4 Mart 2017 Cumartesi

ORTADOĞU’DAKİ ÇATIŞMALARA DEVLETLERİN VE DEVLET DIŞI AKTÖRLERİN ETKİLERİ BÖLÜM 1


ORTADOĞU’DAKİ ÇATIŞMALARA DEVLETLERİN VE DEVLET DIŞI AKTÖRLERİN ETKİLERİ., 
BÖLÜM 1



Tesam Akademi Dergisi 
Ocak - January 2016. 3 (1). 129 - 149
ISSN: 2148 – 2462

ORTADOĞU’DAKİ ÇATIŞMALARA DEVLETLERİN VE DEVLET DIŞI AKTÖRLERİN ETKİLERİ*
Yıldırım DENİZ** 
* Makale geliş tarihi: 17 Kasım 2015 
  Makale kabul tarihi: 14 Ocak 2016
** TESAM Dış Politika Uzmanı, 
    e-mail: y.deniz@yandex.com


Özet;

Ortadoğu tarihin her döneminde çeşitli çatışmalara sahne olmuş bir bölgedir. Bu çatışmaların yaşanmasında dini, siyasi, ekonomik ve sosyal nedenlerin yanı sıra, bölgedeki ve bölge dışındaki bir kısım devletlerin ve devlet dışı aktörlerin de etkileri olmaktadır.

Osmanlı Devleti’nin bölgedeki hâkimiyeti nin sonlanmasından sonra, bölge üzerinde yoğun bir şekilde hakimiyet mücadelesi yaşanmıştır. 
Bu mücadele sırasında özellikle bölgedeki etnik, dini ve mezhepsel farklılıklar birer çatışma unsuru olarak kullanılmış, bu yüzden de bölgedeki şiddet, terör ve 
çatışmalar günümüzde de azalmak bir yana, artarak devam etmektedir.
Bu çatışmaları körükleyen bölge dışı aktörler olarak ABD ve Rusya gibi bölgede çıkarı bulunan bazı devletler karşımıza çıkmaktadır. 

Bölge içinden ise Selefiliğin katı bir yorumu olan Vahhabiliği benimsemiş Suudi Arabistan, Şia mezhebini resmi ideoloji olarak benimsemiş İran, bölgede tutunmaya ve topraklarını genişletmeye çalışan İsrail karşımıza çıkmaktadır. Ayrıca bu sayılan bölge içi ve bölge dışı devletlerin doğrudan veya dolaylı destekleri ile faaliyetlerini yürüten bir kısım devlet dışı aktörler, bölgede yaşanan çatışmaların başta gelen amilleridir.

Anahtar Kelimeler: Suudi Arabistan, İran, İsrail, Vahhabilik, Şiilik, Mezhep Çatışmaları,

Giriş

Günümüzde dünya üzerindeki çatışma bölgelerine bakıldığında ilk dikkati çeken yer olan Ortadoğu, aslında tarihsel olarak da sürekli bir çatışma alanı olmuş bir coğrafyadır.
 Mısır - Hitit mücadelesi ile başlayan bu mücadele tarihi, Perslilerin akınları, İskender’in seferleri, Roma’nın bölgeye hâkim olması, Bizans – Sasani mücadeleleri, bölgede İslam’ın doğumundan sonra yaşanan hâkimiyet mücadeleleri, Türklerin Asya steplerinden bölgeye göçü, Moğolların akınları, Avrupalıların İslam medeniyetine doğru düzenledikleri Haçlı Seferleri, bölgede Osmanlı hâkimiyeti, Sanayi Devrimi sonrası Avrupalı devletlerin bölgeye hâkim olmaları ve I. ve II. Dünya Savaşları ile günümüze kadar devam etmiştir.
20. yüzyılın başlarında bölgenin Osmanlı Devleti’nden kopup Avrupalı devletlerin hâkimiyetine geçmesinden sonra bölgede etnik, dini, mezhepsel farklılıklar gibi çatışma nedeni olabilecek diğer birçok unsurun adeta kasıtlı bir şekilde göz ardı edilmesi suretiyle çok dengesiz yapay haritaların çizilmesi, günümüzde bölgede yaşanan karışıklıkların da temelini atan önemli bir nedendir. Sözgelimi Lübnan, Suriye ve Irak devletlerinin nüfus yapılarına bakıldığında hem dini, hem mezhepsel farklılıklar, hem de etnik farklılıkların bu ülkelerdeki sürekli istikrarsızlığın en temel nedeni olduğu görülecektir.

Sanayi Devrimi sonrasında önemi Avrupalılar tarafından anlaşılan, ama özellikle II. Dünya Savaşı sonrasında iyiden iyiye değerlenen Ortadoğu, Soğuk Savaş döneminde 

Doğu – Batı bloklarının en önemli mücadele alanlarından birisi olmuştur. Özellikle 11 Eylül 2001’den sonra ABD’nin bölgeye direk müdahale etmesi, zaten istikrarsız olan bölgenin daha da büyük karmaşa içerisine girmesine neden olmuştur. Özellikle de ABD’nin Başkan Obama döneminde bölgeden askerlerini çekmesi sonrasında Irak’ta yeni kurulan yönetimin, Saddam Hüseyin sonrası dönemdeki boşluğu dolduramaması, bölgeyi yeniden büyük bir kaosa sürüklemiştir.
Son yıllarda yaşanan silahlanma yarışı da bölgenin ne denli büyük bir çatışma alanı olduğunun bir başka göstergesidir. SIPRI’nin 2014 yılına dair raporuna göre Ortadoğu ülkelerinin toplam silahlanma harcamaları bir önceki yıla göre %5,2 artarak 196 milyar dolar olarak gerçekleşmiştir (SIPRI, 2015a, s. 14). 

Dünyada bir yılda yapılan askeri harcamaların %11’lik bir kısmını, dünya nüfusunun %5’inin yaşadığı Orta Doğu yapmaktadır. Bu da kişi başı ortalama 500 dolar civarı yıllık askeri harcama demektir ki, dünya genelindeki ortalama bunun yarısı kadar olup 250 dolar civarındadır. Bölgede en dikkat çekici harcama ise Suudi Arabistan’ın yapmış olduğu 80,8 milyar dolarlık askeri harcamadır. Bölgede Suudi Arabistan’ın yanı sıra BAE 22,8; İsrail 15,9; Umman 9,6 ve Irak 9,5 milyar dolarlık harcamaları ile dikkat çekmektedir (SIPRI, 2015b, s. 2). 

Bölgeye dikkatle bakıldığında yaşanan çatışma ve sorunların arkasında bölge içi ve bölge dışı bazı aktörlerin olduğu görülmektedir. Özellikle bölgede etkili güç 
konumunda olan Suudi Arabistan, İran ve İsrail’in politikalarının, bu çatışma ve savaşların yaşanmasında doğrudan rolleri olduğunu söylemek yanlış olmaz. 
Selefi-Vahhabi çizgideki Suudi Arabistan, Şii çizgideki İran ve Siyonist politikalar güttüğünü her fırsatta ifade eden İsrail’in izlediği politikalar, bölgedeki istikrarsızlığın ve yaşanan çatışmaların en büyük bölgesel nedenidir. Bölgede yaşanan çatışmalarda devlet dışı aktörler olarak dikkat çeken DAEŞ, Hizbullah, Hamas gibi örgütlere bakıldığında ise bunların da arkasında yine yukarıda sayılan devletlerin olduğu iddia edilmektedir.

Ortadoğu’nun kaderi, bölgedeki zengin enerji kaynakları nedeniyle, küresel güçler tarafından bölgede bulunan ülkelerin eline bırakılmamıştır. Zira bölgeyi kontrol eden güç zengin enerji kaynaklarına hâkim olacak ve bu sayede de küresel bir güç olabilecektir. 20. Yüzyılın başlarında İngiltere, II. Dünya Savaşı’ndan sonra ise ABD bölgeyi kontrol eden güç olmuştur. Günümüzde ABD, Ortadoğu coğrafyasını kontrol edebilmek, bölgedeki en önemli stratejik ortağı İsrail’in güvenliğini sağlayabilmek adına bölgeye çeşitli yollarla müdahalelerde bulunmaktadır. ABD’nin bölgeye müdahil olması ise, bölgeye demokrasi ve barış getirmek bir yana, bölgede yaşanan çatışmaları daha da artırmaktadır.

Bölgede ABD’nin karşısında ise, Soğuk Savaş yıllarındaki Sovyetler Birliği’nin varisi denebilecek olan Rusya yer almaktadır. İran ve Suriye ile çok yakın ilişkileri olan Rusya, bu ülkeler vasıtasıyla Orta Doğu üzerinde var olmaya çalışmaktadır. Ayrıca ABD ile ilişkileri kötü olan ülkelere de kucak açmak suretiyle bölgede etki alanını genişletmeye çalışmaktadır.

Bu çalışma, Ortadoğu’da yaşanan çatışmaları aktörler temelinde ele alma amacıyla kaleme alınmıştır. Devletler ve devlet dışı unsurlardan oluşan bu aktörlerin birbirleriyle olan ilişkileri, Ortadoğu’daki anlaşmazlık ve 
çatışmaların temel gerekçesi olmakla birlikte, bu ilişkilere yön veren temel unsurlar da bu aktörlerin sahip olduğu çeşitli iç dinamikler olarak karşımıza çıkmaktadır.

Klasik uluslararası ilişkiler yaklaşımları çerçevesinde bölgede yaşananları izah etmek, konuya çok yüzeysel bir yaklaşım göstermek demektir. 
Zira Ortadoğu’da özellikle Soğuk Savaş dönemi sonrasında yaşanan uluslararası ilişkileri anlamlandırmada meseleyi salt ‘güç’ veya ‘refah’ gibi unsurlarla izah etmek mümkün değildir. Bu çalışmada, bölgede yaşananları anlamlandırabilme adına uluslararası ilişkiler alanındaki her türlü olayın temelinde ‘güç’ faktörünün yerine ‘fikirler, normlar, kültürel değerler ve kimlikler’i kullanma eğiliminde olan Sosyal İnşacı kuramın yaklaşımları esas alınarak bölgedeki devlet dışı aktörler ve bu aktörleri yönlendiren bazı iç dinamikler ele alınacaktır. 

Bölgesel Aktörler

Ortadoğu’da son dönemde yaşanan anlaşmazlık ve çatışmalar dikkatle incelendiği zaman, yaşanan olaylara bölge dışı güçlerin katkıları olduğu gibi, bunların ortaya çıkmasına zemin hazırlayan esas faktörlerin, bölgenin iç dinamikleri sayesinde ortaya çıktığı görülecektir. Zira Ortadoğu kendi içinde etnik, dini, mezhepsel, kültürel birçok farklı unsuru barındıran ve bunun neticesinde kendi içinde çatışma yaşama potansiyeli yüksek bir coğrafyadır. Çalışmanın bu bölümünde bölge içinde etkili olan devlet ve devlet dışı aktörler ele alınacaktır. Bu aktörlerin izledikleri politikaları etkileyen ideolojik faktörler ve birbirleriyle olan ilişkilerinin iyi analiz edilmesi, bölgede yaşananların daha iyi anlaşılabilmesini sağlayacaktır.

Suudi Arabistan

Suudi Arabistan devletinin kurucuları olan ‘ Suud ’ ailesi, 1700’lerin başından bu yana Necid bölgesinde yönetici aile pozisyonundadır. 
1744’te Vahhabiliğin fikir babası olan Muhammed bin Abdülvahhab ve Muhammed bin Suud’un yaptığı anlaşma ile devletin temelleri atılmıştır (Bodur, 2003, ss. 7-20). Suudiler 1802-1818 arasında Osmanlı’ya isyan etmişler ve bölgede birçok şehri ele geçirip katliamlar yapmışlardır. 1818’de Kavalalı Mehmet Ali Paşa isyanı bastırmış ve liderleri Abdullah bin Suud ile çocukları İstanbul’da idam edilmişlerdir (Bozkurt, 2015, s. 128). 1870’lerden itibaren İngilizlerin desteğini arkalarına alan Suudiler, Osmanlı’nın dağılma döneminde etki alanlarını Arap yarımadasının geneline yaymış ve 1932’de Suudi Arabistan Krallığı’nı kurmuşlardır.

Nüfusu 30 milyona ulaştığı tahmin edilen Suudi Arabistan’ın nüfusunun 1/3’ü göçmenlerden oluşurken,  yerli nüfusun %10-15’i Şiilerden oluşmaktadır.

(http://www.tradingeconomics.com/saudi-arabia/population)  
(https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/sa.html) 


İslam dininin çok katı bir yorumu olan ve günümüzde Selefilik ile birlikte anılan Vahhabiliği benimsemiş olan Suudi Arabistan devleti, kurulduğu günden bu yana özellikle bölgedeki Şiilere karşı çok katı bir politika izlemiştir. Osmanlı’ya karşı isyan bayrağını çektiğinde, bölgede ilk olarak Şiilerin üzerine yürüyen ve 1802 yılında Kerbela törenlerine katılan binlerce Şii’yi kılıçtan geçiren 
(Bozkurt, 2015, s. 127) 
Suudiler, bugün hala bölgede kendisinerakip ve düşman olarak Şiileri görmektedir.

Suudi Arabistan’ın en temel dış politika ilkesi ülke rejiminin güvenliği olmakla birlikte (Metz, 1992), genel olarak dış politikası birbiri içine geçmiş üç düzlemde 
kendisini göstermektedir. İlk olarak uluslararası düzlemde ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiklerinden birisi olarak petrole dayalı ekonomisi ile dünya enerji 
sektörünün belki de en önemli üyesidir (Gause, 2011, ss. 22-24). İkinci olarak Ortadoğu bölgesinde statükocu bir rol oynayan, kendisinden bağımsız herhangi bir girişime karşı duran Suudiler, yukarıda da ifade edildiği gibi Şii karşıtı politikalarla hareket etmektedir. Üçüncü olarak ise daha dar bir bölge olarak Arap yarımadasında tam bir hegemon gibi davrandığı görülmektedir (Efegil, 2013b, ss. 106-107).

Yemen’de son dönemde yaşanan iç savaş, bu üçüncü düzlemdeki politikaların bir sonucudur. Zira Yemen, Suudi Arabistan’ın -deyim yerindeyse- arka bahçesidir. 
Bu ülkede nüfusun yaklaşık %35’ini oluşturan Şii nüfusun yönetimi ele geçirmesi demek Suudi Arabistan topraklarında yaşayan ve nüfusun yaklaşık %15’ini oluşturan Şiileri de harekete geçirebilecek bir faktördür. Ayrıca Kızıldeniz’in Hint Okyanusu’na açılan kapısı olan Bab’ül Mendep boğazının da Şiilerin eline geçmesi tehlikesini Suudi Arabistan’ın yanı sıra, körfezdeki petrol üreticisi ülkeler ve Batılı ülkeler göze alamamaktadır.

(https://www.cia.gov/library/publications/the-world-factbook/geos/sa.html) 


Suudi Arabistan’ın son dönemdeki dış politikasını şekillendiren en önemli unsurlardan birisi de hiç kuşkusuz Selefi-Vahhabi ideolojidir. Suudi Arabistan her ne kadar küresel düzlemde müttefiki ABD’nin kontrolü dışında hareket etmese de, özellikle 2000’li yıllardan itibaren Balkanlar’dan Kafkaslar’a, oradan da Orta Asya’ya kadar geniş bir coğrafyada etkili 

olmaya çalışmaktadır. Sözgelimi hâlihazırda Bulgaristan’daki camilerin üçte biri Selefi-Vahhabi imamların kontrolünde bulunuyor ve Uluslararası Kriz Grubu’nun 
verdiği bilgilere göre Selefi-Vahhabi imamlar Kosova’da 500 kişinin katılabileceği büyüklükte özel vaazlar verebiliyor (Büyük, 2015).

Suudi Arabistan’ın dış politikasında, Selefi-Vahhabi düşüncenin bir neticesi olarak Şiiliğin düşman olarak tanımlanması ve buna göre bir dış politika izlenmesi söz konusudur. Mesela Yemen’deki iç savaş bunun önemli bir örneğidir. Veya Arap Baharı sırasında nüfusunun %70’i Şii olan Bahreyn’de meydana gelen olaylar karşısında Suudi Arabistan’ın askerlerini göndererek başlamakta olan isyanı bastırması bir başka örnektir Yine Suriye’de son yıllarda yaşanan iç savaşta İran’ın desteklediği Esed’in karşısında savaşan grupları destekleyen politikalar izlenmesinin arkasında da Vahhabi-Şii çekişmesi yatmaktadır.


(http://www.hurriyet.com.tr/suudi-arabistan-ordusu-bahreyne-girdi-17267951). 

Suudi Arabistan ile ilgili önemli bir nokta da, son yıllarda bütçesinden silahlanmaya ayırdığı payın dikkat çekici bir şekilde artmasıdır. Uluslararası Stockholm Barış Araştırmaları Enstitüsü - SIPRI’nin (Stockholm International Peace Research Institute) 2014 yılı verilerine göre hazırladığı rapora göre Suudi Arabistan bu yılda 80, 8 milyar dolarlık askeri harcama yapmıştır (SIPRI, 2015b, s. 2). Bu rakam, ABD, Çin ve Rusya’nın ardında Suudileri listenin dördüncü sırasına taşımıştır. 

Silahlanma ile ilgili olarak bir başka çarpıcı veri de şudur ki, IMF’in silahlanmayla ilgili verilerine göre 1997’den 2014’e kadar olan dönemde Suudi Arabistan’ın askeri harcamaları %445 artarken, İran’ın askeri harcamaları da %442 oranında artmıştır (IMF, 2014). Bu oranlar adeta bölgede karşılıklı bir hazırlığın da göstergesidir.

İran

Ortadoğu’daki en eski medeniyet merkezlerinden birisi olan İran, son yüzyıl hariç tarihin hemen her döneminde bölgedeki önemli aktörlerden birisi olmuştur. İran, 20. yüzyıl boyunca önce İngiliz-Rus ekseninde, ardından II. Dünya Savaşı sonrası dönemde ABD ekseninde yer almış ve son olarak 1979 İslam Devrimi ile yeniden bağımsız bir konuma gelerek ABD’nin kurmuş olduğu düzenin karşısındaki en önemli tehdit haline gelmiştir.

İran’ın izlediği dış politika incelendiğinde, öncelikle dikkat çeken şey tarihsel süreç içerisinde son yüzyılda yaşanan savaşlar, işgaller ve darbelerin etkileridir. 
I. ve II. Dünya Savaşlarında İngiliz ve Ruslar’ın İran’ı işgali, 1979 öncesi dönemde yaşanan darbeler, 1979 devrimi, 1980-1989 arasında süren İran-Irak Savaşı ve 1990 sonrasında ABD’nin Ortadoğu’ya girmesi gibi olaylar, İran dış politikalarının adeta bilinçaltına tesir etmiş olaylardır (Doster, 2012, s. 45). 

İran dış politikasında son dönemdeki en önemli kırılma noktası 1979 İslam Devrimi’dir. Bu tarihe kadar ABD’nin bölgedeki en önemli müttefiklerinden birisi olan İran, devrim sonrası ABD tarafından “terörü destekleyen ülkeler” listesine de alınarak düşman haline getirilmiştir. Harita üzerinden bakıldığında etrafı doğu, batı ve güney istikametinden ABD üsleri tarafından çevrelenerek kuşatılan İran, ironik bir biçimde ABD tarafından bölgedeki en önemli tehdit olarak lanse edilmektedir.

1979 Devriminden bir yıl sonra Irak ile başlayan ve dokuz yıl süren savaş, hızlı nüfus artışı karşısında azalan petrol gelirleri, dış politikasını üzerine inşa ettiği 
“ Batı karşıtlığı” sebebiyle yaşanan uluslararası arenadan dışlanmışlık durumu, İran ekonomisinin hızla daralmasına neden olmuştur (Philips, 1995, s. 147). 
İran’ın yukarıda da ifade edilen tarihsel hafızasının ve yaşadığı ekonomik daralmanın dış politika alanına en önemli yansıması, ülkenin dışa bağımlılığını en aza indirerek her alanda kendi kendine yetecek hale gelme amacıdır. Sanayi üretimi zayıf olan İran’da ekonomi petrol ve doğal gaz ihracına dayanmaktadır. 
Ekonomik olarak kendi kendine yetme hedefi, özellikle devrim sonrası Batının uyguladığı ambargo ve tehdit söylemlerinin de etkisiyle askeri alana kaymış ve bu alanda ülke son dönemde birçok silahını kendisi üretir bir duruma gelmiştir. Son dönemdeki nükleer çalışmaları da bu minvalde değerlendirmek gerekir. Zira ABD’nin ve onun bölgedeki en önemli stratejik ortağı İsrail’in bölgedeki en önemli tehdit olarak saydığı İran da kendi açısından -nükleer silahları olan- ABD ve İsrail’i bir tehdit olarak görmektedir. 

İran dış politikasında, son dönemde belki de en önemli unsur olarak Şii inancın etkili olduğu görülmektedir. Nüfusun İran’da %90, Azerbaycan’da %75, Irak’ta %60, Bahreyn’de %70, Yemen’de %35, Lübnan’da %30, Kuveyt’te %25, Suriye’de %10’luk kesiminin Şii olduğu göz önüne alındığında, İran’ın bölgesel olarak Şiilik üzerinden dış politikalarını yürütmesi çok doğal bir sonuçtur. 

(https://www.cia.gov/library/publications/the-worldfactbook/ wfbExt/region_mde.html) 

Ancak İran tüm dış politikasını Şiilik üzerine kurmaz. Tarihi köklü bir medeniyetin günümüzdeki bakiyesi olarak nitelenebilecek İran, dış politikada geçmişte olduğu gibi günümüzde de yeri geldiğinde pragmatik politikalar izlemekten kaçınmamaktadır. Sözgelimi nüfusu Müslüman olan, hatta %75’i de Şii olan Azerbaycan ile Hristiyan Ermenistan arasındaki çatışmada, Ermenileri desteklemiştir.

Dış politikada İran’ın kullandığı araçlardan birisi de, ABD ve İsrail karşıtlığıdır. Bu söylem sayesinde İran, Şii olmasına, etnik olarak da Fars olmasına rağmen, 
bölgedeki birçok Arap ülkede halk nezdinde sempati ile karşılanmayı başarmıştır.

İran’ın bölgedeki en önemli tehdit algısı ABD destekli İsrail ve Suudi Arabistan’dır. Türkiye de İran’ın bölgede rakibi olsa da, ikili ilişkiler düşmanca değildir. İsrail ve Suudi Arabistan ile gergin ilişkiler, bölgeyi adeta bir satranç tahtasına çevirmiştir. Irak, Suriye, Lübnan, Filistin, Bahreyn, Yemen toprakları, bu üç ülkenin mücadele alanı olmuştur. Sayılan bu ülkelerin ortak özelliği, Şii ve Sünni nüfusun bu ülkelerde birlikte yaşıyor olmasıdır. 

İran’ın bölgedeki müttefikleri ise Suriye’de Esed yönetimi ve Irak’taki Şii yönetimdir. İran, esas düşman olarak gördüğü ABD karşısında Rusya ve Şangay 
İşbirliği Örgütü’nün (ŞİÖ) de desteğini arkasına almıştır. Bölgede son yıllarda yaşanan çatışmalar neticesinde Irak ve Suriye’nin haritalarının değişmemesi 
için çaba sarf eden İran’ın esas çekincesi, bu ülkelerden sonra sıranın kendisine gelmesi ihtimalidir. Bu yüzden özellikle Suriye’deki iç savaşta Esed yönetimine 
doğrudan destek de veren İran, sıranın kendisine gelmemesi için adeta çırpınmaktadır. Bundan dolayı da bölge ülkelerindeki Şii nüfus üzerinden “ Şii Hilali ” kartını kullanmaktan çekinmemektedir. Bahreyn’de, Yemen’de son dönemde yaşananlar bunun bir göstergesidir.

İran’ın dış politikasında, bölgede kendisine rakip ve tehdit olarak gördüğü ülkelere karşı devlet dışı aktörleri de destekleme politikası da önemli bir yer tutar. Bir dönem Türkiye’nin karşısında PKK terör örgütünü destekleyen (Balcı, 2012, s. 1) İran, İsrail karşısında Lübnan’da konuşlanan Hizbullah’ı, Yemen’de yönetim karşıtı Husileri desteklemekten geri kalmamaktadır. İran’ın bu pragmatik yaklaşımı, zaten birçok yeri çatışma alanı olan Ortadoğu topraklarında, daha da büyük çatışmalara zemin hazırlamaktadır.

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,


***

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder