Gümrük Birliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Gümrük Birliği etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

26 Kasım 2019 Salı

TÜRKİYE’NİN AVRUPA BİRLİĞİ POLİTİKASI 2009 BÖLÜM 1

TÜRKİYE’NİN AVRUPA BİRLİĞİ POLİTİKASI 2009  BÖLÜM 1



Ali Resul Usul*
* Doç. Dr., Bahçeşehir Üniversitesi Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü.



TÜRK DIŞ POLİTİKASININ 2009 YILI GELİŞMELERİ

ÖNSÖZ

“Bilgi sahibi olmadan fikir sahibi olmaya” son verme konusunda üzerimize düşeni yapmak kaygısıyla serüvenine başlayan Türk Dış Politikası Yıllığı ülkemizde uluslararası ilişkiler literatüründe halen daha var olmaya devam eden büyük boşluğu doldurma konusunda katkı sunmayı amaçlamaktadır. Gelişmiş ülkelerle karşılaştırıldığında Türkiye’de, özellikle Türkçe yazılmış uluslararası ilişkiler konulu eserlerin gerek sayı ve gerekse içerik olarak ciddi eksiklikleri olduğu ilgili alanın uzmanları tarafından sürekli olarak dile getirilmektedir. 
Mevcut eserlerin nicelik olarak yetersiz olmalarının yanında uluslararası ilişkiler alanında Türkiye’nin yaşadığı en temel problem, konunun uzmanları tarafından yazılmamış, bilgi üzerine inşa edilmeyen, dayanaksız analiz ve yorumlar ile komplo teorileri ve spekülatif varsayımlardan oluşan kitapların sayısının her geçen gün artmasıdır. 

Türk Dış Politikası Yıllığı, Türkiye’nin dış politikasının değişik alanlarına ilişkin verilerin, konunun uzmanları tarafından belirli bir sistematik içerisinde ve olayların anlaşılmasını kolaylaştırıcı bir biçimde okuyucuya aktarılmasını sağlamayı hedeflemektedir. Aktarılan bu verilerin analizi konusunda okuyucuya yol gösterilmekte, ancak aktarılan bilgilerden okuyucunun kendi analizini yapmasına da fırsat tanınmaktadır. Bunun yanında, yıllığın ikinci bölümünde yer alacak olan Türk dış politikasına ilişkin bağımsız makaleler daha çok analiz ağırlıklı olacaktır.

Türkiye gibi, giderek artan bir şekilde bölgesinde önemli roller üstlenen bir ülkenin dış politikasını inceleyen düzenli bir yıllık çalışmasının bugüne kadar yapılmamış olmasının ciddi bir eksiklik olduğu düşüncesiyle 2009 yıllığıyla başlayan bu projenin sürekli olacağını, her yılın ortasında, bir önceki yıla ilişkin Türk dış politikası gelişmelerinin inceleneceği yeni bir kitabın yayınlanmasının planlandığını ifade etmek istiyoruz. Bu şekilde, Türk dış politikasına ilgi duyan okuyucuların, öğrencilerin ve araştırmacıların faydalanacağı bir çalışmanın Türk uluslararası ilişkiler literatürüne kazandırılması temel amacımızdır.

Söz konusu olan bir yıllık olduğu için, atıflar ve kaynakça konularında farklı bir yöntem izlenmiştir. Okuyucuyu sıkmamak amacıyla, yararlanılan gazetelerin ve haber ajanslarının önemli bir kısmı internetten alınmasına rağmen, internet adresleri verilmemiş, sadece haberin ismi, hangi gazete ya da haber ajansından alındığı ve haberin yayınlandığı tarih bilgileri yazılmıştır. Söz konusu haberlerin asıllarına ulaşmak isteyen okuyucuların, ilgili gazete ya da haber ajanslarının internet sitelerinden, haber başlığı ve tarihini yazmak suretiyle arama yapmaları yeterli olacaktır.

Bu kitabın ve Türk Dış Politikası Yıllığı’nın bundan sonraki sayılarının okuyucuya faydalı olmasını diliyoruz.

Burhanettin Duran
Kemal İnat
Muhittin Ataman

Giriş

Türkiye’nin, o zamanki adı ile Avrupa Ekonomik Topluluğu’na (AET), 31 Temmuz 1959 tarihinde ortaklık için yaptığı başvurudan bu yana Avrupa Birliği (AB) iç ve dış siyasetimizin gündeminde sürekli olarak var olmuştur. Bugün ise, sıkıntılı da olsa, devam eden tam üyelik sürecinin ortasındayız. Bu yazıda, Türkiye-AB ilişkilerini şümullü bir şekilde tartışmaktan ziyade 2009 yılında bu ilişkileri 
belirleyen önemli hususları temel hatları ile ele alınacaktır. 2009 yılı, genel anlamda, Türkiye-AB ilişkilerinin çok parlak olduğu bir yıl olmamıştır. 
Türkiye-AB ilişiklerini belirleyen ana faktörlerde değişiklikler ve bu ilişkilerin omurgasında yakın zamanda dönmüşümler olduğu görülmektedir. 
Bu dönüşümlerden biri de “siyasi kriterler” merkezli tartışmalardan “reel politik” eksenli tartışmalara geçiştir. 

Türkiye-AB ilişkilerini kabaca dört dönemde ele almak mümkündür. 
Buna göre, birinci safha Türkiye’nin 31 Temmuz 1959 tarihinde, Yunanistan’ı takip ederek AET’ye ortaklık anlaşması yapmak için başvurması ile başlar.1 Bu süreçte 12 Eylül 1963 Ankara Anlaşması ile Türkiye-AET ilişkilerinin temel çatısı kurulmuştur. 1 Aralık 1964 tarihinde yürürlüğü giren bu Ortaklık Anlaşması’na ilaveten 23 Kasım 1970 tarihinde Türkiye ile AET arasındaki Gümrük Birliği’ne ilişkin düzenlemeler içeren “Katma Protokol” Brüksel’de imzalanmıştır.

Bu sürecin 1986 yılına kadar devam ettiği düşüncesindeyiz. 
Buna göre, bu birinci safhada, Türkiye-AB ilişkileri genel anlamda, ticari ve ekonomik dinamikler çerçevesinde sürdürülmüştür. 
Bu süreçte, tam üyelik tartışmaları ve bu tartışmalar çerçevesinde Türkiye’deki demokrasi ve insan hakları ihlalleri tartışmalarına, istisnalar hariç, pek yer yoktur. 12 Eylül 1980 askeri darbesinden sonra 22 Ocak 1982 tarihinde Avrupa Parlamentosu’nun baskıları sonucu ilişkilerin fiili olarak dondurulması bir yana bırakılırsa, bu safhanın karakterini belirleyen hususlar, ekonomik, mali ve ticari 
ilişkiler olmuştur. Ayrıca, Yunanistan’ın AB’ye girmesi ile birlikte, AB’yi Türkiye’ye karşı kullanmak için gösterdiği olağanüstü gayret, bu gayretin getirdiği olumsuz gelişmeler ve taraflar arasındaki gerginlikler de bu zaman dilimine damgasını vuran gelişmeler olarak ifade edilebilir.2

16 Eylül 1986 tarihi ile birlikte ikinci safhadan bahsetmek mümkündür. 
Bu tarihte Türkiye-AET Ortaklık Konseyi toplanmış ve ilişkilerde bir canlanma süreci başlamıştır. Daha da önemlisi artık bu dönemde ki bu döneme Turgut Özal her türlü şekilde damgasını vurmuştur 3, Türkiye’nin AB üyeliği tartışmaları başlamış ve sonuçta da Türkiye, Başbakan Turgut Özal’ın inisiyatifi ile 14 Nisan 1987 tarihinde “Roma Antlaşması’nın 237’nci, AKÇT Antlaşması’nın 98’inci 
ve EURATOM Antlaşması’nın 205’inci maddelerine istinaden” üyelik için AB’ye, o zamanki adı ile AT’ ye başvuru yapmıştır. Bu ikinci safhadaki gelişme, 18 Aralık 1989 tarihli AB Komisyonu “Görüş” ü ve 1989 sonunda Berlin Duvarı’nın yıkılması ile Merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerinin AB’ye üye olmak için sıraya girmeleri neticesinde Türkiye’nin arzuladığı istikamette olmamıştır. Yine bu safha içinde değerlendirdiğimiz Türkiye-AB arasında 6 Mart 1995 tarihinde alınan 
“Gümrük Birliği” kararı Türkiye-AB arasında var olan temel yapıyı değiştirmeye yeterli olmamıştır. Bu safhanın içinde, 12-13 Aralık 1997’de yapılan tarihi Lüksemburg zirvesi de bulunmaktadır. Bu zirve ile birlikte, Türkiye, fiili olarak genişlemenin dışında tutulmuş; ancak diğer bütün Merkezi ve Doğu Avrupa ülkelerine şöyle ya da böyle net üyelik perspektifi sunulmuştur.4 İnsan hakları ve demokrasi gibi kavramlar Türkiye-AB ilişkilerine bu dönemde kısıtlı olarak 
da olsa girmiştir. Bu durum hem Türkiye’nin AB’ye üyelik başvurusu yapması ile Türkiye’nin genel Avrupa siyasi standartlarına uyumu meselesinin ortaya çıkması hem de AB içinde insan hakları ve demokrasi konusunun daha fazla ön plana çıkması ile izah edilebilir.5

Aralık 1999 Helsinki Zirvesi ile birlikte, Türkiye-AB ilişkileri gerçek anlamda yeni bir safhaya girmiştir. Bazı sorunlar olmasına rağmen, Türkiye’yi yönetenler, Helsinki Zirvesi kararlarını çok önemsemişler ve ilk kez AB üyeliğinin kapılarının Türkiye için açıldığına inanmaya başlamışlardır. Bu amaçla, 2000-2004 arasında Türkiye’de demokrasinin kalitesini yükseltmek, hak ve özgürlükleri AB standartlarına getirmek maksadıyla birçok reform çalışmaları yapılmıştır. 
Bütün bu reform çalışmalarının Türkiye’de demokrasi sorununu tamamı ile çözdüğünü iddia etmek zor olsa da bu konuda belli bir mesafenin AB üyeliği perspektifi ile alındığı yadsınamaz bir gerçektir.6 

Bu sürecin 17 Aralık 2004 yılının sonunda belli bir kırılmaya uğradığı 
görülmektedir. Aralık 2004 Brüksel Zirvesi ile birlikte, Türkiye müzakerelere başlama sözü almıştır. Ancak bunun yanında, müzakere sürecinin ve hedefin bulanıklaştığı görülmektedir. Sürecin “ucunun açık olduğu”, “özümseme kapasitesinin” güçlü bir şekilde vurgulandığı ve “kalıcı deragasyonların” altının çizildiği bu sürecin belli ölçüde zarara uğradığı görülmektedir. 3 Ekim 2005 tarihinde müzakerelere başlama kararının alınmasının ve 12 Haziran 2006 tarihinde de müzakerelerin fiilen başlanmasının Türkiye’nin AB üyeliği 
bağlamında çok mühim olduğu bir gerçektir. Ancak bunun yanında, 23 Ocak 2006 tarihli “Türkiye ile Katılım Ortaklığı Belgesi” de yukarıda ifade ettiğimiz tam üyelik hedefinin bulanıklaşması açısından mutlaka dikkate alınması gereken bir belgedir. 

Ayrıca, AB içinde genişleme karşıtı görüşlerin ve “İslamo-fobi” ya da “Türko-fobi” şeklinde isimlendirilen bir çeşit yabancı düşmanlığının yükselmesi, hem AB içindeki hem Türkiye’deki havayı olumsuz etkilemiştir. Sarkozy ve Merkel gibi liderlerin Türkiye’nin üyeliğini hedef alan ifadeleri de bu olumsuz havanın oluşmasına katkı sağlamıştır. Hepsinden önemlisi, aşağıda ele alınacağı üzere, Kıbrıs sorununun 11 Aralık 2006’dan itibaren bütün bir üyelik sürecini esir alması yapısal anlamda ilişkilere büyük zarar vermiştir. Dışarıdaki bu 
gelişmeler iç siyaseti de etkilemiş ve içeride AB heyecanı görece azalmaya 
başlamıştır.7

İşte böyle bir ortamda, 2009 yılının başında, Türkiye-AB ilişkilerinde belli bir ivme kazanılması amacıyla, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan ve birçok bakanın 18-20 Ocak tarihleri arasında, dört yıl aradan sonra ilk kez, Brüksel’de birçok ziyaret gerçekleştirdikleri görülmektedir. Türk heyeti, bu amaçla, Avrupa Komisyonu başkanı J. M. Barroso, AB Komisyonu Genişlemeden sorumlu üyesi Olli Rehn, Enerji’den sorumlu üyesi Andris Piebalgs, Ortak Dış ve Güvenlik 
Politikası Yüksek Temsilcisi Javier Solana ve Avrupa Parlamentosu (AP) başkanı Hans Ger Pöttering ile önemli görüşmelerde bulunmuştur.8

Benzer şekilde, Türkiye-AB ilişkilerinde ivmeyi yükseltmek maksadına matuf olarak Cumhurbaşkanı Abdullah Gül de 26 Mart’ta Brüksel’de temaslarda bulunmuştur. Bu ziyaretten sadece 3 ay sonra, Başbakan Erdoğan’ın 24-27 Haziran tarihlerinde 2009 yılı içinde Brüksel’e ikinci ziyaretini yaptığı görülmektedir.9 2009 yılından önce dört yıl Brüksel ziyaretinde bulunmayan Başbakan Erdoğan’ın 2009 yılında iki kez Brüksel’e ziyarette bulunmasını Türkiye-AB ilişkilerinde var olan durgunluğun aşılması yönünde bir faaliyet olarak değerlendirmek yanlış olmaz. Ancak bu çabaların arzu edilen neticeler 
doğurduğunu tam olarak iddia edemeyiz. 

Devam Eden Müzakereler ve Müzakere Sürecinde Durgunluk

2009 yılı itibarı ile Türkiye-AB ilişkilerine bakıldığında birkaç hususun ön plan çıktığı görülmektedir. Türkiye’nin AB üyeliği hususundaki müzakerelerin durumu, açılan veya açılamayan başlıklar ve bu başlıkların açılması sırasında Türkiye ve bazı AB ülkeleri arasında yapılan pazarlıklar ilk ele alacağımız husus olarak karşımızda durmaktadır. 

3 Ekim 2005 tarihinde resmen; 12 Eylül 2006 tarihinde de fiili olarak başlayan müzakere süreci bir süredir durgunluk içerisine girmiştir. 
31 Aralık 2009 itibarı ile Türkiye-AB arasındaki üyelik müzakere sürecinin özeti aşağıda tablolarda verilmiştir (bkz. Tablo 1ve 2).


Tablo-1 Müzakerenin (geçici olarak) tamamlandığı fasıl-2009 

Buna göre, 12 başlıkta müzakerelere başlanmış ve yalnızca bir 
başlık geçici olarak kapanmıştır. 11 Aralık 2006 tarihli AB Konseyi 
kararı ile Kıbrıs sorunu bahane gösterilerek Türkiye’nin AB süreci 
kısmen askıya alınmış ve sekiz fasılda Türkiye ile müzakerelerin 
yapılmayacağı kararı verilmişti (Tablo-3). Bu yetmezmiş gibi, alınan 
bu kararla, açılan herhangi bir fasılın Türkiye’nin Güney Kıbrıs Rum 
Yönetimi’nin (GKRY) Gümrük Birliği’ne girmesini onaylamadığı sürece 
geçici olsa dahi kapanmayacağı ilan edilmiştir.


Tablo-2 11 Aralık 2006 Kararı ile Askıya Alınan Sekiz Başlık

   Bütün bunlara ilaveten, Sarkozy yönetimindeki Fransa, hiçbir meşru neden göstermeden, tam üyeliğe giden yolda çok önemli başlıklar oldukları gerekçesi ile beş başlıkta Türkiye ile müzakereleri engelleyeceğini resmen ve defaatle ilan etmiştir. Fransa, “Kurumlar”, “Ekonomik ve Parasal Politikalar”, “Bölgesel Politika”, “Mali ve Bütçesel Hükümler”, “Tarım ve Kırsal Kalkınma” başlıklarında müzakerelerin başlamasını veto etmektedir. Böylece, 12 başlıkta fiili olarak 
müzakere etme imkânı ortadan kalkmaktadır. Ayrıca, son olarak, 7-8 Aralık 2009 tarihinde Brüksel’de yapılan AB dışişleri bakanları toplantısı sonrasında GKRY dışişleri bakanı Markos Kiprianu, yaptığı basın toplantısında, GKRY’nin altı müzakere başlığına “benchmark” (açılış kriterleri) getirdiğini duyurmuştur. Bunlar, “İşçilerin serbest dolaşımı”, “enerji”, “yargı ve temel haklar”, “adalet, özgürlük ve güvenlik”, “eğitim ve kültür”, ve “dış, güvenlik ve savunma 
politikası”dır.10 

2009 yılı ile birlikte, Çek Cumhuriyeti AB dönem başkanlığını görevini Fransa’dan devralmıştır. Fransa’nın genel olarak Türkiye’nin AB üyeliğine olan mesafeli duruşu göz önüne alındığında, Çek Cumhuriyeti’nin dönem başkanlığında müzakerelerde daha fazla ilerleme sağlanacağı ümidi genel olarak Türkiye’yi yönetenlerde mevcuttu. 

İlk başlarda, Çek Cumhuriyeti döneminde iki başlığın açılması beklenmekteydi. Bunlar “Sosyal Politika ve İstihdam” ile “Vergilendirme” idi. Hatta, AB Dönem başkanı Çek Cumhuriyeti’nin ev sahipliğinde 26 Mart 2009 tarihinde Hluboka nad Vltavou kasabasında başlayan AB Dışişleri Bakanları gayri resmi toplantısı neticesinde Türkiye’nin üyelik sürecine ilişkin bilgi veren Olli Rehn, Çek Cumhuriyeti dönem başkanlığı sırasında Türkiye ile AB arasında sosyal politika ve istihdam ile vergilendirme başlıklarının açılacağını ifade etmiştir. Avrupa Komisyonu’nun genişlemeden sorumlu Genel Müdürü Michael Leigh’in, Haziran sonunda müzakereye açılması beklenen başlıkları Ankara’da ilgili bakanlar ve üst düzey bürokratlarla görüştüğü basına yansımıştır. Ancak, “Sosyal Politika ve İstihdam” başlığının açılma ihtimali, açılış kriterleri karşılanmadığı için düştü. Bu başlıkta istenen en önemli yasal değişiklikler sendikal haklarla ilgilidir. Sendikal hakların AB standartları ve ILO Konvansiyonları ile uyumlaştırılması bu başlıkta kilit önemi taşımaktadır. “Vergilendirme” başlığıyla ilgili teknik uzlaşının sağlandığı görülmektedir. Bu başlıkta, bilindiği gibi, alkollü ürünler, ithal ürün ve ithal sigaralara ilişkin “ayrımcı vergilendirmeyi” azaltacak önlemler alınılması istenmektedir. 

Bu arada, Türkiye ile Avrupa Komisyonu arasındaki temaslarda hem Türkiye, hem de Komisyon’un açılmasını çok arzuladığı “Enerji” başlığı da ele alınmıştır. Bilindiği gibi, AB Komisyonu Türkiye ile Enerji başlığının açılmasını özellikle Nabucco hattı nedeni ile arzularken, GKRY Akdeniz’de ilan ettiği “münhasır ekonomik bölge”deki petrol aramalarının Türkiye tarafından engellediği iddiasıyla başlığın açılmasını tek başına bloke etmeyi sürdürmektedir.11 

Sonuç itibarı ile 30 Haziran 2009 tarihinde gerçekleştirilen yedinci  Hükümetler arası Konferans ile birlikte “Vergilendirme” faslında müzakerelere başlanmıştır. Bu başlığın açılması için 18 Mayıs 2009 tarihinde bir eylem planı hazırlanmış ve bu doğrultuda Türkiye’nin “Tutum Belgesi” AB Komisyonu’na gönderilmiştir. 

2009 yılı itibarı ile açılacak olan müzakere başlıkları tartışmaları Aralık ayı içinde yeniden başlamıştır. Aşağıda Kıbrıs konusunda da ele alınacağı gibi, müzakerelerin geleceği bir ölçüde AB Konseyi’nin 10-11 Aralık 2009 tarihinde yaptıkları toplantıda Kıbrıs sorununa ilişkin olarak nedeni ile Türkiye ile ilişkilerin ne şekilde yürütüleceği hususunda nasıl karar vereceği ile yakından ilişkiliydi. 

Bu Konsey’de bazılarının beklediği “felaket senaryosu” gerçekleşmemiş ve AB Konseyi, 8 Aralıkta Türkiye’nin limanlarını GKRY’ye açması yönünde  yükümlülüklerini yerine getirip getirmediği konusunun gelecek yıl ele alınacağını ilan etmiştir. Diğer bir deyişle, “kriz” ötelenmiştir. 

“Ek protokol” nedeni ile müzakerelerin tamamı ile askıya alınma ihtimali bu şekilde, en azından bir süre daha, bertaraf edilmiştir.12 

Böylece, 21 Aralık 2009 tarihinde gerçekleşen sekizinci Hükümetlerarası 
Konferans ile 27. müzakere başlığı olan “çevre” faslı müzakerelere açılmıştır. “Çevre” faslı, bilindiği gibi, en zorlu fasıllardan bir tanesidir.13 Bu faslın açılması için, yerel ve ulusal seviyede birçok planlar hazırlanmıştır. Bilhassa bu noktada müktesebata uyum için gereken mali kaynaklar hakkında detaylı çalışmaların yapıldığı anlaşılmaktadır. Hükümetin bu notada 1500 sayfalık bir strateji 
belgesini AB Komisyonu’na sunduğu bilgisi basında yer bulmuştur. 

Bu belgenin Komisyon tarafından değerlendirilmesinden sonra, Türkiye 13 Kasım 2009 tarihinde müzakere pozisyon belgesini AB Komisyonu’na sunmuş ve netice fasıl bu şekilde 21 Aralık’ta açılmıştır. 

Türkiye-AB İlişkileri Bağlamında Kıbrıs Sorunu

Kıbrıs meselesi Türkiye-AB ilişkilerini birkaç koldan belirlemeye 2009 yılında da devam etmiştir. Bilindiği gibi, AB Komisyonu 29 Kasım 2006 tarihinde çok önemli bir açıklamada bulunmuştu. Buna göre, Güney Kıbrıs Rum Yönetimi’ne limanlarını, havaalanlarını ve hava sahasını açmayan Türkiye ile Gümrük Birliğine ile ilişkin görülen sekiz fasılda müzakereye gidilmeyeceği kararına ilaveten, geri kalan 26 başlıkta ise müzakerelere başlanabileceği fakat Türkiye’nin ek protokolü tam olarak yerine getirmediği takdir de teknik olarak tamamlansa dahi fasılların kapanmayacağı kararı alınmıştır. 

Bu şekilde AB Komisyonu Türkiye’nin müzakere sürecinin tamamlanmasını ek protokolün uygulanmasına ve Kıbrıs meselesinin çözümüne bağlamış 
bulunmaktadır. Tavsiye niteliğindeki bu karar 11 Aralık 2006 tarihinde AB Konseyi tarafından onaylandı. Son olarak 15 Aralık tarihinde AB liderler zirvesinde AB Konseyi’nin almış olduğu bu karar bir kez daha teyit edilmiştir. 

AB bu kararı ile bir taraftan Türkiye’yi cezalandırırken, diğer taraftan da Türkiye’nin müzakere sürecinden ve AB limanından ayrılmasına engel olmaya gayret etmiştir. Bu nedenle, Komisyon 26 alanda fasılların açılmasını engellemeyerek sürecin devamını sağlamaya çalışmaktadır. Bununla birlikte, bu kararla 1999’da başlayan ve 2002’den sonra hız kazan AB tılsımı darbe yemiştir. 

Kıbrıs konusu ile ilgili olan bir diğer husus da Doğrudan Ticaret Tüzüğü’nün (DTT) bir an önce uygulamaya geçmesi ve KKTC’nin izolasyonlar konusunda nispeten rahatlaması konusudur. Bilindiği gibi DTT meselesi 22 Ocak 2007’de AB Konseyi’nin gündemine gelmiş ve bu konuda ileride bir düzenleme yapılması ihtiyacı muğlâk bir şekilde de olsa ifade edilmişti. Ancak bu konuda 2009 yılında kamuoyuna yansıyan somut bir ilerleme olmamıştır. Ayrıca, AB Komisyonu, 
2006-2011 yılları için Kuzey Kıbrıs’a 259 milyon Avro tutarında yardım yapma sözünü tam olarak yerine getirmemiştir. Bu konuda, 8 Temmuz 2009 tarihinde AB Komisyonu yardıma ilişkin 2008 yılı raporunu açıklamıştır. GKRY’nin yardımların etkin bir şekilde kullanılması noktasında, engelleyici bir tavırda olduğu görülmektedir.

Talat-Hristofyas Görüşmeleri

Kıbrıs sorununun çözümü noktasında KKTC lideri Mehmet Ali Talat ile GKRY lideri Dimitris Hristofyas’ın BM Genel Sekreteri Kıbrıs Özel Temsilcileri ile birlikte yaptıkları görüşmeler 2009 yılında umut verici olmuştur. 2009 yılı için, ilk görüşme 28 Ocak tarihinde yapılmıştır. 17. toplantı olarak kayıtlara geçen bu zirvede mülkiyet konusunun temelde ele alındığı basına yansımıştır. Aynı şekilde, 4, 12, 25 Şubat; 5, 11, 17, 24 Mart; 10, 21 Nisan; 5, 14, 21, 28 Mayıs; 
3, 15, 26 Haziran; 2, 17, 23, 30 Temmuz ve 6 Ağustos tarihlerinde liderler 
arasında ikili görüşmeler yapıldı. Kırkıncı zirve olan 6 Ağustos tarihli buluşma ile birlikte, müzakerelerin ilk turu tamamlanmış oldu. Basına yansıdığı kadarı ile liderler, “yönetim ve güç paylaşımı” başlığı altında “göç”, “vatandaşlık”, “yabancılar” ve “sığınma” konularında müzakerelerde bulundular. Ayrıca, bu toplantılarda “ekonomi” başlığı altındaki hususlarda da görüş alış verişinin olduğu da basında yer almıştır. 

Talat ile Hristofyas arasındaki görüşmelerin ikinci turu 10 Eylül 2009 tarihinde başlamıştır. İkinci turun ilk görüşmesinde “yönetim ve güç paylaşımı” ve “yürütme” başlıklarının ele alındığı bilgisi ilan edilmiştir. Bu görüşmelerin 57’incisi 9 Aralık tarihinde gerçekleşmiştir. Görüşmelerde “ekonomi”, “yönetim ve güç paylaşımı”, “federal yürütme” ve “dış ilişkiler” konularında kritik konuların ele alındığı basına yansımıştır. Ancak bu görüşmelerin mahiyeti hakkında 
kapsamlı bilgiler kamuoyu ile paylaşılmadığından, görüşmeler hakkında 
detaylı bilgilere sahip değiliz. Aynı şekilde, “çözüm” noktasında ne ölçüde “yol” alındığı da gene aynı nedenden dolayı kamuoyunun bilgisi dâhilinde değildir. 14 

2. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***

25 Kasım 2019 Pazartesi

EKONOMİK KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA DİPLOMASİ: TÜRKİYE’NİN YENİ DIŞ POLİTİKASI VE REKABET DEVLETİ, BÖLÜM 5

EKONOMİK KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA DİPLOMASİ: TÜRKİYE’NİN YENİ DIŞ POLİTİKASI VE REKABET DEVLETİ, BÖLÜM 5



     Ancak bölgesel liderlik ve küresel oyunculuk ideallerine sahip bir ülkenin yönetici elitleri ile girişimci elitleri arasında asgari bir hedef birliğinin ve güçlü bir koordinasyonun bulunması şarttır. Özellikle yukarıda vurguladığımız yüksek teknoloji ve katma değer gerektiren sektörlerde hızlı sıçramalar için yapılması gereken dev yatırımlar kamu sektörünün öncelikleri ile özel sektörün yoğunlaşma alanlarının stratejik biçimde uyumlaştırılmasını gerektirmektedir. Tarihsel pekçok örneğin gösterdiği gibi sanayi toplumundan sanayi-sonrası 
ya da bilgi toplumuna geçiş için gerekli yatırımların çoğu büyük çaplı 
sermaye tarafından yapılacak koordineli yatırımları ve kamu-özel sektör işbirliklerini gerektirmektedir.63

Sonuç 

Bu çalışma, ekonomik küreselleşme süreçlerinin siyasi yapıları dönüştürücü etkileri üzerinde yoğunlaşan “rekabet devleti” literatürünün temel önermelerinden yola çıkarak küresel ekonomi politikte ve Türkiye’nin sosyoekonomik yapısında son çeyrek yüzyılda gerçekleşen değişimleri makroekonomik yönetişim-dış politika ekseninde anlamlandırmak amacı ile kaleme alınmıştır. Bu bağlamda siyaset bilimi ve kalkınma çalışmaları alanlarının en karmaşık ve tartışmalı sorunsalı olan “devletin dönüşümü” konusunda formüle edilen başlıca kuramsal modellerden birini temsil eden “rekabet devleti” 
yaklaşımı üzerinde yoğunlaşılmış ve Türkiye’nin gerek sosyoekonomik 
yapılar gerekse dış politika yapımı alanlarındaki değişim tecrübesi bu kuramsal çerçeve ışığında yorumlanmıştır. Metodolojik tutarlılık açısından önce “rekabet devleti” kavramı merkezinde oluşturulan kuramsal çerçevenin ana parametreleri sunulmuş, ardından Türkiye’nin 1980 sonrası tecrübe ettiği iki kuşak neoliberal dönüşüm hareketleri ve bu hareketlere eşlik eden dış politika oryantasyonları 
mercek altına alınmıştır.

Hiç şüphe yok ki, daha çok küresel ekonomi politik vurgusu içeren “rekabet devleti” yazınından istifade ederek ekonomi-dış politika merkezli bir analiz sunmak, konvansiyonel uluslararası ilişkiler çalışmalarını aşan disiplinlerarası bir çabayı gerekli kılmaktadır. 
Bu bağlamda, dış politika vurgusu kaybedilmeden “rekabet devleti” yazarları tarafından ekonomik küreselleşme süreçleri bağlamında vurgulanan dört temel politika kayması Türkiye örneği üzerinde ayrıntılı olarak incelenmiştir. Bunlardan enflasyonist müdahalecilikten sürdürülebilir büyümeye geçiş; makroekonomik yönetişimden mikroekonomik yönetişime geçiş; kapsamlı müdahalecilikten stratejik hedeflemeye geçiş; ve sosyal refah politikalarından girişimcilik 
ve verimliliğe geçiş süreçlerine ek olarak jeostrateji ve ulusal güvenlik 
eksenli dış politikadan ekonomik karşılıklı bağımlılığa ve rekabetçiliğe 
geçiş eğilimleri de kuramsal çerçeveye eklenmiştir. Ardından dördü ağırlıklı olarak ekonomik, biri ise politik karakterde olan bu politika değişimleri açısından Türkiye’nin ne ölçüde küresel vizyonlu bir “rekabet devleti”ne dönüşebildiği sorusu tartışılmış ve son dönem Türk dış politikasındaki açılımlar da spesifik olarak uluslararası ekonomik rekabet bağlamında masaya yatırılmıştır. 

Yapılan değerlendirme sonucunda Türkiye’nin 2002 yılından bu yana gerek sosyoekonomik alanda yaşadığı yapısal dönüşüm, gerekse dış politika formülasyonu ve uygulaması bağlamında ulaştığı dinamizmin ulusal ekonomi politik alanda kriz parametrelerini engelleyen bir “düzenleyici devlet”in büyük ölçüde yerleşmesini sağladığı, ancak küresel rekabet odaklı bir “rekabet devleti”nin henüz oluşum sürecinin ilk aşamalarında olduğu vurgulanmıştır. Türkiye’nin BRIC ülkeleri ve Doğu Asya kaplanları ile mukayese edildiğinde ekonomik sektörler arasında stratejik tercihler yaparak bu tercihler üzerinden 
koordineli sosyal, ekonomik ve dış politika yaklaşımları formüle etme noktasında henüz yeterince güçlenmediğine işaret edilmiştir. Uzun süreli IMF programlarının kalıcı etkileri sebebi ile makroekonomik politikalarda önceliğin enflasyonun kontrol altında tutulması ve istikrarın korunması hedeflerine verildiği, özellikle yeni teknolojilerde iddialı hedeflerin başarılmasına yönelik sistematik çalışmaların ise yetersiz kaldığı dile getirilmiş, uluslararası rekabet eksenli 
bir sanayi-teknoloji politikasının acilen hayata geçirilmesinin gereği vurgulanmıştır. 

Makroekonomik politikalar ile dış politika yapımı arasındaki koordinasyon 
açısından Davutoğlu dönemi dış politikasının makroekonomi yönetimindeki genel perspektif ve açılımları yakından takip ettiği, hatta zaman zaman bu açılımların önüne geçerek ekonomik karar alıcılara yön gösteren bir nitelik kazandığı dile getirilmiştir. Bu bağlamda, komşu ülkelerden başlatılarak geniş bir platforma yayılan vize kaldırma düzenlemeleri, serbest ticaret anlaşmaları, teknik 
ve insani yardım anlaşmaları ile enerji boru hattı projelerinin ekonomik  dinamizm yaratan dış politika unsurları olarak altları çizilmiştir. 

Ancak kritik bir nokta olarak, “ritmik diplomasi” ve çok yönlü dış politika açılımları ile başarılan yeni pazar açılımlarının özellikle küçük ve orta boy ticari işletmelere yeni operasyonel alanlar yaratılması metodu ile ilerlediğine ve henüz Türkiye’nin küresel entegrasyonuna rengini verecek sektörel öncelikler ve potansiyel yatırım alanları konusunda bir netliğin bulunmadığına da dikkat çekilmiştir. 
Bu bağlamda, dış politika aktörlerinin destekleyici rollerinin yanında 
makro ekonomik karar alıcıların ve Türk ekonomisine yön veren büyük çaplı sanayici ve işadamı gruplarının işbirliği ile yerel ve bölgesel kalkınma ile bölgesel ve küresel ekonomik entegrasyon vizyonlarının entegre edilmesi gerektiği ortaya konmuştur.

Ayrıca küresel ekonomi politikte başat eğilimler uyarınca makroekonomik 
yönetişimden mikroekonomik yönetişim ve küresel entegrasyona yönelen “rekabet devleti” yapılanmalarının, dış politika aktörlerini ister istemez ekonomik süreçlerin ve rekabet avantajı arayışlarının içerisine giderek daha fazla çektikleri fikri de çalışmada vurgulanan temel önermelerden biridir. Sadece klasik devletlerarası ekonomik ilişkiler ve ticaret hacminin arttırılması noktasında değil, yeni yatırım alanlarının ve ortaklık fırsatlarının keşfedilmesinde, yabancı 
yatırımcıların ülkeye kanalize edilmesinde ve gerek akademisyenler ile araştırmacılar, gerekse piyasa aktörleri bazında geriye beyin göçünün hızlandırılmasında Hariciye mensuplarının önümüzdeki dönemde daha aktif görev yapmak durumunda kalacaklarına işaret edilmiştir. Bu bağlamda, Türk devlet geleneğinin başat unsurları ve Soğuk Savaş alışkanlıklarının da etkisiyle genelde siyasi, jeostratejik ve askeri etkinlik faktörleri üzerinden oluşturulan dış politika kurgusunun ve uygulama araçlarının tedricen ekonomik ve teknolojik 
üstünlük ögelerine doğru kaymak durumunda oldukları belirtilmiş, buna paralel olarak nitelikli insan gücü ve uzman kadro ihtiyacının da hızla artmakta olduğu ifade edilmiştir. 

Küresel yönetişim perspektifinden yapılan değerlendirmelerde ise Davutoğlu döneminde bölgesel kriz alanlarına özerk biçimde müdahale, komşularla maksimum işbirliği ve küresel platformlarda aktif temsil prensipleri üzerinden yürütülen yeni dış politika paradigmasının IMF, Dünya Bankası ve Dünya Ticaret Örgütü gibi küresel ekonomik yönetişim platformlarına da yansıtılmasının gereği 
üzerinde durulmuştur. Önümüzdeki dönem ekonomik diplomasisi açısından bu bağlamda iki operasyonel düzlem oluşacağını söylemek mümkündür. Birinci düzlem, küresel yönetişimin siyasal nitelikli kurumlarında daha fazla söz sahibi olmaya başlayan Türkiye’nin, ekonomik nitelikli kurumlar nezdinde de “oyun kurucu” bir karakter kazanarak bu kurumların operasyonel prensipleri, temsil ilkeleri, siyasi meşruiyetleri ve reforme edilmeleri konularında daha etkin 
rol oynayabilmesidir.64 İkinci düzlem ise Türkiye’nin ve Türk girişimcilerinin 
stratejik sektörlerde sahip olabilecekleri uluslararası rekabet avantajının korunması ve arttırılması yönünde proaktif ekonomik diplomasi girişimlerinin, ekonomi ve dışişleri bürokrasisi ile girişimci örgütlerinin işbirliği içerisinde uygulanabilmesidir. Özellikle bu ikinci düzlem bağlamında çalışma boyunca vurgulanan önemli bir husus, sanayileşmiş ülkeler ve yükselen piyasa ekonomilerinin, görünüşte liberal ilkeler üzerine kurulu dünya ticaret rejimindeki korumacılık karşıtı kısıtlamaları “tarife dışı engeller” uygulayarak 
aştıkları ve kendileri açısından stratejik önem taşıyan ekonomik sektörlerini pekçok farklı tedbiri içeren “yeni-korumacılık” yöntemleri ile geliştirmeye çalıştıklarıdır. 

ABD, AB, Japonya, BRIC ülkeleri ve yükselen ekonomiler arasında yeni teknolojilerde üstünlük, araştırma-geliştirme, proje takibi, kamu alımları ile nitelikli yerli girişimcileri destekleme gibi taktikler üzerinde olanca şiddetiyle bir “ekonomik mücadele”nin sürdüğü günümüzde Türkiye gibi büyük küresel idealleri olan bir ülkenin sınaî-teknolojik gelişim alanlarında dışa bağımlılığı dayatan naiflik derecesinde “liberal” bir tavrı sürdürmesi mümkün değildir.65 Daha önce de vurgulandığı gibi, siyasi-ideolojik duruşları gereği Türkiye’nin geleneksel devlet elitleri ve sol siyasi hareketleri eski tarz merkantilizmi 
savunarak yeni küresel rekabetin dinamik ruhuna yabancı kalmışlar; 
merkez sağ hareketler ise ekonomik aktivitelerin stratejik bir bakışla regüle edilmesini bir tür müdahalecilik olarak algılayıp para, maliye ve ticaret politikalarının sınaî-teknolojik gelişim perspektifinde dizayn edilmesinden genelde uzak durmuşlardır. Bu bağlamda, klasik neo liberal paradigmanın sınırlarını Türkiye’nin reel ihtiyaçları çerçevesinde zorlayan ve IMF ile kredi ilişkilerini keserek daha özerk bir politika belirleme ortamına doğru yelken açan AK Parti iktidarının önünde bu açıdan ciddi bir fırsat penceresinin bulunduğu belirtilebilir. Ulusal plandaki siyasi ve makroekonomik istikrar ile Davutoğlu 
imzalı dinamik dış politika yaklaşımının sürdürülebilir temellere oturtulması açısından da, kamusal ve diplomatik aktörlerin küresel vizyona sahip girişimcilerle işbirliği içerisinde bölgesel kalkınmadan yeni teknolojilerde küresel rekabetçiliğe uzanan sistematik bir makroekonomi-dış politika çerçevesine ihtiyaç vardır. Coğrafi muhayyilesindeki yapay sınırları kaldırarak potansiyelinin farkına varan Türkiye’nin dış politika ve ekonomi yapımcılarının önünde 
duran meydan okuma, bu potansiyelin küresel ekonomi politikteki cari rekabet alanları üzerinden realize edilmesini sağlamaktır.

DİPNOTLAR;

1 Ziya Öniş, “Turkey and the Middle East After September 11: The Importance of the EU Dimension”, Turkish Policy Quarterly, Cilt 2, No 4, 2003; 
Mustafa Aydın ve Sinem Açıkmeşe, “Europeanization through EU Conditionality: Understanding the New Era in Turkish Foreign Policy”, Journal of 
Southeastern European and Black Sea Studies, Cilt 9, No 3, 2007; Fuat Keyman ve Senem Aydın, “European Integration and the Transformation 
of Turkish Democracy”, CEPS, EU-Turkey Working Papers, No 2, 2004; 
2 Ümit Cizre, “Demythologizing the National Security Concept: The Case of Turkey”, Middle East Journal, Cilt 57, No 2, 2003; Yücel Bozdağlıoğlu, 
 Turkish Foreign Policy and Turkish Identity: A Constructivist Approach, Londra, Routledge, 2003; Zeynep Dağı, “Ulusal Kimliğin İnşası ve Dış Politika”, 
Demokrasi Platformu, Cilt 2, No 5, 2005; Bahar Rumelili, “Transforming Conflicts on EU Borders: The Case of Greek-Turkish Relations”, 
Journal of Common Market Studies, Cilt 45, No 1, 2007;; Pınar Bilgin, “Turkey’s Changing Security Discourse: The Challenges of Globalization”, 
European Journal of Political Research, Cilt 4, No 1, 2005. 
3 Burhanettin Duran, “JDP and Foreign Policy as an Agent of Transformation”, Hakan Yavuz (der.) The Emergence of a New Turkey: 
Democracy and the AK Parti, Salt Lake City, University of Utah Press; Meliha Benli Altunışık, “Worldviews and Turkish Foreign Policy in the Middle East”, 
 New Perspectives on Turkey, No 40, İlkbahar 2009. 
4 Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, İstanbul, Küre, 2001; Ali Karaosmanoğlu, “The Evolution of the National Security Culture and the Military in Turkey”, 
Journal of International Affairs, Cilt 54, No 1, 2000; Sabri Sayarı, “Turkish Foreign Policy in the Post-Cold War Era”, Journal of International Affairs, 
Cilt 54, No 1, 2000. 
5 Tarık Oğuzlu, “Soft Power in Turkish Foreign Policy”, Australian Journal of International Affairs, Cilt 61, No 1, 2007; Cengiz Çandar, 
 “Turkey’s Soft Power Strategy: A New Vision for a Multipolar World”, SETA Analiz, No 38, 2009, Ankara, SETA.
6 Bkz. Richard Rosecrance, The Rise of the Trading State: Commerce and Conquest in the Modern World, New York, Basic Books, 1986. 
7 Ziya Öniş ve Fikret Şenses, “Global Dynamics, Domestic Coalitions and a Reactive State: Major Policy Shifts in Post-War Turkish Economic Development”, 
   METU Studies in Development, Cilt 34, 2007, s. 251-286.
8 Richard Rosecrance, “The Rise of the Virtual State”, Foreign Affairs, Cilt 75, No 4, 1999, s. 45-62.
9 Bkz. Policy Studies dergisinin “Rekabet Devleti” Özel Sayısı, Cilt 31, No 1, Ocak 2010. 
10 1980’ler ve 90’lar boyunca siyaset teorisi, uluslararası ekonomi politik ve kalkınma çalışmaları alanlarından pek çok nitelikli katkı ile kristalize olan 
“kalkınmacı devlet” yaklaşımı Chalmers Johnson’ın Japonya’nın sanayileşme tecrübesini incelediği meşhur eseri ve onu takip eden önemli ampirik çalışmalar 
 ile desteklenmiştir. Johnson’ın çalışması için bkz. Chalmers Johnson, MITI and the Japanese Miracle: The Growth of Industrial Policy, 1925-75, Stanford, 
 Stanford University Press, 1982; bu konudaki daha güncel bir derleme için bkz. Meredith Woo-Cumings (der.), The Developmental State, Ithaca, Cornell University Press, 1999.
11 Bkz. Susan Soederberg, “The Mexican Competition State and the Paradoxes of the Managed Neoliberal Development, Policy Studies, Cilt 31, No 1, s. 77-94.
12 Bkz. yazarın aşağıdaki eserleri: Philip G. Cerny, The Changing Architecture of Politics: Structure, Agency and the Future of the State, Londra, Sage, 1990; 
 “Paradoxes of the Competition State: Dynamics of Political Globalization”, Government and Opposition, Cilt 32, No 2, 1997, s. 251-274; “Globalization and  the Restructuring of the Political Arena: Paradoxes of the Competition State”, Randall Germain (der.) Globalization and Its Critics, Londra, Macmillan; 
“Political Globalization and the Competition State”, Richard Stubbs ve Geoffrey Underhill (der.), The Political Economy of the Changing Global Order, 
 Oxford, Oxford University Press, 2005; “The Competition State Today: From raison d’Ètat to raison du Monde”, Policy Studies, Cilt 31, No 1, 2010, s. 5-21.
13 Philip G. Cerny ve Mark Evans, “Globalization and Public Policy under New Labour”, Policy Studies, Cilt 25, No 1, 2004, s. 51-65. 
14 Philip G. Cerny, “The Infrastructure of the Infrastructure? Toward Embedded Financial Orthodoxy in the International Political Economy”, Ronen Palan 
ve Barry Gills (der.) Transcending the State-Global Divide: A Neostructuralist Agenda in International Relations, Boulder, Lynne Rienner, 1994, s. 223-249. 
15 Cerny, “Paradoxes of the Competition State”, s. 254.
16 Cerny ve Evans, “Globalization and Public Policy under New Labor”, s. 55.
17 Age., s. 60.
18 Şevket Pamuk, “Economic Change in Twentieth Century Turkey: Is the Glass More Than Half Full?”, Reşat Kasaba (der.), Turkey in the Modern World,  Cambridge, Cambridge University Press, 2007. 
19 Türkiye’nin Birinci Dünya Savaşı öncesi dönemden bu güne kadar temel ekonomik ve insani kalkınma göstergeleri hakkında detaylı bilgi için bkz. Pamuk (2007), Tablo 10.1. Tabloda adı geçen dönemde kişi başına düşen milli gelirin beş kat arttığı, ortalama yaşam beklentisinin neredeyse iki katına çıktığı, okuma yazma  oranlarının ise yüzde 10’lardan yüzde 90’lara çıkmış olduğu görülmektedir. 
20 Son dönemde uluslararası ekonomik kuruluşlar ve iş çevreleri Türkiye’nin ekonomik hacmindeki büyümeden övgüyle bahsederek dünyanın 17. büyük ekonomisi haline gelmesine sıkça dikkat çekmektedirler. Ancak ideal bir kalkınma performansının makro ekonomik büyüklükler ile sosyal ve insani kalkınma parametrelerinde paralel bir gelişmeye bağlı olduğu düşünüldüğünde Türkiye’nin insani kalkınma açığı dikkat çekmektedir. 2006 yılındaki verilere göre Türkiye’nin Birleşmiş Milletler İnsani Kalkınma endeksi’ndeki konumu kendisiyle benzer kalkınmışlık düzeyindeki pek çok Asya ve Latin Amerika ülkesinin oldukça gerisinde ve 84. sıradadır (Bkz. UNDP, Human Development Report 2007, New York, UN. 
21 Farklı periyotlardaki devletçilik uygulamalarına dair ekonomi politik analizler için bkz. Korkut Boratav, Türkiye’de Devletçilik, Ankara, Savaş Yayınevi, 1982; 
Yahya Tezel, Cumhuriyet Döneminin İktisadi Tarihi, Ankara, Yurt Yayınevi, 1982; Yakup Kepenek ve Nurhan Yentürk, Türkiye Ekonomisi, İstanbul, 
Remzi Kitabevi, 2009. 
22 Nobel ekonomi ödülü sahibi Hollanda asıllı Amerikalı ekonomist Jan Tinbergen Devlet Planlama Teşkilatı’nın kuruluşu aşamasında önemli bir rol oynamıştır. 
23 Türkiye’deki ithal ikameci sanayileşme stratejisinin farklı açılardan ele alan analizler için bkz. METU Studies in Development, Special Issue, “Twenty Years 
 of Planned Development in Turkey, 1960-1980”, Ankara, METU, 1981; Çağlar Keyder, State and Class in Turkey: A Study in Capitalist Development, London, 
Verso, 1987; Atilla Eralp, “The Politics of Turkey’s Development Strategies”, Andrew Finkel ve Nükhet Sirman (der.), Turkish State, Turkish Society, Londra, 
Routledge, 1990; Henri Barkey, The State and the Industrialization Crisis in Turkey, Boulder, Westview Press, 1990; Sadık Ünay, Neoliberal Globalization and Institutional Reform: The Political Economy of Development Planning 
in Turkey, New York: Nova Publishers, 2006. 
24 Türkiye ekonomi politiğindeki değişim ve devamlılık dinamikleri için bkz. Pamuk “Economic Change in Twentieth Century Turkey”, 2007; Öniş ve Şenses “Global Dynamics, 
Domestic Coalitions and a Reactive State”, 2007. 
25 Türkiye’deki ilk kuşak neoliberal dönüşüm tecrübesi ile Turgut Özal’ın kişiselleştirilmiş politika yapım tarzı için bkz. Ziya Öniş, “Turgut Özal and His Economic Legacy: Turkish 
Neoliberalism in Critical Perspective”, Middle Eastern Studies, Cilt 40, No 4, 2004. 
26 Bkz. Ahmet Ertuğrul ve Faruk Selçuk, “A Brief Account of the Turkish Economy”, Russian and East European Finance and Trade, Cilt 37, No 6, 2001.
27 Ziya Öniş ve James Riedel, Economic Crises and Long-Term Growth in Turkey, Washington DC, World Bank, 1993.
28 Washington’da Dünya Bankası Başkan Yardımcılığı görevini yürütmekte olan Kemal Derviş’in partilerüstü ve süper yetkilerle donatılmış bir ekonomi 
 bakanı olarak atanması kararı 1999 yılında işbaşında bulunan üçlü koalisyonun dış finansman akışını ne pahasına olursa olsun devam ettirmek adına 
 aldıkları olağanüstü bir karardı. Kendi adına Derviş, gelişmekte olan ekonomilerdeki tecrübelerine dayanarak o döneme kadar ertelenen kurumsal 
reformların hayata geçirilmesi, özellikle de mali disiplinin sağlanması ve finansal sektörün etkin denetimi bağlamında önemli adımların atılmasına ön ayak oldu. 
 Her ne kadar teknik alandaki başarısını aynı etkinlikle siyasi alana taşıyarak “ikinci bir Özal” olma becerisi gösteremese de, Derviş’in çizdiği makroekonomik 
yönetişim ve denetim çerçevesi özellikle AKP iktidarının ilk yıllarında ekonomik istikrarın IMF ile işbirliği içerisinde muhafaza edilmesini kolaylaştırıcı bir 
 etkide bulunmuştur. 
29 TÜSİAD merkezli İstanbul sermayesinin Davutoğlu dönemi dış politikasındaki konumu ile ilgili olarak bkz. Sadık Ünay, “Patronlar Yeni Dış Politikanın Neresinde?”,  Anlayış, No 81, Şubat 2010.
30 Kalkınma, küresel ekonomi politik ve uluslararası ilişkiler yazınlarında artan bir sıklıkla kullanılan BRIC terimi; Brezilya, Rusya, Hindistan ve Çin başta olmak   üzere yükselen ekonomilere işaret etmektedir. 
31 Örneğin Dışişleri Bakanlığı ile Dış Ticaret Müsteşarlığı arasında üst yöneticiler ve prensipler bazında bir işbirliği olmakla birlikte, dış ticaretle uğraşan 
girişimcilerin ihtiyaçlarına odaklanan, kurumsal ve sınırları net çizilmiş bir işbirliği çerçevesinin oluşturulmasına ihtiyaç vardır. 
32 Örneğin Merkez Bankası sadece ekonomik istikrar ve düşük enflasyon hedeflerine yoğunlaşırken, sanayi ve reel sektör ile ilgili kurum ve kuruluşlar daha çok üretim, istihdam ve ihracat konuları ile ilgilenmektedirler. Yerel-bölgesel kalkınma ile dış ticaret ilişkisinin de daha sistematik biçimde kurulması gereklidir. 
33 Nitekim Ümit Boyner’in TÜSİAD Genel Başkanlığı’na seçildiği son genel kurulda dernek üyeleri arasında derneğin siyasi ve ekonomik gücünün hızla erozyona uğradığı yönünde görüşlerin dile getirildiği ve hararetli tartışmaların yapıldığı basına yansımıştır. Elbette TÜSİAD çevrelerince dile getirilen endişelerin Türk ekonomisi içerisinde hâlihazırda sahip oldukları hacimsel büyüklükten ziyade siyasi-sosyal ağırlıklarındaki görece aşınma ve geleceğe dönük genişleme  planları ile ilgili olduğu söylenebilir. 
34 Cerny ve Evans, “Globalization and Public Policy under New Labor”, 2004, s. 65. 
35 Cerny, “Paradoxes of the Competition State”, 1997. 
36 1980’lere kadar görülen popülist sarmallar için bkz. Öniş ve Riedel, Economic Crises and Long-Term Growth in Turkey, 1993. 
37 Emre Alper, Ziya Öniş, “Financial Globalization, the Democratic Deficit and Recurrent Crises in Emerging Markets: The Turkish Experience in the Aftermath of Capital Account 
Liberalization”, Emerging Markets Finance and Trade, Cilt 39, No 3, 2003, s. 10. 
38 Dani Rodrik, “Premature Liberalization, Incomplete Stabilization: The Özal Decade in Turkey”, Michael Bruno et al., Lessons of Economic Stabilization and Its Aftermath, 
Cambridge, MIT Press, 1991. 
39 Cerny, “Paradoxes of the Competition State”, 1997.
40 Caner Bakır, Ziya Öniş, “The Emergence of the Regulatory State: The Political Economy of Turkish Banking Reforms in the Age of Post-Washington Consensus”, Development and 
Change, Cilt 41, No 1, s. 77-106. 
41 Örneğin Türkiye’nin imalat sanayii ihracatına yön veren önemli sektörlerden makine sektöründe yapılan ihracatın her kg için parasal değeri 4.6 dolar civarındayken bu rakamın Japon makine sanayi ihracatında 100 dolar dolayında olması teknolojik gelişme ve katma-değer üretimi noktasında daha alınacak çok mesafe olduğunu göstermektedir. (Türkiye İhraatçılar Meclisi-TİM, Makine İhracatçıları Grubu Başkanı Adnan Dalgakıran ile röportaj). 
42 Cerny, “Paradoxes of the Competition State”, 1997.
43 Lester Thurow, The Future of Capitalism: How Today’s Economic Forces Shape Tomorrow’s World, New York, Penguin, 1996. 
44 Bkz. Ulrike Schaede ve William Grimes (der.) Japan’s Managed Globalization, New York, M.E. Sharpe, 2003; Alice Amsden ve Wan-Wen Chu, 
 Beyond Late Development, Cambridge, MIT Press, 2003; Linda Weiss, “Bringing Domestic Institutions Back In”, Linda Weiss (der.), States in the Global Economy, Cambridge: Cambridge University Press, 2003; Saadia M. Pekkanen, Picking Winners? From Technology Catch-up to the Space Race in Japan, Stanford, Stanford University Press, 2003; Linda Weiss ve Elizabeth Thurbon, “The Business of Buying American: Government Procurement as Trade Strategy in the United States’, Review of International Political Economy, Cilt 13, No 5, 2006, ss. 701–724.
45 Takeo Hiranuma, “Six Strategies for Greater Competitiveness”, Ministry of Economy, Trade and Industry, 41 st OECD Ministerial Council, 15 May 2002, Tokyo.
46 Weiss ve Thurbon, 2006, s. 701–724.
47 Karşılaştırmalı net rakamlar için bkz. Dünya Bankası, World Development Report 2007, Washington DC: World Bank. 
48 Bkz. Ziya Öniş ve Fuat Keyman, “A New Path Emerges”, Journal of Democracy, Cilt 14, No 2, 2003.
49 Raimo Väyrynen, “Global Interdependence or the European Fortress? Technology Policies in Perspective”, Research Policy, Cilt 27, No 4, 1998, s. 1–11.
50 Weiss ve Thurbon, 2006, s. 710. 
51 William Hale, “Economic Issues in Turkish Policy”, Alan Makovsky ve Sabri Sayarı, Turkey’s New World: Changing Dynamics in Turkish Foreign Policy, 
Washington, Near East Policy.
52 Mine Eder, “The Challenge of Globalization and Turkey’s Changing Political Economy”, Barry Rubin ve Kemal Kirişçi (der.), Turkey in World Politics:  An Emerging Multiregional Power, Boulder, Lynne Rienner, 2001, s. 207. 
53 Mustafa Aydın, “Twenty Years Before, Twenty Years After: Turkish Foreign Policy at the Threshold of the 21st Century”, Tareq Ismael ve Mustafa Aydın (der.) Turkey’s Foreign Policy in the New Century: A Changing Role in World Politics, Aldershot, Ashgate, 2003, s. 12-20. 
54 Kemal Kirişçi, “A Friendlier Schengen System as a Tool of ‘Soft Power’: The Experience of Turkey”, European Journal of Migration and Law, Cilt 7, No 4, s. 352. 
55 Richard Rosecrance, The Rise of the Trading State, 1986. 
56 Kemal Kirişçi, “The Transformation of Turkish Foreign Policy: The Rise of the Trading State”, New Perspectives on Turkey, No 40, 2009, s. 29-56. 
57 Türkiye İstatistik Kurumu, www.tuik.gov.tr.
58 Bülent Aras, “The Davutoğlu Era in Turkish Foreign Policy”, Insight Turkey, Cilt 11, No 3, 2009, p.127.
59 Ahmet Davuoğlu, “Turkey’s New Foreign Policy Vision”, Insight Turkey, Cilt 10, No 1, 2008, p.78.
60 Davutoğlu, Stratejik Derinlik, s. 25.
61 Zafer Çağlayan, “2010’da 110 Milyar Doları Aşacağız”, Turque Diplomatique, Şubat 2010, s. 24. 
62 Türkiye İstatistik Kurumu, www.tuik.gov.tr.
63 Bu konuda detaylı bir değerlendirme için bkz. Sadık Ünay, “Ticaret Savaşları ve Ulusal Çıkarlar: Bir Uluslararası Çatışma Alanı Olarak Uluslararası Ticaret”, Kemal İnat, Burhanettin Duran (der.) Dünya Çatışma Bölgeleri, İstanbul, Nobel, 2010. 
64 Örneğin küresel kriz sırasında çokça gündeme gelen IMF’nin organizasyonel yapısının ve temsil/oy haklarının gelişmekte olan ülkelerin yükselen profilini 
dikkate alacak şekilde yeniden düzenlenmesini içeren “IMF Reformu”, ya da Dünya Ticaret Örgütü’nün 2002 Doha Görüşme Turu’ndan bu yana kilitlenen 
ticareti serbestleştirme görüşmeleri, Türkiye’nin küresel ekonomik yönetişimde etkin rol alması için uygun platformlar olabilir. 
Tabii ki, bu tür platformlarda sağlanacak etkinlik, konularına ve kurumlar içerisindeki eğilimlere hâkim “ekonomik diplomatlar”a sahip olmayı gerektirir. 
65 Weiss ve Thurbon, “The Business of Buying American”, s. 721. 


***

EKONOMİK KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA DİPLOMASİ: TÜRKİYE’NİN YENİ DIŞ POLİTİKASI VE REKABET DEVLETİ, BÖLÜM 4

EKONOMİK KÜRESELLEŞME ÇAĞINDA DİPLOMASİ: TÜRKİYE’NİN YENİ DIŞ POLİTİKASI VE REKABET DEVLETİ, BÖLÜM 4




AK Parti hükümetlerinin bir taraftan ulusal ve uluslararası girişimci/yatırımcı kesimler ve piyasa aktörlerinin çıkarlarını korumaya özen gösterirken diğer taraftan geniş toplum kesimlerine verilen sosyal hizmetleri güçlendirici bir yaklaşım benimsemeleri oldukça dikkat çekmiştir. Genel bir analiz düzeyinden bakıldığında AK Parti’nin politika tercihlerinin güçlü bir merkezi devlet yönetimi ve denetim-gözetim mekanizmalarının oluşturulması; makroekonomik istikrar 
korunarak yatırım ortamının iyileştirilmesi; eğitim, sağlık ve fakirliğin azaltılması gibi alanlarda aktif bir sosyal politikanın uygulanması gibi “post-Washington Mutabakatı” prensipleriyle paralellik arz ettiği görülmektedir. AK Parti liderliğinin piyasa aktörleri ile işçi kesimi, tarımsal gruplar ve dezavantajlı gruplara sağlanan sosyal hizmetler arasında kurmaya çalıştıkları hassas denge kimi analizcilerin İngiliz İşçi Partisi’ne atıfla AK Parti’yi “Türkiye’nin Üçüncü Yolu” 
olarak nitelendirmelerine yol açmıştır.48 

AK Parti liderliğinin özellikle büyük çaplı özelleştirmeler sırasında takındığı tavizsiz sermaye yanlısı tutum ve sendikalara karşı alınan sert önlemler gözönüne alındığında “üçüncü yol” yakıştırmalarının oldukça naif ve gerçeği 
yansıtmaktan uzak kaldıkları rahatlıkla söylenebilir. Politik olarak yükselen Anadolu sermayesini başlıca destek odaklarından biri olarak gören ve ağırlıklı olarak KOBİ’lere dayanan yeni girişimci gruplarını küresel pazarlara açılmaya teşvik eden AK Parti liderliğinin işçi hakları ile ilgili yasal düzenlemelerin AB ve ILO (Uluslararası Çalışma Örgütü) normları ile harmonize edilmesini geciktirmesi de bu tespiti onaylar niteliktedir. 

e) Jeostrateji ve Ulusal Güvenlikten Ekonomik Diplomasi ve Rekabetçiliğe 

Ekonomik küreselleşmenin modern devletin dönüşümüne etkilerini 
kavramsallaştırmak adına geliştirilen “rekabet devleti” yaklaşımı bağlamında buraya kadar sunulan dört temel değişim alanına ek olarak ekonomi politikası-dış politika bağlamında eklemek istediğimiz beşinci bir boyut dış politika yapımının temel öncelikleri ile ilgilidir. Cerny ve arkadaşları tarafından geliştirilen kuramsal çerçeveye kanaatimizce eklenmesi kaçınılmaz olan bu boyut Soğuk Savaş dönemi sonrasında giderek derinleşen ekonomik küreselleşme dinamikleri sonucu dış politika yapım ve uygulama süreçlerinin ulusal 
güvenlik, siyasi-askeri kabiliyetler ve jeostratejik faktörler ekseninde 
tanımlanan “sert güç” temelli yaklaşımdan sosyo-kültürel ve ekonomik 
alanlarda ağırlık kazanan “yumuşak güç”ün, kamu diplomasisi ile ekonomik diplomasi kabiliyetinin ve devlet-şirket-sivil toplum işbirlikleriyle oluşturulan üçlü diplomasi kanallarının vurgulandığı yeni bir paradigmaya kaymasıdır. Soğuk Savaş sonrasında geleneksel sanayi ve refah devletleri dönüşerek neoliberal rekabet devletlerine evrilirken küresel sistemdeki başat ekonomik ve siyasi güçler arasındaki dengeler de çok-kutuplu, çok merkezli yeni bir ortamda yeniden tanımlanmıştır. Uluslararası ticaret ve teknolojik-sınaî gelişim 
politikalarının yeni dönemde “yüksek siyaset” konuları olarak ulusal karar alıcıların daha çok dikkatlerini çekmeleri ve küresel çıkar mücadelelerinin 
artan bir oranda ticari rekabet ve çatışma alanları üzerinden gerçekleşmeleri küresel oyunun kurallarını da tedricen dönüştürmüştür. Örneğin, Ar-Ge politikaları açısından yüksek teknolojiye dayalı rekabetin öne çıktığı sektörlerde OECD ülkelerindeki kamu otoritelerinin ulusal çıkarlar açısından önemli görülen spesifik projelerin seçimi ve finansmanında stratejik olarak yönlendirici bir 
rol almaları bir ulusal güvenlik meselesi olarak görülerek yaygınlaşmıştır.49 

Dünya ekonomisindeki başlıca büyüme dinamizmini oluşturan BRIC ülkeleri ve başlıca gelişmekte olan ülkelerde de proaktif yapısal dönüşüm ve rekabet politikaları giderek ön plana çıkmıştır.

Aynı şekilde küresel ticaret rejimi içerisinde kamu alımları ve uluslararası proje takipçiliği (advocacy) pratiklerinin ulusal girişimcilerin rekabet güçlerini arttırma ve küresel rakiplere karşı stratejik avantaj sağlayabilmek amacıyla sanayileşmiş ülkeler tarafından kullanılmaları da yaygınlaşmıştır. Kamu alımlarında bilinçli şekilde uygulanan kriterler ile yerli girişimcilerin gözetilmesi hem yerel sınaî/
teknolojik kapasiteyi arttırmak hem de yabancı oyuncuları ulusal kalkınma önceliklerine paralel projeler üretmeye zorlamak için başta ABD olmak üzere pek çok OECD ülkesi tarafından başvurulan bir yöntemdir. Ayrıca, hükümetlerin ulusal firma ve girişimcileri ile koordineli biçimde dünya çapında erken proje geliştirme imkânlarını araştırmaları ve bu imkânların değerlendirilebilmesi için gerektiğinde cazip kredi/yardım teklifleri ya da yabancı hükümetler nezdinde 
uygulanacak diplomatik baskılar yoluyla sonuç alma eğilimlerinin güçlenmesi “yeni ekonomik diplomasi” yaklaşımının en önemli özelliklerinden birisini oluşturmaktadır.50 Türk dış politika aktörlerinin de ülkemizin yükselen profili ve ekonomik gücüne koşut olarak serbest ticaret anlaşmaları, vizelerin kaldırılması gibi formal engeller aşıldıktan sonra uzun vadede proje bazlı daha mikro konular ile ilgilenmek durumunda kalmaları kaçınılmaz görünmektedir. 

Bu genel arka plan ışığında Türkiye’nin tecrübe ettiği sosyoekonomik dönüşüm değerlendirildiğinde küresel eğilimlere paralel biçimde Türk dış politikasına hâkim olan güvenlikleştirici ve içe kapanmacı kalıpların 1980’lerden itibaren kırılmaya başladığı ve bir “rekabet devleti” mantığının süreç içerisinde filizlendiği belirtilebilir. 
Bu bağlamda komşu ülkelerden ve bölgesel piyasalardan başlayarak ticaret hacminin arttrılması; ulusal ihracat potansiyelinin gerek nicelik gerekse nitelik olarak iyileştirilmesi; dış yatırımların ve Türkiye’de yapılacak doğrudan yatırımların özendirilmesi; ülkenin küresel ticaret, finans, yatırım, ulaşım, iletişim ve enerji ağlarına eklemlenmesi gibi hususlar temel dış politika öncelikleri arasındaki yerlerini almışlardır. 1990’lı yıllardan itibaren Türk dış politikasının ekonomik faktörlere görece daha fazla ağırlık veren yeni niteliği pek çok uzman tarafından takdir edilmiştir. Örneğin William Hale, “ticaretin bayrağı izlediği” ve siyasi/askeri ilişkilerin ekonomik ilişkileri doğrudan belirlediği Soğuk Savaş dönemi kalıplarının hızla kırılmakta olduğunu vurgulayarak dış ilişkilerde ekonomik rasyonalitenin yükselişine dikkat çekmiştir.51 Mine Eder, Türkiye’de süre giden neoliberal dönüşüm ve ihracat odaklı kalkınma stratejisinin sürdürülebilir başarıyı yakalayabilmesi için yeni pazarlar ve ortaklar bulunmasına odaklı çok boyutlu ve proaktif bir dış politikaya duyulan 
ihtiyaçtan bahsetmiştir.52 
Mustafa Aydın ise, Türk Dışişleri Bakanlığı mensuplarının görev tanımlarının giderek yeni ihracat pazarları açmak, yatırım kredilerinin önündeki engelleri kaldırmak, ticaret anlaşmalarına zemin hazırlamak ve görevli bulundukları ülkelere Türkiye’den yatırım akışını desteklemek gibi ekonomik unsurlara 
kaydığına dikkat çekmiştir.53

Tarihsel bir analizle, 1980’lerdeki ilk dalga ve 2000’li yıllardaki ikinci dalga neoliberal dönüşüm süreçlerinde ekonomik karşılıklı bağımlılık ilkesinin, gerek bölgesel çatışmaların çözümü ve barış ortamının inşası için fonksiyonel bir araç, gerekse ulusal ihracat potansiyelini arttırıcı rasyonel bir tercih olarak aktif biçimde vurgulandığı görülmektedir. Örneğin Özal dönemi dış politikasında devlet elitlerinin direnişlerine rağmen Ortadoğu, Balkanlar, Orta Asya ve Karadeniz havzası ile karşılıklı bağımlılık ilişkileri su ve enerji boru hatları 
ile Karadeniz Ekonomik İşbirliği Örgütü gibi bölgesel girişimler ve esnek vize düzenlemeleri temelinde ilerletilmeye çalışılmıştır.54 Bölgesel ve küresel piyasalara ihracat yaparak büyümeyi hedefleyen “Anadolu kaplanları”nın İstanbul-odaklı sermaye odaklarına rakip olarak yükselişinde de ekonomik liberalizasyon politikalarıyla birlikte izlenen bu proaktif dış politika çizgisinin doğrudan etkili olduğu yadsınamaz.

Bu bağlamda, Richard Rosecrance’ın 1980’li yılların sonlarında ortaya attığı “ticaret devleti” (trading state) kavramsallaştırmasını hatırlamakta yarar vardır. Soğuk Savaş döneminde askeri-siyasi endişeler ve milli egemenlik kaygılarının domine ettiği küresel düzenin yerini almakta olan yeni düzeni tanımlarken Rosecrance “ticaret devleti” kavramını kullanmış ve bu devletin ana fonksiyonunu “uluslararası pazarlardan pay almak isteyen birey ve girişimcilerin üretken enerjilerinin önünü açmak” olarak nitelendirmiştir. 

Bu bağlamda komşu ülkelerle mevcut problemlerin çözülmesi -komşularla sıfır sorun politikası”- bir ticaret devletinin kurulmasında ve ekonomik 
karşılıklı bağımlılık ilişkilerinin yerleştirilmesinde en önemli etkenlerden 
birisi olarak görülmüştür.55 Türk dış politikasında son yıllarda yaşanan radikal dönüşüm ile ilgili analizlere bakıldığında, Kemal Kirişçi gibi bazı akademisyenler in Rosecrance’ın oluşturduğu kavramsal çerçeveye atıfla Türkiye’nin artık bir “ticaret devleti” olduğu fikrini savundukları görülmektedir.56 

İlk olarak, bu tür analizlerin özellikle Türk uluslararası ilişkiler literatüründe dış politika-ekonomi ilişkisine dair çalışmaların eksikliği gözönüne alındığında önemli bir boşluğu dolduran değerli eserler oldukları vurgulanmalıdır. Varılan sonuçlarla ilgili olarak ise şu saptamalar yapılabilir: 2000-2001 krizleri sonrasında dış ticaret ve yatırımların ekonomik büyüme, istihdam ve refah artışına doğrudan 
etkisi açık olarak görüldüğünden karşılıklı ekonomik bağımlılık ilişkilerinin oluşturulmasına yönelik geleneksel bürokratik direnişin tedricen kırılmaya başladığı bir gerçektir. Ayrıca, 1980’lerdeki ekonomik liberalizasyon sürecinin başlarında 2 milyar dolar civarında olan Türkiye’nin ihracat hacminin AB ile Gümrük Birliği anlaşmasının yapıldığı 1995 yılında 21.6 milyar dolara, 2003’te 47 milyar dolara, küresel krizin patlak vermesinden önce 2008 yılında ise 132 milyar dolara ulaşmış olması ile milli gelir içinde ticaretin nisbi payının yüzde 23’ten yüzde 42’ye çıkması Türkiye’nin dış ticarete açıklığı ve küresel entegrasyonunun derinleşmesine dair fikirleri desteklemektedir.57 

Bununla birlikte, gerek AB ile tam üyelik vizyonuna yönelik entegrasyon süreci gerekse çok boyutlu uluslarararası ekonomik ilişkilerin derinleştirilmesini destekleyen güçlü bir girişimci ve sivil toplum lobisinin de son yirmi yıllık dönemde iç siyasi dengelerin belirlenmesinde görece önemlerinin arttığı gözden kaçırılmamalıdır.

Nitekim Ahmet Davutoğlu’nun çizdiği yeni dış politika vizyonu da, Türk dış politikasında 1990’lı yılların ikinci yarısından itibaren yükselişe geçen çok boyutlu ve proaktif dış politika eğilimlerinin sistematik bir çerçeveye oturtularak derinleştirilmesi ve ekonomik karşılıklı bağımlılık prensibinin “komşularla sıfır sorun” ve “maksimum işbirliği” eksenlerinde perçinlenmesi noktasından hareket etmiştir. 2003-2009 yılları arasında Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’ın Dış 
Politika Başdanışmanı, 1 Mayıs 2009 sonrasında ise Dışişleri Bakanı olarak yeni dış politika yaklaşımının entellektüel ve pratik mimarı olan.58 Ahmet Davutoğlu Türkiye’nin bölgesinde bir “merkez ülke” olarak tarih ve coğrafyası ile barışması gerektiğini; bu şekilde “stratejik derinlik” kazanarak küresel bir aktör olabileceğini ısrarla vurgulamıştır. Davutoğlu vizyonunun işaret ettiği yeni dış politika perspektifi, Türkiye’nin özellikle Soğuk Savaş döneminde yabancılaştığı 
bölgesiyle yeni bir coğrafi muhayyile üzerinden barışması, uluslararası normlar çerçevesinde bölgesel çatışmaların çözümünde aracılık etmesi ve siyasi, ekonomik ve sosyokültürel ilişkilerini yeniden yapılandırması fikri üzerine inşa edilmişti. Davutoğlu’nun ifadesi ile, “Şili’den Endonezya’ya, Afrika’dan Orta Asya’ya, AB’den İKÖ’ye kadar yeni dönemde Türkiye’nin dış ilişkileri bütüncül bir dış politika yaklaşımı bağlamında şekillenecek ve 2023’e doğru Türkiye’nin küresel bir güç olmasına katkıda bulunacaktır”.59

Davutoğlu’nun ünlü eseri “Stratejik Derinlik”te dile getirdiği önemli noktalardan biri, ithal ikameci ve korumacı ekonomik rejimlerden ihracat promosyonuna dayalı açık ekonomik sistemlere geçilen ülkelerde proaktif ekonomik diplomasinin önemi ile ilgilidir.60 Bu doğrultuda, 2002 sonrası dönemde bir taraftan Türkiye’nin Batı Avrupa, Balkanlar, Ortadoğu ve Orta Asya ile olan geleneksel ticari ilişkileri derinleştirilmeye çalışılırken diğer taraftan Sahra-altı Afrika, Kuzey Afrika, Latin Amerika ve Güneydoğu Asya’ya yönelik olarak 
yeni açılımlar gerçekleştirmesi takdir edilmelidir. Bu girişimlerin özellikle serbest ticaret anlaşmaları ve vize kaldırma düzenlemeleri ile taçlandırılmasının oluşturduğu destek etkisi küresel ekonomik krizin etkileri ile boğuşan Avrupa pazarındaki daralmaya rağmen Türkiye’nin ihracat performansının 2009 yılında 101,6 milyar dolar seviyelerinde tutulmasını sağlamıştır. 2003 ve 2009 yılları arasındaki ihracat rakamları incelendiğinde Türkiye’nin toplam ihracat 
hacminin 2003 yılında 47,2 milyar dolardan başlayarak düzenli bir artış gösterdiği ve Cumhuriyet dönemi rekorları kırarak 2004’de 63 milyar dolar, 2005’te 73 milyar dolar, 2006’da 85 milyar dolar, 2007’de 107 milyar dolar ve 2008’de ise 132 milyar dolara ulaştığı görülmüştür. 

Bu performansıyla Türkiye dünyanın 22. büyük ihracatçı ülkesi konumuna yükselmiştir. 2009 yılında küresel ekonomik kriz nedeniyle daralan talep sonucunda yüzde 23 oranında azalarak 101,6 milyar dolara gerileyen ihracat performansının kriz sonrası çıkış ile birlikte yeniden yükselişe geçeceği ve 2010 yılında 110 milyar doları aşacağı tahmin edilmektedir. Genel ihracat rakamlarında görülen bu artışta özellikle Suriye ve Irak başta olmak üzere Ortadoğu ve Kuzey Afrika’daki pekçok ülke ile sağlanan ekonomik entegrasyon dinamizminin etkili olduğu açıktır.61

Bu analizi daha da netleştirebilmek açısından Türkiye’nin ihracatındaki AB ve Ortadoğu-Kuzey Afrika ülkelerinin aldıkları görece paylara bakıldığında 2003’te 27,3 milyar dolar/7 milyar dolar civarında olan bölgesel payların 2004’te 36 milyar dolar/10 milyar dolar; 2005’te 41 milyar dolar/15 milyar dolar; 2006’da 48 milyar dolar/14 milyar dolar; 2007’de 60 milyar dolar/20 milyar dolar; 2008’de ise 63,3 milyar dolar/31 milyar dolar seviyelerine ulaştığı görülmektedir. 

Görüldüğü gibi Türkiye’nin gerek AB ülkeleri, gerekse Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkeleri nezdindeki ihracat performansı 2003-2008 döneminde sürekli bir yükselme ivmesi içerisinde olmuştur. Ancak adı geçen dönemde Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yapılan toplam ihracatın yaklaşık dört kat arttığı ve bu ülkelerin oransal olarak Türkiye ihracatı içindeki paylarının da yüzde 5 düzeyinden yüzde 9 düzeyine çıktığı görülmektedir.62 Küresel krizin etkileri 
ile birlikte AB ülkelerine yapılan ihracatın 2008 yılındaki 63,3 milyar dolardan yaklaşık yüzde 25’lik bir azalma ile 2009 yılında 46,9 milyar dolara düştüğü bir ortamda Ortadoğu ve Kuzey Afrika ülkelerine yapılan ihracatın nispeten daha düşük bir azalma göstermesi Türkiye’nin küresel krizi nispeten az hasarla atlatmasını sağlayan etkenlerden biri olarak sayılabilir. Hatta, küresel kriz dinamiklerinin en derinden hissedildiği 2008 yılı sonrasında dahi kuzey ve diğer Afrika ülkelerine yapılan ihracattaki artışın devam etmiş olması, buradaki 
olumlu bölgesel entegrasyonun etkisini göstermesi bakımından not edilmelidir.

“Davutoğlu dönemi”ne rengini veren proaktif, çok boyutlu ve “ritmik” dış politika yaklaşımının Türkiye’nin gerek bölgesindeki siyasi, ekonomik ve sosyokültürel konumunun güçlendirilmesinde, gerekse Birleşmiş Milletler, NATO, İslam Konferansı Örgütü, G-20 gibi uluslararası platformlarda ülke profilinin yükseltilmesinde belirleyici bir etkide bulunmuş olduğu yadsınamaz. Ancak küresel ekonomi politikteki baskın eğilimler açısından bakıldığında, bilgi ekonomisi alanını oluşturan yazılım, mikro-elektronik, nanoteknoloji, 
biyoteknoloji ve iletişim teknolojileri gibi alanlarda Türkiye’nin uluslararası rekabet seviyesinin ciddi anlamda yükseltilmesi gerektiği de bir vakıadır. 

Ülke ihracatındaki ciddi artışlara rağmen ihracat kalemleri içerisinde Türkiye ile benzer gelişmişlik seviyesinde görülen Güney Kore, Malezya ve Brezilya gibi ülkelere kıyasla çok düşük miktarda yüksek teknoloji ürünü bulunması da bu gerçeği ortaya koymaktadır. Birinci kuşak ekonomik liberalizasyon deneyiminden bu yana ihracata dayalı büyüme stratejisini destekleyecek kapsamlı bir ulusal bilim ve teknoloji politikasının oluşturulamamış olması, 
bilim ve teknoloji eğitiminde, uzun dönemli Ar-Ge yatırımlarında ve ülkeye yapılan doğrudan yatırımların stratejik seçiminde sistematik bir yaklaşımın ortaya çıkmasını geciktirmiştir. Bu alandaki açığın makul bir zamanda kapatılması için makroekonomi yönetimi, yükseköğretim, dış ticaret ve dış politika kadrolarının eşgüdümü ile acilen tedbirler alınması şarttır.

Ayrıca bu noktada vurgulanması gereken hususlardan biri de, özellikle Asya tarzı rekabet devletlerinde görülen devlet-sanayi burjuvazisi ittifakının son dönem dış politika ve makroekonomik yönetişim modelinde kaybolmuş, ya da geri plana itilmiş olmasıdır. Açıkça ifade edilecek olursa, siyasi patronaj ilişkileri ve iç borç mekanizmaları üzerinde sermaye birikimini arttırmaya alışkın TÜSİAD çevrelerinin AK Parti yönetiminin diplomatik manevralar marifetiyle yeni pazarlara açılma stratejisi ile bir nevi doku uyuşmazlığı yaşadığı ve KOBİ çevrelerini temsil eden TOBB, TUSKON, ASKON ve MÜSİAD benzeri yapılara göre arka planda kalmayı tercih ettikleri görülmektedir. 

Bu durumu iktidarın kendi burjuvazisini yaratma gayretlerinin doğal bir sonucu olarak yorumlayan analizlere sıkça rastlansa da, TÜSİAD klubündeki hâkim eğilimin halen Atlantik eksenli çokuluslu sermayeye ve devlet elitleriyle kurulu ilişkilere yaslanarak iç piyasada büyüme mentalitesine dayandığı; AK Parti dış politikasının hedef aldığı Ortadoğu, Afrika ve Latin Amerika pazarlarının 
ise çok önemli büyüme imkânları yanında çok ciddi riskler taşıdıkları  bilinmektedir. 

5. Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR..,,

***