1 Kasım 2014 Cumartesi

HAK VE EŞİTLİK KAVRAMLARININ BÜTÜNLÜĞÜ

HAK VE EŞİTLİK KAVRAMLARININ BÜTÜNLÜĞÜ


21 Mayıs 2013 

Hak ve Eşitlik Partisi’nin gençler arası açtığı ve 43 gencimizin katıldığı “Hak ve Eşitlik” konulu makale yarışması sonuçlanmıştır. İlk üç dereceyi alan gençlerin kısa öz geçmişleri ve yazıları birer hafta arayla ve sırasıyla yayınlanacaktır.

OZAN AKARSU
“HAK VE EŞİTLİK” KONULU MAKALE YARIŞMASI BİRİNCİSİ..

OZAN AKARSU – ÖZGEÇMİŞ

17.03.1990 Kırklareli doğumluyum. Aslen Lüleburgaz’ın Ceylanköy Köyündenim. Lüleburgaz merkez de ailemle yaşıyorum. Ailemin tek çocuğuyum. Annem ev hanımı, babam tekstil sektöründen işçi emeklisi oldu. Kendi isteğiyle çalışmaya devam etmekte. Dedelerim 93 harbi Deliorman bölgesi kızanlık ili göçmeni.

İlk orta ve yüksek okulu Lüleburgaz’da okudum. Bilgisayar teknikeriyim. İşletme Fakültesi 3.sınıf öğrencisiyim. Küçük ölçekli firmaların sosyal medya içeriği sağlamasında ve sitelerini desteklemesinde yardımcı olarak çalışıyorum. Düzenli olarak 8 yıldır şiir ve düzyazı yazıyorum. İlçe, İl ve bölge çapında dereceler elde ettim.

Küçük yaşta kendi isteğimle iş hayatına atıldım ve çeşitli işlerle uğraştım. 2010 yılında Kasım ayında HEPAR Lüleburgaz ilçe mensubu oldum. 2011 seçimleri sürecinde de aktif olarak çalıştım. Yürüttüğüm saha çalışmaları sırasında yazmış olduğum “Tam Vaktidir Türkiyem” ve “Göklerin Efendisi Anadolu Kartalı” adlı iki şiirim, Yetkin Karakaya tarafından derlenip bestelendi. Çeşitli konularda düzenli olarak yazdığım yazılar, Parti Resmi Facebook sayfası ve Parti Resmi Sitesinde yayınlanmakta.

Bunun yanı sıra “Halk Tipi Parti” konulu doktrin çalışmamı da titizlikle yürütmekteyim.

HAK VE EŞİTLİK KAVRAMLARININ BÜTÜNLÜĞÜ

Hak, her hangi bir varlığın yasal ve ahlaki gerekçeleriyle düzenlemeler neticesinde kendisine tanınmış olan, varlığının meşruiyet kaynağıdır. Bu kaynağın kendine has yetkileri, yetkilerin de belirli sınırları vardır. Sınırların aşılmasıyla haksız fiil ortaya çıkar.

Hak düşüncesi, bilinçli insanın önem verdiği bir kavramdır. Yaradılış gereği duygusal dürtüler beyni harekete geçirir, beynin üretip geliştirdiği düşünceler ile insan bütünleşir. Karnı acıkınca ağlayan bebekten, grev yapan işçiye kadar hepsi aynı duygusal dürtüyle harekete geçer. Böylece hak bilinci ortaya çıkar ve gelişir. Bu bilinç, ne kadar artarsa hak kavramı da o kadar değerlenir.

Hak bilincini geliştirememiş kişi veya toplumlar, dünya özerinde kendilerine nelerin ait olduğunu bilmediklerinden, hak aramaktan yoksun kalırlar. Bir takım insanlar veya idari yapılar da onlardaki bu yoksunlukları fırsat bilip onların başta iş gücünü kullanır, ardından üstlerinde egemenlik kurarak onları köleleştirir. Daha sonra da yaşadıkları çevrelerin yer altı ve yer üstü kaynaklarını kendilerine aitmiş gibi kullanmaya başlar.

Roma medeniyetlerindeki Kuzey Afrikalı, Galyalı, Cermen, Daçyalı, Trakyalı veya İberyalı köleler, yüzyıllar boyunca köle tüccarlarınca alınıp satılan Zenciler, Kuzey ve Güney Amerika’da soyları tükenen yerlilerle onlar üstünde egemenliğini ilan eden Batı Avrupa milletleri, bu hususta gösterilebilecek ilk örneklerdendir. Daha sonraki yıllarda insanlık adına milat niteliğinde süreçler yaşansa da tarih boyunca hak bilincine sahip olmayan toplumların sürekli istismar edildiğini söyleyebiliriz.

Binlerce yılı kapsayan insan haklarının tarihi, birçok antik belge, din ve felsefeyle ilişkilendirilecek çok çeşitli kavramlara sahiptir. İnsan haklarına dair ilk kayda değer tutumlar, Milattan Öncesine uzanır. Bunların en bilinenlerinden biri, dönemin Pers İmparatoru Büyük Kiros tarafından M.Ö 539’da yazılı olarak açıklanan Kiros Silindiri, diğeri de Hint Kralı Büyük Asoka’nın M.Ö 272 ile M.Ö 231 yılları arasında yazıp Hindistan’ın her bir yanına dağıttığı Asoka Fermanlarıdır.

O tarihlerin öncesinde ve sonrasında var olmuş pek çok devlet, egemenliği altındaki halklara çeşitli haklar verip sınırlı bir yaşam alanı sağladı. Fakat kendi yönetim yapısı içindeki soylu sınıflar ve zaman içinde artan keyfi uygulamalar, hakları ihlal edilen ülke halklarında hoşnutsuzluk yarattı. Hoşnutsuzluğun isyana dönüşmesiyle de açık tehditler oluştu. Böylece zaman içinde bu devletlerin sonu geldi.

Fakat M.Ö 73 yılında Roma Devletinde yaşananlar, hak bilinci namına yeni bir sayfa açtı. Bu tarihte Spartaküs adlı Trakyalı gladyatör, Batiatus’un gladyatör okulundan 77 arkadaşıyla kaçıp Vezüv Yanardağına saklandı. Dağı kuşatan Roma askerlerini atlatıp kendisi gibi özgürlükçü fikirlerle dolu kaçak gladyatör ve kölelerle bir ordu kurarak Roma ordusunu peş peşe yendi.

Fakat Spartaküs, kurtuluşun gelen saldırıları karşılamakla değil, yönetimi ele geçirmekle olacağının farkına varmıştı. Kuzey İtalya’ya geldiğinde rahatlıkla evine dönebilecekken, yeniden Güney’e inip Thurium şehrini aldı. Bu şehri merkez yaparak kendi yasalarını uygulamaya başladı. Altın ve gümüş biriktirmeyi, yüksek fiyata mal satmayı yasaklayan anlayışın toplum yararına yaptığı düzenlemeler, kısa zamanda eşitlikçi ve özgürlükçü bir yaşamın olanaklarını sağlamış, bu gelişmeler Roma ve onun arkasındaki güçlü toprak sahiplerini rahatsız etmeye yetmişti.

Fakat M.Ö 71′de Roma ile yapılan savaşın başarısızlığı, onların sonu olurken, Roma yönetiminin de gücünü pekiştirdi. Avrupa Halkları için hak ve eşitlik kavramlarının bir bütün olarak algılanması, 1215 yılındaki Magna Carta’nın ilanını beklemek zorunda kaldı.

Yıllar ilerledikçe düşünce olarak gelişen insan, hak kavramının yanı sıra yetki kullanmayı da talep etmiş, yetkiyi kullanan kişilerin karşı tarafındakilere ait olan yükümlülükler ve ödevler ortaya çıkarmıştır. Bu ödevlerin sınırlarını belirleyen devlet denilen yapı günümüzde 3 erkten oluşur. Bu erkler yasama, yürütme ve yargıdır. Yasama, insan haklarının kullanım alanlarını belirleyip sınırlarını çizer. Yani o yasamaya tabi insanların neler yapıp yapamayacağını, suç karşısında verilen yaptırımları belirler.

Yürütme, yasamanın belirlediği şekilde hakları sınırlandırarak devlet içi güvenliği sağlamakla yükümlüdür. Yargı ise hakların kullanıldığı anlarda devreye girer ve hak ihlallerini yasalara göre sonuçlandırarak hukuku temin eder. Günümüzde bu 3 erkin eleştiri aldığı husus vardır. O da polis gücünün sınırlarının tam belli olmayışından dolayı rolünü karıştırmasıdır. Bunun çözümü polis varlığını eleştirmek değil, sınırların daha net biçimde belirlenmesini sağlamak ve sınır aşımında gereğini yapacak iradeyi 3 erk içinde baki kılmaktır.

Eğer yasama yürütme ve yargı organları bağımsızlığını kaybedip ülkeyi yöneten mevcut iktidarın boyunduruğuna girerse, o ülke içinde hak ve eşitlik kavramlarının zarar görmesi doğal olacaktır. Partinin devleti olarak tanımlayacağımız bu devlette, polis gücü de korkunç bir mekanizmaya dönüşecektir. Adolf Hitler’in Almanya’daki iktidarında var olmuş Gestapo adlı polis örgütünün vahşi ve akıl almaz uygulamaları, bu hususta verilebilecek ilk örnek olabilir.

Bununla beraber yarım asra yakın iktidar olan totaliter yönetimlerdeki polis örgütlerinin de Gestapo’dan aşağı kalır yanı yoktu. Örneğin 41 yıl Romanya’da iktidarda kalan Çavuşesku dönemindeki Polis örgütü Securitate, Sovyet istihbarat servisi NKVD’den öğrendiği yöntemleri on binden fazla ajanı ve onlara bağlı yüz bine yakın muhbirle uygulayarak, ülkede hatırlanmak istenmeyen izler bıraktı. Bu örgütün keyfi uygulamaları ve olanların hesabını soracak bir idari gücün olmaması, yüz binlerce kişinin ‘’sınıf düşmanı’’ diye yaftalanıp yargısız hapis cezasına, infaza ve işkenceye maruz kalmasına neden oldu.

Çavuşesku’nun devrilmeden önceki son balkon konuşması esnasında bir vatandaşın protestoya başlaması üzerine, meydanda toplanan halka Securitate mensuplarınca hiç düşünmeden ateş açıldı ve rejimin sonunu getiren halk hareketi patlak verdi. Bu olay, polis gücünün kontrolden çıktığında neler yapabileceğini gösterir. Romanya gibi Sovyet ekseninde olan Doğu Almanya’da kısa adı Stasi olan Resmi İstihbarat teşkilatı, 30 yılda 40 bin ajanla çalışarak yüzlerce sınır ötesi operasyonun yanı sıra ülke içinde nüfusun neredeyse 3’te 1’i hakkında takip dosyası oluşturdu ki bu milyonlarca dosya demekti.

Doğu Almanya’nın yıkıldığı günlerde bu dosyaların ortaya çıkması üzerine Almanlar; ‘’Stasi ajanları artık taksi şoförü olmalı. Çünkü taksiye binip kendi adını söylediğinde, taksicilerin seni evine bırakması kadar güzel bir şey olamaz.’’ diye espri yaptı. Orta ve Güney Amerika ülkeleri de zaman zaman yerli ve Amerikan istihbarat servislerinin siyasi operasyonlarından nasibini fazlasıyla aldı.

19. yüzyıla kadar etkin krallıklar, 20. yüzyılda diktatör devletler ve parti devletlerinin varlığına rağmen, o devletleri oluşturan halkların çoğu, bugün hak ve eşitlik bilincine erişti. Bu erişim süreci de Kansız Devrim diye bilinen İngiltere Yurttaş Hakları Beyannamesiyle başladı. Böylece Fransız Devrimi’nin de fikirsel gelişim süreci başlamış olup, insanların temel hak özgürlüklerinin nitelikleri belirlendi. Fransız Devrimi’nin fikir babalarından sayılan John Locke’a göre her insanın doğuştan hakları vardı.

Siyasal toplumun doğması, özgür insanın istek ve iradesine bağlıydı. Descartes, sürekli akılcılığa vurgu yaptı. Montesquieu yasama denilen erkin halkı temsil eden vekillerce yapılıp güçler ayrılığı ilkesinin hayata geçmesini önerdi. Voltaire’e göre kral, filozoflardan oluşan bir danışma örgütüne uyarak toplumu aydınlatma yoluna girişmeli ve parlamentoyu oluşturmalıydı. Rosseseau’ya göre insanlar doğuştan eşitti ve çoğunluk ne derse onun dediği olmalıydı.

Diderot ise yasa önünde eşitlik, düşünce ve ifade özgürlüğünden bahsediyordu. Din, dil, ırk, cinsiyet gibi sosyal eşitlikler mevcut sınıflar arasında genel bir kabul görse de demokrasiye dair fikirler, özellikle yönetici konumundakileri rahatsız etmekteydi. Çünkü demokrasi anlayışı Atina devletinde yaşamış filozoflara özgü bir kuram olmaktan çıkmış, kitleleri peşinden sürükleyen bir pratiğe dönüşmüştü. Üstelik üzerine yapılan yorumlarla beraber, sürekli kendini yeniliyordu. Fransız Devriminin yaklaştığı yıllarda ortaya çıkan Liberal ekonomi fikirleri de siyasal sınıflar arası hizipleşmeyi arttırdı. Yine Rosseseau’ya göre bireylerin bir araya gelip özel çıkar ve iradeleri genel bir harekete dönüştürmesi, özgür toplumu kendiliğinden yaratacaktı.

Günümüz demokrasileri Fransız Devrimi sonucunda oluştu. Fakat mevcut siyasal sistem ile yurttaş ilişkisinin uzun zamandır kitle iletişim araçlarıyla sağlanması, yeni sorunları beraberinde getirdi. Toplumsal taleplerin temsilinde eşit davranmaması kitle iletişim araçlarının en büyük sorunudur. Kamuoyu tarafından dikkat edilmesi gereken konuların üzerinde fazla durulmaması, halk kanaatinin yansıtılmaması, belli çevrelerin istediği görüş ve tavrın aşılanmaya çalışılması, hak ve eşitlik kavramlarının bilincindeki insanların tepkisini çekmekte, bu bilince hâkim olamayan kişileri de doğrulara karşı tepkisizleştirmekte, hatta yanlış tutumlarda ısrarcı olmalarına dahi neden olmaktadır.

Siyasi fikir ayrılıklarında taraf olması, siyasal ve sosyal grupların birbiri arasındaki bağı koparmakta, işi düşmanlığa dahi vardırmaktadır ki bu durum ülke içi huzuru tehlikeye atar. 21. yy’da dahi siyaset bilimciler, medyanın toplumsal gerçekler ve talepler ile siyasal yapılar arasındaki ilişkisi üzerinde durmakta, yayın anlayışlarının neden olacağı sorunlara dikkat çekmektedir.

Hak ve eşitlik kavramları konusunda önemli olan bir detay da eşitlik kavramının önce doğu toplumlarında gelişmesidir. Bunun nedeni de şüphesiz 3 büyük dinin etkisidir. Örneğin İslam’a göre bireysel farklar ve konumlar bir üstünlük getirmediği, üstünlüğün takvada olduğu belirtildi. Kulların Allah önünde eşit olması, şeriat hükümlerini de kullar arası eşitliğe göre oluşturdu. Buna adil olmak, adalet dağıtmakla sorumlu olmak, Kuran hükümlerinden çıkmamak gibi yetki ve ödevler getirdi. Medine Sözleşmesiyle sosyal ve hukuki eşitlik ileri bir seviyeye gelirken, Hazreti Muhammed ve halifeler döneminin sonrasında İslam Devletleri’nin saltanatla yönetilir olması, batı toplumlarında beliren siyasal hak ve eşitliğin gelişmesini engelledi.

Fransız Devrimi sonucunda da doğudaki mevcut İslami saltanatlar hızla çöktü ve çöküş esnasında demokratikleşme çabaları fayda etmedi. Bunun da altında yatan 2 temel neden vardır. Bunlardan birincisi; ‘’Demokrasi’’ kavramının yabancı bir kaynak olmasından dolayı devleti yöneten çevrelerin, bu kavramı İslam düşüncesiyle bağdaştıramayıp sürekli bir mesafe koyma ihtiyacı hissetmesidir.
Onlara göre devleti yöneten insanlar dışında kimse devlet işlerine karışmamalıydı. Devlet yöneticilerinin kanunlara göre eşit davranması, düzeni sağlaması için yeterliydi. İkincisi de Fransız Devrimi’nden etkilenen kişilerin gün geçtikçe çoğalması ve güç haline gelerek mevcut yönetim sistemiyle sürekli çekişmesidir.

İslam toplumları arasında batılı tarzdaki demokratikleşme girişimi ilk Azerbaycan Cumhuriyeti’nde olsa da köklü devrimlerle İslami bir devletin batıya olan uyumu, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde kurulan Türkiye Cumhuriyeti’nde oldu. Daha Anadolu’da yürütülen Kurtuluş Savaşının ilk dönemlerinde yayınlanan Amasya Genelgesinde Milli Egemenlikten bahsedilmesi, Mustafa Kemal Atatürk ve beraberindeki silah arkadaşlarının, Fransız Devrimi sonucu beliren hak ve eşitlikler seviyesine yetişme gayesinde olduğunu gösteriyordu.

Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra saltanat ve hilafetin kaldırılmasıyla başlayan devrimler sürecinde, kadınlara seçme ve seçilme hakkının ”tam” olarak verilmesiyle pek çok Avrupa ülkesinden ileri bir seviyeye gidildi. Çünkü o yıllarda bazı Avrupa ülkelerinde, kadınların seçme hakkı varken seçilme hakkı yoktu. Bazı Avrupa ülkelerinde de kadınların yerel seçimlerde seçme ve seçilme hakkı vardı. Bu düzensizlik 1948 İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin yayınlanmasıyla giderilmeye başlandı. Böylece hak ve eşitlik kavramı, beraberinde demokrasi ve özgürlük kavramlarıyla çağdaşlık düzeyinin en önemli unsurlarından biri oldu.

Fakat o günden bu güne, hak ve özgürlükler konusunda sorunlar yaşanmadı değil. Marks ve Engels’in sınıfsız eşit bir toplum yaratma amacı güden Komünizm öğretisinin SSCB’deki uygulayıcıları, başa geldiği andan itibaren bütün iş kollarında çalışanları maaş bordrolarına tabi kıldılar. Onlara göre bu tutum, sınıflar arası eşitsizliği ortadan kaldıracaktı ama devlet yönetimini elinde bulunduran Komünist Parti, zaman içinde bir diktatörlüğe dönüştü.

Sivil ve askeri yöneticilerin keyfi uygulamaları, vergi ve ücretlendirme politikalarındaki adaletsizlikler, uzun yıllar maaş ve emeklilik ödemesi yerine verilen Brejnev tahvili diye adlandırılan tahvillerin paraya dönüşmemesi, rejimin sonunu getiren iç etkenlerden oldu. Öyle ki bu tahvillerin, günümüz Rusya’sına 785 milyar dolar gibi bir borca dönüşmesi söz konusudur. SSCB’nin dağıldığı 1991 yılına kadar, Avrupa kıtasında ekonomik açıdan en geri insanlar bu ülkenin vatandaşlarıydılar. Benzer durumlar tüm Varşova Paktı ülkelerinde de yaşandı.

Avrupa’da bunlar olurken, diğer kıtalarda da benzer şeyler oldu. Örneğin 1962 yılında Brunei’de siyasal faaliyetler tamamen yasaklandı. 1960’larda oldukça modern olan İran ve Afganistan 1970’lerden sonra daha muhafazakâr yöneticilerin eline geçti ve toplumsal yapı değişti. Avustralya yerlileri olan Aborjinler 1962’ye kadar seçme ve seçilme hakkını elde edemediler. Güney Afrika Cumhuriyeti yarım asır siyah-beyaz insan ayrımına şahit oldu. Katar Emirliği dış baskılar neticesinde ancak 2013 yılı içinde kadınların seçme ve seçilme hakkını tanıyacak. 2015 seçimlerinde kadınlar yerel yönetimlerde aday olabilecekler. Pek çok Afrika ülkesinde etnik ve ekonomik nedenlerden dolayı demokratik seçimlerle gelen yönetimler istifa etmekte, darbeyle devrilmekte ya da kurdukları yönetimler savaş nedeni olmaktadır.

Tüm yaşananların arka planında, yazımın başında değindiğim haklarının farkında olamayan insanların, belli çevrelerce ezilmesi ve sahip oldukları şeylerin sömürülmesi var. Buna karşı duracak iradelerin de bir bütün olamaması da çözümsüzlüğe etken olmakta. Fakat günümüzde insanlar, ne hak ne de eşitlik kavramından uzaklaşacak. Latin Amerika’dan Çin hindine, Doğu Avrupa’dan Güney Afrika’ya kadar bütün bilinçli insanlar, neye mal olursa olsun bu iki kavramın bütünlüğünü bırakmayacak. Askeri darbe’den iç savaşa, seçim hilesinden, ekonomik ambargo’ya kadar ülkelerde ne yaşanırsa yaşansın, pes etmeyecek.

Çünkü insanlar biliyor ki bu güne kadar başlarına ne geldiyse, hak ve eşitlik olmaması yüzünden geldi.

Ozan AKARSU..
http://hepar.org.tr/hak-ve-esitlik-kavramlarinin-butunlugu.aspx


..

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder