KEMALİZM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
KEMALİZM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

11 Ocak 2016 Pazartesi

21. YÜZYILDA KEMALİZMİN SİYASİ ve EKONOMİK YELPAZEDEKİ YERİ



21. YÜZYILDA KEMALİZMİN  SİYASİ ve  EKONOMİK YELPAZEDEKİ YERİ



Cenk Yaltırak

“ Yolunda yürüyen bir yolcunun yalnız ufku görmesi kâfi değildir. Muhakkak ufkun ötesini de görmesi ve bilmesi lâzımdır. ” 

M.Kemal,1930 


Günümüzde, siyaset kavramlarına dayanarak bir ideolojiyi savunanlar, kendilerine siyasi yelpazede bir yer belirler ve ona göre kendilerini tanımlar, görüşlerini sağ veya sol olarak adlandırırlar. Sağcı olmak, muhafazakâr, milliyetçi; solcu olmak ise ilerici ve evrenselci olmak gibi sayısını arttıra bileceğimiz tanımlarla zenginleştirilir.

Fakat,21.yy.’da değişen üretim ilişkileri ve gelişen teknoloji butanımların sınırını aşmıştır. Örneğin, piyasa ekonomisi  liberal bir kavramdır.  Piyasanın kendi başına en doğru üretimi teşvik ettiğine inanılır. 

Devletçilik ise, solyanda sosyalist bir kavram olarak tanımlanır.  Devlet gereken herşeyi halk için yapacak üstün bir bilince sahiptir.  Piyasa ekonomisi yüz yılımızda aslanlarla ceylanları aynı kafese kapatmış, neredeyse soyunu tüketmiş ve dünyayı talan etmiştir.  Devletçilik ise, insanın yaratıcı gücünü ve sahiplenme iç güdüsünü küçültmüş, rekabet hissinin yok olduğu ortamda kendi üretme gücünü kaybederek bürokrasi ile hantallaşmış ve görevini yerine getirememiştir. Devletçiliğin sosyal güdüsü ile piyasanın yaratıcılığı bir denge içinde olması mümkün müdür ? Bunu 20. yy.’da başarmak için yola sadece Kemalist Cumhuriyet çıktı. Çağın dan ileri olan anlayışını yapılandıracak teknoloji daha keşfedilmediğinden maalesef hedeflerine tam anlamı ile ulaşamadı.  Karma sistem solculara göre sağda, sağcılara göre solda bir sistemdi. Solcular devletin tüm üretim araçlarını elde etmesini ve sosyalist bir düzen kurmasını istiyor, sosyal demokratlar biraz daha yumuşak davranarak devletin ekonomiden çekilmesini ve sadece sosyal hizmetlerde var olmasını istiyorlardı.  Kapitalistler ise devletin ekonomiden ve sosyal hizmetlerden tamamen çekilmesini 
savundular.  Fakat bunlar, hiç bir toplumu refah içinde yaşamasını sağlayacak aşamalara ulaştıramadı.  İşte bu noktada, ekonomi de kurtuluş ve refaha eriştiren iki yol olduğu öne sürüldü.  Bu iki yolun hukuk ve parasal ilişkileri toplumlara dayatıldı.

Bu nedenle, Kemalistlerin bir ekonomik çözüm, üçüncü bir yol önermesi gözardı edildi. Aydınlanma 1923’ ün,  Kemalizme  dayanan sağ ve soldışın da bulduğu çözümler geliştirildiğin de, kapitalist-sosyalist veya sağcı-solcu tanımlarının açıklayamayacağı bir konum belirmektedir.  Bu konum, sadece ekonomide değil, devlet yönetimi, ulusun geleceği için geçeceği yolları hazırlama mücadelesinde bizlere konumuzu belirlemede de yeni bir referans noktası olacak özelliktedir. 

   Örneğin, günümüzde Türkiye’de yabancı para kullanımı ve altın gibi yatırım araçları, üretim ekonomisi dışında yer alan  ulusal refahı zayıflatan unsurlardır.  Seçmen  sayısının 30 milyonu aştığı bu ülkede 12 milyon vergi mükellefi vardır. Bu tabloyla demokrasi beklemenin, oy verenin kendi çıkarını düşündüğü göz alınırsa, bizi nereye götüreceği açıktır.  Devlet hantallaşmış ve bürokrasi kokuşmuştur.  Kaliteli üretime yönelmek, uzun vadeli yatırımlar yapmak sanayici tarafından macera olarak  görülmeye başlanmış, üretim ekonomisi yerine günü kurtarma ekonomisi ile kalite siz üretime yönelinmiştir. İhracat yapan çok sayıda firmamızın günü kurtarma eğilimi  ile yaptığı kalitesiz ürün ihracı ile bir çok ülke Türkiye’yi kara listeye almış, alamadığı alanlarda ekonomik  sınırlandırmalar koymaya başlamıştır. Ülkeyi bu manzaradan kurtarmak için ne sosyalist ne de  liberal önlemler etkili olabilir.  Son  ekonomik krizde görülmüştür ki enufak bir çıkar değişikliğinde karanlık odakların elleri halkımızın cebini bir gecede boşaltmaktadır.  Para kanallarının uluslararası düzleme açık olmasından dolayı egemenin, ekonomiyle kedinin fare ile oynaması gibi oynaması çok acıdır.

Bu odaklar, bu para düzeni ile siyasal partileri,  statükonun  değişmemesi  için terbiye  etmeye devam edecektir. 

Bundan kurtulmanın bir yolu var mı? Aydınlanma 1923 çevresi tarafından 5 yıldır yapılan çalışmalar da bu soygun  düzeninin odağındaki iki şey değişirse, bu kötü gidişin tersine çevrilebileceği düşünülmektedir.  Bu değişimleri başarmak için 1923’ teki gibi kendi referans noktamızı kendimiz tarafından belirleme şartı vardır. Kendimiz için uygun kavramları yaratarak, siyasetin içinde çürümemiş insanlar la  21.yüzyıla Türkiye’yi hızla taşımak vardır.  Bunu yaparken karşımızda referans sistemlerimizi yeniden tanımlayacağımız siyasal ve ekonomik cephe var.  Bu cephelerde savaşırken kendi silahlarımızı yapmak ve ilerlemek zorundayız.


Gözümüzü geleceğe dikip geleni anlamak ve önlem almak,ulusun geri de  kalmış uygarlık saatini bir devrimle ileriye almak şarttır.  Devrim artık sokaklarda değil kafalarda yapılmalıdır.

İnsanlarımıza yeni bir dünya yı yaratma şansları olduğu gösterilmelidir.

Siyasal   Cephe 

Günümüzde Kemalistlere en çok sıkıntı veren siyasal yelpazede sağ ve sol olarak kendilerini tanımlamak zorunda kalmalarıdır. Kimine göre Kemalizm soldur. Solcuya göre sağdır. Kimisine göre sol-Kemalist diye birtanım vardır. Eğer sol-Kemalist varsa sağ - Kemalist de olması gerekecektir. Oysa Mustafa Kemal 1921’ de Ankara’da tren toplantıların da incelettiği liberal ve sosyalist  teorileri dinlediğin de ikisinin de yanlışları ve eksikleri olduğunu söylemiş ve bize göre yeni bir devlet anlayışı gerektiğini  belirlemiştir.  Mustafa Kemal, sağ ve sol ayrımını kullanmadan siyasete yön vermiş, onun temel amacı ulusunun uygarlık yolunda ilerlemesini engelleyen problemleri  çözmek olmuştur. Şimdi Kemalistler, aynı Mustafa Kemal gibi, Kemalist referanslara dayanarak siyasal kavramlara yeni bir yön verebilir,  ulusun problemlerini çözebilir.
Bunu yaparken doğa bilimleri ve 21.yüzyıl gerçeklerine bakmaları yeterli olacaktır.  Devrimci fikirler siyasal kamplara esir olmuş kafalardan doğabilir mi?. Bu aynı bir dağı görüp tırmanmak isteyen dağcının girişimi ile onun bu çabasını anlamak istemeyen diğerleri arasında ki ilişki gibidir.  Dağcı zirveye çıkmak isterken, bilim adamı bilginin en uç sınırına ulaşmak, dağı geçenlerini görmek, astronom görebileceği en uzak yere gitmek ister. İşte bu çaba dır ki insanlık tarihinde uygarlık dediğimiz insan macerasını anlatır. Sıradan olana mahkûm olmayan, sınırları genişleten, o devrimci ruhtur. Bu nedenle Kemalistler, kendilerini tanımlamak ve Kemalizm bayrağını Mustafa Kemal’in bıraktığı yerden daha öteye taşımak isterken kokuşmuş kavramları geride bırakmaları gerekmektedir. Yoksa bizler mirasçı olmaktan kendi kendimize vazgeçmiş olacağız.

Terk edilmesi gereken kavramların başında  sağ-sol ve  ileri-geri kavramları gelir. 

Sağ ve sol, ileri ve ger kavramlarına bir bakın.  Bu kavramlar,17.yy.’da ortaya çıktılar. O zaman evrenin ve güneş sisteminin merkezinde Dünya vardı.  Fransa Kralının  karşısında sağda kralcılar, solda burjuvalar oturuyordu.  Sonra  Cumhuriyet’te konum değişti,  sağ da  burjuvalar, solda  yurtseverlerle Jakobenler oturdu. Gel zaman git zaman, bunlar statükoyu  kendilerine  göre  değiştirmek istediklerinde,  ilerici  ve  gerici gibi kavramları icat  ettiler.   


Burjuvalar statükoyu korudukları için gerici,  diğer taraftakiler değiştirmek istedikleri için ilericiydi.


19 yy. sonunda Marks, masa başında sağa sermayeyi, sola emeği oturttu. Tabii ki bu durumda emek, sistemi ileriye, sermaye ise statükoya çekecekti, yani gerici olacaktı. İlerici ve gerici tartışması, toplumu ve siyaseti soğuk savaş boyunca belirledi. İlerici olmak, sosyalizmi ve Marksizmi savunmak, gerici olmak ise kapitalizmi savunmak haline geldi.

Bu düşünce akımları, kendileri dışındaki hiçbir fikre ve yönelime izin vermeyen despotizmleriyle, gelişmek isteyen ulusları ve fikirleri ezdiler. Oysa kimsenin dikkat etmediği, bu baskıcı dogmatik siyasal görüşler, oynak bir referans noktasına göredir ve Newton'un matematik evrenine göre biçimlenmiş 3 boyutlu bir uzayın  bir düzlemine yapışmıştır. İleri, zamansal değil, coğrafi bir koordinattır; çünkü ileri, birilerinin, ileride olduğunu söylediği bir ütopyanın yıkılmaz sanılan surlarıdır. Günümüzde ise, Einstein’ın ve Heisenberg’in matematik evrenine, Mandelbort'un denklemlerine göre sürekli değişen bir geleceğe bakıyoruz. Referans noktamız zaman içinde öteye doğru yolculuk
ettiğinden, içinde bulunduğunuz zamanda değişerek, gelecek her an yeniden yaratılıyor.

Sadece bir şeyi biliyorsunuz, o da değişecek olanı değiştirmek için, bir kelebek kadar kanatlarınız olmasının yeterli olmasıdır. İşte masa başında dünyayı ve siyaseti  oluşturanlar, ideoloji yapanlar bu nedenle 1881’deki kelebeğin kanadında yaratılacak fırtınaları göremediler. İşte o kelebeğin kanat rüzgârları, emperyalizmin kurduğu  düzenlerin üzerinden Aydınlanma 1923 devriminin fırtınasını yaratarak 15 yılda her şeyi süpürüp geçiverdi. Değişmeyen bir dünyayı, bir bilimi savunan fosilleri,  Kemalistler ne kadar sırtında taşıyacak? Mustafa Kemal değişmeyi ve değiştirmeye olan inancını "Tesadüfe bir düzen vereceğini iddia eden hiçbir adam olmaz ki bir etkiye açık olmasın. Bazı kelimelerin etkileri daima düşündüklerinden başka türlü şekil alır.” sözleriyle Afet İnan'a anlatırken, bizlere de bir şey anlatmıyor mu? 

Doğayı fark eden düşünce, kuracağı meclisi tanımlarken "Benim ve hepimizin düşünmeye zorunlu olduğumuz şey, gerçekten bu memleketi ve ulusu kurtarabilecek  beyinlerin, vatanseverlerin bir araya gelmesini sağlamaktan ibarettir. Bu erdemlere sahip bulunan insanlar her nerede ise ve her ne ise onları bulmak ve  ulusun alın yazısının çizileceği meclisin içine koymak gereklidir. Akıl, bilim, deneyim hareketin yönünün saptanmasında egemen olmalıdır." derken, 19. yy.’dan kalma,  Batı merkezli kavram ve terimlere karşı, çağdaş bilimi rehber edinerek yolumuzu bulmamızı söylemiyor mu? Artık siyasete dördüncü bir boyutu (zaman) ekleyerek,  koordinatlarımızı yeni yüzyıla göre yeniden belirlemeliyiz. Türk ulusuna yıllardır yutturulmaya çalışılan " Biz adam olmayız, biz fikir üretemeyiz, biz bilim yapamayız"  haplarını yutmayıp, siyaseti geçmişte kalan, fosilleşmiş fikirlerin papağanlarının Kemalistler üzerindeki egemenliğini kırmalıyız. Bu nedenle sağ - sol, ileri- geri kavramlarını  BERİ de bırakıp yerine dünyada bize has coğrafyası, tarihiyle " Türk, düşün, Üret ve Öğün! " demeli, 21. yy.’da geri bırakılmış tüm uluslara, dünyanın bütün zenginliklerini 
paylaştıracak bilim ve akıl egemenliğinde bir üçüncü yol olabileceğini göstermeliyiz. Bilim ve teknolojinin insanlığın yararına kullanılacağı, dünyanın doğasının ve zenginliklerinin tahrip edilmesinin önüne geçecek, uygarlığı dışlamayan bir çözüm aramalıyız.

Yoksa sanal bir dünyada, emperyallerin  Internet’ le damarlarından bağladıkları avanaklar olarak yaşar, her gün Amerikan doları ile denetlenen uyduruk özgürlüğümüzü  gerçek sanırız. Artık sağ - sol, ileri - geri kavramları yerine bilimin ışığında siyaset yapma zamanı. 

Kullanacağımız yeni kavramları BERİYE - AŞAĞIYA ve YUKARIYA - ÖTEYE olarak adlandırıyoruz.


Nedir BERİYE? Nedir AŞAĞIYA? Düşünün ki Newtonyen bir kişi bazı sorunları çözecek bilgiyi dünyada sınırlı koşullarda sağlar.


Ama, sınırlar ve limitler değiştikçe Newtonyen  konumlandırmalar ın pek işe yaramadığı ortadadır. Örneklersek, bir sosyal demokrat veya liberal veya globalleşmeci kendi aklınca kendini bulunduğu toplumda ilerici sayabilir. Çünkü referansı kendisidir, ayrıca kendi kendine karşısındakinin konumunu da belirlediğinden özneldir. En ilginç nokta, bunların hepsinin, halkının mutluluğu için sanal dünyalarında yarattıkları ütopyaları vardır. Bunu gerçekleştirdikleri anda tarih sona erecek, dünya cennet olacaktır. Bu yönelimler, bir Kemalist için geçerli midir ? Oysa, " Yaşamda en gerçek yol gösterici bilimdir...

Yalnız bilim ve tekniğin yaşadığımız her dakikada evrelerinin gelişimini kavramak ve ilerlemelerini zamanında izlemek zorunludur. Bin, iki bin, binlerce yıl önceki bilim ve teknik dilinin koyduğu kuralları, şu kadar bin yıl sonra aynen uygulamaya kalkışmak, elbette bilim ve teknik içinde bulunmak değildir." diyen düşüncenin, çağdaş uygarlık diye koyduğu hedef, ütopik bir sabit midir? İşte 19. yy. sosyal ve doğa bilimleri üzerinden yükselen düşünce sistemleri artık BERİde ve yükselen uygarlıktan AŞAĞI da  kalmıştır. Bu, aynı yöne giden fakat biri diğerinden çok yavaş olan trenin göreceli zaman içinde BERİ de kalmasıdır. Elbette insanlar 19. yy.’dan kalma bilimle geleceğe  seyahat etmek, hatta BERİ ye, asr-i saadet devrine dönmek isteyebilir. 

Bu durumda cumhur, çocuklarının, uygar dünyada köle ve ikinci sınıf insan olmasına razı gelecek midir? Bu nedenle uygarlık macerasında Türkler, Batı’ya rağmen Batı’ya ilerleyecekler. Bu nedenle, bilmecenin küçük parçalarını daha yukarıdan görecek, gününün ÖTE sinde büyük resim içinde, ulusları için bir yer arayacaklar;  BERİ de kalmış görüşlere saplanarak Atatürk’ü  donduran ların yanından ayrılıp çağdaş uygarlık yoluna, Mustafa Kemal’in gösterdiği yöne giderken, önlerine dikilenleri, AŞAĞI da bilmecenin parçalarıyla uğraşırken BERİ de bırakacaklardır.


Onlar, belki kendi referans sistemlerinde gidilmek istenen geleceği anlamayacak, belki de kendilerine göre birkaç adım ileriye gideceklerdir. Ama gelecek çağ, 
ÖTEDE ve YUKARIDA Mustafa Kemal çağı, işte bu nedenle ulus yeni bir yol arıyor. Ben de soruyorum; bizler Kemalist olarak, başkalarının kullanılmış malzemesinden oluşturulacak döküntü bir köprü üzerinden geçerek mi uygarlık yolculuğuna çıkacağız? Yoksa, kendi aklımıza güvenip, yıllardır bize yutturulan sosyal demokrat, sosyalist, liberal, mandacı haplarını suratlarına atıp Mustafa Kemal'e mi kulak vererek kendi köprümüzü kendi ulusumuzla mı yapacağız? "En büyük gerçekler ve ilerlemeler, düşüncelerin serbestçe ortaya konması, tartışılması ile ortaya çıkar ve yükselir.", "En büyük kuvvet bir düşünceyi üreten ve yayanların kuvvetidir." şiarına uygun, dünyayı Kemalist olarak yeniden kuracak bir kelebekler ordusu olacak mıyız? Kemalizmin sırtındaki vampirleri atacak gücü bulacak mıyız? Bu gücü bulduğumuz gün, Mustafa Kemal bize Ankara’dan seslenecek, "Gözlerimizi kapayıp tek başımıza yaşadığımızı düşünemeyiz.
Memleketimizi bir çember içine alıp, dünya ile ilgisiz yaşayamayız... 
Tam tersine yükselmiş, ilerlemiş, uygar bir ulus olarak uygarlık düzeyinin üzerinde yaşayacağız. 

Bu yaşam, ancak bilim ve teknik ile olur. Bilim ve teknik nerede ise oradan alacağız ve her ulus bireyinin kafasına koyacağız. Bilim ve teknik için kayıt ve şart yoktur. 

Ben, manevi miras olarak hiçbir ayet, hiçbir dogma, hiçbir donmuş ve kalıplaşmış kural bırakmıyorum. Benim manevi mirasım, bilim ve akıldır. 
Benden sonrakiler, bizim aşmak zorunda olduğumuz çetin ve köklü zorluklar karşısında, belki amaçlara tamamen ulaşamadığımızı, fakat asla ödün vermediğimizi, akıl ve bilimi rehber edindiğimizi onaylayacaklardır. 

Zaman hızla ilerliyor, ulusların, toplumların, bireylerin mutluluk ve mutsuzluk anlayışları bile değişiyor. Böyle bir dünyada, asla değişmeyecek yargılar
getirdiğini öne sürmek, aklın ve bilimin gelişimini reddetmek olur. Benim Türk ulusu için yapmak istediklerim ve başarmaya çalıştıklarım ortadadır. 
Benden sonra beni benimsemek isteyenler, bu temel eksen üzerinde akıl ve bilimin rehberliğini kabul ederlerse, manevi mirasçılarım olurlar.

” İşte o gün bizler Kemalizmden neden taviz vermediğimizi, niçin günübirlik ittifaklardan uzak durduğumuzu hatırlayacak, Türk halkının en ufak parçasının bile yurtseverliğinden, dürüstlüğünden ve ulusu geleceğe taşıyacağından şüphe etmediği bir siyasal akımın üyeleri olacağız.


Ekonomik Cephe


Öteye ve yukarı doğru yerini belirleyen Kemalistler için ekonomik cephede savaşmak için yeni silahlar gereklidir. Mustafa Kemal’in askeri zaferini ekonomik zaferlerle taçlandıracak önlemlerdir bunlar. Başta para sisteminin değişmesi gelmektedir. Teknoloji, kâğıdın yerine her geçen gün sayısal ortamda değişimi koymaktadır. 

Batı ülkelerinde kâğıt para güçlü olduğu için sayısal para kullanımı sadece kredi kartı seviyesinde kalmaktadır, çünkü kapitalist ekonomi, yerleşmiş ekonomik sistem kağıt paradan kurtulmayı bir evrimle gerçekleştirmeyi tasarlamaktadır. Oysa gün geçtikçe gelişen bilişim teknolojisi bazı ülkelere Batı’ nın pek de yapmaya meraklı olmadığı yeni fırsatlar sunmaktadır. Sayısal paranın kâğıt para yerine geçmesi demek, değişim gücünün kâğıttan yasal elektronik bir ortama alınması demektir.

Sayısal para devrimi ülkede kayıt dışı ekonomiyi ortadan kaldıracak yegâne önlemdir. Kayıt dışı ekonomi kalktığında vergi kaçakları da kalkacaktır. 
Bunun içinse gereken çok büyük bir düşünce hamlesi ile çok ufak bir teknik hamledir.

İlk yapılacak, bir kanun çıkararak herkesin bilgisayar ortamındaki ulusal kimlik numarasının her alandaki tek numara olması sağlanmasıdır. Bu numara vergi numarası, sigorta numarası olmalı, ilkokuldan, hastaneye kredi kartı almaya, banka hesabı açtırmaya ve akla gelebilecek her alanda aynı numara kullanılmalıdır. 

Sayısal kimlik kartları için gelişen teknoloji iyi bir fırsattır. Bir kredi kartı büyüklüğünde; yaklaşık 5 MB’lık bilgi saklayabilen bir mikroçipi olan kimlik kartı hazırlamakla sorun çözülecektir. Bu kimlik kartlarının maliyeti şu anda 80 milyon lira civarındadır. Bu kartın üzerine bir resim ve tarayıcılar tarafından okunabilen bir parmak izi yerleştirilebilir ve mikroçipte parmak izinin sayısallaştırılmış karşılığı taklit edilemez diğer bir numara olacaktır. 
Böyle bir karta sahip yurttaşlar işin ehliyet, diploma, özgeçmiş taşımak gerekmeyecektir. 
Bu küçücük çip te bulunan bilgi yasal sınırlar içinde yaşayan her yurttaşın refahını artırırken, her alanda yasa dışı yaşamayı âdet edinmiş kitleleri baskı altına alacaktır.
Böyle bir kartı oluşturduktan sonra ikinci aşama tüm bankaların müşterilerine hesap açarken bu numaraları kullanmaları olacaktır. 
Kanunla herkesin maaşını bir bankadan alma zorunluluğu getirilmelidir. Bankaların her alışveriş yerine kendi kartlarını kullanacağı makineleri vermek
yerine, tüm bankaların kullanabileceği, üzerinde parmak izi ve resim bulunan sayısal kimlik ile banka kartını bir arada geçtiği terminalleri yapıp dağıtmalarının 
zorunlu hale getirilmesi gerekmektedir. 

Günlük alışverişlerde kullanılacak, üzerine para yüklemesi yapılabilen sınırlı kartlar hızlı para vermek gereken her yerde hangi bankada hesabınız varsa onun koduyla ödemeyi yapacaktır. Böylece cebinizde kâğıt para taşımadan sizden başka kimsenin kullanamayacağı bir sayısal para kartınız olacaktır. 

Bankalar bu sistem sayesinde mevduatlarını katlayacaklar dır. Küçük yerleşim birimlerinde bu sistemin yerleşmesi çok daha kolay olacaktır.
Üçüncü aşama vergi sisteminde değişime gitmektir. Bu sistem içinde çalışanların banka hesaplarında gelir ve giderleri kolaylıkla ayırt edilecektir. 
Doğrudan vergi almak yerine tüketimin her türünden farklı vergiler alarak sosyal refaha yönelik yatırımlar planlana bilecektir.

Sayısal para kullanımı bazlı ekonomi içinde vergi her vatandaşın gücü kadar olacaktır. Zenginlik arttıkça ödeyeceğiniz vergi dilimi artacaktır. Kısaca insanlar arasında eşit  değil, dengeli bir sistem yasama geçirilecektir. Üretime yönelik her yatırım vergi dışında kalırken tüketim puanlandırılarak zenginler daha çok, gelir düzeyi düşük olanlar daha az vergi ödeyecektir. Buna aslanlar ve ceylanların bir arada olmadığı, birbirine zarar vermeden doğal bir denge oluşumu olarak bakabiliriz. 

Böyle bir para sistemi devletin dışında oluşurken kontrol ve denetim gücü devlette olacaktır. Bu durumda dolarlar ve altınlar yastık altında dursa bile gün geçtikçe değer kaybettiklerinden yatırım aracı olmaktan çıkacak, merkez bankası kasalarında kalacaktır.

Sayısal para kullanımının dördüncü bir cephesi ise piyasa ekonomisinin, yerini kontrollü (planlamalı) piyasa ekonomisine terk etmesi olacaktır. 
Nüfusun büyüklüğü, gereksinimleri ile biriken bilgiler, coğrafi bilgi sistemleri ile planlanacak ve ülkenin neye gereksinimi olacağı saptanacak, yatırımcının 20 yıl sonrasını görmesi sağlanacaktır. Artık devlet, ekonomiye üretimde değil, bilgi toplamakta, vergiyi adaletli kullanmakta, sağlık ve eğitim  alanlarında yapacağı yatırımlarla ulusu refah devleti getirirken yeni bir konuma geçecektir. Kısaca, devlet ayakkabı üretmeyecek ama kaç çocuğun kaç çift ayakkabıya,  deftere, kitaba, bilgisayara gereksinimi olduğunu söyleyecek ve üreticiye yön gösterecektir. Aynı bir nehrin kanallarla taşınması, taşkınlar yapmaması için barajlar  kurması gibi piyasanın türbülansları tehlikesiz ve faydalı hale getirilecektir. Bu anlamda devlet gelişen piyasaları dünyada analiz edecek, ihracatçıya üretim fazlasını dünyanın hangi ülkesine kaç yıl süre ile satabileceğini söyleyecektir.


İşte bu, kapitalizmin ve sosyalizmin dışında tüm gelişen uluslar için ekstra-modern üçüncü bir yoldur. Tüm gelişme arzusundaki uluslar kendi coğrafi ve tarihsel gerçekleri ile bilimin ışığında bu yolu izlerse azgelişmişlikten çağdaş uygarlığı kurma şansını yakalayacaktır. 

İşte ekonomide de kimi fosilleşmiş düşünce kalıplarını kıramayan bireylerin anlayamayacağı ÖTEYE ve YUKARI doğru siyaset yapmak budur.

Yukarıda kısaca anlatmaya çabaladığım şeyler Aydınlanma 1923 hareketinin günlük siyaset ve iktidar kavgası yapan ve Kemalizmi kullanmaya çalışan, ama geleceğe yönelik hiçbir açılımı olmayan gruplarla arasındaki sınırı belirlemektedir. 

Bizler 21. yüzyılı ulusumuzun varlığına kastedenlerin zaferini görmek için yaşamayacağız. Bizler eninde sonunda bu düzeni değiştirerek Türkiye Cumhuriyeti ’ni  toprak olacak bedenlerimize rağmen sonsuza taşıyacağız.

Bizi anlamayan ve bizimle yürüme gücü gösteremeyenler sadece baştaki sözleri hatırlasınlar. “ Yolunda yürüyen bir yolcunun yalnız ufku görmesi kâfi değildir. 
Muhakkak ufkun ötesini de görmesi ve bilmesi lazım dır.” 

O zaman Aydınlanma 1923 düşüncesi ve eylemi daha iyi anlaşılacaktır. Samsun’ a  çıkan Mustafa Kemal’i izlemek demek sokaklarda yürümek, salonlarda, bazı kişilerin reklamı için toplantılar düzenlemek midir? Yoksa o ufkun arkasındakini görüp, görenlerle birlikte yürümek midir? 

Biz o ufka ulusunu taşımak isteyenlerle Kemalizmin 21 yy.’da siyasal yelpazedeki yerini yeniden belirleyeceğiz. 

Gün, 19 mayıs, güneş ufuktan şimdi doğar, hep birlikte o  ufka yürüyelim arkadaşlar.


..



30 Nisan 2015 Perşembe

BANU AVAR, ATİLLA İLHAN VE KEMALİZM...


 BANU AVAR, ATİLLA İLHAN VE KEMALİZM...


Ulusalcı ve Kemalist çevreler Atilla İlhan’ın çok beğenirler. Özellikle İlhan’ın “Türk aydını” konusunda yaptığı kimi saptamalar birçok yazıyı süsler, dillerden düşmez.
Son günlerde Banu Avar çevresinde toplanarak yeni bir siyasi oluşum yaratmaya çalışan “Milli İrade Bildirisi” taraftarları arasında da bu Atilla İlhan aşkının en üst düzeyde olduğunu görüyoruz. Özelikle de Banu Avar’ın Atilla İlhan konusundaki tavrı dikkate değer ölçüdedir. “Atilla Abi”nin yeri başkadır!
Kendini topluma “Kemalist” olarak sunan ve 1938’i bir dönüm noktası olarak değerlendiren “Milli İrade Bildirisi” çevresinin bu Atilla İlhan tutkusu, acaba Kemalist ve ulusalcı söylemiyle ne derece bağdaşmaktadır?
Prof. Dr. Çetin Yetkin’in “Atilla İlhan Kemalist Değildi” başlıklı yazısını aşağıda sunuyorum.  Kemalist tutum ve ulusalcılık konusunda mangalda kül bırakmayan Milli İradecilerin ve özelikle de Banu Avar’ın bu konuda ne yorum yapacaklarını ise hiç merak etmiyorum!  Çünkü çoğunun “Kemalistliği” Atilla İlhan’ınki kadar bile değil ne yazık ki…      
Serdar Ant
  

ATTİLA İLHAN KEMALİST DEĞİLDİ!  / Prof. Dr. Çetin YETKİN -

Attila İlhan’ın ölümü üzerine hemen herkes onun nasıl ve ne büyük bir Kemalist /Atatürkçü olduğunu andı, durdu. Ama acaba Attila İlhan gerçekten de “Kemalist” miydi? Ben, Cumhuriyet’te çıkan iki yazımda bu konuya değinmiş ve örnekler vererek İlhan’ın Kemalist ilke ve devrimlerle ters düştüğünü belirtmiştim. Onun şimdi aramızdan ayrılmış olması, bu gerçekleri değiştirmese gerektir. Bu arada hemen belirteyim ki, bu kanımda yalnız da değilim. Örneğin; bu yazılarım üzerine gerek bana ve gerekse gazetenin 2.sayfa sorumlusu Sayın Sami Karaören’e ulaşan birçok Cumhuriyet okuru aynı kanıyı paylaştıklarını ve kutlamalarını bildirmiş oldukları gibi, gazetede okurların eleştirilerine açılan sayfada İlhan için aynı doğrultuda eleştiriler de yayınlanmış bulunuyor.
Attila İlhan’ın usta bir yazar ve konuşmacı olması, yazı ve konuşmalarında antiemperyalist söylemlere yer vermesi, bu çerçevede küreselleşmeye, Avrupa Birliği’ne gerçekten parlak yazı ve konuşmalarıyla karşı çıkıp, bunların içyüzlerini ortaya koyması, onun Kemalist olduğu sanısını uyandırmış olmalıdır. Ne var ki,Kemalist olabilmek için Kemalizm’in ilkelerini, devrimlerini ve uygulamalarını benimsemek, onlara sahip çıkmak gerekir. Oysa, İlhan, bu ilke ve devrimleri benimsemek, onlara sahip çıkmak şöyle dursun, onları, bilimsel gerçekleri de hiçe sayarak, acımasızca yermiş, eleştirmiş bulunuyor. Antiemperyalist olmak, Atatürk’ün başta gelen özelliklerindendir. Ama Atatürk, yalnızca antiemperyalist olmakla yetinmiş bir önder değildir; o, aynı zamanda Türkiye’yi dünden yarınlara taşıyan bir devrimcidir. O nedenle, yalnızca antiemperyalist olmak, Kemalist olmak için yetmez, onun devrimlerini de özümsemek gerekir. Ne var ki, İlhan, neredeyse tüm Atatürk devrim ve ilkelerine karşı çıkmış ve çok ağır eleştiriler yöneltmiş bulunuyor!
Atatürk’ün laik olduğunu kim yadsıyabilir, dahası laikliğe karşı çıktığını kim öne sürülebilir? Kaldı ki, ulus olmanın yolunun laiklikten geçtiği bilinmeyen bir olgu mudur? Atatürk’ün laiklik anlayışını biri kendince eleştirebilir ama hiç kimse onun laiklik karşıtı olduğunu öne süremez. Ne ki, İlhan’a göre Atatürk laiklikten yana değilmiş. İlhan, daha da ileri giderek, laikliği bir “marifet” olarak nitelendirmiş ve bu “marifet”in İsmet Paşa’nın işi olduğu öne sürmüş bulunuyor. Harf Devrimi, Kemalizm’in temellerindendir. Atilla İlhan, bunu da eleştirip durmuş, abece değişikliğinin halkı bir gecede cahil bıraktığını söyleyegelmiştir. Siz hiç, Harf Devrimi’ne karşı çıkacacak bir Kemalist/Atatürkçü düşünebilir misiniz?
Bununla da yetinmemiş Dil Devrimi’ne de ağır eleştiriler yöneltmiş, dahası Osmanlıcayı savunmuştur. Dil Devrimi’ne karşı çıkan birini Kemalist olarak nitelendirmek olanaklı mıdır?
Hele Harf Devrimi de, Dil Devrimi de, ulus olmanın onsuz olmaz koşullarından ve Türkiye Cumhuriyeti Atatürk ulusçuluğu temeli üzerinde kurulmuş iken!
Bu da yetmezmiş gibi, Osmanlı’nın “ümmet kültürü”nü, “ümmet dili”ni savunan, öven, canlandırmak isteyen, bunlar kopmuş olmaktan üzüntü duyan o değil miydi?
İlhan, kuşkusuz, Osmanlı’nın kozmopolit yapısını, bu yapı içinde egemen güçleri oluşturanların devşirmelerin, Rumlar’ın, Ermeniler’in, Yahudiler’in, Slavlar’ın, Boşnaklar’ın, Arnavutlar’ın v.b.nin Türk düşmanlığını, bunların biz Türkler’i “Etrak-i bi-idrak” (idraksiz/kafasız Türkler) olarak adlandırdığını, Osmanlı yazar ve şairlerinin yapıtlarında Türk’e sövüp saydıklarını; Atatürk’ün, Osmanlı’nın 600 yıldan beri Türk ulusunun üzerinde zorla egemenlik kurduğunu ve ulusun eylemli olarak ayaklanarak bu zorbaların elinden özgürlüğünü zorla geri alabildiğini söylediğini biliyordu. O zaman, nasıl olur da hem Kemalist/Atatürkçü ve hem de Osmanlıcı olunabilir? Hem “ulusçu” ve hem de “Osmanlıcı” olmak olanaklı mıdır? Ulusçuluk, 6 Ok’tan biri değil midir? Ama sanırım, onu Kemalist olarak görenlerin büyük çoğunluğu bu gerçekleri ya bilmiyor ya da her nedense görmezlikten geliyorlar.
Köy Enstitüleri, Atatürk’ün eseridir. Enstitüler’in kuruluşunu hazırlayan Atatürk’ün Milli Eğitim Bakanı Saffet Arıkan’dı. Tonguç, Atatürk döneminde bu amaçla göreve getirilmişti. Bunlar tarihsel gerçekler. Ne ki, Attila İlhan, Köy Enstitüleri’nin de amansız bir karşıtıydı!
Yazılarında sık sık Falih Rıfkı Atay’ı bu gibi yergi ve eleştirilerini doğrulatmak için tanık gösteriyordu. Ama nedense Atatürk’ün ölümünden sonra Atay’ın neler yapıp ettiğini —uyarılmasına karşın— hiç anımsamak istememiştir. Söz gelimi, Atay’ın Amerikan emperyalizmini savunmuş, sınıfsal sömürüye karşı çıkanları “kızıl kol teşkilatı”ndan olmakla suçlamış, toprak reformuna karşı çıkmış, paralı eğitimden yana olmuş, başta İlhan Selçuk olmak üzere Atatürkçü ve ilerici aydınları karalamış, faşist militanları ululamış, 1961 Anayasasını yerden yere vurmuş olması onu hiç rahatsız etmemiştir (bkz. 24.5.2005 günlü yazım).
Atatürk’ün Laiklik Devrimi’nin kilometre taşı olan Türk Medeni Kanunu’nun Tanzimatçı bir anlayışın, başka bir deyişle sömürgeleşmiş bir “zihniyet”in, sonucu olduğunu söyleyen de odur. (Cumhuriyet, 31.8.2005).
Attila İlhan, son yazılarından birinde Vahdettin’in Mustafa Kemal Paşa için idam fermanı çıkarmasının gerçek nedeninin, Paşa halk katında tanınmadığı için onu halkın gözünde kahraman göstermek amacıyla bu yola başvurduğunu yazdı. Vahdettin’in “hain” olmadığını öne süren Bülent Ecevit ise, CNN televizyonunda Attila İlhan’ı övdü ve 1970’lerdeki düşüncelerinde ondan ve Kemal Tahir’den esinlendiğini söyledi. Taha Akyol da 14.10.2005 günlü ve İlhan’ı öven “Sol Ve Osmanlı” başlıklı yazısında bundan söz ederek, Ecevit’in İlhan’dan nasıl esinlendiğine ilişkin örnekler verdi. Bakın, Ecevit, İlhan’dan nasıl etkilenmiş, işte eski başbakanın Atatürk Ve Devrimcilik adlı kitabından bir örnek:
“Örneğin bir şapka devrimi….. köylüye ne getirmişti? Ekonomik ve sosyal bakımdan ne getirmişti?” (1971, s.76).
Taha Akyol, Attila İlhan’ın bu konuda görüşünün de şu merkezde olduğunu, onun 10.11.2004 günü Vatan’da yer alan sözleriyle özetliyor:
“Şapka devrimi, dil devrimi, böyle sululuk olmaz.”
Ecevit, Vahdettin’i vatan hainliğinden aklıyor, devrimler konusunda İlhan’dan etkilendiğini söylüyor; İlhan, Vahdettin’i Ulusal Kurtuluş Savaşı’nın neredeyse kahramanlarından yapıyor, şapka ve dil devrimini “sululuk” olarak niteliyor; Akyol da, bu nedenle her ikisini de övüyor!
Şu sorulabilir: “İyi ama, Gazi Paşa’yı öven o kadar çok yazı var ki! Ona ne diyeceksiniz?” Ben de, bu soruya bir başka soruyla yanıt vermek isterim: “Atatürk ilke ve devrimlerine eleştiri ve yergilerini araya sıkıştıracağı yerde, Atatürk’ü sürekli açıktan açığa eleştirip dursaydı, yerseydi, siz o zaman onun yazılarını okur muydunuz?”
Attila İlhan’ın yazarlığını, şairliğini övebilirsiniz ve gelin birlikte övelim. Antiemperyalist söylemleri için de övgüyü fazlasıyla hak ediyor. Ama ona Kemalist diyemezsiniz. Çünkü değildi.
Atatürk ilke ve devrimlerini eleştirip duran, yerden yere vuran, “sululuk” diye nitelendiren birine Kemalist/Atatürkçü demek, onu tarihe böyle geçirmeye kalkmak, en azından Attila İlhan’ın anısına saygısızlıktır.
Pekiyi, o anma törenleri, açık oturumlar… Neden?
Sanırım, tarih bu “neden”i açıklamakta bize yardımcı olacaktır: Galile, Engizisyon karşısında zoru görünce, “Dünya dönmüyor” deyivermişti. Tarihsel gerçek böyle demeseydi ama insanlar onun “Yine de dönüyor” dediğini hep sanıp dururlar. Çünkü zoru görünce gerçeği dile getirmeyip de tam tersini söylemesini ona yakıştıramamışlardır.
Sizler de antikemalist olmayı Attila İlhan’a yakıştıramadınız.

Müdafaa- Hukuk,
Aralık 2005, Sayı:87
..