SİYASAL BİR DEĞERLENDİRME etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
SİYASAL BİR DEĞERLENDİRME etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

28 Aralık 2020 Pazartesi

ERDOĞAN'IN 27 MAYIS 2014'DEKİ GRUP TOPLANTISINDA SÖYLEDİKLERİ ÜZERİNE SİYASAL BİR DEĞERLENDİRME

ERDOĞAN'IN 27 MAYIS 2014'DEKİ GRUP TOPLANTISINDA SÖYLEDİKLERİ ÜZERİNE SİYASAL BİR DEĞERLENDİRME

Feyzi Çelik ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN 29.05.2014 Erdoğan, 27 Mayıs 2014 tarihli AKP grubu toplantısında ekonomi, gezi, tarih, AB, çözüm süreciyle ilgili beyanda bulundu. Alevilik konusunda özel bir ağırlık vardı. Alevi sorunu ile Kürt sorunu arasında bağlantı kurarak bu iki sorunun dış güçler tarafından kışkırtıldığını söyledi. Konuşmasına tarihi bir perspektifle yaklaşarak Türkiye'nin Selçuklu ve Osmanlı mirası üzerinde kurulduğunu belirterek, birinci dünya savaşından sonra Batı tarafından Misak-ı Milli'nin dahi kabullenmediğinin üzerinde durdu. Aslında bu yaklaşım, Ahmet Davutoğlu'nun Stratejik derinlik adını koyduğu Yeni Osmanlıcılık siyasetinden vazgeçmek(iflasından sonra) anlamına geliyor. Bundan sonraki süreçte dış düşman retoriğinden çok "dış düşman tarafından kışkırtılan Alevilik ve Kürtlük" retoriğine geçiş yapmıştır.

Tıpkı AKP öncesi MGK-Kırmızı kitapta yazılı olduğu gibi. Tabi ki, kendi içindeki siyasal bütünlüğü sağlamak için bir düşman da Gülen hareketi olarak gösterildi.
Erdoğan, ideolojik-islami yaklaşımını da göstere göstere yapmaktan çekinmiyor. Kendi güdümünde 2004 yılında kurdukları STK olarak adlandırdıkları Avrupalı Türk Demokratları Birliği toplantısının açılışını Diyanet işleri başkan yardımcısının ettiği dualar yapıyor. Aslında bu gösteri anlamında İslami görüntü yapmak amaçlıdır. Öte yandan neo-liberalizayonlaşma konusunda iş birliği sonuna kadar gitmeye devam etmektedir. Onun, dualı, çift hocalı ezanları, İslam’ı da neo-liberalizme uygun hale getirmek amaçlıdır. Bundan Almanya'nın veya AB'nin rahatsız olduğu da yoktur. Bu şekil onların da işine gelmektedir.

Çözüm sürecinin Kürtler açısından oyalayıcı niteliği bilinmesine rağmen, Kürtlere kaybettirdiği bir şey yoktur. Tersine kazandıkları vardır. KCK davalarının hukuki dayanaktan yoksun olduğunun ortaya çıkışı, KSH'nin Türkiye ve dünya kamuoyunda siyasi meşruiyet yakalamış olması, KSH'nin gerektiğinde kendi silahlı gücü üzerinde siyasal etkinlik kurabilecekleri, Öcalan'ın KSH'nin liderliğinden Kürtlerin liderliği pozisyonuna doğru gidişi bunlardan bir kaçıdır. Türkiye açısından ise bundan sonraki süreçte KSH'ne yönelik olarak başlayacak savaşın gerekliliği hem Türk halkı hem de dünya kamuoyu açısından eskisi gibi destek bulmayacaktır. Gezi'deki devletin kendilerine yönelik yapısal şiddetini gördükçe bunun Kürtlere yönelik kullanımının da karşısında olacaktır.

MİT Yasası gibi düzenlemler olsa da geleneksel Türk bürokrasinde yaşanan kriz ve karmaşa da devletin bundan sonraki süreçte top yekün olarak KSH'nin üzerine yürüyemeyeceğini göstermektedir. Aslına bakılacak olursa AKP, KSH'ne muhtaç durumdadır. Çırılçıplak korumasız bir şekilde azgın nehrin sularına kendisini bırakmış yüze yüze nehrin ortasına geldiği için geri dönüşü daha da tehlikelidir. Geri döndüğünde kendisini bekleyen rakipleri vardır. O nedenle nehrin karşısına sağlam çıkışı KSH ile ilişkisini sürdürmesine bağlıdır. Bu aynı zamanda AKP'nin ve Erdoğan'ın açmazıdır. AKP, şimdilik Güney Kürdistan Yönetimi(KBY) ile ilişkilerini üst düzeyde tutarak bunun sağladığı ekonomik kazanımlarla durumu telafi etse de ilişkilerinin giderek KBY ile olmaktan çok KDP-Barzani ilişkisine indirgemesinde, KDP'nin Kürdistan'ın diğer bölgelerindeki etkisizliği, Güney Kürdistan'da ise hakimiyetini kaybetmesi ileriki süreçte KBY'nin Irak merkezi hükümetiyle ilişkilerine yeni bir boyut gelebilir. Bu da AKP açısından "muhteşem yalnızlığın" pekişmesiyle sonuçlanabilir. Köklü Kürt Partisi KDP'nin geleceği Kürdistan'ın dört parçası ve diasporada etkili olan PKK ile ilişkilerine bağlıdır. KDP'de gerilemenin, KDP'nin Rojava'da PYD'yi dışlayıcı/dayatmacı siyasetinden ileri gelmiş olabilir. PKK'nin kilit rolü giderek Kürdistan'ın geneli hatta daha da ileri gidilerek Ortadoğu'daki rolünün boyutu anlaşılmalıdır. KDP'nin PKK ile ilişkileri, KDP'nin YNK ve Goran'la ilişkileri de etkilemektedir. Nitekim, KDP'den farklı olarak YNK ve Goran'ın PYD'ye olumlu yaklaşımı bunun göstergelerinden biridir. Bu nedenle AKP çözüm sürecini sürdürmek durumdadır. KSH'ne yönelik tehditleri taktiksel ve pazarlık gücünü artırmaya yöneliktir. KSH'nin de bunu göz önünde bulundurarak başbakanın çıkışı karşısında püsmesine gerek yoktur. Tersine taleplerini somutlaştırıp eylemselliğini artırmalıdır. Buna Gezi benzeri eylemselliğe katılımı da dahildir. Kemalistler ve ulusalcılar konusunda, KSH'nin geçmişteki eleştirilerinin etkisinde kalarak onlarla yan yana görünür durumma gelmekten de korkmamaları gerekir. Tersine Kemalistlerle eylemsel anlamda yan yana gelişi AKP'yi daha zorlaştıracak, AKP'nin Alevilere yönelik kışkırtıcı ve ayrımcı söyleminden de geri adım attırmasını sağlayacaktır. Erdoğan'ın Dersim katliamıyla ilgili söyledikleri doğru olsa bile bunu TC'nin bir faaliyeti gibi göstermek yerine günümüzdeki haliyle o dönemki CHP'yle ismi dışında hiç bir benzerliği olmayan şimdiki, CHP'yi sorumlu tutan tavrı, demagojik ve siyasal rakibi CHP'yi küçük düşürmek amaçlıdır. Erdoğan kendisi çok iyi biliyor ki, Dersim katliamının kararını veren aynı zamanda CHP'nin genel başkanı Atatürk'ten başkası değildir, o dönemin başbakanı da Celal Bayar'dır. Meclisin çıkardığı yasaya dayalı Bakanlar Kurulu kararıyla verilmiş bir katliam söz konusudur. Şimdiki CHP'nin Dersim katliamı nedeniyle özür dilemesi önemli olsa da Dersim Katliamından dolayı asıl olması gereken TBMM ve Bakanlar Kurulu kararıyla katliamın kabulü ve bundan dolayı özür dilenmesidir. Erdoğan bunu yapmak yerine, yetkisiz kalmış makamların özür dilemesini bekliyor. Mecliste çoğunluk elinde, Bakanlar Kurulu da senden müteşekil, neden harekete geçmiyorsun ki. Alman Sosyal Demokrat Partisinin lideri, Yahudi anıtı önünde diz çöküp özür dileyince bunu partisinin genel başkanı olarak değil, Almanya'nın başbakanı olarak yaptı. Bunun yasal ve yazılı gereklerini yerine getirdi. Erdoğan, Kürtler ve Aleviler konusundaki "dış kışkırtma" argümanlarını kullanarak o yıllarda İttihat ve Terakki Partisi(İTP) ile CHP'den farklı mı davranıyor?

O da Türkiye devletinin diğer hükümetlerinin yaptığını yapıyor. Erdoğan, kendi taraftarlarını bütünleştirmek ve toparlamak için elinden geleni yaparken, kendisine rakip olarak gördüklerini hücrelerine kadar bölmek ve parçalamak peşindedir. Ağrı seçimlerinde BDP'lileri erkek ve kadın olarak ayırarak BDP'li erkekleri, kadınların sandığa gitmesini önlediğini söyledi. Erdoğan, bu söylemi ile Kürt ailelerini bile parçalamak için elinden geleni yapıyor. Aile içi şiddet, kadın cinayetleri konusunda kılını kıpırdamayan bir başbakanın bu söylemiyle aile içi şiddeti davet ediyor. Birinci dünya savaşının yüzüncü yılına girerken, Erdoğan üçüncü bir dünya savaşına girecekmiş gibi "Başkomutanlığı" elde etmenin aceleciliği içindedir. Onu İTP'den ayıran tek yön İTP savaşa girerken, padişahı etkisizleştirirken, Erdoğan kendisini padişahlaştırmaya çalışmaktadır. İTP'nin hırsı nasıl ki hüsran olduysa Erdoğan'ın da hüsran olmaya mahkumdur. O nedenle Erdoğan'ın kafasındaki düşman, daha öncekiler yöneticilerinde olduğu gibi "iç düşmanlar"dır. Stratejik derinlikten geri kalan Stratejik sığlığın dere kenarında balık avlamaktır. Ne yazık ki, HES ve AVM yaparak balıklara derede yaşama hakkını bile çok gördü. Derede bile balık avlayamayacak duruma gelen Erdoğan'ı iktidarsız bir iktidar haline geldiğini birileri ona söylemeli. Gezi'ye, Alevilere ve Kürtlere atıp tutmayı bırakmalı. Post-Kemalizm’in, Kemalizm’i kurtarmaya yetmeyeceğini bilmelidir. Erdoğan'ın konuşmasında dikkat çeken noktalardan biri de Erdoğan'ın CHP Tunceli milletvekili Hüseyin Aygün üzerinden CHP/DHKP-C arasında bağlantı kurmasıydı. Erdoğan'ın tipik desteksiz yalanlarından biri olan bu iddia daha önceden Öcalan'ın ve ÇHD'li avukatlar için sarf ettiği "11 kapılı hücre evi" yalanını çağrıştırmaktadır. Erdoğan, söylediklerinin delilini dahi gösterme zahmetine girmemektedir. Soma'ya Alevi eylemci taşındığı iddiası da buna benzer bir iddiadır. Sanki Aleviler öyle bir toplum ki, gerektiğinde dış güçler(lobiler) onları Gezi'ye götürebilmekte, mobil eylemciler gibi başkaları tarafından Soma'ya götürülebilmektedirler. Oysa eylem ve söylemlerini şiddete başvurmadan demokratik yöntemlerle yapmanın en önemli örnekleri Alevilerden gelmektedir. Hükümetin Alevi Açılımı çerçevesinde Alevi Çalıştaylarına katılmakta tereddüt etmediler. Ortay çözüm önerileri çıkmasına rağmen, çözüm konusunda adım atmayan tarafın AKP ve Erdoğan oldığu açıkça ortaya çıktı. Alevilik, zorunlu din dersi ve Cemevi konusunda verilen AİHM'nin kararlarını yerine getirmeyen de Erdoğan'dan başka birisi değildir. Erdoğan, AB'ye ekonomik ilişkiler bağlamında bakmaktadır. AB'ye girişi de Türkiye'nin AB'ye değil de AB'nin Türkiye'ye ihtiyacı olduğu çerçevesinden bakmaktadır. ***

ÖCALAN'IN NEWROZ MEKTUBU ÜZERİNE SİYASAL BİR DEĞERLENDİRME

ÖCALAN'IN NEWROZ MEKTUBU ÜZERİNE SİYASAL BİR DEĞERLENDİRME






Feyzi Çelik
ÇÖZÜMÜN UÇURUMUNDAKİ SÜREÇ VE KÜRDİSTAN
22.03.2014
Öcalan’ın mektubunun ağırlık noktası tıpkı 2013 Newroz’unda olduğu gibi barış ve demokratik siyaset vurgusuydu. Mesajın ideolojik vurgusu ise “Türkiye’yi asırların dayanışma ruhu ile bir olmak” çağrısıydı. Daha genel ve kapsayıcı bir bakış açısı hakimdi. Ancak bunun ne şekilde, hangi aktörler tarafından içinin doldurulması noktasında soyut kalışı, belirsizliğe neden olma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Her şeyden önce kim olursa olsun böyle bir çağrıyı yapanın kendisini taraflar üstü/dışı şeklinde gösterme anlayışının ne kendi tarafına ne de karşı tarafa yararının olmayacağının bilinmesi gerekiyor. Asıl vurgulanması gereken husus, bir tarafı temsil gücüne sahip olan birinin ön açıcı olmasından çok önünün açılması sorunudur. Bu sorun başlı başına yerinde duruyor. Halkın beklentisi de bu yöndeydi. Newroz alanında toplanan Kürtler, sadece mektubun okunması için gelmediler. Evet, geçen süre içinde eller karşılıklı olarak tetikten çekildi. Ancak, tehdit her yönüyle devam ediyor. Müzakere aşamasının en önemli koşulu olan “güven” henüz tesis edilmiş değildir. Güven için, her iki tarafın siyasi liderliklerinin kararlı siyasi duruşuyla birlikte hukukun ve pratik mekanizmaların hayata geçmesi zorunludur. Geçen süre içinde her iki tarafın çözümden ne anladığı konusunda birbirinden farklı anlayışlarda ortak bir noktaya gelinmedi. Kürt tarafı, kendisinin tasfiye edileceği, Türk tarafı ise “bölüneceği” anlayışından kendisini kurtaramadı. Özellikle, Türkiye tarafı bir yandan “Kürtlerle barışı(?)” sağlamaya çalışırken, ülkenin geneli açısından içine girdiği “otoriterleşme” belirtileri Kürt toplumunun Türk toplumuyla, Türk toplumunun da Kürt toplumuyla demokratik ilişki yollarını sınırlama işlevi taşıdı. Gezi’de bunun sıkıntıları görüldü. Devlet, Gezi’deki demokratik duruşu görmek yerine onu kendisine yönelik bir darbe anlayışı şeklinde değerlendirdi. Böylece Türkiye’nin batısında oluşan “demokratik enerjinin” Türkiye’nin doğusunda zaten var olan “demokratik enerjinin” sinerjiye dönüşmesi engellenmiş oldu. Bana göre en büyük kayıp da burada yaşandı. Kendisini hukuk dışı ve hukuk üstü ilan eden anlayışın, bir gün 17 Aralık 2013 yolsuzluk operasyonu karşısındaki körlüğü bu anlayıştan ileri geliyor. Asıl sorgulanması gereken husus budur. AKP hükümeti kendisini hukuka bağlı saysaydı ne Gezi olayları ne de 17 Aralık operasyonu olacaktı. Bu gün, çözümsüzlüğün nedenini Gezi ve 17 Aralık yolsuzluk operasyonlarında arayan anlayışın yarın öbür gün bunu Kürtlerin üzerine yüklerse şaşırmamak gerekiyor.
Kürt Siyasal Hareketi(KSH) ve devrimci sosyalist hareketler daha çok “Türkiye halkları” ibaresini kullandıkları halde, Öcalan mektubunda “Sevgili Türkiye Halkı” ibaresini kullanması “birlik ve dayanışma ruhunu” vurgulamayı amaçlasa da bunun sosyolojik gerçekliğe ne kadar uygun olduğu da tartışmaya muhtaçtır. “Türkiye halkı” diye bir topluluk dediğiniz zaman, farklılıkları görmezlikten gelme anlayışına kapılabilirsiniz. Geçmişten beri, “Türkiye halkları” “Halklara özgürlük” söylemleri hep devleti korkutmuştur. Ne yazık ki, özgürlüklere müdahalenin boyutu o kadar büyümüş ki, “kavramlarla oynamak” bile sıradanlaşmıştır.
Bu nedenle Öcalan’ın mektubunda dile getirdiği “Tarih bize göstermiştir ki eğer kararlı bir barış önderliği sergilenmezse tarihsel sorunlar bildiğini okur ve genellikle çok kayıplı dönüşümlerle cevaplarını üretirler.” Önermesine samimiyetle herkesin sarılması lazımdır.
Öcalan, şu ana kadar yürütülen süreci “diyalog süreci” olarak değerlendirmiştir. Konu, Öcalan/Devlet heyeti ile sınırlanacak olursa buna diyalog denilebilir ancak konunun BDP-İmralı, BDP-Hükümet, BDP/Qandil-Hewler boyutları göz önünde bulundurulduğunda bunun diyalogdan öte anlamlara sahip olduğu görülmektedir. Asıl, sürecin kalbi burada atıyor. Burada üzerinde durulması gereken en önemli husus, BDP’nin Öcalan’la birlikte oynadığı roldür. BDP, sorunlardan etkilenen bir nesne olmaktan çıkmış, sorunlara etki eden bir özneye dönüşmüştür.

Hükümetin ağırdan alma, tek taraflı yürütme, yasal temelden kaçınma ve uzatma tutumuna rağmen barış arayışındaki kararlılık varsa bu sağlayan BDP ile Öcalan arasında oluşan birbirini anlama/tamamlama anlayışıdır. Bana göre Kürt demokratik siyasetinin en önemli kazancı da budur. BDP, kendi içinde de bunun mücadelesini vermiştir. Sonuçta demokratik-sivil siyaset anlayışı ağırlık kazanmıştır. Bu kazanç, devlet ile KCK’nin yeniden çatışma haline gelmemesi için elinden geleni yapmıştır. Yasal düzenleme yokken, bunu yapabildiyse yasal düzenleme ile birlikte daha iyi yapılabileceği kendisini göstermiştir. Yasal güvence ve çerçeve sadece Kürt tarafının da ihtiyacı değildir. Yasal çerçeve, başbakan dahil devlet tarafı için de gereklidir. Öcalan’ın “müzakere sistematiği için yasal çerçeve kaçınılmaz olmuştur.” Demesinin anlamı budur. Önümüzdeki yerel seçimlerde bunun siyasal sonuçları daha fazla açığa çıkacaktır. KSH, elinde bulundurduğu belediyeleri artırmakla kalmayacak, demokratik siyasetin alanını daha da genişletecektir.
Öcalan’ın mektubunda geçen “birbirini tekrarlayan darbelerle mi yoksa tam ve radikal bir demokrasiyle mi yola devam edeceğimiz sorusu” Türkiye siyasal tarihinin en önemli sorusudur. Geçmiş tarihsel süreç göz önünde bulundurulduğunda Türkiye’de darbeler sürekli olmuştur. Darbeler karşısında “demokratik bir direnişin” olmadığı da siyasal bir gerçekliktir. Darbelerle mücadele ettiğini söyleyen AKP’nin kendi içinde yaşadığı sarsıntı karşısında yeniden “darbecilere” gülücükler atmaya başlaması darbeci anlayışın halen canlı olduğunun en önemli göstergesidir. Ayrıca gerek Gezi’ye gerekse 17 Aralık Operasyonlarının –hükümetin söylemiyle- darbe demenin bir anlamı yoktur. Burada üzerinde durulması gereken darbelerin gerisindeki anlayış/zihniyet/ideolojidir. Yüz yılların birikimini içinde taşıyan bu anlayışın “darbe” adı altında sürekli olarak toplumu kayba mahkum etmesinin izleri görünmeyecek düzeyde derinlerdedir. Bunu oluşturan devletin baskı aygıtları olan ordu, polis, yargı organları ve idari bürokrasinin organik yapısı, ideolojik yapısıyla birlikte varlığını sürdürüyor. Gezi ve 17 Aralık’ı “darbe” olarak gösterip, asıl darbenin nasıl olacağını size gösterecekler pusuda her zaman hazırlar. Çünkü, bu anlayışı ortadan kaldıracak “devletin demokratik dönüşümü” konusunda bir şey yapılmadı. Yapılan “doldur-boşalt/yerini al” anlayışı olunca başka bir sonuç da beklenmezdi. Asıl olarak Öcalan’ın üzerinde durduğu nokta da burasıdır. Öcalan, “Ya son 200 yıllık kapitalist moderniteye dayalı komplocu-darbeci rejim kendini yeniden restore ederek sürdürecektir ya da tarihsel rotasına oturtulmuş Türk-Kürt ilişkileri en kapsamlı demokratik reformlardan geçerek demokratik anayasal bir rejimle komplocu-darbeci mekanizmaları parçalayarak çözümlenecektir. Bütün ara yollar ve geçici biçimler artık miyadını doldurmuştur.” Diyerek bunu ifade etmiştir. Bunu gerçekleştirecek bir anlayış var mı yok mu asıl üzerinde durulması gereken budur. Öcalan’ın “darbe” karşıtı söylemini “17 Aralık’ı darbe olarak” görmeye indirgemek de yanlıştır. Öcalan bunu demekle, iki yüz yıllık bir darbecilik anlayışını ifade etmek istemiştir. Çünkü, çözüm gücünü kaybeden hükümetlerin darbe ile devrileceğini bilmektedir. Geride kalan barış süreci nasıl adlandırılırsa adlandırılsın geriye dönüşün her iki tarafı da yıkıma götüreceği ortaya çıkmıştır. Öcalan, “Oslo'dan Paris'e, Gever'den Lice'ye, KCK operasyonlarından hasta tutsaklarımıza dönük zalim tutuma varana değin birçok saldırıya maruz kaldığını” diyerek barış karşısındaki kirli oyunlara dikkat çekmiş, bu oyunları bozduklarını söylemiştir. Bu açıdan Öcalan’ın, “Biz direnirken korkmadık, barışırken de korkmayacağız.” Deyişinden herkesin ders çıkarması gerekmektedir. “Barışımız da hükümetler ya da devletler için değil, bu toprakların binlerce yıllık kadim değerlerini özümseyen, dünya kültürel mirasının eşsiz hazırlayıcısı olan Anadolu, Kürdistan ve Mezopotamya halkları içindir. Hükümet ve devlet bu gerçekliğe uygun bir ciddiyet geliştirmekle yükümlü” olduğunu söyleyerek herkesi sorumlu bir dil ve uslup kullanmaya davet etmiştir.
AKP’nin en önemli özelliği, yasal veya anayasal düzenlemeler yaparken, toplumu bir beklenti içinde bırakarak ya da toplum lehine olabilecek bazı düzenlemeleri de yasal düzenlemeler içine serpiştirerek kamuoyunu kendi lehine çevirmede gösterdiği başarıdır. 2010 Anayasa değişikliğinin temel amacı “Yargıyı kendisine uygun dizayn” etmekti. Değişikliğe, “özgürlükler” yönünden bazı kırıntılar ile “12 Eylül Darbesinin ürünü olan geçici 15. maddenin kaldırılması”, Anayasa Mahkemesine “bireysel başvuru” yolunu getirerek hem kendi gerçek amacını toplumdan gizleme hem de düzenlemeye karşı oluşacak tepkileri azaltmayı amaçlamıştır. Buna benzer düzenlemeler, Özel Yetkili Mahkemelerin kaldırılmasına dair kanunda da yapıldı. MİT yasa teklifinde buna benzer “olumlu(?)” düzenlemeler olmamakla birlikte yasanın mecliste görüşülmesi sırasında “çözüm sürecinde yer alanlara yasal düzenleme” adı altında bazı düzenlemelerle bu yasa sanki çözüm sürecini devam ettirme iradesi gösteren bir yasa imiş gibi bir görüntü verilmeye çalışılmaktadır. Diğer yasal düzenlemelerde olduğu gibi AKP’nin bunu da “toplumsal algı” yönetiminin bir parçası olduğu görülmektedir. AKP’nin gerçekten “çözüm sürecinin yasal güvenceye alınması” konusunda bir anlayışı olmuş olsaydı;bunu MİT yasası içinde değil de başka bir yasa ile yapması gerekirdi. Çünkü istihbarat denilince “gizlilik” akla gelir. Hele hele MİT görevlilerine “kişisel dokunulmazlıktan” öte “kurumsal dokunulmazlık” veren düzenlemeleri ile birlikte ele alındığında “çözüm sürecine” dair düzenlemelerin bu yasa da yerinin olmaması gerekir. Hükümet, “çözüm sürecine” dair düzenlemeleri bu yasanın metnine ekleyerek, çözüm sürecine siyasal bir anlam yüklemekten de kaçınmaktadır. Çözüm sürecini, idari mercilere bırakan bir anlayışın sürdürüldüğünün çokça örnekleri vardır.

Bu yılki Newroz’u önceki yıllardan farklı kılan yönü KCK eş başkanı Cemil Bayık’ın görüntülü mesajıydı. Bazı noktalarda Öcalan’ın mektubundan farklı vurgular olsa da her iki konuşma birbirini tamamlayacak nitelikteydi. Cemil Bayık’ın konuşmasında AKP’ye yönelik eleştirilerin dozajı Öcalan’ın mektubuna göre daha ağır olsa da her ikisi de mevcut hükümete çağrı yapmış olmalarıdır. Hatta Cemil Bayık, “Biz de dahil, Türkiye halkları ve demokratik güçler buna yeterli sahip çıkmadılar. Eğer biz, halklar ve demokratik güçler vazifelerini yerine getirseydi, bu süreç gelişirdi, Türkiye demokratikleşebilir ve Kürt sorunu çözülebilirdi.” Diyerek öz eleştiride bulunmuştur. Cemil Bayık görüntülü mesajıyla, Öcalan’ın arkasında olduklarını vurgulamıştır. Böylece “Qandil ile İmralı arasında farklılık/çelişki vardır.” Söylemlerine gerekli cevabı da vermiştir. 2014 Newroz’undan çıkan mesajın amacına ulaşması için ne yazık ki, geçen yıl ki siyasal ortamın koşulları bu yıl görülmüyor. Dışarıda Türkiye’nin Ortadoğu politikasının çökmesi, kendi partisi içinde yaşadığı sorunlar başbakanı oldukça güçten düşürmüş durumdadır. Geçmişte varsaydığı gücünü, kendi gücünü konsolide etmede kullanan birinin bu haliyle mevcut gücünü kendisini korumak için kullanacağını da göz önünde bulundurmak gerekiyor. Bu nedenle, fazla iyimserliğin çözüme yarar getirmeyeceği bilinmelidir. Siyasette iyi niyet, güven gibi değerlerin tarafların gücü çerçevesinde değerlendirilmesi de reel politiğin de bir gereğidir. Ne olursa olsun bu yılki, Newroz’u önemli kılan bir husus da yerel seçimler öncesine denk gelmiş olmasıdır. Kürtlerin ulusal birliğine bir adım daha yaklaşmak anlamına gelen bu Newroz’un yarattığı sıcaklığın etkisi sandığa mutlaka yansıyacak tır. Bu da örgütlemesi, ifadesi ve direnişiyle onlara her alanda özgürlüğün kapısını açacaktır. Zindanlar boşalacak, dağlar çiçek açacaktır.
O zaman da “Newroz” özgürlük karnavalına dönüşecektir. ***