Hüsamettin Cindoruk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Hüsamettin Cindoruk etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

9 Kasım 2020 Pazartesi

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 18

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 18


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 


3.2.2.4. İran gezisi ve İran ile olan ilişkiler 

Refah-Yol Hükümeti’nin ilk olay yaratan girişimi iktidara geldikten iki ay sonra 
yaşanmıştır. Bu olay İran Gezisi idi. Bu gezi, İran’ı “terörist ülke” olarak niteleyen 
ABD tarafından tepkiyle karşılanmıştır (Komisyon, 2012, s.61). Başbakan Necmettin Erbakan, ilk yurt dışı gezisini 1996 yılının Ağustos ayında ABD’nin terörist ülke ilan ettiği ve Türkiye’nin PKK sorunuyla ilgili aralarında husumet yaşadığı İran’a gerçekleştirdi. RP’lilere göre bu ABD’ye karşı bir meydan okumaydı, ABD’li görevlilere göre ise bu bir hattaydı ve bunu diplomatik bir dille eleştirdiler. Başbakan Erbakan bu gezinin amacını bölgedeki terörü boğmak ve ekonomik yatırımları artırmak olarak dile getirdi (Özer, 2011, s.43). “Türkiye, İran, Irak ve Suriye ile birlikte Ortadoğu’daki terörü temizlemelidir. Bu işbirliği ortamı sağlanırsa terörü Ortadoğu’da boğarız. Özellikle Suriye teröre destek vererek hiçbir fayda sağlayamayacağını bilmelidir. Ayrıca Müslüman ülkelerle ticari işbirliğimizi arttırmamız gerekiyor” (Tayyar, 2009, s.29) şeklinde ifade etmiştir. 

Refah-Yol Hükümeti’nin kurulmasının ardından ilk siyasi kriz İran konusunda 
patlak vermiştir (Özgan, 2008, s.63). Refah-Yol Hükümeti kurulur kurulmaz 
tartışmalarda beraberinde gelmişti. Koalisyon ortağı Tansu Çiller hem Başbakan 
Yardımcısı hem de Dışişleri Bakanı’ydı (Ilıcak, 2013, s.23). Necmettin Erbakan ilk 
seyahatini Suriye ve İran’a yapmayı kararlaştırması ile beraber medyada büyük bir yankı uyandırmış olması ve 6 Ağustos 1996 Milliyet gazetesi “Saltanat Gezisi” başlığı ile “Başbakan Erbakan’ın zamansız ve anlamsız İran ve Uzakdoğu seyahati devletin zirvesini karıştırdı, Süleyman Demirel kendi gezisini iptal etti” diye yazarak ülke gündeminin değişmesini sağlamıştı. Başbakan Erbakan’ın İran’a yapacağı gezi için kamuoyunda oluşan tepkiyi azaltmak için gezi programına Malezya, Endonezya ve Singapur gibi ülkeleri de gezi listesine eklemişti. Bu gelişen olaylarla beraber Süleyman Demirel, Erbakan’ın Uzakdoğu gezisi için kendisinin o bölgeye olan gezi programına iptal etmişti. ABD, Başbakan’ın İran ziyaretine tepkisini ortaya koymakla beraber ülke kamuoyu Malezya, Endonezya ve Singapur gibi ülkelerin Türkiye’ye ne faydası olacağını sorguluyordu. Bunun yanında özellikle 7 Ağustos 1996 tarihli Yeni Yüzyıl gazetesinde, askeri çevrelerin Erbakan’ın İran gezisinden duydukları tepkileri veriyordu. “Yanlış hesap Tahran’dan döner – Erbakan’ın İran gezisi için asker şöyle düşünüyordu: 
“Terörün bir kolu zaten İran’dan geliyor, İran ile iş yapılabilir mi? Suriye’de öyle” 
(Ilıcak, 2013, s.23) şeklinde açıklaması ile asker Başbakan Erbakan’ın İran ve Suriye gezisine karşı olduklarını ortaya koyuyorlardı. Necmettin Erbakan askerin ve bazı çevrelerin karşı çıkmasına karşın 10 Ağustos’ta İran gezisine çıktı. 
Başbakan Erbakan’ın ilk yurt dışı gezisini İran’a yapması, ABD Dışişleri Bakanı 
Nicholas Burns tarafından 6 Ağustos 1996 tarihinde eleştirilmiştir. RP’li yetkililer ise İran ve Suriye’yi ABD gibi “terörist devlet” olarak görmediklerini ifade etmişlerdir. Bu açıklama üzerine hem MİT, hem de Genelkurmay Başkanlığı tarafından İran’ın terör faaliyetleri konusunda Başbakan Erbakan’a ayrı ayrı dosyalar sunulduğu öne sürülmüştür (TBMM, 2012, s.961). ABD Dışişleri Bakanı Nicholas Burns İran gezisini kastederek bu tür temasların Türkiye’ye yarar sağlamayacağını açıklamış ve Başbakan Erbakan’a gezi öncesi bir nevi uyarı niteliğinde bir açıklama yapmıştır. 

Necmettin Erbakan’ın, İran ile doğal gaz anlaşması imzalaması ardından İran 
Devlet Başkanı Rafsancani ile Başbakan Erbakan arasında şöyle bir diyalog gerçekleşti “ABD ile aranızın bozulmasını istemeyiz, bu bizim de işimize gelmez” dedi (Aksoy, 2000, s.177). Bu gezi zaten gergin olan asker-iktidar ilişkilerini daha da gerdi ve askerin RP ile ilgili irticai faaliyetlere karşı şüpheleri artırdı (Özer, 2011, s.44). 8 Ağustos’ta RP'li Temel Karamollaoğlu, İran ve Suriye'yi ABD'nin saydığı gibi terörist devlet saymadıklarını söylemiştir. Murat Yetkin’in belirttiği üzere, aynı gün MİT Müsteşarı Büyükelçi Sönmez Köksal, İran'ın PKK'ya verdiği desteği gösteren bir dosyayı Başbakan Necmettin Erbakan'a sunmuştur. Ertesi gün, Suriye Devlet Başkanı Hafız Esad, Başbakan Necmettin Erbakan'ı ülkesine davet etmiştir. Aynı gün Genelkurmay Başkanlığı, Necmettin Erbakan'a İran'la stratejik ekonomik anlaşmalar yapılmaması konusunda bir rapor vermiştir (Özgan, 2008, s.64). Tüm bu yaşanan olumsuzluklara rağmen Erbakan, İran ziyareti konusunda oldukça kararlı idi. Böylece tansiyonu yüksek olan siyaset ortamı daha da gergin bir ortama sürüklenmişti. Bu yaşanan gelişmeler gerek ülke de gerekse ülke dışında büyük bir telakki ile izlenmiş olmakla beraber 28 Şubat sürecini de hazırlayan önemli gelişmeler arasında yerini almıştır. 

Başbakan Necmettin Erbakan’ın ilk yurt dışı gezisinde İran’ı ziyaret etmesi ve 
bu ülkedeki temasları çerçevesinde, iki ülke arasında 25 yıldır gündemde olan, ancak bir türlü imzalanamayan doğalgaz boru hattı yapımına ilişkin ön anlaşmayı imzalamıştır. 
Başbakan Erbakan’ın, Aralık 1996 ayında İran ile Savunma Sanayii ve İşbirliği 
Anlaşması imzalanacağını açıklaması, Devlet Bakanı Abdullah Gül’ün, İran’la ortak 
helikopter yapımı projesinden bahsetmesi, Dışişleri bürokrasisinde ve askerde 
rahatsızlık duygusu yaratmıştır (Komisyon, 2012, s.64). 

Sonraki dönemlerde ise; İran Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin 20 Aralık’taki 
Türkiye ziyareti üst düzey askerler ve ABD tarafından tepkiyle karşılanmış; Ankara’ya gelen bir İran heyetinin TAI tesislerini ziyaret etme isteğinin Milli Savunma Bakanı tarafından reddedildiği öne sürülmüştür (Akpınar, 2006, s.140-141). Bu yaşanan olay üzerine Milli Savunma Bakanı Turan Tayan, bu iddiayı reddetmiştir. 
20 Aralıkta Türkiye’ye gelen İran Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin programına 
Anıtkabir gezisini eklememiştir. İran Cumhurbaşkanı, Atatürk mozolesine çelenk 
koymayı reddetmiştir. Aynı zamanda Çankaya Köşkü’nde İran Cumhurbaşkanı adına verilen akşam yemeğine bayanların katılmaması da büyük bir yankı uyandırmıştır (Akpınar, 200, s.151-152). Ancak dönemin Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanı Necati Çelik, İranlıların ziyaretlerinde Anıtkabir’e gitmediklerini bizimkilerin ise Humeyni’nin mezarını ziyaret etmediklerini söylemektedir (Çelik, 2003, s.109). İranlıların Anıtkabir’i ziyaret edip etmemeleri Türkiye açısından önemli olsa da, Türkiye’nin İran’a mesafeli durmasının asıl nedeni bu değildir. 
İran rejimiyle ilgili olarak Türkiye’nin çok önemli kaygıları vardır. Bu yüzden İran yöneticiler ne yaparsa yapsın Türkiye kamuoyunda hoş karşılanmamaktadır. Özellikle askeri bürokrasi, İran ile iyi münasebetlerin mesafeli, kaygılı ve korkuya dayalı bir eksende sürdüğü iddia edilebilir (Özer, 2011, s.45). İran ile olan bu ilişkiler başta basın ve medya olmak üzere devletin diğer kurumları tarafından da tepkiyle karşılanmıştır. Bu gibi nedenlerden dolayı Türkiye-İran ilişkilerinde uzun süreli bir normalleşme yaşanmamıştır. İran gezisi ile başlayan ikili ilişkiler yapılan heyetler arası görüşmelerle devam etmiş olmakla beraber, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, İran Cumhurbaşkanı Rafsancani’ye PKK ile ilgili şüphelerini ve kaygılarını bildirmiştir. Ancak Rafsancani bu konuyla ilgili bir bilgisinin olmadığını belirtmiştir. İran Cumhurbaşkanı Rafsancani bu konu yerine Türkiye’nin Suriye ile ilgili politikasını yumuşatması konusunda açıklamalarda ve görüşlerde bulunmuş tur (Akpınar, 2001, s.152). İran Cumhurbaşkanı Rafsancani’nin Türkiye’den ayrılmadan önce Çankaya Köşkü’nde düzenlemiş olduğu basın toplantısında İranlı bir gazetecinin “Ankara sokaklarında İslam’a bir dönüş gözledik. Türkiye’de İslam’ın geleceğini nasıl görüyorsunuz” sorusunu şöyle cevap verdi; “Doğrudur bizce de Türkiye’de İslam’a geri dönüş hareketi başlamıştır. Bu Türkiye’de ciddi bir meseledir ve başlamıştır… Türkiye’nin güneyinde İslami hareketi çok ciddi ve güçlü gördüm… Son seçimde bunun en iyi örneğidir” (Akpınar, 2001, s.155) şeklindeki açıklaması başta asker olmak üzere diğer çevreler tarafından da tepkiyle karşılanmıştır. Bütün bu gelişmeler 28 Şubat sürecini hazırlayan adımlar olarak 
değerlendirilmiştir. 

3.2.2.5. İsrail ile olan ilişkiler 

Başbakan Necmettin Erbakan’ın İslam ülkeleri ve dış politikadaki gezi 
programları genel olarak ülke kamuoyu, muhalefet ve dış ülkeler başta olmak üzere ABD tarafından büyük bir tepkiyle karşılanmıştır. Özellikle Libya gezisi ve sonrasında yaşanan büyük kriz ve sonrasında İran gezisi sonrası tepkiler bunun açık göstergesi olmakla beraber hükümetin dış politikasını yeterince izah ediyordu. Orta Doğu Barış Sürecindeki olumlu gelişmeler ve Türkiye’nin Suriye’den duyduğu rahatsızlığın artmasından dolayı, İsrail’le ilişkiler 1990’ların ikinci yarısında her alanda ivme kazanmıştır. Bu süreçte, askeri ve ekonomik işbirliği ilişkilerdeki canlanmanın iki temel alanını oluşturmuştur (Erhan, Kürkçüoğlu, 2004, s.571). Bu süreçte, askeri ve ekonomik işbirliği ilişkilerde büyük canlanmalar meydana gelmiştir. 

Bu süreçte, 23 Şubat 1996 tarihli Askeri Alanda Eğitim ve Teknik İşbirliği Çerçeve 
Anlaşmasına dayanılarak 28 Ağustos 1996’da imzalanan Savunma Sanayi İşbirliği 
Anlaşması, Türk kamuoyunda en çok ses getiren anlaşma olmuş; iki ülke arasında savunma alanında bilgi transferi ve teknisyenlerin karşılıklı olarak eğitimi alanlarındaki çalışmalar bu anlaşmayla başlatılmıştır (TBMM, 2012, s.962). Bu gelişmelerle beraber 54 adet F-4 savaş uçağı 1996 yılında İsrail Uçak Sanayi (Israeli Aircraft Industry, IAI) fabrikasında bakım ve onarımı ile modernize edilmiş olmakla beraber her iki tarafta tatbikat faaliyetlerinde bulunmuş ve askeri alandaki işbirliğini geliştirmişlerdir. 

Bu dönem zarfında hızla gelişen Türk-İsrail işbirliği ortaklığı ülke kamuoyunda 
farklı tepkilere yol açmıştır. Türkiye’de öncülüğünü askeri kesimin yaptığı bir grup, Türkiye’nin İsrail’le olan bu yakınlaşmasını başından itibaren istemiş ve destek vermiştir. Diğer yandan, bu yakınlaşma RP tarafından temsil edilen kesimlerin bir kısmında, RP’nin iktidarı döneminde İsrail’le imzalanan bu anlaşmaların onaylanması tepkiyle karşılanmıştır (Erhan, Kürkçüoğlu, 2004, s.574). 

3.2.2.6. D-8 Toplantısı ve yaşanan gelişmeler 

Refah-Yol Hükümeti’nin Başbakanı Necmettin Erbakan’ın daha göreve gelir 
gelmez, bir yandan Türkiye’nin ekonomik durumu diğer yandan ise İslam ülkeleri 
arasında tesis etmek istediği birlik ve beraberlik çalışmaları, tüm dünyanın özellikle AB ve ABD’nin dikkatini Türkiye üzerine toplamıştı (Kazan, 2013, s.258). Başbakan Erbakan’ın Türkiye’nin ekonomik ve dış politikasına nasıl bir yön vereceği oldukça merak edilen konular arasında yerini almıştı. Başbakan Erbakan’ın ilk yurt dışı gezisini İran’a düzenlemesi ve bu ziyaret sırasında doğalgaz anlaşmasının imzalanması ve askeri işbirliği konularının görüşülmesi ve her iki liderinde olumlu mesajlar vermesi vb. gibi gelişmeler başta Türkiye’de büyük bir yankı uyandırmakla beraber dış politika ve ekonominin de nasıl şekilleneceği hakkında bilgiler veriyordu. RP lideri Necmettin Erbakan daha iktidara gelir gelmez ayağının tozu ile irticayı destekleyen ya da İslamcı rejimleri ile ön plana çıkan ülkeleri ziyaret etmeye başlamış ve yapmış olduğu girişimlerle G-7 Grubuna karşılık D-8 Grubunu kurma yolunda önemli girişimlerde bulunmuştur. D-8 Grubu yani gelişmekte olan İslam ülkeleri topluluğunu olarak bilinen bu grubun ortak özelliği aralarında din birliği olması idi. 
“Müslümanlar Kulübü” olarak da biline bu ekonomik yapılanma, G-7 Grubu 
ülkelerinde olduğu gibi aralarında bir benzerlik ve uyum bulunmuyordu. 
Bu yapılanma Başbakan Erbakan’ın Türkiye’nin dış siyasi ve ekonomik ilişkilerini geliştirip çeşitlendirme isteğinden çok siyasal önceliklerinin bu yönde kullanılacağı ve kendi İslamcı tabanına bir mesaj olarak düşünüldüğü ve bir seçenek olarak görüldüğü anlaşılıyordu (Bölügiray, 2000, s.158-159). 

Refah-Yol Hükümeti’nin olay yaratan Libya ziyareti sonrasında kamuoyunda 
büyük bir darbe yemişti. Başbakan Erbakan, bu gezi sonrasında İslam Ortak Pazarı için düğmeye basmış ve Batı’nın G-7’sine karşılık 1,5 milyon Müslümanı içine alan D-8’ler Grubunu kuracaklarını açıklamıştı (Birand, Yıldız, 2012, s.161). Başbakan Erbakan; “lider ülke olmanın gereklerini yerine getirirseniz işe İslam ülkelerinden başlarsınız. Nüfusu 60 milyondan büyük 8 Müslüman ülke, 1 milyar nüfus…” Vb. söylemleri ile D-8 Grubunu kurma yolunda ilk adımlar atılmaya başlanmış idi. Bu adımlarla beraber kamu paralarının ortak bir havuzda toplanması gündeme gelmiş olmakla beraber bu durumu eleştirenlerde ortaya çıkmış, havuz sisteminin ekonominin realitesiyle bağdaşmayacağını savunanlarda bulunmakta idi (Birand, Yıldız, 2012, s.162-163). 

Başbakan Necmettin Erbakan, kalkınmakta olan Türkiye, İran, Pakistan, 
Bangladeş, Malezya, Endonezya, Mısır ve Nijerya arasında siyasi ve ekonomik 
ilişkilerin derinleştirilmesi amacıyla geliştirilen “D-8 Grubu” projesinin öncülüğünü 
yapmıştır. Bu maksatla, 4-5 Ocak 1997 tarihlerinde, İstanbul'da yapılan toplantı 
akabinde, İran, Pakistan ve Türk yetkililer tarafından gerçekleştirilen “Afganistan” 
konulu üçlü toplantıda sonunda yapılan ortak basın açıklamasında, Afganistan'da 
bulunan gruplara ateşkes çağrısında bulunulmuştur. Meclis’te ise Hükümet aleyhindeki gensoruların birleştirilerek görüşüldüğü 16 Ekim 1996 tarihinde yapılan görüşmelerde söz alan ANAP lideri Mesut Yılmaz bu projeyi eleştirmiştir (Komisyon, 2012, s.64). Mahir Kaynak’ göre; “Başbakan Erbakan’ın D-8 girişim faaliyetleri Türkiye’nin Müslüman ülkelerle olan ilişkilerinin artmasının yanında ülkeleri de birbirine yakınlaştırmıştı. Ancak yaşanan bu gelişmelere en büyük darbeyi 28 Şubat sürecinde ki olaylar vurmakla beraber adeta yapılan ekonomik anlaşmaların da önünü kesmişti.” Mahir Kaynak, “Türkiye’nin İran ile yakınlaşması gerektiğini ifade etmekle beraber o dönem içerisinde yapılanları da yanlış olarak değerlendirmiş, 28 Şubat sürecinin başladığı dönemlerde Endonezya ve Malezya ’da da iç karışıklıkların baş göstermesi ve bu yaşanan olumsuz gelişmelerin ABD’nin D-8 Grubunu baltalama girişimi olarak” değerlendiriliştir (Kazan, 2013, s.259). 

***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 16

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 16

Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, Kudüs Gecesi, Bekir Yıldız, 



Dönemin Çalışma Bakanı Necati Çelik ise “Sağlıklı bir parti yönetimi söz konu olsaydı Sincan Belediye Başkanı böyle bir faaliyet yapmayı düşünemezdi, 
düşünecek olsa da partiden müsaade alırdı. Sorulma ihtiyacı duyulmadığına göre parti yönetimi sureti vardır ancak pratikte parti yönetimi yoktur. 
Böyle bir geceden sonra oluşan gergin ortamda da yapılması gereken ise başkanın çağrılıp ikaz edilmesi ve gerekirse partiden ihraç edilmesidir. 
Tansiyonu düşürmek için mutlaka bir şey yapılmalıdır. 
Ancak bunlar yapılmadığı gibi bir de sahiplenilmiştir” şeklinde bir yorum yapmıştır (Çelik, 2004, s.79). 
Kudüs Gecesi, laik kamuoyunu yeterince rahatsız etmişti. Kışlalardaki kıpırdan maların haberi artık yayılmaya başlıyordu. Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız hakkında soruşturma açılmıştı. Ancak olaylar asıl şimdi başlıyordu. Zira Kudüs Gecesi ile haber yapmak isteyen Star televizyonu muhabiri Işın Gürel’in Sincan’da yediği tokat milat oldu. Işın Gürel’in Sincan’da başına gelen olaya başta medya ve muhalefet büyük bir tepki göstermiştir. 

Tansu Çiller yaşanan bu kötü olayı kınamış, DYP Kilis Milletvekili Doğan Güreş, “Sincan olayı rezalettir, Türkiye İran değildir. 
Türkiye laikliğe tamamen yapışmıştır. Türkiye Atatürk ilkelerine tamamen yapışmıştır. Bunun dışına kimse çıkaramaz, kimse…!” şeklindeki açıklamaları 
ile dikkat çekmiştir. 
Bu devleti bir tane bez değil 6 milyar adam eline bez alsa gelse gene sarsamaz. Kimi aldatıyorsunuz? Türkiye laik bir ülkedir… 
Vb. sözleri Türkiye ve siyaset yaşamındaki yüksek olan tansiyonu düşürmekten uzaktı (Birand, Yıldız, 2012, s.199). 
Türkiye gündeminde büyük bir etki yaratan ve kamuoyunu uzun bir süre meşgul 
eden hatta 28 Şubat sürecini hazırlayan gelişmeler arasında önemli bir yer teşkil eden Kudüs Gecesi” sonrasında, Hükümet Sincan’da ki olaylarla yükselen tansiyonu düşürmek yerine hala türban ve Taksim’e Cami tartışmaları ile ilgileniyordu. Bunun yanında Başbakan Erbakan Taksim’e cami projesini eleştirenlere kızıyordu, “Garipsenecek tek şey bazı fosil denilen kişilerin % 99’u Müslüman olan ülkenin herhangi bir yerine cami yapılmasına karşı çıkmalarıdır” (Akpınar, 2006, s.159) Şeklindeki açıklamaları ile bu konu hakkında ki tutumunu değiştirmek istemiyordu. 

Başbakan Necmettin Erbakan, Partisinin grup toplantısında “Ankara’nın Sincan ilçesinde düzenlenen Kudüs Gecesi’ni değerlendirirken, demokratik bir ülkede bu tür etkinlikler olabileceğini; Türkiye’nin büyük atılımlar yaptığını, ancak bazı çevrelerin yeniden büyük Türkiye'nin kurulmasından rahatsızlık duyduklarını savunarak; “Bazı çevreler, bazı fosiller, acaba ne yapsak da ülkenin havasını bozsak, huzuru, barışı, kardeşliği engellesek diye düşünüyorlar” şeklindeki açıklaması ve Adalet Bakanı Şevket Kazan da TBMM Genel Kurulu'nda ANAP Ankara Milletvekili Nejat Arseven'in Sincan'da yaşanan olaylara ilişkin konuşmasını yanıtlarken, “Hiç kimsenin demokratik rejim üzerine oyun oynamaya hakkı olmadığını belirterek, Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ın, RP'nin 400 belediye başkanından biri olduğunu” söylemiştir. 

Şevket Kazan, “Ankara DGM'nin olayla ilgili soruşturma başlattığını, RP’si Meclis 
Grubu'nun da duyarlığını ortaya koyarak, üç milletvekilini olayı soruşturmakla 
görevlendirildiğini” söylemiştir (Komisyon, 2012, s.56). 
CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, partisinin grup toplantısında yaptığı 
konuşmada, “Sincan'da yaşanan olaylar için RP'nin laik, demokratik cumhuriyete dönük bir tepki içinde olduğunu herkesin görmesi gerektiğini belirterek, cumhuriyeti savunan herkesi, karşı tepki göstermeye çağırmıştır”BBP lideri Muhsin Yazıcıoğlu ise “Türkiye’de asla Nusayri iktidarının oluşmasına izin vermeyeceğiz” diyerek tepkisini ortaya koymuştur. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, “Neden demokrasiyi işletmeye çalışmıyoruz da darbe tartışması  yaratıyoruz?” demiştir (Komisyon, 2012, s.56). 

Başbakan Necmettin Erbakan hala türban, karayolu ile hacca gidiş, üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakılmasını öngören Bakanlar Kurulu kararnamesini Türkiye’nin içinde bulunduğu bu bunalımlı günlerde imzaya açmış olması gibi gündemlerle meşgul olurken, İran Büyükelçisi’nin, “Şeriat Çağrısı” yapması vb. gibi nedenler artık 28 Şubat sürecinin önemli bir ayağının başladığını, 3 
Şubat 1997 günü Genelkurmay Başkanlığı’nda ki olağanüstü bir hareketlilik yaşanması ve Genelkurmay Başkanı İsmail Hakkı Karadayı başkanlığında gizli bir toplantı yapılmıştır. O günün savunma muhabirleri toplantı hakkında, toplantıda konuşulanlar hakkında bilgi almak istemiş ancak çabaları boşa çıkmıştır. Toplantıda Kudüs Gecesi konuşulmuş ancak asker resmi bir açıklamayapmamıştır. 
4 Şubat 1997 günü Sincanlılar tank sesleri ile uyandı. Lala Mahallesinde 5 tank 
ve 20 kariyer, ağır ağır Sincan’ın merkezine doğru ilerliyordu. Sincan halkı ise 
camlardan bakıyor, dükkânlarını yeni açan esnaf ise şaşkınlık içerisindeydi. Herkes darbe olduğunu düşünüyordu, bir kısım halk ise şaşkınlığı üzerlerinden atmış yol kenarlarında dizilmiş tankları alkışlıyorlardı (Akpınar, 2006, s.160-161). Böyle bir ortamda RP’nin işi zordu. Karşı tarafın tavrını değiştirmenin mümkün olmadığı, siyasi manevra sahasının azaldığı, hükümetin reflekslerinin kaybettiği bir döneme girdiğini (Bayramoğlu, 2007, s.109) şeklinde yorumlamak mümkündür. 
Yaşanan bütün bu gelişmeler sonrasında olay yaratan ve birçok açıdan tepki alan 
olaylı “Kudüs Gecesi” sonrasında askerin tepkisi çok sert olmuştur. Dönemin Hürriyet Gazetesi “Dün sabah 20 kadar tank ve 15 kariyer, Sincan’dan geçerek Yenikent tatbikat alanına gitti” şeklinde başlığı askerin yaşanan geceden ne kadar rahatsız olduğunu göstermekteydi. 

Sabahın erken saatlerinde tankları ve üzerlerinde ki askerleri gören Sincanlılar, 
darbe olduğunu sanarak büyük bir panik içerisine girmişlerdir. Bununla beraber bazı Sincanlıların evlerine kapandığı bazılarının ise geçen askerlere destek verip 
alkışladıkları gözlenmiştir. (5 Şubat 1997) Hürriyet, s.1. 4 Şubat 1997 tarihinde Ankara'nın Sincan ilçesinde Etimesgut Zırhlı Birlikler Okulu ve Eğitim Tümen Komutanlığı'na bağlı çeşitli askeri araçlardan oluşan konvoy, ilçe sokaklarından Akıncı Üssü'ne "motorlu yürüyüş" gerçekleştirmiştir. Bu yürüyüş, ülke genelinde heyecana neden olurken, Milli Savunma Bakanı Turhan Tayan, olayın normal bir tatbikat olduğunu, eğitim çalışmaları kapsamında gerçekleştirildiğini söylemiştir. Olay gazetelere “Sincan’dan Ordu Geçti” başlığı ile yansımıştır (Komisyon, 2012, s.55). Düzenlenen Kudüs Gecesinin akabinde 4 Şubat sabahı Etimesgut'taki Zırhlı Birlikler Tümeni'nden yola çıkan 20 kadar tank ve çok sayıda askeri kariyer, Sincan'a yönelmiştir. Genelkurmay Başkanlığı’ndan yapılan kısa açıklama ise bunun yalnızca bir Motorlu yürüyüş tatbikatı olduğu şeklindeki açıklamasıdır. Konvoyun açıklanan görev talimatı, Akıncı (Mürtet) Hava Üssü yakınlarındaki Yenikent tatbikat alanına gitmektir. Ancak, konvoydaki iki tank ve bazı kariyerler, Kubbetüs Sahra şeklindeki çadırı yıkacaklardır. RP'li belediye tepkiler üzerine bir gece önce çadırı söktüğü için tanklar meydanda bir süre oyalanıp geri dönmüşler dir. Bu oyalanma sırasında, sözde arızayı gidermek için tanklara “Balans Ayarı” yapılmıştır. İşte bu deyim, “Demokrasiye Balans Ayarı” olarak 28 Şubat sürecinin sloganı haline gelmiştir. Ertesi gün Genelkurmay İkinci Başkanı Orgeneral Çevik Bir'in sözleri ardından bu deyim “post-modern darbe” deyimi çıkana dek, yaygın biçimde kullanılmıştır (Özgan, 2008, s.70). 

Genelkurmay Başkanlığı, “6 ayda bir yapılan normal eğitim faaliyeti” olarak 
açıkladığı bu geçişin, “tesadüfen bu tarihe denk geldiğini” bildirmiştir. Daha sonra bu olay Genelkurmay 2. Başkanı Çevik Bir tarafından “Demokrasiye balans ayarı yapıldı” veya “rejime ince ayar yapıldı” şeklinde değerlendirilmiştir. Askere ait olduğu öne sürülen bu sözlere tepki gösteren RP’li Kahraman Emmioğlu, “Bu kafaları duvara çarpmalı. Eğer sen politika yapacaksan çıkar elbiseni. Güreş Paşa gibi politika yap” demiştir (Bölügiray, 1999, s.91). Bununla beraber Genelkurmay Başkanlığı normal faaliyet olarak açıklamış ve motorlu yürüyüş denilen bu geçişin 6 ayda bir icra edildiğini ve Kudüs Gecesi sonrasına gelmesinin ise tamamen bir tesadüf olduğunu açıklamıştır. 

Başbakan Necmettin Erbakan ise, yaşanan gelişmeleri suni gündem olarak 
değerlendirmiş, tankların yürüdüğü gün meclis grup toplantısında yapmış olduğu 
konuşmada, “…Mesele laiklik değil, laikliği din düşmanı olarak kullanmak isteyenlerin rahatsızlığıdır. Bunları yapmak isteyenlerde bir avuçtur. Onlar da fosil olmuştur” ifadelerini kullanmıştır. Başbakan Erbakan’ın daha sonra, Sincan olaylarını değerlendirmesini isteyen gazetecilere sinirlenerek vermiş olduğu yanıt da unutulmayanlar arasında yerini almıştır. Erbakan’ın cevabı “Cumhuriyet Bayramı’nda da 240 tane tank geçiyor” şeklinde olmuştur (Öztürk, 2006, 81-82). 

3.2.1.9. Tarikat liderlerine başbakanlık konutunda verilen resmi iftar yemeği 

 “Biz din işlerini millet ve devlet işleriyle karıştırmamaya çalışıyor, kötü niyet ve 
zora dayanan fanatik hareketlerden sakınıyoruz. Bizi yanlış yola sevk eden kötü kişiler, biliniz ki, çoğunlukla din perdesine bürünmüştür, saf ve temiz ahlaklı halkımızı hep şeriat sözleri ile aldata gelmişlerdir.” M. Kemal ATATÜRK 
 28 Şubat sürecini hazırlayan gelişmeler ve nedenler arasına her geçen gün bir 
tanesi daha ekleniyordu. 1997 yılı Ocak ayının ilk haftaları da oldukça hareketli 
geçeceğe benziyordu. Çünkü Kuvvet Komutanlarının Cumhurbaşkanı Süleyman 
Demirel’e brifing verdiği gün toplumda yükselen tansiyonu ve TBMM’de ki muhalefet gruplarının seslerini duymazdan gelen Başbakan Necmettin Erbakan tarikat ve dini liderlere resmi konutta iftar yemeği vererek adeta laik çevrelere meydan okuyor ve bütün şimşekleri kendi üzerine çekiyordu. Sarıklı, cüppeli, sakallı tarikat liderleri, Cumhuriyet tarihinde bir ilki gerçekleştirerek Başbakanlık Konutunda ki iftar yemeğinde bir araya gelmişlerdi (Öztürk, 2006, s.77). Beklenen olay gecikmemiş ve ilk skandal olay 11 Ocak 1997 tarihinde patlak vermişti. Başbakan Necmettin Erbakan 11 Ocak 1997 Cumartesi akşamı Başbakanlık Resmi Konutu’nda bir iftar yemeği düzenlemişti. 
Ramazan ayının başlamasıyla birlikte hükümet, kamu kurum ve kuruluşlarının 
çalışma saatleri yeniden düzenledi yayınlanan bir genelgeyle çalışma saatleri iftar 
vaktine göre ayarlandı. Daha sonra Ramazan genelgesi bir vatandaşın Danıştay’a 
yaptığı itiraz sonucu iptal edildi. Daha sonra gelişen olaylar kamuoyunda bazı çevreler tarafından tepkiyle karşılandı bu girişim, Cumhuriyet tarihinde ilk kez bir Başbakan Erbakan’ın tarikat şeyhlerine Başbakanlık Konutu’nda iftar yemeği verdi. Bu yemeğe yaklaşık yüz kişi katıldı. Erbakan bu yemekte söz aldı ve şöyle dedi; (Özer, 2011, s.59) 

“Hükümeti zarara uğratacak davranışlardan herkesin kaçınması gerekir. Ülkemizde birlik ve bütünlüğü tehlikeye sokacak davranışlardan uzak durulmalıdır” (Aksoy, 2000, s.193). 
11 Ocak 1997 tarihinde Başbakan Necmettin Erbakan tarafından Başbakanlık 
Resmi Konutu’nda, Diyanet temsilcileri, Diyanet İşleri Eski başkanları, İlahiyat 
Fakültelerinin dekan ve öğretim üyeleri, Müftü ve Vaizler ile din adamlarının aralarında bulunduğu toplam kırka yakın kanaat önderine iftar yemeği verilmiştir. Organize edilen iftar yemeğine birtakım görevli ve resmi din adamlarının katılması, kamuoyunda günlerce tartışılmıştır. Bu kişilerin Başbakanlık Konutuna girişlerinde sakallı, sarıklı ve cüppeli görüntüleri televizyonlarda günlerce yayımlanmıştır. Basında “Tarikat Yemeği” olarak lanse edilen haberlerde, bu olay “İrtica Kalkışması” olarak yansıtılmıştır (Komisyon, 2012, s.60). Televizyon kameraları tarafından alınan görüntülerde “kanunlara aykırı” şekilde giyinen, dini cemaatlere mensup oldukları düşünülen kişilerin Başbakanlık Resmi Konuta girmeleri ve bu kişilerin sakallı, sarıklı ve cüppeli görüntüleri televizyonlarda yayınlanması ve bu görüntülerin basında iftar yemeği olarak değil de tarikat yemeği olarak lanse edilmesi toplumda “İrtica Kalkışması” olarak algılanmış olmakla beraber o andan itibaren adeta Genelkurmay Başkanlığının telefonları kilitlenmişti. Genelkurmay Başkanı Org. İsmail Hakkı Karadayı, Çankaya Köşkü'ne hemen çıkmamış, 16 Ocak Perşembe günkü haftalık görüşmeyi beklemiş, rahatsız olduklarını ve irtica tehdidi dolayısıyla endişeli olduklarını dile getirmiştir. Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel, Anayasa'nın kendisine 104'üncü madde ile verdiği yetkileri kullanarak, MGK’yı işletmeyi planlamıştır (Özgan, 2008, s.67). 
Hürriyet Gazetesi yazarı Sedat Ergin, bu olayın “Bardağı Taşıran Son Damla” 
olduğunu ifade etmiştir (Yüksel, 2004, s.56). CHP ise olayı Başbakanlık önüne siyah çelenk bırakarak protesto etmiş, RP’liler tepkilerin aşırı ve kasti olduğunu 
düşünmekteydiler. O dönem yapılan bu eleştirilere karşılık parti içinden bazı 
milletvekilleri, gayrimüslimlerin ve diğer inanç sahibi kesimlere de yemek verilmesi yönünün de parti yönetimine talepte bulundular ama bu talepleri yönetimde kabul görmedi (Aksoy, 2000, s.193-194). Yine bu olayla ilgili 16 Ocak 1997 tarihinde CHP Genel Sekreteri Adnan Keskin ve 33 milletvekili arkadaşı ile Başbakan Erbakan’ın Başbakanlık Resmi Konutta verdiği iftar yemeği hakkında Ankara Cumhuriyet Başsavcılığına suç duyurusunda bulunmuşlardır. Bu suç duyurusu daha sonra parti kapatma iddianamesinde ki yerini almıştır. 

Başbakanlık konutunda verilen bu iftar davetine Erbakan’ın, Refah-Yol’a 
muhalif çevrelere bilinen yolda yürüyeceği mesajı verdiği anlamına geldiği, bunun 
sınırları zorlamak olduğu iddia edilmiştir. Yüksek yargı da bu konudan rahatsız olmuş ve isimsiz demeçlerle kamuoyuna ve RP’ye mesajlar iletilmiştir. Bu süre zarfında toplumsal gerilim de iyiden iyiye tırmanmış, bu olay askerlerin “düğmeye basmasının” gerekçesi olarak gösterilmiştir (Arikan, 2010, s.97). 

Bu yemekli toplantı bazı çevrelere göre irticanın ayak sesleriydi, bazı kesimlere 
göre ise din âlimlerinin toplandığı birlik ve beraberliğe vurgu yapılan bir yemekli 
toplantıydı. Bu yemekli toplantı bazılarına göre büyük bir yanlış, bazılarına göre ise pekte abartılacak bir şey değildi. Bu yaygaralar koparan olayın yankıları uzun sürdü o dönem DSP lideri Bülent Ecevit bu olayı sert bir dille eleştirdi; “Tarikatların tartışma konusu olduğu bir dönemde tarikatçılığı devletin kanatları altına alma eğilimi olumlu karşılanmamıştır”(Özer, 2011, s.60) bu eleştiriye toplum kesimlerinden de destek gelmiştir. 
Günümüzde de zaman zaman 28 Şubat süreci sıcak tutulmak istenmekle beraber, 
28 Şubat süreci ile ilgili haberlerde bu olay basın tarafından gündeme getirilmek te, çekilen görüntüler tekrardan televizyon programlarında yayınlamaktadır. Özellikle yaşanan bu olay 28 Şubat sürecinin en önemli gerekçelerinden olduğu iddia edilmekte ve 28 Şubat sürecini hazırlayan önemli gelişmeler arasında yer almaktadır. Yaşanan bu olaylar, başta siyaset gündemini uzun süre meşgul etmiş olmakla beraber, basın ve medya kuruluşları tarafından uzun süre gündemde tutulmuş, muhalefet gurupları tarafından iftar yemeği değil de tarikat yemeği şeklinde algılanmış olması ile beraber toplumda “irtica algısı” oluşturulmak istenmiş ve bu gelişmeler Refah-Yol Hükümeti’nin sonunu hazırlamış, ülkeyi de “post modern” olarak tanımlanan bir askeri müdahalenin eşiğine getirmiştir. 
Refah-Yol Hükümeti’nin sonunu hazırlayan bu gelişmeler laik kamuoyu 
tarafından büyük bir tepki ile karşılanmış olmakla beraber Mehmet Altan’ın 
Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak” başlıklı yazısında “… Dinin sosyolojik ve kültürel boyutunun inkâr edildiği, sanki toplumda bilimin alternatifi dinmiş gibi yanlış bir ikilem yaratıldığı için, Türkiye’de kültürel yapının çok önemli bir kaynağı olan din konusunda çok sancılı bir ülke haline geldi. Devlet dini kendi kontrolü altına aldı. 

Toplumun kültürel olarak kendi dinini yeterince tanıyamaması İslam’ın 
siyasallaşmasına, dini kendine alet eden siyaset senaryolarının ortaya çıkmasına sebep oldu. Bu yüzden toplumun kültürel kaynaklarının “Askeri bir Laiklik” anlayışı takınması nedeniyle din normalleşemedi normalleşemeyince de siyasallaşma eğilimine girdi.” (4 Ocak 1997) Sabah, s.13 şeklinde ifade etmiştir. 


***

8 Kasım 2020 Pazar

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 15

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 15


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Aczimendi, Fadime Şahin, Fadıl Akgündüz , Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 

3.2.1.7. Refah Partili Belediyelerin tutumu ve milletvekillerinin söylemleri 

28 Şubat sürecinin en tartışmalı konularından bir diğeri de, RP’li belediye 
başkanlarının yaptığı açıklamalar olmuştur (TBMM, 2012, s.952). 1997 yılının ilk 
haftalarında, “birdenbire, kimlerin servis ettiği anlaşılamayan bir kaset trafiği 
başlamış”, RP’li milletvekilleri ve belediye başkanlarına ait bazı konuşmaların 
“televizyon kanallarına görünmeyen ellerden dağıtıldığı” görülmüştür (Birand, Yıldız, 2012, s.189). 

28 Şubat sürecinin en tartışmalı konularından bir diğeri de, RP’li belediye 
başkanlarının yaptığı açıklamalar olmuştur. 28 Şubat sürecinde Refahlı belediyelerin kamuoyundaki “hizmet veren” imajı zedelenmeye çalışılmış olmakla beraber, belediyeler üzerinden RP’sini yıpratılmaya çalışılmıştır. Özellikle, Sultanbeyli, Sincan, Şanlıurfa, Bingöl, Konya, Ankara gibi RP’li belediyelerle ilgili haberler öne çıkarılmış; aynı şekilde RP’li Rize Milletvekili Şevki Yılmaz’ın, İstanbul Milletvekili Hasan Mezarcı’nın, Ankara Milletvekili Hasan Hüseyin Ceylan’ın çeşitli yer ve tarihlerde yaptığı konuşmaların videokasetleri ara ara TV ve gazetelerde “Şok şok… Flaş Haber” üst başlıkları ve gerilim müzikleri fonuyla konu edilmiş, çeşitli tartışma programları düzenlenmiş ve sürekli sıcak tutulmuş tur. Şevki Yılmaz’ın Arafat’ta yaptırdığı yemin, günlerce TV ekranlarından “Şeriat 
Yemini” gibi başlıklarla haberleştirilmiş, İlahiyat mezunu olan ve dini vaazlarıyla 
tanınan Şevki Yılmaz’ın yaptığı dini içerikli konuşmalar dönemin ruhu içinde “şeriat konuşmaları” gibi sunulmuştur. Bazı Refahlı belediyelerin ve RP’ne yakınlığıyla bilinen dernek ve vakıfların yine aynı dönemde başlattıkları “Alternatif Yılbaşı” etkinlikleri de, irticai kalkışma olarak sunulmuştur (Komisyon, 2012, s.53). 
Bu konuşmaların yanında Şevki Yılmaz’ın; “Kemalizm, kapitalizm, laiklik ve bütün şeytani düzenleri boykot ederek nöbete geliyoruz. Refah için, Milli Görüş için bütün gücümüzle çalışacağımıza söz veriyoruz!”, “Türk Devletlerinin dini vardır, o da Hristiyanlıktır”, “1 Ocak İncil’e göre tatildir, Türk Ceza Kanunu İncil’e göredir” vb… şeklindeki Şevki Yılmaz’ın servis edilen her konuşması RP biraz daha yaralıyordu (Birand, Yıldız, 2012, s.189). Şevki Yılmaz’ın servis edilen her konuşması RP’ni daha da çıkmaza sokarken ve bu olumsuz siyaset atmosferin üzerinden birkaç hafta geçmeden, RP’nin önde gelen isimlerinden Hasan Hüseyin Ceylan’ın bir konuşması servis edilmiştir. Hasan Hüseyin Ceylan konuşmasında… Asker kalkmış diyor ki “PKK’lı olmanıza müsaade ederiz ama şeriatçı olmanıza asla!” diyor. Bu kafayla çözemezsiniz, çözüm mü istiyorsunuz, şeriatçılıktır (Birand, Yıldız, 2012, s.190). Gerçekten de RP’li milletvekillerinin servis edilen kaset ve söylemleri yenilir yutulur cinsten olmamakla beraber RP’ni de her geçen gün çıkmazın eşiğine sürüklüyordu. 

Bununla beraber Refah Partili bazı milletvekillerinin söylemleri şöyle idi; 
RP Bitlis Milletvekili Zeki Ergezen: 1993’de Mekke’de ki konuşması: “Bu 
düzen yıkılmıştır fakat Müslümanlar Batı’nın oyununa geldikleri için kendi nizamlarını tahkim edemedikleri için mevcut düzenin yerine kendi nizamlarını nasıl koyacaklardı halka anlatamadıkları için bu düzen payandalarda duruyordu. Gelin dağa taşa “Ne Mutlu Türküm” diye yazacağımıza, gelin dağa taşa “ne mutlu Müslümanın” diye yazalım. 

RP Sivas Milletvekili Temel Karamollaoğlu: “Sivas Olaylarından övgüyle söz 
ediyordu! … Sivas’ta inançlı insanlar imanlı olduğunu gösterdi… Bir tahrik meydana geldi. İnsanlar galeyana geldi… Bütün dünyaya örnek olsun diye…” 
RP Bingöl Milletvekili Hüsamettin Korkutata: 1993’de Mekke’de ki konuşması: 
“Cumhuriyet Döneminde bir gecede tekkeler kapatılmış, medreseler kapanmış, Arapça okuma yazma tamamen yasak edilmiş… Böyle bir uygulama dünyada görülmemiştir… 
Atatürk ben başöğretmenim demiş ama harfleri bile bilmiyor… 
Birçok yerlerde kitaplar vagonlara yüklenmiş Bulgaristan’a götürülmüştür… Bazı insanlar kitapları korkularından meydanlarda yakmışlar…” 

RP Şanlıurfa Milletvekili Halil İbrahim Çelik: “Ordu 3500 PKK’lı ile baş 
edemedi, 6 milyon İslamcıyla nasıl baş edecek? Sonuna kadar şeriatçıyım. Şeriatın gelmesini istiyorum… Türkiye’de Kemalizm kalkmadığı sürece demokrasi hikâyedir.” RP Milletvekili Fethullah Erbaş: “Şeriat dediğiniz düzende kamu düzeni 
demektir. Bu nedenle şeriat karşı olunamaz.” RP Milletvekili Ahmet Doğan: “Şeriat devleti kurana dek peygamber sabrı göstereceğiz.” (Bölügiray, 2000, s.78-84). 

3.2.1.7.1. Sultanbeyli Belediyesi 

28 Şubat döneminde adı sık sık irticanın merkezi olarak takdim edilen 
İstanbul’un Sultanbeyli İlçesinde, 11 Ocak 1997 tarihinde, dönemin 2’nci Zırhlı Tugay Komutanı Tuğgeneral Doğu Silahçıoğlu tarafından, Belediye Başkanı’nın onayı alınmaksızın, ilçe meydanına “Atatürk Anıtı” yaptırılması uzun süre kamuoyunu meşgul etmiştir. 

28 Şubat 1997 Askeri darbesini soruşturan savcıya 6 Kasım 2012 tarihinde ifade 
veren dönemin Sultanbeyli Belediye Başkanı Nabi Koçak’ın; “Doğu Silahçıoğlu’nun 
bölgede provokasyon peşinde koştuğu, Meydana fiber Atatürk büstü diktikleri, 
amaçlarının büstü yaktırıp suçu Müslümanların üzerine yıkmak olduğu, heykel 
yakılmasın diye 15 gün boyunca başında nöbet tutturduğu, sonra fiber heykel yerine tunç olanını diktikleri” şeklindeki basına yansımıştır (Komisyon, 2012, s.53). 

3.2.1.7.2. Şükrü Karatepe’nin 10 Kasım konuşması 

Şükrü Karatepe’nin 10 Kasım törenlerine ilişkin konuşması basında irticanın 
ayak sesleri olarak yansıtılmıştır. Şükrü Karatepe’nin konuşmasındaki “İnancımıza 
saygı duyulmadığı bu dönemde, içim kan ağlayarak bugünkü törene katıldım… Süslü püslü göründüğüme bakıp da laik olduğumu sakın sanmayın. Resmi görevim nedeniyle bugün bir törene katıldım. Belki başbakanın, bakanların, milletvekilleri nin bazı mecburiyetleri vardır. Ancak, sizin hiçbir mecburiyetiniz yok. RP’li olarak yeryüzünde tek başıma da kalsam, bu zulüm düzeni değişmelidir. İnsanları köle gibi gören, çağdışı bu düzen mutlaka değişmelidir. Ey Müslümanlar sakın ha içinizden bu hırsı, bu kini, nefreti ve bu inancı eksik etmeyin. Bu bizim boynumuz un borcudur. Bu zulüm düzeni yıkılmalıdır…” şeklindeki sözleri basında günlerce işlenmiştir. RP’li Kayseri Belediye Başkanı Şükrü Karatepe, bu sözleri dolayısıyla medya eliyle suçlanmış, siyasi irade görevden almış, resmi görevlerinden el çektirilmiştir ve 1 yıl hapis ve 420.000 lira ağır para cezasına mahkûm edilmiştir (Komisyon, 2012, s.53). Yaşanan bu olaylarla beraber RP’li belediyeler sıkı bir denetim ve gözleme tabi tutulmuş, sıkı bir teftişten geçirilmiştir. Bazı belediye başkanları hakkında da İçişleri Bakanlığı tarafından soruşturma açılmıştır. 

RP’li belediyelerin tutumu ve milletvekillerinin söylemleri genel olarak bu 
şekilde anlatılmaya ve izah edilmeye çalışılmış olmakla beraber kasetleri servis 
edenlerin bir tek amacı vardı. Toplumda laiklik konusunda ki hassasiyeti tırmandırarak RP’nin karşısında bir cephe oluşturmak, iktidarın düşürülmesi için kamuoyunu hazırlamaktı. RP’nin süreci iyi yönetememesi, bu kasetleri izleyenlerin endişelerini giderememesi, toplumu ikna etmek için bir çabanın içerisine girmemesi de işleri kolaylaştırdı. “Bu konuşmaların içeriğine elbette katılmıyoruz. Son derece yanlıştır bunlar, hiçbir parlamenter meclis buna katılmaz… Ancak bir yanlış daha var. 1990’larda söylenmiş olan birtakım şeyleri 1997 gündemine sanki bugünmüş gibi taşıyıp buna bir başka alevlendirme, toplumu adeta istikrar ötesi bir tepkiye zorlamak veya onun yolunu açmak istemek yanlış” diyen Tansu Çiller, iktidar ortağını ne kadar savunmaya çalışırsa çalışsın, pek ikna edici olamadı. Bu kasetlerde sonraki günlerde de mecliste şiddetli tartışmalara sebebiyet verecek (Birand, Yıldız, 2012, s.192) ve ülke gündemi tansiyonu yüksek olan sıcak günlerin etkisine girecekti. 

3.2.1.8. Kudüs Gecesi ve Sincan’da tankların yürütülmesi 

Türkiye, 1997 yılının Şubat ayına kritik ve gerilimli bir atmosfer içinde 
girmiştir. Şubat ayının ilk gününde, sivil toplum örgütlerinin öncülüğünde örgütlenen geniş halk kitleleri, “Susurluk Skandalı” ile ortaya dökülen kirli ilişkileri protesto etmek amacı ile “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemini başlattı. Saat 21.00’de 1 dakika için tüm ışıklar söndürülüp yakılıyordu o gece…30 günlüğüne, “Temiz Toplum” için şiddete dayanamayan sivil bir ayaklanma başlatılmıştı (Akpınar, 2001, s.152). Ankara’nın Sincan ilçesinde yaşananlar ise artık bardağı taşıran son damlalar olmuştur. Sincan’ın RP Belediye Başkanı Bekir Yıldız'ın 31 Ocak 1997 günü, İran İslam Devrimi’nin Lideri Ayetullah Humeyni’nin işgal altında ki Kudüs’ü anmak için başlattığı geleneği, ilk kez Türkiye’de uygulamaya başlıyordu (Akpınar, 2001, s.152). Sincan olayı 28 Şubat 1997 MGK toplantısının ve RP’nin kapatılma davasının temel unsurlarından biri olmuştur (Özer, 2011, s.63). Ankara’nın 30 kilometre batısında ki Sincan’da ise tamamen farklı bir ayaklanma sahneye konulmak isteniyordu. 31 Ocak akşamı Ankara’nın Sincan ilçesi, Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ın düzenlediği Kudüs Gecesi'ne ev sahipliği yapmıştır. Onur konuğu ise İran’ın Ankara Büyükelçisi Muhammed Rıza Bagheri’dir. Belediye salonunda düzenlenen geceye ek olarak, ilçe meydanına Kudüs'teki Kubbetüssahra'yı temsilen bir çadır kurulmuştur (Özgan, 2008, s.69). Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ın, ilçenin meydanında ki Atatürk Büstü ’nün tam karşısına Kudüs’te ki Mescid-i Aksa’nın çadırından bir benzerini diktirmesi uzun süreli olacak tartışmaları da beraberinde getirmiştir. 

Sincan Belediyesi’ne ait bir salonda düzenlenen gecede, Türk bayrağının 
bulunmamasına karşılık Lübnan ve Filistin Hizbullah örgüt liderlerinin posterleri 
asılmıştır. Yaklaşık bin kişinin katıldığı gecede Radikal İslamcı, Hamas ve Hizbullah örgütleri de destek veriyordu. Katılımcıların çoğunu genç siyasal İslamcılar oluşturuyordu. Salonda Türk bayrağının bulunmamasına karşılık Hamas ve Hizbullah liderlerinin bezden yapılmış büyük posterlerinin asılı bulunması “Kudüs Gecesi” adı altındaki toplantının, Türkiye’nin yaşadığı hassas günler nedeniyle siyasal bir içerik kazanmasına sebep olmuştur (Akpınar, 2001, s.153). 
Belediye Başkanı Bekir Yıldız ile dönemin İran Büyükelçisi’nin de iştirak ettiği 
bu etkinlikte çeşitli şiirler okunmuş, İsrail’in Filistin’e uyguladığı baskı bir tiyatro 
gösterisiyle izleyicilere gösterilmiş ve RP Belediye Başkanı tarafından Filistin’de 
uygulanan baskı ve zulüm konusunda bir konuşma yapılmıştır (Komisyon, 2012, s.54). 

1 Şubat sabahı gazetelere ve sabah saatlerinden itibaren televizyon ekranlarına yansıyan görüntüler ülkedeki gerilimi biraz daha tırmandırmıştır. Kudüs Gecesi müsameresinde oyuncular Filistin ayaklanması İntifada'yı canlandırmış, İsrail’i simgeleyen asker kıyafetindeki diğer oyuncuları taşlamışlardı (Özgan, 2008, s.69). Yapılan toplantıda Belediye Başkanı Bekir Yıldız rejim aleyhtarı bir konuşma yapmış, % 99’u Müslüman olan bir ülkenin zaten şeriatı tanıdığını belirten Başkan Yıldız laikleri kastederek “Onları yatırıp şeriatı bir ilaç gibi şırınga edeceğiz” şeklinde konuşmuş ve Humeyni rejimini örnek aldıklarını söylemiştir. Geceye katılan İran Büyükelçisi Rıza Bagheri de genel anlamda şeriat çağrısı yapmıştır. Büyükelçi Rıza Bagheri Hamas ve Hizbullah’ı desteklediklerini açıkça belirtmekten çekinmemişlerdir (Öztürk, 2006, s.79). 

Toplantıda, Belediye Başkanı Bekir Yıldız ile İran Büyükelçisi Muhammed Rıza 
Bagheri kendi aralarında sohbet ediyorlardı. Gecenin resmi açılış töreni Kuran-ı Kerim okunarak yapıldı. Gecede RP’nin Gençlik Kolları tarafından sahnede sergilenen oyun oldukça dikkat çekmekle beraber adeta bir “Ayaklanma Provasını” andırıyordu. 

Oyuncular Filistin ayaklanması İntifada’yı canlandırmış, İsrail'i simgeleyen asker 
kıyafetindeki diğer oyuncuları taşlamışlardı. Oyun salonda bulunan İran Büyükelçisi Muhammed Rıza Bagheri başta olmak üzere bütün herkesin takdirini toplamış ve uzun süre ayakta alkışlanmıştır (Akpınar, 2006, s.153). Ancak bu etkinlikler, gazetelerde “Türkiye İran mı olacak?” şeklinde yansıtılmıştır. 
Bütün bu yaşanan olaylarla beraber Sincan Belediyesi tarafından düzenlendiği 
iddia edilen “Kudüs Gecesi” olarak adlandırılan etkinliğin, kamuoyunda bilinenin 
aksine, Kudüs Platformu ile ortaklaşa yapıldığı öğrenilmiştir. “Kudüs Gecesi” olarak adlandırılan etkinlik CHP Genel Başkanı Deniz Baykal, Rıza Bagheri’nin Türkiye'nin iç politikasına karışmasına hakkı olmadığını belirterek, “Dışişleri Bakanı’nı göreve çağırıyorum, derhal tepkisini dile getirmeli ve Türkiye’nin olması gereken tavrını ortaya koymalıdır” demiştir. 

Bu gelişmeler üzerine, Dışişleri Bakanlığı Müsteşar Yardımcısı Büyükelçi Ali 
Tuygan, Sincan Belediyesi tarafından düzenlenen “Kudüs Gecesi”’nde ki konuşmaları nedeniyle İran’ın Türkiye Büyükelçisi Muhammed Rıza Bagheri’yi Bakanlığa çağırarak görüşmüştür. Görüşmenin ardından Dışişleri Bakanlığı tarafından yapılan yazılı açıklamada, ‘Büyükelçinin söz konusu gecede yaptığı konuşmanın, içişlerimize müdahale niteliği taşıyan unsurlar ve Türkiye'nin dostu bazı ülkelere karşı uygun olmayan eleştiriler içerdiği, bu beyanlarının tarafımızdan protesto edildiği belirtilmiştir” denilmiştir. Ancak, Hükümetin söz konusu Büyükelçiyi derhal sınır dışı etmemesi Genelkurmay Başkanlığı tarafından tepkiyle karşılanmıştır. Bu olaydan üç gün sonra, 3 Şubat 1997 tarihinde Sincan’daki Kudüs Gecesine ilişkin olarak DGM tarafından inceleme başlatılmıştır. 

İçişleri Bakanı Meral Akşener, hakkında açılan soruşturmanın selameti açısından 
Sincan Belediye Başkanı Bekir Yıldız’ın geçici tedbir olarak görevinden 
uzaklaştırdığını açıklamış; Ankara DGM’de, Bekir Yıldız hakkında “gözlem altına 
alınması” talimatını vermiştir. DGM Başsavcılığının Esas Hakkındaki Mütalaasında 
“Kudüs Gününün, Kudüs’le ilgisinin olmadığı; diriliş günü ve Müslümanların günü” 
olduğu vurgulanmıştır (Komisyon, 2012, s.54-55). 

Bu arada DYP Milletvekilleri, liderleri Tansu Çiller’in aksine duydukları 
rahatsızlıkları dile getirmişlerdir. RP’nin protokolü çiğnemediği konusunda direten 
Tansu Çiller ise, yaşanan olayların hukuk kuralları çerçevesinde halledilmesi gerektiği üzerinde durmuştur (Akpınar, 2001, s.171-172). Toplumu sarsan bu gelişmeler karşısında sessiz ve rahat bir tavır sergileyen Başbakan Erbakan ise türban, Taksim’e cami, karayolu ile hacca gidiş gibi meselelerle meşgul olmayı tercih etmiştir. Necmettin Erbakan, üniversitelerde başörtüsünü serbest bırakılmasını öngören Bakanlar Kurulu kararnamesini Türkiye’nin içinde bulunduğu bu bunalımlı günlerde imzaya açmıştır (Öztürk, 2006, s.80-81). 

Belediye Başkanı Bekir Yıldız, Kudüs Gecesinde yaptığı konuşma nedeniyle 
17,5 yıl hapis cezasına çarptırılmıştır. Sincan’da düzenlenen Kudüs Günü etkinliği 28 Şubat sürecinin en tartışmalı hadiselerinden birisini teşkil etmiştir (Komisyon, 2012, s.55). 

Bu gecenin en önemli mimarı olan Sincan eski Belediye Başkanı Bekir Yıldız, 
ceza evinden tahliye olduktan sonra 17 Ekim 1997’de “Ceviz Kabuğu” programında; “Kudüs Gece” si ile ilgili olarak gecenin Filistin’le ilgili bir gece olduğunu, tekrar belediye başkanı olsa böyle bir geceyi yeniden düzenleyeceğini ancak bu ülkede her doğrunun yapılamayacağından İran Büyükelçisi’ni davet etmeyeceğini ancak bunun sebebinin kamuoyunun mahzur görmesinden değil kamuoyuna mahzur gösterilmesi için bazı hesapların yapılması olduğunu, bir takım olaylarla zaten gerilmiş olan ortama biraz da katkı olsun düşüncesiyle böyle bir programın düzenlenmediğini, Ramazan Ayı boyunca 30 gece program düzenlendiğini ve Kudüs Gecesi’nin bunlardan sadece biri olduğunu, daha önce ki gecelerde de Kafkas, Çeçen ve Bosna ile ilgili geceler düzenlendiğini ancak sadece bu gecenin birilerinin hoşuna gitmediğini” belirtmiştir  (Cevizoğlu, 2001,s. 77). 

***

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 14

28 ŞUBAT 1997 ASKERİ DARBESİ VE TÜRK EĞİTİM SİSTEMİNE ETKİLERİ., BÖLÜM 14


Cumhuriyet Tarihi, Demokrasi, Darbe, Post Modern Darbe, Eğitim, 28 Şubat 1997 Askeri Darbesi,İsmail GÜLMEZ, Yrd. Doç. Dr. Yavuz ÖZDEMİR,
Susurluk, Mehmet Agar, Hüsamettin Cindoruk, Mesut Yılmaz, 



3.2.1.3. 28 Şubat Sürecinin Siyasi Nedenleri 

“28 Şubat bir süreç midir, darbe midir” sorusu son birkaç yıla kadar tam olarak 
cevaplanabilmiş değildi, zira etkisi ne kadar yoğun hissedilse de askeri müdahale 
öncekilerden farklı bir biçimde gerçekleşmiş ve yaşananların bir darbe olarak 
algılanması zaman almıştır. Nitekim 1 Mart 1997 tarihli Cumhuriyet gazetesinde 
“Muhtıra Gibi Tavsiye” başlığı ile MGK toplantısı sonucu verilmiştir (Erdin, 2010, 
s.187). 28 Şubat 1997 tarihinde muhtıra yayınlanmasına rağmen aynı yılın yazında darbe beklentileri olduğuna dair haberler gündeme gelmiştir. 28 Şubat nedir sorusunu sorduğumuzda 28 Şubat 1997 tarihinde yayınlanan askeri muhtıra ile başlayan süreç cevabını verebiliriz. Elbette bu yeterli bir açıklama değildir, zira öncesinde ve sonrasında yaşananlar bu süreci anlamlı ve anlaşılır kılacaktır. Söz konusu süreci anlamak için bazı yazarlar, Cumhuriyet’in kuruluşu ve çok partili döneme geçişe kadar gitmektedirler, çünkü Cumhuriyet tarihimizde defalarca darbe deneyimi yaşanmış ve bu deneyimler çok partili döneme geçtikten sonra meydana gelmiştir (Akın, 2011, s.5). Bu dönemi hazırlayan koşullar başta olmak üzere, 28 Şubat’ın ne zaman ve nasıl başladığı incelenecek ve sürecin gelişim safhaları ele alınıp anlatılacaktır. 

3.2.1.4. Refah-Yol Hükümeti döneminde ki önemli siyasi ve sosyal olaylar 

Ana-Yol Hükümeti’nin sona ermesi üzerine, Cumhurbaşkanı Süleyman 
Demirel’in, hükümeti kurma görevini seçimlerde en yüksek oyu alan RP lideri 
Necmettin Erbakan’a vermesiyle Türkiye siyasi tansiyonu yüksek yeni bir döneme 
girmiştir (TBMM, 2012, s.949). Erbakan’ın temaslarında RP ve DYP arasındaki 
görüşmelerde ilerleme kaydedildiğinin ortaya çıkması üzerine zaman içersin de nihayet 28 Haziran 1996 tarihinde iki lider iki yıl Erbakan’ın iki yılda Çiller’in Başbakanlık yapacağı “Dönüşümlü Başbakanlık” sistemi üzerinde anlaşılması ve seçime Çiller’in Başbakanlığında gidilmesi koşuluyla, öncelik Erbakan’a verilmiştir. Erbakan Başbakan, Çiller’de Dışişleri Bakanı ve Başbakan Yardımcısı olacaktır (Gürses, 2009, s.115). 

Refah-Yol Hükümeti bu anlaşma neticesinde kurulmuş olmakla beraber, Türkiye 
siyaseti yeni bir döneme yelken açmış ve derin sularda yüzme zamanı gelmiştir. 
Özellikle bu koalisyon, Türkiye’nin yeni bir döneme girdiğini göstermekle beraber, 
ülkenin siyasi tansiyonunun çok yüksek olacağı yılları da beraberinde getirecektir. 

3.2.1.5. Toplumda hassasiyet yaratan olaylar 

Hürriyet gazetesi 9 Temmuz 1996 günkü sayısında “Refah İktidarda” manşetinin altında, “74 yıllık Türkiye Cumhuriyeti ilk kez genel seçimde % 21 oy alabilen “İslamcı” bir partinin yönetimine geldi” yorumunda bulunması (9 Temmuz 
1996, Hürriyet) Refah-Yol döneminin nasıl geçeceğini göstermekle beraber özellikle toplumsal olayları da akabinde getirecektir. Refah-Yol iktidarı ile birlikte Türkiye’de laiklik tartışmalarının başlaması, Necmettin Erbakan’ın Başbakanlık görevini almasının ardından tebrik için ziyarete gelenlerin önceki dönemlerde başbakanları ziyarete gelenlerden farklı bir görünüm arz etmeleri bu tartışmalara zemin hazırlarmıştır (Gürses, 2012, s.116). Çünkü RP’li iktidar bu gidişle sistemin tüm kilit noktalarına çomak sokarak, bütün dengeleri alt üst edecek gibi görünmekteydi (Bayramoğlu, 2007, s.70). Refah-Yol Hükümeti iktidara gelir gelmez, bazı camilerin önünde özellikle Cuma günlerinde bazı aşırı uç gruplar tarafından çeşitli eylemler düzenlenmeye başlamıştır. 6 Ekim 1996 tarihinde Ankara Kocatepe Camii’nde zikir çekerek “Şeriat İsteriz” şeklinde bağıran sakallı, cüppeli ve asalı Acz-i Mendi görüntüleri, günlerce televizyon ve gazetelerde yayımlanmıştır (Komisyon, 2012, s.50). 

Bunlardan en dikkat çekici olanı, Acz-i Mendiler olmuştur. Özellikle Türkiye 
kamuoyu Acz-i Mendileri o zamanlarda tanıdı. Toplumsal anlamda büyük bir grup 
olmayan Aczi Mendiler ellerindeki asalar ve garip giyimleri ile hemen dikkat 
çekmekteydiler. Özellikle 1996 yılının sonlarına doğru bu marjinal gruplara düzenlenen polis baskını bütün olanları ve yaşananları gözler önüne sermiş ve Türkiye 1997 yılına Acz-i Mendilerin seks skandalı ile girmişti. Polisin 28 Aralık1996 günü gazeteciler ve kameralar ile beraber bir eve düzenlemiş olduğu baskın sonrasında Acz-i Mendilerin şeyhi ve lideri konumunda bulunan Müslüm Gündüz isimli bir şahsı, Fadime Şahin isimli bir genç kız ile beraber yakalanması sonucu toplumda büyük bir endişe ve korku hâsıl olmuştu. Fadime Şahin hakkında, imam nikâhlı eşim diyen Acz-i Mendilerin lideri Şeyh Müslüm Gündüz din istismarı başta olmak üzere, halkı kin ve düşmanlığa sevk etmek suçlarından kesinleşmiş 2 yıl hapis cezası bulunuyordu. Acz-i Mendilerin lideri Şeyh Müslüm GündüzKemalizm’in ve Laikliğin” mutlak düşmanıydı (Birand, Yıldız, 2012, s.187). 

Yaşanan bu baskın olayından sonra Acz-i Mendilerin lideri konumunda bulunan 
Müslüm Gündüz tutuklanıp cezaevine gönderilirken onun kurbanı olan Fadime Şahin ise TV (Televizyon) kanallarını dolaşıyor ve tarikat şeyhlerinin tuzağına nasıl düştüğünü anlatıyordu. Fadime Şahin, İslam dinini öğrenmek için gittiği şeyh Ali Kalkancı tarafından istismara uğramış ve Kalkancı, kendisine sahte dini nikâh kıymış ve bir müddet sonra “Boş ol”! demişti, sonrasında ise içine düştüğü bu durumdan kurtulmak için Acz-i Mendilerin lideri olan Müslüm Gündüz’e gitmiş ve yine onunda kötü tuzağına düşmüştü. İstediği ise kendisine bu kötülükleri yapan din istismarcılarının bir an önce yargılanmaları ve cezalarını çekmeleriydi. 
Türk kamuoyu ise olanları ekranlardan seyrederken Fadime Şahin’i anlamaya 
çalışıyordu. CHP’li kadın milletvekilleri Fadime Şahin’e sahip çıkmıştı. Özellikle 
tarikat şeyhlerinin isimlerinin seks skandalı ile anılmaya başlaması ve toplumda 
oluşturulmak istenen tarikat zihniyetinin boşa çıkmasını sağlamış ve bu yaşanan 
olaylardan dolaylı Refah Partisi dolaylı bir şekilde etkilenmiştir. 

Fadime Şahin, iki tarikat liderinden de şikâyetçi olmuş ve suç duyurusunda 
bulunmuştur. Yapılan bu şikâyet ardından iki şeyh de yargılanıp mahkûm olmuştur. 
Yaşanan bu olay kısa zaman da Türk kamuoyunu etkisi altına aldığı gibi siyaset 
yaşamını da etkisi altına almıştır. 
Bu gösterilerin zamanlama olarak Başbakan’ın Libya gezisine denk gelmesi bu 
yayınların etkisinin artmasına yol açmıştır. 20 Ekim tarihinde yine aynı yerde gösteri yaparak, Atatürk’e hakaret eden yüz civarındaki Acz-i Mendi gözaltına alınmıştır. Bu olayların 28 Şubat sürecini tetikleyen kurgulanmış olaylar olduğu, Acz-i Mendiler, Fadime Şahin, Ali Kalkancı gibi isimlerin provokasyon amaçlı kullanılmış oldukları yapılan tetkiklerde görülmüştür (TBMM, 2012, s.950). 

3.2.1.6. Susurluk olayı ve “Aydınlık için bir dakika karanlık” eylemleri 

Türkiye 28 Şubat süreci içerisine girerken, ülkede karanlık güçler iş başındaydı. 
Ülke adeta içten içe kaynıyordu (Birand, Yıldız, 2012, s.165). Özellikle ülkenin siyaset gündeminde yeni kurulan Refah-Yol Hükümeti, Başbakan Erbakan’ın siyaset ve sivil toplum kuruluşları ile olan ilişkileri ve toplumda irtica ve hassasiyet yaratan olaylar tartışılırken, tüm dikkatler hep bu yönde toplanmış iken, siyaset ve devletteki bu çıkmaz ilişki sarmalı Susurluk Olayı ile daha da farklı bir anlam ve önem kazanmış idi. 

Susurluk ilçesi, 3 Kasım 1996'dan sonra Türk siyaset tarihine mal olmuştur. 3 
Kasım 1996 akşamı saat 19.25'te 06 AC 600 plakalı Mercedes marka bir otomobil, 20 RC 721 plakalı bir kamyonla çarpışmış, aracı kullanan eski İstanbul Emniyet Müdür Yardımcısı Hüseyin Kocadağ'la birlikte, kırmızı İnterpol bülteniyle aranan ülkücü kökenli Abdullah Çatlı ve onun sevgilisi olduğu söylenen Gonca Us olay yerinde ölmüşlerdir. 

Mercedes'in plakasının (06 AC 600) Abdullah Çatlı'ya tahsis edildiğini 
çağrıştırmaktadır. Abdullah Çatlı ve sevgilisi Mehmet ve Melahat Özbay sahte 
kimliğiyle seyahat etmektedirler. Olay duyulunca Ankara'da çok sayıda işadamı, ara sıra görüştükleri Özbay'ın aslında Çatlı olduğunu öğrenmişlerdir. Dönemin İçişleri Bakanı ise Mehmet Ağar’dır. Mehmet Ağar'ın adı Susurluk Olayında kazadan sağ kurtulan kişi aracılığıyla karışmıştır. DYP Şanlıurfa Milletvekili Sedat Bucak, yaralı kurtulmuştur. 
Bucak aşireti Güneydoğu'da PKK'ya karşı devlet güvenlik güçlerinden yana saf tutmuş bir aşirettir. Mehmet Ağar'ın bu birlikteliği, suçluları güvenlik kuvvetlerine teslim etmeye götürüyorlardı diye açıklaması kamuoyunu tatmin etmemiş, daha da kızdırmıştır (Özgan, 2008, s.65). 

O dönem yaşanan pek çok olay koalisyonun RP’si kanadını, Susurluk Skandalı 
da DYP kanadını yıpratmış, üzerlerinde kamuoyu baskısı oluşturmuştur. Medyanın 
olaydan haberi olduğu andan itibaren bir Susurluk algısı yaratılmış, kaza sonrasının gerçek görüntüleri ile canlandırmalar birleştirilmiş ve ortaya çıkan mizansenler ekrandan yayınlanmaya başlanmıştır. Medyanın her geçen gün güçlendiği bu çağda, olaylar medyanın ona atfettiği kadar önemli sayılmakta ve onun verdiği isimlerle anılmaktadır. “Susurluk Skandalı’na” ismini veren medya, “polis-mafya-siyaset üçgeni” tabirini de kullanıma sokmuştur (Arikan, 2010, s.92-93). 

Bu olayın ardından, basın organlarında, “derin devlet” ve “devlet-mafya-siyaset 
üçgeni” iddiaları tartışılmaya başlanmıştır. Bu olayın içinde DYP’li bir vekilin olması, Tansu Çiller’in kazadan yaralı olarak kurtulan Sedat Bucak’ı hastanede ziyaret etmesi, ölen Abdullah Çatlı için TBMM Genel Kurulu’nda “Devlet için kurşun atan da, kurşun yiyen de bizim için şereflidir” şeklindeki sözleri, basın yayın organlarında eleştirilmiştir (TBMM, 2012, s.950-51). Bu gelişmeler ile beraber Türkiye “polis-mafya-siyaset” gündemleri ile açığa çıkan olaylarla beraber siyaset tansiyonu daha da yükselmiş, TBMM’ de ki muhalefet grupları Necmettin Erbakan ve Tansu Çiller’in devlet içerisinde ki kirli işleri açıklamaya çağırmışlardı. 
DYP ile bağlantılı kişilerin Susurluk Skandalı’nda isimlerinin geçmesi nedeniyle 
partinin bu konuyu savunarak sahiplenmesi; Parti Genel Başkanı ve Başbakan 
Yardımcısı Tansu Çiller’in kazada yaralanmış olan milletvekili Sedat Bucak’ı hastanede ziyaret etmesi, kazada ölen Abdullah Çatlı için “Devlet için kurşun atan da kurşun yiyen de bizim için şereflidir” (Akpınar, 2001, s.128) demesi koalisyonun bu kanadını yıpratmıştır. RP Genel Başkanı Necmettin Erbakan da olaya “fasa fiso” diyerek yaklaşmıştır (Donat, 1999, s.339). Kendi partisi ile doğrudan ilgisi neredeyse hiç olmayan bu olay Necmettin Erbakan’ın bu şekilde müdahil olması koalisyonu korumak amaçlı olarak algılanabilir. Erbakan ve kurduğu hükümetin çeşitli nedenlerle ters düştüğü büyük medya yapılanmaları hükümetle aralarındaki problemler nedeniyle bu ifadeleri kullanmışlar ve halkta tepki oluşturmaya çalışmışlardır (Arikan, 2010, s.93). 

Necmettin Erbakan’ın, bu gelişmeler karşısında, basında çıkan haberler için 
“fasa fiso” diyerek, olayı “medyanın abarttığını” öne sürmesi bu kez RP’nin 
eleştirilmesine neden olmuştur. Erbakan’ın koalisyon ortağını korumak için bu sözleri sarf ettiği öne sürülmüştür. 

Bu gelişmeler üzerine Tansu Çiller, skandala adı karışan İçişleri Bakanı ve eski 
Emniyet Genel Müdürü Mehmet Ağar’ın istifasını istemiştir. ANAP lideri Mesut 
Yılmaz, Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’den DDK’ın (Devlet Denetleme Kurulu) 
görevlendirilmesini istemiş; ancak Demirel “sistemin işletilmesi” gerektiğini 
söyleyerek, talebi geri çevirmiştir. Müteakip günlerde, Mesut Yılmaz, Almanya gezisi sonrası uğradığı Budapeşte’de kaldığı otelde kimliği belirsiz bir kişinin yumruklu saldırısına uğramıştır. Neticede, daha önce, Necmettin Erbakan’ın Libya gezisine ilişkin kararnameyi imzalamamasından dolayı parti içinde gerginliğe yol açan Mehmet Ağar, 8 Kasım 2006’da “Herhalde Kaddafi memnun olmuştur” diyerek istifasını sunmuş ve yerine Meral Akşener getirilmiştir. Akşener’in ilk işinin Ağar’ın imzalamadığı Erbakan’ın Libya gezisi kararnamesinin imzalanması olduğu öne sürülmüştür (TBMM, 2012, s.951). 

Susurluk Olayını araştırmak için 13 Kasım 1996’da üç ay görev yapacak olan 
“Meclis Susurluk Araştırma Komisyonu” kurulmuştur. Bu komisyonun başkanı 
Mehmet Elkatmış; “Susurluk Olayının arkasında JİTEM’in olabileceğini işaret etmiş ve Başbakanlık Teftiş Kurulu bu konu ile hazırlanan raporunun bir bölümünü devlet sırrı olduğunu” iddia etmiş ve yayımlamamıştır. 

9 Ocak 1997 tarihinde Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel ile Çankaya Köşkü'nde bir görüşme yapan Başbakan Necmettin Erbakan, Susurluk kazasıyla ilgili olarak Başbakanlık Teftiş Kurulu'nca hazırlanan raporun Süleyman Demirel’e 
sunulduğunu söylemiştir. Susurluk konusunda orduya yönelik açıklamalar yapan 
Emniyet İstihbarat Daire Başkanı Vekili Hanefi Avcı mahkeme kararıyla tutuklanmıştır (TBMM, 2012, s.951). Yaşanan bu gelişmeler üzerine Başbakan Erbakan, Genelkurmay Başkanı Orgeneral İsmail Hakkı Karadayı'yı ziyaret etmiştir. Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın 10 Ocak 1997’de düzenlemiş olduğu basın toplantısında Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun hazırlamış olduğu Susurluk Raporu hakkında bilgi vermiştir. Başbakan Necmettin Erbakan ayrıca Susurluk Dosyasını araştırmak üzere MİT’e bir rapor hazırlatmış ve bu rapor sadece mecliste grubu bulunan parti başkanlarına verilmiştir. 
Bu konuyla ilgili araştırma ve soruşturmaların ağır yürümesinden dolayı o döneme kadar Türkiye Cumhuriyeti’nin en pasif ama en etkili protestosu gerçekleşti. 
“Yurttaş Girişimi” tarafından organize edilen “ 1 dakika karanlık eylemi” hak, hukuk, demokrasi, özgürlük, zulme karşı mücadele söylemleriyle iktidara gelen RP’ne daha doğrusu bu kirli ilişkileri açığa çıkaramayan sisteme karşı düzenlenmiş ti (Aksoy, 2000, s.185). Bu eylemler İstanbul, Ankara, İzmir gibi büyük şehirlerde başlayıp tüm yurda yayılan bir eylem haline gelmişti, elinde siyasi bir gücü olmayan ve sistem karşısında her zaman ezilen kesimler bu pasif ama etkili eylem yoluna gitmişlerdir. Başbakan Erbakan bu eylemi “çocukça bir davranış” olarak nitelemiştir. Böylece devletin içine sinmiş bu çetelerle uğraşılmayacağının ilk sinyallerini vermiştir. O dönemdeki konuşması şöyledir; “Denizde damla bile değiller. Aklı başında insanlar böyle şeyler yapmaz. Bir insan hasetten yapacak bir şey bulamazsa elektriği kapatır. Birkaç nasipsiz insanın yapacağı bu tür şeylerden etkilenmeyiz. Etkilenenler zayıf insanlardır. Bunun etkisinde kalıp farfarayla bunu yaymak, aynı şekilde hata ve suçtur. 70 milyonluk Türkiye böyle fesatlarla yerinden oynamaz” (Özer, 2011, s.56). 
Bu süreçte Susurluk Skandalı ile ilişkilendirilerek ve büyük bir medya desteğini 
de arkasına alarak gerçekleştirilen eylemler düzenlenmiştir. Bunlardan en dikkat çekeni her akşam saat 21.00’de yapılmakta olan ışık açma ve kapama eylemleri olmuştur (Arıkan, 2010, s.93). Susurluk Olayı ile toplum ilk defa ciddi olarak harekete geçmiş olmakla beraber, Susurluk skandalı toplumda yaygın bir infiale sebep olmuş; skandalın üzerinin örtüldüğünü düşünen “Yurttaş Girişimi” adı verilen bir grup aydın tarafından 1-29 Şubat 1997 tarihlerinde yürütülen “Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” adlı kampanyalarla, Susurluk’ta açığa çıktığı öne sürülen “derin devlet” hedef alınmıştır. 

Ancak, Adalet Bakanı Şevket Kazan’ın bu eylemi “mum söndü” ’ye benzetmesi, başta Alevi vatandaşlarımız olmak üzere, toplumun geniş kesimlerinde infiale sebep olmuş; böylece protestolar özellikle Refah Partisi’nin aleyhine dönük kampanyaya dönüştürülmüştür (Komisyon, 2012, s.52). 
“Sürekli Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” olarak tanıtılan bu eylemle hem 
Susurluk’la açığa çıkmış gibi gösterilen “derin devlete” karşı durulmakta hem de - 
açıkça ifade edilmemekle birlikte - “siyasal İslam = karanlık” önermesi vatandaşın 
zihinlerine kodlanmaktadır. O dönem İstanbul merkezli büyük medyanın - özellikle de televizyon kanallarının ana haber bültenlerinin eylem saatinde canlı yayınla - verdiği destekle bu eylem yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Susurluk Skandalı o dönemin konjonktürüne uymamakla birlikte medya tarafından, hükümetin yanlış adımlarının da verdiği fırsatlarla, iyi şekilde kullanılmış ve kamuoyu oluşturulması na yardımcı olmuştur (Arikan, 2010, s.93). 

İstanbullu avukat Ergin Cinmen önderliğinde başlayan bağımsız yurttaşlar 
girişiminin çağrısıyla, “Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylemleri Susurluk 
kazasıyla aydınlanan devlet içindeki çeteleşmenin ortaya çıkarılıp cezalandırılma sını isteyenleri, Şubat ayı boyunca her akşam saat 21.00'da bir dakika boyunca evlerinin ışıklarını kapatarak pasif protestoya çağırmıştır. Eylem, daha başladığı gün yalnızca Susurluk'un açığa çıkarılması değil, Refah-Yol dönemindeki tüm uygulamaları protestoya dönüşmüştür (Özgan, 2008, s.66). Yapılan bu eylem ve protestoların RP ile bir ilgisi yoktur. Ancak Erbakan’ın ortağı Çiller’i koruyabilmek için eylemleri eleştirmesi askeri lojmanları da eylemlere müdahil eden ve bir anda eylemin mecrasını değiştirip tepkileri RP’ne döndüren bir gelişme halini almıştır (Opçin, 2004, s. 82). 

Özellikle Susurluk Olayı ile başlayan bu süreç “Aydınlık İçin Bir Dakika Karanlık” eylem ve protestoları ile devam etmiştir. Bu dönem içerisinde ki Refah-Yol 
Hükümeti’nin icraat ve faaliyetlerine bakacak olursak; toplumda hâsıl olan ve uzun süredir devam eden istikrarsız yönetim biçimi ve toplumsal bütünleşmenin 
sağlanamaması ve bu olumsuzlukların siyasi yaşama taşınmasını beraberinde 
getirmiştir. Bu ışıkları söndürme eylemi hiç şüphesiz ki Türkiye tarihinin ilk ve en 
büyük sivil toplum olayı olmakla birlikte tüm Türkiye’ye yayılamamıştır, genellikle 
büyük şehirlerde destek bulmuştur. 
Fakat bu hareketin tüm Türkiye’ye yayılmaması hareketin fazla abartıldığı izlenimini vermekteydi. 
Beklide Refah-Yol’ un bu eylemi pek hesaba katmamalarının nedeni de budur (Bölügiray, 1999, s.25). Bununla beraber ülkede ki siyasi istikrarsızlık ve yönetim boşluğu diğer partiler tarafından da tepkiyle karşılanmış ve toplumsal kutuplaşmaları da beraberinde getirmiştir. 
Böyle bir toplumsal gerilim ve kutuplaşmanın olması, başta Refah-Yol Hükümeti olmak üzere diğer partiler tarafından da acilen çözüm bekleyen konular arasında yerini almıştır. 

***