18 Mart 2021 Perşembe

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ NÜFUSUN HUKUKİ STATÜSÜ İLE İLGİLİ BİR ANALİZ. BÖLÜM 2

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ NÜFUSUN HUKUKİ STATÜSÜ İLE İLGİLİ BİR ANALİZ. BÖLÜM 2

 
Hukuki Statü, Suriye Savaşı, Göçmenlik, Mülteci, Geçici Koruma, Türkiye, Lübnan,İsmail SARITEKE, Ömer Fuad KAHRAMAN, Abdullah AYDIN,


   1951 yılına gelindiğinde sorunun daha etkin bir biçimde çözülmesi amacı ile “1951 Cenevre Sözleşmesi (1951 Refugee Convention)” adı ile de bilinen “Mültecilerin Hukuki Statüsüne Dair Sözleşme (Convention Relating to the Status of Refugees)” imzalanmıştır. 
Bu sözleşme ile mülteci (refugee) tanımı yapılmış, gerek mültecilerin gerekse devletlerin temel hak ve yükümlülükleri düzenlenmiş tir (www.multeci.org.tr). Bahsi geçen sözleşmenin 1. Maddesinin A fıkrasının 2. bendi uyarınca mülteci : 

“1 Ocak 1951'den önce meydana gelen olaylar sonucunda ve ırkı, dini, 
tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşünceleri yüzünden, zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle, yararlanmak istemeyen; yahut tabiiyeti yoksa ve bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen” kişilerdir. Madde metninden de anlaşılacağı üzere sözleşme kapsamında olan kişilerin 1 Ocak 1951 tarihi öncesinde ve Avrupa’da gerçekleşen olaylar sonucunda mağdur olmuş olması gerekmektedir. Bir başka deyişle sözleşmede hem tarihsel hem de coğrafi şart bulunmaktadır. Ancak aynı maddenin B fıkrası bu kısıtlamayı genişletmiştir. Anılan fıkra uyarınca; “1 Ocak 1951'den önce meydana gelen olaylar" ifadesi, ya,"1 Ocak 1951'den önce Avrupa'da meydana gelen olaylar” veya" 1 Ocak 1951'den önce Avrupa'da veya başka bir yerde meydana gelen olaylar" anlamında anlaşılacak ve her Taraf Devlet bu Sözleşme'yi imzaladığı, tasdik ettiği veya ona katıldığı sırada bu Sözleşme'ye göre taahhüt ettiği yükümlülükler bakımından bu ifadenin kapsamını belirten bir beyanda bulunacaktır. 

İlk ifadeyi kabul eden her Taraf Devlet, herhangi bir zamanda Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri'ne göndereceği bir notla, ikinci ifadeyi kabul ettiğini duyurarak yükümlülüklerini genişletme hakkına sahiptir. Bahsi geçen maddenin B fıkrası, sözleşmede yer alan coğrafi şartın kaldırılabilmesinin önünü açmıştır. Ancak tarihsel şart halen daha geçerliliğini korumaktadır. Geniş açıdan bakılırsa 1951’de yapılan düzenleme gelecekte oluşabilecek sorunları çözmeye yönelik bir çaba taşımamaktadır. Bunun yerine Mevcut nüfus hareketlerini düzenlemek istemektedir. 

Ancak nüfus hareketlerinin Konvansiyon’dan sonra da devam etmesi ve bu hareketlerin pek tabi olarak sorunlara yol açması sebebiyle 1967’de New York’ da “New York Protokolü” olarak da adlandırılan “1951 Sözleşmesine Ek Mültecilerin Hukuki Statüsüne ilişkin Protokol (1967 Protocol Relating to the Status of Refugees) kabul edilmiştir (www.goc.gov.tr).  Söz konusu protokol ile birlikte mülteci tanımlamasından "1 Ocak 1951'den önce meydana gelen olaylar sonucun da” ve "söz konusu olaylar sonucunda" ifadesi çıkarılmak sureti ile tarihsel şart kaldırılmıştır. Aynı zamanda “Taraf Devletler, işbu Protokolü, hiç bir coğrafi sınırlama yapılmaksızın uygulayacaklar dır.” denilmek suretiyle mülteci sayılmak hususunda getirilmiş olan coğrafi şart da kaldırılmıştır. 

Türkiye hem 1951 Cenevre Sözleşmesi’ne hem de 1967 New York Protokolüne katılmıştır. 
Ancak Türkiye 1951 Cenevre Sözleşmesi’nde yer alan coğrafi sınırlamayı kaldırmamıştır. Bu bağlamda Türkiye’nin Avrupa ülkeleri dışında, ülkesine gelen kişileri “mülteci” olarak tanıması mümkün değildir. 

Bu sebeple Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfusun gelmiş oldukları ülke konumuna  bakarak “mülteci” sayılamayacağını belirtmek gerekir. Ancak ne yazık ki güncel hayatta en çok kullanılan tabir “Suriyeli mülteci” şeklindedir. Ancak az önce de belirttiğimiz üzere Suriye’den göç etmiş kimselerin “mülteci” olarak adlandırılması saydığımız bu sebeplerle mümkün değildir. 

Mülteci kavramı yer değiştirme sebepleri bakımından göçmen kavramı ile farklılıklar arz eder. Mülteciler bir zülum tehtidi altında, başka bir ifade ile zulme uğrama korkusu ile ülkesini terk ederken, göçmen kendince haklı gördüğü herhangi bir sebeple ülkesini terk edebilir. Bir başka farklılık ise sahip oldukları koruma yönündendir. Göçmen yurtdışında olsa dahi kendi ülkesinin korumasından yararlanmaya devam ederken, mülteci bu tarz bir korumaya sahip değildir (Hathaway, 2005:85). 

3-Yerinden Edilmiş Kişi (Displaced Person) 

Yerinden edilmeyi (displacement), kişinin bulunduğu yerden veya çevreden ayrılmak zorunda kalması şeklinde tanımlamak mümkündür. Bu duruma maruz kalan kişiye de yerinden edilmiş kişi (displaced person) adı verilir (Deng, 2002:2). En yaygın yerinden edilme sebebi savaş olmakla birlikte doğal afetler, açlık veya ekonomik sebepler de kişiyi yer değiştirmeye zorlayabilir. 

Genel olarak iki tür yerinden edilme kavramından bahsetmek mümkündür. 
Bunlardan ilki kişilerin daha çok geçim sıkıntısı veya daha iyi yaşam gibi sebeplerle yaşadığı yerleri terk etmesidir. Kalkınmakta olan ülkelerde sıklıkla yaşanan bir durumdur. Ülkemizde köyden kente (özellikle başta İstanbul olmak üzere büyük şehirlere) göç şeklinde gerçekleşmiştir. Bu kişiler ülke içinde yer değiştirmekte olup Uluslararası Hukuk’a konu olmazlar (Deng, 2002:2). 

İkinci kısım ise; zorla çalıştırma, silahlı çatışma veya diğer insan hakları ihlalleri, insan yahut doğa kaynaklı afetler sonucunda yaşadığı yeri terk etmek zorunda kalan ancak yasal olarak tanınmış bir devletin sınırlarına henüz geçmemiş, bir başka ifade ile ülkesini henüz terk etmemiş kimselerdir. (Deng, 2002:2). 

Yerinden edilmiş kişiler, yaşadıkları yerleri mülteciler ile aynı sebepten dolayı terk 
etmektedirler. Ancak ülkeleri sınırları içerisinde kaldıkları veyahut yasal olarak tanınmış bir başka ülke sınırına geçmedikleri için mülteci statüsünde yer almamaktadırlar. Üzülerek belirtmek gerekir ki bu kişileri koruyan uluslararası bir organ dahi bulunmamaktadır (Jacques, 2012, 185).4 

    Türkiye’de yaşayan Suriye’li nüfusun ülkesinden ayrılarak başka bir ülke (Türkiye) sınırlarına girmiş olduğu için hukuki manada yerinden edilmiş kişiler sayılması mümkün değildir. 

4- Sığınmacı (Asylum Seeker) 

Sığınmacı (asylum seeker) mülteci statüsü kazanmak için başvuruda bulunmuş ancak başvurusu hakkında henüz karar verilmemiş olan kişileri ifade eder. Basit bir ifade ile sığınmacı, mülteci olma yolunda olan kişidir (Perruchoud & Redpath, 2011:8). 

Yukarıda da bahsettiğimiz üzere AİHEB’in 14. maddesi uyarınca “Herkes zulüm karşısında başka memleketlerden mülteci olarak kabulü talep etmek ve memleketler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkını haizdir.” 

Bu hakkın etkin bir biçimde kullanılabilmesi amacıyla 1951 Cenevre Sözleşmesi’nin 33. Maddesinde “ Hiçbir Taraf Devlet, bir mülteciyi, ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir sosyal gruba mensubiyeti veya siyasi fikirleri dolayısıyla hayatı ya da özgürlüğü tehdit altında olacak üllkelerin sınırlarına, her ne şekilde olursa olsun geri göndermeyecek veya iade (refouler) etmeyecektir.” denilmiştir. 

  Bu duruma “geri göndermeme (non-refoulement)” ilkesi adı verilir (Hathaway, 2005:300). 

Hemen belirtmek gerekir ki bu madde kati surette olmayıp istisnaları mevcuttur. 
Bulunduğu ülkenin güvenliği için tehlikeli sayılması yolunda ciddi sebepler bulunan veya özellikle ciddi bir adi suçtan dolayı kesinleşmiş bir hükümle mahkum olduğu için söz konusu ülkenin halkı açısından bir tehlike oluşturmaya devam eden bir mülteci bu hükümden yararlanmayı talep edemeyecektir. Yine 1967 tarihli “Devlete Sığınmaya İlişkin Beyanname’nin (Declaration on Territorial Asylum) 3. maddesi istisnalar dışında “hiç kimse, sınırda reddedilme, ya da sığınma hakkı 
aradığı ülkeye daha önce girmiş ise sınır dışı edilme ya da zulme uğrayabileceği herhangi bir ülkeye zorla geri döndürülme gibi önlemlere maruz kalmayacaktır.” demek suretiyle “geri göndermeme” yasağına bir kere daha vurgu yapmıştır. 
Hiç şüphesiz sığınmacı statüsü geri göndermeme yasağı uyarınca başvuru süresi sonuçlanana kadar geçirilen geçici bir statüdür. Belirtmek gerekir ki sığınmacı olabilmek için “mülteci” statüsünde sayılmak üzere başvuru yapmış olma şartı mevcuttur. Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfusun mülteci sayılmasının hukuki manada mümkün olmadığını daha önce de belirtmiştik. Bu sebeple Türkiye’de yaşayan Suriye’li nüfusun mülteci statüsüne geçişi mümkün olmadığından 
sığınmacı sayılması da mümkün değildir. 

5- Şartlı Mülteci (Conditional Refugee) 

1994 yılında yayınlanan Türkiye’ye İltica Eden veya Başka Bir Ülkeye İltica Etmek Üzere Türkiye’den İkamet İzni Talep Eden Münferit Yabancılar ile Topluca Sığınma Amacıyla Sınırlarımıza Gelen Yabancılara ve Olabilecek Nüfus Hareketlerine Uygulanacak Usul ve Esaslar Hakkında Yönetmelik’in 3. maddesinde de sığınmacı tanımlaması yapılmış olup, sığınmacı “ırkı, dini, milliyeti, belirli bir toplumsal gruba üyeliği veya siyasidüşünceleri nedeniyle takibata uğrayacağından haklı olarak korktuğu için vatandaşı olduğu ülke dışında bulunan ve vatandaşı olduğu ülkenin himayesinden istifade edemeyen veya korkudan dolayı istifade etmek istemeyen ya da uyruğu yoksa ve önceden ikamet ettiği ülke dışında bulunuyorsa oraya dönmeyen veya korkusundan dolayı dönmek istemeyen yabancı” olarak tanımlanmıştır. Dikkat çekicidir ki yönetmelikte mülteci ve sığınmacı kavramının tanımı coğrafi sınırlama dışında aynıdır. Bu durum Türkiye’nin Avrupa dışından gelen kimselere “sığınmacı” statüsü verme isteğini göstermektedir. 

Zira Türkiye hukuki olarak sadece Avrupa’dan gelen kişilere mülteci statüsü vermektedir. 

2013 yılında yayınlanan 6458 tarihli “Yabancılar ve Uluslararası Koruma Kanunu”5 bu hükmü zımni olarak ilga etmiştir. YUKK 62. maddesi uyarınca, “Avrupa ülkeleri dışında meydana gelen olaylar sebebiyle; ırkı, dini, tabiiyeti, belli bir toplumsal gruba mensubiyeti veya siyasi düşüncelerinden dolayı zulme uğrayacağından haklı sebeplerle korktuğu için vatandaşı olduğu ülkenin dışında bulunan ve bu ülkenin korumasından yararlanamayan, ya da söz konusu korku nedeniyle yararlanmak istemeyen yabancıya veya bu tür olaylar sonucu önceden yaşadığı ikamet 
ülkesinin dışında bulunan, oraya dönemeyen veya söz konusu korku nedeniyle dönmek istemeyen vatansız kişiye statü belirleme işlemleri sonrasında şartlı mülteci (conditional refugee) statüsü verilir.” Yine aynı hüküm uyarınca üçüncü bir ülkeye yerleştirilinceye kadar, şartlı mültecinin Türkiye’de kalmasına izin verilir. Görüldüğü üzere şartlı mülteci ile sığınmacı kavramı benzer olmakla birlikte aynı değildir. Zira sığınmacı başvurduğu ülkede kalabilmek adına başvuru yapmıştır 
ve bunun sonucunu beklemektedir. Bekleme süresi sonucun açıklanması ile son bulur. Sonucun olumlu olması durumunda kazanacağı mülteci statüsü makable şamildir. Ancak şartlı mülteci için böyle bir durum söz konusu değildir. Şartlı mülteci üçüncü bir ülkeye yerleştirilmek üzere beklemektedir. Bu bekleme sonucunda Türkiye’den mülteci statüsü kazanması mümkün değildir. 

Bekleme süresi güvenli üçüncü bir ülkeye (safe third country) yerleştirme ile sonlanmış olacaktır. 

***

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ NÜFUSUN HUKUKİ STATÜSÜ İLE İLGİLİ BİR ANALİZ. BÖLÜM 1

TÜRKİYE’DEKİ SURİYELİ NÜFUSUN HUKUKİ STATÜSÜ İLE İLGİLİ BİR ANALİZ. BÖLÜM 1
 
Hukuki Statü, Suriye Savaşı, Göçmenlik, Mülteci, Geçici Koruma, Türkiye, Lübnan,İsmail SARITEKE, Ömer Fuad KAHRAMAN, Abdullah AYDIN,


İsmail SARITEKE* 
Ömer Fuad KAHRAMAN**  
Abdullah AYDIN*** 
* Arş.Gör., Mustafa Kemal Üniversitesi İİBF İşletme Bölümü, El-mek: ismailsariteke@mail.com 
** Arş.Gör., Mustafa Kemal Üniversitesi İİBF Kamu Yönetimi Bölümü Bölümü, El-mek: 
kahraman.fuad@gmail.com 
*** Dr. Öğr. Üyes,., Mustafa Kemal Üniversitesi İİBF Uluslararası İlişkiler Bölümü, El-mek: 
abdullahaydin01@hotmail.com 
 


ÖZET 
2010 yılı sonu itibari ile ilk olarak Tunus’ta başlayıp neredeyse tüm Arap ülkelerine hızlı bir şekilde yaygınlaşan olay neredeyse trajikomik bile olsa en çok kullanılan veya bilinen ismi ile Arap Baharı olarak anılmaktadır. Bu olaylar sebebi ile milyonlarca insan evlerinden kopmak zorunda kalmışlardır. Süreçte dünyadaki nüfus hareketliliği çok ciddi boyutlara ulaşmıştır. 
Arap Baharı ve devamında Arap ülkelerinde meydana gelen olaylardan en fazla etkilenen ülkelerin başında Suriye gelmektedir. Ülke nüfusunun neredeyse %60’tan fazla bir kısmı başka ülkelerde farklı statülerle yaşamak zorunda kalmıştır. Bu ülkelerin en başında da Türkiye ve Lübnan gelmektedir. Çok zor şartlar ile ülkelerini terk eden Suriyeliler gittikleri ülkelerde çok ciddi sorunlar ile yüzleşmektedir. Bu sorunların sosyal, siyasal ve ekonomik boyutları olduğu gibi hem ulusal hem de uluslararası hukuk boyutu da vardır. 
Hukuksal sorunların başında ise bu bireylerin statülerin ne olduğu ve ne olmadığı sorunsalı gelmektedir. Hukuksal açıdan ele alındığında Türkiye’deki Suriyelilerin yasal statüleri üzerinde bir kavram kargaşasına rastlanmaktadır. 

Bu bağlamda çalışmada Türkiye ve dünyadaki Suriyelilerin hukuksal statüleri ele alınarak oluşan kavram kargaşasına çözümler bulunmaya çalışılmıştır. 

Çalışmayı oluştururken ikincil veri kaynaklarından yararlanarak, Suriyeli göçmenlerin Türkiye’deki devlet kurumları ve sivil toplum kuruluşları ile olan münasebetlerine yer verilerek hukuki statüler değerlendirilmiştir. 

Giriş 

Arap Baharı veya her ne isim ile anılırsa anılsın 2010 yılının sonunda Tunus’ta bir üniversite mezunu işbortacının kendisini yakması ile başlayan olaylar Arap Dünyası ve dolayısıyla Kuzey Afrika ve Ortadoğu devletleri ve halkları için büyük değişim veya başka bir bakış açısıyla yıkım getirmiştir. Nitekim bu bağlamda birçok düşünür bu noktada Arap Baharı yerine Sonbaharı veya Kışı ifadesini kullanmaktadırlar (Belli ve Aydın, 2017: 428). 

Yaşanan bu olayların Arap ve Ortadoğu coğrafyasının önemli ve baskıcı rejimle yönetilen ülkelerinden biri olan Suriye’ye sıçramaması düşünülemezdi. Nitekim olaylar, hızlı bir şekilde tüm Suriye çapına yayılmış ve burada ciddi bir insani kriz ortaya çıkarmıştır (Akıncı, 2017:3-23). Bu insani kriz neticesinde hem ülke içi hem ülke dışı göç hareketleri gerçekleşmiştir. Ülke dışına gerçekleşen göçlerden en çok etkilenen ülke ise Türkiye olmuştur. 
Ülkesini terk etmek zorunda kalan Suriyeli sayısı 5.481.615 iken bunlardan 3.424.237 tanesi Türkiye’de yaşamaktadır 
(http://data.unhcr.org/syrianrefugees/regional.php). 

Bu bağlamda Türkiye ciddi yatırımlar yaparak ülkesine gelen Suriyeli nüfusu kontrol etme, regüle etme ve düzenleme çabası içerisine girmiştir. 

Ancak Türkiye’nin anayasasındaki “hukuk devleti” ifadesi gereğince devletin yaptığı her hareketin belli normlar çerçevesinde gerçekleşmesi gerekmektedir. Dolayısıyla ilk olarak devletin Türkiye’ye gelen Suriyeli nüfus ile ilgili bir statü belirlemesi gerekmektedir. Zira ülkemizde Suriyeli nüfusun hukuki statüsüne ilişkin büyük bir yanılgı hâkimdir. Sadece basın yayın organlarında değil akademik 
çalışmalarda dahi hukuki statü takdirinde yanılgılar göze çarpmaktadır. Bu çalışma ile hem Türkiye’deki nüfusun hukuki statüsünün ne olduğu ve olmadığı belirlenme ye çalışılacak hem de uygulamada kullanılan benzer kavramların neden yanlış olduğu ifade edilecektir. Türkiye’de yaşayan Suriyeli nüfusun hukuki statüsünü belirlemek için öncelikle bu tarz durumlarda kullanılan benzer kavramları açıklamak, bir başka ifade ile genelden özele gitmek daha faydalı olacaktır. 


1. Göçmen (Immigrant) 

İnsanlık tarihi boyunca topluluklar kimi zaman istekleri doğrultusunda kimi zaman da zorla yaşadıkları yerleri terk ederek başka bölgelere göç etmişlerdir. Türk Dil Kurumu’na göre göç (migration): “Ekonomik, toplumsal, siyasi sebeplerle bireylerin veya toplulukların bir ülkeden başka bir ülkeye, bir yerleşim yerinden başka bir yerleşim yerine gitme işi…” anlamına gelmektedir  (http://www.tdk.gov.tr). 

Basitçe göçü, insanların bir yerden başka bir yere hareketi şeklinde 
tanımlamak mümkündür. Göç sonucunda insanlar ülke değiştirdiği zaman çeşitli problemler de baş göstermektedir. Bu problemlerden bir tanesi de, göç sonucu başka bir ülkeye geçen kişilerin yeni bir hukuki durum ile karşı karşıya kalmasıdır. 
Göçü yasal zeminine bakarak “yasal göç (legal migration)” ve “yasa dışı göç (illegal migration)” olarak ikiye ayırmak mümkündür. Bu ayrımın tarihine baktığımızda, 19. yy’a kadar Dünya’da yasal-yasa dışı göç ayrımının mevcut olmadığını görürürüz. Çinli nüfusun yoğun biçimde Amerika’ya göç etmesi sonucu 1882 yılında Chinese Exclusion Act (Çinlileri Hariç Tutma Yasası) kabul edilmiştir (www.ourdocuments.gov). 

Bu yasanın ırkçı temelden ziyade ekonomik korkularla kabul edildiğinden bahsetmek mümkündür. Çinli nüfusun daha ucuz iş gücü olmasının yerli Amerikan nüfusunu işsiz bırakması sonucu kabul edilmiştir (Salyer, 1995:10). Belirtmek gerekir ki bu işsizlik sonucu yerli Amerikan halkının Çinli işçilere karşı ırkçı tepkileri de doğmuştur. (Ne tesadüftür ki günümüzde ülkemizde yaşayan Suriyeli nüfusa karşı da aynı sebeplerle ırkçı tepkiler sergilenmektedir.) Söz konusu yasa ile birlikte Çinlilerin Amerika’ya 10 yıl boyunca göç etmesi yasaklanmış, ayrıca yine 10 yıl boyunca Çinlilerin Amerikan vatandaşlığı alamayacağı kabul edilmiştir. 1 

Bu yasa ile birlikte Dünya’da yasal- yasa dışı göç ayrımı yapılmaya başlanmıştır. Dünya genelinde kabul gören bir tanımı olmamakla birlikte Uluslararası Göç Örgütü’ne (International Organization for Migration) göre yasal göç, gidilecek ülkenin mevzuatına aykırı olmayan, ilgili ülkenin mevzuatınca yasaklanmamış göçtür (Perruchoud & Redpath, 2011:34,35). Yasal göçün hedef ülke kadar gönderen ülke açısından da yasal olması gerekir (Ghosh, 1998:1). Bir başka deyişle kişinin, ülkesini yasal olarak terk etmesi gerekir. Yasa dışı göçe “düzensiz göç (irregular migration)” de denilmektedir. Yasa dışı göç, yasal göçün aksine hedef ülke veyahut gönderen ülke mevzuatlarına aykırı olarak gerçekleşir. 

Uluslararası Göç Örgütü (IOM), düzensiz göç tabirinin kullanılmasını daha uygun bulmaktadır çünkü, yasa dışı göç tabirinin, göçmen kaçakçılığı ve insan ticareti vakaları ile sınırlı kalma eğilimi bulunduğunu düşünmektedir. Kanaatimizce “yasa dışı” tabiri “düzensiz” ifadesine nazaran hukuka aykırılığı belirtme noktasında daha keskin bir ifade olduğu için bu görüş yanlıştır. Zira bir kişinin insan kaçakçılığı yahut ticareti olmadan sırf pasaportsuz olarak gönderici ülkeyi de terk etmesi kanuna aykırı ve yasa dışıdır. 

Ülkemiz coğrafik konumu itibariyle göçün hedef ülkesi olma pozisyonundan ziyade transit ülke olma konumundadır. Bununla birlikte ülkemizin gerek 1989- 1992 yılları arasında Bulgaristan’dan gelen Türk soyundan yaklaşık 350 bin kişinin (Atasoy, 2010:12), gerekse 1990’lı yılların başında Irak’tan Türkiye’ye göç eden 500 bin Kuzey Irak’lının (Kaynak, Refet, Şahin 1992:27) hedef ülkesi olduğunu da belirtmek gerekir. Az önce de değindiğimiz üzere Türkiye’nin transit ülke konumunda olması daha çok yasa dışı göç yahut düzensiz göç ile karşı karşıya kalması sonucunu doğurmaktadır. 

Aşağıda da bahsedeceğimiz üzere göçmenler ülkelerini her zaman zulüm korkusu ile terk etmezler. Ekonomik sebeplerle örneğin; iş bulma ümidi ile de kişi ülkesini terk edebilir. Bir başka ifade ile göçmen ülkesini kendince haklı olan herhangi bir sebeple terk edebilir. Ancak bir kimsenin göçmen olarak adlandırılabilmesi için bu kişinin ülkesinin korumasını kaybetmemesi gerekir (Hathaway, 2005:85). 

Uluslararası Hukukta yer alan göçmen tabiri ile Türk Hukukunda yer alan göçmen tabiri tamamen farklıdır. 5543 Sayılı İskan Kanunu’nun 3. maddesinin d fıkrasında yapılmış olan tanım uyarınca göçmen; “Türk soyundan ve Türk kültürüne bağlı olup, yerleşmek amacıyla tek başına veya toplu halde Türkiye'ye gelip bu Kanun gereğince kabul olunanlardır.” Yine aynı kanunda “serbest göçmen (3/e)”, “iskanlı göçmen (3/f)” ve “münferit göçmen (3/g)” tabirlerine de yer verilmiştir (Yılmaz, 2007:250). Ancak bu ayrımlar toplu halde ya da bireysel gelme veya özel getirilme gibi durumlar için geçerli olup her halükarda Türk soyundan gelme ve Türk kültürüne bağlı olma şartı geçerliliğini korumaktadır. 

Görüldüğü üzere Türkiye’de yer alan Suriyeli nüfusun tamamı için göçmen tabirini 
kullanmak mümkün değildir. Zira Türk soyundan gelmeyenler, Türk kültürüne bağlı olmayanlar ve yerleşme amacı taşımayanlar Türk Hukuku uyarınca göçmen sayılamazlar. 

2-Mülteci (Refugee) 

Türk Dil Kurumu’nda iltica, “sığınma” olarak tanımlanmıştır (http://www.tdk.gov.tr). Aynı şekilde mülteci de “sığınmacı” olarak tanımlanmıştır (http://www.tdk.gov.tr). Ancak hukuki manada “sığınmacı (asylum seeker)” ile “mülteci (refugee) eş anlamlı değildir. 

Tarih boyunca gerek ekonomik gerek siyasi, gerekse askeri sebeplerden dolayı insanlar göç etmiştir. Ancak uzun bir sure boyunca devletler göçe ilişki düzenleme yapmamışlardır. 20. yy’da özellikle I. Dünya Savaşı sonrası devletler iltica konusunu ikili anlaşmalar ile düzenleme yoluna gitmişlerdir. Hiç şüphesiz bu kararda dönemin Milletler Cemiyeti’nin (League of Nations) ilticayı devletler arası ilişkilerde çözülmesi gereken bir problem olarak görmesinin etkisi de büyüktür. 
İlticayı düzenleyen ilk çok uluslu2 sözleşme olarak 1933 tarihli Mültecilerin Uluslararası Statülerine Dair Konvansiyon’u (Convention Relating to the International Status of Refugees) göstermek mümkündür. Söz konusu konvansiyon her ne kadar çok uluslu olsa dahi kapsamı oldukça dardır. 

Konvansiyonun 1. maddesi uyarınca Konvansiyon hükümleri sadece Ruslar, Ermeniler ve asimile edilmiş mülteciler için uygulanabilecektir (www.refworld.org). Ancak uygulama alanı dar olmasına rağmen 3. maddede getirilmiş olan “sınır dışı etme” ve “sınırdan girişi engelleme” yasağı dönemi açısından önemli bir yeniliktir (Hathaway, 2005:83). 

   İkinci Dünya Savaşı ile birlikte Dünya’da o güne kadar görülmemiş büyüklükte ve ölçekte insan hakları ihlalleri meydana gelmiştir. Bu ihlaller neticesinde de çok büyük göç hareketleri ortaya çıkmıştır (Holborn, 1956:32). Ortaya çıkan nüfus hareketliliğinin meydana getirdiği problemleri çözme adına çok uluslu bir adım atmak zorunluluğu hasıl olmuştur. Bu kapsamda kabul edilen ilk ilke “iltica hakkı” dır. 
İnsan Hakları Evrensel Bildirgesi’nin (Universal Declaration of Human Rights)314. 
maddesinin 1. fıkrası uyarınca “Herkes zulüm karşısında başka memleketlerden mülteci olarak kabulü talep etmek ve memleketler tarafından mülteci muamelesi görmek hakkına haizdir.” (www.un.org) Doktrinde bu madde “iltica hakkı” olarak kabul edilmiştir. Ancak belirtmek gerekir ki İHEB bu hakkı sadece belirtmekle yetinip bu konuda detaylı bir düzenleme yoluna gitmemiştir. 

Pek tabi olarak bu hak, kişiler açısından bir talep hakkı olarak düzenlenmiş olup buna karşın devletlere açıkça bir yükümlülük getirmemiştir. Madde metninden yola çıkarak devletlerin “mülteci muamelesi gösterme yükümlülüğünden” ancak dolaylı olarak bahsetmek mümkündür. Belirtmek gerekir ki bu tarz bir düzenleme eksikliği, düzenleyenlerin eksikliğinden yahut dikkatsizliğinden  kaynaklanmamakta dır. Hali hazırda İHEB, ruhu gereği çerçeve bir metindir. 
Amacı kazuistik bir düzenleme yapmaktan ziyade kendinden sonra gelecek düzenlemeler için kaynak teşkil etmek, öncülük etmektir. Zira İHEB Birleşmiş Milletler Genel Kurulu (General Assembly of the United Nations) kararı olup uluslararası bir antlaşma değildir ve Uluslararası Hukuk kapsamında bağlayıcı nitelik taşımamaktadır. 

***

17 Mart 2021 Çarşamba

ABD’NİN YENİ AKDENİZ POLİTİKASI ve TÜRKİYE’NİN SEÇENEKLERİ. BÖLÜM 2

ABD’NİN YENİ AKDENİZ POLİTİKASI ve TÜRKİYE’NİN SEÇENEKLERİ. BÖLÜM 2 

 

Doğu Akdeniz Sorunu, ABD, Doğu Akdeniz Politikası, Prof. Dr. Uğur ÖZGÖKER, Türkiyenin Seçenekleri, Covid 19 salgını,Sanayi Devrimi,Orta-Doğu, savaşlar, çatışmalar, darbeler, terör ve tedhiş hareketleri, katliamlar, etnik-dini ve mezhep çatışmaları, göçler,

Rusya Federasyonunun en büyük deniz üssü Suriye’deki Tartus limanıdır. Rusya Suriye’deki bu deniz üssü sayesinde bütün Orta-Doğu ve Doğu Akdeniz’i kontrol etmekte, petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olmaktadır. Unutulmamalıdır ki bugün dünyanın coğrafi olarak en büyük toprağına sahip, en büyük nükleer gücüne sahip, süper güç olan ülkesi Rusya Federasyonunun ekonomisinin % 90’ı petrol ve doğalgaz ihracatına dayanmaktadır. Bu iki enerji kaynağının fiyatlarının düşmesi zaman zaman olduğu gibi Rus ekonomisini yıkıma sokmaktadır. 
Bu yüzden Rusya Suriye’den çıkmaz ve Doğu Akdeniz’den vazgeçemez. Rusya Suriye’deki deniz üssü Tartus limanı dışında üç yıl önce iç savaşta emir eri 
Beşer Esad’ı desteklemek için Suriye’ de bir de hava üssü kurmuştur. Ayrıca kendi vatandaşlarına işkence ve katliam yapan ve dokuz milyon Suriyelinin Suriye’den kaçarak kötü şartlarda başka ülkelerde mülteci olarak yaşamalarına neden olduğu için BM Güvenlik Konseyi Suriye’ye askeri müdahale için karar alacakken, Rusya Güvenlik konseyinde “Veto” uygulayarak karar alınmasına engel olmuştur. Böylece Suriye’nin “Yasal” ama “Meşru” olmayan Esad Hükümeti bugüne kadar iktidarda kalabilmiştir. 

% 12’lik diktatör Esad yönetimini laik bir yönetim sergilediği için daha muhafazakâr Sünnilere karşı % 13 civarında nüfusa oluşturan çeşitli etnik ve mezhepsel gruplara mensup (Arap Ortodoks Hıristiyan, Katolik Hıristiyan Arap (Maronit), Ortodoks (kadim) ve Katolik Süryaniler, Ortodoks (Gregoryen) ve Katolik (Klikya Ermenileri) Ermeni cemaati) Hıristiyan Suriyelilerde  desteklemekte dirler. Dışarıdan ise Orta-Doğu’da Suriye’deki Şiiliğin bir kolu olan Arap Alevileri (Nusayri), Lübnan’daki Anayasal olarak Meclis Başkanlığı koltuğunu da elinde 
bulunduran Şiiler ve Emel Partisi ile Dürziler; Irak’ta da nüfusun % 65’ini oluşturan ve Şiilerin kutsal mekânı Kerbela’yı da elinde bulunduran Şiiler ile Bahreyn ve Yemen’ deki Şiiler ile Ortadoğu’ da bir Şİİ Hilali kurmak isteyen İran ve yukarıda açıklanan sebeplerle Rusya desteklemektedir. Rusya ve İran asker, silah, ekonomik yardım, askeri eğitim yardımı, istihbarat, lojistik ve siyasi destek sağlayarak Nusayri diktatör Esad rejimini iktidarda tutmakta ve İsrail ile ABD’yi Orta-Doğu ve Doğu Akdeniz’de rahatsız etmeye hatta tehdit etmeye devam etmektedir. Son yıllarda Çin de Suriye konusunda, İran–Rusya ittifakına katılmış, Gayrimeşru Esad rejimine siyasi ve ekonomik destek vermeye başlamıştır. Hatta BM Güvenlik Konseyi’ndeki oylamada da Rusya ile birlikte olumsuz oy vererek veto etmiştir. 
Başka bir Orta-Doğu ve Doğu Akdeniz ülkesi olan Libya’da da yakın zamanlarda ABD çıkarlarını tehdit eden gelişmeler olmuştur. Libya’da ABD’nin eskiden desteklediği darbeci General Hafter; Rusya ile anlaşıp Rusya’dan paralı özel askeri şirket (Wagner) ve sekiz adet en son model savaş uçağı desteği alınca; ABD’ nin baştan açıktan desteklemediği fakat sonradan strateji değiştirip Türkiye ve İtalya ile birlikte desteklemeye başladığı, BM tarafından tanınan meşru “Ulusal Mutabakat Hükümeti” ve lideri Saraj Yönetimi Trablus’a sıkıştı. Libya’nın petrol yataklarının çoğu ile petrolün Avrupa’ya tankerlerle sevk edildiği limanın Rus özel askeri şirketinin eline geçmesi, ABD’ yi ziyadesiyle rahatsız etmiş ve güçlü bir 
tehdit algılayarak, Doğu Akdeniz’ de Rus nüfuzunu kıracak karşı stratejiler geliştirmesine yol açmıştır. 
İşte Doğu Akdeniz’deki bu gelişmeler ABD’nin, Rusya lehine ABD aleyhine bozulan “Güç Dengesi”ni kendi lehine çevirmek için yeni askeri stratejileri uygulamaya koymasını gerektirmiştir. ABD’nin Yeni Doğu Akdeniz Politikasının en etkili stratejisi, Doğu Akdeniz’ de sabit bir uçak gemisi konumunda olan Kıbrıs’ta Rus etkisini bertaraf etmektir. Kıbrıs’ın kurucu Cumhurbaşkanı Makaryos Rus sempatizanı, Bağlantısızlar blokunun lideri ve Rum Ortodoks Kilisesinin Başı yani Patrik’ ti. Ayrıca Kıbrıs İngiltere’ den 1960 yılında bağımsız olduktan sonra 
60 yıldır en güçlü parti, Komünist Parti AKEL olmuştur. Her zaman seçimlerden 1. Parti olarak çıkmıştır. Son olarak da Rus oligarkların GKRY’de 30 milyar dolar kara parası aklanmaktadır. 

ABD GKRY’ni Rusya ekseninden çıkartıp ABD rotasına sokmak için yeni strateji tespit edilmiştir. Bu kapsamda Temmuz 2020 başında uzun yıllardır silah ambargosu uyguladığı GKRY’ ne ambargoyu kaldırmış ve Rum Milli Muhafız ordusunu ABD Ordusunun askeri eğitim ve talim programına dâhil etmiştir. ABD’nin bu politikası Türk iç politikasında Türkiye’ye karşı düşmanca bir tutum olarak algılanmıştır. Hâlbuki ABD bize karşı değil Rusya’ya karşı bir hamle yapmıştır. ABD’nin buradaki amacı, Rus-Yunan-Sırp-Rum Ortodoks ittifakının bir 
parçası olan GKRY’ni Rusya’nın etkisinden uzaklaştırmak; bu kapsamda Doğu Akdeniz için çok stratejik ve ekonomik önemi olan Rumların ekonomik kontrolün deki Kıbrıs’ın en büyük liman şehri Limasol (Rus etkisini ironik olarak belirtmek için Limasolgrad olarak adlandırılmaktadır)’un kontrolünü Ruslardan almak ve nihayet Kıbrıs’ın doğusunda Yahudi asıllı Amerikan firması Nobel Energy tarafından çıkarılan Doğalgaz ve Kıbrıs’ın batısında keşfedilen ilerde çıkartılacak petrol rezervlerini kontrol ederek, Rusya’nın tek silahı olan petrol ve doğalgaz fiyatlarını ve üretim miktarlarını belirleyerek Rusya’nın yeniden süper güç olmasını engellemektir. 
Ancak ABD’nin bu stratejisi Rusya’dan çok Türkiye’ye zarar verecek gibidir. Zaten AB ile çok bozuk olan ilişkiler; Temmuz 2020, 2. Haftasında Ankara’yı ziyaret eden AB Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Komiseri Borell’in de dediği gibi, Türkiye AB’nin en önemli sorunu haline gelmiştir. 10 Temmuz’ da toplanan AB Dışişleri Bakanları Konseyinde de AB, Türkiye’nin Akdeniz’ deki faaliyetlerinden büyük endişe duyduğu ve Fransa’nın bastırması ve ısrarı ile Türkiye’ye karşı yaptırım seçenekleri nin değerlendirileceği kararına varılmıştır. Fransa’nın da Türkiye’yi Akdeniz’e kıyıdaş devlet olmaktan çıkartıp Fransa’nın başkenti Paris’in banliyösü Sevr beldesinde Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması sınırlarına sıkıştırmak politikası izlediği malumdur. Otuz yıldır PKK’ya en açık şekilde askeri ve siyasi desteği veren; GKRY’ni ve Yunanistan’ı sürekli Türkiye’ye karşı kışkırtan ve Türkiye’ye karşı rum-yunan ikilisine büyük askeri ve siyasi destek sağlayan; gayrimeşru Beşer Esad rejimini Türkiye’ye karşı destekleyip-cesaretlendiren; sözde Ermeni soykırımı söylemini uluslararası camiaya taşıyan; Fransa’da 
Ermeni terör örgütü ASALA tarafından diplomatlarımızın şehit edilmesini teşvik eden ve Ermeni teröristleri cesaretlendirip, onlara silah, istihbarat ve lojistik destek sağlayan; en son Temmuz 2020 ortasında Ermenistan’ın Azerbaycan’a askeri saldırı yapmasını Rusya ile birlikte teşvik edip; Azeri General, Albay, subay, asker ve çok sayıda sivilin şehit edilmesine neden olan Fransa; kurucu üyesi olduğu AB ve NATO’yu sürekli Türkiye’nin aleyhine karar almaya zorlamaktadır. NATO üyesi olan Türkiye, Fransa’nın NATO içindeki manevralarını başarıyla önlemekte ama AB üyesi olmadığı için Fransa-Yunanistan ve GKRY, AB içinde şer cephesi oluşturup Türkiye’ye karşı düşmanca duygularla işbirliği yapıp sürekli AB’ den milli menfaatlerimize aykırı kararlar çıkartmaktadırlar. 

Fransa-GKRY ve Yunanistan’ın hasmane tutumları ile AB’nin aleyhimize aldığı kararların yanısıra; ABD’nin Doğu Akdeniz’ deki bu yeni stratejisi aslında doğrudan Türkiye’ yi değil Rusya Federasyonunu hedeflese de eğer Türkiye karşı stratejiler geliştirmezse ABD’nin bu politikası sonucu Türkiye Akdeniz’den, Ege’den, doğalgaz ve petrol kaynaklarından tamamen dışlanır ve KKTC’nin egemenliği ve bağımsızlığı da tehlikeye düşer. Bu durum ilerde bütün Anadolu’nun güvenliğini tehdit eder, Türkiye bir “Beka” sorunuyla yüz yüze gelir, Sevr Anlaşmasını uygulatmak için ellerini ovuşturan dış güçler ve onların yurtiçindeki hain işbirlikçilerine gün doğar. 
Bu çok tehlikeli ve sürekli kötüye giden durumu önlemek için Türk Dış Politikasın da (TDP) keskin ve köklü bir paradigma değişikliğine ihtiyaç vardır. Hükümetimizin ülkemizin bekası, vatanımızın bölünmez bütünlüğü, egemenliğimiz ve ekonomik ve siyasi bağımsızlığımızın devamı için TDP’de bu radikal ve kökten değişiklikleri behemehâl yapması gerekmektedir. 

TDP de yapılması gerekli paradigma değişiklikleri: 

1) Son 7-8 yıldır diplomatik ilişkilerimizin bozuk olduğu İsrail ve Mısır’la eskiden olduğu gibi askeri ve ekonomik işbirliği anlaşmaları yapmak ve her düzeyde ilişkileri normalleştirmek. Bilindiği gibi Mısır 6 bin yıllık tarihi ile dünyanın en eski ve köklü medeniyetlerinden biridir. Süveyş kanalına sahip olması Akdeniz’in Kızıldeniz ve Hint Okyanusuna geçiş kapısının anahtarını elde tutarak büyük bir geo-stratejik konuma sahip olması; en fazla nüfusa sahip Arap-Orta-Doğu ve Doğu-Akdeniz ülkesi olması; Orta-Doğu’nun asker bakımdan sayıca ve silah bakımından en donanımlı güçlü bir orduya sahip olması ve tarihte Mısır’ı Fatımiler, Kölemenler, Memlüklüler ve Osmanlılar gibi Türk Devletlerinin idare etmesi ile Türkiye ile tarihi ve kültürel yakınlığa sahip olması önemlidir. İsrail’e gelince, Yahudi milletinin oluşturduğu bağımsız bir devlet olarak 1948’de kurulduğunda tanıyan ilk ve tek Müslüman ülke Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. İsrail geçmiş yıllarda Türkiye ile çok sıcak diplomatik ve siyasi ilişkiler kurmuş ortak askeri uçak, tank üretmek, silah yedek parçalarının temini ve silah ve askeri teçhizatın tamiratı konusunda geçmişte Türkiye ve İsrail yakın işbirliği yapmışlardır. Ayrıca İsrail başta terör örgütü PKK’nın lideri bebek katili Abdullah Öcalan’ın (Apo) Afrika’da yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesinde çok yararlı istihbarat ve lojistik destek de sağlamıştır. Şunu da muhakkak aklımızda tutmalıyız ki Dünya finans-kapitalini Yahudiler elinde tutmakta ve bu suretle istedikleri ülke ve şirketleri destekleyip kalkındıracak; istemedikleri ülke, hükumet, STK ve şirketleri ise yok edip dünya üzerinden silebilecek ekonomik ve finansal güce sahiptirler. Avrupa’nın başta İngiltere ve Fransa olmak üzere birçok ülkenin hükümetlerini, parlamentolarını, medya şirketlerini, banka-sigorta gibi finansal kurumlarını ve kamuoylarını doğrudan etkileme ve yönlendirme kapasite ve kabiliyetine sahiptirler. ABD’nin ise Derin Devleti’nin Yahudilerin kontrolünde olduğunu bilmeyen yok gibidir. Dünyanın en büyük petrol şirketlerinin, medya şirketlerinin, bankalarının sahibi Yahudilerdir. Çeşitli komplo teorisyenlerinin haklarında yüzlerce kitap yazarak dünyayı idare ettiklerini iddia ettikleri Rockefeller ve Rothschild aileleri de Yahudi kökenlidir. 

En son olarak Türkiye için hayati önemi olan Doğu Akdeniz’ de AB’nin 30 yıllık enerji ihtiyacını karşılayacak kadar zengin doğalgaz yataklarını da işleten Yahudi Nobel Enerji firmasıdır. 

Türkiye Libya ile yaptığı gibi Mısır ve İsrail’le Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki alanları nın sınırlanması ve Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşmalarını imzalarsa; GKRY-Yunanistan ve Fransa’nın bizi Kıbrıs ve Akdeniz’den çıkartma; petrol ve doğalgaz  kaynaklarındaki haklarımızı almaktan engelleme politikaları boşa çıkacak ve bu yeni kendi enerji kaynaklarını kullanması ve satışından elde edeceği gelirlerle, Türk ekonomisi Balkanlar-Kafkasya/Orta Asya ve Orta-Doğu’nun en güçlü ve zengin ekonomisi hâline gelecektir. 

2) KKTC ile Türkiye Cumhuriyeti arasında Konfederasyon kurulması. Türkiye 1776’ da ABD’nin 13 eski İngiliz kolonisinin dışişleri ve güvenlik konularında işbirliği yapıp içişlerinde bağımsız oldukları konfederal bir yapı oluşturup, güçlerini birleştirerek, İngilizleri yenerek Amerikan kıtasından çıkarttıkları işbirliği modelinin benzerini TC ile KKTC arasında oluşturmalıyız. Konfederasyona giren devletler; devlet unsurunun en önemli özelliği olan “Egemenliklerini” kaybetmezler. Ekonomi-Maliye-Asayiş-Vatandaşlık-Mülkiyet-Ticaret-Medeni Haklar vb. bütün konularda bağımsızdırlar. Ancak ortak bir dış politika ve Ortak bir Savunma politikası uygulayarak dış tehditlere karşı güçlerini birleştirirler. TC ile KKTC arasındaki böyle bir işbirliği modeli ile tam bağımsız ve egemen bir devlet olmasına rağmen uluslararası arenada tanınmayan KKTC’nin Doğu-Akdeniz’deki kıta sahanlığı Türkiye’nin de kıta sahanlığı olacak; kara suları Türkiye’nin de kara suları olacak; Münhasır Ekonomik Bölgesi (MEB) Türkiye’nin de MEB’i olacağı için Doğu-Akdeniz bir Türk gölü haline gelecektir. 

Ayrıca havadaki FIR hattı (Uçuş Bilgi hattı) da Türkiye’nin kontrolü altına geçeceği için KKTC ile Hatay, Mersin, Antalya, Muğla gibi illerimizin de hem güvenliği sağlanacak hem de ekonomimize büyük katkı sağlayacaktır. 

3) Eğer yukarıda bahsettiğimiz bu iki önemli eksen değişikliği gerçekleştirilirse, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hakları uluslararası alanda tescil edilecek ve tartışma konusu olmaktan çıkacak; Türkiye’ye Sevr Anlaşmasını dayatmak isteyen iç ve dış düşmanlarımızın bütün hain planları suya düşecek ve Türkiye Doğu Akdeniz’deki zengin hidro-karbon yataklarının en büyük ortaklarından biri olacaktır. 

Prof. Dr. Uğur ÖZGÖKER 

Arel Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü ve Milli Savunma Üniversitesi Kara Harp Enstitüsü Öğretim Üyesi, Kıbrıs Amerikan Üniversitesi Mütevelli Heyet Üyesi, Uluslararası Diplomatlar Birliği Yönetim Kurulu Üyesi, 
Türk-Kuzey Kıbrıs Türk Ticaret Odası ve Kıbrıs Kültür ve Eğitim Derneği Yönetim Kurulu Başkanı. 

ABD’NİN YENİ AKDENİZ POLİTİKASI ve TÜRKİYE’NİN SEÇENEKLERİ. BÖLÜM 1

ABD’NİN YENİ AKDENİZ POLİTİKASI ve TÜRKİYE’NİN SEÇENEKLERİ. BÖLÜM 1 
 

Doğu Akdeniz Sorunu, ABD, Doğu Akdeniz Politikası, Prof. Dr. Uğur ÖZGÖKER, Türkiyenin Seçenekleri, Covid 19 salgını,Sanayi Devrimi, Orta-Doğu, savaşlar, çatışmalar, darbeler, terör ve tedhiş hareketleri, katliamlar, etnik-dini ve mezhep çatışmaları, göçler,

Prof. Dr. Uğur ÖZGÖKER 
 
Temmuz 2020 başında, ABD uzun yıllardır Kıbrıs’taki iki taraf olan KKTC ve GKRY’ye uyguladığı silah ambargosu politikasını tek taraflı değiştirerek GKRY’ne silah satışına izin vermiş ve GKRY Rum Milli Muhafız Ordusunu Doğu Akdeniz’de “İstikrarı” sağlama gerekçesiyle askeri eğitim ve talim programına dâhil ederek, savaş kapasitesini artıracağını duyurmuştur. 
    Hâlihazırda Dünyanın en büyük toplumsal, ekonomik ve siyasi sorunu olan pandemi bu hızla artarak devam ederse belki de uluslararası güvenlik sorunu da haline gelecektir. Yeni tip Corona (Covid 19) salgınından sonra Dünya gündemini meşgul eden ikinci en önemli uluslararası sorun “Doğu Akdeniz Sorunu” olmuştur. Bu kapsamda; Doğu Blokunun çöküşü ve iki kutuplu sistemin yıkılışı ile dünyanın tek süper gücü haline gelen ABD’ in, stratejik ve siyasi öneminin yanı sıra Kıbrıs adasının doğusunda zengin doğalgaz, batısında ise petrol rezervlerinin bulunması ile ekonomik önemi de çok artan bu bölgeye ilgisi çok artmış ve çoğu unsurunu henüz bilemediğimiz yeni bir proaktif stratejiyi uygulamaya koymuştur. Bunun en 
belirgin örneği, GKRY’ ye silah ambargosuna son vermesi ve ordusunu askeri eğitim programına dâhil etmesi olmuştur. 

Öncelikle Doğu Akdeniz’in uluslararası ilişkiler açısından hayati önemini tarihi olayları da örnek vererek açıklayalım. Bugün dünya üzerinde en yaygın kullanılan enerji kaynakları petrol ve doğalgazdır. Sanayi Devrimi’nin başladığı 1750’lerden 2. Dünya Savaşı’ndan sonraki dönem olan 1960’lara kadar yaklaşık 200 yıl boyunca dünyada enerji kaynağı olarak “Kömür” kullanılmıştır. 1. ve 2. Dünya Savaşları Kömür ve Demir kaynaklarına sahip olmak için Avrupa’da çıkıp bütün dünyaya yayılmıştır. Avrupa’da bir daha savaş çıkmaması için (Never again war) 1950 de Hür Batı Avrupa’da dünya üzerindeki ilk devletler-üstü (Supra-National) nitelikli uluslararası daha doğrusu ulus-üstü örgüt olan AKÇT (Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu) kurulmuştur. AKÇT’nin kuruluşundan sonra; Yüzyıl Savaşları, Otuz Yıl savaşları, Yedi Yıl Savaşları ile 1. ve 2. Dünya Savaşları’nın çıktığı ve en yıkıcı şekilde cereyan ettiği Avrupa kıtasında bir daha savaş çıkmamıştır. 1960’lardan itibaren savaşlar enerji olarak çevreyi, kömüre göre daha az kirleten, daha çok enerji üreten; daha verimli ve ekonomik olan petrol yataklarının denetimini sağlamak için yapılmaya başlamıştır. Artık dünyadaki enerji savaşları kömür yataklarını kontrol için değil; petrol ve doğalgaz rezervleri için yapılmakta dır. Dünyada bugün bilinen enerji rezervlerinin (Petrol ve doğalgaz) % 75’i (son 7-8 yıl içinde Doğu Akdeniz’de keşfedilen yataklar hariç) Orta-Doğu Bölgesinde bulunmaktadır. 
Bu yüzden Orta-Doğu’ da savaşlar, çatışmalar, darbeler, terör ve tedhiş hareketleri, katliamlar, etnik-dini ve mezhep çatışmaları ve göçler sürekli devam etmektedir. 
Soğuk Savaş döneminde iki süper güç Orta-Doğu’ya hâkim olmak ve enerji kaynakları üzerinde hegemonya kurmak istiyordu. Başta ABD; Başkan D. Eisenhower’ın 5 Ocak 1957'de, kendi adıyla bilinen ünlü “Eisenhower Doktrini’ni açıklaması ve ABD Kongresi’nin de Mart 1957’de bu stratejiyi onaylayarak, ABD Başkanına bu doktrin ile Orta Doğu ülkelerine askerî ve ekonomik yardım yapılması için yetki vermesi ile ABD Orta-Doğu’da SSCB’ye karşı büyük bir üstünlük sağladı. Eisenhower Doktrini kapsamında yapılacak yardımların amacı; Orta Doğu'da komünizmin ve Sovyet etkisinin yayılmasını önlemekti. ABD; başta İsrail olmak üzere yönetimlerinde Kral, Emir gibi mutlak monarşik hanedanların bulunduğu Suudi Arabistan, Orta-Doğu’ da savaşlar, çatışmalar, darbeler, terör ve tedhiş hareketleri, katliamlar, etnik-dini ve mezhep çatışmaları ve göçler gibi Arap ülkeleri ile kurduğu açık ve gizli ittifaklarla SSCB’ ni Orta-Doğu’da zayıf ve etkisiz bir konuma getirerek; 1. Dünya Savaşı’ndan sonra 1916 tarihli Sykes-Picot Anlaşmasına göre Osmanlı’nın Orta-Doğu topraklarını paylaşarak bölgeye egemen olan İngiltere ve Fransa, 1956 Süveyş Krizinden sonra bölgeyi terk etmek zorunda kalmasıyla ortaya çıkan güç boşluğunu (vakum) doldurmuş olmuştur. O tarihten bugüne kadar ABD’nin Orta-Doğu’daki etkisi nispeten azalsa ve ABD’ ye kafa tutan, çok sayıda asker ve teçhizat zayiatı ile yüz milyarlarca dolar ekonomik kayıplara neden olan karşı koymalar, gayri nizami harp ve terörist saldırılar olsa bile ABD’nin Orta-Doğu’daki hegemonyası devam etmektedir. 

Bölgede ABD’nin hegemonik üstünlüğüne karşılık SSCB’ de Batı’nın peyki olan mutlakiyetçi kralların sultasından kurtularak sosyalist rejimler benimseyen Arap ülkeleri ile stratejik ilişkilere girerek Orta-Doğu’da “Güç Dengesi”ni sağlama yoluna gitmiştir. İlk olarak, Osmanlı’ya ihanet eden Mekke Emiri Şerif Hüseyin’in büyük oğlu Abdullah’ın 1920’de İngiltere tarafından Suriye Kralı yapılmasından kısa bir zaman sonra Fransızlar tarafından Şam’dan kovulması ve Suriye’ de Fransız manda idaresi altında Orta-Doğu’ daki mutlak monarşilerle yönetilen, batının uydusu ve emir eri diğer otoriter ve totaliter devletlerin aksine ilk laik ve görece demokratik devlet kurulmuştur. 2. Dünya Savaşında da Fransa’nın 
Nazi Almanyası tarafından işgal edilmesiyle Kuzey Afrika (Mağrip) ve Levant bölgesindeki Suriye ve Lübnan (Maşrık) ülkeleri üzerinde manda kisvesi altındaki Fransız hegemonyasının zayıflamasına ve Savaştan sonra da başta güneydoğu Asya’daki Fransız Hindiçini bölgesi olmak üzere bütün Fransız kolonilerini kaybetmesine neden olmuştur. 

Bu süreçte Suriye, 1946 tarihinde Orta-Doğu’daki ilk laik ve nispeten demokratik bir devlet olarak bağımsızlığını ve tam egemenliğini kazanmıştır. 1950-1960 döneminde İspanya-Portekiz-Hollanda-Belçika-Fransa ve İngiltere’ nin, Afrika, Orta-Doğu ve Asya-Pasifikteki bütün sömürgelerinin birbiri ardına bağımsızlıklarını kazanıp, egemen birer devlet olarak BM’ ye üye olmaları ve “Bağlantısızlık Hareketi” ni kurarak eski sömürgeci devletlere yani “Batı” ya karşı uluslararası arenada örgütlenmeleri üzerine bu yeni bağımsız ama fakir, eğitimsiz ekonomik, sosyal ve siyasi bakımdan geri kalmış ülkelerde hızla Batı karşıtlığı ve Sosyalist fikirler yükselmeye ve yerleşmeye başlamıştır. Bu Batı karşıtı ve sosyalist ideolojiden ilham alan yeni rejimler Orta-Doğu’daki Arap devletlerinde BAAS Partileri bünyesinde kurumsallaşmış ve iktidarları ele geçirmişlerdir. Kelime anlamı ile yeniden diriliş anlamına gelen BAAS’ın Suriye’deki işlevi ise farklı dini, mezhebi unsurları Arap milliyetçiliği, sosyalizm ve yine buna bağlı olarak seküler yani laik bir anlayış altında kaynaştırmaktı. Dolayısıyla 1950’lerden itibaren Suriye BAAS 
rejimi altında Orta-Doğu’da Fransa ve İngiltere’nin boşalttığı batılı güçlerin yerini dolduran ABD’ ye karşı SSCB’nin yanında yer almış; 70 senedir de önce SSCB, onun yıkılması ile mirasçısı olan Rusya Federasyonunun en büyük müttefiki olmuştur. SSCB Orta-Doğu’da Suriye dışında Mutlak Monarşilerden kurtularak BAAS ve sosyalist rejimlerle yönetilmeye başlayan diğer devletlerle de siyasi, askeri ve ekonomik işbirlikleri yaparak ABD ile Orta- Doğu’ da “Güç” ve “Hegemonya” Savaşına girmiştir. Bu ülkeler; 1952’de Batı yanlısı Kral 
Faruk’u devirerek işbaşına gelen BAAS yanlısı Batı karşıtı General Cemal Abdülnasır’ın Mısır’ı; 1958’de Osmanlı’yı arkadan vuran Şerif Hüseyin’in küçük oğlu Kral Faysal’ın devrilmesiyle BAAS rejiminin işbaşına geldiği Irak; 1958’ de Fransızların 1 milyon Cezayirliyi katletmesine rağmen verdiği muazzam mücadele ile Fransa’dan bağımsızlığını kazanarak sosyalist bir rejimle yönetilmeye başlayan Cezayir; 1969’da Batı yanlısı Kral İdris’i devirerek İslami kuralların üzerine sosyalist bir rejim kurarak ülkesini hızla kalkındıran Albay Muammer Kaddafi’nin yönetimindeki Libya ve Yaser Arafat liderliğinde İsrail’e karşı işgal altındaki topraklarını kurtarma için silahlı direnişe başlayan sosyalist FKÖ ve Monarşiyle yönetilen Batı yanlısı Kuzey Yemen’le mücadele eden Sosyalist Parti ile idare edilen Güney Yemen (Yemen Demokratik Cumhuriyeti) gelmekteydi. 

Soğuk Savaş döneminde Orta-Doğu Bölgesinde iki Süper Güç olan ABD ve SSCB’nin “Güç” ve “Hegemonya” savaşı, bu iki süper gücün bölgede desteklediği gizli ve açık müttefiki olan devletler arasında “Askeri, Siyasi ve Ekonomik Rekabet” ; 1948, 1956, 1967 ve 1973’te dört kez Arap- İsrail Savaşına neden olmuştur. Bu savaşlar da 1973 ve 1979’da iki büyük “Petrol Krizi” ne neden olarak bütün dünya ekonomilerini çok olumsuz şekilde etkilemiştir. 
Soğuk Savaş döneminde bölgedeki iki süper gücün bu rekabeti, soğuk savaş sonrasında mahiyet değiştirerek ve bugüne kadar şiddetini artırarak sürmektedir. SSCB yıkılmış ama onun mirasçısı Rusya Federasyonu, SSCB’nin Orta-Doğu Politikasını aynen devam ettirmiştir. “Brejnev Doktirini” kapsamında Macaristan, Çekoslavakya, Afganistan ve Polonya’ya askeri müdahalede bulunan SSCB’nin aynı saldırgan politikasını bugün Rusya Federasyonu; Suriye, Libya, Yemen, Kıbrıs (GKRY) gibi Orta- Doğu ülkeleri ile Gürcistan ve Azerbaycan gibi Kafkasya, Ukrayna (Doğu Ukrayna ve Kırım) ile Moldovya (Trans-Dinyester) gibi Doğu Avrupa ülkelerinde de uygulamaktadır. 

SSCB ve mirasçısı Rusya Federasyonun bu saldırgan saldırgan politikasına karşı ABD de bölgede askeri varlığını artırarak ve yeni müttefikler kazanarak karşı atağa geçmiştir. 1979 yılının başında ABD ve İngiltere’nin emir subayı olan İran Şahı Rıza Pehlevi devrilmiş ve yerine ABD’yi en büyük şeytan olarak değerlendiren, İran’daki İngiliz ve ABD petrol şirketlerinin işlettiği dünyanın en zengin 3. Petrol rezervlerini millileştirip batılı şirketleri İran’dan kovan Ayetullah Humeyni gelmiş tir. Bu ABD için hem SSCB’nin Basra Körfezine inmesine imkân sağlayacağı için stratejik; hem de dünyanın sayılı petrol ve doğalgaz kaynaklarının ABD’nin kontrolünden çıkması bakımından ekonomik bir darbe olmuştur. 1979 yılının sonunda ise bu kez SSCB Afganistan’ ı işgal ederek Hint Okyanusuna çıkışına vesile olarak ABD’nin stratejik çıkarlarına ağır bir darbe vurmuştur. 
ABD ise 1978 Eylül’ünde Mısır’a büyük ekonomik ve siyasi rüşvetler vererek, SSCB’nin Orta-Doğu’daki en büyük ve en güçlü müttefiki olan Mısır’la İsrail’in, ABD Başkanlarının yazlık konutlarının bulunduğu Camp David kasabasında, Mısır Devlet Başkanı eski sosyalist Enver Sedat’la İsrail Başbakanı Menahem Begin’nin anlaşma yapmalarını sağlamıştır. Mısır ABD’ den nükleer santraller, o zamanki değeriyle 5 milyar dolar para ve İsrail’den de Sina yarımadasını geri almış; karşılığında barış anlaşmasını imzalayarak diğer Arap ülkelerine ihanet ederek İsrail’le savaşa son vermiş ve İsrail’i resmen tanıyan ilk Arap devleti olmuştur. 

Bu SSCB için çok büyük bir stratejik yenilgi olmuştur. Enver Sedat’ın kendi ülkesi için fevkalade yararlı ve kazançlı olan bu başarısı diğer Arap ülkelerince hain damgası yemesine ve Arap ülkelerinin Mısır’la diplomatik ve ekonomik ilişkilerini keserek Arap ve İslam dünyasında yalnızlaştırma ve dışlama politikaları izlemelerine yol açmış; iki sene sonra da Enver Sedat bir askeri geçit töreni sırasında kendi askerlerince vurularak öldürülmüş ama yerine yardımcısı tamamen ABD yanlısı Hüsnü Mübarek gelmiş ve Mısır hem ekonomik olarak büyük kazançlar sağlamış hem çok değerli Sina yarımadasını İsrail işgalinden kurtarmış hem de Batı dünyasında büyük siyasi önem ve stratejik güç kazanmıştır. ABD de hem İsrail’ in güney sınırlarının güvenliğini, hem Süveyş kanalının kontrolünü sağlamış hem de SSCB’yi Kızıldeniz ve Süveyş’ten çıkartarak bölgenin tek hâkimi olmuştur. 1979 yılında Afganistan’ ı işgal eden SSCB 10 yıl süren iç savaşta, ABD’nin desteklediği Mücahitler karşısında büyük bir yenilgi alarak 1989’un Şubat’ında geri çekilmek zorunda kalmıştır. Süreç, aynı yılın Kasım ayında Berlin Duvarı yıkılarak, Doğu Bloku’nun ve SSCB’nin yıkılıp, dağılması ile sonuçlanmıştır. 

SSCB’nin Afganistan’daki yenilgisi ABD’yi Orta-Doğu Bölgesinin doğu sınırının da mutlak hâkimi haline getirmiştir. Bundan birkaç yıl sonra ABD, yıkılan SSCB’nin mirasını devralan Rusya Federasyonu’na karşı çok büyük bir zafer daha kazanarak, Rus yanlısı BAAS partisi ile yönetilen Irak’ın sosyalist devlet başkanı Saddam Hüseyin’ i devirerek kendisini ve ekibini idam etmiş; BAAS Partisinin bütün yöneticilerini de iktidardan uzaklaştırarak hapse atmışlardır. ABD, BAAS rejimi yerine, kendi kontrolünde Kuzey Irak’ta bölgesel Kürt yönetimi; Orta Irak’ta Bağdat çevresinde ABD’den talimat alan Sünni bir Arap yönetimi; güneyde ise Şii olmasına rağmen İran’dan ziyade ABD’ye yakın politikalar izleyen Şia bir Arap yönetimi kurarak, Irak’ın bütün petrol ve doğalgaz kaynaklarına el koymuş, işletmesini ABD petrol şirketlerine vermiştir. Böylece ABD bölgede SSCB’ ye karşı hem ekonomik hem de stratejik olarak muazzam bir üstünlük sağlamıştır. Aynı şekilde 2012 Rus yanlısı Libya lideri Albay Kaddafi, ABD’nin organize ettiği bir iç savaşla devrilerek, işkenceyle öldürülmüş; yerine Irak’ta olduğu gibi üçü de ABD kontrolünde olan Üçlü bir yönetim işbaşına gelmiştir. Devlet tarafından işletilen Libya’nın zengin petrol ve doğalgaz kaynakları da özelleştirilerek Batılı şirketlere peşkeş çekilmiştir. Bu da ABD’nin Rusya’ya karşı Orta-Doğu ve Doğu-Akdeniz’de kazandığı başka bir zafer olmuştur. 

Son sekiz yıl içinde, Orta-Doğu/Doğu Akdeniz Bölgesinde yukarda belirttiğimiz bütün bu olaylardan çok daha önemli sonuçlara neden olacak iki önemli gelişme daha olmuştur. Bu son iki olay Orta-Doğu/ Doğu-Akdeniz Bölgesini dünyanın en önemli ve en tehlikeli bölgesi haline getirerek, belki de yeni tip Corona Virüsü Covid 19’dan sonra dünyanın en büyük sorunu haline gelmiştir. Stratejistler ve Uluslararası İlişkiler uzmanları, İstihbaratçılar ve askeri kurmaylara göre eğer bir 3. Dünya Savaşı çıkarsa bu savaş bu kez Avrupa kıtasında değil Orta-Doğu ve Doğu Akdeniz Bölgesinde kömür ve demir kaynaklarının kontrolü için değil, petrol ve doğalgaz kaynaklarının kontrolü için çıkacaktır. Bu iki önemli uluslararası 
gelişme de doğrudan Türkiye’nin bekası ile ilgili konulardır. Eğer Türkiye gerekli proaktif stratejileri uygulamaya sokmazsa Türkiye’nin egemenliği, toprak bütünlüğü, ekonomik gelişmesi, Lozan Antlaşmasıyla elde ettiği kazançlar tehlikeye girebilecektir. 

Bunlardan birincisi, eski eyaletimiz ve en uzun kara sınırımızın bulunduğu komşumuz Suriye’de dokuz yıl önce çıkan iç savaştır. İkincisi ise; eğer çıkarlarımıza dört elle sarılmaz ve aktif bir diplomasinin eşlik edeceği etkili ve düşmanı yok edici bir askeri güç kullanımının yanı sıra başarılı bir psikolojik savaş stratejisi izlemesek milli çıkarlarımızı, milli menfaatlerimizi ve ekonomik bağımsızlığımızı doğrudan etkileyecek şekilde aleyhimize kullanılabilecek olan altı yıl önce Kıbrıs adasının doğusunda deniz yatağında keşfedilerek ABD-İsrail enerji şirketlerince işletilmeye hazır hale gelen Avrupa’ nın 30 yıllık enerji ihtiyacını karşılayabileceği hesaplanan çok zengin doğal gaz yatakları ve Kıbrıs adasının batısında yine deniz dibinde keşfedilen zengin petrol yataklarının sahipliği ve kontrolü konusudur. 

Suriye’deki gelişmelere baktığımızda; Devlet Başkanlığını kendisi gibi diktatör olan babası Hafız Esad’dan sanki monarşik hanedanlarla yönetilen ülkelerde olduğu gibi miras olarak devralan Beşer Esad’ın Arap Alevisi (Nusayri) kökenli olduğu görülür. Aleviler Suriye nüfusunun sadece % 12’sini oluşturmalarına rağmen 1960’lardan itibaren Suriye Ordusunu ele geçirmişler; yaptıkları askeri darbe ile de 1970’lerden itibaren Devlet Başkanlığı, Hükümet üyelikleri, Bürokrasi ve uyduruk-sahte seçimlerle de Parlamentoda çoğunluğu elde tutarak elli yıldan fazla bir zamandır % 75 Sünni çoğunluğa tahakküm ve eziyet etmektedirler. Suriye’ deki bu hastalıklı ve adaletsiz siyasi yapıyı ayakta tutan birkaç güç vardır. İşte bu Suriye’ deki 
adaletsiz ve hukuksuz siyasal yapı iç savaşa neden olmuş. Bu iç savaş Türkiye’yi beş milyon düzensiz göçmene bakmak; onlara on milyarlarca dolar kaynak tahsis etmek; güvenlik, asayiş, salgın hastalık, kültürel çatışmalar, hırsızlık, tecavüz gibi birçok iç sorunla uğraşmak zorunda bıraktığı gibi; Rusya ile de askeri uçak düşürmeye, yerel silahlı çatışmalara girmeye, karşılıklı askeri kayıplar verilmesine neden olan ve Türkiye’yi Rusya ve/veya İran’la savaşa sürükleyebilecek uluslar arası sorunlara neden olmaktadır. Yüz yıl önce sıradan bir eyaletimiz olan Suriye; yukarıda detaylı olarak açıkladığımız gibi eski süper güç SSCB’nin devamı Rusya’nın, Orta-Doğu’daki en önemli müttefikidir. 


***


15 Mart 2021 Pazartesi

SURİYE SİYASİ TARİHİ. BÖLÜM 4

SURİYE SİYASİ TARİHİ. BÖLÜM 4


SURİYE SİYASİ TARİHİ,Zafer YILDIRIM,Sykes-Picot, Hac Yolu, Mekke,  Medine, Memluklular,



Bu engellemelere rağmen oluşan her türlü başkaldırıda şiddetle bastırılmıştır. 1936’da Leon Blum hükümetiyle yükselen bağımsızlık heyecanı Fransa’da sağ Milliyetçi Cephe’nin iktidarı yüzünden üç yıl sonra kaybolmuştur. “Hür Fransa”nın mimarı olan General Charles de Gaulle 1941’de vermiş olduğu sözü 1945’te tutmak istememiş ve bu yine Suriyelilerin canına mal olmuştur. Nihayet Fransa İngiltere karşısında zayıf bir durumda olması ve dünyada değişen konjonktür nedeniyle daha fazla direnememiş ve 1946’da Suriye’nin bağımsızlığını kabul etmek zorunda kalmıştır.

Fransa’nın Suriye’de sivil bir bürokrasinin oluşmasına müsaade etmemesi, ülkenin 
bekasında söz sahibi olan kesimlerin geçmişten getirdikleri iktidarlarını muhafaza etme gayretleri ve etnik kaygılarla hareket eden azınlıkların ulus fikrine mesafeli durmaları istikrarlı ve sürdürülebilir bir siyasi yapının oluşturulmasına engel olmuştur. İçerideki bu sorunlara İsrail’in kuruluşu ve Amerikan gizli servisi CIA’nın Arap-Amerikan Petrol Şirketi’nin (Aramco) çıkarlarını korumak için Albay Hüsnü el Zaim’e 1948’de yaptırdığı askeri darbe de eklenince Suriye darbelerle hükümet lerin değiştiği bir ülke haline gelmiştir. 

Sonuç olarak ifade etmek gerekirse, günümüz Suriye’sinin ve Hafız el Esed’i iktidara getiren siyasi ortamın sorumlusunu Fransa’nın çıkarları doğrultusunda Suriye’de oluşturduğu manda rejiminde aramak gerekir.


DİPNOTLAR

1 Albert Hourani, Arap Halkları Tarihi, Çev. Yavuz Alagon, İstanbul: İletişim Yayınları 1997, 121-122.
2 Niels Peter Lemche, “The History of Ancient Syria and Palestine: An Overview”, s.1200-1203 
http://www.usc.edu/dept/LAS/wsrp/information/REL499_2011/The%20History%20of%20Ancient%20Syria%20and%20Palestine.pdf   
(Çevrimiçi: 28 Nisan 2016)
3 Peter Mansfield, Ortadoğu Tarihi, Çev. Ümit Hüsrev Yolsal, Ankara: Say Yayınları 2012, s.18-19.
4 Clyde E. Fant, Mitchell G. Reddish, Lost Treasures of the Bible: Understanding the Bible 
Through Archaeological, Michigan: Wm B. Eerdmans Publishing Co. 2008, s.57-58.
5 Helene Sader, “History”, The Aramaeans in Ancient Syria, ed. Herbert Niehr, Leiden: Koninklijke Brill NV 2014, s.29-36.
6 Laura Etheredge, Syria, Lebanon, and Jordan, New York: Britannica Educational Publishing 2011, s.42-45.
7 Mansfield, a.g.e., s.21-22.
8 L. Garland, “The Persians, the Greeks, and Seleucids in the Fertile Crescent”, World and Its Peoples, ed. Clive Carpenter, New York: 
Marshall Cavendish Corporation, 1. cilt, s.181-182. 
9 Gürhan Bahadır, “Anadolu’da Büzans-Sasani Etkileşimi (IV.-VII. Yüzyıllar)”, Turkish Studies, Cilt 6/1 Kış 2011, s.693-695.
10 Hakkı Dursun Yıldız, “Ecnadeyn Savaşı”, http://www.diyanetislamansiklopedisi.com/ecnadeyn-savasi/ 
(Çevrimiçi: 13 Nisan 2016), Abdülkadir Özcan “Yermük Savaşı”, 
http://www.diyanetislamansiklopedisi.com/yermuk-savasi/   (Çevrimiçi: 13 Nisan 2016), 
11 Hourani, a.g.e., s.50-52.
12 “The Abbasid Dynasty: The Golden Age of Islamic Civilization”, 
http://www.saylor.org/site/wp-content/uploads/2012/10/HIST101-9.3.1-AbbasidDynasty-FINAL1.pdf    (Çevrimiçi: 27 Nisan 2016)
13 Mansfield, a.g.e., s.37-38.
14 Nesimi Yazıcı, “İlk Türk-İslam Devletleri Tarihi”, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, No: 192, s.43-44. 
http://kitaplar.ankara.edu.tr/dosyalar/pdf/579.pdf ( Çevrimiçi: 27 Nisan 2016)
15 İhşid Eki Farsça’dan üretilmiş olup, zeki, parlak hükümdar, emir anlamına gelmektedir.
16 Yazıcı, a.g.e., s.57-61.
17 “Hamdaniler”, İslam Tarihi Ansiklopedisi, 
http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/Islam-Tarihi-Ansiklopedisi/Detay/HAMDANILER/304. (Çevrimiçi: 29 Nisan 2016)
18 Yazıcı, a.g.e., s.57-61. 
19 Yaacov Lev, State and Society in Fatimid Egypt, Leiden: E.J. Brill 1991, s.23-25.
20 Ayşe D. Kuşçu, “Büyük Selçuklu Devletinin Suriye, Filistin ve Mısır Politikasına Dair Bazı Tespitler”,  Türkiyat Araştırmaları Dergisi, s. 637-660. 
file:///C:/Users/BENQ/Downloads/500-987-1-SM.pdf (Çevrimiçi: 21 Nisan 2016)
21 Hourani, a.g.e., 114-115.
22 “Abbasiler”, http:// www.islamansiklopedisi.info/dia/pdf/c01/c010050.pdf. (Çevrimiçi: 21 Nisan 2016)
23 Fatma Akkuş Yiğit, Memluk-Ermeni İlişkileri, Akademik Bakış, Cilt 8, Sayı:16, Yaz 2015, s.171-201.
24 Garland, a.g.e, s.191-192.
25 Hourani, a.g.e., s.269
26 Karl K. Barbir, Ottoman Rule in Damascus, New Jersey: Princeton University Press 1980, s.124-139.
27 Yusuf Çağlar, “Mahmil-i Surre-i Hümayun’la İstanbul’dan Harameyn’e Hac Yolculuğu”, Dersaadet’ten Harameyn’e Surre-i Hümayun, 
ed.Salih Gülen, İstanbul: Yitik Hazine Yayınları 2009, s.8-23.
28 Barbir, a.g.e., s.140-142.
29 Hourani, a.g.e., s.300-301.
30 Vahhabilik, Muhammed bin Abdülvahhab tarafından 1738 yılında ilan edilmesiyle ortaya çıkmıştır. 
Kendisini Hanbeli olarak kabul eden Abdülvahhab 1744’de De’riyye hakimi Abdülazziz bin Muhammed 
bin Süud ile yaptığı bir antlaşma neticesinde Suud ailesi Vahhabiliği benimseyerek siyasi 
güç elde etmiş, Vahhabi’de mürit bulmuş ve böylece Vahhabi Suud iktidarının da temeli atılmıştır.
31 Garland, a.g.e., s.195.
32 Derek James Overton, Some Aspects of Induced development in Egypt Under Muhammad Ali 
Pasha and Khedive Ismail, (Yayınlanmamış Yüksek Lisans Tezi), Simon Fraser University, 1971, 
s.8-9. summit.sfu.ca/system/files/iritems1/3037/b11716915.pdf (Çevrimiçi: 4 Mayıs 2016).
33 Ahmet Gündüz, “XIX. Yüzyılda Ortaya çıkan Mısır Meselesi ve Kadı Kıran Olayı”, International 
Journal of Social Science, Cilt: 5, sayı: 6, Aralık 2012, s.222.
34 Mansfield, a.g.e., s.81-82.
35 William L. Cleveland, Modern Ortadoğu Tarihi, çev. Mehmet Harmancı, İstanbul: Agora Kitaplığı, 2008, s. 83.
36 Mansfield, a.g.e., s92.
37 Cleveland, a.g.e., s.85.
38 Mansfield, a.g.e., s.92-94.
39 “Muhammad Ali, 1805-48”, http://countrystudies.us/egypt/21.htm
40 Cleveland, a.g.e., s.85.
41 PAN Guang, “Revelations of Muhammad Ali’s Reform for Egyptian National Governance”, Şangay 
Sosyal Bilimler Akademisi, s.34. http://mideast.shisu.edu.cn/_upload/article/17/97/058890ea45b39793cc9f469b4c5f/96d54666-efdb-4dba-989c-cb90dec711e3.pdf 
(Çevrimiçi: 25 Nisan 2016)
42 Afaf Lutfi Sayyid-Marsot, A Short History of Modern Egypt, Cambridge: Cambridge University Press 1985, s.62-64.
43 Mansfield, a.g.e., s.96-98.
44 Hourani, a.g.e., s.360-361.
45 11. yüzyılda İslâmiyet’in Şiîlik mezhebinin İsmâîlîyye kolundan köken alarak ortaya çıkmış olan tek tanrılı bir dinî inanç topluluğudur.
46 Adil Baktıaya, “19.Yüzyıl Suriyesinde Hıristiyan-Müslüman İlişkilerinde Değişim 1860 Şam Olayları” s.29-32. 
file:///C:/Users/BENQ/Downloads/7122-18644-1-SM.pdf (Çevrimiçi: 25 Nisan 2016)
47 John McHugo, Syria: A Recent History, Londra: Saqi Books 2014, 
https://books.google.com.tr/books?id=aUAhBQAAQBAJ&printsec=frontcover&dq=Political+History+of+Syria&hl=tr&sa=X&redir_esc=y#v=onepage&q=Political%20History%20of%20Syria&f=false
48 Baktıaya, a.g.e., s.26.
49 Maruniler Lübnan ve Suriye’de yaşayan, Katolik kilisesinin Doğu ayin usulüne bağlı Hıristiyanlardan bir grup. 
Roma papazlarından Jan Maron veya Suriyeli Keşiş Aziz Marun’a nisbetle Maruniler diye anılan bu topluluğun tarihi 
M.S 4. yüzyılın sonlarıyla 5. yüzyılın başlarına kadar gitmektedir.
50 McHugo, a.g.e., 
51 Michael Provence, The Great Syrian Revolt and the Rise of Arab Nationalism, Austin: University of Texas Press 2005, s.5-6.
52 Hourani, a.g.e., s.345-346., 
53 İlber Ortaylı “Osmanlı İmparatorluğu’nda Milliyetçilik (En Kalıcı Miras)”, XIII Türk Tarih 
Kongresi 4-8 Ekim 1999, s.12. http://www.arnavutcasozluk.com/download/book/OSMANLI%20
%DDMPARATORLU%D0UNDA%20M%DDLL%DDYET%C7%DDL%DDK%20-EN%20KALICI%
20M%DDRAS-%20%DDlber%20ORTAYLI1347.pdf
54 Arthur Goldschmidt JR. ve Lawrance Davidson, Kısa Ortadoğu Tarihi, Çev: Aydemir Güler, İstanbul: Doruk Yayımcılık 2007, s.274.
55 Cleveland, a.g.e., s.146.
56 a.g.e., s.147.
57 Mehmet Derviş Kılınçkaya, Arap Milliyetçiliği ve Milli Mücadele’de Türkiye-Suriye İlişkileri Hacettepe Üniversitesi Atatürk İlkeleri ve 
İnkilap Tarihi Enstitüsü, (Yayınlanmamış doktora tezi) Ankara: 1992, s.38
58 Selçuk Günay, “II. Abdülhamid Döneminde Suriye ve Lübnan’da Arap Ayrılıkçı Hareketlerinin Başlaması Devletin Tedbirleri”, s.88-89. 
http://dergiler.ankara.edu.tr/dergiler/18/24/96.pdf (Çevrimiçi: 1 Mayıs 2016)
59 Goldschmidt ve Davidson, a.g.e., s.276.
60 Günay, a.g.e., s.90. 
61 A.e.
62 Goldschmidt ve Davidson, a.g.e., s.277.
63 Kılınçkaya, a.g.e., s.39.
64 Hourani, a.g.e., s.303-304.
65 Goldschmidt ve Davidson, a.g.e., s.278.
66 Ortaylı, a.g.e., s.13.
67 Goldschmidt ve Davidson, a.g.e., s.279.
68 Ali Bilgenoğlu, Osmanlı Devleti’nde Arap Milliyetçi Cemiyetleri, Antalya: Yeniden Anadolu ve Rumeli Müdafaa-i Hukuk Yayınları 2007, s.136.
69 Cleveland, a.g.e., s.159.
70 Goldschmidt ve Davidson, s.274, 279.
71 Deniz Doğru, “I.Dünya Harbi Sırasında Şerif Hüseyin’in Siyasi Faaliyetleri”, s.52. 
http://www.aku.edu.tr/aku/dosyayonetimi/sosyalbilens/dergi/II2/5-deniz-dogru.pdf (Çevrimiçi 9 Mayıs 2016)
72 David Fromkin, Barışa Son Veren Barış, Çev. Mehmet Harmancı, İstanbul: Sabah Yayınları 1989, s.134, 140.
73 A.e., s.85.
74 Cleveland, a.g.e., s.176.
75 Mansfield, a.g.e., s.185-186.
76 Mustafa Bostancı, “Birinci Dünya Savaşı’nda Osmanlı Devleti’nin Hicaz’da Hâkimiyet Mücadelesi” Akademik Bakış, Cilt 7, Sayı: 17, Yaz 2014, s.121-122.
77 A.e., 122.
78 Edward Peter Fitzgerald, “France’s Middle Eastern Ambitions, the Sykes-Picot Negotiations, and the Oil Fields of Mosul, 1915-1918”, TheJournal 
of Modern History, Cilt. 66, No. 4, Aralık 1994, s.714-715.
79 Muriel Mirak-Weissbach, “Shades of Sykes-Picot Accord Are Cast Over Southwest Asia” 10 Şubat 2006, s.10 
http://www.larouchepub.com/eiw/public/2006/2006_1-9/2006_1-9/2006-6/pdf/06-15_606_intsykes.pdf    (Çevrimiçi:29 Nisan 2016)
80 Fitzgerald, a.g.e., s.714-719.
81 William M. Mathew, “McMahon, Sykes, Balfour: Contradictions and Concealments in British Palestine Policy 1915-1917”, 17 Nisan 2016, 
http://www.balfourproject.org/mcmahon-sykes-balfour-contradictions-and-concealments-in-british-palestine-policy1915-1917/ 
(Çevrimiçi:29 Nisan 2016)
82 “Syria under Cemal Pasha’s Governorship”, University of California Press, 
http://publishing.cdlib.org/ucpressebooks/view?docId=ft7n39p1dn&chunk.id=s1.6.5&toc.depth=1&toc.id=ch06&brand=ucpress (Çevrimiçi: 7 Mayıs 2016)
83 Deniz Doğru, “I.Dünya Harbi Sırasında Şerif Hüseyin’in Siyasi Faaliyetleri”, s.54. 
http://www.aku.edu.tr/aku/dosyayonetimi/sosyalbilens/dergi/II2/5-deniz-dogru.pdf (Çevrimiçi: 9 Mayıs 2016)
84 Fromkin, a.g.e., s.212-214.
85 Mansfield, a.g.e., s.233.
86 “Sykes-PicotAgreement”, 
http://www.saylor.org/site/wp-content/uploads/2011/08/HIST351-9.2.1-Sykes-Picot- Agreement.pdf (Çevrimiçi 28 Nisan 2016).
87 Fromkin, a.g.e., s.337-338.
88 Dan Simonds, “WWI &the Partition of the Ottoman Empire: Mandates as a Pretext for Imperial Domination”, Binghampton University, 16 Mayıs 2007, 
https://www.binghamton.edu/history/resources/journal-of-history/simonds-ottoman.html (Çevrimiçi 28 Nisan 2016)
89 Yahya Akyüz, Türk Kurtuluş Savaşı ve Fransız Kamuoyu (1919-1922), Ankara, 1975, s.123-124. 
90 Anthony J. Kuhn, “Broken Promises: The French Expulsion of Emir Feisal and the Failed Struggle for Syrian Independence”, Carnegie Mellon University, 
s.25-26. 
http://repository.cmu.edu/cgi/viewcontent.cgi?article=1125&context=hsshonors(Çevrimiçi: 2 Mayıs 2016)
91 Kristian Ulrichsen, Kristian Coates Ulrichsen, The First World War in theMiddle East, Londra: Oxford UniversityPress, s.189.
92 Elizabeth Williams, “Mapping the cadastre, producing the fellah: Technologies and discourses of rule in French Mandate Syria and Lebanon”, 
The Routledge Handbook of the History of the Middle East Mandates, ed. Cyrus Schayegh, Andrew Arsan, New York: Roudledge 2015, s.248.
93 Kuhn, a.g.e., s. 27-46. 
94 Williams, a.g.e., s.248. 
95 Kuhn , a.g.e., 38-46. 
96 A.e., s.48 -54.
97 Fromkin a.g.e., s.436-437.
98 Cleveland, a.g.e., s.198.
99 Daniel Neep, Occupying Syria under the French Mandate: Insurgency, Space and State Formation, New York: Cambridge University Press, 2012, s.31-33.
100 Philip Shukry Khoury, Syria and the French Mandate: ThePolitics of Arab Nationalism, 1920-1945, New Jersey: Princeton University Press 1987, s.57.
101 Ayşe Tekdal Fildiş “The Troubles in Syria: Spawned by French Divide and Rule”, Middle East Policy Council, Kış, 2011, Cilt XVIII, Sayı: 4 
http://www.mepc.org/journal/middle-east-policy-archives/troubles-syria-spawned-french-divide-and-rule?print (Çevrimiçi: 1 Mayıs 2016)
102 Fildiş, a.g.e.
103 Kais M. Firro, “The Alawis in Modern Syria: From Nusayriya to Islamvia Alawiya”. Universityof Haifa, s.16-17. 
http://www.degruyter.com/dg/viewarticle.fullcontentlink:pdfeventlink/$002fj$-002fislm.2005.82.issue-1$002fislm.2005.82.1.1$002fislm.2005.82.1.1.xml?t:ac=j$002fislm.
2005.82.issue-
104 Şii mezhebi olan İsmaililik 765’de İmam Cafer’in ölümünün ardından gelen oğlu İmam Musa’nın
imamlığını kabul etmeyerek İmam Cafer’den önce ölen büyük oğlu İsmail’in soyundan gelenleri
imam olarak kabul eden mezhebtir.
105 Matti Moosa, Extremist Shiites: The Ghulat Sects, New York: Syracuse University Press, s.282-283.
106 Dick Douwes “Modern History of the Nizari Ismailis of Syria”, Modern History of the Ismailis:-Continuity and Change in a Muslim Community ed.Farhad Daftary, Londra: I.B. Touris&Co Ltd.2014, 
       https://books.google.com.tr/books?id=sf9fAwAAQBAJ&pg=PT39&dq=Ismaili-+Alawis++-
relation+under+French+mandate+in+Syria&hl=tr&sa=X&ved=0ahUKEwj675f-kdrMAhVFGCwKHRS9DgMQ6AEIIzAB#
v=onepage&q=Ismaili-%20Alawis%20%20relation%20under%20
French%20mandate%20in%20Syria&f=false
107 Moosa, a.g.e., s.283
108 Daniel Pipes, Greater Syria: The History of an Ambition, New York: Oxford University Press 1990, s.166-168.
109 Neep, a.g.e, s.33.
110 “French Syria, (1919-1946)”, Central Arkansas University http://uca.edu/politicalscience/dadm-project/
middle-eastnorth-africapersian-gulf-region/french-syria-1919-1946/(Çevrimiçi: 8 Mayıs 2016)
111 Cleveland, a.g.e., s.270.
112 Joshua Landis, “Shishakli and Druzes: Integration and Instransigence”, a.g.e., s.370.
113 Birgit Schaebler, “State(s) Power and the Druzes: Integration and the Struggle for Social Control”,
TheSyrian Land: Processes of Integration and Fragmentation: Bilād Al-Shām, ed. Thomas
Philipp, Birgit Schäbler, Stuttgart: Franz Steiner Verlag 1998, s.354-356.
114 Joshua Landis, “Shishakli and Druzes: Integration and Instransigence”, a.g.e., s.370.
115 Cleveland, a.g.e., s.249.
116 K. Fieldhouse. Western Imperialism in the Middle East 1914-1958, New York: Oxford University
Press, 2006, s.293.
117 “French Syria, (1919-1946)”, Central Arkansas University http://uca.edu/politicalscience/dadm-project/
middle-eastnorth-africapersian-gulf-region/fre nch-syria-1919-1946/(Çevrimiçi: 8 Mayıs 2016)
118 David Commins, David W. Lesch, Historical Dictionary of Syria, Maryland: Scarecrow Press 2014, s.137.
119 Fieldhouse, a.g.e., s.295.
120 “Syrian citizens general strike against France, 1936”, 
       http://nvdatabase.swarthmore.edu/content/syrian-citizens-general-strike-against-france-1936 (Çevrimiçi: 8 Mayıs 2016)
121 “Syrian citizens general strike against France, 1936” 
http://nvdatabase.swarthmore.edu/content/syrian-citizens-general-strike-against-france-1936 (Çevrimiçi: 8 Mayıs 2016)
122 “French Syria, (1919-1946)”, Central Arkansas University, 
http://uca.edu/politicalscience/dadm-project/middle-eastnorth-africapersian-gulf-region/french-syria-1919-1946/(Çevrimiçi:8 Mayıs 2016)
123 Jörg Michael Dostal, “Post-independence Syria and the Great Powers (1946-1958): How Western Power Politics Pushed the Country Toward the Soviet Union” 
http://acuns.org/wp-content/uploads/2013/01/Syria-Paper-1946-1958-for-ACUNS-Conference-Website-12-June-2014.pdf (Çevrimiçi:3 Mayıs 2016)
124 Fieldhouse, a.g.e., s.296.
125 Leon Goldsmith, Cycle of Fear: Syria’s Alawites in War and Peace, New York: Oxford University Press 2015, s.64.
126 David Commins, David W. Lesch, Historical Dictionary of Syria, Maryland: Scarecrow Press 2014, s.32.
127 Hükümet merkezi Alman işgal döneminde Fransa’nın Vichy kentine alındığı için bu isim verilmişti.
128 “French Syria, (1919-1946)”, Central Arkansas University 
http://uca.edu/politicalscience/dadm-project/middle-eastnorth-africapersian-gulf-region/french-syria-1919-1946/ (Çevrimiçi: 8 Mayıs 2016)
129 “French Syria, (1919-1946)”, Central Arkansas University 
http://uca.edu/politicalscience/dadm-project/middle-eastnorth-africapersian-gulf-region/french-syria-1919-1946/ (Çevrimiçi: 8 Mayıs 2016)
130 Mansfield, a.g.e., s.324.
131 Cleveland, a.g.e., s.256-257.


***

SURİYE SİYASİ TARİHİ. BÖLÜM 3

                         SURİYE SİYASİ TARİHİ. BÖLÜM 3



SURİYE SİYASİ TARİHİ,Zafer YILDIRIM,Sykes-Picot, Hac Yolu, Mekke,  Medine, Memluklular,



Fransa’nın 1923’de resmi olarak manda rejimini kurmasını müteakip karşılaştığı 
önemli ikinci isyan ise. Cebel Dürüz bölgesi lideri Sultan Atraş’ın (Paşa) başlattığı ve iki yıl devam ederek ülkenin büyük bir bölümüne yayılan isyan olacaktı. İsyan 18 Temmuz 1925’de başlayacak ve tüm ülke geneline yayılacak 1 Haziran 1927’de isyanlar bastırılacaktır. Atraş’ın isyanının temel nedeni Osmanlı zamanında fiili özerk konumlarını geri alabilmektir. Yabancı bir yönetimin Dürzi bölgesine müdahale etmesine tepki göstermişlerdir. 

Ancak bu isyanın önemli bir nedeninin de Cebel Dürüz’ü yöneten Yüzbaşı Gabriel 
Carbillat’ın son derece sıkı yönetim anlayışı olduğu ileri sürülecekti109.
Dürziler Temmuz ayında Salkhad’ı Ağustos ayında ise bölgenin başkenti Suwayda’yı ele geçirirler. İsyanın genişlemesinde Şam ve Humus’un siyasi önderlerinin de bu isyana katılmasının etkisi olacak, şehir eşrafının da bu isyana destek vermesiyle Dürziler Ekim’de Şam’ı ele geçirirler. Fransız hükümeti 20 Ekim 1925’de Şam’da sıkıyönetim ilan eder.110 Fransa isyanı sert bir şekilde bastırmayı dener ve. Şam, havadan ve karadan yoğun bombardıman altına alınır. Bunun neticesinde 1400’ün üzerinde Suriyeli can verir. 

Ancak bu kıyım isyanın daha da genişlemesine neden olur. 1927 yılında Fransa’dan gelen takviye güçlerle bastırılabilen isyan, Fransa içinde can ve mal kaybına neden olur.111 
Ancak isyanda beş bin Suriyelide öldürülür.112 Bu isyan ülkenin kendi kendini yönetmesi anlamında atılmış ilk adım olarak görülmektedir. Bu isyan ayrıca Suriye’de yabancı desteği almadan yapılan bir isyan olması nedeniyle önemlidir. Bu isyan sonrasında bölgenin yönetimi Fransız askeri otoritelerinden alınmış yerel yöneticilerin etkin olduğu özerk bir sisteme kavuşturulmuştur. Bunun yanı sıra 1930 anayasasında bölgenin diğer bölgeler karşısında özerkliği kabul edilmiş, kendi hukukunu oluşturmasına müsaade edilmiştir. 

Bölgenin yönetimi konusunda yerele yetki tanınmıştır. Eğitim dilinin Arapça ve Fransızca olması öngörülmüştür. Ancak buda yine Dürziler tarafından kabul görmemiştir.113 

Dürziler 1942’de Suriye’ye dahil edildikten sonra 1944’ten itibaren Ulusal Blok ile ilişkilerini geliştirdiler ve Blok’a Suriye ile tam katılım konusunda öneri götürdüler. Buna karşın Dürziler Suriye’nin bağımsızlığından sonrada merkezin bölge siyasetine müdahalesine sürekli direnmişlerdir.114

Çıkan isyanlar sonunda Fransa yalnızca askeri yöntemlerle ülkenin yönetilemeyeceğini görerek siyaset değişikliğine gitti ve ülke ve yerel yönetimde siyasilerle işbirliğine girmeye çalıştı. Artık Suriyeliye rağmen Suriye’yi yönetmek yerine, ülke Suriyeli ile işbirliği içerisinde yönetilmeliydi. Bu politika çerçevesinde 1928 yılında Suriyeli yerel eşrafın ve bu eşrafa mensup siyasilerin oluşturduğu Ulusal Blok, bağımsızlığa kadar olan süreçte siyasal hayatta halk ve Fransız manda yönetimi arasında aracı kurum olarak önemli rol üstlenmiştir.115 Bu grubun mensupları milliyetçiydiler, ancak ülkenin geleceğindeki yerlerini ve mevcut konumlarını garanti altına almak istemekte ve bunun yolunu da Fransa ile sınırlıda olsa işbirliğinin devamında görmekteydiler. Bu çerçevede kendilerine rakip olabilecek örgütlenmelere müsaade etmeyeceklerdi.116 Ancak Fransa’nın kendi 
personeli dışında hiçbir kesime bağımsız karar alma yetkisi vermemiş olması, bu grupları devlet tecrübesinden yoksun bırakıyordu.

“Büyük İsyan” yalnızca Fransız manda rejimini zora sokmamış, devlet yönetiminde de krize neden olmuştu. İsyanın başlamasının ardından aynı yılın Aralık ayında Subhi Bey devlet başkanlığı görevinden istifa etti ve yerine Nisan 1926’da Ahmad Nami seçildi. Fransız Yüksek Komiseri Auguste Henri Ponsot Tac al Din al-Hasani’yi başbakan olarak atadı.117 İsyanın bastırılmasının ardından siyasi ortamı yumuşatmak gayesiyle Fransa yeni meclis seçimlerine ve anayasa hazırlanmasına onay verdi. Nisan 1928’de Meclis seçimi yapıldı ama Anayasa Komisyonu’nun Ağustos 1928’de meclise sunduğu anayasa teklifi Fransız Yüksek Komiseri tarafından kabul edilmeyince Mayıs 1930’da komisyon dağıtıldı. Kısa süre sonra Fransız Yüksek Komiserinin sunduğu seçilmiş bir meclis ve meclisin seçtiği bir cumhurbaşkanını esas alan anayasa teklifi kabul edilince Aralık 1931 
ve Haziran 1932 tarihinde seçimler yapılarak Muhammed Ali al-Abid Haziran 1932’de cumhurbaşkanı oldu.118 Aynı yılın Temmuz ayında Suriye Devleti’nin adı “Suriye Cumhuriyeti” olarak değiştirildi. Ancak Ülkedeki ekonomik sorunlar ve artan işsizliğe Ulusal Blok’un çözüm üretememesi 1930’da Milliyetçi Hareketler Birliği’nin kurulmasına neden oldu. Milliyetçi görüşleriyle öne çıkan Birlik, Ulusal Blok’un Fransa ile olan ilişkisine karşı çıkarak onları Fransa ile olan ilişkilerde daha sert tutum takınmaya zorladı.119

Ulusal Blok toplumun gözünde kan kaybederken Ocak 1936’da manda rejimi de 
tutumunu sertleştirerek Blok’un Şam ofisini kapatıp iki üyesini tutukladı.120 Bu tutum, Ulusal Blok’a toplum gözünde kaybolan etki ve prestijini yeniden kazanma şansı verdi. 
Bundan cesaret alan Ulusal Blok’un genel grev çağrısında bulunmasıyla başlayan grevler Mart ayına kadar devam etti. Ülkenin Şam, Hama, Humus, Deyr el Zur başta olmak üzere farklı bölgelerinde çıkan gösterileri Fransız güçlerinin şiddet kullanarak bastırmayı tercih etmesi yüze yakın Suriyelinin ölümüne neden oldu. Fransız hükümeti aynı yıl içerisinde Şam, Hama, Humus ve Halep’te sıkıyönetim ilan ederek gösterileri durdurmaya çalıştı. 

Daha sonra Ulusal Blok’un önde gelen iki lideri Cemil Merdam ve Nasil al-Bakri’yi tutuklayarak sürgün etmesine karşın manda rejimi olayları kontrol altına alamadı. Bunun üzerine Fransızlar siyaset değiştirerek uzlaşma yönünde adım atmaya karar verdi. 

Bu amaçla Hasani hükümeti istifa ettirilerek yerine Ata al-Atasi liderliğinde milliyetçi bir kabine kurduruldu.121 Bu tutuklamalardan bir ay sonra Fransa’da yeni kurulan sosyalist Leon Blum hükümeti Ulusal Blok’la görüşmeyi kabul edince Paris’te konuyla ilgili görüşmeler yapılarak bir uzlaşıya varıldı. Bunun üzerine Mart başında Ulusal Blok grevlerin sonlandırılması çağrısında bulundu.122 Böylece aynı yılın Eylül ayında Fransa ve Suriye hükümetleri arasında Fransa-Suriye Dostluk ve İttifak Antlaşması imzalandı. 

Antlaşmaya göre Fransız mandası üç yıl içerisinde kaldırılacaktı.123 Manda yönetiminin kalkmasıyla birlikte 30 Kasım’da yeni meclis seçimleri yapılarak Aralık’ta Ulusal Blok lideri Haşim al Atassi devlet başkanı olarak seçildi.124 Attaside Cemil Merdam Bey’i hükümeti kurmakla görevlendirdi.

Ancak Alevi bölgelerinin de Suriye sınırlarına dahil edilmesi Aleviler arasında tepkiye neden olacaktı. Alevi önderleri Şubat 1936’da Suriye ile birleşme konusunu görüşmek için Tartus’da bir araya gelerek Fransa yardım etmese dahi Suriye ile birleşmeye karşı direnme yönünde karar aldılar. Buna karşın dini önderler uzlaşma yanlısı tavır aldıkları, hatta birleşmeye destek veren bir fetva yayınladıkları için ciddi bir Alevi direnişi olmadı. 

Ancak bu fetvayı tüm Alevi aşiret liderleri kabul etmeyecekti. Bu birleşmeye karşı olanlar Haziran 1936’da Leon Blum’a mektup göndereceklerdi. Mektuba imzalarını koyanlar arasında Süleyman al Murşid ve Hafız al Esed’in babası Süleyman el Esed’de bulunmaktaydı.125 

Daha sonra Aleviler Süleyman al Murşid önderliğinde Temmuz 1939’da 
ayaklandılar. Bu ayaklanma sonuç verdi ve Fransız Yüksek Komiserinin Alevi bölgesinin Suriye’ye dahil edilmeyeceğini açıklamasıyla isyan son bulacaktı.126
Suriye Ulusal Meclisi’nin Aralık 1936’da kabul ettiği antlaşma, Fransa Ulusal Meclisinde koloni yanlılarının engeline takılır, ardından Haziran 1937’de Blum hükümeti iktidardan düştü. Yeni hükümet bu antlaşmaları eleştirirken 1939’da II. Dünya Savaşı’nın yaklaşmasını gerekçe göstererek antlaşmanın mecliste reddedilmesini sağladı. Aynı yıl içerisinde Hatay’ın Türkiye’ye katılması nedeniyle Suriye’de hükümet istifa etti. Bunu 7 Temmuz 1939’da Attasi’nin istifası takip edecekti. Bunun üzerine Suriye Yüksek Komiseri Gabriel Puaux meclisi feshetti. 
Bu sırada Fransa Almanya tarafından işgal edilmiş ve Almanların atadığı Mareşal Philippe Petain’in Vichy127 (Fransız Devleti) tarafından yeni bir hükümet kurulmuştu. Dolayısıyla Suriye mandası Temmuz 1940’ta Vichy Fransa’sına  bağlandı ve Aralık başında da Henri Dentz yeni yüksek komiser olarak atandı.128 

Bundan bir yıl sonra 1941’de General Charles de Gaulle’e bağlı “Hür Fransa” ordusu ve İngiliz ordusu Vichy hükümetine bağlı güçleri yenince Suriye yeniden manda rejiminin kontrolüne girdi. Charles de Gaulle-Winston Chirchill görüşmesin de de Gaulle Suriye konusunda “beklemeksizin” bağımsızlık sözü verince eylülde Fransız Yüksek Komiseri Georges Catroux Suriye’nin bağımsızlığını ilan etti.129

Mart 1943’te Anayasanın düzenlenmesi ve yeni meclis seçimlerinin yapılması kabul edildi. Yapılan seçimlerden milliyetçi kesimler zaferle çıkacaklardı.130 
Meclis Şükrü el Kuvvetli’yi devlet başkanı olarak seçti; ancak de Gaulle için Suriye ve Lübnan’da Fransız hâkimiyetine son veren bu gelişmeler kabul edilebilir değildi. Fransızlar çıkarları korunmadan iki ülkeyi de terk etmek niyetinde değildi. Bu nedenle Fransa’nın Mayıs 1945’te ülkedeki askeri mevcudiyetini artırma gayreti halkın tepkisine neden oldu. Bunun üzerine Fransa 1925’te yaptığına benzer şekilde, Şam’ı yine bombardımana tuttu. Bombardımanda 400 kişinin hayatını kaybetmesi İngiltere’nin tepkisini çekince Fransa her iki ülkedeki askeri varlığını sona erdirmeye karar verdi. Böylece Suriye ve Lübnan 1946’da bağımsızlıklarını kazanmış oldular.131 

Bağımsızlık milli bir uyanış neticesinde oluşan milliyetçi bir direnişin sonucu olmamış, ülke dışında oluşan yeni siyasi dengelerin sonucu olmuştur. 

Sonuç

Ortadoğu tarihten günümüze önemli uygarlıkların kurulduğu yer olmuştur. Uygarlıkların gücü, bölgeye sahip olmalarıyla tanımlanmıştır. Toplumlara sunduğu bolluk nedeniyle Suriye’nin de içinde olduğu bölgeye Bereketli Hilal adı verilmiştir. Bu nedenle bölge tarihin en eski ve uzun uygarlıklarına ev sahipliği yapmıştır. Üç semavi din bu bölgede doğmuş, bölgenin bereketine sahip olma isteği büyük ve kanlı savaşlarında nedeni olmuştur. Bölgenin uygarlık tarihi MÖ 3500’lerde Sümer kent devletleriyle başlamış, kurulmuş olan medeniyetlerin ihtişamı bölgeye yeni uygarlıkları çekmiştir. Semavi dinler için kutsal olan yerlerin bu topraklarda, hatta Kudüs gibi aynı yerde bulunması güçlü uygarlıkların bölgeye hâkim olma isteklerinin önemli bir nedeni olmuştur. Bölge “doğunun zenginliğine” ulaşmak isteyen insanların güzergâhında yer alması nedeniyle de çeşitli mücadelelere sahne olmuştur.

Suriye Bereketli Hilal’in merkezinde yer alan coğrafi konumu itibarıyla tarih içerisinde önemini sürekli muhafaza etmiştir. Akdeniz’e açılan kıyılarıyla denizci kavimlerin ilgisini çekerken stratejik konumuyla da doğudan batıya ve batıdan doğuya doğru ilerleyen fatihlerin güzergâhı olmuştur. Suriye, kutsal yerlere ulaşmadaki önemli konumu nedeniyle Hıristiyanlar ve Müslümanlar için hayati öneme haiz olmuştur. Hz. İsa ile birlikte Hıristiyanlıkla tanışan bu bölge altıncı yüzyılın son çeyreğinde İslamiyet’in doğuşuna ve kısa süre içinde Bereketli Hilal’in tümüne yayılmasına şahit olmuştur. Yine bu bölge Müslümanlar için kutsal olan Mekke ve Medine’nin yolu üzerinde olması ve Kudüs’ü kontrol edebilir konumu nedeniyle tüm İslam uygarlıklarını buraya sahip olmaya ve muhafaza etmeye sevketmiştir. Sekizinci yüzyıldan itibaren İslam coğrafyasında Sünni-Şii mücadelelerinin de merkezinde yer alan Suriye, sekizinci yüzyılın ikinci yarısında Emeviler’e ev sahipliği yapmıştır. Emeviler’den sonra farklı Müslüman devletlerin kontrolüne geçen bölge onbirinci yüzyılın son çeyreğinde bu toprakları geri almak isteyen Hıristiyanlara karşı İslam dünyasının verdiği savaşın en stratejik alanı olmuştur. Dini gerekçeler kadar “doğunun zenginliğine” ulaşma hayaliyle iki asır kadar devam eden Haçlı Seferleriyle sürekli el değiştiren Suriye, 13. yüzyılın ikinci yarısından itibaren ise Mısır Memlukluları’nın hâkimiyetine girmiştir. Suriye 16.yy’ın ilk çeyreğinden itibaren ise dört asır boyunca Osmanlı egemenliği altında kalmıştır.

Osmanlı döneminde Blad üş Şam, (Şam şehri) Büyük Suriye’nin merkezi olarak 
devletin önem verdiği bir yer olmuştu. Bunun farklı nedenleri vardı: Osmanlının kutsal mekanlara gösterdiği hassasiyet ve haccın güvenliğinin sağlanması açısından Şam önemliydi. Ayrıca doğu-batı ticaretinin güzergahında bulunması ve Akdeniz’e hakim olmak ve kontrol etmek açısından taşıdığı stratejik önem nedeniyle Suriye, merkezin doğrudan kontrolünde tutulmaya çalışılıyordu. Osmanlının zayıflamasına paralel olarak 19. yüzyılda bölgeye Batılı ülkelerin ilgisi artmış ve misyonerlik faaliyetleri bu dönemde etkin olmuştu. Fransız İhtilali ile Avrupa’yı etkilemeye başlayan milliyetçi fikirler, 19. yüzyılda Osmanlı Ortadoğu ’suna doğru yayılım gösterdi. Hiç kuşkusuz bu fikirlerden ilk olarak Osmanlıya dini bir bağlılık hissetmeyen Hıristiyan halk etkilendi. 
Rusya ve Fransa Hıristiyan halk üzerinden bölgeyi sömürgeleştirmeye çalışıyorlardı. 
Osmanlı devletinin bu girişimlere karşı önlem olarak ilan ettiği Tanzimat Fermanı 
ve Islahat Fermanı gibi dönem Avrupa’sının değerlerini ülke halkına kazandırma gayreti olumlu sonuç vermemiş, aksine ülkedeki uygulamalara Batının daha fazla müdahil olmasına yol açmıştı. Ancak bu yenileşme adımları Hıristiyan halkın Batı ile daha sıkı ilişki içine girmesine, ticaret yoluyla ekonomik durumunun Müslüman halka göre daha iyi konuma ulaşmasına yardımcı olmuştu. Bu ıslahatlarla Müslüman halkın gayrimüslimlerle özellikle vergilendirmede eşit hale gelmesi tüm kamu yükümlülüklerinin kendileri tarafından yerine getirildiğini düşünen Müslüman halkın tepkisini çekti ve bunun sonucu olarak 1860 Lübnan olayları meydana geldi. Lübnan olayları, Batının daha fazla müdahalesine zemin hazırlamış, Hıristiyanlar arasında artan milliyetçi fikirler yanında, ayrılık isteyen görüşlerde dile getirilmeye başlanmıştır. Arap halkı arasında her ne kadar 20. yüzyılın başına kadar ayrılık yönünde fikirler dile getirilmese de milliyetçi görüşler belirli aydın çevreler arasında bu dönemde gündeme getirilmiştir. Yalnız bu fikirler ayrılık etrafında oluşmamış Arap kimliğinin de tanındığı, dinin birleştirici yönüne atıfta bulunulan Batı karşısında Doğu’nun savunulması yöntemini İslam Kardeşliğinde arayan bir milliyetçilik olmuştur. 

Kuşkusuz bu fikirler Suriye’de de aydın çevreleri etkiliyordu. II. Abdülhamid’in 
Panislamizm çerçevesinde halifelik makamını kullanarak, en azından Müslüman halkı bir arada tutma gayretinin bazı olumlu sonuçları olsa da İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin ülkedeki sorunu II. Abdülhamid’in idare şeklinde görerek müdahale etmesi, yönetimde sorunlara neden oluyordu. 20 yüzyılın başından itibaren etkinliğini artıran İTC’de panislamist bir politika takip etmeye çalıştı, ancak iktidarı ele geçirdiği 1908’den sonra bu siyasetten uzaklaşmaya başladı. Bunda Müslüman halkın bir arada tutulmasında bu siyasetin etkisini yitirdiğini düşünerek Türkçülük yanlısı fikirlere dönmesi kadar, özellikle Cemal Paşa’nın ayrılık yönündeki fikirleri şiddetle bastırmaya çalışmasının da etkili olduğu yönünde görüşler vardır. Bu dönemde Suriye’deki milliyetçi söylemler Arap kimliği ve Müslüman birliği etrafında gelişmekteydi. Bu söylemlerden cesaret alarak gerçekleştirilen Şerif Hüseyin’in faaliyetleri ve yereldeki diğer milliyetçi eylemler, bu kesimlerin kendi çıkarları etrafında geliştiği için genel bir milliyetçi başkaldırı veya örgütlenme  boyutuna ulaşamamıştır.

Osmanlı’dan Mondros Mütarekesi ile ayrılan Suriye bağımsızlığını elde edememiş 
ve 1920’de Fransız manda rejimi altına girmiştir. Fransa’nın “böl ve yönet” siyaseti kapsamında ülkeyi ayrı küçük devlet ve birimlere ayırması ulus bilincinin oluşmasına kuşkusuz engel olmuştur. Ancak bu yönetim anlayışı Sünni çoğunluk karşısında kimliklerini korumak isteyen başta Aleviler olmak üzere diğer etnik azınlıklardan destek görmüştür. 

Buna karşın Fransız manda yönetimini sarsan 1925 isyanı bir Dürzi isyanı iken, 1919 ve 1939 isyanları ise Alevi isyanları olmuştur. Dürzi isyanı Osmanlı yönetimi döneminde de facto bir bağımsızlık içerisinde yaşayan Cebel Dürüz’de Fransızların otorite kurmak istemesinden kaynaklanmıştır. 

1919 Salih al-Ali isyanının milliyetçi bir yönü olsa da asıl amaç etnik kaygılarla 
bölgenin korunmasıydı. 1939 isyanı ise Suriye’nin birleşmesiyle konumlarını kaybedeceklerini düşünen Aleviler tarafından mevcut bölünmüş yapının savunulması amacıyla çıkarılmıştır. Osmanlı döneminde yerelde söz sahibi olan büyük ailelere mensup Suriyeli siyasetçiler, her ne kadar milliyetçi fikirleri savunsalar da Suriye’nin geleceğinde de konumlarını muhafaza etmeye çalışmışlardır. Bu siyasi kaygılar onları Fransa ile işbirliği içerisinde hareket etmeye sevketmiş, buda zaten etnik kaygılarla bölünmüş olan toplumun topyekün milliyetçi bir irade ortaya koymasına, örgütlenmesine ve başkaldırmasına mani olmuştur.

Fransa manda rejimi sayesinde Suriye’yi istediği gibi yönetmiş, yöntem olarak da 
diğer ülkelerde de kullandığı “böl ve yönet” siyasetinden faydalanmıştır. Esasında manda rejimi Milletler Cemiyeti’nin kurucu sözleşmesinin 22. Maddesinde yer alan bir yönetim sistemidir. Üç tip manda sistemi öngörülmüş ve Osmanlı’dan ayrılan toplumlar (A1 Tipi) “bağımsızlık düzeyine erişmiş olan devletler” olarak tanımlanmış ve bunların kendi kendini yönetecek olgunluğa erişine kadar bir mandater devletin tavsiye ve yardımlarını almaları öngörülmüştür. Yani manda sistemi bu durumdaki ülkelerin bağımsızlığa geçişlerinde bir aşama olarak kabul edilmişti. Ancak Fransa’nın Suriye ve Lübnan’daki uygulamaları bunun tam aksi olmuş, sivil bürokrasinin oluşmasına imkân verilmemiş, ulusal bilincin uyanmasına mani olmak için mevcut etnik bölünmüşlük kalıcı hale getirilmiştir.