ETKİLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ETKİLERİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

4 Mart 2017 Cumartesi

ORTADOĞU’DAKİ ÇATIŞMALARA DEVLETLERİN VE DEVLET DIŞI AKTÖRLERİN ETKİLERİ BÖLÜM 2



ORTADOĞU’DAKİ ÇATIŞMALARA DEVLETLERİN VE DEVLET DIŞI AKTÖRLERİN ETKİLERİ.,
 BÖLÜM 2



İsrail

Ortadoğu’daki çatışma ortamını körükleyen ülkelerden birisi de İsrail’dir. İsrail kurulduğu 1948’den bu yana bölgede kendisine güvenli bir coğrafya oluşturma 
çabasında olduğu için, bugüne kadar bölgede birçok defa çatışma ve savaş yaşamıştır. Kurulduğu yıllarda bölgede hiçbir ülke ile diplomatik ilişkisi olmayan ve tüm Arap komşuları tarafından düşman olarak kodlanan İsrail, zaman içerisinde bölgede kendisine bir yaşam alanı oluşturmuştur. Hatta günümüzde tehdit olarak artık bölgedeki devletleri değil, devlet dışı aktörleri (Hamas, Hizbullah gibi...) algılar bir pozisyona gelmiştir.

İsrail’in dış politikalarında en önemli belirleyici unsur güvenlik endişesidir. Nüfusu az olmasına karşın, bölgede önemli bir askeri güç olmasının arkasında da bu güvenlik endişesi yatmaktadır. Bu konuda ABD, stratejik ortağı olan İsrail’e her yıl milyarlarca dolarlık askeri yardım yapmaktadır ve bu sayede İsrail’in son derece modern bir ordusu bulunmaktadır. Yine güvenlik endişelerinin bir tezahürü olarak sayısı az da olsa İsrail’in nükleer silahlara sahip olduğunu belirtmekte fayda var.

İsrail’in dış politikasında, aynı İran ve Suudi Arabistan’da olduğu gibi, din önemli bir belirleyici unsurdur. Şii İran, Selefi-Vahhabi Suudi Arabistan’ın yanında 
İsrail’de Musevilik dininin radikal bir yorumu olan Siyonizm devlet politikalarında etkili bir unsurdur. Siyonizm, İsrail’in kimliğinin doğal bir parçasıdır ve bilindiği 
üzere, tarihsel olarak belli bir toprak parçasını, Yahudilerin vaat edilmiş toprakları olarak kabul etmektedir (Efegil, 2013a, s. 57). Dünyanın birçok farklı coğrafyasında yaşayan Yahudilerin 19. yüzyılın sonlarından itibaren bu vaat edilmiş topraklara toplanması ve sonra zaman içerisinde burada kendi devletlerini kurmaları, hem burada yaşayan Filistin halkı açısından, hem de nüfuslarının büyük bir çoğunluğu Müslüman olan komşu ülkeler için kabul edilebilir bir durum olmamıştır. İsrail’in kuruluşu ve bölgede önce tutunma, ardında da kendisine güvenli bir harita oluşturma çabaları, bölgede bugüne kadar birçok savaşa neden olduğu gibi, hiç kuşkusuz bundan sonra da birçok çatışma ve hatta savaşa neden olacak gibi görünmektedir. 

1948’den bu yana Arap devletlerinin oluşturduğu bir koalisyona karşı savaş içerisinde olan İsrail’in, 1956 yılında Süveyş Savaşı, 1967’de Altı Gün Savaşı, 1969-70 yıllarında Yıpratma Savaşı, 1973 Yom Kippur Savaşı ile 1978 ve 1982 Lübnan işgallerinin sonrasında tehdit algısında devletlerden ziyade devlet-dışı aktörler ön plana çıkmış ve Lübnan’da 

Hizbullah ve Filistin’de Hamas ve İslami Cihad gibi yapılanmalar İsrail’in güvenlik dünyasını şekillendiren unsurlar olmuşlardır (Çiçekçi, 2015, s. 15).

İsrail’in, güvenliğine tehdit olarak kabul ettiği devletler, ya ikili ilişkilerin bir şekilde tesis edilmesiyle (Camp David sonrası Mısır ile kurulduğu gibi), ya da bu 
devletlerin yaşadıkları iç karışıklıklar neticesinde İsrail için tehdit olmaktan çıkması gibi yollarla (Irak ve Suriye gibi) bertaraf edilmiş ve tehdit olmaktan çıkarılmışlardır. 

Bölgede son yıllarda Irak ve Suriye topraklarında yaşanan iç savaşın belki de en kârlı tarafı, İsrail’dir. Zira bu ülkeler, iç savaş öncesinde İsrail için önemli bir tehdit olma potansiyeline sahip iken, artık kendi toprak bütünlüklerini dahi sağlayamaz bir duruma gelerek bölünmenin eşiğine gelmişlerdir.

İsrail’in dış politikası iki düzlemde, yani küresel ve bölgesel düzlemde ele alınabilir. Küresel düzlemde İsrail’in ABD ile stratejik ortaklığı ve uluslararası tanınma gayreti dikkat çekerken; bölgesel düzlemde öncelikle güvenlik konusu ve bunun ardından da bölgedeki diğer ülkeler tarafından tanınmak, onlarla ekonomik işbirliği içerisine girmek ve bu sayede de oluşacak bir karşılıklı bağımlılık (Efegil, 2013b, ss. 53-61) ile bölgede daha rahat tutunma gayretleri dikkat çekmektedir.

II. Dünya Savaşından bu yana, Ortadoğu coğrafyasında sürekli büyüyen ve yaşanan hemen her olaydan ve sıcak çatışmadan kârlı çıkan taraf, hep İsrail olmuştur. Geçmişte İsrail’e tehdit unsuru olan devletler ise teker teker ekarte edilmiş, bu açıdan bölgedeki İran gibi diğer güçlü devletler doğal olarak sıranın kendilerine de geleceğini düşünerek buna göre hazırlık yapmaya başlamışlardır. İran’ın nükleer silah edinme gayretini bu açıdan değerlendirmek gerekir.


IŞİD/DAEŞ

2003 yılında ABD’nin Irak’ı işgalinden sonra Irak’ta devletin tasfiye edilmesi ile çok ciddi bir otorite boşluğu yaşanmış ve bundan sonra istikrar bir türlü sağlanamamıştır. Aynı şekilde Suriye’de de son yıllarda yaşanan iç savaş neticesinde bölgede oluşan otorite boşluğu ve savaş ortamı, radikal düşünceye sahip gruplara hareket meydanı doğurmuştur (Pirinççi, Orhan ve Duman, 2014, s. 7). 

İşte Irak-Şam İslam Devleti (IŞİD/DAEŞ) olarak da isimlendirilen örgüt bu ortamın bir meyvesidir.4

4 Örgütün adlandırılması konusunda değişik kullanımlar mevcuttur. “Islamic State in Iraq and Levant” kısaltması olan “ISIL”; “Islamic State in Iraq and Syria” kısaltması olan ”ISIS”; “İslam Devleti (Islamic State)” kısaltması olan “İD”; “Irak-Şam İslam Devleti” kısaltması olan “IŞİD” veya bu çalışmada da kullanılacağı üzere “ad Davla fil-‘Irak ve eş-Şam” kısaltması olan “ Daesh ” / ” DAEŞ ” ifadeleri kullanılmaktadır.


Ortadoğu’daki Çatışmalara Devletlerin ve Devlet Dışı Aktörlerin Etkileri


Kökeni Irak el-Kaidesi’ne dayanan örgüt, ilk olarak 1999 yılında Ebu Musab el Zerkavi tarafından Afganistan’da, Tevhid ve Cihad Örgütü adıyla kurulmuş 
(Clarion Project, 2014) daha sonra ABD’nin Irak’ı işgali sonrasında Irak’a geçerek burada koalisyon güçlerine karşı mücadeleye girişmiştir. 
Özellikle Saddam Hüseyin’in devrilmesi ve sonrasında Irak ordusunun tasfiyesinden sonra, daha önce Saddam için savaşan birçok askerin işsiz kalması, DAEŞ’in askeri gücünü biranda artıran önemli bir faktör olmuştur. 5

Genel olarak Selefi-Vahhabi ideolojiyi benimsemiş radikal eğilimli bir örgüt olan DAEŞ, birçok farklı ülkeden gelen radikal savaşçının katılımıyla kısa sürede 
büyümüş ve bölgede önemli bir toprak parçasını kontrolü altına almıştır. Özellikle Şii halka ve yakaladığı Batılılara karşı uyguladığı işkence ve infazlar sayesinde bir anda tüm dünyanın dikkatini üzerine çeken ve bu uygulamaları sayesinde bölgede büyük bir korku yaratan DAEŞ, kontrolü altında tuttuğu bölgedeki petrol kaynakları sayesinde de önemli gelirler elde etmektedir.

DAEŞ, bölgede adeta bir katalizör görevi gören bir devlet dışı aktördür. Zira hem Irak’ın, hem de Suriye’nin toprak bütünlüklerini tehdit etmektedir. 
Bu sürecin sonunda, yıllardır dile getirilen bölgede bazı ülkelerin haritalarının yeniden çizilmesi6 tartışmaları da muhtemelen gerçekleşmiş olacaktır. 
Böylesi bir durum ise hiç kuşkusuz başta bölgeyi elinde tutmaya çalışan ABD ile bölgede kendine güvenli bir coğrafya yaratmaya çalışan İsrail’in işine yarayacaktır.

DAEŞ’in bölgedeki hareket tarzı incelendiğinde, ortaya çok ilginç bir tablo çıkmaktadır. Bölgede İsrail, Suudi Arabistan hariç hemen herkese karşı düşman olan DAEŞ, özellikle de Kürtler ve Şiiler’e karşı savaşmaktadır. Bu durum ise, -hali hazırda öyle olsa da- yakın bir gelecekte resmi olarak Irak’ın Kürtler, Sünniler ve Şiiler şeklinde üç parçaya ayrılmasını netice verecektir. 
Suriye’nin de aynı şekilde Kürtler, Sünniler ve Esed’in yönetiminde kalan Suriye şeklinde bölüneceği bir senaryo söz konusudur.

5 Bu konuda detaylı bilgi için bkz. Gause, F. G. III. (2009). The International Relations of the Persian Gulf, New York,:Cambridge University.
6 ABD Dışişleri Bakanı Condoleezza Rice 7.8.2003 tarihinde Washington Post gazetesinde yayınlanan “Ortadoğu’yu Dönüştürmek” 
( “Transforming The Middle East–Ortadoğu’yu Dönüştürmek ” ) adlı makalesinde “Ortadoğu bölgesinde Fas’tan Suriye’ye kadar bulunan 22 devletin rejiminin, 
sınır ve haritalarının değiştirileceğini” ifade etmiştir. 
https://www.washingtonpost.com/archive/opinions/2003 /08/07/transforming-the-middle-east/2a267aac-4136-45ad-972f-106ac91e5acd/  Erişim Tarihi: 15.12.2015


Günümüzde özellikle İslam dinini bilmeyen toplumlarda İslam denince akla terör gelir olmuştur. Bunda –sözüm ona- İslam adına yapıldığı söylenen terör 
eylemlerinin çok büyük katkısı olmuştur. Kendisini bir “İslam Devleti” olarak tanımlayan bu terör örgütünün adı içinde “İslam” kelimesinin geçiyor olması da 
aslında birçoklarına göre İslam dinini karalama amaçlı bir algı operasyonudur. 

Hizbullah

İran’da şah rejimine karşı 1973 yılında kurulan Hizbullah örgütü, İran İslam devrimi sonrasında Ortadoğu coğrafyasına ihraç edilen bir örgüttür. 
Özellikle nüfusunun %27’si Şii olan Lübnan’da diğer Şii örgütlerini saf dışı bırakarak öne çıkmış ve ülke çapında önemli bir aktör haline gelmiştir. İsrail’e karşı direnişte elde ettiği başarı ve Filistin davasını sahiplenmede gösterdiği hassasiyet sayesinde başta Lübnan olmak üzere birçok Ortadoğu ülkesinde sempati ile karşılanan bir örgüttür (Bozkurt, 2014, ss. 599-627). 

(https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/le.html) 


Ancak Suriye iç savaşına müdahil olmasından sonra Sünni Ortadoğu nüfusunun sempatisini kaybetmiş olduğu da bir gerçektir. 

Ortadoğu’daki devlet dışı aktörler arasında en önemlilerinden bir tanesi olan Hizbullah, İsrail, ABD ve Batı dünyası tarafından terörist bir örgüt olarak kabul 
edilmektedir. İsrail güvenlik uzmanlarına göre, orta ve uzun vadede Hizbullah’ın sahip olduğu yetenekler, devlet-dışı aktörler arasında İsrail’in güvenliğine yönelik en önemli tehdidi oluşturmaktadır (Çiçekçi, 2015). Ancak tersine Filistin, Lübnan ve bölgedeki diğer halklar tarafından zaman zaman kahraman gibi kabul edilen bir örgüttür. Şii tabanlı olması nedeniyle Selefi-Vahhabi çizgideki Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri tarafından da düşman olarak kodlanan örgüt, İran, Suriye (Esed yönetimi) ve bölgedeki diğer Şiiler tarafından desteklenmektedir.

Bölge Dışı Aktörler

Ortadoğu, kaderi kendi eline bırakılamayacak kadar önemli bir bölgedir. Tarihin hemen her döneminde bölgede dış güçler etkili olmuştur. Özellikle Sanayi Devrimi sonrasında artan enerji ihtiyacı, Ortadoğu’yu daha önce hiç olmadığı kadar önemli bir hale getirmiştir. Bu bağlamda 20. yüzyılda dünya genelinde yaşanan Doğu-Batı bloku ayrışması, kendisini Ortadoğu’da da göstermiştir. Bu Soğuk Savaş döneminde bir yanda 

ABD, diğer yanda ise Sovyetler Birliği bölgedeki ülkeleri kendi saflarına çekme gayreti göstermişlerdir. Soğuk Savaş’ın sona erdiği 1990 sonrası dönemde bölgeyi ABD adeta tek başına domine etmişse de, Sovyetler Birliği’nin dağılmasından yaklaşık on yıl sonra Rusya’da iktidara gelen Putin’in izlediği politikalar neticesinde, özellikle son dönemde bölgede Soğuk Savaş dönemindekini andıran bir bloklaşmaya doğru gidildiği gözlenmiştir.

ABD

Ortadoğu, zengin enerji kaynakları, ticaret yollarının kesiştiği yer olması gibi nedenlerle, hegemon olma iddiasında olan gücün kontrolünde olması gereken bir bölgedir. Buraya hâkim olan -adeta- dünyaya da hâkim olmaktadır. Geçmişte Roma, Osmanlı, İngiliz imparatorlukları bunun örneğidir. Günümüzde ise ABD, 
rakipsiz olarak çıktığı Soğuk Savaş döneminden sonra, Ortadoğu’ya bizzat girerek burayı kontrol etmiştir. Bugün de bölgede en önemli aktör olarak - bölge dışından da olsa- ABD gösterilebilir.

Dünyanın bir numaralı enerji tüketicisi konumundaki ABD, hem ülkesi içinde kurmuş olduğu ucuz enerjiye dayalı ekonomiyi sürdürebilmek için, hem Ortadoğu’daki zengin enerji kaynaklarını dünyaya pazarlayarak buradan çok büyük miktarlarda gelir elde etmek için, hem de bölgeyi boş bırakıp başkalarının eline geçmesini engellemek için Ortadoğu bölgesine tam anlamıyla hâkim olmak zorundadır. Ayrıca bölgedeki en önemli stratejik ortağı olan İsrail’in güvenliğini sağlayabilmek için de burada olmak zorundadır. Zira ABD desteğinden yoksun bir İsrail’in bölgede tutunması çok zor olacaktır.

ABD’nin Soğuk Savaş yıllarında o dönemki tehdit olan Sovyetler Birliği’ni çevreleme politikası yerini günümüzde Sovyetler Birliği’nin mirasına talip olan Rusya’yı çevreleme şeklini almıştır. Eski Sovyet toprakları olan, bir bakıma Rusya’nın arka bahçesi de denebilecek Doğu Avrupa, Kafkaslar ve Ortadoğu toprakları bu stratejinin uygulamaya geçirildiği alanlardır. 

1991 yılından bu yana ABD, Ortadoğu’da bizzat bulunmanın ekonomik, siyasi ve insani maliyetini gördüğünden, 2000’li yıllarla birlikte bölgeyi stratejik ortaklar 
ve müttefikler vasıtası ile kontrol altında tutmaya çalışmıştır. Bölgede İsrail, Suudi Arabistan ve Körfez ülkeleri, Türkiye ve Mısır ABD’nin en önemli ortaklarıdır. Son dönemde Türkiye ve Mısır’da yaşanan gelişmeler her ne kadar bu ortaklığın sorgulanmasına neden olsa da, bu ülkeler ABD için çok önemli ortaklardır. Buna karşılık bölgede İsrail’in karşısında yer alan İran ve Suriye’deki Esed yönetimi, ABD’nin en önemli tehdit algılarıdır. Bu ülkeleri Rusya’nın (ve onun da arkasında Çin’in) destekliyor olması, Ortadoğu’yu küresel bir mücadele alanına çevirmektedir.

Bölgedeki enerji kaynakları kısa vadede bitmeyeceğine ve İsrail’in başka bir yere taşınması ihtimali olmadığına göre, ABD’nin bölgeden çıkma gibi bir tercihi 
bulunmamaktadır. Bu da bölgenin bundan sonra da küresel bir mücadele alanı olmaya devam edeceği anlamına gelmektedir.

ABD 11 Eylül 2001 sonrasında Bush doktrini çerçevesinde Ortadoğu’ya bizzat gelerek burada hakimiyetini perçinlemiştir. Ancak bunun sürdürülebilirliğinin 
madden ve manen bedelinin yüksek olması, Obama döneminde ABD’nin bölgeye daha farklı bir yaklaşım sergilemesini netice vermiştir. 

2008 yılında Başkan seçilen Obama döneminde diplomasiyi öne çıkaran ve güç kullanmayı en son tercih olarak seçmeyi öngören bir doktrin çerçevesinde hareket eden ABD, bu yaklaşımı Ortadoğu’da da sergilemiş ve buradaki askerlerini kademe kademe geri çekmiştir. (Akgün, 2012, s. 11) 


Bu dönemde ABD bizzat bölgeye müdahil olmak yerine bölgede vekâlet savaşlarını canlandırmaya yönelik politikalar izlemeye başlamıştır. Suriye ile başlayan bu vekâlet savaşları süreci, bölgede yükselen Şii-Vahhabi gerginliğinde de akıllara bu gerginliğin bir sıcak çatışmaya dönüşme ihtimalini getirmektedir.

Rusya

Rusya, çarlık döneminden bu yana geleneksel olarak sıcak denizlere inme politikasını her dönemde gerçekleştirmeye çalışmıştır. Son dönemde Putin yönetiminde Sovyetler Birliği’nin eski coğrafyasında yeniden etkili olmaya çalışan Rusya, bu coğrafyada ABD ve NATO ile, Ukrayna ve Gürcistan örneklerinde olduğu gibi yeri geldiğinde doğrudan müdahale etmek suretiyle mücadele etmektedir. Kafkaslar ve Doğu Avrupa’dan sonra bu alanda üçüncü cephe Ortadoğu olmuştur. Son dönemde Rusya’nın Suriye’ye müdahalesini bu açıdan değerlendirmek gerekir. Rusya, Soğuk Savaş sonrası dönemde ABD’nin etki alanını genişletmesi sonucu ortaya çıkan bu mücadeleyi kendisi için en büyük ulusal güvenlik tehdidi olarak görmektedir 
(http://www.bbc.com/turkce/haberler/2014/12/141226 _rusya_askeri_doktrin).

Rusya’nın Ortadoğu politikalarına son dönemde yön veren en önemli husus, Suriye’de yaşanan çatışmalardır. Zira Rusya’nın bölgedeki en önemli müttefiklerinden bir tanesi Suriye’dir ve yine bölgedeki tek askeri üssü olan Tartus üssü de bu ülkede bulunmaktadır. Şam rejiminin yıkılması, hem Rusya’yı bir müttefikinden edecek, hem de bölgede var olan tek üssünü kaybetmesi anlamına gelecektir (http://www.21yyte.org/tr/arastirma/rusya/2013/05/27/7013/rusya-suriyedeneden -direniyor).

Rusya’ya göre ABD’nin Ortadoğu’daki nihai hedefi İran’ı ele geçirmek ve İran’daki enerji kaynaklarına Batı tarafından ulaşılacak bir sistem oluşturmaktır 
(Onay, 2015, s. 19). Böylesi bir durum, Rusya’nın Ortadoğu’dan çıkarılması demektir ve oyunun bundan sonra Rusya’nın yakın çevresi olan Orta Asya’ya kaymasıanlamına gelmektedir. Böylesi bir şeyi Rusya’nın kabullenmesi mümkün değildir.

Rusya, ABD’nin bölgedeki hamlelerine karşı boş durmayıp, özellikle son dönemde bölgedeki etki alanını İran ve Suriye’nin dışına da taşımaya çalışmaktadır. Mısır’da geçtiğimiz yıllarda bir darbe ile yönetime gelen Sisi ile ve ABD askerlerinin ülkeden ayrılması sonrasında yönetime Şiilerin hâkim olduğu Irak ile ilişkilerini geliştirmeye çalışmaktadır. 

Rusya’nın Suriye’ye müdahalesi, bölgede yapılacak planlarda kendisinin göz ardı edilmemesi gerektiği mesajını taşıyan bir hamledir. Zira Rusya göz ardı edilerek 
bölge üzerinde yapılacak planlar, ortaya çok daha büyük çatışmaların çıkmasına da neden olabilir.

Sonuç

Ortadoğu coğrafyası, tarihin her döneminde çatışmalara ve savaşlara sahne olmuş, talihsiz bir bölgedir. Özellikle bölgenin çok zengin enerji kaynaklarına sahip olduğunun anlaşılmasından sonra önemi artmıştır. Bundan sonra ise bölgenin kaderi, burada yaşayan insanların iradeleri ile değil, küresel güçlerin çıkar çatışmaları ile belirlenmeye başlamıştır.

Bölgedeki çatışmaların görünürdeki gerekçesi Suudi Arabistan, İran ve İsrail devletlerinin güvenlik endişeleri ve küresel çıkar çatışmaları olmakla birlikte, esasen temelde Selefi-Vahhabi, Şii ve Siyonist yaklaşımların etkili olduğu görülmektedir. Bu noktadan ABD ve Rusya gibi küresel aktörlerin, zaten çatışmaya meyilli bir ortamda hızlandırıcı bir etkileri olduğundan bile bahsedilebilir. 

Ortadoğu’da yaşanan olayları güvenlik ve güç temelli izah etmeye çalışmak, yeterli değildir. Bölgede etkili olan aktörlerin sahip olduğu iç dinamiklerin iyi anlaşılması, sorunların daha iyi anlaşılmasında etkili olacaktır. Sözgelimi son dönemde yaşanan Suudi Arabistan-İran gerginliğini anlayabilmek için, Selefi-Vahhabi düşünce ile Şii düşüncenin nasıl ortaya çıktıkları ve tarihsel süreç içerisinde hangi aşamalardan geçerek günümüze ulaştıklarının iyi bilinmesi gerekir. 

Her biri ayrı ve birbirine zıt ideolojiler ile yönlendirilen üç devletten Suudi Arabistan ile İsrail bugün için aynı safta yer alıyor gibi gözükseler de, onları aynı safta tutan unsur küresel güç olarak ABD ile aynı safta yer almaları ve İran’a karşı “düşman birliği” etmeleridir. İran ise her iki devleti de kendisine tehdit olarak görmekle beraber, özellikle İsrail düşmanlığı üzerinden bir söylem yürüterek bölgedeki Şii olmayan halklar nezdinde de sempati uyandırma çabasındadır. Ortadoğu’nun son yıllarda yapılan yüksek askeri harcamalar sonucunda adeta bir silah deposuna dönüşmesi, son dönemde yaşanan Şii-Vahhabi gerginliği, bu gerginliğe bağlı olarak bölgede yaşanan vekâlet savaşları, Obama doktrini çerçevesinde ABD’nin bölgeye dolaylı olarak müdahale etmesine karşılık bölgede çıkarlarını doğrudan güç kullanarak korumayı tercih eden Rusya’nın bölgedeki varlığı, İsrail’in güvenlik endişeleri gibi nedenler, bölgede yakın zamanda yaşanabilecek bir savaşın adeta habercisidir. 

ABD güdümündeki tek kutuplu dünya düzeninin sorgulandığı bu dönemde, geçmişte olduğu gibi belki de en önemli mücadele alanı olmaya aday bölge Ortadoğu’dur. 

Bölgeyi elinde tutarak konumunu korumak isteyen ABD, doğal olarak buna yönelik tehditleri ortadan kaldırmak istemektedir. Bu açıdan bakıldığında, son dönemde Suriye ve Irak’ta yaşanan gelişmeler, belki de bundan sonra aynı kaosun İran’a da sıçrayacağının bir habercisi olabilir. ABD’nin -ve tabii bölgedeki müttefiklerinin-hareketleri, bölgedeki tehdit olarak görülen Suriye, İran ve onların arkalarındaki Rusya’nın çıkarlarına zarar vermektedir. Bu durum ise belki de boyutu bölgeyi aşacak daha büyük çatışmaların zeminini hazırlamaktadır.

Kaynakça / References

“Rusya’da yeni askeri doktrin: En büyük tehdit NATO” 
http://www.bbc.com/turkce/haberler/2014/12/141226_rusya_askeri_doktrin, 
Erişim tarihi: 15.10.2015. 
Akgün B. (2012). ABD’nin Suriye Politikası, Suriye Krizinde Bölgesel ve Küresel Aktörler 
(Perspektifler, Sorunlar ve Çözüm Önerileri). Stratejik Düşünceler Enstitüsü, SDE Uluslararası İlişiler Program Koordinatörlüğü.
Askeroğlu, S. (2015). Rusya Suriye’de Neden Direniyor. 
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/rusya/2013/05/27/7013/rusya-suriyede-neden-direniyor, 
Erişim tarihi:15. 10.2015. 
Balcı, Ç. (2012). İran, Pragmatizm ve PKK. UPA, Uluslararası Politika Akademisi, 
http://politikaakademisi.org/iran-pragmatizm-ve-pkk/, 
Erişim tarihi:15.10.2015.
Bodur, H. E. (2003). Vahhabi Hareketi ve Küresel Terör. KSÜ İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2(2), ss. 7-20.
Bozkurt, A. (2014). Hizbullah’ın Lübnan’da Kuruluşu ve Popülaritesinin Sebepleri. Tarih Okulu Dergisi (TOD), 7(17), ss. 599-627.
Bozkurt, M. İ. (2015). İnhiraf –Kırılma- 2: İslam Mezheplerinin Analizi. 2. Baskı, Bursa: Revizyon Medya.
Büyük, H. F. (2015). Balkanlar’ı Saran Tehdit: IŞİD. 
http://www.usak.org.tr/analiz_det.php?id=17&cat=365366695#.VjDE_rfhAy4, 
Erişim tarihi: 15.10.2015.
Clarion Project. (2014). The Islamic State. 
http://www.clarionproject.org/sites/default/files/islamic-state-isis-isil-factsheet-1.pdf, 
Erişim tarihi: 15.10.2015.
Çiçekçi, C. (2015). İsrail’in Güncel Güvenlik Habitatı. Orsam Bölgesel Gelişmeler Değerlendirmesi, No.24.
Doster, B. (2012). Bir Bölgesel Güç Olarak İran’ın Ortadoğu Politikası. Ortadoğu Analiz, 4(44).
Efegil, E. (2013a). İsrail’in Dış Politikasının Belirleyicileri. Ortadoğu Analiz, 5(49).
Efegil, E. (2013b). Suudi Arabistan’ın Dış Politikasını Şekillendiren Faktörler. Ortadoğu Analiz, 5(53).
Gause, F. G. III. (2009). The International Relations of the Persian Gulf. New York: Cambridge University Pres,
Gause, F. G. III. (2011). Saudi Arabia in the New Middle East. Council Special Report No. 63, New York: Council on Foreign Relations (CFR).
http://www.21yyte.org/tr/arastirma/rusya/2013/05/ 27/7013/rusya-suriyede-neden-direniyor, 
Erişim tarihi: 15.10.2015.
http://www.bbc.com/turkce/haberler/2014/12/141226_rusya_askeri_doktrin, 
Erişim tarihi: 15.10.2015.
https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/sa.html, 
Erişim tarihi: 15.10.2015.
https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/wfbExt/region_mde.html, 
Erişim tarihi: 15.10.2015.
http://www.hurriyet.com.tr/suudi-arabistan-ordusu-bahreyne-girdi-17267951, 
Erişim 
http://www.tradingeconomics.com/saudi-arabia/population, 
Erişim tarihi: 15.10.2015.
IMF Data, (2014). World Economic Outlook Database. 
https://www.imf.org/external/pubs /ft/weo/2014/02/weodata/index.aspx, Erişim tarihi: 15.12. 2015. 
Metz, H. C. (1992). Saudi Arabia: A Country Study. Washington: GPO for the Library of Congress.
Onay, Y. (2015). Rusya’nın Orta Doğu Politikasını Şekillendiren Parametreler. Bilge Strateji, 7(12).
Philips J. A. (1995). İran’ın Kuşatılması. çev. İ.Çakmak, C.Ekiz, Avrasya Dosyası, 2(1) İlkbahar.
Pirinççi F. Orhan, O. ve Duman, B. (2014). ABD’nin IŞİD Stratejisi ve Irak ile Suriye’ye Olası Yansımaları. ORSAM Rapor No: 191, Ankara.
Rice, C. (2003). “Transforming The Middle East”. The Washington Post, 
https://www.washingtonpost.com/archive/opinions/2003/08/07/transforming-the-middle-east/2a267aac-4136-45ad-972f-106ac91e5acd/ 
Erişim tarihi:15.12.2015.
SIPRI. (2015a). Yearbook, 
http://www.sipri.org/yearbook/2015/downloadable-files/sipri-yearbook-2015-summary-pdf, 
Erişim tarihi: 15.10.2015.
SIPRI. (2015b). FactSheet, 
http://books.sipri.org/product_info?c_product_id=496, 
Erişim tarihi: 15.10.2015.


*** Bu çalışma 21-22 Ekim 2015’de Uludağ Üniversitesi, Uluslararası İlişkiler Bölümü tarafından organize edilen, VII. Uludağ Uluslararası İlşkiler Konferansı’nda bildiri olarak sunulmuştur.
Yıldırım DENİZ / 
Ortadoğu’daki Çatışmalara Devletlerin ve Devlet Dışı Aktörlerin Etkileri
TESAM Akademi Dergisi / Turkish Journal of TESAM Academy

****

ORTADOĞU’DAKİ ÇATIŞMALARA DEVLETLERİN VE DEVLET DIŞI AKTÖRLERİN ETKİLERİ BÖLÜM 1


ORTADOĞU’DAKİ ÇATIŞMALARA DEVLETLERİN VE DEVLET DIŞI AKTÖRLERİN ETKİLERİ., 
BÖLÜM 1



Tesam Akademi Dergisi 
Ocak - January 2016. 3 (1). 129 - 149
ISSN: 2148 – 2462

ORTADOĞU’DAKİ ÇATIŞMALARA DEVLETLERİN VE DEVLET DIŞI AKTÖRLERİN ETKİLERİ*
Yıldırım DENİZ** 
* Makale geliş tarihi: 17 Kasım 2015 
  Makale kabul tarihi: 14 Ocak 2016
** TESAM Dış Politika Uzmanı, 
    e-mail: y.deniz@yandex.com


Özet;

Ortadoğu tarihin her döneminde çeşitli çatışmalara sahne olmuş bir bölgedir. Bu çatışmaların yaşanmasında dini, siyasi, ekonomik ve sosyal nedenlerin yanı sıra, bölgedeki ve bölge dışındaki bir kısım devletlerin ve devlet dışı aktörlerin de etkileri olmaktadır.

Osmanlı Devleti’nin bölgedeki hâkimiyeti nin sonlanmasından sonra, bölge üzerinde yoğun bir şekilde hakimiyet mücadelesi yaşanmıştır. 
Bu mücadele sırasında özellikle bölgedeki etnik, dini ve mezhepsel farklılıklar birer çatışma unsuru olarak kullanılmış, bu yüzden de bölgedeki şiddet, terör ve 
çatışmalar günümüzde de azalmak bir yana, artarak devam etmektedir.
Bu çatışmaları körükleyen bölge dışı aktörler olarak ABD ve Rusya gibi bölgede çıkarı bulunan bazı devletler karşımıza çıkmaktadır. 

Bölge içinden ise Selefiliğin katı bir yorumu olan Vahhabiliği benimsemiş Suudi Arabistan, Şia mezhebini resmi ideoloji olarak benimsemiş İran, bölgede tutunmaya ve topraklarını genişletmeye çalışan İsrail karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca bu sayılan bölge içi ve bölge dışı devletlerin doğrudan veya dolaylı destekleri ile faaliyetlerini yürüten bir kısım devlet dışı aktörler, bölgede yaşanan çatışmaların başta gelen amilleridir.

Anahtar Kelimeler: Suudi Arabistan, İran, İsrail, Vahhabilik, Şiilik, Mezhep Çatışmaları,

Giriş

Günümüzde dünya üzerindeki çatışma bölgelerine bakıldığında ilk dikkati çeken yer olan Ortadoğu, aslında tarihsel olarak da sürekli bir çatışma alanı olmuş bir coğrafyadır.
 Mısır - Hitit mücadelesi ile başlayan bu mücadele tarihi, Perslilerin akınları, İskender’in seferleri, Roma’nın bölgeye hâkim olması, Bizans – Sasani mücadeleleri, bölgede İslam’ın doğumundan sonra yaşanan hâkimiyet mücadeleleri, Türklerin Asya steplerinden bölgeye göçü, Moğolların akınları, Avrupalıların İslam medeniyetine doğru düzenledikleri Haçlı Seferleri, bölgede Osmanlı hâkimiyeti, Sanayi Devrimi sonrası Avrupalı devletlerin bölgeye hâkim olmaları ve I. ve II. Dünya Savaşları ile günümüze kadar devam etmiştir.
20. yüzyılın başlarında bölgenin Osmanlı Devleti’nden kopup Avrupalı devletlerin hâkimiyetine geçmesinden sonra bölgede etnik, dini, mezhepsel farklılıklar gibi çatışma nedeni olabilecek diğer birçok unsurun adeta kasıtlı bir şekilde göz ardı edilmesi suretiyle çok dengesiz yapay haritaların çizilmesi, günümüzde bölgede yaşanan karışıklıkların da temelini atan önemli bir nedendir. Sözgelimi Lübnan, Suriye ve Irak devletlerinin nüfus yapılarına bakıldığında hem dini, hem mezhepsel farklılıklar, hem de etnik farklılıkların bu ülkelerdeki sürekli istikrarsızlığın en temel nedeni olduğu görülecektir.

Sanayi Devrimi sonrasında önemi Avrupalılar tarafından anlaşılan, ama özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında iyiden iyiye değerlenen Ortadoğu, Soğuk Savaş döneminde 

Doğu – Batı bloklarının en önemli mücadele alanlarından birisi olmuştur. Özellikle 11 Eylül 2001’den sonra ABD’nin bölgeye direk müdahale etmesi, zaten istikrarsız olan bölgenin daha da büyük karmaşa içerisine girmesine neden olmuştur. Özellikle de ABD’nin Başkan Obama döneminde bölgeden askerlerini çekmesi sonrasında Irak’ta yeni kurulan yönetimin, Saddam Hüseyin sonrası dönemdeki boşluğu dolduramaması, bölgeyi yeniden büyük bir kaosa sürüklemiştir.
Son yıllarda yaşanan silahlanma yarışı da bölgenin ne denli büyük bir çatışma alanı olduğunun bir başka göstergesidir. SIPRI’nin 2014 yılına dair raporuna göre Ortadoğu ülkelerinin toplam silahlanma harcamaları bir önceki yıla göre %5,2 artarak 196 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir (SIPRI, 2015a, s. 14). 

Dünyada bir yılda yapılan askeri harcamaların %11’lik bir kısmını, dünya nüfusunun %5’inin yaşadığı Orta Doğu yapmaktadır. Bu da kişi başı ortalama 500 dolar civarı yıllık askeri harcama demektir ki, dünya genelindeki ortalama bunun yarısı kadar olup 250 dolar civarındadır. Bölgede en dikkat çekici harcama ise Suudi Arabistan’ın yapmış olduğu 80,8 milyar dolarlık askeri harcamadır. Bölgede Suudi Arabistan’ın yanı sıra BAE 22,8; İsrail 15,9; Umman 9,6 ve Irak 9,5 milyar dolarlık harcamaları ile dikkat çekmektedir (SIPRI, 2015b, s. 2). 

Bölgeye dikkatle bakıldığında yaşanan çatışma ve sorunların arkasında bölge içi ve bölge dışı bazı aktörlerin olduğu görülmektedir. Özellikle bölgede etkili güç 
konumunda olan Suudi Arabistan, İran ve İsrail’in politikalarının, bu çatışma ve savaşların yaşanmasında doğrudan rolleri olduğunu söylemek yanlış olmaz. 
Selefi-Vahhabi çizgideki Suudi Arabistan, Şii çizgideki İran ve Siyonist politikalar güttüğünü her fırsatta ifade eden İsrail’in izlediği politikalar, bölgedeki istikrarsızlığın ve yaşanan çatışmaların en büyük bölgesel nedenidir. Bölgede yaşanan çatışmalarda devlet dışı aktörler olarak dikkat çeken DAEŞ, Hizbullah, Hamas gibi örgütlere bakıldığında ise bunların da arkasında yine yukarıda sayılan devletlerin olduğu iddia edilmektedir.

Ortadoğu’nun kaderi, bölgedeki zengin enerji kaynakları nedeniyle, küresel güçler tarafından bölgede bulunan ülkelerin eline bırakılmamıştır. Zira bölgeyi kontrol eden güç zengin enerji kaynaklarına hâkim olacak ve bu sayede de küresel bir güç olabilecektir. 20. Yüzyılın başlarında İngiltere, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise ABD bölgeyi kontrol eden güç olmuştur. Günümüzde ABD, Ortadoğu coğrafyasını kontrol edebilmek, bölgedeki en önemli stratejik ortağı İsrail’in güvenliğini sağlayabilmek adına bölgeye çeşitli yollarla müdahalelerde bulunmaktadır. ABD’nin bölgeye müdahil olması ise, bölgeye demokrasi ve barış getirmek bir yana, bölgede yaşanan çatışmaları daha da artırmaktadır.

Bölgede ABD’nin karşısında ise, Soğuk Savaş yıllarındaki Sovyetler Birliği’nin varisi denebilecek olan Rusya yer almaktadır. İran ve Suriye ile çok yakın ilişkileri olan Rusya, bu ülkeler vasıtasıyla Orta Doğu üzerinde var olmaya çalışmaktadır. Ayrıca ABD ile ilişkileri kötü olan ülkelere de kucak açmak suretiyle bölgede etki alanını genişletmeye çalışmaktadır.

Bu çalışma, Ortadoğu’da yaşanan çatışmaları aktörler temelinde ele alma amacıyla kaleme alınmıştır. Devletler ve devlet dışı unsurlardan oluşan bu aktörlerin birbirleriyle olan ilişkileri, Ortadoğu’daki anlaşmazlık ve 
çatışmaların temel gerekçesi olmakla birlikte, bu ilişkilere yön veren temel unsurlar da bu aktörlerin sahip olduğu çeşitli iç dinamikler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Klasik uluslararası ilişkiler yaklaşımları çerçevesinde bölgede yaşananları izah etmek, konuya çok yüzeysel bir yaklaşım göstermek demektir. 
Zira Ortadoğu’da özellikle Soğuk Savaş dönemi sonrasında yaşanan uluslararası ilişkileri anlamlandırmada meseleyi salt ‘güç’ veya ‘refah’ gibi unsurlarla izah etmek mümkün değildir. Bu çalışmada, bölgede yaşananları anlamlandırabilme adına uluslararası ilişkiler alanındaki her türlü olayın temelinde ‘güç’ faktörünün yerine ‘fikirler, normlar, kültürel değerler ve kimlikler’i kullanma eğiliminde olan Sosyal İnşacı kuramın yaklaşımları esas alınarak bölgedeki devlet dışı aktörler ve bu aktörleri yönlendiren bazı iç dinamikler ele alınacaktır. 

Bölgesel Aktörler

Ortadoğu’da son dönemde yaşanan anlaşmazlık ve çatışmalar dikkatle incelendiği zaman, yaşanan olaylara bölge dışı güçlerin katkıları olduğu gibi, bunların ortaya çıkmasına zemin hazırlayan esas faktörlerin, bölgenin iç dinamikleri sayesinde ortaya çıktığı görülecektir. Zira Ortadoğu kendi içinde etnik, dini, mezhepsel, kültürel birçok farklı unsuru barındıran ve bunun neticesinde kendi içinde çatışma yaşama potansiyeli yüksek bir coğrafyadır. Çalışmanın bu bölümünde bölge içinde etkili olan devlet ve devlet dışı aktörler ele alınacaktır. Bu aktörlerin izledikleri politikaları etkileyen ideolojik faktörler ve birbirleriyle olan ilişkilerinin iyi analiz edilmesi, bölgede yaşananların daha iyi anlaşılabilmesini sağlayacaktır.

Suudi Arabistan

Suudi Arabistan devletinin kurucuları olan ‘ Suud ’ ailesi, 1700’lerin başından bu yana Necid bölgesinde yönetici aile pozisyonundadır. 
1744’te Vahhabiliğin fikir babası olan Muhammed bin Abdülvahhab ve Muhammed bin Suud’un yaptığı anlaşma ile devletin temelleri atılmıştır (Bodur, 2003, ss. 7-20). Suudiler 1802-1818 arasında Osmanlı’ya isyan etmişler ve bölgede birçok şehri ele geçirip katliamlar yapmışlardır. 1818’de Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı bastırmış ve liderleri Abdullah bin Suud ile çocukları İstanbul’da idam edilmişlerdir (Bozkurt, 2015, s. 128). 1870’lerden itibaren İngilizlerin desteğini arkalarına alan Suudiler, Osmanlı’nın dağılma döneminde etki alanlarını Arap yarımadasının geneline yaymış ve 1932’de Suudi Arabistan Krallığı’nı kurmuşlardır.

Nüfusu 30 milyona ulaştığı tahmin edilen Suudi Arabistan’ın nüfusunun 1/3’ü göçmenlerden oluşurken,  yerli nüfusun %10-15’i Şiilerden oluşmaktadır.

(http://www.tradingeconomics.com/saudi-arabia/population)  
(https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/sa.html) 


İslam dininin çok katı bir yorumu olan ve günümüzde Selefilik ile birlikte anılan Vahhabiliği benimsemiş olan Suudi Arabistan devleti, kurulduğu günden bu yana özellikle bölgedeki Şiilere karşı çok katı bir politika izlemiştir. Osmanlı’ya karşı isyan bayrağını çektiğinde, bölgede ilk olarak Şiilerin üzerine yürüyen ve 1802 yılında Kerbela törenlerine katılan binlerce Şii’yi kılıçtan geçiren 
(Bozkurt, 2015, s. 127) 
Suudiler, bugün hala bölgede kendisinerakip ve düşman olarak Şiileri görmektedir.

Suudi Arabistan’ın en temel dış politika ilkesi ülke rejiminin güvenliği olmakla birlikte (Metz, 1992), genel olarak dış politikası birbiri içine geçmiş üç düzlemde 
kendisini göstermektedir. İlk olarak uluslararası düzlemde ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiklerinden birisi olarak petrole dayalı ekonomisi ile dünya enerji 
sektörünün belki de en önemli üyesidir (Gause, 2011, ss. 22-24). İkinci olarak Ortadoğu bölgesinde statükocu bir rol oynayan, kendisinden bağımsız herhangi bir girişime karşı duran Suudiler, yukarıda da ifade edildiği gibi Şii karşıtı politikalarla hareket etmektedir. Üçüncü olarak ise daha dar bir bölge olarak Arap yarımadasında tam bir hegemon gibi davrandığı görülmektedir (Efegil, 2013b, ss. 106-107).

Yemen’de son dönemde yaşanan iç savaş, bu üçüncü düzlemdeki politikaların bir sonucudur. Zira Yemen, Suudi Arabistan’ın -deyim yerindeyse- arka bahçesidir. 
Bu ülkede nüfusun yaklaşık %35’ini oluşturan Şii nüfusun yönetimi ele geçirmesi demek Suudi Arabistan topraklarında yaşayan ve nüfusun yaklaşık %15’ini oluşturan Şiileri de harekete geçirebilecek bir faktördür. Ayrıca Kızıldeniz’in Hint Okyanusu’na açılan kapısı olan Bab’ül Mendep boğazının da Şiilerin eline geçmesi tehlikesini Suudi Arabistan’ın yanı sıra, körfezdeki petrol üreticisi ülkeler ve Batılı ülkeler göze alamamaktadır.

(https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/sa.html) 


Suudi Arabistan’ın son dönemdeki dış politikasını şekillendiren en önemli unsurlardan birisi de hiç kuşkusuz Selefi-Vahhabi ideolojidir. Suudi Arabistan her ne kadar küresel düzlemde müttefiki ABD’nin kontrolü dışında hareket etmese de, özellikle 2000’li yıllardan itibaren Balkanlar’dan Kafkaslar’a, oradan da Orta Asya’ya kadar geniş bir coğrafyada etkili 

olmaya çalışmaktadır. Sözgelimi hâlihazırda Bulgaristan’daki camilerin üçte biri Selefi-Vahhabi imamların kontrolünde bulunuyor ve Uluslararası Kriz Grubu’nun 
verdiği bilgilere göre Selefi-Vahhabi imamlar Kosova’da 500 kişinin katılabileceği büyüklükte özel vaazlar verebiliyor (Büyük, 2015).

Suudi Arabistan’ın dış politikasında, Selefi-Vahhabi düşüncenin bir neticesi olarak Şiiliğin düşman olarak tanımlanması ve buna göre bir dış politika izlenmesi söz konusudur. Mesela Yemen’deki iç savaş bunun önemli bir örneğidir. Veya Arap Baharı sırasında nüfusunun %70’i Şii olan Bahreyn’de meydana gelen olaylar karşısında Suudi Arabistan’ın askerlerini göndererek başlamakta olan isyanı bastırması bir başka örnektir Yine Suriye’de son yıllarda yaşanan iç savaşta İran’ın desteklediği Esed’in karşısında savaşan grupları destekleyen politikalar izlenmesinin arkasında da Vahhabi-Şii çekişmesi yatmaktadır.


(http://www.hurriyet.com.tr/suudi-arabistan-ordusu-bahreyne-girdi-17267951). 

Suudi Arabistan ile ilgili önemli bir nokta da, son yıllarda bütçesinden silahlanmaya ayırdığı payın dikkat çekici bir şekilde artmasıdır. Uluslararası Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü - SIPRI’nin (Stockholm International Peace Research Institute) 2014 yılı verilerine göre hazırladığı rapora göre Suudi Arabistan bu yılda 80, 8 milyar dolarlık askeri harcama yapmıştır (SIPRI, 2015b, s. 2). Bu rakam, ABD, Çin ve Rusya’nın ardında Suudileri listenin dördüncü sırasına taşımıştır. 

Silahlanma ile ilgili olarak bir başka çarpıcı veri de şudur ki, IMF’in silahlanmayla ilgili verilerine göre 1997’den 2014’e kadar olan dönemde Suudi Arabistan’ın askeri harcamaları %445 artarken, İran’ın askeri harcamaları da %442 oranında artmıştır (IMF, 2014). Bu oranlar adeta bölgede karşılıklı bir hazırlığın da göstergesidir.

İran

Ortadoğu’daki en eski medeniyet merkezlerinden birisi olan İran, son yüzyıl hariç tarihin hemen her döneminde bölgedeki önemli aktörlerden birisi olmuştur. İran, 20. yüzyıl boyunca önce İngiliz-Rus ekseninde, ardından II. Dünya Savaşı sonrası dönemde ABD ekseninde yer almış ve son olarak 1979 İslam Devrimi ile yeniden bağımsız bir konuma gelerek ABD’nin kurmuş olduğu düzenin karşısındaki en önemli tehdit haline gelmiştir.

İran’ın izlediği dış politika incelendiğinde, öncelikle dikkat çeken şey tarihsel süreç içerisinde son yüzyılda yaşanan savaşlar, işgaller ve darbelerin etkileridir. 
I. ve II. Dünya Savaşlarında İngiliz ve Ruslar’ın İran’ı işgali, 1979 öncesi dönemde yaşanan darbeler, 1979 devrimi, 1980-1989 arasında süren İran-Irak Savaşı ve 1990 sonrasında ABD’nin Ortadoğu’ya girmesi gibi olaylar, İran dış politikalarının adeta bilinçaltına tesir etmiş olaylardır (Doster, 2012, s. 45). 

İran dış politikasında son dönemdeki en önemli kırılma noktası 1979 İslam Devrimi’dir. Bu tarihe kadar ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiklerinden birisi olan İran, devrim sonrası ABD tarafından “terörü destekleyen ülkeler” listesine de alınarak düşman haline getirilmiştir. Harita üzerinden bakıldığında etrafı doğu, batı ve güney istikametinden ABD üsleri tarafından çevrelenerek kuşatılan İran, ironik bir biçimde ABD tarafından bölgedeki en önemli tehdit olarak lanse edilmektedir.

1979 Devriminden bir yıl sonra Irak ile başlayan ve dokuz yıl süren savaş, hızlı nüfus artışı karşısında azalan petrol gelirleri, dış politikasını üzerine inşa ettiği 
“ Batı karşıtlığı” sebebiyle yaşanan uluslararası arenadan dışlanmışlık durumu, İran ekonomisinin hızla daralmasına neden olmuştur (Philips, 1995, s. 147). 
İran’ın yukarıda da ifade edilen tarihsel hafızasının ve yaşadığı ekonomik daralmanın dış politika alanına en önemli yansıması, ülkenin dışa bağımlılığını en aza indirerek her alanda kendi kendine yetecek hale gelme amacıdır. Sanayi üretimi zayıf olan İran’da ekonomi petrol ve doğal gaz ihracına dayanmaktadır. 
Ekonomik olarak kendi kendine yetme hedefi, özellikle devrim sonrası Batının uyguladığı ambargo ve tehdit söylemlerinin de etkisiyle askeri alana kaymış ve bu alanda ülke son dönemde birçok silahını kendisi üretir bir duruma gelmiştir. Son dönemdeki nükleer çalışmaları da bu minvalde değerlendirmek gerekir. Zira ABD’nin ve onun bölgedeki en önemli stratejik ortağı İsrail’in bölgedeki en önemli tehdit olarak saydığı İran da kendi açısından -nükleer silahları olan- ABD ve İsrail’i bir tehdit olarak görmektedir. 

İran dış politikasında, son dönemde belki de en önemli unsur olarak Şii inancın etkili olduğu görülmektedir. Nüfusun İran’da %90, Azerbaycan’da %75, Irak’ta %60, Bahreyn’de %70, Yemen’de %35, Lübnan’da %30, Kuveyt’te %25, Suriye’de %10’luk kesiminin Şii olduğu göz önüne alındığında, İran’ın bölgesel olarak Şiilik üzerinden dış politikalarını yürütmesi çok doğal bir sonuçtur. 

(https://www.cia.gov/library/publications/the-worldfactbook/ wfbExt/region_mde.html) 

Ancak İran tüm dış politikasını Şiilik üzerine kurmaz. Tarihi köklü bir medeniyetin günümüzdeki bakiyesi olarak nitelenebilecek İran, dış politikada geçmişte olduğu gibi günümüzde de yeri geldiğinde pragmatik politikalar izlemekten kaçınmamaktadır. Sözgelimi nüfusu Müslüman olan, hatta %75’i de Şii olan Azerbaycan ile Hristiyan Ermenistan arasındaki çatışmada, Ermenileri desteklemiştir.

Dış politikada İran’ın kullandığı araçlardan birisi de, ABD ve İsrail karşıtlığıdır. Bu söylem sayesinde İran, Şii olmasına, etnik olarak da Fars olmasına rağmen, 
bölgedeki birçok Arap ülkede halk nezdinde sempati ile karşılanmayı başarmıştır.

İran’ın bölgedeki en önemli tehdit algısı ABD destekli İsrail ve Suudi Arabistan’dır. Türkiye de İran’ın bölgede rakibi olsa da, ikili ilişkiler düşmanca değildir. İsrail ve Suudi Arabistan ile gergin ilişkiler, bölgeyi adeta bir satranç tahtasına çevirmiştir. Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Bahreyn, Yemen toprakları, bu üç ülkenin mücadele alanı olmuştur. Sayılan bu ülkelerin ortak özelliği, Şii ve Sünni nüfusun bu ülkelerde birlikte yaşıyor olmasıdır. 

İran’ın bölgedeki müttefikleri ise Suriye’de Esed yönetimi ve Irak’taki Şii yönetimdir. İran, esas düşman olarak gördüğü ABD karşısında Rusya ve Şangay 
İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) de desteğini arkasına almıştır. Bölgede son yıllarda yaşanan çatışmalar neticesinde Irak ve Suriye’nin haritalarının değişmemesi 
için çaba sarf eden İran’ın esas çekincesi, bu ülkelerden sonra sıranın kendisine gelmesi ihtimalidir. Bu yüzden özellikle Suriye’deki iç savaşta Esed yönetimine 
doğrudan destek de veren İran, sıranın kendisine gelmemesi için adeta çırpınmaktadır. Bundan dolayı da bölge ülkelerindeki Şii nüfus üzerinden “ Şii Hilali ” kartını kullanmaktan çekinmemektedir. Bahreyn’de, Yemen’de son dönemde yaşananlar bunun bir göstergesidir.

İran’ın dış politikasında, bölgede kendisine rakip ve tehdit olarak gördüğü ülkelere karşı devlet dışı aktörleri de destekleme politikası da önemli bir yer tutar. Bir dönem Türkiye’nin karşısında PKK terör örgütünü destekleyen (Balcı, 2012, s. 1) İran, İsrail karşısında Lübnan’da konuşlanan Hizbullah’ı, Yemen’de yönetim karşıtı Husileri desteklemekten geri kalmamaktadır. İran’ın bu pragmatik yaklaşımı, zaten birçok yeri çatışma alanı olan Ortadoğu topraklarında, daha da büyük çatışmalara zemin hazırlamaktadır.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

7 Şubat 2017 Salı

TÜRKİYE’NİN ENERJİDE DIŞA BAĞIMLILIĞININ TÜRKİYE - RUSYA İLİŞKİLERİNE ETKİLERİ




TÜRKİYE’NİN ENERJİDE DIŞA BAĞIMLILIĞININ TÜRKİYE - RUSYA İLİŞKİLERİNE ETKİLERİ




Barış DOSTERİ 
Özet ;

Bu metin 23 – 24 Eylül 2014 tarihlerinde Kocaeli Üniversitesinde düzenlenen “ Uluslararası Enerji ve Güvenlik Kongresi ” başlıklı konferansta sunulan tebliğdir. 


Türkiye, enerji tedarikinde dısa bağımlı bir ülkedir. Özellikle petrol ve doğalgaz açısından bu bağımlılık, Türk dıs politikasını da derinden etkiler. 
Öncelikle Rusya, Dran, Irak ve Azerbaycan gibi komsularından enerji ithal eden Türkiye’nin, doğalgazda Rusya’ya olan mutlak bağımlılığı, ilk nükleer santralin 
yapımının da yine bu ülke tarafından üstlenilmesi, iki ülkenin diplomatik iliskilerine de yansır. Suriye, Irak, Dran gibi önemli bölgesel konularda 
birbirinden farklı, hatta karsıt politikalar izleyen Ankara ve Moskova arasındaki iliskilerde, enerji her zaman ilk sırada gelir. Türkiye’nin bir numaralı dıs ticaret ortağı olan Rusya, dıs politikasında enerjiyi sadece Türkiye’ye karsı değil, Avrupa’ya karsı da önemli bir diplomatik silah olarak kullanır. Türkiye’nin yerli ve yenilenebilir enerji kaynaklarına yönelmemesi, elektrik enerjisinde tek kaynağa (doğalgaz), bu kaynağın temininde de tek ülkeye (Rusya) bağımlı olması, enerji güvenliği ve ekonomik istikrar açısından olduğu kadar, dıs politika ve güvenlik açısından da önemli bir sorundur. 

Anahtar Kelimeler: Enerji, güvenlik, diplomasi, bağımlılık, doğalgaz. 

Giriş 

Enerji, uluslararası iliskilerde büyük önem tasır. Siyasette, ekonomide, diplomaside, güvenlikte çok önemli olan bir kaynaktır. Ona sahip olanlar tarafından stratejik bir silah olarak kullanılır. Çetin mücadelelerin, kanlı savasların nedenleri arasında ilk sıralarda gelir. Enerji kaynaklarının dünyadaki dengesiz dağılımı dikkate alındığında, Dngilizlerin ünlü devlet adamı Winston Churchill’in su sözleri daha iyi anlasılır: “Bir damla petrol, bir damla kandan daha değerlidir”. Ülkelerin artan enerji talebinin yanında, artan nüfus da enerji 
alanındaki rekabeti keskinlestirir. Enerjinin çıkarılıp islenmesinden baslayarak, arzında, pazarlanmasında, tasınmasında zorlu bir rekabet söz konusudur. Ancak enerji arz güvenliğinde kolay çözümler yoktur. Enerjinin erisilebilir ve sürdürülebilir olması da kolay değildir. Hem kaynak bazında hem tedarikçi ülkede hem de tasıma güzergâhında çesitlilik sağlanması zordur. Günümüzde aynı anda hem ucuz, hem temiz, hem güvenli, hem de sürekli bir enerji kaynağına sahip olmak için yoğun çaba göstermek, gelismeleri yakından takip 
etmek gerekir. 

Dünyada enerji kaynaklarının tüketim kompozisyonu değisim halindedir. Gelismis ülkelerin yanı sıra gelismekte olan ülkelerin, en basta da Çin’in enerji talebinde büyük artıs söz konusudur. Kömürün ağırlığında bir miktar azalma, petrol, doğalgaz ve nükleer enerji kullanımında ise bir miktar artıs gözlenmekte dir. 

Su ve rüzgâr enerjisinin tüketiminde de artıs gözlenmektedir. 
Enerji üretiminde ise Orta Asya, Hazar ve Ortadoğu, yani Avrasya’nın merkezi ve çevresi öne çıkmaktadır. Ülkelerin büyümesine kosut olarak, enerji tüketimi de 
arttığından, enerji kullanımında tasarruf, verimlilik arayısları önem kazanmakta dır. Farklı enerji kaynaklarının, yeni, yerli ve yenilenebilir kaynakların önemi hızla artmaktadır. 

Enerji kaynağı açısından zengin ülkeler, bu kaynağı diplomaside etkili bir araç olarak kullanırken, tüm devletler, ikili ve çok taraflı siyasette, enerji güvenliğine büyük özen gösterirler. Enerji temininde dısa bağımlı olmanın, dıs politikada manevra sahasını daralttığını bilirler. Enerjiyi, sadece ekonomik gelismenin temel sartı olarak değil, aynı zamanda siyasi bağımsızlığın ve ulusal güvenliğin de temel unsuru olarak kabul ederler. Gelişmiş ülkeler, “enerji politik” denilen enerji siyasetinde, bilimsel bilgiyle beslenen, inisiyatif alabilen, proaktif politikalar izlerler. Bu sayede enerji alanında basarılı adımlar atar, azami kazanç sağlar, kayıplarını en aza indirmeye çalısırlar. 

Dünya birincil enerji tüketiminde, fosil yakıtların ağırlığı devam edecektir ki, özellikle Türkiye’nin çevresinde yasanan siyasi gelismeler, iç savaslar, çatısmalar ve isgaller de, büyük güçlerin, emperyalist merkezlerin, bu hesabı yaptıklarını göstermektedir. Farklı kurulusların ve uzmanların öngörülerinde kimi değisiklikler olsa da, 2020 yılında da fosil yakıtlar, yani petrol, kömür ve doğalgaz en çok tüketilen enerji kaynakları olacaktır. Farklı tahlil ve tahminlerin ortalaması alındığında, petrolün yaklasık yüzde 40, kömürün yaklasık yüzde 30, 
doğalgazın da yüzde 25 oranında tüketileceği hesaplanmaktadır. Kısacası, önümüzdeki yıllarda da fosil yakıtların baskın konumu değismeyecektir. 

Buna karsılık nükleer enerjinin ve hidroenerjinin payları yüzde 3 – 4 düzeyinde tahmin edilmektedir. Diğer yenilenebilir enerji kaynaklarına ise yüzde 1 oranında pay ayrılmaktadır. 
Ancak belirtmek gerekir ki, yukarıda da değinildiği üzere, farklı kurulusların farklı öngörüleri söz konusudur. Örneğin; piyasa değeri olarak dünyanın en büyük enerji sirketi olan Exxon Mobile’ın arastırmasına göre; 2025 yılına kadar doğalgaz, kömürün yerine geçip dünyada en çok kullanılan ikinci enerji türü olacaktır. Sirket, doğalgazın kömürü geçmesine neden olarak çevre kosullarını öne sürmektedir. Kömürden daha çevre dostu bir yakıt olan doğalgaz tüketiminin 2040’a kadar yüzde 65 artacağını öngörmektedir. Kömür tüketiminde ise önümüzdeki yıllarda biraz daha artıs, sonrasında ise sert bir düsüs beklemektedir.2 

1 – Türkiye’nin Dthal Enerji Bağımlılığının Boyutları 

Dünya Enerji Konseyi’nin Türkiye’yle ilgili verilerine göre; enerji talebi artan ülkelerden olan Türkiye’nin enerjide dısa bağımlılık oranı yüzde 72’dir ve toplam ithalatı içinde enerji kalemi yüzde yaklasık 25’lik paya sahiptir. Bu yüksek enerji ithalatı, artan cari açığın en büyük nedenidir. Hem gelismekte olan hem de nüfusu artan bir ülke olarak bu durum, Türkiye açısından sürdürülebilir değildir. Türkiye, petrol ve doğal gazda büyük ölçüde dısarıya bağımlıdır. Ülke bazında ele alındığında, en çok enerji ithal ettiği iki ülke Rusya ve iran’dır. Türkiye, yıldan yıla oranlar küçük ölçüde değisse de, kabaca, kullandığı doğalgazın yüzde 60’ını Rusya’dan ithal etmektedir. Rusya Türkiye’nin bir numaralı dıs ticaret ortağıdır. 
2013 itibariyle iki ülke arasındaki ticaret hacmi, dolaylı kalemlerle birlikte 50 milyar dolara ulasmıstır ve denge Rusya’nın lehinedir. Rusya Türkiye’deki doğalgaz dağıtımında da ortaklıklarla hisse sahibidir. Dç piyasada da enerji sektöründe etkili olmakta, yatırımlar yapmakta, ortaklıklar kurarak, Türk sirketlerini satın alarak gücünü pekistirmektedir. Mersin Akkuyu’da yapımına baslanan Türkiye’nin ilk nükleer santralinin yapımından isletmesine, yakıt tedarikinden yönetimine kadar yüzde yüz Rusya tarafından üstlenilmesi de, Türkiye’nin Rusya’ya olan enerji bağımlılığını artıracak bir diğer unsurdur. 

Enerji Piyasası Düzenleme Kurulu (EPDK) raporlarına göre; 2011-2013 yılları arasında ham petrol ithalatında Dran ve Rusya’nın payı düsüs eğilimindeyken, Irak’ın payı artmıstır. 2013 yılında 2012 yılına göre, Dran’ın payı yüzde 39’dan yüzde 28’e, Rusya’nın payı yüzde 11’den yüzde 8’e düsmüs, Irak’ın payı yüzde 19’dan yüzde 32’ye çıkmıstır.3 Doğalgazda ise 2013 yılında kaynak ülkeler bazında Türkiye’nin doğalgaz ithalatı söyle gerçeklesmistir: Rusya yüzde 58’le ilk sıradadır. Onu yüzde 19’la Dran takip etmektedir. 

Azerbaycan yüzde 9, Cezayir LNG olarak yüzde 9 paya sahiptir. Nijerya’nın payı ise LNG olarak yüzde 3’tür.4 

Türkiye’de tüketilen doğalgazın yaklasık yarısı elektrik üretiminde kullanılmakta dır. Dlk sıradaki elektrik üretimini birbirine yakın oranlarla (yaklasık yüzde 25’er) sanayi ve konutlardaki tüketim takip etmektedir. Doğalgazda Türkiye’nin yerli üretiminin tüketimi karsılama oranı yüzde 1.5’tir. Bu oran, doğalgazda dısa bağımlılığın süreceğini de gösterir. 2013’te Türkiye’nin toplam enerji ithalatı 55.9 milyar dolar olarak gerçeklesmis, toplam ithalatının yüzde 22.2’sini olusturmustur. Bu fatura aynı zamanda toplam dıs ticaret açığının da yüzde 56’sını olusturmaktadır. 

Türkiye’de zaman zaman enerji temininde yasanan sıkıntılar, petrol ve doğalgaz fiyatlarındaki dalgalanmalar ve bu ürünlerin ithalatındaki artıslar, yasamın her alanında etkisini göstermektedir. Sanayi üretiminden konutlardaki aydınlanma ya, hane halkının ısınmak için tükettiği yakıttan artan cari açığa dek her alana yansımaktadır. Doğalgazı en çok elektrik üretiminde, konutlarda ve sanayide kullanan Türkiye, al ya da öde ilkesine göre yaptığı anlasmalar ve garantili alım nedeniyle de, dünya ortalamasına göre daha yüksek bir doğal gaz faturası ödemektedir. Bu durum aynı zamanda sanayinin rekabet gücünü olumsuz etkilemekte ve konutlarında doğalgaz kullanan yurttasların bütçesini sarsmaktadır. 

Türkiye’nin 1990 – 2011 dönemi enerjiyle ilgili verileri incelendiğinde 1990’dan bu yana dısarıya bağımlılığın hızla arttığı görülür. Enerji talebini yerli üretimle karsılama oranı 1990’da yüzde 48.1 iken, 2000’de yüzde 33.1’e, 2010’da ise yüzde 29.2’ye gerilemistir. Son dönemde izlenen politikaların sürdürülmesi halinde, birincil enerji tüketiminde yüzde 70’ler düzeyinde olan dısa bağımlılığın süreceği ve daha da artacağı saptanmaktadır. EPDK analizlerine göre; Türkiye’de 2010 – 2030 döneminde yapılacak enerji yatırımlarının toplamı 225 – 280 milyar dolar olarak tahmin edilmektedir. Enerji yatırımlarında en büyük pay makine ve donanıma aittir. Yatırım tutarının asgari yüzde 60’ının makine ve donanım alımına ayrılacağı kabul edilirse, 20 yıllık dönemde 225 – 280 milyar dolar olması tahmin edilen enerji yatırımlarının 135 – 168 milyar dolarlık bölümünün makine ve donanıma harcanacağı görülür. Türkiye’nin enerjideki yüksek bağımlılığı, araç / gereç / donanım dikkate alındığında çok daha yüksek boyutlara ulasmaktadır. Söyle ki, Türkiye, elektrik üretim ekipmanları için 
her yıl 7 – 8.5 milyar doları yurt dısına aktarmaktadır ve birçok alanda olduğu gibi ekipmanlar konusunda da Çin, Türkiye için en büyük kaynak konumunda dır.5  Bu durum, sadece iktisadi iliskilerde değil, siyasi ve diplomatik iliskilerde de sık sık gündeme gelmekte, Türkiye’ye karsı caydırıcı bir koz olarak kullanılmaktadır. Türkiye’nin Malatya’nın Kürecik ilçesine yerlestirilen füze radarı sistemi, yine Türk topraklarına yerlestirilen patriot füzeleri, Suriye gibi konu baslıklarında Rusya ve Dran’la farklı cephelerde olduğu dikkate alınırsa, bağımlılığın siyasi yansımaları daha net görülür. Yüksek enerji bağımlılığı iktisadi boyutunun yanında, siyasette, diplomaside, ulusal güvenlikte de ciddi riskler yaratır. Türkiye, petrol ithalatında Rusya ve İran’a karsı alternatif yaratmıs ise de, doğalgaz temininde bu iki ülkeye karsı ciddi bir seçenek yaratabilmis değildir. Enerji koridoru olmak, enerji dağıtım üssü olarak öne çıkmak amacıyla muhtelif enerji geçis güzergâhları, enerji nakil hatları için projeler üreten veya üretilen projelere katılan Türkiye, muhtelif projelere karsın, bu konuda henüz umduğu sıçramayı yapamamıstır. Ekonomik, stratejik, jeopolitik engelleri asmakta zorlanmaktadır. Ayrıca Türkiye’nin bizzat kendisinin de içinde 
bulunduğu enerji projelerinde zaman zaman Rusya ile ters düsmesi de ( Örneğin; Basarısızlıkla Sonuçlanan NABUCCO gibi) Türkiye’nin Rusya’ya karsı elini zayıflatan bir diğer unsurdur. 

2 – Rusya’nın Enerji Kartı 

Rusya, dünyanın en önemli enerji üreticilerinden biridir. Yeryüzünün en zengin doğalgaz rezervlerine sahiptir. Dünyanın en büyük doğalgaz ihracatçısıdır. Petrol ihracatında da dünyada üçüncü sıradadır. Uluslararası enerji piyasalarında çok etkili bir aktördür. Enerji öncelikli bir ekonomi politikası gütmekte, enerjiyi dıs politikasında çok temel, stratejik bir silah olarak kullanmaktadır. Sadece güçlü bir enerji tedarikçisi olarak değil, aynı zamanda enerji geçis yollarını denetleyen büyük bir devlet olarak da jeopolitik, stratejik, ekonomik ve diplomatik ağırlığını artırmaktadır. Ayrıca, bölgedeki tarihsel konumunu, gücünü, ittifak iliskilerini kullanmakta, bölge ülkeleri üzerindeki ekolojik hakimiyetini pekistirmekte, 
yumusak güç unsurlarını da devreye sokmaktadır. Enerji ihracında pazarını genisletip çesitlendirmekte, güçlü iliskiler içinde olduğu Çin’le enerji alanında dev isbirliği projelerine imza atmaktadır. “Dünyanın fabrikası” olarak nitelenen Çin’in Rusya’dan yaptığı enerji ithalatı, Rusya’nın elini güçlendirmektedir. 

Rusya, her ne kadar son dönemlerde Ukrayna ile yasadığı sorunlar ve Kırım’ın Rusya’ya katılması nedeniyle G 8’den6 dıslanmıs, üyeliği askıya alınmıs ise de bu ülkeler arasındaki en büyük enerji üreticisi ve ihracatçısıdır. Ülke siyasetine devlet baskanı Vladimir Putin’in ağırlığını koymasıyla birlikte benimsenen enerji politikası, petrol ve kömürde göreli olarak liberal ve özel sektöre öncelik tanıyan bir yaklasıma sahipken, doğalgaz ve elektrik üretiminde devlete ağırlık vermektedir. Ülkenin sadece ekonomisinde değil, politik ve diplomatik adımlarında da önemli yer tutan enerji sektöründe, en büyük ulusal enerji sirketi olan Gazprom’a stratejik önem verilmektedir. Bu kurulusun yöneticileri Putin’e yakın isimlerden oluşmaktadır. 

Rusya, dünyanın ve Avrasya’nın en büyük güçlerinden olan Çin’le her alanda gelisen iliskilere sahiptir. İki ülke birbirlerini “stratejik ortak” olarak tanımlamaktadır. Sanghay İsbirliği Örgütü’nde (SDÖ), BRICS (Brezilya, Rusya, Hindistan, Çin, Güney Afrika) içinde, 

Birlesmis Milletler Güvenlik Konseyi’nde birlikte hareket etmektedir. Ortadoğu basta olmak üzere, dünyanın sorunlu bölgelerinde izledikleri politikalar büyük ölçüde örtüsmektedir. iki ülke orduları ortak tatbikatlar düzenlemektedir. Çin’in enerji talebenin sürekli arttığı düsünüldüğünde, Rusya ile Çin arasındaki uzun vadeli isbirliğinin, bu bağlamda Gazprom’un önemi daha iyi anlasılır.7 Rusya, Çin’in yanında, Avrupa Birliği’yle ve özellikle de birliğin en büyük ekonomisi olan Almanya’yla enerji alanında yakın iliski içindedir. AB’nin ve Almanya’nın en büyük doğalgaz tedarikçisidir. 

Rusya, Bağımsız Devletler Topluluğu (BDT) ülkelerinde de elektrik ve doğalgaz tasınmasında ve dağıtımında etkisini artırmaya çalısmaktadır. Enerji piyasaları nda kendisi açısından dezavantaj olusturan altyapı sorunlarını, bu alandaki büyük ölçekli yatırımlarla asmakta, eksiklerini gidermektedir. Avrupa’da özellikle Almanya ve İtalya’yla enerji düzleminde yakın iliskileri bulunan Rusya’nın, bu düzeyde olmasa bile, Fransa ve İngiltere’yle de iliskileri gelismistir. Avrupa Birliği Rus doğalgazına bağımlı olduğundan bu durum siyasi iliskilere de yansımak ta, AB’nin doğalgaz talebinin artmasına kosut olarak, ithalat bağımlılığı da artmaktadır. 

Avrupa’nın artan enerji talebi ve Rusya’ya olan bağımlılığı üzerinde önemle durmak gerekir. Zira bu bağımlılık, Batı’nın Rusya’ya karsı blok olarak hareket etmesini zorlastırmakta, Batı içinde çatlak yaratmaktadır. Rusya’nın bölgesel ve küresel diplomaside elini güçlendirmektedir. Söyle ki, AB’nin doğalgaz talebi yıllık 560 milyar metreküptür. Bu miktar dünya doğalgaz talebinin yüzde 17’sini olusturmaktadır. AB’nin doğalgaz üretimi 2013’te 200 milyar metreküp olmustur. Aradaki fark 360 milyar metreküptür, yani AB yüzde 64 oranında ithalat bağımlısıdır. 2030’a gelindiğinde AB’nin doğalgaz tüketimi 760 milyar metreküp olacak, üretimi ise 160 milyar metreküpe inecektir. Yani ithalatı 600 milyar metreküpü bulacaktır. Bu da dıs kaynak bağımlılığını yüzde 80’e tasıyacaktır. AB’ye gelen doğalgazın yüzde 80’i boru hatlarıyla, yüzde 20’si ise LNG olarak Nijerya ve Katar’dan gelmektedir. Boru hatlarıyla gelen 3 ana koridor sunlardır: 

1 – Norveç ve Dngiltere kaynaklı koridor. 

2 – Rusya kaynaklı koridor. 

3 – Afrika üzerinden, Cezayir ve Libya’dan gelen, Akdeniz’den geçen boru hatları. 

2013’te Rusya’dan 136 milyar metreküp doğalgaz ithal eden AB’nin doğalgaz pazarının yüzde 38’i Rusya’nın elindedir. 2030’a gelindiğinde Rusya’nın 
Avrupa’ya 236 milyar metreküp doğalgaz satacağı tahmin edilmektedir ki, bu Avrupa’nın Rusya’ya olan bağımlılığının daha da artacağının isaretidir.8 

Rusya’nın geçtiğimiz yıllarda doğalgaz nedeniyle Ukrayna ile yasadığı sorunlar, son aylarda Kırım’ın Rusya’ya katılması ve Ukrayna’da yasanan gerginlik nedeniyle boyut değistirmistir. Rusya – Ukrayna gerginliğinin siyasi, diplomatik ve askeri boyutunun yanında iktisadi boyutu ve enerji boyutu da vardır. Bu sorunda ABD ve AB her ne kadar Ukrayna’dan yana tavır almıslarsa da, Rusya üzerinde bekledikleri etkiyi yaratamamıslardır. Bunda, Avrupa’nın Rusya’ya olan enerji bağımlılığının ve özellikle Almanya’nın Rusya’yla olan yakın iliskilerinin payı büyüktür. Almanya’nın Çin ve Dran’la da iliskilerinin gelistiği düsünüldüğünde, bu tercihinin Rusya’yla sınırlı taktik bir adım olmadığı, daha genis boyutlu bir stratejik adım olduğu düsünülebilir. 

Rusya, enerji konusunda çok yönlü, çok boyutlu bir siyaset izlemektedir. Örneğin; İran’la bu ülkenin nükleer faaliyetleri bağlamında isbirliği yapmakta, bu ülkeye teknoloji satmaktadır. Keza ülkenin en büyük enerji sirketi olan Gazprom, bir yandan Irak’taki varlığını güçlendirmekte, bir yandan da Kuzey Irak’taki Kürt Bölgesel Yönetimi’yle temaslarını sıklastırmaktadır. Gazprom, bir yandan Avrupa’da serbestlesen yatırım ortamından yararlanırken, diğer yandan Ortadoğu’da İran ve Irak’ta, Kuzey Afrika’da ise özellikle Libya, Cezayir ve Mısır’da yeni üretim, paylasım ve ticaret anlasmaları arayısındadır. Gazprom’un sirket olarak yeni sahalara yayılısı, devlet merkezli uluslararası politikalarla uyumludur. Kremlin’in dıs politikadaki önceliklerini gözetmektedir. Avrupa pazarındaki serbestleşmeden etkili şekilde yararlanırken, Rusya’nın jeopolitik hedeflerine de, alternatif enerji güzergahlarındaki kontrolünü artırarak aracılık yapmaktadır. Güney Akım Projesi de, Rusya’nın Avrupa’yla kurduğu enerji iliskisinin, ekonomik olmanın ötesinde stratejik önceliklere sahip olduğu kanısını güçlendirmektedir.9 

3 – Türkiye – Rusya Dliskilerinde Enerji Unsuru 

Dıs politika, enerji ihtiyacı dikkate alınmadan yürütülemez. Türkiye gibi, enerjide dısa bağımlı olan (petrolde yüzde 93, doğalgazda yüzde 98 oranında), tükettiği enerjinin büyük bölümünü iki ülkeden (Rusya ve Dran) ve diğer komsu ülkelerden temin eden bir ülkenin, bu yalın gerçek nedeniyle diplomaside eli çok kuvvetli değildir. Rusya ile iliskiler özelinde bakıldığında Türkiye, nükleer santral yapımına 15 yılda toplam 71 milyar dolar ödeyecektir. En büyük ekonomik sorunlarından biri cari açık olan, verdiği cari açığın büyük bölümü de 
enerji ithalatından kaynaklanan Türkiye, bu durumun siyasette, ekonomide, diplomaside, ulusal güvenlikte yarattığı sorunlarla sık sık yüzlesmektedir. Örneğin; petrol fiyatındaki 10 dolarlık artıs, cari açığı 5 milyar dolar artırdığından, enerji faturası konusunda oldukça endiseli bir ülkedir. 

Türkiye ile Rusya arasında ilk doğalgaz anlasması, henüz SSCB dağılmadan önce, 1986’da imzalanmıstır. SSSCB dağıldıktan sonra da iliskiler ekonomik ve politik açıdan hızla gelismistir. Dki ülkenin ekonomik yapıları ve sanayileri, rekabetçi olmaktan çok, birbirinin eksiklerini giderici özelliklere sahiptir. 1986’da imzalanan anlasmaya göre; Türkiye doğalgaz bedelinin bir bölümünü mal ve hizmetle ödeyebilecekken, ilerleyen yıllarda Rusya’dan ithal ettiği doğalgaza karsılık bu ülkeye mal ihraç etmeyi sürdürememistir. Bugüne dek Rusya 
pazarından yeterince yararlanamamıstır. 1997’de Rusya ile ikinci büyük doğalgaz anlasması imzalanmıs ve Mavi Akım olarak bilinen projeyle Türkiye, 25 yıl boyunca Rusya’dan yılda 16 milyar metreküp doğalgaz almayı yükümlen mistir. 2004 Aralık ayında Putin’in Türkiye’ye yaptığı resmi ziyaret sonrasında ekonomik ilişkiler daha da gelişmiştir. 

Rusya, Hazar petrolünün Rusya’yı dıslayarak Bakü – Ceyhan Boru Hattı üzerinden batı pazarlarına tasınmasını ise kendisi için bir yenilgi olarak görmüstür. Bu olayın ve diğer gelismelerin de etkisiyle, ürettiği enerjiyi dünya pazarlarına ulastırmak için, yani sadece üretimde değil nakilde de söz sahibi olabilmek için, sürekli biçimde alternatif yolları gündeme getirmistir. Bu kapsamda Rusya’da üretilen enerjinin dünya pazarlarına ulastırılmasında Türkiye’yi de alternatif bir güzergâh olarak görenler vardır. Ancak belirtmek gerekir ki, ABD’nin, Rusya’nın enerji üretimi ve iletimindeki tekelini kırmaya dönük adımlarını hesaba katan Rusya’da, Türkiye’nin enerji dağıtım üssü, enerji geçis yolu olma çabasını endiseyle karsılayanlar çoğunluktadır. 

Karadeniz ve Türk Boğazlarını kendisi açısından yasamsal önemde gören ve Montrö Boğazlar Sözlesmesi konusunda çok hassas olan Rusya, 2008’de Gürcistan’la yaptığı savas sırasında, Türkiye’nin Montrö Boğazlar Sözlesmesi konusunda gösterdiği hassasiyeti ise takdir etmistir. Gürcistan ve Ukrayna’nın NATO üyesi olmasına siddetle karsı çıkan Moskova’nın bu kaygılarını Ankara da büyük ölçüde paylasmaktadır. Ancak Ukrayna’da yasanan gelismeler sonrasında Türkiye’nin izlediği diplomasi ve Montrö Boğazlar Sözlesmesi konusunda esnemeye baslayan tavrı, Moskova’da endiseyle izlenmektedir. 

Rusya, ekonomik iliskilerdeki avantajlı pozisyonunu baskı aracı olarak kullanırken, yasanan krizlerde, aslında hassas ve kırılgan olan tarafın Türkiye olduğunu basarılı sekilde Ankara’ya hissettirmistir. Rusya’nın gümrüklerinde Türk mallarına uyguladığı zorlastırıcı rejim hafızalardaki tazeliğini korumaktadır. Rusya sadece Türkiye’den gelen Türk mallarını değil, Türk orjinli ama Avrupa’dan gelen malları bile “kırmızı hat” uygulamasıyla teker teker kontrol etmek suretiyle gümrüklerinde günlerce bekletmistir. Özellikle Türk tekstil ve 
insaat sektörü gümrük krizinden milyonlarca dolar zararla çıkmıstır. Yaz ve sonbahar ayları geldiğinde ise “domates krizi”, “mandalina krizi” adlarıyla neredeyse geleneksellesen bir sebze – meyve krizi yasanmaktadır. Rusya, geçtiğimiz yıllarda birkaç kez, tarım ürünlerinde yüksek oranda ilaç kalıntısı, nitrat ve Akdeniz Sineği bulunduğu gerekçesiyle Türkiye’den bazı tarım ürünlerinin ithalatını durdurmuştur.10 

Türkiye ile Rusya, Suriye’deki iç savasta, Irak siyasetinde, Türkiye’ye yerlestirilen füze kalkanı radarında, ABD’nin Karadeniz’e yönelik hesaplarında ve bu bağlamda Montrö Boğazlar Sözlesmesi’ni esnetmeye hatta mümkünse değistirmeye yönelik politikalarında, Ukrayna’daki son gelismelerde farklı politikalar izlemektedirler. Gelisen iktisadi, toplumsal, kültürel iliskilere, coğrafi yakınlığa, Rus turistlerin Türkiye’ye yönelik ilgisine, Türkiye’nin, Rusya’nın kurucu üye olduğu Sanghay Dsbirliği Örgütü’ne “Diyalog Ortağı” olarak kabul edilmesine rağmen, Türkiye’nin ABD basta olmak üzere Batı Bloku ve NATO ile olan güçlü bağları nedeniyle, Türkiye ile Rusya arasında, güçlü bir yakınlasma yasanmamaktadır. Her ne kadar Türkiye, Avrupa Birliği’yle soğuyan ilişkilerinin de etkisiyle, Sanghay Dsbirliği Örgütü’ne katılmak istediğini birkaç kez dillendirmiş olsa da, mevcut durumda bu üyeliğin gerçekleşmesi olanaksızdır. 

Her ikisi de büyük imparatorlukların bakiyesi ve Avrasya ülkesi olan Türkiye ile Rusya, Soğuk Savas’ın bitip, SSCB’nin dağılmasıyla birlikte, ikili iliskilerde rekabet ve isbirliğini aynı anda düsünmeye baslamıslardır. Özellikle Orta Asya’da bağımsızlıklarını kazanan Türk Cumhuriyetleri’nin ortaya çıkısıyla birlikte, Ankara’nın adımlarına karsı Moskova tedirgin olmustur. Türkiye’nin, eski Sovyet coğrafyasında, Orta Asya ve Kafkasya’da etkili olma çabalarının devamının gelmemesi ve Putin dönemiyle birlikte Rusya’nın “yakın çevre”den baslayarak yeniden öne çıkması sonrasında iki ülke iliskileri hızla gelismeye baslamıstır. Ancak, Rusya özellikle son yıllarda, Türkiye’nin “ılımlı islam” projesine destek verdiğini, bunun da Orta Asya’da radikal akımları güçlendirdiğini düsünmektedir. Dki ülkenin Karadeniz ve Ortadoğu politikalarında da bir rekabet olmakla birlikte, Rusya’nın Avrasya ve Ortadoğu’da artan etkisine kosut olarak, küresel bir aktör olarak da öne çıktığı ve gelişmelere ağırlık koyduğu görülmektedir. 

Dünyanın kanıtlanmıs doğalgaz ve petrol rezervlerinin yüzde 70’ini çevresinde bulunduran Türkiye, dünyanın enerji nakil merkezi, enerji geçis üssü, enerji transit istasyonu olmaya çalısmaktadır. Bu hedef Türkiye’yi heyecanlandır maktadır. Ancak bu hedefe, Rusya’ya rağmen ulasmak olanaksız dır. Türkiye, boru hatları diplomasisi izlemeye çalısırken Rusya’ya karsı net, kararlı, etkili bir siyaset takip edememektedir. Bütüncül, sağlıklı ve etkili bir enerji politikası yoktur. Rusya ise kaynak ülke olarak ve Avrupa’nın doğalgazda kendisine 
olan bağımlılığını bilerek, dinamik ve basarılı bir boru hatları diplomasisi izlemektedir. Özellikle Karadeniz’deki, Hazar ve çevresindeki enerji kaynakları söz konusu olduğunda Rusya’nın bariz bir belirleyiciliği söz konusudur. Ayrıca, Akdeniz’deki, Irak’taki ve Dran’daki enerji kaynaklarının çıkarılması, islenmesi, dünya pazarlarına ulastırılması için de, Türkiye’nin komsularıyla iyi iliskiler içinde olması gerekir. Ancak mevcut tabloda Türkiye; Suriye ve Irak basta olmak üzere komsularıyla irili ufaklı sorunlar yasamaktadır. Bölgesel bir güç olan Dran’la tarihsel rekabet içindedir. Türkiye, en az sorunlu olduğu komsusu olan ve enerji ithal ettiği Azerbaycan’la da, Ermeni açılımı sonrasında gerginlik yasamıstır. Rusya’nın özellikle Suriye ve Dran’la yakın iliskileri, Irak’la gelisen münasebetleri, Azerbaycan üzerindeki nüfuzu dikkate alındığında, Türkiye’nin enerji konusundaki hedefine ulasmasının, enerji köprüsü olmasının, en azından simdilik olanaksız olduğu görülür. 

Sonuç 

Doğalgaz yakıtlı elektrik üretim santrallerinde gaz gereksiniminin hangi ülkeden, hangi anlasmalarla, hangi boru hatlarıyla, hangi yatırımlarla karsılanacağı çok önemlidir. Elektrik üretiminde doğalgaz payının yüzde 30’un altına düsürülmesi hedefine ulasabilmek için, dısa bağımlılığın azaltılması gerekir. Türkiye’nin, yerli ve yenilenebilir enerji kaynakları açısından potansiyeli yüksektir. Kimi değerlendirmelere göre; önümüzdeki 25 yıllık elektrik enerjisi gereksiniminin tamamını yerli kömür ve diğer yenilenebilir enerji kaynaklarının verimli sekilde kullanılmasıyla karsılamak mümkündür. Ancak bunun için planlamaya, enerjide milli politikalara ve sürdürülebilir kalkınmayı önceleyen yaklasımlara gereksinim vardır. Bu kaynakların daha etkin ve verimli kullanılması için, devlet öncülüğün de stratejik planlama yapılması sarttır. Son yıllarda uygulandığı üzere, dileyenin, dilediği yerde, dilediği kaynak veya yakıtla, dilediği teknolojiyle, dilediği zaman aralığında, yeterli denetim olmaksızın yaptığı enerji yatırım uygulamalarından vazgeçilmelidir.11 

Enerjide bağımlılık ekonomide bağımlılık demektir. Ekonomik bağımlılık ise siyasi, askeri, diplomatik, kültürel, teknolojik bağımlılığı getirir. Bu da, ulusal bağımsızlıkla ve milli egemenlikle bağdasmaz. Türkiye, enerji kaynaklarını daha verimli değerlendirmelidir. Enerji iletimindeki kayıp ve kaçağı (üretilen elektriğin beste beri kayıp ve kaçaktır) en alt düzeye çekmelidir. Enerjide kaynak çesitliliği yaratmalı, tek bir kaynağa (doğalgaz) ve bu kaynağın temininde tek bir ülkeye (Rusya) bağımlılığa son vermelidir. Entegre bir enerji politikası izlemeli, bu alanda stratejik planlama yapmalı, kendi kaynaklarını arayıp, üretip, isletmelidir. Fosil yakıtlar arasında petrol ve doğalgaz açısından fakir olan Türkiye, kömür rezervleri açısından asırı zengin olmasa da, fakir bir ülke de değildir. Keza yenilenebilir enerji kaynakları söz konusu olduğunda Türkiye rüzgâr, günes ve jeotermal enerji potansiyeli yüksek bir ülkedir. Dünyanın 7. büyük jeotermal enerji potansiyeline sahip olan Türkiye, bu alana daha çok yatırım yapmalıdır. 

Türkiye kamu öncülüğünde planlamaya öncelik verirken, bu yolla belirsizliklerin, gereksiz yatırımların, çevre dostu olmayan projelerin önüne geçmelidir. Sözde değil, özde bir ulusal enerji politikası saptanmalıdır. Dthal enerjiye bağımlılığı azaltacak yerli, yenilenebilir kaynaklara öncelik tanınmalıdır. Doğalgazda Rusya’ya olan bağımlılığı azaltmak için hem doğalgaza alternatif kaynak arayısına girilmeli, hem de kaynak ülkelerde çesitliliğe gidilmelidir. Enerji politikalarında hedefler gerçekçi, akılcı ve uygulanabilir olmalıdır. 

DİPNOTLAR;


1  Doç. Dr., Marmara Üniversitesi Öğretim Görevlisi 
2 “ Doğalgaz, Kömürün Saltanatını Bitiriyor ”, Hazar World, Ocak 2014, Sayı: 14, s: 4. 
3 www.epdk.org.tr, Petrol Piyasası Sektör Raporu, 2013. 
4 www.epdk.org.tr, 2013 Yılı Doğalgaz Piyasası Sektör Raporu. 
5 Oğuz Türkyılmaz, “Bağımlılığın Öteki Yüzü”, Cumhuriyet Enerji, 4 Aralık 2012, s: 4. 
6 G 8, Dngilizce “Group of Eight” tümcesinden türemis olup, dünyanın GSMH’sı en yüksek olan ülkelerini belirtmek için kullanılır. 
Rusya bu gruba en son katılan ülkedir. Diğer üyeleri sunlardır: ABD, Japonya, Almanya, Dngiltere, Fransa, İtalya, Kanada. 
1975 yılından beri her yıl ekonomi zirvesi düzenleyen bu ülkeler, dünya ekonomisinin yaklasık üçte ikisini temsil ederler. 
7 Süreyya Yiğit, “Türkiye, Büyük Orta Asya ve SDÖ Pekin Zirvesi”, Ortadoğu Analiz, Ağustos 2012, Cilt: 4, Sayı: 44, s: 56. 
8 Samir Kerimli, Türkiye’nin Enerji Merkezi Olması Yolunda TANAP Projesinin Rolü, Hazar Strateji Enstitüsü Yayınları, Dstanbul, 2014, s: 9 – 10. 
9 Sanem Özer, “Doğu Akdeniz’de Enerji Güvenliği ve Savasları”, Ortadoğu Analiz, Aralık 2013, Cilt: 5, Sayı: 60, s: 71. 
10 Fatih Özbay, “Soğuk Savas Sonrası Türkiye – Rusya Dliskileri: 1992 – 2010”, Bilge Strateji, Cilt: 3, Sayı: 4, Bahar 2011, s: 62 – 63. 
11 Oğuz Türkyılmaz, age. 


KAYNAKÇA 

“ Doğalgaz, Kömürün Saltanatını Bitiriyor”, Hazar World, Ocak 2014, Sayı: 14, s: 4. 
  2013 Yılı Doğalgaz Piyasası Sektör Raporu, www.epdk.org.tr 
  Fatih Özbay, “ Soğuk Savas Sonrası Türkiye – Rusya Dliskileri: 1992 – 2010 ”, Bilge Strateji, Cilt: 3, Sayı: 4, Bahar 2011, s: 62 – 63. 
  Oğuz Türkyılmaz, “Bağımlılığın Öteki Yüzü”, Cumhuriyet Enerji, 4 Aralık 2012, s: 4. 
  Petrol Piyasası Sektör Raporu, 2013. www.epdk.org.tr 
  Samir Kerimli, Türkiye’nin Enerji Merkezi Olması Yolunda TANAP Projesinin Rolü, Hazar Strateji Enstitüsü Yayınları, Dstanbul, 2014, s: 9 – 10. 
  Sanem Özer, “Doğu Akdeniz’de Enerji Güvenliği ve Savasları”, Ortadoğu Analiz, Aralık 2013, Cilt: 5, Sayı: 60, s: 71. 
  Süreyya Yiğit, “Türkiye, Büyük Orta Asya ve SDÖ Pekin Zirvesi”, Ortadoğu Analiz, Ağustos 2012, Cilt: 4, Sayı: 44, s: 56. 


*****