlı’nın “ümmet kültürü”nü, “ümmet dili”ni savunan, öven, canlandırmak isteyen, bunlar kopmuş olmaktan üzüntü duyan o değil miydi?
İlhan, kuşkusuz, Osmanlı’nın kozmopolit yapısını, bu yapı içinde egemen güçleri oluşturanların devşirmelerin, Rumlar’ın, Ermeniler’in, Yahudiler’in, Slavlar’ın, Boşnaklar’ın, Arnavutlar’ın v.b.nin Türk düşmanlığını, bunların biz Türkler’i “Etrak-i bi-idrak” (idraksiz/kafasız Türkler) olarak adlandırdığını, Osmanlı yazar ve şairlerinin yapıtlarında Türk’e sövüp saydıklarını; Atatürk’ün, Osmanlı’nın 600 yıldan beri Türk ulusunun üzerinde zorla egemenlik kurduğunu ve ulusun eylemli olarak ayaklanarak bu zorbaların elinden özgürlüğünü zorla geri alabildiğini söylediğini biliyordu. O zaman, nasıl olur da hem Kemalist/Atatürkçü ve hem de Osmanlıcı olunabilir? Hem “ulusçu” ve hem de “Osmanlıcı” olmak olanaklı mıdır? Ulusçuluk, 6 Ok’tan biri değil midir? Ama sanırım, onu Kemalist olarak görenlerin büyük çoğunluğu bu gerçekleri ya bilmiyor ya da her nedense görmezlikten geliyorlar.
Köy Enstitüleri, Atatürk’ün eseridir. Enstitüler’in kuruluşunu hazırlayan Atatürk’ün Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’dı. Tonguç, Atatürk döneminde bu amaçla göreve getirilmişti. Bunlar tarihsel gerçekler. Ne ki, Attila İlhan, Köy Enstitüleri’nin de amansız bir karşıtıydı!
Yazılarında sık sık Falih Rıfkı Atay’ı bu gibi yergi ve eleştirilerini doğrulatmak için tanık gösteriyordu. Ama nedense Atatürk’ün ölümünden sonra Atay’ın neler yapıp ettiğini —uyarılmasına karşın— hiç anımsamak istememiştir. Söz gelimi, Atay’ın Amerikan emperyalizmini savunmuş, sınıfsal sömürüye karşı çıkanları “kızıl kol teşkilatı”ndan olmakla suçlamış, toprak reformuna karşı çıkmış, paralı eğitimden yana olmuş, başta İlhan Selçuk olmak üzere Atatürkçü ve ilerici aydınları karalamış, faşist militanları ululamış, 1961 Anayasasını yerden yere vurmuş olması onu hiç rahatsız etmemiştir (bkz. 24.5.2005 günlü yazım).
Atatürk’ün Laiklik Devrimi’nin kilometre taşı olan Türk Medeni Kanunu’nun Tanzimatçı bir anlayışın, başka bir deyişle sömürgeleşmiş bir “zihniyet”in, sonucu olduğunu söyleyen de odur. (Cumhuriyet, 31.8.2005).
Attila İlhan, son yazılarından birinde Vahdettin’in Mustafa Kemal Paşa için idam fermanı çıkarmasının gerçek nedeninin, Paşa halk katında tanınmadığı için onu halkın gözünde kahraman göstermek amacıyla bu yola başvurduğunu yazdı. Vahdettin’in “hain” olmadığını öne süren Bülent Ecevit ise, CNN televizyonunda Attila İlhan’ı övdü ve 1970’lerdeki düşüncelerinde ondan ve Kemal Tahir’den esinlendiğini söyledi. Taha Akyol da 14.10.2005 günlü ve İlhan’ı öven “Sol Ve Osmanlı” başlıklı yazısında bundan söz ederek, Ecevit’in İlhan’dan nasıl esinlendiğine ilişkin örnekler verdi. Bakın, Ecevit, İlhan’dan nasıl etkilenmiş, işte eski başbakanın Atatürk Ve Devrimcilik adlı kitabından bir örnek:
“Örneğin bir şapka devrimi….. köylüye ne getirmişti? Ekonomik ve sosyal bakımdan ne getirmişti?” (1971, s.76).
Taha Akyol, Attila İlhan’ın bu konuda görüşünün de şu merkezde olduğunu, onun 10.11.2004 günü Vatan’da yer alan sözleriyle özetliyor:
“Şapka devrimi, dil devrimi, böyle sululuk olmaz.”
Ecevit, Vahdettin’i vatan hainliğinden aklıyor, devrimler konusunda İlhan’dan etkilendiğini söylüyor; İlhan, Vahdettin’i Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın neredeyse kahramanlarından yapıyor, şapka ve dil devrimini “sululuk” olarak niteliyor; Akyol da, bu nedenle her ikisini de övüyor!
Şu sorulabilir: “İyi ama, Gazi Paşa’yı öven o kadar çok yazı var ki! Ona ne diyeceksiniz?” Ben de, bu soruya bir başka soruyla yanıt vermek isterim: “Atatürk ilke ve devrimlerine eleştiri ve yergilerini araya sıkıştıracağı yerde, Atatürk’ü sürekli açıktan açığa eleştirip dursaydı, yerseydi, siz o zaman onun yazılarını okur muydunuz?”
Attila İlhan’ın yazarlığını, şairliğini övebilirsiniz ve gelin birlikte övelim. Antiemperyalist söylemleri için de övgüyü fazlasıyla hak ediyor. Ama ona Kemalist diyemezsiniz. Çünkü değildi.
Atatürk ilke ve devrimlerini eleştirip duran, yerden yere vuran, “sululuk” diye nitelendiren birine Kemalist/Atatürkçü demek, onu tarihe böyle geçirmeye kalkmak, en azından Attila İlhan’ın anısına saygısızlıktır.
Pekiyi, o anma törenleri, açık oturumlar… Neden?
Sanırım, tarih bu “neden”i açıklamakta bize yardımcı olacaktır: Galile, Engizisyon karşısında zoru görünce, “Dünya dönmüyor” deyivermişti. Tarihsel gerçek böyle demeseydi ama insanlar onun “Yine de dönüyor” dediğini hep sanıp dururlar. Çünkü zoru görünce gerçeği dile getirmeyip de tam tersini söylemesini ona yakıştıramamışlardır.
Sizler de antikemalist olmayı Attila İlhan’a yakıştıramadınız.

Müdafaa- Hukuk,
Aralık 2005, Sayı:87
..

HALUK TARCAN, SABİH KANADOĞLU VE DOĞU PERİNÇEK…




HALUK TARCAN, SABİH KANADOĞLU VE DOĞU PERİNÇEK…


“Bilimsel Araştırmacı”, “Sorbon 6’ncı Seksiyon”dan (!) HALUK TARCAN, “Türkiye Gençlik Birliği Başkanlığı’na” başlıklı bir not yazarak SABİH KANADOĞLU’nu Cumhurbaşkanlığına aday göstermiş!

Türkiye Gençlik Birliği’nin İşçi Partisi denetiminde ve güdümünde bir örgüt olduğu gerçeğini de göz önüne alarak İşçi Partisi Genel Başkanı Doğu Perinçek’in geçmişte Sabih Kanadoğlu hakkında neler söylediğini anımsayalım.

“Sabih Kanadoğlu Hakkında Gerçekler!” başlıklı yazımı, öncelikle “bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olan” ve bilip bilmeden teklifte bulunanların dikkatine sunuyorum.

Serdar Ant

***
     

 SABİH KANADOĞLU HAKKINDAKİ “GERÇEKLER”!


Sabih Kanadoğlu kimdir?

Sabih Kanadoğlu, “Yargıtay Onursal Cumhuriyet Başsavcısı”dır.

21 Ocak 2001 tarihinde Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer tarafından Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’na seçilen Kanadoğlu, 20 Mayıs 2003 tarihinde yaş sınırı nedeniyle emekliye ayrılmıştır. Kısacası Kanadoğlu, bir hukuk adamıdır.

Peki, ben size desem ki, “Kanadoğlu suç işlemiştir”, acaba ne karşılık verirsiniz?

Ama sadece “Kanadoğlu suç işlemiştir” demekle kalmasam ve Sabih Kanadoğlu hakkında başka ithamlarda da bulunsam, ne dersiniz?

Örneğin desem ki, Sabih Kanadoğlu geçmişte “bile bile yetkisini kötüye kullanmıştır, suç işlemiştir.

Örneğin desem ki, Sabih Kanadoğlu’nun geçmişte yaptığı kimi işlemler “hukuka aykırıdır.”

Örneğin desem ki, Sabih Kanadoğlu, geçmişteki kimi hukuki işlemleriyle “Tayyip Erdoğan’ı kurtarma harekâtına yardımcı olmuştur.”

Örneğin desem ki, Sabih Kanadoğlu, siyasal yaşamda bir partiye karşı “psikolojik harekât yapılmasına yardımcı olmuştur.”

Örneğin desem ki, Sabih Kanadoğlu, geçmişte “işgal ettiği Başsavcılık makamının gerektirdiği özellikleri taşımamıştır.”

Evet, Sabih Kanadoğlu hakkında bütün bu iddialarda bulunsam, acaba ne dersiniz?

Eminim ki, en azından “işte Sabih Kanadoğlu’nu karalamaya çalışan, iftiralar atarak saldıran bir ‘Fetullahçı’, bir ‘cemaat müridi’ daha…” dersiniz!

Ne var ki Sabih Kanadoğlu hakkındaki bu iddiaların sahibi ben değilim! İşçi Partisi Genel Başkanı’dır. Diğer bir ifadeyle, Sabih Kanadoğlu hakkındaki bu iddialarİŞÇİ PARTİSİ GENEL BAŞKANI DOĞU PERİNÇEK’e aittir!

Aydınlık dergisinin 29 Eylül 2002 tarihli 793. SAYISINI açtığımızda, Doğu Perinçek’in  “KANADOĞLU SUÇ İŞLEDİ” başlıklı başyazısını görüyoruz. İşte o Başyazı’da Doğu Perinçek, cemaat üyesi Fetullah müritlerine rahmet okutacak bir şekilde Sabih Kanadoğlu hakkındaki sözde “gerçekleri” (!) sayıp döküyor, Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı’na saldırıyor! Hep beraber okuyalım şimdi:

“Yargıtay Cumhuriyet Başsavcısı Sabih Kanadoğlu, İP Genel Başkanı Perinçek’in adaylığı konusunda yazdığı ihbar yazısının hukuka aykırılığı, Yüksek Seçim Kurulu’nun (YSK) hemen aynı gün oybirliği aldığı kararla saptanmış oldu. YSK’nın yedi üyesinin yedisi de Kanadoğlu’nun yazısını hukuka aykırı buldu.

… Kanadoğlu, kendisinin de hukuka aykırı olduğunu bildiği bir girişimde bulunarak yetkisini kötüye kullanmış, suç işlemiştir.

… Kanadoğlu’nun yetkisiz itirazı bilgisizlik eseri değildir, kasıtlıdır. Kanadoğlu bile bile yetkisini kötüye kullandı.

…Peki, Kanadoğlu, niçin bile bile, yetkisi bile olmadığı halde, hem de hukuk dışı bir itirazda bulunmuştur?

Kanadoğlu Perinçek’in adaylığına kasten itiraz ederek bir yönüyle Tayyip Erdoğan’ı kurtarma harekâtına yardımcı olmuştur.

… Kanadoğlu, yetkisi olmadığı halde, işgal ettiği mevkiyi hukuk dışı amaçlar için kullanarak İşçi Partisi’ne karşı psikolojik harekat yapılmasına yardımcı olmuş, İşçi Partisi hakkında kamuoyunda olumsuz izlenimler yaratmaya çalışmış, YSK’yı yetkisiz ve kanunsuz bir yazıyla meşgul etmiştir. Dahası Kanadoğlu’nun girişimi, seçim sürecinin yasal ölçüler içinde ve sağlıklı yürütülmesine zarar vermiştir.

… Kanadoğlu, bile bile kanundışı bir uygulamada bulunarak işgal ettiği Başsavcılık makamının gerektirdiği özellikleri taşımadığını göstermiştir. Bu nedenle görevinden çekilmesi, hukukun ve yargı mesleğinin kuralları gereğidir.”  

Gördünüz mü, Sabih Kanadoğlu geçmişte meğer neler yapmış, neler!

Şimdi Sayın Kanadoğlu’nun görevi gereği yaptığı bir işlemle, yukarıda altı çizili satırlarda başvurulan iftira ve karalama dolu ifadelerin ne ilgisi vardır? Sayın Kanadoğlu “Tayyip Erdoğan’ı kurtarma harekâtına yardımcı” olmuş da, “İşçi Partisi’ne karşı psikolojik savaş” uygulamış da… Bir sürü zırva…

O zaman herkes şapkasını önüne koyup düşünmelidir. Sürekli zırva üreten, işine gelmeyen şeyler söyleyen ve yapanlara hemen “Fetullahçı”, “Cemaatçi” vs. diyerek ya da Sabih Kanadoğlu’na yöneltilen türden iftiralarla saldıran bu siyasal hareketin, bugüne kadar Türkiye’ye ne faydası olmuştur ki bugün Cumhurbaşkanlığı seçiminde bu adamlara “şu aday olsun, bu aday olsun” diye öneride bulunmanın bir mantığı ve anlamı olsun.

“Kılavuzu karga olanın, burnu …ktan çıkmaz” derler. Önce kılavuz bellediklerinizin geçmişi öğrenin!

Serdar Ant
6.4.2014
..