Marshall Planı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Marshall Planı etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

8 Şubat 2020 Cumartesi

Amerika Birleşik Devletleri Dış Politikası Amerikan İstisnacılığı

Amerika Birleşik Devletleri Dış Politikası  Amerikan İstisnacılığı .,



EMRE GÜNDOĞDU


 Amerikan İstisnacılığı 



Özet 

Amerikan İstisnacılığı düşüncesi, Amerikan değerlerinin, tarihinin ve politik 
sisteminin emsalsiz ve diğer devletlerden farklı olduğunu varsaymaktadır. Bu teori, Birleşik Devletler’in özgürlük konusunda diğer uluslara ilham kaynağı olduğunu ve Birleşik Devletler’in uluslararası politikada liderlik rolü oynamasının kaçınılmaz olduğunu öne sürmektedir. Bu bağlamda istisnacılık, Birleşik Devletler’in diğer ulusları özgürleştirmek konusunda bir misyona sahip olduğunu varsayan bir niteliğe sahiptir. Amerikan istisnacılığı düşüncesi tek taraflı hareket etme özgürlüğü ve devletler arasındaki ilişkileri düzenleyen kurallar ve normlar gibi sınırlamalardan muaf olma yönleriyle eleştirilmektedir. 


 Giriş 

Amerikan İstisnacılığı, diğer devletlerin tarihsel gelişimiyle kıyaslama yapıldığın da Birleşik Devletler’in benzersiz veya istisnai bir karaktere sahip olduğuna dayanan bir inanç/teori’dir. Genel olarak istisnacılık fikri, kaynağını Amerikanizmin dayandığı özgürlük, siyasal ve sosyal eşitlik, bireycilik, cumhuriyetçilik gibi demokratik ideallerden almaktadır. İstisnacılık fikri, tarihsel temelini Birleşik Devletler’in Eski Dünya imparatorluklarından her 
açıdan farklı olduğuna, farklı bir kadere sahip olduğuna (Manifest Destiny)97 ve bu çerçevede dünyanın geri kalanına bazen örnek olma, bazen de biçim verme konusunda bir misyona sahip olduğuna dair bir algıdan/yaklaşımdan almakta dır.98 

Bu ‘’istisnai olma’’ fikrinin oluşumunda, Amerikan kültür ve medeniyetinin 
temellerini oluşturan Püritenizm geleneğinin99 ve Amerikan Devrimi’nin ortaya koyduğu kurucu anayasa çerçevesinde elde edilen yönetimsel düzenlemelerin (kuvvetler ayrılığı, federalizm, İnsan Hakları Beyannamesi gibi) etkisi büyüktür. İstisnacılık fikrine göre, diğer hiçbir devlet, Birleşik Devletler’in sahip olduğu özelliklerin birleşimine ve liderlik vasıflarına sahip değildir. Bu yaklaşıma göre, günümüzde Amerikan değerleri ve politik uygulamaları diğer uluslara barış ve özgürlük konusunda umut aşılamakta ve hatta Birleşik Devletler’in büyüklüğü / değerleri, kendisine dünyayı değiştirmek konusunda misyon yüklemektedir.100 

Birleşik Devletler’in gerçekten istisnai/benzersiz bir devlet mi olduğu yoksa 
istisnacılığın bir dış politika modeli olarak mı ele alınması gerektiği, sıkça tartışılan bir konudur. Birleşik Devletler’in sorumlulukları, değerleri ve yetenekleri ‘’istisnai’’ olduğundan, eylemlerinin de zaman zaman ‘’istisnai’’ olabileceği düşüncesi, kendisinin uluslararası hukukun hakim normlarından muaf olabileceği algısını yaratmaktadır. Diğer yandan istisnai olmak sürekli bir dış düşman ihtiyacı yaratmakta, yerel tehditlerin evrensel tehditler olarak 
yansıtılması ihtiyacını da kaçınılmaz kılmaktadır. 

Dış politika eylemlerinin toplumsal desteği alma açısından meşru gerekçeye ihtiyaç duyduğu düşünüldüğünde, istisnacı söylemin sorunların nasıl tanımlanacağını, dostların ve düşmanların nasıl kategorize edileceğini ve politika tercihlerinin nasıl telaffuz edileceğini belirleyen bir retorik araç olup olmadığı  sorunsalı ortaya çıkmaktadır.101 

Amerikan İstisnacılığının Tarihsel Temelleri 

Püriten Gelenek 

Günümüz Amerikan toplumunun temelini oluşturan Püritenler, dinlerini özgürce 
yaşamak istemişler, geleneksel kilise merkezli siyasi baskıların hüküm sürdüğü Avrupa’dan Yeni Dünya’ya göç etmişlerdir.102 17. yüzyılda, İngiltere ve Hollanda’dan Amerika’ya getirilen Protestan milenyumculuğu 103 bu yeni kıta da kökleşmiştir.104 

Amerikan toplumunun, güçlükler karşısında sorunlara Protestan milenyum culuğunda da yaygın olduğu biçimde inanç mentalitesiyle yaklaşmaları sonucunda dünyevi çatışmalar; Cennet ve Cehennem, Tanrı ve Şeytan, İyi ve Kötü arasındaki çatışmalar gibi yüceltilmiştir. 18. yüzyılın sonlarında, Amerika’nın kurucuları İncil’e ilişkin milenyum culuğu, tarihçi Nathan Hatch’in belirttiği gibi, Amerika’nın sivil milenyum culuğuna dönüştürmüşler, Protestan milenyum culuğunu Amerikan ulusalcılığı ve istisnacılığı olarak tanımlamışlar dır.105 

Sözü edilen bu Amerikan sivil dininin en temel kaynağı, Püriten gelenekten gelen Amerika’nın Yeni İsrail olduğu görüşüdür ki bu doğrultuda Amerikalılar, apostolik kilisenin saflığını yeniden canlandırmak için ilahi göreve soyunmuşlar ve dünyanın restorasyonu için tanrısal bir örnek olmuşlardır. Bu güçlü ‘’kurtarıcı ulus inancı’’, Amerikan devrimi retoriğinde, ‘’Manifest Destiny’’ doktrininde, Amerikan İç savaşı öncesi köleliğin kaldırılmasını isteyenlerin kutsal seferberlik yaklaşımında ve Başkan Woodrow Wilson’un Birinci Dünya Savaşı sırasındaki coşkun idealizmin de de görülmektedir.106 

Amerikalılar, Bağımsızlık Savaşları boyunca ve sonrasında, özgürlüğün kendilerine Tanrı’nın bir hediyesi olduğu inancını paylaşmışlar ve Tanrı’yı kendilerini koruyan kralları olarak görmüşlerdir. Bununla bağlantılı olarak Birleşik Devletler’i kuran koloni isyancıları, ülkelerinin dünya üzerindeki ülkelerden farklı ve daha iyi olduğunun Tanrı’nın bir yazgısı olduğuna inanmaktaydılar.107 Nitekim bu yaklaşımın ilk izleri Püriten yerleşimcilerin liderlerinden John Winthrop'un 1630 yılında, Boston şehrine ilişkin duygularını anlattığı 
‘’Tepedeki Şehir’’ (City upon the Hill) adlı meşhur konuşmasında yer almıştı. Bu yaklaşım, Beyaz Anglosakson Protestanların (WASP), diğer bütün milletlerden üstün olduklarına ve onlara Tanrı tarafından diğer milletleri medenileştirme görevi verildiğine inanmak şeklinde özetlenebilecek olan ‘’Manifest Destiny’’ doktrini ile genişletilmiştir.108 

Manifest Destiny kavramı, 1839 yılında New York gazetesinde John O'Sullivan 
tarafından kullanılmıştır. O'Sullivan, Amerika’nın özgürlük konusundaki deneyimlerinden dolayı, Tanrı’nın kendileri için belirlediği rolün tüm Amerika kıtasına yayılmak olduğunu söylemekteydi. Bu makalede, diğer ülkelerdeki milyonlarca insan, aristokrasi ve monarşiye sahip oldukları için cehennemin kapısında bekleyen insanlar olarak tanımlandıktan sonra, onların kurtuluşunun Amerika’nın elinde olduğu belirtiliyordu. Bu doktrine göre Amerika, krallara, tiranlara, oligarklara barışı ve özgürlüğü müjdeleyecek seçilmiş ve örnek bir 
milletti.109 

Amerikan Devrimi ve Cumhuriyetçilik 

Louis Hartz’ın belirttiği üzere, Amerikan politik geleneği diğer ülkelerde egemen olan aristokratik elementlerden yoksundu çünkü koloni dönemi Amerikası’nda resmi kiliseler, aristokrat toprak sahipliği, kalıtsal soyluluk gibi feodal gelenekler sözkonusu olmamıştır.110 

Diğer yandan Amerikan politikaları başlangıcından beri herhangi bir grup, din veya hükümet organının aşırı derecede güçlenmesini engellemek için dizayn edilen federalizm sistemi (devletler ve federal hükümet arasında) ve kontrol ve denge sistemi (yasama, yürütme ve yargı arasında) tarafından karakterize edilmiştir. Amerikan istisnacılığı teorisi savunucuları, bu sistemin cumhuriyetçi demokrasinin koruyucusu olarak Amerika’nın çoğunluğun tiranlığına maruz kalmasını engellediğini ve aynı zamanda yerellik içinde yaşayan vatandaşlara kendi kanunları aracılığıyla değerlerini yansıtma imkanı verdiğini belirtmekte dir.111 

Amerikan devrimini karakterize eden unsurlardan birisi de din özgürlüğü olmuştur. Fransız ve Amerikan devrimlerinin her ikisi de Aydınlanma’nın birer ürünüydü. Fakat, Fransız devrimiyle birlikte din, Avrupa’da eski rejimlerin bir kalıntısı olarak küçümsenirken, bunun aksine, Amerikan ‘’Kurucu Babaları’’ dini iyimser bir yaklaşımla ele almışlardır. 

Avrupa’da kurulan kiliseler, Yeni Dünya’nın demokrasi ve özgürlüğüne karşı eski rejimin yanında yer almışlardır. Amerika’da ise, ulusal bir kilise kurulmamıştır; Amerika’daki inançlar, demokratik değerleri benimsemişlerdir. Edmund Burke’nin belirttiği gibi, Avrupa’da din, savaş veya baskıyı ifade ederken; Amerika’da ise, özgürlüğün kaynaklarından biri haline gelmiştir.112 

Amerikan İdealizmi 

Raison d’etat kavramı, yani devletin çıkarlarının, bu çıkarları elde etmek için 
kullanılan araçları meşru kıldığı görüşü Amerikalılar’a daima çirkin gelmiştir. Bu elbette ki Amerika’nın hiçbir zaman raison d’etat prensiplerini kullanmadığı anlamına gelmemektedir. 

Kurucu Babaların cumhuriyetin ilk on yıllarında Avrupa kuvvetleri ile başa çıkmasından, ‘’Manifest Destiny’’ başlığı altında toplanan ve Batı’ya doğru yayılmayı sağlayan uğraşa kadar bunun birçok örneği vardır. Fakat Amerikalılar kendi bencil çıkarlarını açıkça ortaya koymaktan daima rahatsızlık duymuşlardır. Dünya savaşı yaparken veya bölgesel anlaşmazlıklara karışırken, Amerikan liderleri daima, çıkar için değil, ilkeler adına mücadele ettiklerini ileri sürmüşlerdir.113 

Birinci Dünya Savaşı ile birlikte uluslararası düzen için Amerika’nın kriteri, 
demokrasi, ortak güvenlik ve self-determinasyon idi ki, bunların hiçbirisi bir Avrupa anlaşmasında yer almış şeyler değildi. Amerikalılar için kendi felsefeleri ile Avrupa düşünce tarzı arasındaki uyumsuzluk kendi inançlarının değerini gösteriyordu. Wilson’un dünya düzeni düşüncesi, Eski Dünya’nın kural ve deneyimlerinden radikal bir kopuşla, Amerika’nın insanlığın esas olarak barışsever bir doğası olduğu ve dünyanın temelinde uyum olduğu inancından kaynaklanmaktaydı: Demokratik devletlerin, tanım olarak barışsever oldukları ve self-determinasyon hakkı olan insanların artık savaşmaya veya diğerlerine baskı yapmaya gerek duymayacakları da bunu takip ediyordu. Dünyanın bütün halklarının, bir kez barış ve demokrasinin nimetlerini tattıktan sonra, kazançları nı savunmak için tek bir vücut halinde ayağa kalkacakları açıktı. Avrupa liderlerinin böyle fikirleri içine alan kategorileri yoktu. Ne iç kurumları, ne de uluslararası düzenleri, insanın özünde iyi olduğunu kabul eden politik teoriler üzerine oturtulmuştu. Gerçekte bu kurumlar, insanın açık bencilliğini, daha yüksek bir iyiliğin hizmetine koymak üzere düşünülmüştü. Avrupa diplomasisi, devletlerin barışsever doğasına değil, kırılması veya dengelenmesi gereken savaş eğilimine dayandırılmıştı.114 Fakat nihayetinde 20. yüzyıl diplomasisinin birçok eylemi Wilson’ın idealizmine dayanmaktadır: 

Marshall Planı, komünizmi sınırlandırma yönündeki kararlılık, Batı Avrupa’nın özgürlüğünün savunulması, hatta Milletler Cemiyeti ve onun yeniden dünyaya gelişi olan Birleşmiş Milletler gibi.115 

Eleştirel Yaklaşım 

Emperyalizm ve İstisnacılık 

1823 tarihli Monroe doktrini çerçevesinde Avrupa ülkeleri ile karşılıklı olarak 
müdahale etmeme ilkesi üzerinde anlaşmaya varılmasının ardından, ABD izolasyonizm neticesinde kendi egemenliğine Avrupa’dan gelebilecek olası bir müdahaleyi bertaraf ederek, çevresine müdahale edebilecek potansiyele kavuşmuştur.116 

İspanya-Amerika savaşının ardından İspanya’dan savaş ganimeti olarak kazanılan Porto Riko, Guam ve Filipinler’in Amerikan kolonisi olarak ilan edilmesiyle, ABD Eski Dünya imparatorluklarını cezbeden genişleme olgusunun cazibesine açıkça kapılmıştır. Bu çerçevede ABD’nin, kuruluş felsefesinde yer alan imparatorluk karşıtlığıyla çelişir bir biçimde, herhangi bir imparatorluktan farkı kalmamıştır.117 

Bu noktada Amerikalı tarihçi Frederick Jackson Turner’ın 1893 tarihinde ortaya 
koyduğu Sınır Tezi’i, bu çelişkiyi bir nevi ortadan kaldırmıştır. Çünkü Turner’a göre, ABD’nin sınırları medeniyet ve barışın hakim olduğu soyut sınırlardan oluşmaktaydı ve Amerikan sınırları, medeniyetle yabaniliğin buluşma noktasıydı.118 

Bu yaklaşıma paralel bir biçimde Theodore Roosevelt de, Avrupa tarzı medeniyetçi söylemi, Amerikan dış politikasının unsurlarından biri haline getirmiş, barbarlık içindeki insanların özgürleşmesinin, ABD’nin görevi olduğunu belirterek, dış politikada genişlemeci ve müdahaleci bir tutum benimsemiştir.119 Woodrow Wilson da, her ne kadar Avrupa ülkelerinin içişlerine karışmasa da, Meksika, Nikaragua ve Haiti’ye askeri müdahalede bulunmaktan çekinmemiştir. Çünkü Wilson da, siyasal felsefe olarak, ABD’nin iki okyanusla korunmuş coğrafi konumunun ve cumhuriyetçi yönetim biçiminin, dünyaya barışı getirmek 
için bu ülkeye bir misyon yüklediğini düşünmekteydi.120 

İkinci Dünya Savaşı sırasında da Nazi Almanyası’na karşı oluşturulan koalisyona 
önderlik etmenin neticesinde zafere ulaşılması, ABD’nin dünya kamuoyu nezdinde belli bir misyonu olduğu düşüncesini pekiştirmiştir. Diğer yandan savaş sonrası Avrupa’da ortaya çıkan güç boşluğu, ABD’nin dünya siyasetine aktif katılımını zorunlu kılmıştır.121 Soğuk Savaş döneminde Kore ve Vietnam’da gerçekleşen savaşlardaki misyon, komünizmin yayılmasıyla mücadele etmek ve demokratik hükümetlerin güvenliğe ilişkin çıkarlarını korumak olmuştur. 11 Eylül sonrasında ise, terörizm aniden ‘’yeni komünizm’’ haline gelmiştir. Bush’un ‘’şer eksenini’’ oluşturan devletler üçlüsünün bir parçası olan Irak, terörizm üreten devlet olarak resmedilmiş ve müdahale edilmiştir.122 

Konstrüktivizm ve İstisnacılık 

Birçok yazar dış politikada retoriğin önemine dikkat çekmekte ve bütün dış politika eylemlerinin kamu desteğini alma açısından meşru gerekçeye ihtiyaç duyduğunu belirtmektedir. Retorik araçlar, algısal süreçte derin etkiye sahip olan ideolojik görüşler, zihinsel çerçeveler ve sosyal yapıları düzenleyerek, sorunların nasıl tanımlanacağını, dostların ve düşmanların nasıl kategorize edileceğini ve politika tercihlerinin nasıl telaffuz edileceğini belirlemektedir. 

Bu noktada istisnacı söylem kullanmanın, bir dış politika biçimi olup 
olmadığı sorunsalı ortaya çıkmaktadır.123 

Konstrüktivist analizler, Birleşik Devletler’in bilhassa terörle savaş konusundaki dış politikasının anahtar boyutlarını ve dinamiklerini aydınlatmada önemli rol oynamaktadır. 
Burada odaklanılması gereken nokta, inşa edilen normlar, kimlik ve hikayelerdir. Birleşik Devletler’in Irak’ı işgali sırasında eylemlerini uluslararası normatif bir çerçeveye oturtma girişimi, diğer yandan kullandığı istisnacı retorik ve terörle savaşta kendi davranışlarını meşrulaştırmak için, mevcut normları yeniden tanımlama girişimleri buna bir örnektir. 
Afganistan’ın işgal edilmesinin uluslararası çerçevede büyük oranda meşru müdafaa olarak kabul görmesinin aksine, Irak işgalinin meşruluğu oldukça tartışmalıydı. Birleşik Devletler Irak özelinde, Saddam rejimiyle bağlantılı olarak kendilerine yönelik kayda değer bir saldırının yokluğunu ve önleyici meşru müdafaayı haklı çıkaracak derecede ikna edici kanıtların olmayışının eksikliğini hissetti. Fakat konstrüktivisit çerçeveden bakıldığında, 11 Eylül saldırıları sonrasında, terörle savaş kapsamında Amerikan temel değerlerine yapılan 
vurgu ( özgürlük ilkeleri ve demokrasi gibi), Amerikan kimliğinin oluşumunda önemli rol oynayan temel kavramlar (choosen nation vb.) ya da tarihsel hikayelerin öne çıkarılması, savaşı meşrulaştıran bir algı inşasına gidildiğini açıkça göstermektedir.124 

Liberalizm ve İstisnacılık 

20. yüzyılda Birleşik Devletler çoktaraflı kurumların oluşmasında ve uluslararası 
kuralların şekillenmesinde liderlik rolünü oynamış fakat diğer yandan paradoksal bir biçimde kendisini bu kurallarla sınırlamak konusunda isteksiz olmuştur. Örneğin Woodrow Wilson 1919’da Milletler Cemiyeti’nin kurulmasına önayak olduğu sırada, kendi ulusunu bu örgüte katılmaya ikna edememiştir. Benzer şekilde 2003 Irak Savaşı’nda, ABD müdahalesi Birleşmiş Milletler nezdinde ‘’uluslararası toplum’’un rızası olmadan gerçekleştiği için, birçok liberal 
teorisyen açısından illegal olarak görülmüştür.125 

Uluslararası sistemi dizayn eden düzenlemelerin yaratılmasında (Milletler Cemiyeti, Bretton Woods, GATT, Birleşmiş Milletler vb.) Birleşik Devletler’in geniş bir sorumluluğa sahip olması Birleşik Devletler’in barış ve güvenliği sağlamak ve Amerikan değerlerini (özgürlüğün düşmanları, haydut devletler, şer ekseni gibi söylemlerle desteklenen değerler) yüceltmek için fırsat buldukça hakim normları çiğneme hakkını kendinde bulmasına yol açmıştır. Bu doğrultuda Birleşik Devletler’in sorumlulukları, değerleri ve yetenekleri ‘’’istisnai’’ olduğundan, eylemleri de zaman zaman ‘’istisnai’’ olmaktadır.126 

Birleşik Devletler’in kendisini uluslararası zorunluluk ve sınırlamalardan muaf tuttuğu durumlara şu şekilde somut örnekler verilebilir: 

-ABM (Anti Balistik Füze) Antlaşması’nın tektaraflı olarak yürürlükten kaldırılması 

-Kyoto Protokolü’nden çekilme 

-Kapsamlı Nükleer Test Yasağı Antlaşması’nın kabul edilmemesi 

-Başkan Bill Clinton’un imzasının Uluslararası Ceza Mahkemesi kurucu antlaşmasından geri çekilmesi 

-Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi’nin onayı alınmaksızın Irak’ın işgal edilmesi 

-Biyolojik Silahlar Konvansiyonu’na ilişkin protokolün onaylanmaması127 

 Sonuç 

Her ne kadar George Washington, John Adams, Thomas Jefferson ve James Madison gibi kurucu önderler, Amerikan devriminin yüksek ilkelerinin yol göstericiliğinde, kendi uluslarını dünyadaki baskı altındaki bütün insanlar için bir umut feneri olarak görmüşlerse de,128 Birleşik Devletler zamanla dış dünyadan yalıtılmış bir ülke olmaktan çıkıp, müdahaleci ve aktif bir dış politika izlemeye başlamıştır.129 

Böylece Amerika’nın, tarihi boyunca sahip olduğunu düşündüğü kendine özgü 
özellikler, dış politikada birbirine zıt iki tavır yaratmıştır: Birincisi, Amerika’nın kendi değerlerine göre en iyi şekilde kendi ülkesinde demokrasiyi kusursuz hale getirip, böylece insanlığın geri kalanı için bir ışıldak olarak hizmet edebileceği görüşüdür. İkincisi ise, Amerika’nın değerlerinin, ülkeye, bunları bütün dünyaya yayma yükümlülüğü getirdiği görüşüdür. Her iki düşünce ekolü – yani Amerika’nın aydınlatıcı bir ışıldak olması veya kendi değerlerini bütün dünyaya yayma görevi yapması – demokrasi, serbest ticaret ve uluslararası hukuka dayanan bir küresel uluslararası düzeni, normal düzen olarak öngörmektedir. 
Yalnızlık veya misyonerlik şeklindeki iki görüş, birbirinin zıttı gibi görünüyorsa da, temelde yatan ortak bir inanışı yansıtmaktadır: Birleşik Devletler, dünyadaki en iyi yönetim sistemine sahiptir ve insanlığın geri kalan bölümü, ancak geleneksel diplomasiyi terkedip, onun uluslararası hukuk ve demokrasiye olan saygısını kabul ederse, barış ve refaha kavuşabilir.130 

20. yüzyılda Amerikan liderlerinin, Amerika’nın davranış biçiminin ahlaki dayanakları ve özgürlük sembolü olarak önemi üzerinde ısrarla durması, güç dengesine dayanan ve bencil çıkarları ön plana koyan Avrupa diplomasisinin klişelerinin reddedilmesine yol açmıştır. 

Benzeri görülmemiş bu fikirler 19. yüzyıl boyunca kalkınmasını gerçekleştiren ve iyi çalışan kurumları ve değer yargıları doğrulanan bir ülke tarafından ileri sürülmekteydi. Amerika, yüksek prensipler ile hayatta kalmanın gerekleri arasında bir çatışma olduğunun henüz farkında değildi. 

Uluslararası anlaşmazlıkları gidermek için ahlakçılıktan yardım umulması,  zamanla benzeri görülmemiş bir belirsizlik doğurmuştur. Amerikalılar dış politikalarını kişisel hayatlarındaki aynı manevi kararlılıkla yürütmek zorundaysalar, güvenlik konusu nasıl analiz edilecekti? Gerçekten de bu, ayakta kalmanın ahlaklı olmaya feda edilebileceği anlamına mı geliyordu? Yoksa Amerika’nın özgür kurumlara bağlılığı, en bencil amaçlı eylemlere bile 
otomatik olarak bir ahlaklılık havası mı veriyordu? Bu doğru ise, Amerikalılar’ın görüşleri ile Avrupalılar’ın raison d’etat, yani devletin işlediği fiillerin, yalnızca başarılarına göre değerlendirileceği görüşü arasında ne fark vardı? Amerika’nın en büyük çıkmazı, devletlerin güvenliklerini sağlamak ve arzularını gerçekleştir mek için başvurdukları araçları reddetmesi ve aynı anda bu araçların kullanılmasını gerektiren arzuları reddetmekte isteksiz olmasıdır. 
Günümüze kadar, bu iki yaklaşım arasındaki gidip gelmeler, Amerikan dış politikasının başlıca temalarından biri olmuştur.131 

Michael Ignatieff, istisnacılığı üç kategoride incelemektedir. Amerikan istisnacılığının ilk değişkeni muafiyetçiliktir (exemptionalism). Amerika çok taraflı anlaşmaları ve düzenlemeleri, ancak kendi uygulamaları için muafiyete izin verdikleri ölçüde desteklemektedir. Örneğin Birleşik Devletler 1998 yılında Uluslararası Ceza Mahkemesi ile ilgili müzakerelerde yer almış, fakat Amerikalı askerler, diplomatlar ve politikacıları yargı yetkisi dışında tutacak garantiler elde etmeye çalışmıştır. Amerikan istisnacılığının ikinci özelliği çifte standartlardır (double standards). Örneğin Birleşik Devletler, diğer ülkeleri BM organlarının insan hakları raporlarını önemsememekle suçlamakta, fakat aynı kuruluşların 
Birleşik Devletler hakkındaki eleştirilerini reddetmektedir. Birleşik Devletler düşman rejimlerin (örneğin İran ve Kuzey Kore) insan hakları konusundaki suistimallerini suçlarken, İsrail, Mısır, Fas, Ürdün ve Özbekistan gibi müttefiklerini mazur görmektedir. İstisnacılığın üçüncü formu yasal yalnızcılık (legal isolationism) ise, diğer liberal demokratik ülkelerin hukuk doktrinine karşı Birleşik Devletler mahkemelerinin tutumunu tanımlamaktadır. 

Buradaki iddia da, Amerikan yargısının, uluslararası insan hakları yargılamaların dan ve bu doğrultuda ortaya çıkan içtihatlardan etkilenmeyeceği, Amerika’nın yargısal kendine yeterliliğinin istisnalığıdır. Her ne kadar hukuk, tıpkı ticaret ve iletişim gibi globalleşse de, Amerikan yargısı kendi kabuğuna çekilmektedir.132 

Henry Kissinger, Amerika’nın değerler ile zorunluluklar arasında bir denge kurmak zorunda olduğunu belirtmektedir. O’na göre Monroe doktrini çok kısıtlayıcıdır, Wilsonculuk ise hem belirsiz, hem de çok hukukidir. Bu çerçevede, Soğuk Savaş sonrası dönemde, dış politika alanında Amerika’nın çizgiyi nerede çekmesi gerektiği konusundaki tartışmaların geniş bir konsensusa gereksinimi vardır. Diğer bir deyişle Amerikan dış politikasının moral ve stratejik unsurları arasında denge kurulması gerekmektedir. Amerika ne kadar güçlü olursa 
olsun, hiçbir ülke bütün tercihlerini dünyanın geri kalan insanlarına kabul ettirme kapasitesine sahip değildir.133 

Bu çerçevede Amerika’nın dünyada, primus inter pares (eşitler arasında birinci) fakat nihayetinde diğerleri gibi bir devlet olacağı, Wilsoncu dış politikanın vazgeçilmez temelini oluşturan Amerika’nın farklılığı inancının, 21. yüzyılda daha az önem taşıyacağı söylenebilir.134 

Kaynakça 

Kitap ve Makaleler 

Ataç, C. Akça, Bağımsızlık Savaşçılığından Dünya Hükümdarlığına: Amerikan 
İmparatorluk Anlayışının Tarihsel Gelişimi, Doğu-Batı, Sayı:42, 2007. 

Dahl, Robert Alan, Toward Democracy: A Journey, Reflections: 1940-1997, Institute of Governmental Studies Press, University of California, Berkeley,1997. 

Fowler ,Robert Booth, Hertzke Allen D., Olson, Laura R. and Dulk, Kevin R. Den, 
Religion and Politics in America: Faith, Culture and Strategic Choices, Fourth Edition, Westview Press, 2010. 

Holland, Catherine A., ‘’Hartz and Minds: The Liberal Tradition after the Cold War’’, Studies in American Political Development, Vol:19, No:2, 2005. 

Holsti, K. J., Exceptionalism in American Foreign Policy: Is it exceptional?, European Journal of International Relations, Vol:17, No:3, 2011. 

Ignatieff, Michael, American Exceptionalism and Human Rights, Princeton University Press, 2005. 

Judis, John B., The Chosen Nation: The Influence of Religion on U.S. Foreign Policy, , Carnegie Endowment for International Peace, March 2005. 

Kissinger, Henry, Diplomasi, Çev. İbrahim H. Kurt, 2. Baskı, Türkiye İş Bankası 
Kültür Yayınları, Ankara, 2000. 

Kougentakis, Alexandra, How the Influence of Religion Makes the Foreign Policy of the Bush Administration Revolutionary, and How This Has Affected Our Relations with European Allies, University of Pennsylvania, 2007. 

Mcclay, Wilfred M., The Soul of a Nation, Public Interest, Spring 2004. 

McDougall, Walter A., Promised Land, Crusader State: The American Encounter With the World Since 1776, Mariner Books,1997. 

Micklethwait, John and Wooldridge Adrian, God is Back: How The Global Revival Of Faith Is Changing The World, The Penguin Press, 2009. 

Parmar, Inderjeet, Miller, Linda B. and Ledwidge, Mark, New Directions in U.S. 
Foreign Policy, Routledge, 2009. 

Sümer, Gültekin, Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik 
Kültürü, Uluslarararası İlişkiler Dergisi, Cilt:5, Sayı:19, Güz 2008. 

Turner, Frederick Jackson, The Significance of the Frontier in American History, 
1893, National Humanities Center, Research Triangle Park, 2005. 

Wagner, Heather Lehr, Great American Presidents: George Washington, Chelsea House Publishers, 2004. 

İnternet Bağlantıları 

https://www.mtholyoke.edu/acad/intrel/osulliva.htm 
http://www.usakgundem.com/haber/957/amerika-ve-kader-inanci.html 
http://web.deu.edu.tr/kibris/articles/hur.html 



BU BÖLÜM DİPNOTLARI;


97 https://www.mtholyoke.edu/acad/intrel/osulliva.htm 
98 http://www.usakgundem.com/haber/957/amerika-ve-kader-inanci.html 
99 Bkz. John B. Judis, ‘’The Chosen Nation: The Influence of Religion on U.S. Foreign Policy’’, Carnegie Endowment for International Peace, March 2005. 
100 K. J. Holsti, ‘’Exceptionalism in American Foreign Policy: Is it exceptional?’’, European Journal of International Relations, Vol: 17, No: 3, 2011, s.382. 
101 A.g.e., s.382-384. 
102 Robert Booth Fowler, Allen D. Hertzke, Laura R. Olson, Kevin R. Den Dulk, Religion and Politics in America: Faith, Culture and Strategic Choices, Fourth Edition, Westview Press, 2010, s.2. 
103 Kavram İsa Mesih’in ikinci defa dünyaya gelmesi ve ardından kıyametin kopmasını ifade etmektedir. 
104 John B. Judis, a.g.m., s.2. 
105 John B. Judis, a.g.m., s.2-3. 
106 Wilfred M. Mcclay, ‘’The Soul of a Nation’’, Public Interest, Spring 2004, s.11-12. 
107 Walter A. McDougall, Promised Land, Crusader State: The American Encounter With the World Since 1776, Mariner Books,1997, s.15-16. 
108 http://www.usakgundem.com/haber/957/amerika-ve-kader-inanci.html 
109 https://www.mtholyoke.edu/acad/intrel/osulliva.htm 
110 Catherine A. Holland, ‘’Hartz and Minds: The Liberal Tradition after the Cold War’’, Studies in American Political Development, Vol:19, No:2, 2005, s.227-233. 
111 Robert Alan Dahl, Toward Democracy: A Journey, Reflections: 1940-1997, Institute of Governmental Studies Press, University of California, Berkeley, 1997, s.710. 
112 John Micklethwait and Adrian Wooldridge, God is Back: How The Global Revival Of Faith Is Changing The World, The Penguin Press, 2009, s.9. 
113 Henry Kissinger, Diplomasi, Çev. İbrahim H. Kurt, 2. Baskı, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, Ankara 2000, s.771. 
114 A.g.e., s.207. 
115 A.g.e., s.769. 
116 C. Akça Ataç, ‘’Bağımsızlık Savaşçılığından Dünya Hükümdarlığına: Amerikan İmparatorluk Anlayışının Tarihsel Gelişimi’’, Doğu-Batı, Sayı:42, 2007, s.119. 
117 C. Akça Ataç, a.g.m., s.119-120. 
118 Frederick Jackson Turner, ‘’The Significance of the Frontier in American History, 1893’’, National Humanities Center, Research Triangle 
      Park, 2005, s.2. 
119 C. Akça Ataç, a.g.m, s.120. 
120 Gültekin Sümer, ‘’Amerikan Dış Politikasının Kökenleri ve Amerikan Dış Politik Kültürü’’, Uluslarararası İlişkiler Dergisi, Cilt:5, Sayı:19, Güz 2008, s.126-127. 
121 C. Akça Ataç, a.g.e., s.121-123. 
122 Alexandra Kougentakis, ‘’How the Influence of Religion Makes the Foreign Policy of the Bush Administration Revolutionary, and How This Has Affected Our Relations with European Allies’’, University of Pennsylvania, 2007, s.4-9. 
123 K. J. Holsti, a.g.m., s.382-383. 
124 Inderjeet Parmar, Linda B. Miller and Mark Ledwidge, New Directions in U.S. Foreign Policy, Routledge, 2009, s.22-24. 
125 Inderjeet Parmar, a.g.e, s.48-53. 
126 K. J. Holsti, a.g.m., s.382. 
127 K. J. Holsti, a.g.m., s.389-390. 
128 Heather Lehr Wagner, Great American Presidents: George Washington, Chelsea House Publishers, 2004, s.7 
129 http://web.deu.edu.tr/kibris/articles/hur.html 
130 Henry Kissinger, a.g.e., s.10. 
131 A.g.e., s.18. 
132 Michael Ignatieff, American Exceptionalism and Human Rights, Princeton University Press, 2005, s.4-8. 
133 Henry Kissinger, a.g.e., s.772-773. 
134 A.g.e., s.770. 


***