Emperyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Emperyalizm etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Şubat 2020 Cumartesi

Amerika Birleşik Devletleri Dış Politikası Amerikan İstisnacılığı

Amerika Birleşik Devletleri Dış Politikası  Amerikan İstisnacılığı .,



EMRE GÜNDOĞDU


 Amerikan İstisnacılığı 



Özet 

Amerikan İstisnacılığı düşüncesi, Amerikan değerlerinin, tarihinin ve politik 
sisteminin emsalsiz ve diğer devletlerden farklı olduğunu varsaymaktadır. Bu teori, Birleşik Devletler’in özgürlük konusunda diğer uluslara ilham kaynağı olduğunu ve Birleşik Devletler’in uluslararası politikada liderlik rolü oynamasının kaçınılmaz olduğunu öne sürmektedir. Bu bağlamda istisnacılık, Birleşik Devletler’in diğer ulusları özgürleştirmek konusunda bir misyona sahip olduğunu varsayan bir niteliğe sahiptir. Amerikan istisnacılığı düşüncesi tek taraflı hareket etme özgürlüğü ve devletler arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallar ve normlar gibi sınırlamalardan muaf olma yönleriyle eleştirilmektedir. 


 Giriş 

Amerikan İstisnacılığı, diğer devletlerin tarihsel gelişimiyle kıyaslama yapıldığın da Birleşik Devletler’in benzersiz veya istisnai bir karaktere sahip olduğuna dayanan bir inanç/teori’dir. Genel olarak istisnacılık fikri, kaynağını Amerikanizmin dayandığı özgürlük, siyasal ve sosyal eşitlik, bireycilik, cumhuriyetçilik gibi demokratik ideallerden almaktadır. İstisnacılık fikri, tarihsel temelini Birleşik Devletler’in Eski Dünya imparatorluklarından her 
açıdan farklı olduğuna, farklı bir kadere sahip olduğuna (Manifest Destiny)97 ve bu çerçevede dünyanın geri kalanına bazen örnek olma, bazen de biçim verme konusunda bir misyona sahip olduğuna dair bir algıdan/yaklaşımdan almakta dır.98 

Bu ‘’istisnai olma’’ fikrinin oluşumunda, Amerikan kültür ve medeniyetinin 
temellerini oluşturan Püritenizm geleneğinin99 ve Amerikan Devrimi’nin ortaya koyduğu kurucu anayasa çerçevesinde elde edilen yönetimsel düzenlemelerin (kuvvetler ayrılığı, federalizm, İnsan Hakları Beyannamesi gibi) etkisi büyüktür. İstisnacılık fikrine göre, diğer hiçbir devlet, Birleşik Devletler’in sahip olduğu özelliklerin birleşimine ve liderlik vasıflarına sahip değildir. Bu yaklaşıma göre, günümüzde Amerikan değerleri ve politik uygulamaları diğer uluslara barış ve özgürlük konusunda umut aşılamakta ve hatta Birleşik Devletler’in büyüklüğü / değerleri, kendisine dünyayı değiştirmek konusunda misyon yüklemektedir.100 

Birleşik Devletler’in gerçekten istisnai/benzersiz bir devlet mi olduğu yoksa 
istisnacılığın bir dış politika modeli olarak mı ele alınması gerektiği, sıkça tartışılan bir konudur. Birleşik Devletler’in sorumlulukları, değerleri ve yetenekleri ‘’istisnai’’ olduğundan, eylemlerinin de zaman zaman ‘’istisnai’’ olabileceği düşüncesi, kendisinin uluslararası hukukun hakim normlarından muaf olabileceği algısını yaratmaktadır. Diğer yandan istisnai olmak sürekli bir dış düşman ihtiyacı yaratmakta, yerel tehditlerin evrensel tehditler olarak 
yansıtılması ihtiyacını da kaçınılmaz kılmaktadır. 

Dış politika eylemlerinin toplumsal desteği alma açısından meşru gerekçeye ihtiyaç duyduğu düşünüldüğünde, istisnacı söylemin sorunların nasıl tanımlanacağını, dostların ve düşmanların nasıl kategorize edileceğini ve politika tercihlerinin nasıl telaffuz edileceğini belirleyen bir retorik araç olup olmadığı  sorunsalı ortaya çıkmaktadır.101 

Amerikan İstisnacılığının Tarihsel Temelleri 

Püriten Gelenek 

Günümüz Amerikan toplumunun temelini oluşturan Püritenler, dinlerini özgürce 
yaşamak istemişler, geleneksel kilise merkezli siyasi baskıların hüküm sürdüğü Avrupa’dan Yeni Dünya’ya göç etmişlerdir.102 17. yüzyılda, İngiltere ve Hollanda’dan Amerika’ya getirilen Protestan milenyumculuğu 103 bu yeni kıta da kökleşmiştir.104 

Amerikan toplumunun, güçlükler karşısında sorunlara Protestan milenyum culuğunda da yaygın olduğu biçimde inanç mentalitesiyle yaklaşmaları sonucunda dünyevi çatışmalar; Cennet ve Cehennem, Tanrı ve Şeytan, İyi ve Kötü arasındaki çatışmalar gibi yüceltilmiştir. 18. yüzyılın sonlarında, Amerika’nın kurucuları İncil’e ilişkin milenyum culuğu, tarihçi Nathan Hatch’in belirttiği gibi, Amerika’nın sivil milenyum culuğuna dönüştürmüşler, Protestan milenyum culuğunu Amerikan ulusalcılığı ve istisnacılığı olarak tanımlamışlar dır.105 

Sözü edilen bu Amerikan sivil dininin en temel kaynağı, Püriten gelenekten gelen Amerika’nın Yeni İsrail olduğu görüşüdür ki bu doğrultuda Amerikalılar, apostolik kilisenin saflığını yeniden canlandırmak için ilahi göreve soyunmuşlar ve dünyanın restorasyonu için tanrısal bir örnek olmuşlardır. Bu güçlü ‘’kurtarıcı ulus inancı’’, Amerikan devrimi retoriğinde, ‘’Manifest Destiny’’ doktrininde, Amerikan İç savaşı öncesi köleliğin kaldırılmasını isteyenlerin kutsal seferberlik yaklaşımında ve Başkan Woodrow Wilson’un Birinci Dünya Savaşı sırasındaki coşkun idealizmin de de görülmektedir.106 

Amerikalılar, Bağımsızlık Savaşları boyunca ve sonrasında, özgürlüğün kendilerine Tanrı’nın bir hediyesi olduğu inancını paylaşmışlar ve Tanrı’yı kendilerini koruyan kralları olarak görmüşlerdir. Bununla bağlantılı olarak Birleşik Devletler’i kuran koloni isyancıları, ülkelerinin dünya üzerindeki ülkelerden farklı ve daha iyi olduğunun Tanrı’nın bir yazgısı olduğuna inanmaktaydılar.107 Nitekim bu yaklaşımın ilk izleri Püriten yerleşimcilerin liderlerinden John Winthrop'un 1630 yılında, Boston şehrine ilişkin duygularını anlattığı 
‘’Tepedeki Şehir’’ (City upon the Hill) adlı meşhur konuşmasında yer almıştı. Bu yaklaşım, Beyaz Anglosakson Protestanların (WASP), diğer bütün milletlerden üstün olduklarına ve onlara Tanrı tarafından diğer milletleri medenileştirme görevi verildiğine inanmak şeklinde özetlenebilecek olan ‘’Manifest Destiny’’ doktrini ile genişletilmiştir.108 

Manifest Destiny kavramı, 1839 yılında New York gazetesinde John O'Sullivan 
tarafından kullanılmıştır. O'Sullivan, Amerika’nın özgürlük konusundaki deneyimlerinden dolayı, Tanrı’nın kendileri için belirlediği rolün tüm Amerika kıtasına yayılmak olduğunu söylemekteydi. Bu makalede, diğer ülkelerdeki milyonlarca insan, aristokrasi ve monarşiye sahip oldukları için cehennemin kapısında bekleyen insanlar olarak tanımlandıktan sonra, onların kurtuluşunun Amerika’nın elinde olduğu belirtiliyordu. Bu doktrine göre Amerika, krallara, tiranlara, oligarklara barışı ve özgürlüğü müjdeleyecek seçilmiş ve örnek bir 
milletti.109 

Amerikan Devrimi ve Cumhuriyetçilik 

Louis Hartz’ın belirttiği üzere, Amerikan politik geleneği diğer ülkelerde egemen olan aristokratik elementlerden yoksundu çünkü koloni dönemi Amerikası’nda resmi kiliseler, aristokrat toprak sahipliği, kalıtsal soyluluk gibi feodal gelenekler sözkonusu olmamıştır.110 

Diğer yandan Amerikan politikaları başlangıcından beri herhangi bir grup, din veya hükümet organının aşırı derecede güçlenmesini engellemek için dizayn edilen federalizm sistemi (devletler ve federal hükümet arasında) ve kontrol ve denge sistemi (yasama, yürütme ve yargı arasında) tarafından karakterize edilmiştir. Amerikan istisnacılığı teorisi savunucuları, bu sistemin cumhuriyetçi demokrasinin koruyucusu olarak Amerika’nın çoğunluğun tiranlığına maruz kalmasını engellediğini ve aynı zamanda yerellik içinde yaşayan vatandaşlara kendi kanunları aracılığıyla değerlerini yansıtma imkanı verdiğini belirtmekte dir.111 

Amerikan devrimini karakterize eden unsurlardan birisi de din özgürlüğü olmuştur. Fransız ve Amerikan devrimlerinin her ikisi de Aydınlanma’nın birer ürünüydü. Fakat, Fransız devrimiyle birlikte din, Avrupa’da eski rejimlerin bir kalıntısı olarak küçümsenirken, bunun aksine, Amerikan ‘’Kurucu Babaları’’ dini iyimser bir yaklaşımla ele almışlardır. 

Avrupa’da kurulan kiliseler, Yeni Dünya’nın demokrasi ve özgürlüğüne karşı eski rejimin yanında yer almışlardır. Amerika’da ise, ulusal bir kilise kurulmamıştır; Amerika’daki inançlar, demokratik değerleri benimsemişlerdir. Edmund Burke’nin belirttiği gibi, Avrupa’da din, savaş veya baskıyı ifade ederken; Amerika’da ise, özgürlüğün kaynaklarından biri haline gelmiştir.112 

Amerikan İdealizmi 

Raison d’etat kavramı, yani devletin çıkarlarının, bu çıkarları elde etmek için 
kullanılan araçları meşru kıldığı görüşü Amerikalılar’a daima çirkin gelmiştir. Bu elbette ki Amerika’nın hiçbir zaman raison d’etat prensiplerini kullanmadığı anlamına gelmemektedir. 

Kurucu Babaların cumhuriyetin ilk on yıllarında Avrupa kuvvetleri ile başa çıkmasından, ‘’Manifest Destiny’’ başlığı altında toplanan ve Batı’ya doğru yayılmayı sağlayan uğraşa kadar bunun birçok örneği vardır. Fakat Amerikalılar kendi bencil çıkarlarını açıkça ortaya koymaktan daima rahatsızlık duymuşlardır. Dünya savaşı yaparken veya bölgesel anlaşmazlıklara karışırken, Amerikan liderleri daima, çıkar için değil, ilkeler adına mücadele ettiklerini ileri sürmüşlerdir.113 

Birinci Dünya Savaşı ile birlikte uluslararası düzen için Amerika’nın kriteri, 
demokrasi, ortak güvenlik ve self-determinasyon idi ki, bunların hiçbirisi bir Avrupa anlaşmasında yer almış şeyler değildi. Amerikalılar için kendi felsefeleri ile Avrupa düşünce tarzı arasındaki uyumsuzluk kendi inançlarının değerini gösteriyordu. Wilson’un dünya düzeni düşüncesi, Eski Dünya’nın kural ve deneyimlerinden radikal bir kopuşla, Amerika’nın insanlığın esas olarak barışsever bir doğası olduğu ve dünyanın temelinde uyum olduğu inancından kaynaklanmaktaydı: Demokratik devletlerin, tanım olarak barışsever oldukları ve self-determinasyon hakkı olan insanların artık savaşmaya veya diğerlerine baskı yapmaya gerek duymayacakları da bunu takip ediyordu. Dünyanın bütün halklarının, bir kez barış ve demokrasinin nimetlerini tattıktan sonra, kazançları nı savunmak için tek bir vücut halinde ayağa kalkacakları açıktı. Avrupa liderlerinin böyle fikirleri içine alan kategorileri yoktu. Ne iç kurumları, ne de uluslararası düzenleri, insanın özünde iyi olduğunu kabul eden politik teoriler üzerine oturtulmuştu. Gerçekte bu kurumlar, insanın açık bencilliğini, daha yüksek bir iyiliğin hizmetine koymak üzere düşünülmüştü. Avrupa diplomasisi, devletlerin barışsever doğasına değil, kırılması veya dengelenmesi gereken savaş eğilimine dayandırılmıştı.114 Fakat nihayetinde 20. yüzyıl diplomasisinin birçok eylemi Wilson’ın idealizmine dayanmaktadır: 

Marshall Planı, komünizmi sınırlandırma yönündeki kararlılık, Batı Avrupa’nın özgürlüğünün savunulması, hatta Milletler Cemiyeti ve onun yeniden dünyaya gelişi olan Birleşmiş Milletler gibi.115 

Eleştirel Yaklaşım 

Emperyalizm ve İstisnacılık 

1823 tarihli Monroe doktrini çerçevesinde Avrupa ülkeleri ile karşılıklı olarak 
müdahale etmeme ilkesi üzerinde anlaşmaya varılmasının ardından, ABD izolasyonizm neticesinde kendi egemenliğine Avrupa’dan gelebilecek olası bir müdahaleyi bertaraf ederek, çevresine müdahale edebilecek potansiyele kavuşmuştur.116 

İspanya-Amerika savaşının ardından İspanya’dan savaş ganimeti olarak kazanılan Porto Riko, Guam ve Filipinler’in Amerikan kolonisi olarak ilan edilmesiyle, ABD Eski Dünya imparatorluklarını cezbeden genişleme olgusunun cazibesine açıkça kapılmıştır. Bu çerçevede ABD’nin, kuruluş felsefesinde yer alan imparatorluk karşıtlığıyla çelişir bir biçimde, herhangi bir imparatorluktan farkı kalmamıştır.117 

Bu noktada Amerikalı tarihçi Frederick Jackson Turner’ın 1893 tarihinde ortaya 
koyduğu Sınır Tezi’i, bu çelişkiyi bir nevi ortadan kaldırmıştır. Çünkü Turner’a göre, ABD’nin sınırları medeniyet ve barışın hakim olduğu soyut sınırlardan oluşmaktaydı ve Amerikan sınırları, medeniyetle yabaniliğin buluşma noktasıydı.118 

Bu yaklaşıma paralel bir biçimde Theodore Roosevelt de, Avrupa tarzı medeniyetçi söylemi, Amerikan dış politikasının unsurlarından biri haline getirmiş, barbarlık içindeki insanların özgürleşmesinin, ABD’nin görevi olduğunu belirterek, dış politikada genişlemeci ve müdahaleci bir tutum benimsemiştir.119 Woodrow Wilson da, her ne kadar Avrupa ülkelerinin içişlerine karışmasa da, Meksika, Nikaragua ve Haiti’ye askeri müdahalede bulunmaktan çekinmemiştir. Çünkü Wilson da, siyasal felsefe olarak, ABD’nin iki okyanusla korunmuş coğrafi konumunun ve cumhuriyetçi yönetim biçiminin, dünyaya barışı getirmek 
için bu ülkeye bir misyon yüklediğini düşünmekteydi.120 

İkinci Dünya Savaşı sırasında da Nazi Almanyası’na karşı oluşturulan koalisyona 
önderlik etmenin neticesinde zafere ulaşılması, ABD’nin dünya kamuoyu nezdinde belli bir misyonu olduğu düşüncesini pekiştirmiştir. Diğer yandan savaş sonrası Avrupa’da ortaya çıkan güç boşluğu, ABD’nin dünya siyasetine aktif katılımını zorunlu kılmıştır.121 Soğuk Savaş döneminde Kore ve Vietnam’da gerçekleşen savaşlardaki misyon, komünizmin yayılmasıyla mücadele etmek ve demokratik hükümetlerin güvenliğe ilişkin çıkarlarını korumak olmuştur. 11 Eylül sonrasında ise, terörizm aniden ‘’yeni komünizm’’ haline gelmiştir. Bush’un ‘’şer eksenini’’ oluşturan devletler üçlüsünün bir parçası olan Irak, terörizm üreten devlet olarak resmedilmiş ve müdahale edilmiştir.122 

Konstrüktivizm ve İstisnacılık 

Birçok yazar dış politikada retoriğin önemine dikkat çekmekte ve bütün dış politika eylemlerinin kamu desteğini alma açısından meşru gerekçeye ihtiyaç duyduğunu belirtmektedir. Retorik araçlar, algısal süreçte derin etkiye sahip olan ideolojik görüşler, zihinsel çerçeveler ve sosyal yapıları düzenleyerek, sorunların nasıl tanımlanacağını, dostların ve düşmanların nasıl kategorize edileceğini ve politika tercihlerinin nasıl telaffuz edileceğini belirlemektedir. 

Bu noktada istisnacı söylem kullanmanın, bir dış politika biçimi olup 
olmadığı sorunsalı ortaya çıkmaktadır.123 

Konstrüktivist analizler, Birleşik Devletler’in bilhassa terörle savaş konusundaki dış politikasının anahtar boyutlarını ve dinamiklerini aydınlatmada önemli rol oynamaktadır. 
Burada odaklanılması gereken nokta, inşa edilen normlar, kimlik ve hikayelerdir. Birleşik Devletler’in Irak’ı işgali sırasında eylemlerini uluslararası normatif bir çerçeveye oturtma girişimi, diğer yandan kullandığı istisnacı retorik ve terörle savaşta kendi davranışlarını meşrulaştırmak için, mevcut normları yeniden tanımlama girişimleri buna bir örnektir. 
Afganistan’ın işgal edilmesinin uluslararası çerçevede büyük oranda meşru müdafaa olarak kabul görmesinin aksine, Irak işgalinin meşruluğu oldukça tartışmalıydı. Birleşik Devletler Irak özelinde, Saddam rejimiyle bağlantılı olarak kendilerine yönelik kayda değer bir saldırının yokluğunu ve önleyici meşru müdafaayı haklı çıkaracak derecede ikna edici kanıtların olmayışının eksikliğini hissetti. Fakat konstrüktivisit çerçeveden bakıldığında, 11 Eylül saldırıları sonrasında, terörle savaş kapsamında Amerikan temel değerlerine yapılan 
vurgu ( özgürlük ilkeleri ve demokrasi gibi), Amerikan kimliğinin oluşumunda önemli rol oynayan temel kavramlar (choosen nation vb.) ya da tarihsel hikayelerin öne çıkarılması, savaşı meşrulaştıran bir algı inşasına gidildiğini açıkça göstermektedir.124 

Liberalizm ve İstisnacılık 

20. yüzyılda Birleşik Devletler çoktaraflı kurumların oluşmasında ve uluslararası 
kuralların şekillenmesinde liderlik rolünü oynamış fakat diğer yandan paradoksal bir biçimde kendisini bu kurallarla sınırlamak konusunda isteksiz olmuştur. Örneğin Woodrow Wilson 1919’da Milletler Cemiyeti’nin kurulmasına önayak olduğu sırada, kendi ulusunu bu örgüte katılmaya ikna edememiştir. Benzer şekilde 2003 Irak Savaşı’nda, ABD müdahalesi Birleşmiş Milletler nezdinde ‘’uluslararası toplum’’un rızası olmadan gerçekleştiği için, birçok liberal 
teorisyen açısından illegal olarak görülmüştür.125 

Uluslararası sistemi dizayn eden düzenlemelerin yaratılmasında (Milletler Cemiyeti, Bretton Woods, GATT, Birleşmiş Milletler vb.) Birleşik Devletler’in geniş bir sorumluluğa sahip olması Birleşik Devletler’in barış ve güvenliği sağlamak ve Amerikan değerlerini (özgürlüğün düşmanları, haydut devletler, şer ekseni gibi söylemlerle desteklenen değerler) yüceltmek için fırsat buldukça hakim normları çiğneme hakkını kendinde bulmasına yol açmıştır. Bu doğrultuda Birleşik Devletler’in sorumlulukları, değerleri ve yetenekleri ‘’’istisnai’’ olduğundan, eylemleri de zaman zaman ‘’istisnai’’ olmaktadır.126 

Birleşik Devletler’in kendisini uluslararası zorunluluk ve sınırlamalardan muaf tuttuğu durumlara şu şekilde somut örnekler verilebilir: 

-ABM (Anti Balistik Füze) Antlaşması’nın tektaraflı olarak yürürlükten kaldırılması 

-Kyoto Protokolü’nden çekilme 

-Kapsamlı Nükleer Test Yasağı Antlaşması’nın kabul edilmemesi 

-Başkan Bill Clinton’un imzasının Uluslararası Ceza Mahkemesi kurucu antlaşmasından geri çekilmesi 

-Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin onayı alınmaksızın Irak’ın işgal edilmesi 

-Biyolojik Silahlar Konvansiyonu’na ilişkin protokolün onaylanmaması127 

 Sonuç 

Her ne kadar George Washington, John Adams, Thomas Jefferson ve James Madison gibi kurucu önderler, Amerikan devriminin yüksek ilkelerinin yol göstericiliğinde, kendi uluslarını dünyadaki baskı altındaki bütün insanlar için bir umut feneri olarak görmüşlerse de,128 Birleşik Devletler zamanla dış dünyadan yalıtılmış bir ülke olmaktan çıkıp, müdahaleci ve aktif bir dış politika izlemeye başlamıştır.129 

Böylece Amerika’nın, tarihi boyunca sahip olduğunu düşündüğü kendine özgü 
özellikler, dış politikada birbirine zıt iki tavır yaratmıştır: Birincisi, Amerika’nın kendi değerlerine göre en iyi şekilde kendi ülkesinde demokrasiyi kusursuz hale getirip, böylece insanlığın geri kalanı için bir ışıldak olarak hizmet edebileceği görüşüdür. İkincisi ise, Amerika’nın değerlerinin, ülkeye, bunları bütün dünyaya yayma yükümlülüğü getirdiği görüşüdür. Her iki düşünce ekolü – yani Amerika’nın aydınlatıcı bir ışıldak olması veya kendi değerlerini bütün dünyaya yayma görevi yapması – demokrasi, serbest ticaret ve uluslararası hukuka dayanan bir küresel uluslararası düzeni, normal düzen olarak öngörmektedir. 
Yalnızlık veya misyonerlik şeklindeki iki görüş, birbirinin zıttı gibi görünüyorsa da, temelde yatan ortak bir inanışı yansıtmaktadır: Birleşik Devletler, dünyadaki en iyi yönetim sistemine sahiptir ve insanlığın geri kalan bölümü, ancak geleneksel diplomasiyi terkedip, onun uluslararası hukuk ve demokrasiye olan saygısını kabul ederse, barış ve refaha kavuşabilir.130 

20. yüzyılda Amerikan liderlerinin, Amerika’nın davranış biçiminin ahlaki dayanakları ve özgürlük sembolü olarak önemi üzerinde ısrarla durması, güç dengesine dayanan ve bencil çıkarları ön plana koyan Avrupa diplomasisinin klişelerinin reddedilmesine yol açmıştır. 

Benzeri görülmemiş bu fikirler 19. yüzyıl boyunca kalkınmasını gerçekleştiren ve iyi çalışan kurumları ve değer yargıları doğrulanan bir ülke tarafından ileri sürülmekteydi. Amerika, yüksek prensipler ile hayatta kalmanın gerekleri arasında bir çatışma olduğunun henüz farkında değildi. 

Uluslararası anlaşmazlıkları gidermek için ahlakçılıktan yardım umulması,  zamanla benzeri görülmemiş bir belirsizlik doğurmuştur. Amerikalılar dış politikalarını kişisel hayatlarındaki aynı manevi kararlılıkla yürütmek zorundaysalar, güvenlik konusu nasıl analiz edilecekti? Gerçekten de bu, ayakta kalmanın ahlaklı olmaya feda edilebileceği anlamına mı geliyordu? Yoksa Amerika’nın özgür kurumlara bağlılığı, en bencil amaçlı eylemlere bile 
otomatik olarak bir ahlaklılık havası mı veriyordu? Bu doğru ise, Amerikalılar’ın görüşleri ile Avrupalılar’ın raison d’etat, yani devletin işlediği fiillerin, yalnızca başarılarına göre değerlendirileceği görüşü arasında ne fark vardı? Amerika’nın en büyük çıkmazı, devletlerin güvenliklerini sağlamak ve arzularını gerçekleştir mek için başvurdukları araçları reddetmesi ve aynı anda bu araçların kullanılmasını gerektiren arzuları reddetmekte isteksiz olmasıdır. 
Günümüze kadar, bu iki yaklaşım arasındaki gidip gelmeler, Amerikan dış politikasının başlıca temalarından biri olmuştur.131 

Michael Ignatieff, istisnacılığı üç kategoride incelemektedir. Amerikan istisnacılığının ilk değişkeni muafiyetçiliktir (exemptionalism). Amerika çok taraflı anlaşmaları ve düzenlemeleri, ancak kendi uygulamaları için muafiyete izin verdikleri ölçüde desteklemektedir. Örneğin Birleşik Devletler 1998 yılında Uluslararası Ceza Mahkemesi ile ilgili müzakerelerde yer almış, fakat Amerikalı askerler, diplomatlar ve politikacıları yargı yetkisi dışında tutacak garantiler elde etmeye çalışmıştır. Amerikan istisnacılığının ikinci özelliği çifte standartlardır (double standards). Örneğin Birleşik Devletler, diğer ülkeleri BM organlarının insan hakları raporlarını önemsememekle suçlamakta, fakat aynı kuruluşların 
Birleşik Devletler hakkındaki eleştirilerini reddetmektedir. Birleşik Devletler düşman rejimlerin (örneğin İran ve Kuzey Kore) insan hakları konusundaki suistimallerini suçlarken, İsrail, Mısır, Fas, Ürdün ve Özbekistan gibi müttefiklerini mazur görmektedir. İstisnacılığın üçüncü formu yasal yalnızcılık (legal isolationism) ise, diğer liberal demokratik ülkelerin hukuk doktrinine karşı Birleşik Devletler mahkemelerinin tutumunu tanımlamaktadır. 

Buradaki iddia da, Amerikan yargısının, uluslararası insan hakları yargılamaların dan ve bu doğrultuda ortaya çıkan içtihatlardan etkilenmeyeceği, Amerika’nın yargısal kendine yeterliliğinin istisnalığıdır. Her ne kadar hukuk, tıpkı ticaret ve iletişim gibi globalleşse de, Amerikan yargısı kendi kabuğuna çekilmektedir.132 

Henry Kissinger, Amerika’nın değerler ile zorunluluklar arasında bir denge kurmak zorunda olduğunu belirtmektedir. O’na göre Monroe doktrini çok kısıtlayıcıdır, Wilsonculuk ise hem belirsiz, hem de çok hukukidir. Bu çerçevede, Soğuk Savaş sonrası dönemde, dış politika alanında Amerika’nın çizgiyi nerede çekmesi gerektiği konusundaki tartışmaların geniş bir konsensusa gereksinimi vardır. Diğer bir deyişle Amerikan dış politikasının moral ve stratejik unsurları arasında denge kurulması gerekmektedir. Amerika ne kadar güçlü olursa 
olsun, hiçbir ülke bütün tercihlerini dünyanın geri kalan insanlarına kabul ettirme kapasitesine sahip değildir.133 

Bu çerçevede Amerika’nın dünyada, primus inter pares (eşitler arasında birinci) fakat nihayetinde diğerleri gibi bir devlet olacağı, Wilsoncu dış politikanın vazgeçilmez temelini oluşturan Amerika’nın farklılığı inancının, 21. yüzyılda daha az önem taşıyacağı söylenebilir.134 

Kaynakça 

Kitap ve Makaleler 

Ataç, C. Akça, Bağımsızlık Savaşçılığından Dünya Hükümdarlığına: Amerikan 
İmparatorluk Anlayışının Tarihsel Gelişimi, Doğu-Batı, Sayı:42, 2007. 

Dahl, Robert Alan, Toward Democracy: A Journey, Reflections: 1940-1997, Institute of Governmental Studies Press, University of California, Berkeley,1997. 

Fowler ,Robert Booth, Hertzke Allen D., Olson, Laura R. and Dulk, Kevin R. Den, 
Religion and Politics in America: Faith, Culture and Strategic Choices, Fourth Edition, Westview Press, 2010. 

Holland, Catherine A., ‘’Hartz and Minds: The Liberal Tradition after the Cold War’’, Studies in American Political Development, Vol:19, No:2, 2005. 

Holsti, K. J., Exceptionalism in American Foreign Policy: Is it exceptional?, European Journal of International Relations, Vol:17, No:3, 2011. 

Ignatieff, Michael, American Exceptionalism and Human Rights, Princeton University Press, 2005. 

Judis, John B., The Chosen Nation: The Influence of Religion on U.S. Foreign Policy, , Carnegie Endowment for International Peace, March 2005. 

Kissinger, Henry, Diplomasi, Çev. İbrahim H. Kurt, 2. Baskı, Türkiye İş Bankası 
Kültür Yayınları, Ankara, 2000. 

Kougentakis, Alexandra, How the Influence of Religion Makes the Foreign Policy of the Bush Administration Revolutionary, and How This Has Affected Our Relations with European Allies, University of Pennsylvania, 2007. 

Mcclay, Wilfred M., The Soul of a Nation, Public Interest, Spring 2004. 

McDougall, Walter A., Promised Land, Crusader State: The American Encounter With the World Since 1776, Mariner Books,1997. 

Micklethwait, John and Wooldridge Adrian, God is Back: How The Global Revival Of Faith Is Changing The World, The Penguin Press, 2009. 

Parmar, Inderjeet, Miller, Linda B. and Ledwidge, Mark, New Directions in U.S. 
Foreign Policy, Routledge, 2009. 

Sümer, Gültekin, Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik 
Kültürü, Uluslarararası İlişkiler Dergisi, Cilt:5, Sayı:19, Güz 2008. 

Turner, Frederick Jackson, The Significance of the Frontier in American History, 
1893, National Humanities Center, Research Triangle Park, 2005. 

Wagner, Heather Lehr, Great American Presidents: George Washington, Chelsea House Publishers, 2004. 

İnternet Bağlantıları 

https://www.mtholyoke.edu/acad/intrel/osulliva.htm 
http://www.usakgundem.com/haber/957/amerika-ve-kader-inanci.html 
http://web.deu.edu.tr/kibris/articles/hur.html 



BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


97 https://www.mtholyoke.edu/acad/intrel/osulliva.htm 
98 http://www.usakgundem.com/haber/957/amerika-ve-kader-inanci.html 
99 Bkz. John B. Judis, ‘’The Chosen Nation: The Influence of Religion on U.S. Foreign Policy’’, Carnegie Endowment for International Peace, March 2005. 
100 K. J. Holsti, ‘’Exceptionalism in American Foreign Policy: Is it exceptional?’’, European Journal of International Relations, Vol: 17, No: 3, 2011, s.382. 
101 A.g.e., s.382-384. 
102 Robert Booth Fowler, Allen D. Hertzke, Laura R. Olson, Kevin R. Den Dulk, Religion and Politics in America: Faith, Culture and Strategic Choices, Fourth Edition, Westview Press, 2010, s.2. 
103 Kavram İsa Mesih’in ikinci defa dünyaya gelmesi ve ardından kıyametin kopmasını ifade etmektedir. 
104 John B. Judis, a.g.m., s.2. 
105 John B. Judis, a.g.m., s.2-3. 
106 Wilfred M. Mcclay, ‘’The Soul of a Nation’’, Public Interest, Spring 2004, s.11-12. 
107 Walter A. McDougall, Promised Land, Crusader State: The American Encounter With the World Since 1776, Mariner Books,1997, s.15-16. 
108 http://www.usakgundem.com/haber/957/amerika-ve-kader-inanci.html 
109 https://www.mtholyoke.edu/acad/intrel/osulliva.htm 
110 Catherine A. Holland, ‘’Hartz and Minds: The Liberal Tradition after the Cold War’’, Studies in American Political Development, Vol:19, No:2, 2005, s.227-233. 
111 Robert Alan Dahl, Toward Democracy: A Journey, Reflections: 1940-1997, Institute of Governmental Studies Press, University of California, Berkeley, 1997, s.710. 
112 John Micklethwait and Adrian Wooldridge, God is Back: How The Global Revival Of Faith Is Changing The World, The Penguin Press, 2009, s.9. 
113 Henry Kissinger, Diplomasi, Çev. İbrahim H. Kurt, 2. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 2000, s.771. 
114 A.g.e., s.207. 
115 A.g.e., s.769. 
116 C. Akça Ataç, ‘’Bağımsızlık Savaşçılığından Dünya Hükümdarlığına: Amerikan İmparatorluk Anlayışının Tarihsel Gelişimi’’, Doğu-Batı, Sayı:42, 2007, s.119. 
117 C. Akça Ataç, a.g.m., s.119-120. 
118 Frederick Jackson Turner, ‘’The Significance of the Frontier in American History, 1893’’, National Humanities Center, Research Triangle 
      Park, 2005, s.2. 
119 C. Akça Ataç, a.g.m, s.120. 
120 Gültekin Sümer, ‘’Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü’’, Uluslarararası İlişkiler Dergisi, Cilt:5, Sayı:19, Güz 2008, s.126-127. 
121 C. Akça Ataç, a.g.e., s.121-123. 
122 Alexandra Kougentakis, ‘’How the Influence of Religion Makes the Foreign Policy of the Bush Administration Revolutionary, and How This Has Affected Our Relations with European Allies’’, University of Pennsylvania, 2007, s.4-9. 
123 K. J. Holsti, a.g.m., s.382-383. 
124 Inderjeet Parmar, Linda B. Miller and Mark Ledwidge, New Directions in U.S. Foreign Policy, Routledge, 2009, s.22-24. 
125 Inderjeet Parmar, a.g.e, s.48-53. 
126 K. J. Holsti, a.g.m., s.382. 
127 K. J. Holsti, a.g.m., s.389-390. 
128 Heather Lehr Wagner, Great American Presidents: George Washington, Chelsea House Publishers, 2004, s.7 
129 http://web.deu.edu.tr/kibris/articles/hur.html 
130 Henry Kissinger, a.g.e., s.10. 
131 A.g.e., s.18. 
132 Michael Ignatieff, American Exceptionalism and Human Rights, Princeton University Press, 2005, s.4-8. 
133 Henry Kissinger, a.g.e., s.772-773. 
134 A.g.e., s.770. 


***

6 Şubat 2020 Perşembe

Atatürk ve Emperyalizm

Atatürk ve Emperyalizm



Agah Oktay GÜNER
agahoktayguner@hotmail.com
14 Kasım 2011

Devlet Adamlarının kaderleri bazen milletlerinin kaderleri ile birleşir. Bu tarihi zamanlarda liderin dengeli bir kimliğe sahip olması, kendini aşma iradesiyle yaşaması büyük bir bahttır.Bizim tarihimizde bunun pek çok örnekleri vardır. Ama hiç şüphesiz en önemlisi Çanakkale savaşlarıdır. II. Viyana kuşatmasından sonra başlayan kayıp yıllarımızda mağlubiyet girdaplarıyla boğuşurken Çanakkale’de ayağa kalktık. Yenilmez denilen armadalar boğazın dibini boyladı.Türk kumandanlar, boğaz harbinin kahramanı Çobanlı Paşa, Türk topçuları ve yiğit Mehmetçikler o güne kadar mağlup ve mahcup başımızı dikleştirdi. Tarihimize muhteşem bir zafer ekledi.İngiltere ile Fransa’daki askeri ve siyasi kadrolar bu mağlubiyeti kabul edemediler. Çanakkale’yi karadan aşıp İstanbul’a girmek için yeni planlarını uygulamaya koydular. Kara savaşlarında yalnız düşman güçleriyle değil, aynı zamanda müttefikimiz Almanların komuta kademesindeki subaylarıyla da çatıştık. Bunların ihanet derecesine varan kararlar almaları ve uygulamaları Türk subayları isyan ettirdi. Çobanlı Paşa, Yarbay Mustafa Kemal ve arkadaşlarından meydana gelen bir grup yürekli Türk Subayı, Liman Von Sanders’in savunma stratejisinin yanlışlarını, gayenin Türk topraklarını savunmak değil, Verdün’deki Alman güçlerinin karşısındaki müttefik kuvvetlerini yıpratmak ve oyalamak olduğunu anladılar. Bu tespitlerini yazılı bir raporla Başkomutan Enver Paşa’ya ulaştırdılar.Ne yazık ki Almanlar İngiliz makineli tüfeklerine Mehmetçiği cömertçe biçtirmiştir.     

Yarbay Mustafa Kemal, bütün sorumluluğu üstüne alarak, Anafartalar’da tümenine savaşın kaderini değiştirecek emirleri vermekte tereddüt etmemiştir. Bu kararla albaylığa yükselirken gelecek zamanların ümit adamı olmuştur. 

Çanakkale Savaşı, milletimize Kurtuluş Savaşı’nın kadrolarını vermiştir. Mustafa Kemal ve arkadaşları yeni devletimizi Türkiye Cumhuriyeti’ni bu kadrolarla kurmuştur. Onlar 16 yıl; Trablus Savaşı’nda, Birinci Dünya ve Balkan Harbinde, Kurtuluş Savaşı’nda cepheden cepheye koştular. Ömürlerinin baharını örs ve çekiç arasında dövülerek yaşadılar. Emperyalizmin insafsız ve insansız siyasetini bütün çirkinlikleriyle gördüler, çarpıştılar.Atatürk mükemmel bir kurmaydı. Hesap adamıydı. Duyguları aklının gerisindeydi, gücünü bilir ona göre adım atardı.Nitekim Ankara Hükümeti, Fransızlarla yaptığı anlaşmaya: “Kurtuluş Savaşı zaferinden sonra Kerkük-Musul petrollerinin işletme imtiyazının Fransa’ya verileceği” vaadini koymuştur. İşte Mustafa Kemal dehasının keskin ışıklarından birisi budur. Böylelikle Fransa ile İngiltere’nin arasına çok başarılı bir menfaat çatışması fidanı dikilmiştir. Bu deha, dipdiri bir strateji uyguluyordu. İngiliz tahtına çekilen bir telgrafla, Yunanlılara yapılan İngiliz yardımının kesilmesi sağlandı. Bu örnekler kesin zafere kadar devam etti.“Yazar” geçinen, aslında paralı ajan olan bazıları; “Kurtuluş Savaşı önemli bir askeri başarı değildir” diye ahkâm kesiyorlar. Bu vatanın nimetleriyle enseleri şişmiş sülükler Mustafa Kemal’e devamlı düşmanlık ediyor. Bu aşağılıklara göre O’nun affedilmez iki günahı vardır: 

Birincisi; 

Milli Devleti kurup, Türk, vatan, bayrak, millet, milli ekonomi, bağımsız dış politika gibi kavramları milletin ortak inancı haline getirmesidir.  

İkincisi; 

Tarihte kurduğumuz devletlerin sadece ikisinin adı Türk’tür: “Göktürk Devleti ve Türkiye Cumhuriyeti” . Bu da onlara göre ikinci günahıdır. 

Bizim için ise bunlar iftihar kaynağıdır.   Atatürk’ü tanımak ve O’nun sahip olduğu milli aşkla milletimizi sevmek bugün üstümüze gelen 
Emperyalizme karşı sığınağımızdır.  

Atatürk’ü; 

“En büyük iftiharım Türk yaratılmamdır” diyen millet sevdalısını, silah ve mücadele arkadaşlarını rahmetle analım. 

Vatanın hür havasını, ciğerlerimize doldurup “ Ne Mutlu Türküm” diyerek bu vatanın bizim olduğunu kükreyelim.   

Bu ülkenin yetiştirdiği değerleri eritmek, yok etmek emperyalizmin temel uğraşıdır.  

Artık bu oyunlara gelmeyecek kadar akıllanmış olduğumuza inanıyorum. 
Aziz Atatürk’ün şu sözleri bize rehber olmalıdır: “ ...Milli bağımsızlık bence bir hayat meselesidir... milletimi esir etmek isteyen herhangi bir milletin, bu arzusundan vazgeçinceye kadar amansız düşmanıyım.” 


Kaynak Yeniçağ: 
Atatürk ve Emperyalizm 
Agah Oktay GÜNER 


https://www.yenicaggazetesi.com.tr/ataturk-ve-emperyalizm-20500yy.htm


***


2 Aralık 2015 Çarşamba

Kürtlere Yunanistan ve Ermenistan dersleri



Kürtlere Yunanistan ve Ermenistan dersleri


cipras

Kaya Ataberk
06 Temmuz 2015


Emperyalizmin çocukları batakta

Türkiye’nin iki komşusu son bir haftadır içinde bulundukları batağa iyice saplandı. Gerçi pek iyi komşu oldukları da söylenemez ya. Her ikisi de I. Dünya Savaşı’nın hemen ardından ülkemizin belli kısımlarını işgale kalkışmış ülkeler. Biri hâlâ, elinden gelse Ege Adalarından işgale başlayarak İzmir’e yeniden çıkacak. Öbürü ise anayasasında Türkiye’nin doğusunu, kendi toprakları olarak göstermekten vazgeçmemiş. Evet, Yunanistan ve Ermenistan’dan bahsediyoruz. Gerçi ihanetleri, ülke olarak kurulmalarından çok önce başlamıştı. Ama şimdi birer “devlet” olarak var oldukları için o çerçevede değerlendiriyoruz.

Ellerindeki güce ya da potansiyellerine bakmadan Türkiye’ye diş gösteren bu ülkeler, şimdi perişan vaziyette. Her ikisinde de kışkırtıcılar aynı. Bir taraftan Rusya diğer taraftan AB ülkeleri ve Amerika… Şimdiyse onları perişan vaziyete itenler gene bu emperyalist güçlerden başkası değil.

Kısacası; emperyalizmin belki de 200 yıldır beslediği ve şımarttığı çocukları şimdi batakta. Aslına bakarsak geçmişte aldıkları desteğin ve şımartılmanın bedeli bu… Başa gelen çekilir deyip çekecekler artık.
En baştan söyleyelim: Bizim sözümüz artık o yolda kaşarlanmış ve diyet ödeme aşamasına gelmiş olanlara değil.

O yola nispeten yeni girmiş heveskârlara…
Belki ders çıkartırlar diye anlatalım…

Batının ilk şımarık çocuğu: Yunanistan

Osmanlı’ya karşı Yunan İsyanı 1821’de başladı. Daha doğrusu Batılı konsolosların kışkırtmalarıyla, cesaretlendirmeleriyle ve Rus Çarlığı’nın verdiği destekle başlatıldı. Türklere karşı o kadar kışkırtılmışlardı ki tarihin az kaydettiği bir acımasızlıkla Mora’da yaşayan sivil Türkleri katlederek işe başladılar. Çok sorun yaratsalar da Osmanlı-Türk güçleri isyancıları defalarca yendi. Fakat bu yeterli olmadı. Batılı devletler şımarık çocuklarının dayak yemesine razı olmadılar ve müdahale ettiler. 1827’de Navarin’de Osmanlı donanmasını yok ettiler. Kısa bir süre sonra da Yunan Krallığı’nı kendi elleriyle kurdular. O kadar ki kral bir Yunan değildi. Almanya’dan kral ithal etmişti Yunanlılar.

1800’lerin ve günümüzün Yunanlılarının, Antik Yunanla etnik bir bağları yoktu. Dilleri de aynı değildi. Fakat medeniyetsiz emperyalizm, kendi “medeniyetinin” kökü saydığı Eski Yunan’ı korumak adına da Yunanlıları sahiplenmişti. Eski Yunan’ın Eski Mısır’ın bir kopyası oluşu, daha doğrusu Batının bir uydurması ve üretimi oluşu ayrı bir hikâyedir. Fakat bizim için daha da önemli olan şey bu kimliğin özellikle Türk’e karşı beslenmiş ve şımartılmış olduğudur. Bu şımarık güruh 1820’den 1919’a kadar Mora’da, Teselya’da, Batı Trakya’da vs. ne kadar Türk ve Müslüman varsa katlederek ilerledi. Bu etnik temizlikte Sırp, Bulgar, Makedon gibi Hıristiyan Balkan milletleri de onlar destek oldu. 1919’da ise artık sıra Anadolu’ya gelmişti. Fakat bu noktada bu şımarık çocuk Türk’ün tokadını Mustafa Kemal Atatürk adıyla yedi. Süklüm püklüm geldiği yere döndü. Batı onlara verdiği sözleri tutmamıştı. Sahip çıkmamıştı.

Fakat gene de kazançlı sayılırlardı. Batı onlara sadece bir dil, kültür ve kimlik değil aynı zamanda derme çatma da olsa bir ülke ve devlet armağan etmişti.

İkinci örnek: Ermenistan

1820’lerde Yunanlıları keşfeden Batılılar, çok değil bir 50 yıl sonra da Ermenileri harekete geçirdiler. 1800’ler biterken önce Hınçaklar, sonra Taşnaklar örgütlendi. Yine Yunan örneğinde olduğu gibi ilk müdahale Rusya’dan geldi. Fakat kısa süre sonra işe İngilizler, Fransızlar ve hemen ardından da misyonerler aracılığıyla Amerikalılar dâhil oldu.

Misyonerler Ermenilere ilk el attıklarında, neredeyse Ermenice bilen Ermeni bile yoktu aralarında. O kadar ki onlara propaganda yapmak için misyonerler Türkçe İncil dağıtmak zorunda kalmışlardı. Fakat Ermeniler de Yunanlılara benzer bir tavır aldı. Batılıların ve Rusların dolduruşuna geldiler. Hesaplarına göre isyan çıkarıp Türkleri öldürürlerse Osmanlı Devleti onları bastırmak için harekete geçecek, bunu gören Rusya ve Batılılar da duruma müdahale edeceklerdi. Böylece onlar da bedavadan bir bağımsız Ermenistan’a konacaklardı.

Gerçekten de ayaklandılar. Çok da acımasızca davrandılar. Yunanlılarla yarışacak kadar Türk katlettiler. Bu ayaklanmaların en önemlilerini de Osmanlı Türk Devletinin I. Dünya Savaşı’na girdiği döneme denk getirdiler. Bu elbette bilinçli bir tercihti. Fakat bu tercih onlara kaybettirdi. Önce Türkiye’de yaşayanlar Osmanlı Devleti tarafından Suriye’de yeniden yerleştirildi. Kaçanlar bir Ermenistan kurdular ama o da kısa zamanda Sovyet Rusya tarafında işgal edildi. İşgal edilmeden önce de Kuvayı Milliye orduları tarafından kalan askerleri Anadolu’dan atıldı. Bir süre sonra da zaten emperyalistlerin Anadolu’yu paylaşma planlarında da bir Ermenistan olmadığı ortaya çıktı. Onların Ermenistan olacak sandığı yerler Sykes-Picot gizli anlaşmasında Rusya’ya bırakılmıştı.
En sonunda Sovyetler’in uydusu bir Ermenistan kaldı ellerinde. Bugün sözde bağımsızlar ve hâlâ şımartılıyorlar…

Çocuklarını sokağa atan emperyalizm…

Emperyalizm bu iki çocuğunu 1800’ler boyunca şımartmış ve Türklerin üzerine salmıştı. 1920’lerde ise Türk’ün dirilişi karşısında tutunamayacakları ortaya çıkınca onları yalnız bırakıvermişti. Yani çocuklarını sokağa atmıştı. Ermenistan’ın Sovyetler’in kolonisi durumuna dönüştüğü bir ortamda Yunanistan ise yüz yıl boyunca düşmanlık ettiği Türklerden yardım dilemiş, Atatürk’ün Balkan Paktı’na sığınmak zorunda kalmıştı.

Aradan yıllar geçti ve bugünlere geldik. Yunanistan yıllarca AB tarafından beslendi ve Türkiye’ye karşı kullanılmaya devam etti. Fakat kapitalizm bu… Şimdi malî konularda biraz kafa tutuyor diye, borçlarını ödemiyor diye yeniden kapının önüne atılmış durumda. Hatta iflası kesin gibi duruyor… Ermenistan ise yine bir tarafında Batılıların diğer tarafında Rusya’nın yer aldığı ekonomik ve toplumsal çalkantıların içinde. Peki; kendilerini ayakta tutacak ya da koruyabilecek bir güçleri var mı? Arkalarından Rusya veya Batı çekildiği anda yere yıkılacakları kesin. Yani Ermenistan da Yunanistan da bütün o şımarıklıklarına karşın gerçek birer devlet olamamış ancak birer sığıntı sözde devlet olabilmişler.

Baksanıza; Yunanistan’ın “isyankâr” başbakanı Çipras hâlâ eski havaları çalıyor: “Bize yardım etmezseniz Türkiye bizi işgal eder…”

Bu ton 200 yıldır hiç değişmedi ve öyle anlaşılıyor ki ileride de değişmeyecek… Hep kapıda, hep ikinci sınıf, hep diken üstünde ve hep sözde devlet olarak kalacaklar. Peki, bunlardan ders çıkarması gerekenler yok mu?

Emperyalizm, Kürtler ve “Kürdistan”

Yunanistan ve Ermenistan tecrübelerinden ders çıkarması gerekenler herkesin tahmin edebileceği gibi Kürtlerdir.
Emperyalistler Kürtleri sonradan ele aldı. Hatta ilk zamanlarda Hıristiyan Ermenilerin araları açık diye onları sevmiyorlardı da. Fakat sonradan onların da kandırılabileceğini düşündüler. Onlar da Türkiye’ye karşı kullanılabilir, “bağımsızlık”, refah, “devlet” gibi vaatlerle ayaklandırılabilirdi. Özelikle Türkiye açısından nüfus anlamında bir Rum-Yunan ya da Ermeni tehlikesi kalmadıktan sonra daha da kıymete bindiler. Şimdiyse yükselişlerinin en son noktasına varmak üzereler.

Şimdi soralım: Bugün Barzani “Gelecek yıl bağımsızlık ilan edeceğiz” dese de, PKK’nın Suriye kanadı “Rojava”yı ABD bombalarının yardımıyla kurtarmayı (!) zafer saysa da, Türkiye’de PKK’nın uzantısı HDP barajı aşmanın sarhoşluğunu yaşasa da acaba bu iş nereye varacak? Görüldüğü gibi Kürtlerin zafer olarak algıladıkları her gelişmenin ardında yine Batı ve özellikle de ABD var. Bu hep böyle devam eder mi acaba? 200 yıl kadar önce Batının poh poh lamalarıyla şımaran Yunan ve Ermenilerin kaderi Kürtler için de yinelenmeyecek midir?

Pek ihtimal vermediğimizi belirtelim fakat diyelim ki bir “Kürdistan” kurdunuz… Bunun Yunanistan ve Ermenistan sözde devletleri kadar bile bir devlet olamayacağının farkında değil misiniz? Bugün ABD uçakları olmadan IŞİD’le bile baş edemezken yarın ne olacak? ABD hep yanı başınızda müşfik bir ebeveyn olacak mı sizin için? Yoksa “Ortadoğu’nun petrolü azaldı, artık bana ne Kürt’ten” dediği anda ayakta kalma şansınız olduğunu mu düşünüyorsunuz?
Unutmayın o günler geldiğinde bu coğrafyada size insanî muamele edecek tek devlet yine bugün “sömürgeci” saydığınız Türkiye olur ancak.

Söylemesi bizden, ders çıkarması Kürtlerden… 
Eğer çıkarabilirlerse…



http://www.turksolu.com.tr/kurtlere-yunanistan-ve-ermenistan-dersleri/


14 Kasım 2015 Cumartesi

Emperyalizm Kıskacındaki Osmanlı İmparatorluğu ve TÜRKİYE,




Emperyalizm Kıskacındaki Osmanlı İmparatorluğu ve  TÜRKİYE



Türk Devriminin Başlamasından Önceki Durum:

Bu dönemdeki durumu iyi değerlendirebilmek için “Birinci Dünya Savaşına” son veren olayları ve Türk ulusunu devrime hazırlayan nedenleri genel hatları ile gözden geçirmekte yarar vardır.


Kırmızı sınır; Merkez Devletleri, Mor sınır; İtilaf Devletleri.

1 -  Merkez Devletlerin Durumu (*):

Birinci Dünya Savaşı’nın ilk üç yılı içinde (1914 – 1917) Merkez Devletleri, Avrupa savaş alanlarında Rusya, Sırbistan ve Romanya’yı yenmişler, ellerine geniş arazi parçaları geçirmişlerdi. Ancak, bu devletlerde 1917 yılından itibaren savaş yorgunluğu ve barış isteği gizlenemeyecek bir hal almıştı.(1)

2 – İtilaf Devletlerinin Durumu:

Bu dönemde itilaf devletleri denizaltı muharebelerini etkisiz hale getirmek suretiyle deniz egemenliğini ve ablukayı sürdürüyor, Batı cephesinde gittikçe ağırlaşan baskısını hissettiriyor, Amerika’nın da harbe katılması ile bir yandan harbin sonucunu almaya çalışıyor, öte yandan da elde ettiği başarının meyvelerini toplama hazırlığı içinde bulunuyordu.
1918’e gelindiğinde harbin sonucu alınmış ve muharip devletler bir takım anlaşmalarla silahları bırakma yoluna gitmişlerdi. Bu arada Osmanlı devleti de Mondros Mütarekesiniimzalamış ve silahları bırakmıştı (30 Ekim 1918).

Paylaşma Anlaşmaları:

Konumuza ışık tutması bakımından İtilaf Devletlerinin kendi aralarında yaptıkları paylaşma anlaşmalarının önemlilerini belirtmek yararlı olacaktır.
a – İstanbul ve Boğazları Rusya’ya bırakan (4 Mart – 10 Nisan 1915) İngiliz, Fransız, Rus Anlaşması.
b – Harbe girmeden önce karşılığını sağlamak isteyen İtalya’ya Antalya ve buna bitişik Güney Anadolu’da ve Akdeniz kıyılarında hakça bir pay verilmesini kabul eden (26 Nisan 1915) İngiltere, Fransa ve İtalya arasındaki Londra Anlaşması.
c – Güneydoğu Anadolu, Irak, Suriye ve diğer Arap memleketleri hakkında (3 Ocak 1916)Sykes – picot anlaşması, bu anlaşma 9 – 16 Mayıs 1916 Sykes – Picot IIanlaşması ile pekiştirilmiştir

ç – Fransa ve Rusya’nın Sivas – Kayseri – Mersin çizgisi doğusundaki bölgeyi kendilerine bağlamaya hakları olduğunu kabul eden (26 Nisan 1916) İngiltere, Fransa, Rusya arasında yapılanPetersburg Anlaşması.
d – İzmir ile birlikte Batı Anadolu’nun İtalya’ya verilmesini, bu bölgenin kuzeyinde bir İtalyan nüfus bölgesinin kurulmasını İngiltere ve Fransa’ya kabul ettiren (19 – 21 Nisan 1917) St. Jean de Maurienne Anlaşması.


Bu anlaşmaların 1916 yılının ilkbaharında aldığı şekle göre paylaşma şöyle olacaktı: Boğazlar, Sinop’tan itibaren tüm Doğu Karadeniz bölgesi ve Doğu Anadolu Rusya’ya; Antalya, İzmir bölgesi ile Batı Anadolu İtalya’ya; Mersin, Kayseri, Sivas hattının doğusundaki Güney ve Güneydoğu Anadolu Fransa’ya bırakılacak; Suriye, Irak ve Arabistan İngiltere ile Fransa arasında paylaşılacaktı.
Görüldüğü gibi, Türklere hemen hemen hiç hayat hakkı bırakılmıyordu.
1917 yılında Rusya’nın savaştan çekilmesi ve Osmanlı devleti ile barış yapması (Brest – Litovsk Antlaşması, 3 Mart 1918) biraz önce belirtilen paylaşma şeklini değiştirdi. Rusya, Osmanlı ülkesi üzerindeki her türlü haklardan vazgeçmişti. Bu durumda, galip ülkeler, özellikle İngiltere ile Amerika Doğu Anadolu’daki bir bağımsız Ermenistan ve Kürdistan kurmayı düşünüyorlardı. Boğazlar ise, ortak bir denetime bağlı tutulacaktı.
Mondros Mütarekesi imzalandıktan sonra galip devletler bu planlamayı uygulamaya koymuşlardır. Fakat, bu sırada aralarında çıkan anlaşmazlıklar nedeniyle bu planlarda büyük ölçüde değişiklikler olmuştur.
Değiştirilmeyen tek düşünce, Osmanlı devletine yaşama hakkı bırakmamaktır.
Bu konuda düşünür ve yazar Melih Cevdet Anday şöyle der: “İmparatorlukların çökmeleri başka, ulusların yok olma ile karşı karşıya gelmeleri başkadır. Geçmişin olaylarına bakarsak, imparatorlukların çökmesi ulusların kendilerini bulmalarına yol açmıştır denebilir. Osmanlı İmparatorluğunun yıkılış dönemi ise, bu imparatorluk içinde yaşayan çeşitli etnik toplulukların ulus olmaya yönelmelerini sağlamak yanında, çok garip karşılanması gereken bir gelişimle istilacılarda Türk’ü ve Türk yurdunu ortadan kaldırmak tutkusuna yol açmıştır. Burada şaşırtıcı olan, sadece Osmanlı’nın yenilgisini Türk’ün sonu biçiminde yorumlamaya kalkan emperyalistlerin bu tutkusu değildir. Yenilmiş bütün devletlere tanınan yaşama hakkının, toparlanma, kendini bulma, yeniden gelişme yoluna girme olanağının nedense yalnız Türk’e tanınmaması tutumudur”(2).
Bu tutum değişik şekillerde dile getirilmiş bulunuyordu.
Bu tutumun temel nedeni, Batı’da XVIII. YY sonlarında başlayıp XIX. Yy boyunca gelişen endüstriyel devrimin dünya ölçüsünde yarattığı sömürgecilik düzeni olmalı idi. Bilindiği gibi bu düzen, dünyada bir kısım ülkelerin endüstriden yoksun bulunmalarına karşılık, diğer bazı ülkelerde anormal bir endüstri ve para yoğunlaşması sağlanmıştı. Bundan da çağdaş anlamı ile sömürge ve yarı sömürge düzeni doğmuştu. Özellikle, endüstri devrimine ayak uyduramayan ülkelerde endüstri çökmüş; kapitülasyon koşulları, borçlandırma yolları ile ekonomik kontroller, nihayet, politik bağımsızlığın kayıt altına alınışı baş göstermişti. Birçok dünya ülkeleri gibi, Osmanlı İmparatorluğu da bu sömürülen ülkeler içine düşmüştü. Bu durumdan yeterince yararlanma düşüncesi, önce Avrupa devletlerine sonra da Amerika’ya Osmanlı İmparatorluğuna karşı yeni bir politika uygulamayı dikte etmiş ve benimsetmiştir. Ne var ki, Osmanlı İmparatorluğu bu düzene öteki geri kalmış ülkeler gibi kolay boyun eğmemiştir.  
Bu politikaya, jeopolitik durumun da etkisi olmuştur. Osmanlı İmparatorluğu doğal kaynakları ve Pazar olma olanakları ile yalnız ekonomik planda değil, Doğu ile Batı arasında bulunan coğrafi konumu ile askeri planda da büyük devletlerin baş hedefi olmuştur.
Rusya bu durumdan yararlanmak isteyen ilk devlettir. Bilindiği gibi, Rusya, XVIII. Yy başlarından itibaren coğrafi durumu gereği olarak, çevresindeki kuşağı genişletmeye, ılık denizlere çıkmaya çalışmış, buralardaki yabancı ulusları egemenliği altına alma çabası içinde bulunmuştur. Rusya’nın her fırsattan yararlanarak Osmanlı İmparatorluğu’nu parçalama ve yıkma çabası bu amacın bir parçasıdır. Çünkü, Rusya bu çabasında başarı sağladığı zaman çevresini saran çemberin güney kesimini kırmış ve Akdeniz’e çıkmış olacaktır.


Cezzar Ahmet Paşa Napoleon'u Akka önünde durdurur.

Fransa, Napoleon Bonaparte zamanında Hindistan yolunu ele geçirmek amacı ile Mısır ve Suriye’yi yönetimi altına almak, ondan sonra da Osmanlı İmparatorluğunu saf dışı etmek istemiştir. Napoleon Akka’da Türkler tarafından yenilip yurduna dönmüştür ama, Fransa’nın Osmanlı İmparatorluğundan yararlanma isteği zaman zaman şekil değiştirerek de olsa devam etmiştir.
İngiltere, endüstri devrimini gerçekleştirip, denizaşırı ülkelere yayılma olanağı bulduktan ve İngiliz İmparatorluğunu kurduktan sonra “Akdeniz’de ve Asya’da Çarlık Rusya’sı ile çetin bir çıkar mücadelesinde bulunurken Rusya’ya karşı bir tampon devlet olarak Osmanlı İmparatorluğunu kendi çıkarları doğrultusunda kullanmıştır”(3). Sonraları bu politikayı değiştirmiş, Osmanlı İmparatorluğunu parçalamakta yarar ummuştur.

Tarihi Gelişim:

Tarihin akışı içinde İngiltere’nin ve öteki Avrupa devletlerinin bu amaçla harcadığı çabaları gözden geçirmek gerekirse, bunun en belirgin örneklerinden biri, ekim 1896’da Çar Nikolay II’ ye İngiltere’de misafir iken, Başbakan Salisbury’nin Osmanlı ülkesini paylaşma önerisidir. Bu öneriye göre: Boğazlar Rusya’ya, Mısır İngiltere’ye verilecektir. Çar bu öneriye “Hayır” demiştir(4). Diğer örnek; Salisbury’nin  25 ocak 1898’de Rusya’ya yaptığı ikinci öneridir. Bu öneriye göre de, “Osmanlı ülkesinin yarısında İngiltere’nin, yarısından Rusya’nın sözü geçsin.” Denmiş, Rusya buna da ilgisiz kalmıştır(5). Rusya’nın bu ilgisizliğinin nedeni Sibirya’da meşgul bulunmasıdır(6). İngiltere’nin böyle bir politikaya yönelmesinin nedeni ise, o zamanki Paris Büyükelçisi Salih Münir Paşa’ nın 1903 yılında Padişah Abdülhamit’e  gönderdiği raporda belirttiği üzere, “Osmanlı devletinin kuvvet ve kudretinin azalmasını, Osmanlı ülkesinin de küçülmesini kendi çıkar politikasına uygun görmeğe başlamasıdır(7).

İngiliz Başbakanı  Salisbury

Bu durum, İngiltere’nin Rusya ile 31 ağustos 1907’de yaptığı Petersburg Antlaşması ile bunu takip eden yolda yapılmış olan ve Osmanlı Devleti sorunları üzerindeki konuları kapsayan Reval görüşmelerine kadar sürmüştür. Çünkü, bu anlaşma ile İngiltere ve Rusya arasında uzun zamandan beri süregelen “Asya rekabeti” sona ermiş bulunuyordu.
Bilindiğ gibi, İkinci Meşrutiyet (1908), Osmanlı İmparatorluğunda bir ölçüde silkiniş ve kurtuluş çabası olarak başlamıştır. Hatta, 1914’lere ulaşıldığındaLarcher’in La guerre Turque dans la guerre Mondiale adlı eserinde özetlediği şekilde; “Osmanlı İmparatorluğunu Türkleştirmek, O’nu yabancı vesayetinden kurtarmak, Kafkasya ve Mısır’ı almak, Turan’ı kurtarmak ve bir federasyonda toplamak, bütün İslam dünyasında Halifenin otoritesini yeniden kurmak(8)” gibi çok geniş kapsamlı bir amaca yönelişi, öncelikle bazı emperyalist devletlerin sömürge düzenini bozabileceği için düşündürücü olmuştur.
Genellikle Pantürkizm (Panturanizm) ve Panislamizm şeklinde adlandırılan ve olayların akışına büyük ölçüde etkisi görülen bu akımlara açıklık getirmek için özet olarak şu hususları belirtmek gerekir:
“Pantürkizm, bütün Türkleri birleştirme, bütünleştirme, bir bayrak ve devlet altında toplama ideolojisi ve eylemidir. Öteki adı Turancılıktır, ırkçı nitelikte milliyetçilik akımıdır.
Panislamizm, dünya Müslümanlarının tümünü bir devlette birleştirmeye yönelik bir kavramdır, dinsel içeriklidir.
Her iki akım aralarında çelişkiler olmakla birlikte, birbirine bağlı olarak XIX. Yy’ın sonlarında doğmuştur. Osmanlı İmparatorluğunda ulusçuluk akımlarının gelişmesi, Hıristiyan toplumların sık sık başkaldırmaları ve bağımsızlık isteklerine karşı tepki niteliğinde oluşmuştur. İmparatorluk sınırları içinde her çeşit millet ve din vardır. Pantürkizm ve Panislamizm salt Türklerden ve Müslümanlardan kurulacak bir imparatorluk hayaline dayanarak İttihatçıların milliyetçiliğine güç vermiştir(9)”.

 
Cemalettin - i Afgani      Ziya Gökalp

Osmanlı aydınlarına Turancılık ideolojisini aşılayan Ziya Gökalp olmuştur. O’na göre vatan dar sınırlar içinde yaşayan bir ülke değildir. O’nca, “Vatan ne Türkiye idi Türklere ne Türkistan, vatan büyük bir ülke idi; Turan.”
İslam ülkelerinde Panislamizm görüşünün en ünlü yayıcılarından biri Cemalettin –i Afgani’ dir. Afgani, 1870’den beri birçok Müslüman ülkeyi dolaşıp “İslam Birliği duygusunu ve bunun bir sonucu olarak halifeye bağlılık duygu ve düşüncesini yaymış ve bu yolda birçok yazı yazılmış ve dinsel açıdan öğüt vermiştir(10).”
Almanya bu akımları bütün olanaklarıyla desteklemiş, hatta bu fikirlerin eyleme dönüşmesi için de elinden geleni yapmıştır. Çünkü, Almanya, bu tarihlerde Pantürkizm ile Çarlık Rusya’sını; Panislamizm ile İngiliz İmparatorluğunu vurmayı tasarlıyor ve İslam ülkelerinde egemenliğini kurmak için büyük bir çaba içinde bulunuyordu. Gerçekten Çarlık Rusya’sı ve İngiliz emperyalizmi karşısında kuvvetli bir rakip gibi gelişen ekonomik ve askeri bir güce sahipti. Bu nedenle özellikle Panislamist propagandayı önemle uygulamıştır (11). Örneğin, 1898’de Şam’da Selahattini Eyyübi’ nin mezarını ziyaret eden Alman İmparatoru şöyle konuşmuştur: “Sultan ve dünyada dağınık olarak bulunan ve ona karşı, halifeleri olması nedeniyle saygı besleyen 300 milyon Müslüman inanmalıdır ki, Alman İmparatoru her an onların dostu olacaktır (12).
Böylece, eskiden Rusya’ya karşı İslam’ın ve Sultanın dostu İngiltere iken, artık İngiltere’ye karşı İslam’ın dostu Almanya olmak istemiştir.
Almanya İslam dünyasının ayaklandırılmasına ve panislamist propagandaya o kadar büyük önem vermiştir ki, İstanbul’daki Alman Büyükelçisi Wangenheim, “Türk ittifakını askeri gücü nedeniyle değil, hilafet için aradık” demekten kendini alamamıştır. İstanbul’daki Amerika Büyükelçisi Morgenthan, Alman Büyükelçisinin düşüncelerini şöyle dile getirmiştir: “Wangenheim, Hıristiyanlara karşı bütün bağnaz İslam dünyasını ayaklandırma konusunda Alman tasarısını açıkladı; dünyadaki İngiliz ve Fransız nüfusunu yok etmek isteyenlerden biri olarak Almanya, gerçek bir kutsal savaş (cihat) planlamaktaydı. Türkiye’nin kendisi pek önemli değildi. Ordusu küçüktü ve Almanlar ondan fazla bir şey yapmasını beklemiyorlardı. Daha çok savunmada kalacaktı. Büyük olan İslam dünyası idi(13).

Alman Büyükelçisi Wangenheim ve Said Halim Paşa

Almanya İslam halifesinin manevi gücünden yararlanmak için planlar hazırlamakta, İngilizler bu planlara karşı tedbirler almakta iken, Osmanlı İmparatorluğunun yöneticileri, dünyanın her yanında yaşayan    Türk ve Müslümanların aynı bayrak altında birleşmeleri için bir kıvılcım beklediğine inanıyorlardı. Osmanlı ordusunda küçük askeri birlikler, gözü pek komutanlar yönetiminde Kuzey Afrika’ya, İran üzerinden Hindistan’a, Hazar denizi dolaylarından Orta Asya’ya yürüdükleri zaman buralarda yaşayan ve kurtarıcı bekleyen Türk ve Müslüman halk, emperyalizme karşı ayaklanacak, Turan İmparatorluğu yeni sınırlar içinde kurulacaktı. “Bir fikir, aynı zamanda hareket yuvası” olan Teşkilatı Mahsus, Osmanlı devleti içinde fikir ve ülkü birliği yapmak, dünya yüzündeki bütün Türkleri bir bayrak ve devlet görüşü altında birleştirmek, temsil ettiği manevi insan gücü olan Müslümanlığı, izlenecek dış politikanın etkin kuvveti durumuna getirmek” amacı ile kurulmuştu(14).
Harbe girme durumunda bulunuşumuz bu inançta bulunanların ekmeğine yağ sürmüştür.
Yapılan inceleme gösteriyor ki, Alman İmparatorluğu yöneticilerinin kontrolünde olarak Türk ulusal hedeflerine göre değil, Alman milli çıkarları yararına tertiplenen ve yürütülen Birinci Dünya Savaşı, Osmanlı İmparatorluğu için sonun başlangıcı olmuştur. Oysa Türk askeri bütün cephelerde özveriyle çarpışmış, büyük başarılar elde etmişti. Buna rağmen işlerin hayal edildiği gibi yürümediği, yürümesine olanak bulunmadığı Osmanlı yöneticileri tarafından anlaşılamamıştır. Özellikle, Osmanlı imparatorluğunu yenik ve çok utanç verici duruma düşüren 1914 – 1918 döneminin en güçlü adamı Enver Paşa, Arapların olumsuz davranacağını hesaba katmamış, hiç etkisi olmayan “Cihadı Mukaddes”’e bağlanmış, askeri harekat planlarını gerçek hesaplara değil hayale dayamış, harbi maceracı bir ruhla yönetmişti. Daha sonra da maceradan maceraya atılmış, en sonunda gittiği Türkistan’da da aradığını bulamamıştır.

 
Zeki Velidi Togan               Enver Paşa

Buhara Emiri,  Enver Paşa’ya yazdığı bir mektupta : “Siz Türkiyelisiniz, memleketiniz düşman işgali altındadır, askeri güç ve kuvvetinizi kendi vatanınızı kurtarmak için harcasanız daha iyi olur” demiştir(15).
Türkistan’da ilericiler de Enver Paşa’yı tutmamıştır.Zeki Velidi Togan,  “hatıralar”’ında şöyle yazıyor: “Bana Enver Paşa’nın Türkistan’a gelmek fikrinde olduğunu bildirdiler. Biz de bu durumu komitemizde görüştük, buraya gelmeyip kenardan bize yardım etse daha iyi olur diye cevap verdik (16).
Zeki Velidi Togan, Buhara’da Enver Paşa ile konuşmasında ona: Bolşeviklerle mücadelelerinin Rusya’nın bir iç mücadelesi olarak başladığını, Sovyetlerle tekrar barışabileceklerini, panislamizm ve pantürkizmin Türkistan’da tutulmadığını Sovyetlerin isteklerinin Milli Kızıl Ordu’ya dayanan Milli Türkistan Sovyet Hükümeti olduğunu söylemiştir (17).
Görülüyor ki, Pantürkizm ve Panislamizm şeklinde özetlenen bu hamle, Osmanlı İmparatorluğu yöneticilerinin dışarıdan desteklenen utopik serüvenciliği olmuştur.
 Osmanlı İmparatorluğu bu tutum ve davranışı ile bir yandan yanında yer aldığı ve genişleme planlarına yarar sağladığı için Almanya’yı için için sevindirirken, öte yandan sömürü bölgelerini tehlikeye düşürdüğü nedeni ile özellikle, İngiltere’yi fena halde korkutmuştur. Çünkü, o zamana kadar İngiltere ve Fransa gibi sömürgeci devletlerin hizmetinde bulunan halifelik silahı artık bu devletlere karşı çevrilmiştir. Bu nedenle İngiliz Hükümeti, bütün İslam dünyasını İngiltere’ye karşı ayaklandırmaya kalkışan ve savaşın ilk iki yılında bu yolda kısmen başarı sağlayan Osmanlılara bütün İslam dünyasının unutamayacağı bir ders vermek istemiştir.
Bu durumu Lloyd George anılarında şöyle açıklamıştır: “ İngiliz İmparatorluğu için, Türkiye ile savaşın özel bir önemi vardı. Osmanlı halifesi, İslam dünyasının başı idi ve İngiliz İmparatorluğu içinde, her yerden çok Müslüman vardı. Ayrıca Türkiye, İmparatorluğun deniz yolları üzerinde bulunuyordu. Gidiş geliş yolları ve doğudaki prestijimiz bakımından itibarlarını yitirmeleri önemli idi (18 )”.
Her ne kadar, İtilaf Devletleri 10 ocak 1917’de yayınladıkları savaş amaçlarında,” Müttefikler bencil çıkarlar için dövüşmediklerinin bilinci içindedirler. Her şeyden önce halkların bağımsızlığını, hakkı ve insanlığı kurtarmak için dövüşmektedirler (19 )” demişlerse de bu, hiçbir zaman sözle davranış arasındaki çelişkiden ileri gitmemiştir.
Nitekim, İtilaf Devletlerinin Osmanlı İmparatorluğuna karşı olan tutumlarını belirten:“Uygar dünya bilmektedir ki, Müttefiklerin savaş amaçları, her şeyden önce ve zorunlu olarak Türklerin kanlı istibdadına düşmüş halkların kurtarılmasını ve Avrupa uygarlığına kesinlikle yabancı olan Osmanlı İmparatorluğunun Avrupa dışına atılmasını içerir(20)” şeklindeki açıklamaları, bu savaşta Osmanlı İmparatorluğunu parçalama ve yok etmeyi hedef aldıklarını pek belirgin bir dil ile göstermektedir.
Bu düşünce, Birinci Dünya Savaşının başında, önemli mevkilerde bulunan sorumlu kişiler tarafından da dile getirilmiştir.

Herbert Henry Asquith
Örneğin, İngiliz Başbakan’ı  Asquith 9 kasım 1914 günü parlamentoda şöyle konuşmuştur: “ Osmanlı Devleti kılıcını çekmiştir ve kılıçla ortadan kaldırılacaktır(21)”.
Düyunu Umumiye (Dış Borçlar İdaresi)’deki İngiliz temsilcisi Sir Adam Block savaşın başlaması üzerine İstanbul’u terk etmek zorunda kalırken, şu görüşü ileri sürmüştür: “Eğer Almanya kazanırsa, siz de Alman sömürgesi olacaksınız; İngiltere kazanırsa mahvoldunuz (22)”.
O sıralarda İngiliz Savunma Bakanı olan Lord Kitchner’de; “ Osmanlıları mahvedinceye kadar savaşa devam edeceğiz (23)” demekten kendini alamamıştır.
 
Lord Curzon                    Lord Kitchner

Lord Curzon’un yargısı şöyledir: “ Ayasofya ki, 900 yıl önce bir Hıristiyan kilisesi idi. Elbet eski durumuna getirilecektir. Savaşı en az iki yıl uzatan bize paraca milyonlara, can kaybı bakımından onbinlere mal olan bir düşmanı yenerek elde ettiğimiz bu fırsatı yitirmememiz uzak görüşlülük gereğidir (24)”.
Türk Kurtuluş Savaşı sırasındaki İngiltere – Türkiye ilişkileri konusunda ilgi çekici bir kitap yayınlayan David Walder’e göre de Lloyd George, “Yakın Doğu’ya çalışkan, Hıristiyan köylülerini yerleştirmek, eski Yunan ve Roma uygarlıklarını canlandırmak” düşü içindeydi (25).
Amerika Cumhurbaşkanı Wilson 10 ekim 1917’de en yakın çalışma arkadaşı Albay House’a “ Türkiye’nin haritadan silinmesi” görüşünde olduğunu söylemiştir (26).
Bütün bunları bilmezlikten gelen Lord Kinross, “Atatürk” adlı eserinde Lord Curzon’un 1919 yılının ocak ayında Paris’te toplanan Barış Konferansına sunduğu raporda : “ Sadece Osmanlı İmparatorluğundaki Ermeniler ve Araplar gibi Türk uyruklu ırklara değil, Türklere de kendi kaderlerini kendi seçme hakkı tanıyordu” diye yazmıştır (27).
Her ne kadar zaman, konuşmalardaki bazı sivrilikleri aşındırmışsa dana fikirde bir değişiklik yapmamıştır. Olayların gelişmesi de bunun böyle olduğunu göstermiştir.
Örneğin, Wilson’un 14 maddelik ünlü bildirisinde Türkiye ile ilgili 12. Madde, 8 ocak 1918’de dünya kamuoyuna şöyle açıklanmıştır: “ Şimdiki Osmanlı İmparatorluğu’nun Türk olan kısımlarına güvenilir bir egemenlik sağlanmalı, fakat halen Türk yönetimi altında bulunan öteki milletlere, her türlü kuşkudan uzak bir yaşama güvenliği ve kesinlikle engelsiz bir kendi kendilerine gelişme olanağı verilmelidir. Boğazlar, bütün milletlerin gemilerine ticaretine, serbest geçiş için, milletlerarası garanti altında, sürekli olarak açık bulundurulmalıdır(28)”. Başkan Wilson bu bildirisi ile sözde Thomas Jefferson’un“milletlerin kaderlerini tayin hakkı” ilkesini dile getirmiştir. Fakat gerçekte bu ilkenin Türk ve Müslümanlara uygulanmayacağının çarpıcı örneğini önce, Filistin’de “Yahudi Yurdu” kurulması konusunda vermiştir. Bilindiği gibi, 1918 ağustosunda ( ilkelerinin yayınlamasından bir sene bile geçmeden ) Balfour Bildirisi’ni imzalamış ve böylece Müslüman Filistinlileri yurtlarından kovup, dışarıdan Yahudi göçmen getirmeye dayanan İsrail devletinin temelleri atılmıştır(29). Oysa bu sırada Filistin’de 600 bin Müslüman, 75 bin Hıristiyan ve 65 bin Yahudi vardır. Başkan Wilson, bu tutarsızlığı Türkiye için de göstermiştir. Bu durumu Amerikalı profesör L. Evans şöyle dile getirmiştir: “Wilson ve House, ABD savaşa katılmadan önce gizli paylaşma anlaşmalarının en önemlilerini ana çizgileri ile bilmekteydiler. Müttefiklerin Osmanlı İmparatorluğuna son vermek istedikleri, Wilson ve House tarafından yalnız bilinmekle kalmıyor, aynı zamanda onaylanıyordu. İmparatorluğun, savaşın beklenen galipleri arasında paylaşılmasını sağlamaktan uzak bile olsalar, Osmanlı İmparatorluğuna son verilmesinden yanaydılar(30)”.
Oysa, Başkan Wilson, Amerika’nın menfaati söz konusu olunca, en küçük bir ödün vermeye göz yummak istememiş 8 Nisan 1913’te parlamentoya gönderdiği bir mesajda:“Ayrıcalığa en ufak bir benzerliği olan her şeyi ortadan kaldırmalıyız (31)” demişti.

 
ABD Başkanı Wilson          Thomas Jefferson

Ya Almanya savaşı kazansaydı, o zaman Osmanlı İmparatorluğu’nun durumu ne olacaktı? Bu sorunun cevabını eski Cumhurbaşkanlarından İsmet İnönü’nün bir anısında bulmak mümkündür. Bu anı, Sir Adam Block’un sözlerini doğrulamaktadır:
“Bir gün Genelkurmay Harekât Şube Müdürü İsmet ( İnönü ), kendisi ile birlikte çalışan yüksek rütbeli bir Alman subayına der ki:
  • Canım siz kalabalıksınız, endüstri devletisiniz. Belçika’da öyle. Onu kendinize mi katacaksınız? Yahut aynı durumdaki Avrupa devletlerini mi? Zaferden sonraki kazancınız ne olacak?

Subay, kendi aralarında sık sık bu konuyu konuşmuş olacaklar ki, ağzından kaçırıverir: “ Die Turkei ! (32)”.
Buraya kadar yapılan açıklama gösteriyor ki, Batılı devletler hep Osmanlı İmparatorluğu’nu kendi sömürü düzeni içine almak çabası içinde bulunmuşlardır.

Kaynak: Türk Devrimi ve Kurtuluş Savaşı, Gnkur. Basımevi, 1976
Hazırlayan: Bağımsız Rehberler Platformu

(*) – Merkez Devletleri: Almanya ve Avusturya – Macaristan devletlerine verilen bir isimdi. Birinci Dünya Savaşında Osmanlı İmparatorluğu ve Bulgaristan da bu topluluğa katılmışlardır.
(1) – T.C. Gnkur. Harp Tarihi Bşk.lığı Yayınları: Türk İstiklal Harbi, c.1: Mondros Mütarekesi ve tatbikatı, Ankara Gnkur. Basımevi 1962, s. 11 – 27.
(2) – Melih Cevdet Anday, Cumhuriyet Gazetesi, 30 Ağustos 1974, s.2.
(3) – Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, c.1, İstanbul, İstanbul Matbaası, 1974, s. 38.
(4) – Hikmet Bayur, Türk İnkilap Tarihi, C.I, Ankara, 1963, s. 106.
(5) – Bayur, Türk İnkılap Tarihi, s. 106 – 107.
(6) – Bayur, Türk İnkılap Tarihi, s. 355; Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi C.I, İstanbul, İstanbul Matbaası, 1974, s. 39.
(7) – Belgelerle Türk Tarih Dergisi, sayı: 26, s. 54.
(8) – Larcher, La guerre Turque dans le guerre Mondiale, Paris, 1926, s.41.
(9) – İlhan Selçuk, Cumhuriyet, Panturkizm – Panislamizm, 29 mayıs 1976, s.2.
(10) – Hikmet Bayur, Türk İnkılap Tarihi, C.I, Ankara, 1963, s. 123.
(11) – Bayur, Türk İnkılap Tarihi, s.269.
(12) – Larcher, la guerre Turque dans la guerre Mondiale, Paris, 1926, s.15.
(13) – Hanry Morgenthau, Secrets of The Bosphorus, Londra, 3. Basım, s. 105.
(14) – Celal Bayar, Ben de yazdım, C. V, İstanbul, 1967, s. 1569 – 1570.
(15) – Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C.II, İstanbul, 1974, s. 546.
(16) -  Zeki Velidi Togan, Hatıralar, İstanbul, 1963, s. 385.
(17) – Togan, Hatıralar, s. 386 – 388.
(18) – Hikmet Bayur, Atatürk Hayatı ve Eseri, Ankara, 1963, s.312.
(19) – Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C.I, İstanbul, İstanbul Matbaası, 1974, s.34.
(20) – Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, s.34.
(21) – Aynı eser, s.33.
(22) – Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul, 1958, s. 29 – 30.
(23) – Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C.I, İstanbul, 1974, s.33.
(24) – Gottard Jaeschte, İngiliz Belgeleri, s. 52 – 54.
(25) – David Walder, Çanakkale Olayı, İstanbul.1971, s. 224.
(26) – Harry N. Howard, The partiton of Turkey, s.202.
(27) – Lord Kinross, Atatürk, Bir Milletin Yeniden Doğuşu, İstanbul, 1969, s.226.
(28) – Prof. L. Evans, United States poliey and the partiton of Turkey, s. 74 – 76.
(29) – Doğan Avcıoğlu, Milli Kurtuluş Tarihi, C.I, İstanbul, 1974, s.304.
(30) – Prof. Laurence Evans, United States policy and the partiton of Turkey, s.52.
(31) – ABD Dışişleri Bakanlığı, Amerika Tarihinin Anahatları, İktisadi İşbirliği İdaresinin Ankara’daki Türkiye Özel Misyoncu tarafından neşredilmiştir, Ankara, s.137.

(32) – Falih Rıfkı Atay, Çankaya, İstanbul, 1958, s.33.


.