Kuveyt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Kuveyt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Eylül 2018 Cuma

IRAK KÜRT BÖLGESİNİN JEOPOLİTİĞİNE İLİŞKİN STRATEJİK ÖNGÖRÜLER. BÖLÜM 4

 IRAK KÜRT BÖLGESİNİN JEOPOLİTİĞİNE İLİŞKİN  STRATEJİK ÖNGÖRÜLER. BÖLÜM 4


İKİNCİ BÖLÜM 

IRAK KÜRT BÖLGESİNE İLİŞKİN STRATEJİK ÖNGÖRÜLERE AİT TEMEL DEĞİŞKENLER 

2.1. ABD’nin Politikası 

Bu coğrafyanın ABD için anlamı, Irak’ın Kuzeyindeki Kürt özerk bölgesinin coğrafi konumu, birinci bölümde izah edilmiştir. Bu kısımda, ABD’nin Ortadoğu ve Kuzey Irak politikalarına yer verilmiştir. 

2.1.1 ABD’nin Ortadoğu Politikası 

I. Dünya Savaşı sonrası Ortadoğu’yu İngiltere ve Fransa şekillendirmiştir. ABD’nin Ortadoğu ile ilişkisi, 1930’lu yıllarda petrol şirketlerinin girişimleri ile başlamıştır. 

1945’te II. Dünya Savaşının bitmesi ile iki kutuplu hale gelen uluslararası sistemin önemli mücadele alanlarından biri, Ortadoğu olmuştur. Savaşın hemen sonrasında Sovyetlerin İran’dan askerlerini çekmekte isteksiz davranması, Türk Boğazları’ndan üs ve Doğu Anadolu’dan toprak taleplerinde bulunması, Yunanistan’daki komünistleri desteklemeleri Sovyet tehdidini gözler önüne sermeye yetmiştir. 1947’de İngiltere’nin teklifini kabul eden ABD, Yunanistan ve Türkiye’ye askeri ve ekonomik yardım yapılmasını benimsemiş ve bu politika Truman Doktrini olarak anılmıştır.111 

ABD, 1947’de Suudi Arabistan ile üs, Bahreyn ile liman kolaylığı sağlayan anlaşmalar yapmış, Türkiye ve Yunanistan’ın NATO’ya alınmasını sağlamıştır. Türkiye, Sovyetlerin güneye sarkarak petrolü tehdit etmesine karşı önemli bir engel olarak görülmüştür. 

İsrail Devleti 14 Mayıs 1948'de kurulmuş ve ilk tanıyan ABD olmuştur. İsrail Devleti’nin kurulması, Ortadoğu’daki istikrarsızlıkların ana kaynağını 
oluşturmuştur. Ortadoğu'daki en önemli sorun; Arap-İsrail mücadelesinden kaynaklanan Filistin sorunudur. 

ABD’nin teşvik ettiği ve Türkiye’nin öncülüğünü yaptığı Ortadoğu’da savunma İttifak sistemini hayata geçirecek girişimler olarak Türkiye ve Irak 24 Şubat 1955’te Bağdat Paktını kurmuşlardır. Sırasıyla, İngiltere-Pakistan ve İran, Bağdat Paktına katılmışlardır. (1958’de Irak’ın ayrılması ile adı “CENTO” olmuştur.) George Kennan tarafından ortaya atılan ve Sovyet tehdidine karşı “çevreleme politikası” olarak anılan teori gereği, Ortadoğu çemberindeki boşluk tamamlanmıştır. 

Sovyet tehdidi ve patlak veren Süveyş Krizi nedeniyle ABD, Ortadoğu’yu savunacağını 1957’de Eisenhower Doktrini ile açıkça ilan etmiştir. Bu doktrine göre, 

“Uluslararası komünizmin kontrolündeki herhangi bir devletin saldırısına uğrayan Ortadoğu devletlerini, askeri güç de dahil gerekli her türlü araçla koruyacağını ve bu doğrultuda askeri yardım yapacağını ilan etmektedir.”112 

1970’lerde uluslararası ilişkilerde yaşanan yumuşamaya bağlı olarak ABD Başkanı Nixon, 18 Şubat 1970’te Kongreye gönderdiği bir raporla politika değişikliğini ilan etmiştir. Nixon Doktrini olarak tarihe geçen bu politika, iki kutuplu yapının sona erdiğini ve bunun kalıcı bir barışın egemen olduğu yeni bir uluslararası yapı oluşturulması için fırsat olduğunu vurgulamıştır. Nixon Doktrinin özü, ABD, özgür ulusların savunulmasında askeri ve ekonomik tedbirlerin alınmasında tek başına hareket etmeyecek, yükün bir kısmını ABD’nin dost ve müttefikleri yüklenecektir. ABD doğrudan askeri müdahalede bulunmayacak, bunun yerine askeri ve ekonomik yardımda bulunacaktır. Doktrin gereği İran ve Suudi Arabistan’a silah transferinin artırılmasını öngören “İki Ayaklı” (Twin Pillar) politika uygulamaya konulmuştur. Böylece Ortadoğu’da İngiltere’nin çekilmesi ile ortaya çıkan boşluk ABD tarafından doldurulmuştur.113 

1979 Şubatında İran Şahı’nın devrilerek yerine Şii yönetiminin gelmesi, Sovyetler Birliği’nin 27 Aralık 1979’da Afganistan’ı işgali 114, 
Ortadoğu ülkelerini tedirgin etmiştir. ABD açısından, Ortadoğu’da önemli bir müttefik olan İran’ın eksilmesi yanında, İran Şii yönetiminin Ortadoğu ülkeleri 
için ciddi tehdit olarak ortaya çıkması ABD’yi yeni politika arayışlarına itmiştir. İran’ın ABD yörüngesinden çıkmasıyla ABD’nin İki Ayaklı politikası fiilen sona ermiştir. Diğer taraftan ABD’nin petrole olan bağımlılığının getirdiği yeni bir sorun da ortaya çıkmıştır. ABD Başkanı Carter, petrolün savunulmasında ve güvenliğinin sağlanmasında ABD’nin gerekirse doğrudan askeri gücünü kullanacağını belirtmiştir. Savunma Bakanı Brown, Ortadoğu’daki petrolün güvenliğinin sağlanmasının ABD’nin yaşamsal çıkarları ile yakından ilgili olduğunu, gerekirse askeri güç dahil her yola başvuracaklarını açıklamıştır. Brzezinski; Ortadoğu’nun Batı Avrupa ve Uzak Doğu kadar önemli bir stratejik bölge haline geldiğini, üç bölgeden birine yönelecek bir tehdidin derhal diğer ikisinin güvenliğini de tehdit eder hale geleceğini açıklamıştır. 

23 Ocak 1980’de ABD Başkanı Carter; 

    “Basra Körfezi’ndeki denetimi ele geçirmek amacıyla herhangi bir yabancı güç tarafından yapılacak müdahale ABD’nin yaşamsal çıkarlarına bir saldırı 
olarak dikkate alınacak ve böyle bir saldırıya askeri güçte dahil her türlü araçla karşı konacaktır.”115 açıklamasıyla Carter Doktrinini ilan etmiştir. ABD böylece, Ortadoğu’daki müttefik ve dost ülkelerin savunulmasına ve ABD’nin savunma harcamalarının artırılmasına karar vermiştir. ABD Savunma Bakanı Harold Brown 20 Şubat 1980’de, 

    “Eğer Batılı sanayileşmiş ülkeler ve müttefiklerimiz Körfez’deki enerji kaynaklarından mahrum bırakılırsa bu hem onların hem de Dünya ekonomisinin 
felaketine sebep olacaktır.” 116  şeklinde açıklama yaparak konunun önemine dikkat çekmiştir. 

    Sovyetler’in Afganistan işgali ve İran’ da Şii yönetiminin işbaşına gelmesi üzerine Carter döneminde Körfez güvenliğini sağlamak, bölgedeki yaşamsal önemdeki ABD çıkarlarını korumak üzere Aralık 1979’da Acil Müdahale Ortak Görev Gücü (Rapid Deployment Joint Task Force, RDJTF) oluşturulmuştur. 200.000 hazır kuvvetten ve 100.000 yedekten oluşan ve merkezi Florida’da bulunan bu güç, Dünyanın neresinde olursa olsun müdahale edebilecek yetenekte oluşturulmuştur. Çöl koşullarında savaşma yeteneğine sahip, hareket kabiliyeti yüksek ve nitelikli bu güç, Körfez Bölgesinin güvenliğini sağlayacak, siyasal girişimlerin yanı sıra gerektiğinde müdahalede bulunabilecektir.117 

Ocak 1981’de ABD Başkanı seçilen Reagan, çevreleme politikasının önderliğini daha sert ve aktif bir şekilde yapacağını açıklamıştır. Savunma bütçelerini iki misline çıkarmıştır. RDF’nin en önemli işlevi, ABD’nin bölgedeki çıkarlarını ve petrol ithalatını güvenceye almaktır. RDF’nin bütçesi ve ABD’nin Ortadoğu’daki askeri müttefikleri İsrail, Pakistan ve Türkiye’ye askeri yardımın artırılması kararlaştırılmıştır. ABD polislik görevi yanı sıra, Körfez Bölgesinde rejimlerin değişmesiyle sonuçlanacak kriz durumlarına müdahale etmeyi düşünmektedir. Savunma Bakan Yardımcısı Francis J. West ; Çevik Kuvvetin amacının Ortadoğu’ya ciddi bir tehdit söz konusu olduğunda Bölgeyi korumak olduğunu, diğer amaçlarının ise; 

   “İsrail’in güvenliğini ve bölgede barışın sürekli olmasını sağlamak, Radikal devletlerin saldırılarına karşı, Suudi Arabistan , Umman, Ürdün ve Mısır gibi 
ılımlı Arap devletlerini desteklemek, Ilımlı Arap ülkelerini iç ayaklanma veya yıkıcı faaliyetlere karşı desteklemek ve Körfez’de olabilecek bir Sovyet işgalini 
caydırmak” 118   olduğunu açıklamıştır. 

ABD askeri gücünü konuşlandırmakta kolaylıklar aramış, ancak bölge ülkelerinin isteksizliği ile karşılaşmıştır. Ocak 1981’de Taif’te düzenlenen İslam Konferansında Suudi Arabistan Müslüman ülkelere süper ülkelerle ittifaklar kurmamaları çağrısında bulunmuştur. Kuveyt Dışişleri Bakanı Şeyh Sabah El Ahmet El Sabah’ın o günlerde hayli ilginç bir konuşma yapmıştır; 

“..Bizi kime karşı savunma? Ülkemizi kim işgal ediyor? Bizi savunmasını kimseden istemedik. Bununla beraber; kolaylık tesisleri isteyen gemiler çevremizde dolaşıp duruyor. Bu durum bir bakıma, iki yönetmenli (Rusya ve ABD) bir filme benziyor. Film nasıl sona erecek? Belki, iki süper güç anlaşarak. 
Pekala, bu petrol sahaları bize aittir, diğerleri de size. Bölgeyi buradan şuraya ikiye böleceğiz. Sorun böyle mi son bulacak?” 119 

ABD askeri gücüne topraklarında üs vermekte direnen Ortadoğu’lu ülkelerin, Saddam’ın Kuveyt’i işgali ile bu kolaylıkları vermekte tereddüt etmedikleri görülmüştür. Suud ve Kuveyt’li yöneticiler, ABD stratejileri karşısında oyunun bir parçası olmuşlardır. 

RDJTF Komutanlığının (REDCOM) adı 1 Ocak 1983’te ABD Merkezi Komutanlığı (CENTCOM) olarak değiştirilmiştir. CENTCOM’a bazı kolaylıklar sağlayan anlaşmalar, Umman, Kenya ve Somali ile yapılmıştır. 1990’ların ortalarında, CENTCOM’un sorumluluk alanı, Kuzey Doğu Afrika ve Güney Batı Asya bölgesini kapsamaktadır. Körfez Krizi sonrası ABD’ye üs vermekte zorlanan ülkelerle ABD arasında, ABD askerine kolaylık sağlayan bir dizi anlaşma, Kuveyt, Bahreyn ile 1990’da, Katar ile 1992’de imzalanmıştır. Suudi Arabistan ve BAE ile de anlaşmalar dizisi sürdürülmüştür.120 Tek süper gücün bulunduğu ve çıkarlarını sınırlayacak bir başka gücün bulunmadığı yeni bir Dünya düzeni söz konusudur. Yeni dünya düzeni kavramını ilk kullanana dair değişik iddialar ortaya atılmıştır. 1985’te Peru maliye Bakanı Alva Castro, 1990’da Gorbaçov, 1992’de Kissinger kullanmıştır.121

 ABD’nin Ortadoğu’daki ekonomik çıkarlarının temelini, sanayileşmiş Batı ülkelerinin gereksinimi olan petrol oluşturmaktadır. 1973 petrol ambargosu ile, 1.7 dolar olan petrol, 11.6 dolara kadar yükselmiştir. İran-Irak savaşı ile 13 dolardan 21 dolara, Irak’ın Kuveyt işgali ile 21 dolardan 40 dolara çıkmıştır. 2006 yılı itibarı ile petrol fiatları 70 doları görmüştür. 
ABD, Almanya, İngiltere, Japonya ve Fransa, petrol ithalatlarının bir bölümünü bu bölgeden karşılamaktadırlar. Dünya petrol rezervlerinin %65’inin, doğal gaz rezervlerinin yarısına yakınının bu bölgede bulunduğu göz önüne alındığında 
bu durum daha açıklıkla anlaşılabilir. Dolayısıyla ABD ve ABD’nin batılı müttefikleri için bu petrol kaynaklarının güvenliği hayatî önem taşımaktadır.122 

ABD bölgeye yaptığı müdahalelerle bölgedeki çıkarlarını korumak için bazı doktrinler ortaya koymuştur. ABD, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Basra 
körfezinin güvenliğini dış siyasetinin önceliklerinden biri olarak kabul etmiştir. Öncelikle körfez bölgesinin sahip olduğu doğal kaynakların ( petrol ve 
doğalgaz) batıya düzenli ve makul bir fiyatla akışı ABD’yi bölgeyle ilgilenmeye sevk etmiştir.123 Bunun yanında, İsrail’in güvenliğinin124 sağlanması125, Sovyet Rusya’nın bölgede etkinlik kurmasının engellenmesi ve bölgede kurulan dengenin ABD aleyhine bozulmasının engellenmesi ABD’nin bölgedeki temel amaçları olmuştur. ABD yabancı bir gücün Ortadoğu’da etkinlik kurmasına izin vermeme politikasına devam etmektedir. 

ABD, bölgedeki “hayatî çıkarlarını” tehlikede görürse, dünya kamuoyunu ve uluslararası hukuku dikkate almayacağını göstermiştir. Körfez Savaşı ve 
2003 Irak müdahalesi bunu ıspatlamıştır.126 

Fransa’nın eski Ankara Büyükelçisi Eric Rouleau; ABD’nin Irak‘ın tecrit edilmesi politikalarından taviz vermemesinin asıl amacının Saddam’ı devirmek olmadığını, tecrit ile Irak petrolünün dünya piyasalarına girmesinin engellendiğini söylemektedir. Eğer Irak petrolü dünya piyasalarına çıkarsa, petrolün ucuzlayacağı, petrolün ucuzlamasının ise, Kuveyt ve Suudi Arabistan’ın ABD’den satın aldıkları 30 milyar dolar tutarındaki silah bedelini ödeme zorluğuna neden olacağına ve ABD’nin rakipleri Almanya ve Japonya’nın ekonomik rekabet şanslarının artacağına bağlamaktadır.127 

Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) 

Ortadoğu teriminin kullanımı II. Dünya Savaşı başlamadan hemen önce yeni bir değişime uğramıştır. Bu sıralarda Mısır’da konuşlu olan İngiliz Komutanlığı’nın sorumluluğuna verilen bölge Ortadoğu diye anılmaya başlamıştır. Söz konusu Komutanlığın sorumluluk alanında Libya, Sudan, Mısır, bugünkü Levant ülkeleri (İsrail, Ürdün, Suriye, Lübnan), Irak, Arabistan, günümüzün Körfez ülkeleri, İran ve Türkiye yer almaktaydı. 
Buna ilave olarak batıdaki Cezayir, Fas ve Tunus ile doğudaki Afganistan ve Pakistan da politik açıdan Mısırdaki İngiliz Komutanlığı’nın sorumluluk 
alanıyla birlikte mütalaa edilmekteydi.128 

Büyük Ortadoğu Projesi kavramının çıkışını Sovyetler Birliği'nin dağılmasına kadar götürenler bulunmaktadır. Sovyetlerden boşalan yerleri doldurmak için duyulan strateji eksikliği, Ortadoğu’da BOP ile doldurulmak istenmektedir. Büyük Ortadoğu kavramı ilk kez 1995 tarihli “ABD Ulusal Stratejik İncelemeler Enstitüsü” ve “National Force Quarterly” isimli dergilerde yer almıştır. ABD Başkanı Güvenlik Danışmanı Condoleezza Rice, 7 Ağustos 2003’te The Washington Post Gazetesinde yayınlanan “Ortadoğu’yu Dönüştürmek” isimli makalesinde, Ortadoğu’daki siyasi, kültürel ve ekonomik değişimin 22 ülkeyi kapsayacağını dile getirmektedir.129

 Geleneksel Ortadoğu’nun mücavir alanları olan Kuzey Afrika ülkeleri ile Afganistan ve Pakistan’a ilave olarak Orta Asya ülkeleri de Büyük Ortadoğu 
bölgesine dahil edilmiştir. Bütün bu bölgenin askeri sorumluluğunun ABD Merkezi Komutanlığı (CENTCOM)’na verilmiş olması, yeni tanımlamanın bazı 
jeopolitik gerekçelere dayandırıldığını göstermektedir. 

 Büyük Ortadoğu kavramının pazarlanması, gerçekte ABD ve Avrupa’nın birlikte yürüttüğü ve iki kıtanın ortak çıkarlarının gereği olan bir faaliyettir. Her şeyden önce Büyük Ortadoğu’nun merkezinde bulunan “Yakındoğu”, petrol nedeniyle hem ABD hem de Avrupa için önemlidir. Kuzey Afrika ülkeleri, kökten dinci terör ve yasadışı insan göçü gibi nedenlerle ABD’den çok Avrupa’nın endişe duyduğu ve bu nedenle kontrol altında tutmak istediği bölgedir. 

Büyük Ortadoğu ülkelerinin genelinde teşkilatlanma, ekonomik entegrasyon, silahların kontrolü ve kollektif savunma anlayışı ve düzenlemeleri çok zayıf ya da yoktur. İslami kültürün yanı sıra, İsrail-Filistin sorunu ve Batılı ülkelerin sömürgeci politikaları, Batı ve özellikle ABD karşıtlığının kolayca yeşerebildiği bir iklim haline gelmiştir. Kökten dinci örgütlerin terörü din ortak paydasına oturtarak kitleleri kapsayacak temel bir iktidar vasıtası olarak seçmeleri, İslam’a Batı’da radikalizm ile özdeşleşen bir genelleme ile yaklaşılmasına yol açmıştır. İslamın Batı karşıtlığı konumuna gelmesi, soğuk savaş sonrası NATO’nun işlevsiz kalmasının da bir sonucudur. “Kızıl” tehlike, yerini “Yeşil” tehlikeye bırakmıştır. NATO, kuruluş amacı dışında görevlere hazırlanmaktadır.130 

Arap milliyetçiliği veya İslami temel üzerine kurulu anti-demokratik rejimler Batı’nın doğal kaynaklar deposu olan bu bölgeye kesintisiz ulaşımını 
tehdit etmektedirler. Bu nedenle, bu bölgeye de demokrasi ve istikrar getirilmeye uğraşılması, ancak bu çok zaman alacağından ya da belki de hiç 
mümkün olmayacağından enerji kaynaklarının batıya ulaştırılmasının olası risk tartışmaları yapılmaktadır. Ayrıca, bölgede hızlı bir silahlanma ve kitle 
imha silahlarına sahip olma yarışı vardır. Buna Akdeniz, Süveyş Kanalı, Türk Boğazları ve Basra Körfezi gibi stratejik ulaşım hatlarının bölgede kesişmesi 
de eklenince, Büyük Ortadoğu bölgesinin önemi ayrı ve bir bütün olarak ele alınması gerekmektedir. 

Amerikan dış politikasındaki stratejik ağırlık merkezinin artık Avrupa olmayacağı, Amerikan üslerinin Doğuya ve güney Doğuya doğru kaydırılmasından da anlaşılabilmektedir. ABD, Avrupa’nın güvenliğini Avrupalılara bırakma niyetindedir. Amerikan stratejisinde önceliğin Büyük Ortadoğu olacağı, Irak’ın işgali ile belli olmuştur. 

 ABD tarafından özellikle uluslararası terörizme dikkat çekilerek, bu tehdidin ABD’yi vurmasını beklemeksizin yerinde bertaraf edilmesini öngören “önleyici darbe stratejisi benimsenmiştir. Ayrıca global ekonominin gelişmesi ile Amerikan ulusal güvenliği arasında doğrusal bir ilişki kurulmaktadır.131 
Bunun pratikteki anlamı, ABD’nin sadece güvenlik değil, aynı zamanda ekonomik çıkarlarını hedef alan risk ve tehditlerin nerede ise bulunup yok edilmesidir. ABD’nin Büyük Ortadoğu’daki dört temel stratejik amacı, kendi yetkililerinin açıklamalarına göre, doğal kaynaklara kesintisiz ve kısıntısız erişim, İsrail’in bekasının sağlanması, kökten dinci terörün önlenmesi ve bölgenin demokratikleştirilmesidir. Genel bir ifade ile, BOP’un temel ayakları, 
Ortadoğu’da Siyasal, Ekonomik, Toplumsal/Kültürel ve Stratejik dönüşüm olarak sıralamak mümkündür.132 Özellikle İsrail’in bekası konusunda ciddi 
sıkıntılar mevcuttur. Her şeyden önce İsrail’in Araplar tarafından kuşatılmışlıktan kurtarılması ve bu maksatla İsrail’e bölgesel dostlar bulunması gerekmektedir. ABD bu maksatla hem İsrail’e yakın bir bölgede Kürt oluşumuna sıcak bakmakta, hem de Türkiye’nin İsrail’le yakınlaşmasını desteklemektedir. İsraillilerin Kürdistan ile bağları, Türkiye ile büyüyen ittifakından daha büyük değere ve anlama sahip olacağına dair yorumlar da bulunmaktadır.133 

ABD’nin NATO Daimi Temsilcisi Büyükelçi Nicholas Burns yaptığı bir konuşmada “ NATO misyonunu değiştirmelidir, Konsept olarak dikkatimizi ve askeri gücümüzü tehdidin olduğu yere teksif etmek zorundayız. NATO’nun geleceği doğuda ve güneyde, yani Büyük Ortadoğu’dadır” demiştir. NATO Genel Sekreteri Hoop ise, NATO’nun büyük Ortadoğu’da rol almasına bütünüyle taraf olduğunu belirtmektedir.134

 Türkiye, coğrafi konumu itibarı ile Büyük Ortadoğu’nun merkezinde yer almaktadır. Ortadoğu Avrasya’nın kesişme noktasında, Türkiye de 
Ortadoğu’nun önemli kesişme noktasında bulunmaktadır. Türkiye, Büyük Ortadoğu’da, kuzeyden güneye, batıdan doğuya ya da tersi istikametlerde 
oluşturulacak tüm politikaları etkileyebilecek durumdadır. Türkiye’nin tarihi, kültürel, ekonomik, siyaset ve güvenlik bağları ile bağlı olduğu Büyük 
Ortadoğu bölgesinde, içinde Türkiye’nin bulunmadığı gelişmelerin başarısız olacağı değerlendirilmektedir. 

ABD’nin Basra körfezindeki artan varlığı 2003’te en yüksek seviyeye çıkmıştır. ABD Irak’ı bölgedeki çıkarlarına en önemli tehdit olarak görmüştür ve Irak’ı kitle imha silâhlarına sahip olmakla ve El-Kaide gibi terörist örgütleri desteklemekle suçlayarak Irak’a müdahale etmiştir. ABD Dışişleri Bakanı Powel’ın sonradan açıklamasına göre, ABD’nin yalan istihbarata dayanarak onbinlerce Iraklının ölümüne sebep olduğu ortaya çıkmıştır. 

ABD, 2003 yılında Irak’a yaptığı müdahaleyle körfez bölgesinin merkezine hem askerî hem de siyasî olarak yerleşmiştir. Özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında belirlemiş olduğu temel çıkarları olan petrolün batıya kesintisiz ve makul bir fiyatla akması, İsrail’in güvenliğinin sağlanması ve yabancı bir gücün bölgede etkinlik kurmasının engellenmesi doğrultusunda elinden gelen her yolu denemiştir.135 

Bölgedeki büyük devletler dışında küçük devletler de ABD’nin varlığıyla birlikte büyük oranda ABD’nin güdümüne girmiş gibi görünmektedir. 
Özellikle güvenliklerini ABD’ye ihale etmiş olan körfez ülkelerinin ekonomilerine de ABD’nin çıkarları doğrultusunda yön verilecektir. 

ABD, II. Dünya Savaşı’ndan sonra Basra Körfezinin güvenliğini dış siyasetinin önceliklerinden biri olarak kabul etmiştir. Öncelikle Körfez bölgesinin sahip olduğu doğal kaynakların ( petrol ve doğalgaz) batıya düzenli ve makul bir fiyatla akışı ABD’yi bölgeyle ilgilenmeye sevk etmiştir. 
Bunun yanında, İsrail’in güvenliğinin sağlanması, Sovyet Rusya’nın bölgede etkinlik kurmasının engellenmesi ve bölgede kurulan dengenin ABD aleyhine 
bozulmasının engellenmesi ABD’nin bölgedeki temel amaçları olmuştur. 

1970’lerin başında İngiltere’nin bölgeden çekilmesi ile ABD bölgedeki varlığını daha da arttırmıştır. ABD’nin bölgeye yönelik siyasetine baktığımızda 
şu görülmektedir; II. Dünya Savaşı’ndan sonra ABD bölgedeki çıkarlarını korumak için yaklaşık her on yılda bir kendi ve batılı müttefikleri aleyhine 
bozulan dengeyi düzenlemeye girişmiştir. 1947 Truman Doktrini, 1957 

Eisenhower Doktrini, 1969 Nixon Doktrini, 1980 Carter Doktrini, 1990-91 Körfez Savaşı, 1993 çifte kuşatma siyaseti ve 2003 Irak müdahalesi ABD’nin 
Körfez bölgesini de içeren Ortadoğu’yu şekillendirme girişimleridir. 

ABD 2003 Irak’a müdahalesiyle bölgedeki “hayatî çıkarlarını” tehlikede görürse, dünya kamuoyunu ve uluslararası hukuku da dikkate almadan tek taraflı hareket edebileceğini göstermiştir. Bu durumun hem uluslararası sistemde hem de bölgede olumsuz yansımaları olacaktır. ABD Irak’a müdahale ederek bölgedeki varlığını artırmış ama, hem dünya kamuoyunda hem de bölge kamuoyunda var olan desteğini tepkiye çevirmiştir. 

 ABD ve AB’nin önümüzdeki dönemde, Büyük Ortadoğu ve Genişlemiş Avrupa'ya yönelik politikalarını, belki zaman zaman birbirleri ile çatışma içinde uygulayarak güvenliklerini sağlamaya çalışacaklardır. ABD’nin dünya üzerinde hakimiyetini geliştirmeye çalışırken, AB’nin yeni güvenlik stratejisi ile global bir güç olmayı hedeflediği ve ABD’nin karşısına ikinci kutup olarak çıkarak, Genişlemiş Avrupa kapsamında bir güvenlik çemberi oluşturma çabasında olduğu görülmektedir. 

ABD’nin, Avrupa ve mücavir bölgesinin AB tarafından kontrol edilmesini bir dereceye kadar kabul ederek, ağırlıklı olarak gayretlerini Büyük Ortadoğu bölgesine teksif edeceği, bu amaçla NATO'dan mümkün olduğu kadar fazla istifade etmekle beraber, gerekirse tek başına da hareket etmekte 
tereddüt etmeyecektir. 

NATO’nun, ağırlık merkezinin doğuya doğru kaymaya devam edeceği136 ve önümüzdeki dönemde BİO faaliyetlerinin Orta Asya ve Kafkaslarda canlandırılacağı, Akdeniz Diyaloğuna hayatiyet kazandırılacağı ve Afganistan’a ilave olarak Irak’ta da görev üstleneceği ihtimal dahilindedir. 

 Özellikle, 11 Eylül’ü takip eden süreçte, İslam’ın 3. kutup olarak belirginleştiği ve din faktörünün ön plana çıkmaya başladığı, ABD ve AB’nin bu nedenle, radikal İslamla mücadeleyi yürütmek adına Demokratik İslam da denen ılımlı İslamı ön plana çıkarma çabası içerisinde olduğu ve bu kapsamdaki ülkeleri ekonomik yönden de kendilerine bağımlı hale getirerek, siyasi kontrol sağlamaya çalışacaktır. Türkiye, Genişlemiş Avrupa ve Büyük Ortadoğu ile ilgili gelişmeler ışığında, Avrupalılaşma veya Avrasyalılaşma seçenekleri ile karşı karşıyadır. 

2.1.2. ABD’nin Kuzey Irak Kürt Politikası 

İngiltere’nin Irak’ta işgalci olarak bulunduğu dönemin Genel valisi Sir Wilson Irak’ın jeopolitik önemi ile ilgili olarak şöyle demiştir137; 

 <  “ Bu stratejik bölgenin anahtarı Irak’tır. Irak’ı işgal etmekle İslam Dünyasının kalbine hançer saplamayı ve böylece Müslümanların aleyhimize birlik oluşturmalarını engellemeyi başardık. Barış dönemindeki politikamız bu ülkeyi korumak olmalıdır. Zira Mezopotamya bizim için bölgedeki bütün ülkeleri İngiltere hakimiyeti altında tutmaya yarayan bir çivi gibidir. Bu yüzden bu ülke, bölgedeki Arap ve diğer islam ülkeleri ile birlik olmamalı ve onlardan uzak tutulmalıdır. “  >

Soğuk savaş döneminde her iki blok için mücadele alanı haline gelen Ortadoğu’da, ABD, Kürtleri 1960’ların sonlarında desteklemeye başlamış, 
soğuk savaş döneminin sona ermesi ile uluslararası alanda tek başına kalan ABD’nin Kürtlere olan ilgisi artış göstermiştir.138 

İran’lı Kürtler, Mahabat kentinde Kürdistan Demokratik Partisini, ardından Mahabat Kürt Cumhuriyetini (1946) kurmuşlardır. Sovyet desteğindeki bu etkinlikler içersinde yer alan Molla Mustafa Barzani’ye general payesi verilmiştir. Bölgede Sovyet etkinliğini kırmak amacıyla Amerikalı bir generalin komutasında ki İran birlikleri Mahabat’a girerek Kürt hareketini ezmiş, liderlerini asmıştır. 2000 adamı ile Sovyetlere sığınan Molla Mustafa Barzani, 1958’e kadar burada kalmıştır.139 

Haziran 1961’de Irak’ta İsyan eden Barzani liderliğindeki bazı Kürt aşiretler, Irak güçlerine karşı yer yer başarılar elde edince, Abdülkerim Kasım, yabancı bir muhabire verdiği demeçte, İngiltere ve ABD’yi isyancıları desteklemekle suçlamıştır.140

 1969 yılında Baasçı Irak yönetiminin Kürtlere yönelik saldırıları karşısında Sovyetler sessiz kalmışlardır. Sovyetler, Irak yönetimi ile olan iyi ilişkilerini bozmak istememişlerdir. Artan Sovyet etkisine karşı, ABD İran üzerinden Kürtleri desteklemiştir. Molla Mustafa’nın 1969’da iki ABD’li subayı kabul ettiği basında yer almıştır. ABD’den 14 milyon dolar yardım alan Barzani, ABD ile gizli bir anlaşma yapmıştır. Kürtler komünistlerle temas ve ilişki kurmayacaklar, Baas rejimini zayıflatacaklardır. ABD Hükümeti masraftan kaçınmayacaktır. Yinede IKDP 1972 yılına kadar Sovyetlerle ilişki içersinde olmuştur. Fakat 1972’den itibaren Sovyetlerle Barzani’ler arasındaki ilişki soğumaya başlamıştır.141 

   Sovyetler ile Irak arasında 15 yıllık işbirliği anlaşmasının imzalandığı 9 Nisan 1972’den itibaren Moskova’dan Irak’a para ve silah akışı başlamıştır. 
Sovyetler’den ümidi kesen Barzani, ABD ve ona bağlı olan İran ve İsrail ile ilişkilerini geliştirmiştir. Barzani’lere de ABD’den silah ve para akışı başlamıştır. ABD Başkanı Nixon’un Barzani’lere yardım emri, Güvenlik Danışmanı Kissinger’in aracılığı ile CIA’ya iletilmiş ve gereği Dışişleri Bakanlığına rağmen yerine getirilmiştir. ABD’nin Barzani’leri destekleyip güçlendirmesindeki en önemli hedefi, işgalci İsrail ile her türlü barışa ve ateşkese karşı görünen radikal İsrail karşıtı ülke Irak’ı etkisiz hale getirmektir.142 

Molla Mustafa Barzani, yeni hamileri ABD ve müttefiklerine güvenerek Haziran 1973’te Washington Post Gazetesine verdiği mülakatta; 

“Eğer ABD bu kurtlara karşı bizi desteklerse, biz onun politikaları doğrultusunda hareket etmeye hazırız. Eğer bize yeterli yardım yapılırsa, biz petrol 
bölgelerini alır, bundan yararlanmayı ABD’li şirketlere bırakabiliriz..”143  demektedir. 

     İsrail Hükümeti de ABD ve İran’ın Irak’lı Kürtleri destekleme faaliyetlerine eş zamanlı olarak istihbarat örgütü MOSSAD’ın Barzani’leri takviye etmesi yönünde kararlar almıştır. 

     Irak Hükümeti 11 Mart 1974’te reform paketini kabul etmeleri konusunda Barzani’ye ültimatom vermesi üzerine, Molla Mustafa Barzani, Irak Hükümetine karşı savaş başlatmıştır. İran üzerinden ABD’nin desteği ile güçlenen Kürtler, Baas rejimine zor anlar yaşatmışlar, sıkışan Baas rejimi, ABD’ye heyet göndererek anlaşma yolu aramıştır. 1975 yılında Irak ile İran arasında Cezayir anlaşması imzalanmıştır. Bu anlaşma ile İran, Irak’tan istediklerini almıştır. Anlaşma gereği, İran Irak Kürtlerine olan desteğini kesecektir. Anlaşmadan sonra Kürt direnişi kırılmış, Kürtler Baas rejimi tarafından sert bir şekilde ezilmiştir. Kürtler, önce Sovyetler’in , daha sonra ABD’nin politikalarında siyasi baskı aracı olarak kullanılmışlardır. İran’a kaçan Kürtlerin bir kısmı silahlarını Şah’a teslim etmiş, zor koşullarda hayatlarını sürdürmek zorunda kalmışlardır. Bir kısmı Irak güçleri tarafından öldürülmüş, bir kısmı Saddam tarafından Irak’ın Güneyine sürülmüştür. 

 1980-1988 yılları arasında sekiz yıl süren İran-Irak savaşı Kürtlerin toparlanmalarına fırsat vermiştir. İran’la savaşırken Kürtlerden istediği desteği 
alamayan Saddam, savaş sona erince Kürtlerin üzerine yürümüştür. Saddam’dan kaçan Kürtler, Türkiye ve İran’a sığınmışlardır. Savaş sırasında 
İran’ı karşılarına almayan ve Saddam’a istediği desteği vermeyen Kürtler, savaş sonrası 1988’de Halepçe’de yine yalnız bırakılmışlardır. 

   Irak’ın Kuveyt'i işgal etmesiyle başlayan ( 2 Ağustos 1990) Körfez Savaşı, Irak’ın Kuveyt’ten çekilmeye başlaması (27 Şubat 1991) ile sona ermiştir. Körfez Savaşı sonrasında meydana gelen otorite boşluğundan istifade eden ve ABD’nin yardım edeceği beklentisi ile Kürtler tekrar ayaklanmışlardır. Mart 1991’de yoğunlaşan çatışmalar üzerine, Irak Hükümeti güçlü bir şekilde Kürtlerin üzerine yürümüş, 2 milyon civarında Kürt Saddam birlikleri önünde Türkiye ve İran sınırına doğru hareketlenmiştir. Türkiye’nin sınırlarını açmasıyla 250 bin Kürt Türkiye’ye sığınmıştır. Bir milyonun üzerinde Kürt, sınırın Irak tarafında beklemiştir. Tüm bunlar olurken, Saddam Yönetimi ile Kürtler arasındaki mücadeleyi ABD’nin tepki vermeden sadece izlemesi dikkate değer bulunmuştur.144 

   Kürtlere kurtarma ve yardımı öngören “Huzur Operasyonu” Temmuz 1991’de sonlandırılmış, “Acil tepki gücü” veya “Çekiç Güç” olarak adlandırılan Huzur Operasyonunun ikinci kısmı devreye girmiştir. 

   Kuzey Irak’ta ABD sayesinde korumalı-güvenli bir alana kavuşan Kürtler 17 Mayıs 1992’de “Temsilciler Meclisi” seçimini, 7 Temmuz 1992’de ise bakanlar kurulunun oluşumunu gerçekleştirmişlerdir. Kürt liderler bağımsız bir Kürdistan kurulmayacağı konusunda güvence verseler de, bağımsız bir parlamentonun ardından yeni hükümetin oluşturulması bağımsızlığa yönelik bir adım olarak algılanmıştır. Türkiye, yeni kurulan hükümeti tanımadığı gibi, bu oluşumu bölge barışına bir tehdit olarak gördüğünü açıklamıştır.145

 Clinton döneminde ABD’nin Irak politikasının temel esasları; Saddam tehdidi sayesinde bölgedeki ABD varlığı meşruiyet kazanmaktadır. ABD varlığı ile Arap ülkeleri korunacak, ABD petrole hakim olabilecektir. Saddam’ın uluslararası konumu, Saddam’a karşı ABD müdahalesine uygundur. İran’ın bölgeye nüfuz etmesi ciddi bir tehlikedir ve İran nüfuzunun engellenmesinde Saddam temel unsur olabilir. Saddam’ın devrilmesi ve yerine güçlü birinin bulunamaması sonucu Irak’ın bölünmesi gibi hususlar bölgedeki güçler dengesinin bozulması tehlikesini doğurabilecektir. Bu durum ABD’nin daha fazla harcama yapmasını ve yükün altına girmesini gerektirecektir. 146 

   Kuzey Irak’taki oluşumun bağımsız bir Kürt Devleti olmasının ciddi zorlukları bulunmaktadır. Aşiret yapısının sürmesi ve geçmişteki iç çatışmalarının her an ortaya çıkma ihtimali, toplumsal birliktelik olasılığını azaltmaktadır. Olası bir Kürt Devleti, komşularının güvenliğini tehdit edeceğinden, komşuları tarafından istenmeyecektir. Denize çıkışı bulunmayan ve komşuları tarafından istenmeyen bir Kürt Devleti’nin yaşama şansı bulunmayacaktır. Kendine yeterli ekonomisi olmayışının yanında, ticaret için komşularının kara ve hava sahalarına bağımlı olacaktır. Ekonomik avantaj sağlamak ve kendine yeterli olmayı hedefleyecek olası bir Kürt Devleti, petrole sahip olmak, Musul ve Kerkük’ü sınırları içersine almak isteyecektir. Bu durum, Araplar ve Türkmenlerle karşı karşıya gelmelerine yol açacaktır. Kuzey Irak’ta meydana gelecek bir çatışma, bölge ülkelerinin 
müdahalesini gündeme getirebilecektir.147 

Bağımsız bir Kürt Devleti kurulmasının önündeki en önemli belirleyici unsur, başat güç olan ABD’nin böyle bir yükün altına girmek isteyip istemiyeceği olacaktır. I. Dünya Savaşı ve II. Dünya Savaşından sonra Kürt Devleti kurulması imkanı ortaya çıkmış, bölge ülkelerinin tutumları ve politik gerçekler uygun ortamın oluşmasını engellemiştir. Bağımsız bir Kürt Devletinin varlığı, uluslararası ortak politik çıkarlarla örtüşmemiştir. 

<  ...ABD eski adalet bakanlarından Ramsey CLARK, 1991 Aralığında İngiliz soruşturma komisyonu adına yaptığı açıklamada, ABD’nin savaşı önceden tasarladığını, 1989’dan beri Irak’ı savaşa sürüklemek için provokasyonlar düzenlediğini öne sürdü...” “...ABD eski adalet bakanlarından Ramsey CLARK, 1991 Aralığında İngiliz soruşturma komisyonu adına yaptığı açıklamada, ABD’nin savaşı önceden tasarladığını, 1989’dan beri Irak’ı savaşa sürüklemek için provokasyonlar düzenlediğini öne sürdü...”  >

Körfez Savaşı sonrası meydana gelen uluslararası gelişmeler bir Kürt Devleti kurulabilmesine imkan vermektedir. Bu gelişmeler mi Kürtlere bir Devlet 
kurma fırsatı vermektedir veya Kürtlerin Devlet kurabilmeleri için mi bu gelişmeler148 yaşanmaktadır149, iyi analiz 150 edilmesi gerekmektedir.151 
Körfez Savaşı sonrası Irak lideri Saddam’ın özellikle iktidarda tutulması sağlanmıştır.152 Saddam güçlerinin önünden kaçan yüz binlerce çoluk, 
çocuk, kadın, yaşlı Kürtlerin korunmasına ABD hemen müdahalede bulunmamıştır.153 Bu politikaların gerekçelerini bulmak, ABD’nin Kürt Devleti 
politikasının ipuçlarını verecektir. Olası bir Kürt Devletinin kurulmasında belirleyici olacak olan ABD’nin politikaları olacaktır. ABD’nin bağımsız bir 
Kürt Devleti kurulmasını istediği, ancak, bir Kürt Devleti’nin Ortadoğu’daki ve buna bağlı Avrasya’daki çıkarlarına vereceği zararı göz önüne aldığında bu 
isteğinden vazgeçeceği değerlendirilmektedir.154 Diğer taraftan Irak’ta yaşanan-yaşanacak bir iç savaş ile Irak’ın üçe bölünebileceği ve bağımsızlığın ilanı için uygun bir ortamı kollayacak bir Kürt Devleti’nin ortaya çıkacağı yönünde gelişmeler devam etmektedir. 

ABD’nin Ortadoğu politikalarında Yahudi lobilerinin etkinliği bilinmektedir.155 İsrail, 1960’lı yılların başından itibaren Amerika’dan muazzam politik destek ve benzersiz ekonomik yardımlar almıştır. İki sebebi bulunmaktadır; Birincisi, sadece Ortadoğu’da değil, Dünyanın her yerinde İsrail politikalarının ABD politikalarını desteklemesi ve İkincisi, ABD yönetiminin İsrail’in ABD içindeki muazzam nüfuzunu kullanmasıdır. Bu desteğin bir kısmı Hristiyan fundamantalistlerin İsrail’i destekleme çabası olsada, esas neden, Amerika’daki örgütlü Yahudi Lobileridir.156 Özellikle G. W. Bush döneminde yeni muhafazakarlar, (Evangelist grup) Yahudi lobileri ile yakın ilişki içersindedirler. Pentagon ve Hükümet içersinde İsrail lehine çalışanlara, casuslukla suçlananlara rastlanmaktadır.157 ABD’nin Ortadoğu politikasının temel unsurlarından biri de, İsrail’in kuruluşundan bu yana desteklenmesi olmuştur.158 Irak’a karşı yapılan savaşın gerçekte İsrail’in talebiyle yaşama geçtiği159 ve ABD’yi İran’a saldırtmak isteyeninde İsrail olduğunu yorumlayan ABD’li analistler bulunmaktadır.160 ABD’de, gerek hükümet içinde, gerekse kamuoyunda dış politikada İsrail’in çıkarlarının ABD çıkarlarının önüne konulduğu161 konusunda tartışmalar yaşanmaktadır.162 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***

Irak’ın “Kurtarıcıları”

Irak’ın “Kurtarıcıları”

ULUSLARARASI SEZAİ KARAKOÇ SEMPOZYUMU 12 NİSAN 2012 Perşembe



Irak’ın “Kurtarıcıları”
Yazan; Manlio Dinucci

İtalyan Coğrafya Bilimci Manlio Dinucci Irak’ta devam etmekte olan cihatçı savaş operasyonu uzun döneme yaygın retrospektif bağlamında ele alarak, Suriye savaşının Irak’a sıçraması şeklinde değil de, ABD’nin Irak’taki üçüncü savaşı olarak, ayrıca değerlendiriyor. Bu bağlamda, Dinucci’ye göre aslında Irak savaşı, Suriye sıçramış bir savaştır.

VOLTAİRE SİTESİ ROMA (İTALYA) 
16 AĞUSTOS 2014 

Irak yönetiminden İslam Emirliği/Irak-Şam İslam devleti organizasyonu (IŞİD) eline geçen bölgedeki hedeflere 08 Ağustos’ta bomba atan ABD’ye 
ait savaş uçakları, 1991’de Irak’a karşı, ilk savaş açan Cumhuriyetçi Başkan onuruna, Georges H.W. Bush adı verilen uçak gemisinden havalanmışlardı. Saddam Hüseyin’e, kitle imha silahlarına sahip olduğu ve El-Kaide terör örgütüne destek verdiği gerekçesiyle, daha sonraları asılsız olduğu anlaşılan bazı “delillere” dayanılarak, suçlama getirilip, 2003’te oğul George W. Bush yönetiminde de saldırılara devam edilmiş ve Irak ülkesi işgal edilmişti. ABD yönetimi, Irak iç savaşında bir milyondan fazla askeri seferber ederek, müttefik ülkelerden gelen ve paralı olarak görev verilen yüz binlerden fazla askeri cepheye sürerek, Ortadoğu’daki jeo-stratejik öneme ve zengin petrol yataklarına sahip Irak’ı kontrol altın alma şeklindeki hedefine tam olarak ulaşmadan, esas itibariyle mağlup olarak Irak’tan çekildi.

Tam da bu aşamanda sonra, Ağustos 2010’da ABD ve müttefik ülkelerine ait işgalci güçlerin çekileceğini ilan edip, Irakta doğmakta olan “Yeni Şafak” Müjdesini veren (Nobel Barış Ödülü Sahibi), Demokrat Başkan Barack Obama sahneye çıktı. ABD güçlerinin, kan kırmızısı yeni doğan şafakla Irak’a sınırı olan Suriye’ye taşıdığı açık savaşın bundan sonra örtülü bir şekilde sürdürüleceğine işaret ediyordu. Bu faaliyetler çerçevesinde, ABD’nin bölgede izlediği stratejinin bir enstrümanı iken, Birleşik Devletlere karşı mücadele veren fiili bir düşman sloganıyla sahneye çıkan Irak-Şam İslam Devleti Örgütü/ organizasyonu (IŞİD) böylece doğmuş oldu. IŞİD Organizasyonu gücünün büyük bir kısmını Suriye’de konuşlandırması tesadüf eseri değil. 

Cihatçı örgüt şefleri ve militanları, Libya Devlet Başkanı Muammer Kaddafi’yi devirmek üzere ABD gizli servisinden Silah, Askeri eğitim ve finansman desteği aldılar. Libya’daki İslamcı oluşumlarının bünyesinden yer aldıktan sonra, terörist örgüt sıfatı verilerek, Suriye’ye gönderildiler. 

Afganistan, Çeçenistan, Bosna-Hersek ve diğer bazı ülkelerden gelen, çoğunluğu Suriyeli olmayıp, Suriye savaşına katılan diğer militanlarla birleştiler. 
Suriye Cumhurbaşkanı Beşar Esad’ı devirmek amacıyla, özellikle Türkiye sınırlarından Suriye’ye girdiler. CIA tarafından organize edilen bir ağ üzerinden 
silahlandılar.

IŞİD organizasyonu böylece, öncelikle Hıristiyan kesime saldırarak, Irak’ta mevzi kazanmaya başladı. Bu organizasyon olup biten gelişmelerden dolayı “derin kaygı” duyduğunu bildirerek resmi olarak izleyici kalan Washington yönetimine (Obama yönetimi başka türlü tanımlama getirse de) 

Irak’ta Üçüncü bir savaşı yürütme yolunu açtı. Geçen Mayıs ayında açıklandığı gibi, ABD askeri gücünü iki durumda seferber etti: 

ABD vatandaşları veya çıkarları tehdit edildiğinde; hiçbir şey yapmadan kenarda kalmanın mümkün olmadığı boyutlarda “insani bir krizin” çıktığı 
zaman.

Amerika Birleşik Devletleri, savaş açarak ve ambargo uygulayarak, milyonlarca sivil Iraklının ölümüne sebebiyet vererek ve 20 yıldan fazla bir süre 
provokasyon yarattıktan sonra, şimdi de dünya kamuoyu nazarında Irak halkının kurtarıcısı olarak sahneye çıkıyor. Başkan Barack Obama 
“Uzun Vadeli bir Projenin” söz konusu olduğunu açıklamıştı. Irak’ta gerçekleştirilen yeni hava saldırısına gelince, görev sorumluluk alanı Ortadoğu 
bölgesi olarak belirlenen, emrinde 100 uçak ve 8 savaş gemisi bulunan, Amerika Merkezi Komutanlığı – CentCom, özellikle Kuveyt’e hazır kıta 
bekleyen 10.000 asker ve 2000 deniz piyadesi gibi başka güçleri de kullanabilir.

Amerika Birleşik Devletleri (ABD), Irak’ta ekonomik varlığını daha da güçlendirmek amacıyla Başbakan Nuri El-Maliki döneminde Bağdat ile güçlü 
işbirliği bağları kuran Çin’in saf dışı edilmesi de dâhil, Irak’ta kontrol sağlama stratejisini yeniden uygulamaya koyuyor. Washington yönetimi, 
bu faaliyetler çerçevesinde, daha kolay kontrol edebilmek üzere, Irak ülkesini üçe bölmeyi kendi çıkarına uygun olduğunu düşünüyor: 

Kürtler, Sünniler ve Şiiler. İtalya Dışişleri Bakanı Federica Mogherini, bu aynı anlayışla, Bağdat merkezi hükümet yerine, Bölgesel Kürt Yönetimine, 
Askeri yardım da dâhil olmak üzere, yardım yapılması taahhüdünde bulunmuştur.

Manlio Dinucci
Çeviren; 
Nizamettin Karabenk
Kaynak ;
Il Manifesto (İtalya)

http://www.voltairenet.org/article185087.html

..

4 Mart 2017 Cumartesi

ORTADOĞUDA OTORİTER REJİMLER BÖLÜM 2


 ORTADOĞUDA OTORİTER REJİMLER  BÖLÜM 2


ORTADOĞU ARAP TOPLUMARI’NIN TARİHSEL, SOSYAL, SİYASAL VE EKONOMİK AÇIDAN ANALİZİ 




Siyasal Yapı 

Ortadoğu’ya siyasi yapı açısından bakıldığında modern siyasi yapılanmaların görece genç olduğu ve buna bağlı olarak bölgede sosyal ve siyasi kimlik krizlerinin yaşandığı görülmektedir. Bölgenin Arap toplumları ulusal bağımsızlıklarını geç kazanmaları sebebiyle, sömürge karşıtı hareketlerle 
birlikte gözlemlenen toplumsal dönüşüm de görece geç başlamıştır.51 

Suriye, Irak, Mısır, Lübnan, Ürdün, Cezayir, Libya örneklerinin hepsinde, sömürgeci güçlere karşı yapılan mücadeleler, sömürgeci devlete 
“eklemlenmiş bürokrat, yerel elit ve onların sınıfsal müttefikleri tarafından örgütlenmiştir. Bağımsızlık sonrası Ortadoğu devletinin kurucu unsuru da bu 
koalisyon olmuştur.”52 Dolayısıyla tüm bu yönetimlerde iktidar, seçkin bir azınlığın elinde toplanmıştır. Bu siyasi rejimlerin başlıca özelliği seçkinlerin, 
siyasi süreci devlet gücüyle denetim altında tutmasıdır. Söz konusu durum seçkinler ve halk arasında keskin bir ayrım yaratmaktadır. Ortadoğu’nun 
seçkinci iktidarları halk onayı ile işbaşına gelmedikleri gibi, bu iktidarlar çoğunluğun temel yönelim ve eğilimlerine uygun bir siyasi ve hatta sosyal 
yapıyı oluşturmakla kendilerini bağımlı hissetmemişlerdir. Bu durumun siyasi meşruiyet sorunu yarattığına şüphe yoktur.53 Yeni devletlerin seçkinleri, 
“temsil etme iddiasında bulundukları kişilerle aynı siyasi dili konuşmuyorlardı ve çıkarları, daha fazla toplumsal adalet yönünde değişimler yaratmaktan çok 
mevcut toplumsal doku ile servet dağılımının muhafaza edilmesinde yatıyor du.”54 

Siyasi açıdan meşru görülmeyen bu seçkinler, toplumda kendi konumlarını sarsabilecek odakların gelişmesini de engellemektedirler. Ortadoğu Arap ülkelerinde iktidar değişimine karşı dirençli olan siyasi seçkinler, muhalefetin oluşumuna izin vermemektedir.55 

Bu toplum dokusu içerisinde, etkili bir sivil toplum örgütlenmesinin olmayışı rejimin otoriter bir yapı içinde gelişmesi için gereken ortamı hazırlamıştır. Sivil toplum, katılımcı siyasi sistemi desteklemesinden ötürü önemlidir.56 Oysa bölgede “(b)ireysel özgürlükler, demokratik örgütlenmelerin ve toplumsal hareketlerin gelişimini güvence altına alacak kadar kalıcı olama(mıştır)”.57 Bu koşullar altında, Ortadoğu’da biçimsel olarak sivil toplum örgütlenmelerine rastlanılsa da, bu örgütlenmeler işlevsel olarak geçerlilik kazanamamıştır.58 

Aslında bu konuda çift taraflı bir ilişki söz konusudur; bir taraftan sivil toplum örgütlenmelerinin olmayışı otoriter rejimleri güçlendirirken, öte taraftan 
otoriter rejim sivil toplum örgütlenmelerinin ortaya çıkışını engellemiştir. Bölgedeki sivil toplumun güçsüzlüğü, otoriteryen yapılarının bir yansımasıdır.59 Bilindiği gibi, sivil toplumun varlığı kültürel ve sosyo ekonomik koşulların, belli bir doğrultuda olgunlaşmasını gerektirmektedir. 

Örneğin Avrupa’da 18. yüzyılda başlayan ekonomik yeniden yapılanma, tüm kıtada devlet otoritesini azaltmıştır. Toplumsal ve ekonomik çıkar guruplarına 
karşı sorumlu olmak, yasallık ve sorumluluk sürecini hızlandırmış, böylece devlet-toplum ilişkilerinde sivil bir yaklaşımın koşullarını hazırlamıştır. Oysa 
iç ve dış koşullar Ortadoğu’da Batı’daki bu koşulların üretilmesini engellemiştir. Sivil toplumun oluşumu için gerekli olan çoğulculuk, siyasi katılım, hesap sorulabilir devlet, dönüşümlü iktidar, özerk toplumsal birliklerin yokluğunda, Ortadoğu Arap Toplumları’nda, sivil toplum örgütleri gelişememiştir. Kısacası Batı’daki özel kültürel ve sosyo-ekonomik koşullar üretilemediği için, Ortadoğu’da sivil toplumun yeşerebileceği verimli bir ortam şekillenmemiştir.60 

Ortadoğu’daki otoriter rejimlerin yönetimi altında, siyasi katılımın engellenmesi ve toplumsal hareketliliğin önünün kapatılması ortamında, toplumlar, kültürel ve dini değerleri temelinde filizlenen oluşumlar aracılığıyla tepkilerini göstermeye başlamışlardır. Söz konusu kültürel/dini tepkisel oluşumlar, aynı zamanda yaygınlığı sebebiyle de güçlü birer akım olarak ortaya çıkmıştır. Bu bağlamda, Ortadoğu’da toplumsal hareketlerin daha çok cemaatçi değerleri savunan ideolojiler çevresinde yükseldiği söylenebilir.61 

II. Dünya Savaşı sonuna kadar bölgede varlığını sürdüren sömürge yönetimleri bölgedeki etkilerini İslami geleneklerden kopuk ve sömürgeci güçlerle işbirliği yapan bir seküler seçkinler gurubu ile gerçekleştirmiştir. Bu durumun yarattığı toplumsal huzursuzluk, ekonomik sorunlarla da birleşince İslam, muhalefetin gelişebileceği tek alan haline gelmiştir. Ortadoğu’da da otoriter rejimlere karşı en etkili muhalefet, İslami kimliğin ve mirasın ön plana çıkarılmasıyla ifade edilmiştir. Mevcut düzene karşı olan muhalefet iktidarı ele geçirmeye yöneldiğinde anti seküler bir nitelik kazanmıştır.62 

Ortadoğu’daki radikal İslami akımların sadece devletlerin otoriter iç siyasalların dan kaynaklandığı da düşünülmemelidir. Bu radikal İslami hareketleri doğrudan kışkırtan dış unsur Arap-İsrail çatışmasıdır. Bölgede çatışmaların artması ve Filistin sorunu gibi sorunların kalıcılaşması, gösterilen tepkinin dozunu yükseltmekte, terörizme yönelen İslamcı akımlar etkilerini giderek arttırmaktadır.63 

Ortadoğu’da köktendinciler dışında toplumda sadece ordunun bağımsız hareket edebilecek yapısı, olanağı ve bunun için gerekli bütünlüğü vardır. Ordu 
bu bölgede siyasi değişimin diğer büyük gücüdür.64 Denilebilir ki, Ortadoğu’da ordu en iyi örgütlenmiş toplumsal güç olarak ön plana çıkmıştır.65 Ortadoğu 
toplumlarında iktidarda bulunan elitlerin sosyo-ekonomik açıdan oldukça kapalı olması, ordu müdahalelerine zemin hazırlayan bir unsurdur. Bölgede, “başlıca toplumsal hareketlenme yolunu ordu sunmakta ve orta sınıflar ile halkın zayıflığı askeri darbeyi, eski toprak sahibi üst sınıfları devirmeyi başarmanın görünüşteki tek yolu haline getirmektedir.”66 

Ordunun bu gücü, toplumdan bağımsız hareket edebilen güçlü bir askeri ve sivil bürokrasinin gelişimine zemin hazırlamıştır. Bu toplumsal tabakalar, ülkelerinin bağımsızlık mücadelesi içinde kendilerini göstermişlerdir. II. Dünya Savaşı sonrasında, Ortadoğu’daki sömürgeci güçlere veya onların etkisi altındaki yerel iktidarlara karşı yapılan mücadelelerde halkın etkisi ve desteği sınırlı kalmıştır. Bu mücadeleler, daha ziyade, asker ve sivil bürokrasinin önderliğinde gerçekleştirilmiştir. Bu seçkin guruplar Osmanlı egemenliği döneminden bu yana, toplumlarındaki önemli yerlerini korumuşlar ve Ortadoğu siyasi kültürünün önemli bir parçası olarak siyasi yaşamda etkinliklerini sürdürmüşlerdir.67 

Ortadoğu’nun siyasi yapısının bir diğer özelliği, uluslaşma sürecinde ve buna paralel olarak vatandaşlık konusunda yaşanan sıkıntılardır. “Teritoryal 
devlet ve Batı’nın anladığı ulus-devlet kavramlarının her ikisi de görünüşte başarılı bir şekilde benimsenmelerine rağmen, bölgenin tarihsel deneyimine, 
siyasal kültürüne ve cemaat anlayışına yabancı kalmaktadır.”68 Ulus temeline dayalı, hem özgürlüklerinin bilincinde ve sorumluluğunda olan hem de bu 
özgürlüklerin koruyucusu otorite olarak, devlet otoritesini gören bir vatandaşlık olgusunun, Ortadoğu Arap Toplumları’nda geçerli olduğunu söylemek güçtür. 
Çünkü Ortadoğu’daki “ulus” kavramı, “bölgenin kendi etnik ve dinsel cemaat örgütlenme sisteminden gelen bir ‘ulus’ anlayışı üzerine kuruludur.”69 

Ortadoğu’da bir söylem ve bir duygu olarak milliyetçiliğin de, uluslaşma sürecini gerçekleştirmede başarılı olamadığı görülmektedir. Arap milliyetçiliği Ortadoğu’da önce Osmanlı hâkimiyetinden, sonrasında da İngiliz-Fransız mandasından kurtulma sürecinde gelişme göstermiştir. Arap toplumlarında milliyetçilik ideolojisi “kendi toplumlarına yabancılaşmış, batılılaşmış entelektüellere yeni bir kimlik sunmuştur. Ne var ki, Arap milliyetçiliği sömürge sonrası dönemde mevcut sosyal çarpıklıkların ve yetersizliklerin üstünü örten bir mesele olma durumuna düşmüştür”.70 

Anlaşılan odur ki, uluslaşma sürecinde toplumun tutunum ideolojisi olarak adlandırabileceğimiz milliyetçilik, Arap toplumlarında küçük bir seçkin 
gurubun savunduğu bir düşünce olmanın ötesinde, kitlelere mâl olamamış, ortak bir kimlik sağlayamamıştır. 

Ortadoğu’nun Arap ülkelerinde “yerel (milli) devlete karşı sadakat duyguları, bir yandan devletlerüstü nitelikteki Arap milliyetçiliği, öte yandan devlet içindeki çeşitli dinsel, mezhepsel ve etnik bağlarla çatışma halindedir.”71 Dolayısıyla devletin meşruluğu etrafında örülmüş bir milli birliğin sağlandığını söylemek güçtür. 

Ulus devletin oluşturulmasındaki en büyük sorun, vatandaşlığın din, etnisite, mezhep veya aşiret temeline mi dayandırılması gerektiği konusundaki 
tartışmalardır. “Birleştirici bir unsur olarak görülen İslam içerisindeki bölünmeler ve sömürgeci dönemde etnik kimliklerin kasıtlı olarak ön plana çıkarılmış olması gibi nedenlerle vatandaşlık meselesi daha da sorunlu bir hale gelmiştir.” Bunların yanı sıra Ortadoğu’da aşiret yapısının halen varlığını sürdürüyor olması da, “kimliklerini aşiret üyeliği üzerine kuran bireylerin siyasi çerçeve içerisinde kendilerini hangi otoriteye karşı sorumlu hissedecekleri konusunda da rahatsızlık yaratmaktadır.” Bu yapı içerisinde, zaten devleti meşru bir otorite olarak görmeyen “aşiret üyeleri devlet otoritesinden hiçbir beklentisi olmadan geleneksel yaşantılarını devam ettirebilmektedirler.”72 

Dolayısıyla Ortadoğu ülkelerinin çoğu toplumsal bölünmüşlükleri bir “ulus” kimliği altında bir araya getirme hususunda yeterince etkili olamamışlardır. Vatandaşlık kimliği, “psikolojik açıdan büyük ölçüde eski cemaat kimlikleri tarafından beslenmektedir.”73 Ulus kavramının tam olarak  benimsen memesinden ötürü, Orta doğu halkları güçlerini bağlı oldukları aşiret bağlarından ya da dini guruplardan almaya devam etmektedirler. 

Sonuç olarak, siyasi iktidarın seçkin bir grubun elinde olması ve bu iktidar seçkinlerinin siyasi dönüşüme kapalı olmaları, Ortadoğu Arap Toplumları’nın siyasi yapılarının özelliklerinden birisidir. Bu şartlar altında, her türlü muhalif oluşum daha en başından engellenmektedir. Batı tarzı sivil toplum kuruluşlarının gelişmediği ve gelişmesinin engellendiği bu toplumlarda, siyasi iktidarın karşısına etkili bir güç olarak çıkabilen iki unsurdan biri, cemaat tipi yapılanmalar iken diğeri de örgütlü bir güç olan ordudur. Bu iki odağın da, mevcut yapılarıyla siyasal rejimi demokratikleştirme yönünde dönüştürebileceği şüphelidir. Bunun dışında, bölgede kurulan çoğu ülkenin hem devlet, hem de rejim olarak yeni kuruldukları ve homojen olmayan bir toplum yapısı üzerinde hüküm sürmek zorunda oldukları ifade edilmişti. Dolayısıyla söz konusu parçalanma ve rekabetlerin yanı sıra, yapısal sosyal-ekonomik eksiklikler ulus devlet olabilmeyi aşındıran süreçler olarak belirmektedir. Bu çatışmalar üzerinde devletin varlığı ve devlet tarafından çatışmaların bastırılması otoriter yapıları ve devletin otoriterleşmesini beraberinde getirmiştir. 

Ekonomik Yapı 

Ortadoğu’nun en dikkat çekici ekonomik özelliği, bölgenin bazı ülkelerinin petrol açısından zenginliği ve bu zenginliğin Ortadoğu Arap Toplumları’na ve devletlerine yansımasıdır. Aslında petrolün önemi, hem Ortadoğu ülkeleri açısından, hem de tüm dünya açısından 20. yüzyılın ikinci yarısından sonra ortaya çıkmıştır. 19. yüzyılda ve 20. yüzyılın başlarında Ortadoğu ekonomisi tarımsal ürünlere dayanmaktaydı. Bu durum 20. yüzyılın ikinci yarısında değişikliğe uğramış, petrol Ortadoğu ekonomisinin en belirleyici öğesi ve ana ihraç ürünü olmuştur. Irak, Suudi Arabistan ve diğer bölgelerde bulunan petrol İngiliz, Fransız, Hollanda ve A.B.D. şirketlerince, imtiyaz hakkı alınarak çıkarılmaya başlanmıştır. 

Ortadoğu’da petrolün eşitsiz dağılımı, bu coğrafyadaki ülkeler açısından “süper zengin toplumlarla acınacak derecede fakir toplumlar arasında, …. eşi bulunmayan bir ikilik yaratmıştır” Birleşik Arap Emirlikleri(B.A.E.), Kuveyt ve Suudi Arabistan gibi ülkeler, gelir düzeyi oldukça yüksek, petrol zengini ülkelerdir. Bu ülkeler nüfusları görece az, tarım sektörünün neredeyse hiç gelişmediği ve petrole bağlı sektörler dışında sanayileşmenin olmadığı ülkelerdir. Ürdün ve Irak, Mısır, Yemen gibi ülkeler ise, daha kalabalık ve ilk sayılanlara oranla refah düzeyi çok daha düşük olan ülkelerdir.”74

Genel olarak bakıldığında, Ortadoğu’nun petrol zenginliği, sadece petrol bakımından zengin ülkelere değil, tüm bölgeye belli bir refah ve istikrar 
getirmiştir. Petrol gelirleri arttığı sürece, bölgesel sorunlar yumuşatılabilmiştir. Buna karşılık petrol gelirlerindeki azalma ise, bölgede eskiden var olan 
sorunları daha da derinleştirerek ortaya çıkarmıştır. Bu sorunların en başında “rejimlerin meşruiyetlerinin önemli bir parçası olan dağıtım işlevlerini artık 
eskisi gibi yerine getirememeleri” neticesinde “rejimlerle vatandaşlar arasındaki ‘toplumsal sözleşme’nin bozulması” gelmektedir.75 

Petrol gelirlerinin azalmasıyla beraber, petrol zengini ülkelerin diğer Ortadoğu ülkelerine yaptıkları yatırımlar ve yardımlar büyük oranda azalmıştır. 
Ayrıca petrol ihraç eden ülkelerde petrol fiyatlarında yaşanan düşme nedeni ile uygulamaya konulan kemer sıkma siyasaları sonucunda, ülkede çalışan göçmen 
işçi sayısı önemli ölçüde azaltılmıştır. Mısırlı, Ürdünlü, Yemenli ve Filistinli milyonlarca işçinin, petrol zengini Kuveyt, Suudi Arabistan ve B.A.E. gibi 
ülkelere işçi olarak çalışmaya gittiği göz önünde bulundurulmalıdır. Bu durum ise işçi gönderen ülkelerdeki olumsuz ekonomik koşulları daha da kötüleştirmiştir. 

Petrol zenginliğine rağmen, tarımsal üretim yapabilen ülkelerin tarımsal üretimleri gerilemiş ve bu ülkeler gıda tüketimi bakımından dışarıya 
bağımlı hale gelmeye başlamışlardır. Petrol sektöründeki olumlu gelişmeler, petrol gelirlerinin sürekli artacağı yönünde bir algıya yol açmıştır. Bu şartlar 
altında rasyonel olmayan prestij projeleri ya da müsrif harcamalar nedeniyle, petrol gelirlerinden yararlanarak ekonominin diğer sektörlerinin kalkındırılması 
yoluna gidilmemiştir.76 Petrol gelirlerindeki artış, Ortadoğu’nun dünya ekonomisi ile daha çok eklemlenmesine yol açmış, Ortadoğu, hammadde 
ihracatçısı ve lüks mallar başta olmak üzere tüketim malları ithalatçısı durumuna gelmiştir. 

Ekonomik alanda petrol ihracının getirdiği zenginliğin, Ortadoğu’da rantiyeci bir devlet modelinin gelişmesi için uygun bir zemin hazırlamak suretiyle, dolaylı yoldan otoriter rejimlerin istikrarını desteklediği söylenebilir. Rantiye devletleri, petrol gelirlerinden elde ettikleri rantı halka dağıtırlar. Bu dağıtım işlevi sırasında “vatandaşlık”, “ekonomik çıkarlar”la ilişkilendirilir.77 

 Rantiyeci devlet, geliştirdiği bir ödül sistemi üzerinden meşruiyetini sağlama yoluna gider. “Genellikle sahip olunan doğal kaynaklar üzerideki hâkimiyet biçimi ve kaynaklardan elde edilen gelirin dağıtılma biçimi (ödül sistemi) bu rejimlerin istikrarında önemli bir noktayı oluşturur.”78 Özellikle de petrol zengini olan körfez ülkelerinde “para … ya doğrudan çıkarlar ya da sosyal refah sistemi aracılığıyla ‘vatandaş’ olarak tanımlananlara” dağıtılmıştır.79 

Ortadoğu Arap Toplumları örneğinde, petrol zengini ülkelerdeki siyasi iktidarlar, rantiyeci devletin bir özelliği olarak, halktan vergi toplamaktan vazgeçtikleri ölçüde, siyasi katılımın önünü de kapamışlardır.80 Petrol gelirleri sayesinde, ekonomik olarak doğrudan vergi gelirlerine ihtiyaç duyulmaması, devletin hareket alanını genişletmiştir. “Bir çok kamusal hizmeti ücretsiz elde eden halk vergi vererek katkıda bulunmadığı bir devletten fazla bir beklenti içerisinde olmamıştır. Rantiyeci devletin dağıtmış olduğu ekonomik kaynaklar halkın devletin meşruluğunu dar bir çerçevede desteklemesine sebep olmuştur. 
Halk devletin meşruluğunu siyasal katılımla desteklememektedir, çünkü devlet yüksek petrol gelirleriyle kendisine bağımsız bir alan yaratabilmiş ve halkı 
siyasal karar alma mekanizmasının dışında tutabilmiştir.”81 Bu doğrultuda, içinde doğduğu tarihsel kontrol koşulları nedeniyle, rantiye ekonomileri 
gelenekçi ve halk karşıtı rejimlerin gelişmesini desteklemiştir.82 

Üstelik rantiyeci devlet modeli etkilerini sadece petrol zengini ülkelerde değil, petrol zengini olmayan ülkeler üzerinde de hissettirmiştir. 

Rantiyeci Devletler, “müttefik satın almak ya da sorunlarla karşılaşmamak” için diğer Arap devletlerine yardımda bulunmuşlardır.83 Dolayısıyla petrol 
zenginliği rantiyeci devletlerinin otoriter iktidarlarını sürdürmelerine imkân tanıdığı gibi, petrol zengini olmayan ülkelerdeki otoriter yapıların da, kısmi 
olarak istikrarına yol açmıştır. 

Ancak Ortadoğu’da bir tür refah devleti modeli ile eşleşen rantiye ekonomisinin uygulanmasında, 1980’lerden itibaren bir çözülme görülmüştür. 

Ortadoğu 1980’lere ekonomik krizle girmiş ve bu tarihten itibaren de ekonomik reformlarla tanışmıştır. Ancak reformlar ekonomide beklenen iyileşmeyi 
sağlayamamış aksine ekonomik tablo daha da kötüleşmiştir. İşsizliğin, yoksulluğun, düşük eğitim ve kötü yaşam koşullarının oluşturduğu sosyo-
ekonomik tablonun yöneticiler için bir tehdit oluşturduğu ortadadır. Halk büyük bir yoksulluk içindedir. Reform tedbirleri kapsamında kamu yatırımlarındaki düşüş özellikle şehirlerdeki işsizlik oranlarını artırmış ve düşük gelirli grupların satın alma gücünü erozyona uğratmıştır.84 

Petrol fiyatlarının düşmesiyle beraber, hükümetler kemer sıkma siyasaları uygulamaya başlamış, mali krizin aşılması için devlet giderlerini kısma yoluna gitmişlerdir. Böylece, halkın siyasal katılma isteklerinin önüne geçebilmek ve muhalefet odaklarının etkisiz kılmak için uygulanan refah devleti siyasaları, mali krizle birlikte kesintiye uğramıştır. Bunun sonucu olarak da halktaki hoşnut suzluk, hükümetlerin meşruiyetini tehdit etmeye başlamış, mali krizi siyasi krize dönüşmüştür.85 

Kısacası, ontolojik bir veri olan meşruiyet krizi, otoriter yönetimlerini petrol zenginliği aracılığıyla sürdürmeye çalışan hükümetlerin, mali krizi ile çakışmıştır. Ortadoğu’da halk desteğine sahip olmayan siyasi iktidarlar, kısır bir döngüye girmişlerdir. Bu tür zayıf rejimler meşruiyet krizini gidermek amacıyla reform çalışmaları başlattıklarında, bu girişimlerin kendisi meşruiyet erozyonunun artmasına yol açmakta ve böylelikle siyasi iktidarlar bir kısır döngü içinde sıkışıp kalmaktadır.86 

Sonuç olarak, Ortadoğu ülkelerinin petrol zenginliğinin, bu toplumlarda otoriter rejimleri güçlendirdiği görülmektedir. Petrol zenginliğine sahip olan rejimler, çeşitli yöntemlerle iktidara alternatif olabilecek kesimlerin güçlerini azalttıkları gibi, petrolün sağlamış olduğu geniş maddi olanaklarla topluma iktidarlarını kabul ettirecek siyasalar uygulamışlar ve böylece toplumsal muhalefeti önlemeye çalışmışlardır. Yani bu ülkelerdeki siyasi seçkinler, petrol zenginliğini kullanarak baskıcı yönetimlerini pekiştirip, toplumdaki geleneksel yapıları yeniden üretmişlerdir.87 


SONUÇ 

Ortadoğu’daki Arap devletlerinin çoğunluğu II. Dünya Savaşı’ndan sonra sömürge yönetimlerinden kurtularak bağımsızlıklarına kavuşmuşlardır. 
Yeni devletlerin siyasi iktidarları geleneksel ya da anayasal monarşiler, cumhuriyetler şeklinde zuhur etmiş ancak zaman içinde bu yönetim biçimleri, 
tek parti yönetimleri, askeri diktatörlükler ya da başka adlar altında ama hep otoriter rejimler yönünde bir gelişme göstermişlerdir. Bu toplumlardaki otoriter 
rejimlerin hepsinin aynı derecede otoriter olduğunu söylemek mümkün değildir. Ama siyasi iktidarın el değiştirmesinin önünün kapalı olması, muhalefetin engellenmesi, siyasi katılımın sınırlı olması ya da hiç olmaması gibi parametreler bağlamında değerlendirildiğinde, Ortadoğu Arap Toplumları’nda ortaya çıkan siyasi rejimlerin, otoriter özellikler gösterdiği, hatta doğrudan otoriter rejim tipolojisi içerisinde yer aldığı açıkça söylenebilir. 

Bu çalışma, Ortadoğu Arap Toplumları’nın tarihsel mirası, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik yapısı ile bu toplumlarda şekillenen otoriter rejimler arasındaki ilişkiyi ortaya koymayı amaçlamıştır. Çalışmanın temel savı, tarihsel bağların, toplumsal, siyasal ve ekonomik yapının, otoriter rejimlerin belirmesine ve belli bir süre için kalıcılık kazanmasına yol açabileceğidir. Otoriter rejimlerin, bir toplumun sadece kendi iç dinamikleriyle değil, aynı zamanda, tarihsel, toplumsal, siyasi ve ekonomik yapı üzerindeki etkileri bakımından dış dinamiklere de bağlı bir biçimde gelişme gösterebileceği çalışmanın diğer savıdır. 

Ortadoğu Arap Toplumları’nın çeşitli parametreler bağlamında yapılan analizi neticesinde, söz konusu iki sav da doğrulanmaya çalışılmıştır. Bu parametreler, Ortadoğu Arap Toplumları’nın tarihsel mirası, toplumsal, siyasi ve ekonomik yapısıdır. 

Ortadoğu’nun Arap Toplumları’nın tarihinin, bu toplumlarda otoriter rejimlerin belirmesinde etkili olduğu görülmüştür. Bölgede aşağı yukarı 400 yıl kadar süren Osmanlı hâkimiyetinin yönetim gelenekleri ve pratikleri, bu toplumlarda ilerde ortaya çıkacak olan devletlerdeki iktidarı kullanma biçimini etkilemiştir. Osmanlı’nın etkisi özellikle iktidar-toprak mülkiyeti ilişkisi bağlamında geçerlidir. Pre-modern ve pre-kapitalist dönemdeki bu ilişki biçimi neticesinde, Ortadoğu Arap coğrafyasında toprakların Sultan’a ait oluşu temelinde şekillenen bu yapıda, sermaye birikimini tetikleyecek unsurlar gelişememiş ve bunun toplumsal formasyona yansıması ise, güçlü bir burjuvazi -özellikle de sanayi burjuvazisi- ve onun karşısında yer alan bir işçi sınıfının, Batı’da olduğu gibi ortaya çıkmaması biçiminde kendini göstermiştir. Bunun anlamı ise, siyasi iktidarı denetleyebilecek güçte toplumsal sınıfların var olmamasıdır. Bu bağlamda, sömürge yönetimleri sonrasında bağımsızlığını kazanan bu toplumlarda, siyasi erk karşısında, onu istekleri doğrultusunda zorlayacak, güçlü bir toplumsal yapı kurulamadığı görülmüştür. 

Osmanlı hâkimiyetinin ardından bölge, sömürgeci ülkelerin hâkimiyeti altına girmiştir. Sömürge yönetimlerinin otoriter rejimlerin ortaya çıkışı üzerine 
etkisi, belki Osmanlı etkisinden daha büyük olmuştur. Sömürgeci devletler, bu coğrafyadaki toplumsal yapının yanı sıra, siyasi ve ekonomik yapı üzerinde 
kalıcı etkiler bırakmıştır. Yönetimlerini kolaylaştırmak adına bölgedeki mevcut heterojenliğin kışkırtılması, sömürge yönetimleri sonrasında kurulacak 
olan ulus-devletlerin ulus kimliğini zedeleyecek gelişmelere yol açmıştır. Sömürgeci ülkelerce altı çizilen bu parçalanmışlık Ortadoğu’da iktidarı ele 
geçiren liderlerin, etnik ve dini çatışmalar gibi iç sorunları da kullanarak giderek gücü kendi ellerinde toplamaya başlamalarına, yani giderek 
otoriterleşmesine de yol açmıştır. 

Çoğunluğu yapay olarak kurulan Ortadoğu Arap Devletleri’nin toplumları, dini parçalanmışlıklar ve bu parçalanmışlıkların bölgede hâkimiyet mücadelesi veren dış güçlerce kışkırtılması nedeniyle, modern anlamda ulus haline gelememektedirler. 

Ortadoğu Arap Toplumları’nın modern anlamda uluslaşma sürecinde yaşadıkları sıkıntılar, sosyo-ekonomik ve sosyo-politik etkenlerle birleştiğinde çağdaş, demokratik, katılımcı bir siyasi kültür gelişememiştir. Bu toplumlarda sivil toplumun zayıflığı; sivil toplumun çekirdeği sayılabilecek bir takım örgütlenmelerin demokrasi karşıtı yapısı, otoriter rejimlere doğru kaymayı güçlendirmektedir. 

Bunun dışında sömürge yönetimlerinin bu toplumlarda, kendi toplumlarına benzer bir biçimde kurmaya çalıştıkları Batı tarzı kurumlar, bölge 
toplumlarınca, sömürge yönetimleriyle özdeşleştirildiğinden, kısa ömürlü olmuşlardır. Söz gelimi otoriter rejimlerin karşı kutbunu temsil eden, 
çoğulculukla eşleştirilebilecek bir parlamenter gelenek, bu toplumlarda yerleşmemiştir. 

Öte yandan, ekonomik açıdan değerlendirildiğinde, zengin petrol kaynaklarının varlığı da her ne kadar, rantiyeci devletin ortaya çıkmasına imkân tanıyıp, belli ölçülerde devletin halk tarafından meşru sayılmasına yol açmış olsa bile, aynı zamanda karşıt bir biçimde siyasi katılımın varlığının kısıtlılığına yol açmasıyla da, bölgedeki otoriter rejimleri desteklemektedir. 

Bütün bu dış unsurlara maruz kalmış iç dinamiklerin yanı sıra, uygun gittiği sürece uluslararası konjonktürün de baskıcı liderleri desteklediği söylenebilir. Sömürgeci güçlerin Ortadoğu’dan çekilmesinden sonra oluşan güç boşluğu, yine büyük güçlerin kendi çıkarlarına zarar vermeyecek hükümetler ce 
doldurulmaya çalışılmıştır. Batı çıkarlarına zarar vermediği hatta bu çıkarları koruduğu sürece, otoriter Ortadoğu rejimlerinin destek gördüğü rahatlıkla 
söylenebilir. 

Sonuç olarak, Ortadoğu Arap Toplumları’nın sahip oldukları tarihsel miras, sosyal yapıları ve ekonomik alt yapıları, doğrudan otoriter rejimleri destekleyen unsurlar olarak karşımıza çıkmaktadır. Heterojen yapı, sınıfsal açıdan güçsüz bir burjuvazi ve işçi sınıfından oluşan bir toplumsal formasyon ve bağımsızlığını geç kazanan bu ülkelerdeki genç siyasi yapılanmalar ve ekonomik etkenler, siyasi iktidarın otoriter bir biçimde ortaya çıkmasına yol açmıştır. Bu etkiler altında Ortadoğu Arap Toplumları’nda, adı ister cumhuriyet olsun, ister oligarşi ya da monarşi, hesap sorulabilir, dönüşümlü iktidarın olmadığı otoriter rejimler gelişmiştir. 

Son yıllarda yaşanan ve dünya kamuoyunda “Arap Baharı” olarak adlandırılan dönüşümler, küreselleşme sürecinin etkileri ve dış destekler bir yana bırakılırsa, bu çalışmanın konusunu oluşturan Ortadoğu Arap Toplumları’nda siyasal ve ekonomik açıdan değişime duyulan ihtiyacı göz önüne sermiştir. Hiç şüphesiz dünyadaki küresel çaptaki değişimlere paralel olarak, Orta doğu Arap Toplumları’nda da, değişime yönelik ciddi toplumsal hareketler ortaya çıkmıştır. Çeşitli Arap ülkelerinde otoriter iktidarlar devrilmiş, kimisinde ise hala devrilmeye çalışılmaktadır. Ancak yıkılan otoriter iktidarların yerine geçme olanağı bulunan toplumsal güç odaklarının niteliği göz önünde bulun durulduğunda, söz konusu “Bahar”ın, demokrasiye yönelip yönelmeyeceğini zaman gösterecektir. 

 DİPNOTLAR;


1 Oral Sander, Siyasi Tarih, 1918-1994, İmge Kitabevi, Ankara, 1998, s.66. 
2 Giovanni Sartori, Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, Çev. Tunçer Karamustafaoğlu, Mehmet Turhan, Türk Demokrasi Vakfı Yayınları, Ankara, 1993, s.207. 
3 Giovanni Sartori, a.g.e., s.204. 
4 Andrew Heywood, Siyaset, Çev. Bekir Berat Özipek, Adres Yayınları, Ankara, 2010, s.63. 
5 Giovanni Sartori, a.g.e., s.202. 
6 Giovanni Sartori, a.g.e., s.225. 
7 Juan J. Linz, Totaliter ve Otoriter Rejimler, Çev. Ergun Özbudun, Siyasi İlimler Türk Derneği Yayınları, Ankara, 1984, s.133. 
8 Juan J. Linz, a.g.e., s.138. 
9 Gonca Bayraktar Durgun, “Otoriter ve Totaliter Rejimler”, 21. Yüzyılda Prens, Ed. Ümit Özdağ, Kripto Yayınları, Ankara, 2012, s.182. 
10 Andrew Heywood, a.g.e., s.63. 
11 Gonca Bayraktar Durgun, a.g.m., ss.190-191. 
12 Çiğdem Erdem, “Pratikte ve Teoride Siyasi Partiler ve Parti Sistemleri”, 21. Yüzyılda Prens, Ed. Ümit Özdağ, Kripto Yayınları, Ankara, 2012, ss.266-267. 
13 Robert Dahl, Demokrasi ve Eleştirileri, Çev. Levet Köker, Türk Siyasi İlimler Derneği – Türk Demokrasi Vakfı Yayınları, Ankara, 1993, 299. 
14 Juan J. Linz, a.g.e., s.212. 
15 J. C. Hurewitz, Middle East Politics: The Military Dimension, Frederick A. Praeger Publishers, New York, 1969, s.viii. 
16 J. C. Hurewitz, a.g.e., s.108-109. 
17 Elizabeth Picard, “Arap Military in Politics: From Revolutionary Plot to Authoritarian State”, The Arap State, Ed. Giacomo Luciani, University of California Press, 
California, 1990, s.190. 
18 Adeed Dawishan, “Arap Regimes: Legitimacy and Foreign Policiy”, The Arap State, Ed. Giacomo Luciani, University of California Press, California, 1990, s.288. 
19 Bernard Lewis, Ortadoğu, Çev. Selen Y. Kölay, Arkadaş Yayınevi, Ankara, 2005, s.181. 
20 Kemal Karpat, Ortadoğu’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, İmge Kitabevi, Ankara, 2001, 49. 
21 Mustafa Öztürk, “Arap Ülkelerinde Osmanlı İdaresi”, History Studies, Middle East Special Issue, 2010, ss. 328-331 
22 Jane Hathaway, The Arap Lands Under Otoman Rule, 1516-1800, Pearsson Longman, London, 2008, 50. 
23 Mustafa Öztürk, a.g.m., s.334. 
24 Kamel S. Jaber, “The Democratic Process in Syria, Lebanon and Jordan”, Democratization in Middle East: Experiences, Struggles, Chalenges, Ed. Amin Saikal, 
Albrecht Schnabel, United Nation University Press, Tokyo, 2003, s.130 
25 Peter Mansfield, Ortadoğu Tarihi, Çev. Ümit Hüsrev Yolsal, Say Yayınları, İstanbul, 2012, s.284 
26 Ilan Pappe, Ortadoğu’yu Anlamak, Çev. Gül Atmaca, NTV Yayınları, İstanbul, 2009, 33. 
27 Peter Mansfield, a.g.e., s.285. 
28 Bernard Lewis, a.g.e., s.399. 
29 Fahir Armaoğlu, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi, C.I, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1993, s.198 
30 Bernard Lewis, a.g.e., s.433. 
31 Hamit Bozarslan, Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010, ss.84-85. 
32 Bernard Lewis, a.g.e., s.415-416. 
33 Oral Sander, a.g.e., s.264. 
34 Gonca Bayraktar Durgun, a.g.m., s.190. 
35 Oral Sander, a.g.e., s.269. 
36 Gamze Güngörmüş Kona (Der.), Orta Doğu, Orta Asya ve Kesişen Yollar, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2004, s.163. 
37 Stefanos Yerasimos, Milliyetler ve Sınırlar, Balkanlar, Kafkasya, Orta Doğu, İletişim Yayınevi, İstanbul, 2002, ss.118-120. 
38 Bernard Lewis, a.g.e., s.418. 
39 Salih Akdemir, “Suriye’deki Etnik ve Dini Yapının Siyasi Yapının Oluşmasındaki Rolü”, Avrasya Dosyası, C.6, S.1, 2000, ss.214-215. 
40 Salih Akdemir, a.g.m., s.204 
41 Mehmet Atay, “Ortadoğu’da Terör Savaşı ve Barış Arayışları”, Avrasya Dosyası, C.3, S.2, 1996, s.121. 
42 Göran, Therborn, “Sivil Toplumun Ötesi: Demokratik Deneyimler ve Ortadoğu’ya Uygunlukları”, Sivil Toplum, Demokrasi ve İslam Dünyası, Der. 
Elisabeth Özdalga, Sune Persson, Çev. Ahmet Fethi, Tarih Vakfı, Yurt Yayınları, İstanbul, 1999, s.72. 
43 M. Riad El Ghonemy, Affluence and Poverty in the Middle East, London, Newyork, Routledge, 1998, s.36. 
44 Kemal Karpat, a.g.e., s.79. 
45 Raymond A. Hinnebusch, “Suriye’de Devlet ve Sivil Toplum”, Avrasya Dosyası, Çev. Hakan Özdağ, C.2, S.3, 1995, s.9. 
46 Iliya Harik, “The Origins of the Arap State System”, The Arap State, Ed. Giacomo Luciani, University of California Press, California, 1990, s.22. 
47 Gamze Güngörmüş Kona (Der.), a.g.e., ss.289-290. 
48 Bernard Lewis, a.g.e., s.405. 
49 Raymond Hinnebusch, “Prospects for Democratisation in the Middle East”, Democratisation in the Middle East; Dilemmas and Perspectives, 
Ed. Birgitte Rahbek, Aarhus University Press, Oakville, 2005, s.33. 
50 Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi, Çev. Yavuz Alogan, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997, s.467. 
51 Göran Therborn, a.g.m., s.71. 
52 Koray Çalışkan, “Ortadoğu Siyaseti ve Toplumları Anlama Yolları”, İ.Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No:39, (Ekim 2008), s.15. 
53 Lütfullah Karaman, Bülent Aras, “Ortadoğu Demokrasinin Neresinde? Demokratikleşme Sorunsalı ve Sivil Toplum Ayracı İçinde Bazı Tespitler”, Avrasya Dosyası, C.3, S.2, 1996, s.147. 
54 Albert Hourani, a.g.e., 466. 
55 Lütfullah Karaman, Bülent Aras, a.g.m., s.147. 
56 Augustus Richard Norton, “Introduction”, Civil Society in the Middle East, V.2, Ed. Augustus Richard Norton, Brill, Leiden, 2001, s.6. 
57 Elisabeth Özdalga, Sune Persson, “Önsöz”, Sivil Toplum, Demokrasi ve İslam Dünyası, Der. Elisabeth Özdalga, Sune Persson, Çev. Ahmet Fethi, Tarih Vakfı, 
Yurt Yayınları, İstanbul, 1999, s.vi. 
58 Lütfullah Karaman, Bülent Aras, a.g.m., s.162. 
59 Augustus Richard Norton, a.g.m., (Introduction), s.5. 
60 Mahmood Sarıolghalam, “Ortadoğu’da Sivil Toplum Umutları: Kültürel Engeller Üzerine Bir Çözümleme”, Sivil Toplum, Demokrasi ve İslam Dünyası, 
Der. Elisabeth Özdalga, Sune Persson, Çev. Ahmet Fethi, Tarih Vakfı, Yurt Yayınları, İstanbul, 1999, s.82. 
61 Elisabeth Özdalga, Sune Persson, a.g.m., (Önsöz), s.vi. 
62 Gamze Güngörmüş Kona (Der.), a.g.e., s.288. 
63 Gamze Güngörmüş Kona (Der.), a.g.e., s.142. 
64 Bernard Lewis, a.g.e., s.443. 
65 Raymond Hinnebusch, “Prospects for Democratisation in the Middle East”, a.g.m., s.33. 
66 Göran Therborn, a.g.m., s.71. 
67 Gamze Güngörmüş Kona (Der.), a.g.e., s.290. 
68 Kemal Karpat, a.g.e., s.49. 
69 Kemal Karpat, a.g.e., s.49. 
70 Bessam Tibi, Arap Milliyetçiliği, Çev. Taşkın Temiz, Yöneliş Yayınları, İstanbul, s.296. 
71 Ergun Özbudun, “Ortadoğu’da Demokrasi Olasılıkları”, Avrasya Dosyası, C.2, S.1, 1995, s.139. 
72 Gamze Güngörmüş Kona (Der.), a.g.e., s.291. 
73 Kemal Karpat, a.g.e., s.52. 
74 Paul Kennedy, Yirmi Birinci Yüzyıla Hazırlanırken, Çev. Fikret Üçcan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1999, s.269. 
75 Meliha Benli Altunışık, “Petrol Gelirlerinin Orta Doğu’da Ülkesel ve Bölgesel Etkileri”, Avrasya Dosyası, C.3, S.2, 1996, s.176. 
76 Meliha Benli Altunışık, a.g.m., s.173. 
77 Hazem Beblawi, “The Rentier State in Arap World”, The Arap State, Ed. Giacomo Luciani, University of California Press, California, 1990, s.89. 
78 Gonca Bayraktar Durgun, a.g.m., s.190. 
79 Ilan Pappe, a.g.e., s. 68. 
80 Hazem Beblawi, a.g.e., s.89. 
81 Gamze Güngörmüş Kona (Der.), a.g.e., s.292. 
82 Göran Therborn, a.g.m., s.71. 
83 Hazem Beblawi, a.g.e., s.96. 
84 M. Riad, El Ghonemy, a.g.e., s.215. 
85 Meliha Benli Altunışık, a.g.m., ss.175-176. 
86 Lütfullah Karaman, Bülent Aras, a.g.m., s.150. 
87 Meliha Benli Altunışık, a.g.m., ss.170-171. 



Kaynakça: 

Akdemir, Salih, “Suriye’deki Etnik ve Dini Yapının Siyasi Yapının Oluşmasındaki Rolü”, Avrasya Dosyası, C. 6, S. 1, 2000, (201-237). 
Altunışık, Meliha Benli, “Petrol Gelirlerinin Orta Doğu’da Ülkesel ve Bölgesel Etkileri”, Avrasya Dosyası, C. 3, S. 2, 1996, (169-178). 
Armaoğlu, Fahir, 20. Yüzyıl Siyasi Tarihi C.I, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1993. 
Atay, Mehmet, “Ortadoğu’da Terör Savaşı ve Barış Arayışları”, Avrasya Dosyası, C. 3, S. 2, 1996, (117-142). 
Bayraktar Durgun, Gonca, “Otoriter ve Totaliter Rejimler”, 21. Yüzyılda Prens, Ed. Ümit Özdağ, Kripto Yayınları, Ankara, 2012, (179-208). 
Beblawi, Hazem, “The Rentier State in Arap World”, The Arap State, Ed. Giacomo Luciani, University of California Press, California, 1990, (85-99). 
Bozarslan, Hamit, Ortadoğu: Bir Şiddet Tarihi, İletişim Yayınları, İstanbul, 2010. 
Çalışkan, Koray, “Ortadoğu Siyaseti ve Toplumları Anlama Yolları”, İ. Ü. Siyasal Bilgiler Fakültesi Dergisi, No:39 (Ekim 2008), (1-18). 
Dahl, Robert, Demokrasi ve Eleştirileri, Çev. Levent Köker, Türk Siyasi İlimler Derneği – Türk Demokrasi Vakfı Yayınları, Ankara, 1993. 
Dawishan, Adeed, “Arap Regimes: Legitimacy and Foreign Policiy”, The Arap State, Ed. Giacomo Luciani, University of California Press, California, 1990, (284-299). 
El Ghonemy, M. Riad, Affluence and Poverty in the Middle East, London, Newyork, Routledge, 1998. 
Erdem, Çiğdem, “Pratikte ve Teoride Siyasi Partiler ve Parti Sistemleri”, 21. Yüzyılda Prens, Ed. Ümit Özdağ, Kripto Yayınları, Ankara, 2012, (241-278). 
Harik, Iliya, “The Origins of the Arap State System”, The Arap State, Ed. Giacomo Luciani, University of California Press, California, 1990, (1-28). 
Hathaway, Jane, The Arap Lands Under Ottoman Rule, 1516-1800, Pearsson Longman, London, 2008. 
Heywood, Andrew, Siyaset, Çev. Bekir Berat Özipek, Adres Yayınları, Ankara, 2010. 
Hinnebusch, Raymond A., “Suriye’de Devlet ve Sivil Toplum”, Avrasya Dosyası, Çev. Hakan Özdağ, C. 2, S. 3, 1995, (7-22). 
Hinnebusch, Raymound, “Prospects for Democratisation in the Middle East”, Democratisation in 
the Middle East; Dilemmas and Perspectives, Ed. Birgitte Rahbek, Aarhus University Pres, Oakville, 2005, (31-40). 
Hourani, Albert, Arap Halkları Tarihi, Çev. Yavuz Alogan, İletişim Yayınları, İstanbul, 1997. 
Hurewitz, J. C., Middle East Politics: The Military Dimension, Frederick A. Praeger Publishers, New York, 1969. 
Jaber, Kamel S., “The Democratic Process in Syria, Lebanon and Jordan”, Democratization in the Middle East: Experiences, Struggles, Challenges, 
Ed. Amin Saikal, Albrecht Schnabel, United Nation Universty Pres, Tokyo, 2003, (127-141). 
Karaman, Lütfullah, Aras, Bülent, “Ortadoğu Demokrasinin Neresinde? Demokratikleşme 
Sorunsalı ve Sivil Toplum Ayracı İçinde Bazı Tesbitler”, Avrasya Dosyası, C. 3, S. 2, 1996, (143-168). 
Karpat, Kemal, Ortadoğu’da Osmanlı Mirası ve Ulusçuluk, İmge Kitabevi, Ankara, 2001. 
Kennedy, Paul, Yirmi Birinci Yüzyıla Hazırlanırken, Çev. Fikret Üçcan, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara, 1999. 
Kona, Güngörmüş Gonca (Der.), Orta Doğu, Orta Asya ve Kesişen Yollar, IQ Kültür Sanat Yayıncılık, İstanbul, 2004. 
Lewis, Bernard, Ortadoğu, Çev. Selen Y. Kölay, Arkadaş Yayınevi, Ankara, 2005. 
Linz, J. Juan, Totaliter ve Otoriter Rejimler, Çev. Ergun Özbudun, Siyasi İlimler Türk Derneği Yayınları, Ankara, 1984. 
Mansfield, Peter, Ortadoğu Tarihi, Çev. Ümit Hüsrev Yolsal, Say Yayınları, İstanbul, 2012. 
Norton, Augustus Richard, “Introduction”, Civil Society in the Middle East, V.2, Ed. Augustus Richard Norton, Brill, Leiden, 2001, (1-16). 
Özbudun, Ergun, “Ortadoğu’da Demokrasi Olasılıkları”, Avrasya Dosyası, C. 2, S. 1, 1995, (136-139). 
Özdalga, Elisabeth, PERSSON, Sune, “Önsöz”, Sivil Toplum, Demokrasi ve İslam Dünyası, Der. 
Elisabeth Özdalga, Sune Persson, Çev. Ahmet Fethi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1999, ( v-vii). 
Öztürk, Mustafa, “Arap Ülkelerinde Osmanlı İdaresi”, History Studies, Middle East Special Issue, 2010, (325-351). 
Picard, Elizabeth, “Arap Military in Politics: From Revolutionary Plot to Authoritarian State”, 
The Arap State, Ed. Giacomo Luciani, University of California Press, California, 1990, (189-219). 
Pappe, Ilan, Ortadoğu’yu Anlamak, Çev. Gül Atmaca, NTV Yayınları, İstanbul, 2009. 
Sander, Oral, Siyasi Tarih, 1918-1994, İmge Kitabevi, Ankara, 1998. 
Sarıolghalam, Mahmood, “Ortadoğu’da Sivil Toplum Umutları: Kültürel Engeller Üzerine Bir 
Çözümleme”, Sivil Toplum, Demokrasi ve İslam Dünyası, Der. Elisabeth Özdalga, Sune Persson, 
Çev. Ahmet Fethi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1999, (74-82). 
Sartori, Giovanni, Demokrasi Teorisine Geri Dönüş, Çev. Tunçer Karamustafaoğlu, Mehmet 
Turhan, Türk Demokrasi Vakfı Yayınları, Ankara, 1993. 
Therborn, Göran, “Sivil Toplumun Ötesi: Demokratik Deneyimler ve ‘Ortadoğu’ya Uygunlukları”, Sivil Toplum, Demokrasi ve İslam Dünyası, Der. 
Elisabeth Özdalga, Sune Persson, Çev. Ahmet Fethi, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, İstanbul, 1999, (61-73). 
Tibi, Bessam, Arap Milliyetçiliği, Çev. Taşkın Temiz, Yöneliş Yayınları, İstanbul, 1998. 
Yerasimos Stefanos, Milliyetler ve Sınırlar, Balkanlar, Kafkasya ve Ortadoğu, İletişim Yayınevi, İstanbul, 2002. 


************************************

DERGİMİZE YAZI GÖNDERMEK İSTEYEN YAZARLARA TAVSİYELER;

Akademik ORTA DOĞU Dergisi Yayın İlkeleri 

Akademik Orta Doğu dergisi, yılda iki defa yayımlanmakta olan hakemli uluslararası bir dergidir. Dergiye gönderilen Türkçe veya İngilizce makaleler, özgün eserler 
ve daha önce yayımlanmamış veya herhangi bir yayının hakem sürecine girmemiş olmalıdır. Dergiye gönderilen makaleler, Hakem Kurulu’nun değerlendirmesinden 
sonra yayımlanırlar. Dergide yer almış olan makalelerin bütün yayın hakları Akademik Orta Doğu Dergisi’ne aittir. Dergide yayımlanması kabul edilen edilen çalışmaların, 
içerik sorumluluğu yazara aittir. Yazarların görüşleri, dergiye mâl edilemez. Dergiye gönderilen makaleler, dipnotlar dâhil en az 4000 en fazla 9000 kelime olmalıdır. 
Olay incelemeleri en az 2000 en fazla 4000 kelime olmalıdır. Kitap incelemeleri en az 750 en fazla 2000 kelime olmalıdır. Makalelerde en az 150 kelimelik Türkçe özet 
ile İngilizce özet ve makale başlığı bulunmalıdır. Özetler, Times New Roman yazı tipinde 10 punto yazı tipi boyutunda tek satır aralığıyla yazılmalıdır. Özetlere her iki 
dilde de en fazla beş adet anahtar kelime eklenmelidir. 

Makalenin üst başlığı büyük harf ve koyu; alt başlıklar ise küçük harfle yazılmalıdır. Yazar veya yazarların isimleri üst başlığın altında sağa yaslı olarak yazılmalıdır. 
Yazar veya yazarların unvan ve kurum bilgileri, yıldız(*) ile dipnotta ilk sayfada belirtilmelidir. Makale içinde en fazla ikili alt başlık sistemi kullanılmalıdır. 
Alt başlıklar koyu ve küçük harf; alt başlığa bağlı ara başlıklar ise küçük harf ve italik yazılmalıdır. Makaleler, Microsoft Office 2007 veya daha üst sürümde, 
A4 kâğıt boyutunda, Times New Roman karakterinde, 11 punto yazı tipi boyutu ve tek satır aralığı sayfa yapısı ile yazılmalıdır. Dipnotlar ise Times New Roman 
karakterinde 9 punto yazı tipi boyutu ve tek satır aralığıyla, her bölümü yeniden başlat numaralandırma ayarı ile yazılmalıdır. Sayfa yapısı A4 dikey boyutta, 
kenar boşluklar üst 3cm, sol 1,8 cm, sağ 1,8 cm, alt 0,7 cm olmalıdır 

Makale sonunda, yararlanılan kaynaklar, soyadı alfabetik sırasına göre, soyadlar italik olarak, 9 punto yazı tipi boyutu ve tek satır aralığıyla yazılmalıdır. 

Yazarlar, çalışmalarını, adres, telefon, e-posta veya belge-geçer bilgilerini içeren bir mektup ile birlikte info@akademikortadogu.com veya 
kemahan@yahoo.com 
(Doç.Dr.Mehmet Şahin) adresine gönderebilirler. 

Örnek Dipnot yazımı/Examples of Citations  
DİPNOT;

1. Mehmet Emin Çağıran, “’ Filistin Duvarının’ Hukuki Mahiyeti Ve Sonuçları Üzerine Uluslararası Adalet Divanının İstişari Mütalaası”, 
Akademik Orta Doğu Dergisi, Cilt 1, Sayı 1, 2006. 
2. Gökhan Çetinsaya, "Essential Friends and Natural Enemies: The Historic Roots of Turkish-Iranian Relations", 
Middle East Review of International Affairs, Cilt 7, No 3, 2003, ss. 116-132. 
3. Ibid.,s.119 
4. Çağıran, "’ Filistin Duvarının ’ Hukuki Mahiyeti Ve…”, s. 125 
5. Hüseyin Bağcı, Türk Dış Politikasında 1950’li Yıllar, 2.b., METU Press, Ankara, 2001, ss. 36-45 
6. The Independent, “The photos Saudi Arabia doesn't want seen – and proof Islam's most holy relics are being demolished in Mecca”, 02 April 2013, 
http://www.independent.co.uk/   “ Dışişleri Bakanı Lübnan’da ”, 20 Ağustos 2006. 
7. Ceyda Karan, “Suriye ve Türkiye’nin Zor Soruları”, Habertürk,12 Haziran 2011, 
http://www.haberturk.com/yazarlar/ceyda-karan/639111-suriye-ve-turkiyenin-zor-sorulari 
8. DPT, İkinci Avrupa Ekonomik Topluluğu Özel İhtisas Komisyonu Raporu, DPT:1493-OIK:199, Ankara, Ağustos 1976. 
9. Bağcı, Türk Dış Politikasında…, s.99 
10. UN, Mehlis Report, S/2005/662, Distr.: General, 20 October 2005, Erişim Tarihi: 13 Ağustos 
2007, http://www.un.org/news/dh/docs/mehlisreport/ 
11. Interview, Halil İnalcık, Bilkent University, Ankara, 15 Ağustos 2009, 
12. Karl W. Deutsch, “On The Concepts of Politics and Power”, James N. Rosenau (Ed.), 
International Politics and Foreign Policy, New York: The Free Press, 1969, ss. 257-260 
13. Türel Yılmaz, Türkiye'nin Orta Doğu'daki Sınır Komşuları ile İlişkileri (1970-1997), 
Yayınlanmamış Doktora Tezi, Gazi Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Ankara, 1997, s. 68 
14. Deutsch, “On The Concepts of Politics and Power”, s. 265 
15. Anadolu Ajansı, “İngiliz Parlamentosundan Türkiye Raporu”, 04 Nisan 2012, 
http://aa.com.tr/tr/kategoriler/dunya/121371-ingiliz-parlamentosunun-turkiye-raporu 



***