Cemal Gürsel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Cemal Gürsel etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

31 Temmuz 2017 Pazartesi

MEDYA, AYDINLAR, SİVİL TOPLUM VE DARBELER, BÖLÜM 2

************************


MEDYA, AYDINLAR, SİVİL TOPLUM VE DARBELER, BÖLÜM 2

Akşam’da yazan Aziz Nesin ise aynı gün 28 Mayıs 1960 “ Az gittik Uz Gittik ” isimli köşesinde 28 Mayıs’ı kutsayan yazısına “ Sağ ol generalim, sağ ol albayım, yarbayım, binbaşım, yüzbaşım! sağ olun yiğit Komutanlarım! Var olsun Türk Ordusu! ” girişiyle başlıyor: 

Kara günlerin acısıyla ezgisiyle değil; halkımızın, aydınlarımızın bu son yiğitçe 
davranışı karşısında, sevinç gözyaşları dökerek yazıyorum… Atatürk’ün en kutsal varlığımız Cumhuriyeti emanet ettiği ama kendini bilmezlerin çoluk çocuk diye küçümsedikleri genç üniversitelim! Temiz anlında taçlanan boncuk boncuk terler, akıttığın mübarek kan boşa gitmedi. O kandan, o terden, yiğit Türk Ordusu, Türk ulusuna pırıl pırıl hürriyet armağan etti. Kara cübbeli diye aşağılanan, saygıdeğer hocalarım, yurdumuzun çile çekmiş aydınları, bilginleri, sayın profesörlerim! En kara günlerde alınlarınızda parlayan ışıklar, tükettiğimiz soluk boşa gitmedi. O ışıklardan, o dertlerden, yiğit Türk Ordusu, Türk Ulusuna, işte bu nurlu günü yarattı. (Sağ ol generalim, sağ ol albayım, yarbayım, binbaşım, yüzbaşım! 

Sağ olun yiğit komutanlarım! Aziz Nesin, Akşam Gazetesi, 28 Mayıs 1960).252 
Akşam Gazetesinin bir başka köşe yazarı olan Vecihi Ünal, 10 Haziran’daki makalesinde günümüzde de kullanılan bir ifadeyi başlık olarak kullanıyor. Ayaklar baş olursa: 

Geçmişten ders almayan ve insanları mideden ibret birer yaratık sanan gözü 
dönmüş diktatörlerin kara zincirine, 27 Mayıs sabahı, gün ağarmadan yenileri 
katıldı. Basın umumi efkârı hazırlayarak görevini yaptı. Aydın gençlik, Atatürk’ün kendilerine emanet ettiği Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak için can verdi ve ordu, milletin kurtarıcı meleği olduğunu ispat etti. 

(Ayaklar Baş Olursa, Vecihi Ünal, Akşam Gazetesi, 10 Haziran 1960). 
Cumhuriyet Gazetesinin başyazarı Nadir Nadi 28 Mayıs’taki köşesinde, vatandaşı ordunun arkasında kenetlenmeye çağırır: 

Türk Silahlı Kuvvetleri, bu şartlar altında devlet idaresine el koyarak patlamasına ramak kalan kardeş kavgasını önlemeyi bilmişlerdir. Yaşadığımız günlerin ciddiyetini ve her birimize düşen vatandaş borcunu unutmayalım. Bu borç azımsanmayacak kadar ağırdır. Her şeyden önce, sevgili vatanımızı huzura 
kavuşturmak uğruna olağanüstü sorumluluk yüklenen kahraman ordumuza 
güvenelim. Milletimizin göz bebeği, kahraman ordumuzun yaptığı ilk hamlenin 
vatandaş kanı dökülmeksizin başarılması, bize iyi yarınlar müjdeleyen bir talih 
eseridir. Yaşasın Türk Milleti! Yaşasın onun kahraman ve şerefli ordusu! (Nadir Nadi, Cumhuriyet Gazetesi, 2 Mayıs 1960).

Yaşar Kemal de darbenin yaratığı coşkudan payını almıştır. 11 Haziran’da yayınlanan yazısına Zulüm ” başlığını atar ve okurlarını, sonraki günler için yüreklendirir: 

Bizim milletimiz güçlü millet, yapıcı millet. Her hareketinde bunu gördük. Temel 
devrimlere yönelirsek, aydın olarak, asker olarak onun istekleriyle birlikte olursak, çok az, ama çok az bir zamanda ileri bir millet olmamak için hiçbir sebep yoktur. 

Bunu böylece bilip şimdiden kolları sıvamalıyız. (Zulüm, Yaşar Kemal, 
Cumhuriyet Gazetesi, 11 Haziran 1960). 

Cumhuriyet’in bir diğer yazarı Hamdi Varoğlu ise, “Kadife eldivenli Orduya” başlığını attığı 4 Haziran tarihli yazısında keskin cümleler kurar. Yazar, kan ve intikam peşindedir: 

Hürriyet müjdesini, senin kahraman bir subayından aldığım ilk gece gözümün 
önünden gitmiyor şanlı ordu! Demir elindeki kadife eldiveni artık çıkar. Çalınan 
haklar geri alınırken senin demir eline çok muhtacız. Çalınanları, çiğnenenleri, 
ezilenleri, yok edilenleri kurtaran elin nasıl bükülmez bir el olduğunu, bu 
memleket de bütün dünya da görsün! (Kadife eldivenli Orduya, Hamdi 
Varoğlu, Cumhuriyet Gazetesi, 4 Haziran 1960).253 

Milliyet Gazetesi’nde Çetin Altan, darbe öncesi ve sonrasında çok heyecanlıdır. 27 Mayıs’ta “Taş” isimli köşesinde “Büyük Gün” başlığını kullanır: 
Bütün Türk vatanperverleri bu muazzam ve şanlı günün sevinci ve heyecanı 
içindedirler. Çürümüş, süfli politika ve tertiplerinin şahsi ihtiraslarla Türkiye’yi en tehlikeli badirelere, kardeş kavgalarına sürüklemek üzere olduğu bir sırada, Türk Silahlı Kuvvetlerinin medeni bir şekilde devlet idaresine el koymaları ve 
memleketi karanlık bir akıbetten kurtarmaları, tarihimizin büyüklüğüne yakışan 
mutlu bir hareket olarak, Milletimize hür ve insan Hakları’na uygun yeni ufuklar 
açmaktadır… Hakiki hürriyetin saati çalmıştır. Atatürk’ün İnkılâplarına bağlı 
olarak demokratik bir memlekette Türklüğün şerefine yakışan bir nizamın 
temelleri atılmaktadır. Yaşasın Türk Milleti, Yaşasın Türk Ordusu. (Büyük Gün, 
Çetin Altan, Milliyet Gazetesi, 27 Mayıs 1960). 

Abdi İpekçi 30 Mayıs’ta kaleme aldığı yazısında askerin işbaşı yapmasını nasıl bir umutla beklediklerini anlatmaya çalışır: 

Size iki hafta evvel yazdığımız mektup şu satırlarla bitiyordu: ‘…Daha anlatmak 
istediğimiz çok şey var. Onlardan da bahsedeceğimiz gün inşallah çok yakında 
gelecektir.’ Bu cümlenin ifadesi o günkü rejimde çıkan bir gazete için çok tehlikeli bulunmuş ve kelimelerde değişiklik yapılmıştı. Ama mana aynıydı ve arif olan anlıyordu. Bugün gelecekti, yakınlaşmıştı. Biliyorduk ve inanıyorduk. Bu bir ay yıllardır artan baskının patlama kıvamına geldiği günlerdi. Ve nihayet bu bir ayın sona erdiği gecenin sabahı, beklediğimiz ve inandığımız rüya gibi güzel günün geldiğini gördük, yaşadık. Matbaada herkes kucaklaşmaya başladı… Ve biraz sonra gelen askeri bir kamyon diğer meslektaşlarımızla birlikte bizi ordu evine götürecek, orada Türk Ordusu’nun en şanlı, en büyük, en medeni, en cesur, en insani başarısını resmen duyacaktık. (Abdi İpekçi, Milliyet Gazetesi, 30 Mayıs 1960). 

Bir gece yarısı ifade vermek üzere Örfi İdare Kumandanlığı’na götürüldüklerinde bazı subayların kendilerini kucaklayıp bağırlarına bastıklarını ve “On beş gün daha dişinizi sıkın” dediklerini de hatırlatan İpekçi, bu subayların aynı cümleleri gazetenin kapatıldığı gün de tekrarladığını belirtir ve yazısını şu cümle ile bitirir: 

Sabrettik, Şimdi Sevinçten ağlıyoruz. 

1960 darbesinin üzerinden geçen 52 yıla rağmen Türkiye’deki gazetelerin yayın politikalarının hemen hemen hiç değişmeden bugün de devam ettiğini belirtmek gerekir. O günlerde merkez bir çizgide yayın yapan Hürriyet, Cumhuriyet, Ulus, Milliyet, Tercüman vb. gazetelerin günümüzde de yayın hayatlarına bu profillerini sayfa formatlarını bile bozmadan sürdürüyor olmaları oldukça ilginç. Atılan manşetler: yandaş basına el altından servis edilen bilgi ve belgeler; düzmece ve sansasyonel haberler, yalanlar, söylentiler ve hakaretler; köşe yazarlarının kalıplaşmış yorumları; ön ve arka sayfa mizanpajları vb. günümüzde de neredeyse tamamen aynı. 27 Mayıs darbesinin gerçekleşmesiyle birlikte var olan farklılıklar, doğal olarak tamamen ortadan kalkıyor. Bütün gazeteler tek bir ağızdan 38 kişilik Millî Birlik Komitesine, Komitenin lideri Cemal Gürsel’e övgüler ve devrilen hükümet üyelerine lanetler yağdırıyorlar. Kendi deyimleriyle ‘devrim ve hürriyet şehitleri’ anıtı için kampanya ile yardım toplanmasına  cenazelerinin Anıtkabir’in bahçesine defnedilmesine ve sonraki haftalarda ise zor durumdaki darbe hükümeti adına vatandaşın elindeki para ve ziynet eşyasının ‘hürriyet için feda olsun’ temasıyla toplanıp maliye için önemli bir kaynak oluşturulmasına önayak oluyorlar.254 

Türkiye’de darbeler karşısında basın, gerçekten, en önemli sorumlular arasında yer almaktadır. Özellikle kendi meşrebine göre misyon gazeteciliği yapan gazeteleri blok olarak kenarda bırakırsak, çeşitli gazetecilerin de vicdani duruşlarına göre değişen bir çeşitlilik arz etmekle beraber özellikle merkez medya farklı darbe dönemlerinde genellikle darbecileri destekleyen ve sonrasında da bu darbecilerden beslenen bir tutum ve davranış içerisine 
girmiştir. Bir darbe süreci sadece darbenin sorumlularıyla kısıtlanmaması gereken bir olay olarak değerlendirilmelidir. Darbe, sadece darbeciler tarafından gerçekleştirilen bir iş değildir, darbe, önce kendi ideolojik aygıtlarını oluşturur. Bu aygıtlar içerisinde, akademik camia ve basın gibi birtakım organlar darbenin hazırlık süreçlerinde halkın bu duyguya alıştırılması açısından son derece tarihî bir işleve sahiptirler.255 

27 Mayıs’ın hemen ardından gazetelerde yer alan bazı manşet ve haberler: 

“Parayla tutulmuş adamlara dağıtılmak üzere 7 bin silah ve asker elbisesi ele geçti” (Ulus Gazetesi - 30 Mayıs 1960); 
“Öldürülen öğrencilerin mezarları tespit ediliyor” (Cumhuriyet Gazetesi - 29 Mayıs 1960); 
“İktidar, İnönü’yü sınır dışı etmeye hazırlanıyordu” (Yeni Sabah Gazetesi - 30 Mayıs 1960); 
“Buzhane ve çukurlarda cesetler bulundu” (Cumhuriyet Gazetesi - 2 Haziran 1960); 
“İstanbul’da 9 ceset bulundu” (Ulus Gazetesi - 11 Haziran 1960); 
“DP düşmeseydi dün geniş bir katliama girişecekti” (Dünya Gazetesi - 31 Mayıs 1960); 
“Harbiyeliler bir meydana toplanacak, makineli tüfek ve bombalarla imha edilecekti” (Vatan Gazetesi - 9 Haziran 1960); 
“Katliam planı! DP’nin 40 milyon lira sarfıyla üniversiteyi ve Harbiye’yi imha için 
teşkilat kurduğu anlaşıldı” (Dünya Gazetesi - 31 Mayıs 1960). 
Milliyet gazetesine göre darbe, bir ihtilal değil inkılâptır, devrimdir. 4 Haziran 1960’ta yayınlanan başyazı, “Bu bir ihtilal değildir” başlığı altında bu konuyu işlemektedir. Yazıya göre 27 Mayıs “Dünya tarihinin şimdiye kadar kaydetmediği, eşi görülmemiş bir inkılâp”tır, yabancı basın da bu hareketi “zarif ihtilal”, “centilmenler ihtilâli” gibi özenle seçilmiş kelimelerle tanımlamaktadır. 27 Mayıs’ı diğer ihtilâllerden ayıran en büyük özellik bunun “meşru” olmasıdır: 
Ordunun iktidarı devralması keyfi ve mesnetsiz bir kararın neticesinde 
olmamıştır. Hareket Anayasa’nın ihlaline ve kanunsuz davranışlara karşıdır. 
Mesnedini İç Hizmet Kanununun 34. maddesinden almaktadır. Bahis konusu 
madde Türk Ordusu’nu Türkiye Cumhuriyeti’ni ve Anayasa’sını müdafaa ile 
görevlendirmektedir. Her ihtilâlin yarattığı kahraman vardır: Nasır, Kasım, Castro gibi… 27 Mayıs harekâtı ise tek bir şahsın hazırladığı ve gerçekleştirdiği bir iş değildir. Anonimdir. Ordumuzun en alt kademelerinden en yüksek rütbelerine kadar “isimsiz kahraman” subayların gerçekleştirdiği bir başarıdır. Kahraman yaratmamaya, isimler etrafında reklam yapmamaya bilhassa dikkat edilmiştir. O kadar ki, harekâtın genelkurmayı olan Millî Birlik Komitesi’nin üyeleri açıklanmamış, gizlenmiştir. Orgeneral Gürsel bir ihtilal kahramanı olmak 
iddiasında değildir. O sadece hareketin nihai gayesine erişmesini sağlayacak bir lider, bir vatanseverdir. (Bu Bir İhtilal Değildir, Milliyet Gazetesi, 4 Haziran 1960). 

Başyazıya göre darbecilerde iktidar hırsı da yoktur. “27 Mayıs inkılâbını gerçekleştiren kuvvet, memleketi kardeş kavgasına sürükleyen parti kavgasında şu veya bu tarifi ilzam etmemiştir. Etmeyeceğini de kesin olarak bildirmiştir. Huzuru kuracak sonra iktidara gelecek partinin tayin işini milletin reyine bırakacaktır. İşte 27 Mayıs inkılâbı bu vasıfları dolayısıyla herhangi bir ihtilal değildir ve tarihe müstesna bir hadise olarak geçecektir.”256 

Ulus Gazetesi’nin ne kadar kışkırtıcı olduğunu, çizgisini ancak tahrik edici ve yalan haberlerle koruyabildiğini göstermek için darbeyi izleyen günlerde kullandığı iki manşeti, bir bir vermek gerekir: 30 Mayıs nüshası, “Sabık iktidarın yarıda Kalan Tertibi” başlığı ile başlıyor ve altında “İstanbul’da parayla tutulmuş adamlara dağıtılmış 7.000 silah ve asker elbisesi ele geçti. 

Depolar bulundu. Tahrip teşkilatı yakalandı… Memleketimiz ve halkımız büyük tehlike atlattı. Bu silahlarla yüzlerce kişi tevkif ve yok edilecekti… Sahte askerler tarafından yapılacak bu tedhiş hareketi de ordumuza yüklenerek halkla kahraman ordumuz arasındaki sevgi bağlarının kopartılmasına çalışılacaktı” ifadelerine yer veriyordu. 9 Haziran’da ise ön sayfada sekiz sütuna “sabık iktidarın Harp Okulu öğrencileri için tasarladığı suikast tasarısı dün açıklandı” manşeti atılıyor ve haberin spotunda; “Gürsel’in subaylarla yaptığı konuşma: Harp Okulu makineliler ve bombayla imha edilecekti. Açıklanan plana göre öğrenciler yürüyüşe çıkarılıp yolda kurşunlanacak veya öğrencilere izin verildikten sonra evlerinden teker teker alınarak imha edilecekti.” yazıyordu. Neden üretildiği kolayca anlaşılabilen bu düzmece haberler, Yassıada duruşmalarında geçerli birer delil olarak kabul edilecektir. 

Haftalık siyasi dergi Kim, diğer birçok gazete ve dergi gibi muhalif yayınları nedeniyle kapatılmış ve darbe sonrasındaki ilk baskısını 30 Mayıs 1960 tarihinde yapabilmiştir. 

Kapağında Cemal Gürsel’in resmini kullanan dergi, manşet olarak da “Milletçe Özlenen İnkılâp”ı tercih ediyor. Derginin başyazarı Ali İhsan Göğüş ise aynı gün, “Okuyuculara Mektup” başlıklı yazısına; “Şanlı Türk Ordusu mazisine yaraşır bir vakar ve asalet içerisinde kansız bir iktidar değişikliği yaptı” girişi ile başlıyor ve orduya yönelik abartılı bir övgü ile devam ediyor: 

Sayın devlet ve hükümet başkanı, Millî Birlik Komitesi Başkanı Orgeneral Cemal 
Gürsel’in radyo ile yaptığı ilk konuşmasında ve sonraki beyanlarında belirttiği gibi kardeşi kardeşe kırdırmak isteyen muhteris ve gözü dönmüş politakıcılara doğru yolu anlatmak bir türlü kabil olmamış, sarf edilen gayretler hep neticesiz kalmıştır. 

Ordu son dakikalarda duruma müdahale etmekle bir felaketi önlemiştir. Türk 
Silahlı Kuvvetleri çilelerle, ıstıraplarla uyanan bir gecenin sabahında bütün vatanı ve milleti huzura, ferahlığa, saadet ümitlerine hazırlamış, her şey birkaç saatin içinde değişmiştir. Beklenen, dualarla tekrar edilen, özlenen emeller tahakkuk etmiştir. Ordu, millet sulh içinde yeni bir zafer daha sağlamış, Türklüğün gururunu yükseltmiştir. (Ali İhsan Göğüş, Kim Dergisi, 30 Mayıs 1960). Başyazara göre Türkiye tam bir batılı devlettir; zulme mukavemet hakkını bu derece efendice, medeni dünya ölçüsünde emsalsiz bir şekilde kullanmıştır. “Dünya siyasi tarihinde, şimdiye kadar hiçbir ordu, demokrasi namına duyduğu endişelerle, böylesine mükemmel bir teşebbüsü gerçekleştirmiş değildir.” Göğüş, makalesinin sonunda, 27 Mayıs’ın bayram ilan edilmesi gerektiği fikrini de ortaya atıyor. “Millet, ordusu ile iftihar ediyor ve onun hazırladığı hürriyet ve emniyet havası içinde istikbale daha emin adımlarla ilerleyeceğine iman ediyordu. 

27 Mayıs bunun için Millî Bayramdır.” Kim Dergisi’nde ise şair Behçet Kemal Çağlar, 28 Nisan’da Beyazıt’ta ölen Turan Emeksiz için 23 Mayıs’ta kaleme aldığı, ancak dergi kapatıldığı için zamanında basılamayan bir şiirde, “Namık Gedik257 didik didik olasın, her parçanı bir çalıda bulasın, çakılasın bir kazığın üstüne, korkuluktan beter hödük olasın, … Bir tek umut sende kaldı amanın, Türk Ordusu, Türk Ordusu yetiş gel.” şeklinde dizelere yer veriyordu. 

İmtiyaz sahipliği ve başyazarlığını İsmet İnönü’nün damadı Metin Toker’in yaptığı haftalık Akis Dergisi, darbeyi 29 Mayıs’ta basılan sayısıyla karşılıyor. Üzerine boydan boya çarpı çekilmiş bir Adnan Menderes resmi, altında ise “Adnan Menderes Sabık Başbakan.” Dergi, “kendi aramızda” başlıklı sunuş yazısında, okurlarıyla yeniden kucaklaşmanın sevincini ve kapatılma gerekçelerini sıralamaya çalışıyor. Dergi, 29 Mayıs sayısında, tutuklanan DP ileri 
gelenlerinin acz içindeyken, uykulu, sakalı veya iç çamaşırlı vb. resimlerini ve güya Çankaya köşkünde ve DP’li vekillerin köşklerinde yapıldığı iddia edilen bazı özel partilerle ilgili dedikoduları basarak rakiplerine fark atma peşindedir. Hangi kaynaktan servis edildiği kolaylıkla kestirilebilecek bu haber ve söylentiler için belden aşağı ifadesi bile terbiyeli kalır. 

Bir sonraki 5 Haziran sayısında ise darbeden bu yana gelişen olaylar “Yurtta Olup Bitenler” başlığı altında değerlendiriliyor. Yine aynı kaynaktan servis edilen ‘bilgiler’ ele alınıyor. Tabi, abartının dozu da darbe öncesine göre oldukça artmıştır. Bunlar arasında, o sıralar ordunun bile elinde olmayan en modern silahlarla donatılmış yedi tabur büyüklüğünde hazır bir kıta olduğu; bu kıtanın DP’nin bir emrine baktığı ve görevinin merkez garnizonundaki normal askeri birlikleri bertaraf etmek olduğu; harp okulu öğrencilerini İzmir civarındaki kamplara götürecek trenin bombalanarak havaya uçurulacağı; kıta görevi için tayini çıkan teğmenlerin kurşuna dizileceği; üniversite profesörlerinin yok edileceği ve Tarım Bakanlığı binasının bodrum katının, silah deposu olarak kullanıldığı iddiaları da var.258 

Akis, aynı sayıda, İnönü’nün darbedeki rolünü belirsizleştirmek amacıyla verdiği bir demecini yayınlar. Başlık “İsmet İnönü’nün 27 Mayıs’taki Rolü”dür. Makalenin isimsiz yazarı, darbe olacağını ‘büyük bir önsezi’ ile önceden tahmin eden İnönü’nün “Hiç kimseyi inandıramıyorum. Ama temin ederim ki hareketten zerrece haberdar değildim” dediğini aktarır. Paşa röportajında şöyle devam etmiştir. 

Ben onlara bu milletin baskı rejimine tahammül etmeyeceğini, çıkar yol 
bırakılmadığına göre ihtilâlin meşru hale getirildiğini söyledim. Şimdi, böyle 
söylemiş bulunduğum için hadiselerden haberdar olduğumu sanıyorlar. Hâlbuki 
bunlar milletini iyi tanıyan bir insanın teşhislerinden başka şey değildir. Onlara 
Türk milletini hiç tanımadıklarını da defalarca hatırlatmıştım. Tanımamakta ısrar 
ettiler ve başlarına bu geldi. Renan Acar, 27 Mayıs darbesinde basının oynadığı role dair şu sonuçlara ulaşır: 

• Mükemmel eşgüdüm tesadüf olamaz: 50 yıl önce günümüz teknolojisinin çok azına sahip olan bir basında, 27 Mayıs darbesinin hazırlanışı ve sunuşundaki bu uyum ve mükemmel eş güdüm tesadüfî olamaz. 
• Encümen-i Daniş: Darbe kararı, Mayıs ayı sonunda kendiliğinden gelişen bir sosyal tepki sonrasında değil, çok daha önceden verilmiştir. Faal ve emekli generallerin görüşmelerinde, üniversite profesörlerinin bildirilerinde, İnönü’nün de katıldığı Encümen-i Daniş toplantısında vb. gidişatı önleminin tek çıkar yolunun darbe olduğu çözümüne varılmış ve bu karar basına empoze edilmiştir. 
• Yaygın bir kitlesel destekten bahsedilemez: 27 Mayıs öncesinde oluşturulan karmaşa ve sonrasında yaratılan coşku genellikle gazetelerin ilk sayfalarında kalmakta, sokağa aynen yansımamaktadır. Basının iddiasının aksine, darbenin yaygın bir kitlesel destekle yapıldığı da doğru değildir. 27 Mayıs sürecinde gelişen olaylar ve gösteriler esas olarak İstanbul, Ankara ve İzmir illeriyle ve öğrenci kitlesiyle sınırlıdır. Darbe sonrasında da bu üç il dışındaki bölgelerde, bırakın yöre halkını, darbeyi gerçekleştiren birliklerin bile, bu askeri harekâtın neden yapıldığına dair net bir bilgileri yoktur. 
• Babıâli’nin iş birlikçilikte yaptığı bir devrim: 27 Mayıs’ın bir devrim olduğuna yaygın olarak inanılır; birilerinin devrildiği gerçekten doğrudur. Yine de bu bir inkılâp değil darbedir. Ama devrim yakıştırmasında ısrar edilecekse de bu olsa olsa Babıâli’nin iş birlikçilik te yaptığı bir devrim olabilir. 
• Bu masalın yazarı da, kahramanı da, okuru da kusurludur: Darbe sürecinde basının kulağımıza fısıldadığı bir hikâye vardır. Bu öyküde 27 Mayıs öncesinde, kötü adam lanetlenmekte ve hep “Olur mu böyle olur mu? Kardeş kardeşi vurur mu?” konusu işlenmektedir. Askeri harekât sırasındaysa öykünün kahramanı olan iyi adam, kötü adamı yenerek ülkesini ve halkını kurtarmaktadır. Çok değil, (Adnan Menderes ve arkadaşlarının darağacına gönderileceğinin kesinleştiği) darbeden hemen sonraki birkaç ay içinde ise, pişmanlık hâkimdir ve tuhaf bir şekilde tema da değişmiştir. Artık kahramandan pek söz edilemez. “Olur mu böyle olur mu? Kardeş kardeşi asar mı?” konusu işlenmeye başlar. Bizi toplum olarak uzunca bir süre uyutmayı başarmış olan bu masalın yazarı da, kahramanı da, okuru da kusurludur.259 

Yazılı basının ve aydınların ön planda yer aldığı ve 27 Mayıs’tan yeterli dersi çıkaramamış olmanın tekrarı niteliğindeki film, bir kez daha 12 Mart 1971 Muhtırası’nda çekilmiştir. 

Radikal sol çevreler açıkça ordu merkezli bir darbe beklentisi içerisinde olduklarından ilk günlerde muhtırayı büyük bir memnuniyetle karşılamış ve desteklerini dile getirmişlerdir. Sol aydınlar, 12 Mart Muhtırasını da tıpkı 1960’da olduğu gibi sağ iktidara karşı bir darbe olarak görmüş ve alkışlamışlardır. 1971 Muhtırası radyoda okununca sol hareketlerin çoğu, birbirini kutlayıp orduya önerilecek reform programları hazırlamaya girişmişlerdi; ama kısa bir zaman 
içinde bunun böyle olmadığı ortaya çıktığında “müthiş bir yanılgı” yaşanmış ve darbenin devrimci subaylar tarafından değil komutanlar tarafından gerçekleştirildiğinin farkına varılmıştır. Sol radikalizmin güçlü kalemleri olan Çetin Altan, İlhan Selçuk, Uğur Mumcu, İlhami Sosyal gibi isimlerin 12 Mart Muhtırası sonrasında kaleme aldıkları yazılarda açık bir memnuniyet ve darbeye destek verdikleri gözlenmektedir. Mesela Devrim dergisinin Muhtıradan hemen sonra yayınlanan sayısında Uğur Mumcu “Erkekseniz Karşı çıkın” başlıklı yazısında şunları yazmıştır:260 

Bugüne kadar cici demokrasinin kara sevdalıları ne savunmuşlarsa, bugünden 
sonra da aynı ilkeleri savunsunlar. Desinler ki, biz silahların gölgesinde 
yaşayamayız. Desinler ki tepeden inme devrimcilere karşıyız. Erkeklerse ordunun bildirisine karşı çıksınlar Evet, Halk Partililerin, Adalet Partililerin, Güven Partililerin, Demokratik Partililerin, hepsinin bir daha geri dönmemek üzere Türk siyasal hayatından atılmalarını istiyoruz. Atatürkçü meclis, bugünkü partilerin bulunmadığı Meclistir. Açıkça söylüyoruz: Ordu’yu böyle bir bildiri yayınlamaya zorlayan siyasal koşulları, bugünkü siyasal partiler yaratmışlardır. 

Bu düzenin sorumluları mutlaka yargılanmalıdır. (Erkekseniz Karşı çıkın, Uğur Mumcu, Devrim Dergisi, 17 Mart 1971). 

İlhan Selçuk da 13 Mart günü Akşam’da yayımlanan yazısında siyasilerle açıkça eğleniyor ve Muhtıra’dan duyduğu mutluluğu dile getiriyordu: 


BÖLÜM DİPNOTLARI,

252 Renan Acar; Basın ve 27 Mayıs Darbesi, Resmi Tarih Tartışmaları - 9, 27 Mayıs: Bir Darbenin Anatomisi, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara, 2010, s. 207, 208, 211. 
253 Renan Acar (2010); s. 212, 219, 221. 
254 Renan Acar (2010); s. 201, 202, 204. 
255 Rıdvan Akar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 8 Ekim 2012, s. 15. 
256 Renan Acar (2010); s. 223-225. 
257 Namık Gedik; 1954-1960 yılları arası Türkiye Cumhuriyeti İçişleri Bakanı. 
258 Renan Acar (2010); s. 226-231.
259 Renan Acar (2010); s. 233. 
260 Davut Dursun, 2003; s. 64, 65, 67. 


3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

5 Temmuz 2017 Çarşamba

ÇANKAYA YOLUNDAKİ KRİZLERİN TARİHİ


   ÇANKAYA YOLUNDAKİ KRİZLERİN TARİHİ 

27.09.2014 01:42

Türkiye Devleti'nin şekli Cumhuriyet'tir ilanından 15 dakika sonra devletin ilk cumhurbaşkanı Mustafa Kemal oy birliği ile seçilmişti. İlk cumhurbaşkanının 
seçiminde bir demagoji, tartışma olması beklenemezdi. Nitekim tıpkı devlet fiilen cumhuriyet olarak yürümekte olduğu gibi meclis başkanı Mustafa Kemal de 
fiilen devlet başkanlığında idi. Ancak bu yıl on ikincisi seçilecek olan cumhur başkanlığı seçimleri, ilkinden sonra daima hep tartışma ile geçti. Bazen bir darbe döneminin sona erişi olarak gerçekleşti. Bazense darbecilerin meşruiyet kazandırma nedeni, cumhurbaşkanlığı seçilmeyişi oldu. 

Şimdi biz bu yazıda ikinci Cmhurbaşkanından başlayıp Sunay'ın seçimine kadar geleceğiz.

Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin ikinci cumhurbaşkanı olan İsmet İnönü'nün seçimler sırasında adı tartışma odağı olmadı.. Atatürk'ün uzun yıllar mesai 
arkadaşlığı yapmış olan İnönü, son bir buçuk yılını evinde geçirmişti. Atatürk, İnönü ile, kalkınma, Hatay, devlet çiftlikleri , Nyon Konferansı vs konularındaki 
görüş ayrılığı 1937 yılında zirveye ulaşmış ve yolları ayrılmıştı. Kısaca Atatürk vefat ettiğinde artık İnönü yanında yoktu. Başvekil Celal Bayar idi. 
Bu yol ayrılığı ise cumhurbaşkanlığı seçimini etkilemedi. 11 Kasım 1938'te yapılacak seçimlerde mecliste aday olmayacak, vekiller oy pusulalarına oy vermek istedikleri namzetin ismini yazacaklardı. Meclis bu usûl ile İnönü'yü seçti. Ancak o günler konuşulmayan bir iddia yıllar sonra ortaya atıldı. 

İddianın kaynağı Atatürk'ün genel sekreteri Hasan Rıza Soyak'tı. Soyak'ın hatıratına göre Atatürk, vasiyetnamesini yazdırdıktan sonra konu yerine seçilecek isime gelmiş, Atatürk, Mareşal Fevzi Çakmak'ı yerine düşündüğünü ifade etmişti. Ancak bu husus, ne Bayar'ın ne de Atatürk'ün çevresindeki ikinci bir isim tarafından doğrulanmadı. Hasan Rıza Soyak ve Tevfik Rüştü Aras'ın İnönü'ye karşı tavrı malum olduğu için iddiaya şüphe ile yaklaşıldı. İnönü'nün son cumhurbaşkanlığı ise ilginç bir olayla başladı. 1961 Anayasası'ndan önce cumhurbaşkanı her milletvekili seçiminden sonra tekrar yapılmakta idi. 

1946 seçimlerinden sonra İnönü meclise girerken DP grubu ayağa kalkmadı. O zamana kadar cumhurbaşkanı genel kurula girişinde vekiller ayağa kalkıyorlardı 
ve DP, meclis hiç kimsenin önünde ayağa kalkmaz prensibini belirterek ayağa kalkmadı. Birazdan bu prensiplerinin Bayar'ın seçilmesinden sonra ki uygulanışını ele alacağız.

14 Mayıs 1950'de Türkiye'de seçim yoluyla iktidar değişip DP iktidar olunca, bu defa cumhurbaşkanlığı ilk kez CHP dışından bir isme geçecekti. 

Tartışmalar da DP içerisinde oldu. O zamana kadar Atatürk ve İnönü aynı zaman da partilerinde genel başkanlık yapmışlardı. DP ise seçimler sırasında partisiz 
cumhurbaşkanı sloganını benimsemişti. Şimdi kamuoyunun genel kanaati o sıra DP 'nin başında olan isim Celal Bayar'ın cumhurbaşkanı seçileceği şeklinde idi. 

Siyasetin teamülünde bu vardı. Ancak DP içerisinde bir grup Bayar'ın genel başkanlıktan ayrılmamasını, parti içindeki en tecrübeli isim olarak yeni dönemde 
Başbakanlık görevini almasını istiyordu. Bayar ise bu tezi düşünmedi ve cumhurbaşkanlığı seçiminde aday oldu. 387 oy Bayar'a, 36 oy Halil Özyürek'e, 66 oy da İnönü'ye çıktı. Yani DP oy birliği ile seçimlere yaklaşmadı. 1954'te de Bayar partisinin grubundan tam oy almadı. Ancak 1957'de DP grubunun tamamı Bayar'a oy verdi. Bugün neticeyi değiştirmeyen bir anekdot olan bu hadise, o günler içinde önemli bir husus olması gerekir. 1955 yılındaki DP grubunun kaynaması ve literatüre ' Sarol Formülü ' olarak geçen Başbakan'ın şahsi itimatla kabineyi yenilemesini de düşünürsek, o dönem ki iktidar partisi vekillerinin her şeyi sorgusuz sualsiz oylayan vekiller görünümünde olmadığı sonucuna ulaşılabilir mi bu da başka bir yazıda ele alınmalıdır. Yukarıda belirttiğimiz gibi Bayar seçildikten sonra meclise girdiğinde DP grubu, yıllar önce İnönü'ye takındıkları tavır ile çelişmemek için ayağa kalkmadı. Ama Bayar'ı çılgınca alkışladı. 

CHP grubu ise ayağa kalktı tek bir alkış sesi bile işitilmedi.

1961 yılının Ekim ayına geldiğimizde ise cumhurbaşkanlığı seçimi olası bir müdahalenin durdurulmasında bir koz oldu. Darbeden sonra Milli Birlik Komitesi 
yönetimi ele almış komite başkanı Cemal Gürsel, devlet başkanı sanıyla görev yapmıştı. Süreç ilerledikçe MBK bölündü ve 14ler olayı meydana geldi. 
Ardından içerisinde Talat Aydemir'inde bulunduğu Silahlı Kuvvetler Birliği kuruldu ve MBK ile açıktan olmayan bir iktidar mücadelesi başladı. Bu şartlarda 
gerçekleşen seçimlerde CHP birinci parti olmayı umuyordu. 
İnönü cumhurbaşkanı olmayı, Başbakanlığa da CHP Genel Sekreteri İsmail Rüştü Aksal'ı planlıyordu. 

Ancak CHP seçimlerde %36 ile birinci çıktı. 173 vekilde kaldı. DP'nin devamı olan Adalet Partisi %34 alarak 158 vekil çıkardı.

Bu sonuçla İnönü'nün tekrar Çankaya'ya çıkma planı suya düştü. Planı boşa çıkan sadece İnönü değildi. 15 Ekim akşamı alınan sonuçlar 27 Mayıs'ın devam 
ettirilmesini savunan ordu mensuplarını memnun etmedi. Seçim sonuçlarını geçersiz saymayı, mevcut idareyi sürdürmeyi düşündüler. 
21 Ekim protokolü olarak bilinen plana göre meclisin açılmadan seçimlerin iptal edilmesini planladılar. Ama plandan Gürsel'in de İnönü'nün de haberi oldu ve 
21 Ekim protokolüne karşı açıktan tavır aldılar. 24 Ekim'de Çankaya'da Silahlı Kuvvetler Birliği'nin temsilcileri ile AP, CHP, YTP, CKMP Genel Başkanları 
Cemal Gürsel'in başkanlığında bir araya geldi. Tartışmalar sonunda demokrasinin 'güdümlü' olarak hayata dönmesi kararı çıktı. Buna göre partiler, Gürsel'in cumhurbaşkanı, İnönü'nün de başbakan olmasını sağlayacak, askerler de geri adım atacaktı. 25 Ekim'de TBMM açıldı ve resmen 27 Mayıs dönemi sona erdi. 
Ancak bu kararlardan habersiz olanlar vardı. DP idare kadrosunun kıymet verdiği Anayasa Hukuku'nda önde gelen bir isim olan Prof. Dr. Ali Fuat Başgil birden 
bire aday olmak için çıkageldi. AP ve YTP 'nin desteğini umuyordu. Şüphesiz 24 Ekim'de partiler, askerleri durdurmak için bir teminat vermeselerdi Başgil'e 
destek verecekleri malum idi. Basına 24 Ekim kararları sızınca (Mete Akyol'un anıları ve 12 Mart Belgeseli'nden) Başgil'e bu durumu sormuşlar, Başgil de 
geri adım atmamıştı. Ancak Başgil ile Başbakanlık'ta görüşen Fahri Özdilek ve Sıtkı Ulay, adaylığını geri almasını, aksi takdirde Silahlı Kuvvetler Birliği'nin 
durdurduğu harekete devam edeceğini, hatta Başgil'e hayat güvencesi veremeyeceklerini belirtince adaylıktan çekildi. Türkiye'nin dördüncü cumhurbaşkanı, darbe yönetimini sürdürmek isteyen kesim ile yapılan pazarlık ile belirlendiğini söylersek sosyal bilimlerdeki kavramların kullanımı ve ifadelerin tespiti hassaslığını çiğnemiş olmayız. 

İkinci yazımızda Sunay'ın seçimiyle başlayan Genelkurmay geleneğini, Gürler olayı ile Korutürk'ün seçilişini ve 1980'in Mart'ından 
Eylül'üne geçen süreyi ele alacağız..,

              Yazımızın birinci bölümünde Mustafa Kemal Atatürk, İsmet İnönü, Celal Bayar ve Cemal Gürsel'in cumhurbaşkanlığı seçimlerini ele almıştık. 
Bu yazıda beşinci cumhurbaşkanlığı seçimine uzanacağız. 1966 yılının başlarında Cemal Gürsel'in sağlık durumu git gide bozulmaya başladı. 

Rahatsızlığının düzelmemesi üzerine Amerika Birleşik Devletleri'nde tedavi edilmesi gündeme geldi. ABD Başkanlığı uçağı ile yurttan ayrıldı. 

İlk birkaç gün tedavinin iyi gitmesine rağmen göstergeler tersine döndü. Gürsel komaya girdi. Bu kez kendi toprağında vefat etmesi fikri kabul gördü. 
Gürsel ağır bir atmosferde ülkeye geri getirildi ve havalimanından ambulansla hastaneye taşındı. Artık cumhurbaşkanlık vazifesini bozulan sağlığı gerekçesiyle 
sürdüremeyeceği otuz sekiz imzalı bir doktor raporu ile resmileşti. Türkiye derhal cumhurbaşkanlığı seçim sürecine girdi.

            İktidarda bulunan Adalet Partisi'nin istediği adayı seçtirme gibi bir aritmetik imkânı vardı. Millet Meclisi ve Senato'da sandalye sayısı buna haizdi. 
Ancak 27 Mayıs'ın hassas artçıları peş peşe gelmişti. Başbakan Süleyman Demirel, ' Çatı ' olabilecek bir isim düşündü. Hem iktidar hem muhalefet hem de ordu için tartışmasız benimsenebilecek bir aday olmalı idi. Demirel, Genelkurmay Başkanı Cevdet Sunay'ı düşündü. Sunay'a giderek onu aday göstermek istediğini açtı. Sunay kabul etti. Ancak bir prosedür engelinin aşılması gerekiyordu. O dönem Cumhurbaşkanı adayı olabilmek için ya milletvekili ya da senatör olmalıydı. Parlamento dışından aday gösterilemiyordu. Bu da hemen aşıldı. Kontenjan senatörlerinden biri istifa etti. Sunay jet hızıyla Genelkurmay Başkanlığı'ndan ayrıldı ve kontenjan senatörlüğüne atandı. 28 Mart 1966'da yapılan seçimlerde karşısında CKMP ve Alparslan Türkeş vardı sadece. 

Seçimi Sunay kazandı.

            Türkeş'e göre genelkurmay başkanlarının cumhurbaşkanı olmaları hem siyasi rüşvet hem de sakıncalı bir geleneği başlatabilirdi. 
Bunun karşısında tavır göstermek adına aday oldu ve CKMP, Genel Başkanı'na oy verdi. Nitekim Faruk Gürler olayında Türkeş'in dile getirmek istediği sakınca 
gerçekleşmek üzere idi.

             Peki, neden Sunay? 27 Mayıs'tan sonra iktidarı örtülü ele geçiren Silahlı Kuvvetler Birliği, orduyu elde tuttuğu için Milli Birlik Komitesi'nin üstüne 
çıkmış durumda idi. Milli Birlik Komitesi'nin tesiri azalmıştı. Seçimler ile demokratik düzene tekrar geçilmesinden kısa bir süre sonra Silahlı Kuvvetler Birliği'nin güçlü isimlerinden Albay Talat Aydemir 22 Şubat 1962'de ve 21 Mayıs 1963'te iki darbe girişiminde bulunmuştu. Sonunda darağacına giden Aydemir'e karşı demokratik düzenin işlemesinden yana tavır alan Sunay, özellikle ikinci girişimin bastırılmasında bizzat komuta etmişti. Siviller onun darbe girişimlerine 
geçit vermeyeceği kanısındalardı.

                Sunay'ın seçiminde AP'nin aritmetik gücünü zorlamaması, CHP'nin 'Sunay, bizim de adayımızdır' açıklaması, ordu komuta kademesinin mecliste 
kendilerine ayrılan localarda tam kadro bulunması, beşinci cumhurbaşkanlığı seçiminin göze çarpan unsurlarıdır. 1966'ta başlayan görev süresi 1973 yılına 
kadar sürdü. Bu süre zarfında 1971 yılının 12 Mart'ında muhtıra ile tekrar demokrasi 'güdümlü' oldu. Sunay'ın cumhurbaşkanlığının süresinin dolması ise başka bir kavgayı başlatacaktı.

             Cevdet Sunay'ın cumhurbaşkanlığı seçimi gerçekleştiği zaman Alparslan Türkeş'in itirazını hatırlayalım. Genelkurmay Başkanları için Çankaya bir rütbe 
daha olur diyerek karşı çıkmış ve seçimde aday olmuştu. Şimdi bu kaygının gerçekleştiği 1973 yılına gidiyoruz. Ancak bir yıl önceden başlamamız gerekiyor. 

Yani 1972'ye gidiyoruz.

            O yıl Genelkurmay Başkanlığı üzerinde bir ince hesabın kavgası başladı. Genelkurmay Başkanı Memduh Tağmaç'ın görevinin sona ermesine daha bir 
yıl vardı. Kara Kuvvetleri Komutanı Faruk Gürler ise Genelkurmay Başkanı olarak atanmadığı takdirde 30 Ağustos itibari ile emekliliğe ayrılması gerekiyordu. 
Faruk Gürler'in önünün açılması, 12 Mart sürecinin devam ettirilmesi için elzemdi. 

12 Mart'ın ikinci önemli ismi Muhsin Batur da Gürler'in Genelkurmay Başkanlığı'nı destekliyordu. Bu iki isim 12 Mart Muhtırası'nın imza sahipleri, muhtıranın öncü isimleri idi. Ancak 12 Mart süreci başladıktan hemen kısa bir süre sonra Memduh Tağmaç, Cevdet Sunay ile bir araya gelmiş Başbakanlık için Nihat Erim ismini getirmiş böylece Gürler ve Batur'un etki alanını azaltmıştı. Şimdi Gürler ve Batur ikilisinin tekrar kozları eline alma vakti gelmişti.

            Gürler'in Genelkurmay Başkanı olması için Memduh Tağmaç'ın atamalardan önce emekliye ayrılması gerekiyordu. Ordu içindeki Gürler Batur cuntası tekrar harekete geçti. Jetler Ankara üstünde program dışı uçmaya başladı. Kulaktan kulağa yayılan dedikodu, Gürler'in önü açılmadığı takdirde bunu zorla sağlamak idi. Talat Aydemirvâri bir iz görülmekte idi. Ve jetler sonuç verdi. 1972'de Memduh Tağmaç emekliye ayrıldı, Gürler Genelkurmay Başkanı oldu.

            Gürler, 12 Mart sürecinde kendisini devlet başkanı yapmak isteyen cunta hazırlık ekibine 'Aslanlı Yol'un (Genelkurmay Başkanlığı) verilmesini istemiş ve sembolik bir devlet başkanlığından ziyade ordunun bir numaralı ismi olmak istediğini beyan etmişti. [i] 1973'e gelindiğinde ise Gürler o dönemki 
yaklaşımlarının tersi bir iz düşüm bıraktı. Cumhurbaşkanı olması yönündeki vekillerden ve ordu içinden gelen talepler karşısında Çankaya'ya çıkma kararı aldı. 

Bu kararı aldı ama bu sefer jetlerle olabilecek bir hadise ile karşı karşıya kalınmıştı. Meclis realitesi vardı.

            1973'ün başında Cevdet Sunay'ın görev süresinin sona ermesine doğru kamuoyu ön tartışmalara girişti. Sunay'ın görev süresinin uzatılması gündeme 
geldi. Ancak şâhısa yönelik uygulamaların sakıncaları ifade edilerek görev süresi uzatma fikri kısa sürede geri alındı. Sonra Nihat Erim'in ismi ortaya atıldı. 
Bu isim de tutulmadı. Nihayet Gürler'in adaylığı resmen dillendirildi. Yerine getirilmesi gereken tek bir prosedür vardı. Tıpkı Sunay'da olduğu gibi Meclis üyesi olması gerekiyordu. Genelkurmay Başkanlığı'ndan istifa etti ve kontenjan senatörü oldu. Gürler'in adaylık yolu açıldı. Aday olduktan sonra da yoğun bir 
destek propagandası başladı. Bu propagandanın amiral gemisi TRT oldu. Gürler'in seçilmesini garantiye almak istercesine bir tavır takınıldığı gözlemleniyordu.

            13 Mart günü ilk oylama yapıldı. Gürler'in karşısına Adalet Partisi, bütün zorlamalara karşı başka bir eski askeri aday gösterdi. Eski DP milletvekili 
Perihan Arıburun'nun eşi Hava Kuvvetleri eski komutanı Tekin Arıburun idi. Adalet Partisi'nden kopanların kurduğu Demokratik Parti de Genel Başkanı Ferruh Bozbeyli'yi aday gösterdi. Ordu mensupları, gazeteciler, vekiller ile senatörlerden başka tek sivil Gürler'in oğlu idi Oylama sonunda Gürler 175, Arıburun 282, Ferruh Bozbeyli 45 oy aldı. Turlar devam ettikçe Gürler'in oyu artacağı yerde azaldı. CHP ve AP'nin Gürler'i seçtirmeme inadı kuvvetlenmiş ve 
12 Mart'ın rövanşı - tehditlere rağmen- alınmış oldu.

            Oylamalar sonunda ordu adına siyasilerle görüşenler, cumhurbaşkanlığı seçiminde artık irade beyan etmeyeceklerini dile getirdiler. Uzlaşma sırası 
şimdi CHP ve AP de idi. Demirel ve Ecevit, hem parti tabanlarının hem de ordunun benimseyebileceği bir aday üzerinde çalışmalara başladı. 

Bu sefer ki isim yine bir emekli asker, Fahri Korutürk idi. Fahri Korutürk, Deniz Kuvvetleri Komutanlığı yapmış, Moskova ve Madrid Büyükelçiliklerinde 
bulunmuş bir isimdi. Soyadının Atatürk tarafından verilmesi gibi bir anekdot bulunuyordu. Korutürk'e teklif götürüldü ve Korutürk kabul etti. 
Kabul etmemesi halinde alternatifi de eski bir amiral ve yargıç olan Fahri Çöker
idi. Bu arada Cumhuriyetçi Güven Partisi Anayasa Mahkemesi Başkanı Muhittin 
Taylan'ı aday göstermek istediyse de senatör olmadığı için - senatörlüğe atanmasına da Sunay 'görev süresinin sona ermesine iki gün kaldığı' için razı değildi - bu teklif sonuç vermedi.

            6 Nisan'da yapılan oylamada AP, CHP ve CGP, Fahri Korutürk'ü aday gösterdi. Korutürk 365, Gürler - çekildiği halde- 87, Ferruh Bozbeyli 51 oy aldı. 
Bu sonuçlarda Korutürk Türkiye Cumhuriyeti'nin Altıncı cumhurbaşkanı oldu. Tarafsız ve çatı olma konusunda yaşanmış bir örnek olması her ne kadar bugünün tartışmaları arasında görmezden gelinse de tarihçilerin ve araştırmacılarının tetkikleri Korutürk döneminin teferruatlarını ortaya koymaktadır.


Org. Faruk Gürler

[i] Bu süreçte olup bitenler hakkında detaylı bilgi için bkz: ' 12 MART BELGESELİ '

http://www.caghansari.com/news/cankaya-yolundaki-krizlerin-tarihi-1/

Devamını oku: http://www.caghansari.com/news/%c3%a7ankaya-yolunda-krizlerin-tarihi-2/

Devamını oku: http://www.caghansari.com/news/%c3%a7ankaya-yolundaki-krizlerin-tarihi-3/


***

22 Ekim 2016 Cumartesi

DARBELERDEN SONRA ?




DARBELERDEN SONRA ?


Darbelerden ve muhtıralardan sonra ülkemizde  neler oluyor ?
         Bu tarihi olguya bir bakalım:1960 yılında Cemal Gürsel paşa tarafından verilen ilk muhtıradan sonra; muhtıralar ve darbeler gelenek halini aldı: bir muhtıra başka bir muhtırayı, bir darbe başka bir darbeyi davet etti !
 27 Mayıs 1960 ihtilalinden sonra askerler arasında görüş ayrılığı ya da erk paylaşımından dolayı çıkan ihtilaflar sonucu; askerler kendi içlerinde de muhtıra olayını devam ettirdiler… Darbelere teşebbüs ettiler... 1960-1975 yılları arasında darbe ve muhtıracıların bölünmeyi  yoğun bir şekilde yaşadıklarını görmekteyiz; ordu içinde; birlikler, komiteler, gruplar teşekkül ediyordu…
27 Mayıs ihtilalini yapan kadro’nun içinde bulunan Numan Esin ihtilal sonrasının şaşkınlığını ve ihtilalciler arasında bulunmayan düşünce birliğini çok güzel anlatır: “İhtilali yapan arkadaşların kafasında bir görüş birliği yoktu. Olmadığı için bunu tartışmaktan kaçınmışlardı. Örneğin Türkeş daha sistemli, daha kalıcı bir model önerirken, Sami Küçük ‘bu askeri diktatörlük olur’ diye kaçmıştır.”(Numan Esin,Devrim ve Demokrasi,Bir 27 Mayısçının Anıları,Doğan Kitap 2005 İst.

 13 Kasım 1960 tarihinde  14 ler”in ekarte edilmesinden sonra askerler arasında ki gruplaşmalar 12 Mart muhtırasını getirdi.12 Mart muhtırası arifesinde 9 Martçılar ve sonrasında da yine komiteler teşekkül ediyordu. Muhtıracı paşalardan Muhsin Batur “… Silahlı Kuvvetler; Doğan Avcıoğlu   grubu ile siyasete bulaştı ve ikiye bölündü.” diyor.
 Darbe ve muhtıralardan sonra ne yapacaklarını bilemeyen darbeci veya muhtıracı askerler; çözümü sivillerin “telkin, aşılama ve yönlendirme”lerinde buldular: bu da, onları yanlış yapmaya  götürdü.
 Ayrıca darbelerden ve muhtıralardan sonra devletin birimlerine yerleştirilen “asker yöneticiler/muazzaf veya emekli” hem devlet çarkını hem de ekonomiyi çok zor durumlara sokmuşlardır; yatırımları durdurulmuş, grev ve lokavtlar yasaklanarak enflasyonu aşağı çekmenin ve sosyal çalkantıların (yürüyüşler, protestolar, iş bırakmalar vb..) “ekonomide başarı” olduğuna inanmışlardır. Ancak birçok gazeteci ve siyaset adamı askerler gibi düşünmüyor: Mehmet Barlas “Her askeri müdahalenin ülke ekonomisini, hukukunu, sosyo-politik yapısını ne büyük açmazlara sürüklediğini yaşayarak gördüm.” diyor.
 Muhtıra ve darbelerin ülkeye verdiği zararı aradan yıllar geçtikten sonra; kendileri de kabul etmişlerdir: bir muhtıra verip, bir de darbe yapan Kenan Evren anılarında “27 Mayıs 1960 müdahalesi ile 12 Mart müdahalesinin yurdumuza ve özellikle Silahlı Kuvvetlerimize verdiği maddi ve manevi zararları görmüş ve içinde yaşamıştım. Tekrar böyle bir durumla karşı karşıya kalmamamızı gönülden temenni ediyorum” diyerek darbelerin verdiği zararı ikrar ederken, kendi darbelerinde başarıya ulaşıp ulaşamayacakları konusunda tereddütlüdür.
 Murat Belge ise darbelerin sonuçlarını şöyle yorumluyor: “27 mayıs 1960 darbesi, Ulusal devletin temel ilkelerine karşı uygulamaları giderek yoğunlaştıran DP iktidarına karşı, silahlı kuvvetler içindeki bir grubun , Kemalist kaygılarla harekete geçerek yönetime el koymasından ibaretti. Ne ki bu çerçevede başlayan hareket kendi iradesi dışında (Ulusal devleti bir erozyon sürecine sokacak olan) liberal bir anayasa yapmaya sürükleniyordu. Böylece Kemalist ilkeleri yeniden güçlendirmek ve yüceltmek vaadiyle gelen subaylar, her vesileyle Ulusal Devletin karşısında yer alan Liberal odakların kullanacağı unsurlara hareket serbestisi kazandıran bir anayasa yaparak kışlasına çekili yordu… 

Her darbe ise Kemalist olduğu iddiasındaki subayların Ulusal Devletten ödün vermesiyle sonuçlandı.

 Buna mukabil 27 Mayıs İhtilalinden sonra “demokratik hak ve hürriyetlerde” kısmen de olsa batı ölçülerine yaklaşan hukuk ortamı yaratılmaya çalışıldı… Demokrat Parti döneminde liberalleşmenin aksine merkeziyetçi ve devletçi yapıya dönüş yaşandı. Komünist ülkelerde başarı ile uygulanan ‘planlı dönemlere’ adım atıldı. Çalışanların örgütsel ağırlıkları, katılımcılığa dönüştü.
 12 Mart Muhtırası ise birçok hakları geri aldı, bazı hakların işleyişi durduruldu, anayasadaki değişiklikler ile 27 Mayıs İhtilalinin hukuk anlayışı delinmiş oldu.
 12 Eylül darbesinden sonra da iktidara gelen askerler yine kazanılmış haklar üzerine “şal örttüler”.
 Özal dönemi Türkiye’de köşe taşlarının yerinden oynadığı yıllardı: dizginlenemeyen bir liberalizim /kendinden menkul / anlayışı; toplum yapısında etik değerlerin yerine, cazibe ile ekonomik konfor ve tüketim değerlerini geçirdi. Bunun neticesi olarak da bize özgü bir tüketim toplumu yaratıldı. Daha beş yıl öncesine kadar bazı değerleri kutsal olarak kabul eden bir toplum; beş yıl sonra sorgulayarak terk ediyor ve bu değerleri “Çağdışı” olarak nitelendirebiliyordu… Belki de, asker-ordu böyle bir süreci aklının ucundan bile geçirmemişti ama kendi dünyalarının dışındakilerin telkinleri ile kurdukları sistem ve gözetimlerindeki yönetimler bu tabloyu çizmeye başlamışlardı…
 Askerin içine sinmese de kabullenmek zorunda kalmıştı !...
 Gülay Göktürk, Dünden Bugüne Tercüman gazetesinde /4 mart 2004/ “Darbe olmasaydı ne olacaktı ?” başlıklı yazısının başında şunları yazıyordu “ Türkiyede her darbeden sonra o darbelere çeşitli faydalar atfedenler olmuştur. Bunların kimisi vicdanı rahatlatmak içindir; zamanında darbe kışkırtıcılığı yapmış olanların kendi pozisyonlarını aklama gayretidir. Kimisi de, süreçleri görememekten, o süreçler darbeyle kesintiye uğramasaydı olayların nasıl gelişeceğini tahlil edememekten kaynaklanır. Darbe oldu, böyle oldu”
Darbelerin hikayesi ayrı bir kitap konusu!