ÖZGÜR ERDEM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ÖZGÜR ERDEM etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

19 Ağustos 2016 Cuma

Araştırmacı - yazar, Orhan Koloğlu ile Söyleşi BÖLÜM 1



Araştırmacı-yazar Orhan Koloğlu ile söyleşi,

  BÖLÜM 1


kologlu

Araştırmacı-yazar Orhan Koloğlu ile İttihatçılar ve İttihatçılık üzerine konuştuk. Röportajı gazetemizin sahibi ve sorumlu yazıişleri müdürü Özgür Erdemgerçekleştirdi.




Mustafa Kemal’den önceki Osmanlı aydınları ya devlet memuru ya da ajandı

Birinci Dünya Savaşı öncesi Osmanlı karşıtı ittifak
TÜRKSOLU: Yeni bir dünya savaşına doğru gidiliyor ve İttihatçılar Birinci Dünya Savaşı döneminde Osmanlı’nın kaderini yönetmişlerdi. Verdikleri kararlar neticesinde Osmanlı İmparatorluğu yıkıldı. Başka çareleri var mıydı, bunları konuşmak gerekiyor.
İttihatçılar üzerinden konuşursak, 1908-1914 arası 6 yıllık dönemde Osmanlı İmparatorluğu üzerinde bir İngiliz-Alman mücadelesi var. Tabii Rusya’nın da ayrı bir ajandası mevcut. Fransa ise tetikte bekliyor. Emperyalistler arası çatışma açısından bakarsak, o günleri nasıl değerlendirebiliriz?
ORHAN KOLOĞLU: 19. yüzyılın ortalarına gittiğimizde, malum Kırım Savaşı, 1854’ler… İngilizler, o dönem Rus’un aşağıya inmesine karşı. Ama 1800’lerin sonlarına doğru yavaş yavaş birleşiyorlar.
1878’de Almanların Osmanlı ile Ruslar arasında yapılan Ayastefanos Antlaşması’na müdahale etmesi ve işgal edilen İstanbul’dan sonra Balkanlar’ın da iade edilmesini sağlamasından sonra Ruslar o zaman politika değiştirerek İngiltere karşıtlığını bırakıp Almanya’ya karşı İngiliz-Fransız ittifakına katılıyor.
kologluroportaj1TÜRKSOLU: O dönem II. Abdülhamid’de de bir Alman hayranlığı var.
ORHAN KOLOĞLU: II. Abdülhamid’in de Almanlardan destek alması, bilhassa ordu için Alman eğitimi başlatması, apayrı bir dönemi başlatıyor.
İlk defa zaten 1878’den itibaren Almanya’da dünya liderliği çalışmaları başlıyor. Almanlar, İngiliz-Fransız-Rus ittifakına karşı müttefik arıyor. II. Abdülhamid’i zaten yanına almış. İtalya, yavaş yavaş Almanya’ya yanaşıyor. Bir de Avusturya, tam Avrupa’nın ortası… Kısacası Rus’a karşı olanlar, Almanlar, İtalyanlar ve Avusturya-Macaristan, birleşiyor. Bu Üçlü İttifak. İngiltere-Fransa-Rusya işbirliği ise, biliyorsunuz Üçlü İtilaf. Yavaş yavaş birbirlerine karşı yarışa giriyorlar.
TÜRKSOLU: Asıl paylaşılmak istenen Osmanlı değil mi?
ORHAN KOLOĞLU: Bilhassa 1908 yılında İngiltere ve Rusya arasında Reval toplantısı var. Bu toplantı hakkında bizim İttihatçılara bilgi ulaştıranlar da İtalyan ve Almanlar. Oradan Osmanlı’nın paylaşılacağı mesajını ulaştırıyorlar. Zaten, Meşrutiyet ilanının üzerine geliyor. Aslında tamamen dünyanın paylaşılması hususunda iki grup arasında da denge farkı var. Avrupa’daki grup, Almanya-Avusturya-İtalya ufak bir grup. İlk defa ortaya çıkıyorlar. Öbürleri de dünyayı zaten paylaşmış olanlar. Rusya bütün Orta Asya’yı almış, İngiltere bütün Afrika’ya ve Amerika’ya hâkim, Fransa da öyle. Dolayısıyla biz tam paylaşma içindeyiz. Bunun içinde İttihatçıları yönlendirecek başka güç yok. Mesela şunu da söyleyeyim, Osmanlı’nın paylaşılma şekline Üçlü İtilaf karar vermiş.
Özellikle de hakikaten II. Abdülhamid politikayı çok iyi öğrenmiştir. Araplar da dâhil ne kadar alıp götürüyorlar, her şeyin çok iyi farkında. Burada ister istemez bir tercih yapmak durumu beliriyor. Bir de ordunun bütün eğitimi 1882’den itibaren hep Almanlara verilmiş. Onlar da yeni beliren kendi Alman İmparatorluklarının çıkarlarına bakıyorlar. Bakarken de kullanacağı adamları, kendi gönüllü gelmiş olanlar içerisinden seçiyor. İçinde gerçekten nereye bakacağını bilen yok.
Osmanlı’da düşünür kesimi diye bir şey yok. Biraz düşünür olanı II. Abdülhamid satın alıp devlet memuru yapıyor.
Düşünün hatta Namık Kemal gibi bir adam, özgürlükçü diyorsunuz, sonradan kaymakam olup gidiyor. Mizancı Murat, İttihatçıların lideri, sonra geliyor Padişah’a memur olup susuyor.
kologluroportaj2II. Abdülhamid aydınları satın alarak sustururdu
TÜRKSOLU: O dönemin Osmanlı aydını da bu emperyalist seçeneklerden birini seçmek durumunda kalıyor.
ORHAN KOLOĞLU: Osmanlı yapısının içindeki düşünür kesimini ele alırsak, şunu belirtmek lazım, çok önemli bilgidir, Osmanlı’nın içinde düşünür kesim dediğin zaten devletin memurlarıdır. Düşünür kesimi diye bir şey yok. Biraz düşünür olanı II. Abdülhamid satın alıp devlet memuru yapıyor.
Düşünün hatta Namık Kemal gibi bir adam, özgürlükçü diyorsunuz, sonradan kaymakam olup gidiyor. Mizancı Murat, İttihatçıların lideri, sonra geliyor Padişah’a memur olup susuyor. Dolayısıyla toplumun değişmesi, 15. yüzyıldaki Avrupa’nın Rönesans yapması gibi değil. Daha başlangıçta değişim gelmiş, doğru ama nesiller istiyor. Hiçbiri yok. Dolayısıyla bunlar çok hızlı düşünen kesimler.
Bu kesim içinde hakikaten kabul etmek lazım, çok farklı düşünen bir tek Atatürk var. O apayrı. Tamamen dışında, ama ön plandaki bütün düşünürler hep memurdur. Örneğin Afgani… Arap aydınıdır. Haçlılara karşı Panislam yapalım diye çıkar, ondan sonra gelir II. Abdülhamid’in misafiri olarak İstanbul’da ölür.
Mısır ayaklanmak ister, ayaklanmak istediği zaman da Osmanlı’ya karşı olarak hemen İngiliz’e yanaşır. Demek ki bütün İslam dünyası kendi olumsuzluğunun içinden çıkamıyor. Bunun için de 1908’e geldiğiniz zaman dikkati çeken husus, bütün olayların, yani 1908’deki II. Meşrutiyet ilanını getiren olayların hepsi Balkanlar’da cereyan ediyor. Arabistan’da hazırlıklar var. İngiliz ve Fransızlar hazırlık yapıyor, o ayrı ama tam öne çıkmış gibi değil. Balkanlar’da ise özellikle Rusya’nın da hazırlıkları var.
TÜRKSOLU: Tam Meşrutiyet öncesi, Balkanlar’da da büyük bir emperyalist paylaşım mücadelesi var.
ORHAN KOLOĞLU: Müthiş bir mücadele var. Artık Türk’ü tam olarak dışarıya, Avrupa’dan çıkarma planı var. Bunun içinde tabii İstanbul var. O da hesapta.
Bir de burada kabul etmek lazım ki, hakikaten İstanbul dünyanın en önemli şehirlerinden biri. Tarihe yerleşmiş ve oraya yerleşen de dünyanın üstüne oturmuş sayılmış. Düşünün Osmanlı, Fatih gelip aldığı zaman, Roma şehri dini gücünü kaybeder. Papalık vardır ama Hıristiyanlığın merkezi değildir. İmparatorluğun merkezi ise Konstantinopolis’tir. Bütün hırsları, Haçlı Seferleri bile İstanbul’u almak içindir. Hz. Peygamber bile İstanbul’u almayı hedef gösterir. İstanbul hakikaten dünyanın en önemli şehirlerinden birisidir.
Dini şehir olarak hep Kudüs’ü biliriz. Halbuki, Kudüs için kimsenin mücadele ettiği falan yok. Gerçek mücadele İstanbul üzerinedir. İstanbul varken hepsi ama içerden cemaatleri de oluşturma mekanizması acayip bir şekilde işlemiştir.
kologlukitap1Osmanlı’da ilk Türkçe gazete bile Mısır’da çıktı
TÜRKSOLU: Bunların azınlıklar üzerindeki etkileri nasıl? Meşrutiyetin ilanı için sonuçta Rum, Ermeni, Yahudi, bütün azınlıkların da o Meşrutiyet mücadelesi içinde yeri var. Bu yüzden günümüz Abdülhamidçileri bütün Meşrutiyet’i bir emperyalist tezgah olarak gösterir. İngilizlerin, Almanların, Rusların bir parmağı var mıydı Meşrutiyet’te?
ORHAN KOLOĞLU: Hayır. Şöyle almak lazım, şimdi Meşrutiyet’e varmamızın temelinde ne var? Daha 1830’larda Milliyet-i Hakime, Ermeni, Rum diye ayrım yapılması var. Milleti dikkat ediniz, Osmanlı yapısını resmi olarak milletlere bölüyor. Bu çok önemli. 1830’larda bu başlıyorsa, bu 70 senede ne gelişir?
Ne enteresan… Benim ayrı bir çalışmam olduğu için rahat söyleyeceğim, özellikle mesela Araplarda bir şey yoktur. 2007’de İslam Kültür Merkezi’nin yayımladığı Türk-Arap ilişkileri kitabında bir kayıt vardır. Osmanlı’daki Arap nüfusu 20 milyondu ama 200 kişide bir kişi okuryazardı. Arap kendisinin okuryazar olmadığını kabul ediyor. Bunu yazan Kasım adındaki Mısırlı Arap tarihçi. Eski tarihçi değil, günümüzün tarihçisi. 200’de bir.
kologlukitap2Osmanlı’da okuryazar oranı sadece %8-10. Peki, bunlar kim? Devlet memuru. Devlet memuru olduğu için devletlû oluyor. Hatta ne örneğini verdik, çok büyük özgürlükçü sayılan Namık Kemal dahi memur. Demek ki, bir toplumun gerçekten toplu şekilde bütünüyle hazırlanamadığı için tabanın, düşünür olması lazım ama yok. %8’i okuyorsa, köylüm ne biliyor? İmamının, hocasının söylediklerini biliyorlar ki, onlar da köyde hiçbir şey bilmiyorlar.
Böyle bir yapı içinde İttihat ve Terakki Meşrutiyet’i getirmek için harekete geçti. Haklılar, dünyaya uymak gerekiyor. Zaten zorlanıyor da. Burada çok enterasan Abdülhamid döneminde Türkçe basın son derece geç başlar. İstanbul’da Fransızca, Ermenice, Rumca, her türlü basın çıkmaya başlar. Türkçe çok sonradır. Her vilayette Türkçe ve o vilayetin halkının diliyle gazete çıkmaya başlıyor. Demek ki, her bölgenin insanına kendi kimliği, Türkçe-Rumca, Türkçe-Ermenice, Türkçe-Arapça vilayet gazetesi çıkıyor. Ama Türkçe gazete bile İstanbul’da başlamaz, ilk defa Mısır’da başlar. Vekayi-i Mısriyyediye Mehmet Ali Paşa başlatır. Türkçe-Arapça olarak ve Mısır halkına Türkçeyi öğreteceğim diye başlar. Osmanlı dönemi basının tamamını taradığım için rahat söylüyorum, Mısır’da 1828 yılında başlar.
kologlukitap3TÜRKSOLU: İstanbul’da ise 3 sene sonra değil mi, 1831…
ORHAN KOLOĞLU: 1831’deki resmi gazetedir. DevletTakvim-i Vekayi’yi çıkarıyor. Şimdi dikkat edin, Vekayi Mısriyye’ye karşı. Çünkü bir Türk gazete çıkarmış ve gazetenin içinde Araplara Türkçe öğretecek bir gazete var. Bunu Arap kendisi okuyamıyor. Hiçbir kesimiyle oluşmamış bir topluma yenilikler getiriyorsunuz. Ne getirirsiniz? Nitekim o tartışma da başlar.
Derken Mehmet Ali Paşa Fransızlarla işbirliği yapar, 1840’a kadar savaşlar olur. Suriye’yi almaya gider. Kütahya’ya kadar gelir. Avrupa engeller. Bu arada Millet-i Hâkime, Millet-i Yahudi, Millet-i Rum, Millet-i Ermeni kalıpları yerleşir. Şimdi siz 1908’e gelirseniz bu ortamda II. Abdülhamid bunu engeller, sansür getirir, mecburdur. Çünkü çaresi yok.
İngiltere’den Almanya’ya Siyonizm
II. Abdülhamid tabii ki diktatör ama eğer 30 sene diktatörlük yapmasaydı, Osmanlı çok daha önceden yıkılır, dağılırdı. Güçlü bir grup Almanlarla işbirliği içerisinde bulunuyor. Alman imparatoru iki defa ziyaret eder. Ama Almanların da hayali bu sefer dünya liderliğidir.
TÜRKSOLU: Almanlar da sonuçta Osmanlı’yı sömürgeye dönüştürmek istemiyor mu?
ORHAN KOLOĞLU: Tabii ki. Kontrolüne almak istiyor. Hilafeti de kullanayım diye düşünüyor. Nitekim dikkat edin 1898’de Alman İmparatoru İstanbul’dan sonra Kudüs’e gider. Nerelere sulandığı belli.
TÜRKSOLU: Siyonizmi o dönem en çok destekleyen Almanlar…
ORHAN KOLOĞLU: Herzl Almanlarla başlar ama asıl Yahudiliği savunan İngiltere’dir. Mesela o dönemin ünlü İngiliz Başbakanı Benjamin Disraeli Yahudidir. İngiltere kabul etmek gerekir ki, Yahudileri tam kontrolünde tutuyor.
Bunun için Alman geliyor Ortadoğu’ya, ama tam giremiyor. Bir türlü yerleşemiyor. Bu yüzden Osmanlı devletine giriyor, Alman subaylar Osmanlı ordusunu yeniden yaratıyor.
Öncesinde esas olarak Fransa’dan gelenler vardır. Galatasaray Lisesi’ni kurdular. Fransız kültürü… II. Abdülhamid ile birlikte bunun yerine Alman kültürü girmeye başlar. Ordu ve devlet içinde Alman eğitimi başlar, Almanların dünyaya hâkimiyet düşüncesine bağlı olarak yönlendirme yapılır.
II. Abdülhamid bağımsızlık isteyen etnik yapıların liderlerini de satın alırdı
TÜRKSOLU: Şöyle bir çelişki de var aslında. Türkiye’de bir fikir hareketi olmadığı için dönemin siyasetçileri büyük devletlere bağlı olma durumunda kalıyor. Mesela II. Abdülhamid döneminin büyük sansürü yerine daha özgürlükçü bir  fikir hayatı olsaydı Türkçülük hareketi 1870’lerde ortaya çıkmaz mıydı?
ORHAN KOLOĞLU: Olabilir. Türk lafı o dönem kesinlikle yasak.
TÜRKSOLU: Osmanlı’nın o dönem şöyle bir sorunu var. Her türlü akım var, Rumculuk, Ermenicilik gibi. Bir Türkçülük yok. Sebebi nedir? II. Abdülhamid bunun önünü açsaydı daha iyi olmaz mıydı?
ORHAN KOLOĞLU: Açamazdı. Açmadı. Bilakis uyutma politikası uygulamıştır. Afgani’yi alıyor, içerde uyutuyor. Çünkü hepsinin ayrılıkçı akımda olduğunu ve hepsinin de dışarıdan yönlendirildiğini düşünüyor.
TÜRKSOLU: Uyutmak için aşiret mektebini kullanıyor.
ORHAN KOLOĞLU: Aşiret mektebinin yapılmasında özellikle Ermenilerin de etkisi var. Çünkü Ermeniler ve Gürcüler Ruslardan destek alıyorlar. Bunu durdurmanın yolu nereden geçer? Ancak kendi içinde tutarlı bir hareket kurabilirse durdurabilir. II. Abdülhamid her bir cemaatin liderini parayla satın alma yoluna gidiyor. Belki o dönemde zaten yapacak başka bir şey yok. Dikkati çeken, ne dedik, Arapları okuryazar değil. Ama şu da var, Arapça okuryazarı az dedik ama bütün sahildeki Hıristiyan Araplar da Arapça konuşuyor. Avrupa’yla ilişkiden memnun. Ticaret orada, para orada. Dikkat ediniz, İngiltere daha 1700’lerin başında Hindistan’a yerleşir ve Basra Körfezi’ndeki bütün sahil şeridini kontrolüne alır. Buradaki Şeyhlikle anlaşma yapıyor, ben sana para veririm sen bana ticaret yaptırırsın. Ama oradaki malı da alıp Avrupa’ya götürüyor. Bütün Afrika boyunca muazzam bir sistem kurmuş. Bu sayede şıkır şıkır işliyor. Hatta Fransa falan çıldırıyorlar. Arap dünyasını İngiliz’in tam ele geçirmesi böyle bir tezgahtan geçiyor.
Okuryazarlık hikâyesine dönersek, benimkiler gelecekler, nereye? II. Abdülhamid bunları durdurmak için içlerinden parayla adam satın alıyor. Nereye kadar gidebilir? Ama ordunun lüzumunun farkındadır. Almanlar da onu oluşturunca bu sefer ordudan başka mekanizma gelişir. Almanların bu tahrikinin bizim askeri kesimi etkilemesinin rolünü kabul etmek lazım. Bulgaristan, Sırbistan hepsi Rus etkisinde kalmışlar.
Ayaklanmalar, şöyle düşünelim, Enver niye büyük kahraman oldu? Edirne’den çok evvel, Balkanlar’da dağa çıktı, onlarla mücadeleye girdi ve onlarla mücadele ederken Meşrutiyet’i ilan etti. Burada bir kararname var. Biz kendi içimizdeki bir sorunla uğraşıyoruz. Hedefinde kim var? Bulgar, Sırp, Arnavut çeteler var. Bunlarla uğraşıyoruz diyorsun ama arkasında hepsinin Ruslar vs. var. Bunlara karşı kim mücadele etti? Arnavutları filan İtalyanlar ve Avusturyalılar destekliyorlar. Aslında Osmanlı’yı parçalamanın kavgasını veriyorlar.
TÜRKSOLU: O dönem Almanya’nın Osmanlı’yla dostluğu biliniyor ama 1897’de Türk-Yunan savaşında Almanya, Osmanlı’nın tarafını tutmuyor.
ORHAN KOLOĞLU: Görünüşte onlar da İngilizlerle tam hırlaşmak istemiyorlar. O restleşme Reval toplantısına kadar 1908’e kadar dengeli gider.
TÜRKSOLU: Alman dostluğu politikası II. Abdülhamid için bayağı bir hayal kırıklığı oluşturuyor öyleyse
ORHAN KOLOĞLU: Ne Almanı ne İngiliz, Fransız, Rus’u için Osmanlı’nın yaşaması gibi bir şey bahis konusu değil. Dünyada Osmanlı nasıl Asya’ya atılacak, bu tartışılıyor.
TÜRKSOLU: Aslında 1908’de durum Osmanlı için son derece çözümsüz görünüyor. Gücünüz yok, herkes paylaşmak istiyor. Bir Mustafa Kemal çözümü o dönemden mümkün değil miydi?
ORHAN KOLOĞLU: Şunu söyleyeyim. Dikkat edin II. Abdülhamid bütün basını sansüre alır, II. Abdülhamid döneminde çıkan gazete sayısı bütün ülkede diyelim ki, 100 tanedir ama devlet kontrolünde. Fransızca, İngilizce de var ama kontrol altında. Meşrutiyet’in ilanı ile beraber sayısı 700 olur. Her dilde her toplum kendi özgürlüğü için bağırmaya başlar. Bu bir şeyi anlatıyor. Nasıl hazırlanmışlar… Bir bağrışmadır gider. Zaten o yüzden 31 Mart denilen olay yaşanır. Hareket Ordusu gelir, bu sefer diktatörlük İttihatçılara geçer. Toplumun içi öyle bir hazırlanmış ki, bütün manastırlar ve kiliselerle bütün Amerikan okulları, İzmir’deki, Sivas’taki Protestanlar…
Amerikalıların Sivas gibi bir yerde ne işi var? Ermeni’yi kim götürüyor? Hatta şu var, 1909 sonu Ermeniler Adana’yı bile almaya kalkıp ayaklanıyor. Sadece Ermeni karşıtlığı gibi alınmamalı ama hepsi bunu yapıyor. Arap da yapıyor, Ermeni de, Rum da yapıyor.
31 Mart’ın lideri Derviş Vahdeti İngiliz ajanıdır
TÜRKSOLU: Doğan Avcıoğlunun “31 Mart’ta Yabancı Parmağı” diye bir kitabı vardır. 31 Mart ayaklanmasını bizzat İngilizlerin desteklediğini söyler. Sizin kitaplarınızda da buna benzer ifadeler var. Biraz bunun üzerinde durabilir misiniz?
ORHAN KOLOĞLU: 31 Mart’ta olaylara karıştırılan ajanların sayısı çok farklı. Neydi 31 Mart’ta ismi geçen adam? Derviş Vahdeti. Ben gittim Kıbrıs’ta Vahdeti’nin üzerinde çalıştım. Çok acıklı ve karmakarışık bir şey çıktı. O zamanki düşünür takımının ne kadar karmaşık kafalı olduğu ortaya çıktı. Çok saygı duyulan Namık Kemal gidip memur oluyor. Hani devrimciydin? Bu Namık Kemal’i dışlamak anlamında değil. Yapacağı bir şey yok. Ülkenin toplum şartları başka. Tek başına bağırıyor, bağırıyor sonrası açlık.
TÜRKSOLU: O dönemde İngiltere’den, Fransa’dan para alanlar da var yani…
ORHAN KOLOĞLU: Tabii. Dolayısıyla benim toplumum her şeyiyle çürümüş. Vahdeti’yi ele alacak olursak, Vahdeti çok açık bir şekilde İngiliz ajanlığı yapmıştır. Kendi makalelerini buldum. Derken II. Abdülhamid bunu tavlıyor, II. Abdülhamid’in ajanı oluyor. Adamda bir ajan olma hastalığı var. Abdülhamid adına İstanbul’da çalışırken bu sefer emrine girdiği Abdülhamid’in paşasını, istihbaratı yöneten paşayı, Abdülhamid’e jurnalliyor. Abdülhamit’in güvendiği adam falan.
En sonunda Derviş Vahdeti de İttihatçı oldu diye jurnalleniyor ve Diyarbakır’a sürülüyor! Derken Meşrutiyet ilan edilince İttihatçı olarak ortaya çıkıyor. Ben onun yayımladığı derginin, gazetenin tamamını taradım, Volkan gazetesiydi, orada tamamen Panislamizm yapalım diye yazıyor. Yine Abdülhamidçi yani… Bütün Orta Asya’ya Rusya hakim. Bütün İslam dünyasına İngiliz hâkim. Neyin Panislamizmini yapıyorsun? Sarayın kapısına kadar geliyor, Abdülhamid reddediyor.
Onun üzerine Hareket Ordusu geliyor. 100 gazete çıkan bir ülkede 700 gazete ve hepsi de özgürlükçü. Kafalar deliler gibi karışık. Birbirinin aleyhine yazmadıklarını bırakmıyorlar. Üsluplar çok sert gerçekten. Dedikodu düzeyinde yazılar falan.
TÜRKSOLU: O dönem İttihatçıların da kafası karışık. Osmanlıcılıktan Türkçülüğe savrulup duruyorlar. 
ORHAN KOLOĞLU: İttihat ve Terakki sanıldığı gibi Türkçülükle başlamaz. Osmanlı bütünlüğü esastır. İsimdeki ittihat zaten birlik demektir. İttihat ve Terakki birlikte gelişme anlamındadır. Ama bu Hareket Ordusu’yla beraber, başka çaresi yok, ayaklanma çıkmış, Abdülhamid bile reddediyor, düşünün. Yalnız bununla beraber İngiliz yanlısı kesim çok yakın bir şekilde Ahrar Partisi, daha sonraki Hürriyet ve İtilaf Fırkası filan bunlar, İttihat ve Terakki’yi Alman yanlısı ilan ederler. Hâlbuki görünüşte tam olarak öyle değil. Ama ordudan geldikleri için, elbette bir Alman yakınlığı var. Ordudaki öğretmenleri hep Alman subayları çünkü. Tabii, sonra Ordu içindeki 31 Mart yanlılarını ayıklamaya başlayınca Ordu içinde de bir ikilik çıkıyor.
TÜRKSOLU: Sonuç olarak Meşrutiyet’i devrimci bir hareket olarak nitelendiriyor musunuz?
ORHAN KOLOĞLU: Hayır. Devrim, bizde ilk adımını 1730’dan önce Lale Devri’nde yapmayı düşünür, Avrupa’dan örnek alarak. Yeniçeriler, o dönem en geriler. 100 sene gecikirler. 1826’da ordu ortadan kaldırılır ama bütün tarihi ordu üzerine kurulu olan devlet için bu büyük bir travma… 1826’dan sonra bir de Mısır çıkıp da bağımsızlık hareketi yapınca ve Arap kesimini de harekete geçirince, Osmanlı’nın sömürgeleşme, çözülme dönemin başlar.
Tarihimizin ilk toplumsal devrimcisi Atatürk’tür
Tarihe baktığınız zaman büyük devletlerin en büyük devlet olması ve batmasının birkaç yüzyıl aldığını görürsünüz. Roma İmparatorluğu, 395’te filan kuruluyor. 400 sene daha ben iddialıyım diyor. Ama 400 sene sonra da yıkılıyor. İstanbul’daki Roma İmparatorluğu, 1206’daki egemenliğe kadar Katolikler gelip işgal eder. Yani yaşamak uzun sürüyor ama çözüm getirme çok daha uzun sürüyor.
Bizim devrim 1730’da yapamamışsın, 1826’da yapmışsın, açıyorsun tamam ama bir düğmeye basınca kapanıyor. Ta kaç sene sürüyor. Dolayısıyla toplumsal devrimci dediğiniz zaman, ilk Atatürk’ü anlamalıyız.
Ben Atatürk’ü sanıldığı gibi 1919’da başlar kabul etmem. 1826’da başlar. 1826’dan itibaren Osmanlı içinde eğitim başlar değil mi? Adım adım gelir Atatürk’ün aldığı eğitimde bütün o geçmişteki çağdaşlaşma hareketi var. Bunun yanında Avrupa muazzam bir hızla gider. Luther’le başlayan değişme 300 sene devam eder, 1789’da Fransız devrimiyle demokrasiye geçer, arkasından demokrasiyi kendi kendilerine bitirirler. Demek ki, değişimi nesiller istiyor. 1908’de Meşrutiyet der demez bütün toplumlar ayrılıyorsa, seninki devrim olmuyor ki.
Şimdi İttihat ve Terakki birlik mesajı veriyor ama birlik olmuyor. Hepsini susturup engelleme yoluna gidiyor. Dikkat ederseniz Türkçülük akımı ne Anadolu’da ne de İstanbul’dan başlar. Orta Asya’dan başlar. Yusuf Akçura’lardan başlar, Ruslara karşı Kırım’dan gelir. Hatta ilk konferanslarını 1906’da Mısır’da yapmışlardır. Çünkü, Abdülhamid buna izin vermemiştir.
TÜRKSOLU: Kim bu ilk Türkçü kongreyi yapanlar?
ORHAN KOLOĞLU: İttihatçılar içindeki Türkçü kesim. Hatta öyle ki, daha 1898-99’daMeşveret Cumhuriyet mesajı Kahire’deki Türk gazetesinde yayımlanıyor. Mısır gibi Arapçanın etkin olduğu bir yerde Türk gazetesi çıkıyor. İttihatçı Mizancı Murat, Mısır’dadır. Türkçülük akımı Osmanlı’da yeşeremiyor. O da dışarıdan geliyor.
TÜRKSOLU: Ermenici, Rumcu akımlar var. Her etnik yapı kendi milliyetçi gruplanmasını yapmışlar ama Türkçü yapı Osmanlı’da kurulamıyor mu?
ORHAN KOLOĞLU: Hayır. Türk dediğimiz köylü demek aslında. Ama dili Türkçe. Devlet Türk ama Türk değil. O dönemde dahi ben rastladım, “ Devleti Ebed Müddet ” kavramı kullanılıyor. Hatta 1920’lerde bile. Hâlâ daha devleti ebed müddet yaşayacak anlayışı vardır. Roma İmparatorluğu’na ne kadar hayran iseler buna da o kadar hayranlar. Dolayısıyla bu adım adım böyle gider. İttihatçılar durdurmaya çalışırlar. Ama kendi içlerindeki bölünme Osmanlı içindeki bölünme sonucu iktidardan uzaklaştırılırlar 1912’de. 1913’te darbeyle gelirler. İşte Türkleşmeleri, Türkçülüğü savunmaya başlamaları o zamandır. 


http://www.turksolu.com.tr/arastirmaci-yazar-orhan-kologlu-ile-soylesi/

***


23 Mart 2016 Çarşamba

Tayyip'in Büyük Şansı: MHP ve CHP'nin Beceriksiz Muhalefeti



Tayyip'in Büyük Şansı: MHP ve CHP'nin Beceriksiz Muhalefeti




Özgür Erdem
Tayyip'in en Büyük Şansı: Muhalefet Yapamayan Muhalefet


12 Haziran akşamı televizyonların başında tüm Türkiye, tüm Türkiye olmasa bile Tayyip'e oy vermeyen %50, "Nereye gidiyoruz" sorusunu kendisine sorarken, gidişatın farkında olmayan tek insan televizyon ekranlarında görünüvermişti: Kemal Kılıçdaroğlu!
Milletvekili sayısını artıran tek partinin CHP olduğunu anlatmış, çok kısa sürede partisinin oy oranını yükselttiğini söylemiş ve büyümekte olan CHP'den bahsetmişti...

İşin ilginci, iktidar partisinin yarısı kadar oy almış bir ana muhalefet partisi lideri bunları söylerken, CHP Genel Merkezi önünde toplanmış kalabalık da "Başbakan Kemal" sloganları atmaktaydı.

Bu bir inanmışlık mıydı, yoksa körlük mü?
Anlama Zaafiyeti miydi, yoksa kararlılık mı?

Siyasi kabızlığın bir örneği miydi, yoksa umudun mu?
12 Haziran seçim sonuçlarıyla birlikte pek çok siyasi tespit yapılabilir. Ancak, nedense üzerinde durulmayan bir gerçek var: Tayyip'in ve AKP'nin en büyük şansı, MHP ve CHP gibi muhalefet partilerinin olmasıdır. 9 yıllık iktidarına rağmen AKP'nin hiç yıpranmamış, aksine güçlenerek iktidarını devam ettirmiş olması AKP'nin başarısının değil, CHP ve MHP'nin başarısızlığının bir sonucudur.

AKP son iki yılda oylarını üçte bir oranında artırdı


2007
2009
2011
AKP
% 47
% 39
% 50
CHP
% 21
% 23
% 26
MHP
% 14
% 16
% 13
DP
% 5.4
% 3.7
% 0.6

Peki neydi muhalefeti başarısız kılan şey?

Muhalefet partileri sesini duyuramadı mı?

Hayır. CHP lideri Kılıçdaroğlu 81 ilde Miting yaptı. 
Bahçeli ise Diyarbakır'a bile gitti.

İki partinin de reklamları sürekli televizyonlarda döndü, gazetelerde yayınlandı, reklam panolarında yer buldu.
Yani, CHP de MHP de Türk insanına ulaşma konusunda bir sıkıntı yaşamadı.
Ulaştılar ulaşmasına da, demek ki doğru şeyler söylemediler ki, oy alamadılar.
Peki nerede hata yaptılar?
AKP'ye yanlış yerden yüklendiler. MHP de CHP de seçim süresince bir yoksulluk edebiyatı yapıp durdu. CHP'nin en büyük seçim vaadi "Aile Sigortası"ydı. Kılıçdaroğlu her eve 600 TL maaş bağlayacakları vaadinde bulundu. MHP'nin en yaygın söylemi de asgari ücreti 825 TL'ye çıkaracaklarıydı.
Ancak bu vaatlerle oy toplayamadılar. MHP'nin oy oranı düştü. CHP ise 2009 İl Genel Meclisi sonuçlarına çok yakın oy alabildi. İki muhalefet partisinin toplamda %39 oy aldığını görüyoruz. Tabloda da görülebileceği gibi, 2009'dan beri CHP ve MHP'nin oy toplamında bir değişiklik olmamış: %39. Üstelik bu seçimlerde eriyen Demokrat Parti'nin oyu da eklenirse, 2009 sonuçlarına göre muhalefet partileri %3 oyu AKP'ye kaptırmış.
Kısacası AKP, 9 yıldır iktidarda olmanın getirdiği kaçınılmaz yıpranmaya karşın, oylarını %38'den %50'ye artırmayı başarmış. Anlaşılan AKP, son iki yılda öyle bir atak yapmış ki, 2007-2009 yılları arasında %47'den %38'e kadar gerileyen oy oranını tekrar yükseltmeyi başarmış, üçte bir oranında artırabilmiş. Öyleyse 2011 seçimlerinin sonuçlarını gerçekçi bir şekilde analiz etmek istiyorsak, son 4 yılı ikişer yıllık zaman diliminde incelemek ve 2007-2009 ile 2009-2011 arasındaki farkı görmek durumundayız. Bu analizi yaptığımızda AKP'nin zayıf noktası da ortaya çıkacaktır.

AKP'nin " Bayrak Siyaseti "

2007-2009 döneminde AKP'nin oy kaybetmesine neden olan temel sorun artan PKK terörüydü. Peki, 2011 seçimlerine gelindiğinde PKK tehlikesi azaldı mı?
Hayır, aksine arttı. PKK 2009'a göre çok daha güçlü durumda. Artık İstanbul'un göbeğinde bile saldırılar düzenleyen, Doğu ve Güneydoğu'da güvenlik güçlerine göz açtırmayan bir terör örgütü konumunda.

Fakat 2009'da PKK terörünün artmasından AKP'yi sorumlu tutan Türk insanı, 2011 yılında bu algısını değiştirmiş.

Bunda da Tayyip'in 2011 seçimleri boyuncu yürüttüğü çok akıllı seçim kampanyası rol oynadı. Tayyip, bütün kampanya boyunca kendi deyimiyle " Bayrak siyaseti " yaptı. Sürekli PKK'ya ve BDP'ye vurdu. CHP'nin Hakkari'de tek bir Türk bayrağı bile açmadan düzenlediği mitingi eleştirdi. PKK'yla mücadele edeceğini sürekli vurguladı. Üstelik CHP kendi mitinglerinde Türk bayrağı açmazken, AKP mitinglerinde sürekli Türk bayrakları dalgalandırıldı.
Hatta, seçime birkaç gün kalmışken Tayyip, " Apo yakalandığında iktidarda olsaydık asardık "diyerek Türk insanını, tabiri caizse, " Can Evi "nden vurdu.
Halbuki, AKP değil miydi Kürt açılımını başlatıp şehit analarının yüreğine taş bağlayan?

AKP değil miydi, " Taş Atan Çocuklar Yasası "nı çıkarıp Serap Eser'in katillerinin serbest kalmasına neden olan?
AKP değil miydi, Habur'da teröristlerin serbest kalması için ayaklarına kadar mahkeme götüren, PKK'lıların Habur'da adeta bayram kutlaması yapmasına göz yuman?
AKP değil miydi, " Genel af " fı tartışmaya açan?
AKP değil miydi, " Kürtçe TV "yi bir devlet kanalı olarak kuran?
Sorular artırılabilir.
Ancak 2011 seçimlerinde temel mesele de buydu zaten. MHP ve CHP tarafından Türk insanına şu sorular sorulabilmiş olsaydı, seçim sonuçları bambaşka olurdu.
Ama maalesef sorulamadı.

Muhalefet AKP'den de Kürtçü olursa...




12 Haziran seçim sonuçlarıyla birlikte pek çok siyasi tespit yapılabilir. Ancak, nedense üzerinde durulmayan bir gerçek var: Tayyip'in ve AKP'nin en büyük şansı, MHP ve CHP gibi muhalefet partilerinin olmasıdır. 9 yıllık iktidarına 

rağmen AKP'nin hiç yıpranmamış olması, aksine güçlenerek iktidarını devam ettirmiş olması AKP'nin başarısının değil, CHP ve MHP'nin başarısızlığının bir sonucudur.

















Peki Türk insanı " Hafızası Zayıf " olduğu için mi bütün Kürt açılımına karşın AKP'ye yöneldi? Hayır. Türk insanını suçlamak büyük kolaycılık olur.
Bu noktada asıl sorumlu muhalefet partileridir. Türk insanına belli şeyleri hatırlatmadıkları için değil, Kürtçülük yarışında AKP'den geri kalmadıkları için.
CHP ve MHP, bütün seçim süreci boyunca AKP'nin Kürtçülüğünü hatırlatmak ve Habur sürecinin hesabını sormak yerine kendileri de Kürt açılımı yapıp durdular.
CHP Hakkari'de BDP'lilerle birlikte bir miting düzenledi. Ve özerklik vaadinde bulundu.
MHP ise Diyarbakır'da miting yaptı ve "Türk-Kürt kardeşliği"nden dem vurdu.
Hatta şu soruyu sormak lazım: AKP'nin en zayıf noktası olan Kürt Açılımı sürecinde yaşananların hangi birisini iktidar olsa CHP ya da MHP yapmazdı? Seçim sürecinde iki partinin de söylemlerini hatırlayıp yanıtlayalım.
"Taş Atan Çocuklar Yasası"nı mı çıkarmayacaklardı?
Kürtçe TV'yi mi kurmayacaklardı?
"Genel af"fa karşı mı çıkacaklardı?
Habur'da teröristleri mi tutuklayacaklardı?
Tabii ki hayır.
Bugün Habur'daki PKK'lıların avukatlığını yapmış olan Sezgin Tanrıkulu'nun genel başkan yardımcısı olduğu bir CHP mi bunları yapacaktı? Apo'yu asamamış olan MHP mi?
AKP, Türk insanına bu konuyu çok iyi anlattı.
Halbuki muhalefet AKP'nin Kürtçülüğüne vursa, AKP 2009'dan da düşük bir oy oranı alırdı. Sonuçta 2009'da AKP'yi zayıflatan Kürt Açılımı, asıl yerel seçimlerden sonra hızlanmıştı. Örneğin, Habur olayı Mart 2009'daki yerel seçimlerden sonra, Ekim 2009'da gerçekleşmişti. Ancak muhalefetin kendisi de en az AKP kadar Kürtçü olduğu için böyle bir yönelime giremedi.
Yoksulluk edebiyatının sonu: Oy yoksunu muhalefet
Peki ne yaptı muhalefet seçim sürecinde?
Kılıçdaroğlu 81 ile gidip ne anlattı?
Bahçeli seçim meydanlarında ne söyledi?
Bir yoksulluk edebiyatıdır tutturdular. Örneğin Bahçeli'ye tüm Türkiye'nin gülmesine neden olan "püskevit" gafını komik yapan şey de buydu. Mesele Bahçeli'nin bisküvi diyememesi değildi. Mesele, 60'lı yıllarda kalmış bir yoksulluk edebiyatına devam etmesiydi. Bugün bisküvi bile alamayan kaç çocuk var ki Allah aşkına? Siz nasıl bir dünyada, nasıl bir Türkiye'de yaşıyorsunuz?
MHP'nin bu ucuz yoksulluk edebiyatı haliyle bir etki yaratamadı. Aksine MHP'nin inanılırlığını, güvenilirliğini zedeledi. AKP'yi PKK üzerinden vurması beklenen Bahçeli "püskevit" edebiyatı yaparak komik duruma düştü.
CHP de aynı şekilde, seçim boyu yoksulluk ve yolsuzluk edebiyatından başka bir şey yapmadı. Kılıçdaroğlu'nun ağzından "Atatürk" sözü hiç çıkmadı. 2. Cumhuriyetçi yazarların yıllardır yaptığı"CHP Atatürkçülüğü bıraksın, yoksulların partisi olsun. Böylece çağdaş sosyal demokrat parti olsun." söylemi resmen gerçek oldu. CHP'nin yıllardır iktidar olmamasının nedeni sanki Atatürkçülüğüymüş gibi, Kılıçdaroğlu, Atatürk'ün adını ağzına almazken, aç yatan çocuklardan, aile sigortasından, emeklilerin haklarından bahsetti durdu.
Ancak bu yaptığıyla da inandırıcı olmadı.
Çünkü Türkiye'de kimse AKP iktidarı döneminde yoksullaştığını düşünmüyor.
Türkiye'nin yoksul bir ülke olduğu doğru. Ancak yoksulluğumuzun nedeni yapısal. Emperyalist-kapitalist sisteme bağlı ezilen bir ülke olmamızdan kaynaklanan bir yoksulluk yaşıyoruz. Türkiye'yi bir ABD'yle, Almanya'yla karşılaştırsanız, emperyalist ülkelerin neden bu kadar zengin, bizim de onların yanında neden bu kadar yoksul olduğumuzu sorsanız Türk insanından oy alabilirsiniz.
Ancak CHP ve MHP bunu tabii ki yapamadılar. Sistem dışı bir ekonomik alternatif yaratamadıkları için insanlardan 2002 Türkiyesiyle 2011 Türkiyesini karşılaştırarak oy istediler. En büyük hatayı da burada yaptılar. Çünkü bilindiği gibi AKP 2001 ekonomik krizinin hemen ardından iktidara gelmişti. Ve Türk insanı AKP öncesi Türk ekonomisi dendiğinde krizden başka bir şey hatırlamıyor. Muhalefet o krizi doğru bir şekilde anlatabilse, krizin ABD'nin Irak saldırısını ve Kürt devletinin kuruluşunu destekleyebilecek AKP gibi bir işbirlikçi parti iktidara gelebilsin diye çıktığını vurgulayabilse, işte o zaman yoksulluk propagandası tutabilirdi.
Ancak ABD'nin Ortadoğu projesinde rol almak isteyen bir CHP'nin, bir MHP'nin böyle bir söylem geliştirmesi de tabii ki mümkün değil.
Sonuç olarak CHP ve MHP'nin yoksulluk edebiyatı tutmamıştır. AKP'yi yanlış yerden vurmuş, daha da güçlenmesine neden olmuşlardır.
Bunun da en büyük nedeni, siyasi körlükleri değil, bunları söyleyemeyecek yapıda olmalarıdır. AKP'nin en zayıf noktası Amerikancı ve Kürtçü olmasıdır. Ancak en az AKP kadar Amerikancı bir MHP'nin, en az AKP kadar Amerikancı bir CHP'nin bu gerçeği dillendirmesi beklenilmemeli...
Bu açıdan CHP ve MHP'den oluşan bir muhalefet bugün Tayyip'in en büyük şansıdır. Türkiye'deki Amerikancı siyasi ve ekonomik sistem sürdüğü sürece AKP iktidarı da güçlenmeye devam edecektir. AKP'yi devirmenin tek yolu Amerikancı sistemi yıkacak bir muhalefet yürütmektir.
Böyle bir muhalefeti CHP ve MHP'nin asla yürütemeyeceği de ortadadır. Amerikancı sistemin dışında konumlanan bütün ulusalcıların umutsuzluğa hiç kapılmadan AKP'nin Amerikancılığına ve Kürtçülüğüne karşı muhalefeti daha da bir gür sesle dillendirmeleri Türk insanını AKP'den kurtaracak tek reçetedir.
Görev bizdedir.


29 Aralık 2015 Salı

OKUDUKÇA GÜLERİZ AĞLANACAK HALİMİZE..



OKUDUKÇA  GÜLERİZ  AĞLANACAK HALİMİZE..


   ÜLKEMDE  SİYASİ YAPI MAALESEF  BU..
( DİDİŞME ÜZERİNE SİYASET..)  KARŞILIKLI SİYASİ SÖYLEMLER  EŞLİĞİNDE GÜNÜ KURTARMA  PROVALARI.!
SEN  ŞUNU DEMİŞTİN  BEN BUNU DEMİŞTİM.

YÜRÜYEN MERDİVENE TERSTEN BİNDİ..,
ATTAN DÜŞTÜ..,
İNSAN  BİRAZ  ADAM  OLUR...




VİDEOLARI SEYRETTİKÇE  TÜRK KAMUOYU  ÖNÜNDE YAYINLANDIĞINA  GÖRE DÜŞÜNMEMİZ LAZIM..

( BİZİ KİMLER NASIL BİR SİYASİ  BİLĞİ BİRİKİMİYLE  YÖNETİYOR.)




KEMAL  KILIÇDAROĞLU ERMENİ KÖKENLİ BİR AİLEDEN GELİYOR..,


DERSİM ERMENİ Sİ YEMUŞ HANIMIN OĞLU ÇARKÇI KEMAL
Almanya Haber Şubat 25, 2011

Türkiye Gazetesi Muhabiri Adem Demir, bugünkü özel haberinde, yazdığı kitapta CHP Liderini anlatan Süleyman Yeşilyurt’un iddialarına yer veriyor.

*****


Kemal Kılıçdaroğlu Ermeni dönmesi mi?






Özgür Erdem


Atatürk karşıtı Kılıçdaroğlu
(PKK NIN SOKAK OLAYLARINDA ATATÜRK ÜN HEYKELİNİ YAKIP KIRARKEN NEDEN SES ÇIKARMADI PKK YA DESTEK VERDİ


http://www.turksolu.com.tr/285/erdem285.htm

Kemal Kılıçdaroğlu, Dersim isyanı tartışmaları sırasında Atatürk’e sahip çıkan Onur Öymen’i istifaya davet ettiğinde belki bir kısım Atatürkçüler şaşırmıştı. Atatürk’ün kurduğu partinin Genel Başkan Yardımcısı nasıl olurdu da Atatürk’ün Dersim isyanını bastırmasını eleştirebilirdi?

Ancak zamanla ortaya çıktı ki Kemal Kılıçdaroğlu’nun öne çıkan kimliği Atatürkçülüğü değil, Dersimli olmasıydı. Dikkat edin Tuncelili demiyoruz, Dersimli diyoruz.

Neden mi?

Kemal Kılıçdaroğlu Ermeni Dönmesi mi?


Kılıçdaroğlu’na bir röportajda soruyorlar, emekli olunca ne yapmayı düşünüyorsunuz. Yanıtı şu:

“Ben tarihe çok meraklıyım, özellikle Dersim tarihine. Bu konuda çok sayıda kaynak bilgi doküman var. Emekli olunca Dersim tarihini yazmak istiyordum, maalesef buna hiçbir zaman olanak olmadı.”

Her şeyden önce Türkiye’de Dersim diye bir bölge yok. Öyle bir ilimiz de... Atatürk Dersim’in ismini 1935’te Tunceli olarak değiştirmişti...

Bu klasik bir PKK söylemidir. Onlara göre Tunceli Dersim’dir, Diyarbakır Amed, Kars ise Serhad...

Tunceli’ye ısrarla Dersim demek Atatürk karşıtlığından başka bir anlama gelmez.

Tabii Kılıçdaroğlu’nun Atatürk karşıtlığı bununla sınırlı değil. Dersim isyanıyla ilgili şunları da söylemişti:

“Dersim coğrafyasında yaşanan olay, bir insanlık dramıdır. Bu bölgede yaşayan insanlar, o dönemin acılarını, o dönemin kaybolan hayatlarını, o dönemin ağıtlarını dinleyerek bugünlere geldiler. O dönemde yapılan çok ciddi, insanlıkla bağdaşmayan olaylar oldu.”

Yine klasik PKK söylemi değil mi?


Ancak bu söylemin ardında Kılıçdaroğlu’nun siyasal bir tercihinin değil, tarihsel bir kininin olduğunu ortaya koymamız gerekiyor.

Çünkü kısa bir araştırma gösteriyor ki, Kılıçdaroğlu’nun akrabaları bizzat Dersim isyanına katılmış insanlar...

Kılıçdaroğlu önderin kim: Seyit Rıza mı Atatürk mü?


Dersim isyanı 21 Mart 1937 gecesi Harçik köprüsünün yakılmasıyla başlar. İsyanı başlatan Dersim aşiretlerinden biri olan Kureyşandır.

Kureyşan, Kılıçdaroğlu’nun ailesinin de bağlı olduğu aşiret. Dersim isyanı lideri Seyit Rıza da aşiretin mensuplarından...

Bu aşiretin birkaç kolu var. Birisi Haydaran. Kemal Kılıçdaroğlu işte bu kola bağlı.

Haydaran Dersim isyanına en başından beri katılan 3 aşiretten biri. Ve iki yıl süren Dersim isyanını bastırma harekatında en son teslim olan aşiret. Yani en azılı devlet düşmanı olanları...

Hatta isyan bastırıldıktan sonra elebaşı Seyit Rıza ile birlikte asılan aşiret liderlerinden Hasan, Kureyşan aşiretinin reisi Ulkiye’

nin oğlu. Yani Kılıçdaroğlu’nun akrabası. Çok yaşlı olduğu için idamdan kurtulan Kamer Ağa da Haydaran aşiretinin reisidir. Yani o da Kılıçdaroğlu’nun akrabası...

Anlayacağınız, Kılıçdaroğlu “insanlık dramı” derken bunu hümanist duygularla değil, akrabaları isyan ederken öldüğü için söylüyor.

Kılıçdaroğlu kendi köklerine sahip çıkıyor. “Atatürk mü Seyit Rıza mı” deseniz yaşananların bir insanlık dramı olduğunu söyleyerek Seyit Rıza’yı tercih ediyor...

Öyleyse CHP’lilere soruyoruz: Kökünü Atatürk’te bulan birisi mi CHP Genel Başkanı olmalı yoksa Seyit Rıza’da arayan biri mi?

Kılıçdaroğlu soyadını niye değiştirdi?


Kılıçdaroğlu’nun söylediği bir şey daha var. Karabulut olan soy isimlerini değiştirmişler. Gerekçe olarak ise “Köyümüzde Karabulut soyisimli yedi aile vardı” diyor. Ama gerçeği daha sonra ağzından kaçırıyor. Dedesinin dedesinin Osmanlı döneminde ünlü bir eşkıya olduğunu söylüyor.

Anlayacağınız soylarındaki eşkıyalığı unutturmak için soy isimlerini değiştirmişler. Babası memur olmaya karar vermiş, bu yüzden de “eşkıya” geçmişlerini saklamak istemiş.

Burada “eşkıyalığı” biraz açalım. “Eşkıya” bazen sempatik gelebiliyor Türk insanına. Sonuçta Köroğlu gibi halk kahramanı haline gelmiş eşkıyalar da var. Ege’de pek çok çete reisi de Kuvayı Milliye’ye katıldı.

Ancak Kılıçdaroğlu’nun dedesi “olumlu” olarak görülebilecek bir eşkıya ya da sıradan bir kanun kaçağı değil. Çünkü bağlı bulunduğu Haydaran aşireti, devlete karşı sürekli ayaklanan bir aşiret. Ve Kılıçdaroğlu’nun bahsi geçen dedesinin dedesi de bu ayaklanmalara katılan, belki de liderlik yapan bir eşkıya... Yani Seyit Rıza’dan bir farkı yok...

Peki neler olmuş bu ayaklanmalarda?


1937 Dersim isyanı Dersim aşiretlerinin tek isyanı değildir. 1847’den itibaren Osmanlı devletine karşı defalarca ayaklanmışlardır.

Bunların en zor bastırılanı 1877-78 Osmanlı-Rus savaşı sırasında Rusların da yardımını alarak başlattıkları isyandır. Kılıçdaroğlu’nun mensubu bulunduğu Haydaran aşireti de bu isyanın elebaşıdır.

Haydaranlar, Birinci Dünya Savaşı sırasında da rahat durmamış, Rus Ordusu Erzincan’a kadar geldiğinde Dersim’i de Ruslara bağlayabilmek için 1915 ve 1916’da iki kez ayaklanmıştır!

Anlayacağınız Kılıçdaroğlu’nun “eşkıya” dediği dedeleri, sıradan kanun kaçakları değil, vatan hainidir. Osmanlı’ya karşı Rus Ordusu’yla işbirliği yapmıştır!
Kemal Kılıçdaroğlu Ermeni Dönmesi mi?


Kılıçdaroğlu’nun annesi  Ermeni dönmesi mi?



Kemal Kılıçdaroğlu Ermeni Dönmesi mi?



















Tunceli’deki Kürtleşen Ermenilerden bahsettiği için bölücü çevrelerin büyük tepkisiyle karşılaşan Türk Tarih Kurumu Başkanı Prof. Dr. Halaçoğlu sözlerinin arkasında durmuş ve şöyle demişti: “Elimde bir liste var. Resmi belgelere göre dönmelerin listesi. Kimlerin dönme oldukları, Ermeni ismi, Türk ismi hepsi var. Hangi evde oturduklarına kadar var.”
Halaçoğlu’nu şimdi çok önemli bir görev bekliyor. Madem Ermeni dönmelerinin listesi elinde var, bunu yayınlasın. Görelim bakalım Kılıçdaroğlu’nun anne tarafı Ermeni dönmesi miymiş, değil miymiş...


Kılıçdaroğlu CHP Genel Başkanı olduktan sonra Soner Yalçın Hürriyet’te şeceresiyle ilgili bir yazı yazdı. Ve Kılıçdaroğlu’nun ailesinin köklerinin Horasan’a kadar dayandığını anlattı.

Ancak Kılıçdaroğlu’nun baba tarafından köklerini bu kadar titizlikle araştıranlar, yüzlerce yıl öncesine gidebilenler, ne hikmetse anne tarafı üzerine bir şey yazmıyor.

Biraz karıştırınca bu konuda ilginç şeyler ortaya çıkıyor.


Kılıçdaroğlu’nun annesinin ismi Yemuş. Bir Ermeni ismi. Bu konuda doğal olarak pek çok soruya da muhatap oluyor Kılıçdaroğlu. Ancak hiçbirini “Hayır, annem Ermeni değildir” diye yanıtlayamıyor.

Örneğin Rıza Zelyut, Kılıçdaroğlu’yla bir röportaj yapıyor Akşam gazetesinde. Annesinin ismini gündeme getiriyor:

“Annenizin ismi Yemuş imiş. Ermeni misiniz, diye soran birileri varmış.”

Ancak Zelyut’un amacı Kılıçdaroğlu’nu sıkıştırmak değil, rahatlatmak. Soruyu şöyle devam ettiriyor:

“O ismin aslı Yemiş olmalı, değil mi Türkçe...”


Gerçekten de Kılıçdaroğlu, nüfus memurunun azizliğine uğramışız gibi kaçak bir yanıt verebilir bu soruya. Ama o “Evet, haklısınız” diyeceğine şu yanıtı veriyor:

“Böyle soranlar var. Biz hiçbir zaman gocunmadık, annemizin ismi niye öyle diye. Telefon açıp kendisini gazeteci olarak tanıtan kişi ‘Siz Ermeni misiniz?’ diye soruyor. Telefona ablam çıkmış. Cevap verirken ‘Hayır, biz Müslümanız’ diyor. Ablam zaten kırsal bağlamdaki o kıyaslamayı bilmiyor zaten. Gayet saf, hayır biz Müslümanız diyor. Annemin Ermeni, Kürt veya Çerkez olması bizlerin ona olan sevgisini azaltmaz ki sonuç olarak o bizim annemiz.”

Yani annem bir Ermeni değildir diyemiyor. Ermeni olsa bile önemi olmamalı diyor!

Kürtleşen Ermeniler


Kılıçdaroğlu’nun anlattıklarında önemli bir gerçek gizli. Ablası Müslümanız diyor. Türk’üz demiyor. Bu aslında utangaç bir şekilde biz Müslümanlaşan Ermeniyiz demekten başka bir şey değil. Yani “Ermeni dönmesi.”

Nereden biliyorsunuz demeyin. O bölgede çok yaygın bir olgudur bu. Tehcir sırasında pek çok Ermeni çocuğun, özellikle Tunceli’de Kürt aşiretleri tarafından evlat edinildiği biliniyor. Bu çocuklar Müslümanlaştırılmış.

Bu konu birkaç ay önce Türk Tarih Kurum Başkanı Prof. Dr. Yusuf Halaçoğlu tarafından da dile getirilmişti:

“Araştırmalarımızda Kürt diye bildiğimiz insanların aslında yapısal olarak ‘Türkmen asıllı’ olduğunu, Kürt Alevi olarak bilinen vatandaşların ise ‘Ermeni kökenli’ olduğunu gördük.”

Halaçoğlu bu açıklamasından sonra bölücü çevrelerin büyük tepkisiyle karşılaşmış, adeta linç edilmişti. Halbuki, bu yalnız Halaçoğlu’nun bir iddia değil, pek çok tarihçinin kabul ettiği bir olgu.

Mesela Prof. Dr. Hasan Köni şöyle diyor:

“Tehcir sırasında, yerinden olmamak için ‘convert’ olan yani Müslümanlığa dönen Ermeniler de var. Bunların kim olduğunu bilemiyoruz. Sayıları 300-400 bin kişi. Ayrıca dönmüş Museviler ve dönmüş Rumlar da var. Bunları maalesef Türkiye Cumhuriyeti kendi vatandaşlarını rahatsız etmemek için açıklamıyor. Belki de devletin içinde de yüksek rütbeye gelmiş, Ermeni kökenli dönmüş insanlarımız var.”

Hrant Dink bile kabul ediyor bunu. Tehcire kaç kişinin tabi olduğunun tartışıldığı bir toplantıda şöyle diyor:

“Aynı dönemde yaklaşık 500 bin Ermeni, din değiştirip Türk olmuştur.”

Batılı tarihçi Hans Lukas Kieser ise şöyle diyor:

“Pek çok ipucu, Kürt Aleviliğinin beşiği olan Dersim’in en azından bir bölümünün Kürtleşmiş Ermeni asıllı halklardan oluştuğunu gösterir.”

Halaçoğlu, Ermeni dönmelerinin listesini açıklasın

Kürtleşen Ermenilerden bahsettiği için bölücü çevrelerin büyük tepkisiyle karşılaşan Halaçoğlu sözlerinin arkasında durmuş ve şöyle demişti:

“Elimde bir liste var. Resmi belgelere göre dönmelerin listesi. Kimlerin dönme oldukları, Ermeni ismi, Türk ismi hepsi var. Hangi evde oturduklarına kadar var. Tehdit olarak söylemiyorum. Bunları açıklamıyorum, açıklamayacağım da. Şimdi ben bunları öğrenince ne yapayım? Paylaşmayım mı? Bunları Ermenileri kötülemek için söylemiyorum. Bazı Ermenilerin tehcirden kurtulmak için kendilerini Kürt Alevi gösterdiklerini söylüyorum.”

Halaçoğlu, bu sözlerinden ötürü Türk Tarih Kurumu başkanlığından alındı. Suçu Türkleri koruması ve tarihsel gerçekleri ortaya koymasıydı. Ancak Halaçoğlu’nu şimdi çok önemli bir görev bekliyor. Madem Ermeni dönmelerinin listesi elinde, bunu yayınlasın.

Görelim bakalım Kılıçdaroğlu’nun anne tarafı Ermeni dönmesi miymiş, değil miymiş...

Yanıtla Kılıçdaroğlu: Türk müsün değil misin?

CHP’nin Genel Başkanı olmuş bir siyasetçiye Türk milletinin “Türk müsün değil misin?” diye sorması kadar doğal bir şey olamaz. Sonuçta CHP Türk’ü yok olmaktan kurtaran Kuvayı Milliye’nin partisi. Türk’ün Cumhuriyetini kuran parti. Türk’ün atası Atatürk’ün partisi...

Ama Türk olmanın Kılıçdaroğlu için önemli olmadığını üzülerek görüyoruz. Rıza Zelyut röportajında bu konuyu da gündeme getiriyor:

“Size ‘Alevi-Kürt’ göndermesi de yaptılar. Peki siz kendinizi Alevi mi görüyorsunuz, Kürt mü görüyorsunuz?”

Soru burada bitmiyor. Annesinin Ermeniliği sorusunda olduğu gibi Zelyut bu konuda da Kılıçdaroğlu’na bir çıkış noktası bırakıyor: “Yoksa bir Türk veya cumhuriyetçi mi görüyorsunuz?”

Kılıçdaroğlu:

“Ben Türkiye Cumhuriyeti’nin bir vatandaşıyım ama Tunceli’de doğdum babam memurdu. Anadolu’nun değişik şehir ve ilçelerinde bulundum. 21. yüzyıla giren Türkiye’de bu konuları gündeme getirmemeliyiz. İnsanlar yeni bir boyuta girmiş. İnsanları üzmemek, insanları sevmek temel konu bu olmalıdır.”

Gördüğünüz gibi “Türk müsünüz” diye soruluyor, evet diyemiyor... İnsanları sevmekten bahsediyor.

Şimdi diyeceksiniz ki Kılıçdaroğlu’nun etnik kökeninden size ne. Bizim için Türklüğün tanımı Atatürk’ün koyduğu şekildedir: “Ne mutlu Türk’üm diyene.”

Yani biz Atatürkçüler için Türklük etnik bir kökeni tanımlamaz. Türklük bir tarihsel kimliktir. Bir karakterdir. Bir medeniyet anlayışıdır.

Bu yüzden “Ben Türk’üm” diyen birisinin etnik kökenini araştırmayız, karıştırmayız.

Ancak Kılıçdaroğlu gibileri için etnik kökenleri önemli. Dersim isyanı tartışmalarında aldığı tavır tamamen etnik kökeninin bir yansıması. CHP’li kimliğini de bir kenara itip CHP’yi ve Atatürk’ü bir anda eleştiriveriyor.

Öyleyse bizim de Kılıçdaroğlu’nun etnik kökenini ortaya koymamız kadar doğal bir şey olamaz.

Genel Başkanı Türk olmayan bir parti Türk’ü savunabilir mi?

“Kılıçdaroğlu kim” basında en çok sorulan soru bu sıralar. Bu sorunun yanıtını bir de bizden duyun:

– Annesinin Ermeni dönmesi olduğu söylenen,

– Kendisine bir türlü “Türk’üm” diyemeyen,

– Dersim İsyanında Atatürk’e başkaldırmış ve Türk askerine kurşun sıkmış bir aşiretin mensubu,

– Rus işbirlikçisi eşkıyaların torunu.

Böyle birisine Türk diyebilir misiniz?


Kendisi bile demiyor ki!

Kılıçdaroğlu çıksın Annesinin Ermeni dönmesi olmadığını kanıtlasın, en azından “Ben Türk’üm” desin, o zaman Türkleri yönetmeye aday olsun.

Bunu yapamıyorsa, etnik kökenine göre kararını versin. Ya Ermenilerin yanına gitsin ya da ABD’nin kucağındaki Kürtlerin...

Ama Türkleri rahat bıraksın.


http://www.turksolu.com.tr/285/erdem285.htm

https://plus.google.com/communities/105763761493502805979/stream/45c5e623-e6b0-408c-bb66-4d71497c1960


ANA BAŞLIKTADA DEDİĞİM GİBİ BİZİ HANGİ SİYASİ KADROLAR NASIL BİR SİYASET BİLĞİSİ İLE YÖNETİYOR..? ( OKUDUKÇA  GÜLERİZ  AĞLANACAK HALİMİZE.. )   

SAYGIYLA..




..