Darbeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Darbeler etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

17 Mart 2021 Çarşamba

ABD’NİN YENİ AKDENİZ POLİTİKASI ve TÜRKİYE’NİN SEÇENEKLERİ. BÖLÜM 2

ABD’NİN YENİ AKDENİZ POLİTİKASI ve TÜRKİYE’NİN SEÇENEKLERİ. BÖLÜM 2 

 

Doğu Akdeniz Sorunu, ABD, Doğu Akdeniz Politikası, Prof. Dr. Uğur ÖZGÖKER, Türkiyenin Seçenekleri, Covid 19 salgını,Sanayi Devrimi,Orta-Doğu, savaşlar, çatışmalar, darbeler, terör ve tedhiş hareketleri, katliamlar, etnik-dini ve mezhep çatışmaları, göçler,

Rusya Federasyonunun en büyük deniz üssü Suriye’deki Tartus limanıdır. Rusya Suriye’deki bu deniz üssü sayesinde bütün Orta-Doğu ve Doğu Akdeniz’i kontrol etmekte, petrol ve doğalgaz gibi enerji kaynakları üzerinde söz sahibi olmaktadır. Unutulmamalıdır ki bugün dünyanın coğrafi olarak en büyük toprağına sahip, en büyük nükleer gücüne sahip, süper güç olan ülkesi Rusya Federasyonunun ekonomisinin % 90’ı petrol ve doğalgaz ihracatına dayanmaktadır. Bu iki enerji kaynağının fiyatlarının düşmesi zaman zaman olduğu gibi Rus ekonomisini yıkıma sokmaktadır. 
Bu yüzden Rusya Suriye’den çıkmaz ve Doğu Akdeniz’den vazgeçemez. Rusya Suriye’deki deniz üssü Tartus limanı dışında üç yıl önce iç savaşta emir eri 
Beşer Esad’ı desteklemek için Suriye’ de bir de hava üssü kurmuştur. Ayrıca kendi vatandaşlarına işkence ve katliam yapan ve dokuz milyon Suriyelinin Suriye’den kaçarak kötü şartlarda başka ülkelerde mülteci olarak yaşamalarına neden olduğu için BM Güvenlik Konseyi Suriye’ye askeri müdahale için karar alacakken, Rusya Güvenlik konseyinde “Veto” uygulayarak karar alınmasına engel olmuştur. Böylece Suriye’nin “Yasal” ama “Meşru” olmayan Esad Hükümeti bugüne kadar iktidarda kalabilmiştir. 

% 12’lik diktatör Esad yönetimini laik bir yönetim sergilediği için daha muhafazakâr Sünnilere karşı % 13 civarında nüfusa oluşturan çeşitli etnik ve mezhepsel gruplara mensup (Arap Ortodoks Hıristiyan, Katolik Hıristiyan Arap (Maronit), Ortodoks (kadim) ve Katolik Süryaniler, Ortodoks (Gregoryen) ve Katolik (Klikya Ermenileri) Ermeni cemaati) Hıristiyan Suriyelilerde  desteklemekte dirler. Dışarıdan ise Orta-Doğu’da Suriye’deki Şiiliğin bir kolu olan Arap Alevileri (Nusayri), Lübnan’daki Anayasal olarak Meclis Başkanlığı koltuğunu da elinde 
bulunduran Şiiler ve Emel Partisi ile Dürziler; Irak’ta da nüfusun % 65’ini oluşturan ve Şiilerin kutsal mekânı Kerbela’yı da elinde bulunduran Şiiler ile Bahreyn ve Yemen’ deki Şiiler ile Ortadoğu’ da bir Şİİ Hilali kurmak isteyen İran ve yukarıda açıklanan sebeplerle Rusya desteklemektedir. Rusya ve İran asker, silah, ekonomik yardım, askeri eğitim yardımı, istihbarat, lojistik ve siyasi destek sağlayarak Nusayri diktatör Esad rejimini iktidarda tutmakta ve İsrail ile ABD’yi Orta-Doğu ve Doğu Akdeniz’de rahatsız etmeye hatta tehdit etmeye devam etmektedir. Son yıllarda Çin de Suriye konusunda, İran–Rusya ittifakına katılmış, Gayrimeşru Esad rejimine siyasi ve ekonomik destek vermeye başlamıştır. Hatta BM Güvenlik Konseyi’ndeki oylamada da Rusya ile birlikte olumsuz oy vererek veto etmiştir. 
Başka bir Orta-Doğu ve Doğu Akdeniz ülkesi olan Libya’da da yakın zamanlarda ABD çıkarlarını tehdit eden gelişmeler olmuştur. Libya’da ABD’nin eskiden desteklediği darbeci General Hafter; Rusya ile anlaşıp Rusya’dan paralı özel askeri şirket (Wagner) ve sekiz adet en son model savaş uçağı desteği alınca; ABD’ nin baştan açıktan desteklemediği fakat sonradan strateji değiştirip Türkiye ve İtalya ile birlikte desteklemeye başladığı, BM tarafından tanınan meşru “Ulusal Mutabakat Hükümeti” ve lideri Saraj Yönetimi Trablus’a sıkıştı. Libya’nın petrol yataklarının çoğu ile petrolün Avrupa’ya tankerlerle sevk edildiği limanın Rus özel askeri şirketinin eline geçmesi, ABD’ yi ziyadesiyle rahatsız etmiş ve güçlü bir 
tehdit algılayarak, Doğu Akdeniz’ de Rus nüfuzunu kıracak karşı stratejiler geliştirmesine yol açmıştır. 
İşte Doğu Akdeniz’deki bu gelişmeler ABD’nin, Rusya lehine ABD aleyhine bozulan “Güç Dengesi”ni kendi lehine çevirmek için yeni askeri stratejileri uygulamaya koymasını gerektirmiştir. ABD’nin Yeni Doğu Akdeniz Politikasının en etkili stratejisi, Doğu Akdeniz’ de sabit bir uçak gemisi konumunda olan Kıbrıs’ta Rus etkisini bertaraf etmektir. Kıbrıs’ın kurucu Cumhurbaşkanı Makaryos Rus sempatizanı, Bağlantısızlar blokunun lideri ve Rum Ortodoks Kilisesinin Başı yani Patrik’ ti. Ayrıca Kıbrıs İngiltere’ den 1960 yılında bağımsız olduktan sonra 
60 yıldır en güçlü parti, Komünist Parti AKEL olmuştur. Her zaman seçimlerden 1. Parti olarak çıkmıştır. Son olarak da Rus oligarkların GKRY’de 30 milyar dolar kara parası aklanmaktadır. 

ABD GKRY’ni Rusya ekseninden çıkartıp ABD rotasına sokmak için yeni strateji tespit edilmiştir. Bu kapsamda Temmuz 2020 başında uzun yıllardır silah ambargosu uyguladığı GKRY’ ne ambargoyu kaldırmış ve Rum Milli Muhafız ordusunu ABD Ordusunun askeri eğitim ve talim programına dâhil etmiştir. ABD’nin bu politikası Türk iç politikasında Türkiye’ye karşı düşmanca bir tutum olarak algılanmıştır. Hâlbuki ABD bize karşı değil Rusya’ya karşı bir hamle yapmıştır. ABD’nin buradaki amacı, Rus-Yunan-Sırp-Rum Ortodoks ittifakının bir 
parçası olan GKRY’ni Rusya’nın etkisinden uzaklaştırmak; bu kapsamda Doğu Akdeniz için çok stratejik ve ekonomik önemi olan Rumların ekonomik kontrolün deki Kıbrıs’ın en büyük liman şehri Limasol (Rus etkisini ironik olarak belirtmek için Limasolgrad olarak adlandırılmaktadır)’un kontrolünü Ruslardan almak ve nihayet Kıbrıs’ın doğusunda Yahudi asıllı Amerikan firması Nobel Energy tarafından çıkarılan Doğalgaz ve Kıbrıs’ın batısında keşfedilen ilerde çıkartılacak petrol rezervlerini kontrol ederek, Rusya’nın tek silahı olan petrol ve doğalgaz fiyatlarını ve üretim miktarlarını belirleyerek Rusya’nın yeniden süper güç olmasını engellemektir. 
Ancak ABD’nin bu stratejisi Rusya’dan çok Türkiye’ye zarar verecek gibidir. Zaten AB ile çok bozuk olan ilişkiler; Temmuz 2020, 2. Haftasında Ankara’yı ziyaret eden AB Dış Politika ve Güvenlik Yüksek Komiseri Borell’in de dediği gibi, Türkiye AB’nin en önemli sorunu haline gelmiştir. 10 Temmuz’ da toplanan AB Dışişleri Bakanları Konseyinde de AB, Türkiye’nin Akdeniz’ deki faaliyetlerinden büyük endişe duyduğu ve Fransa’nın bastırması ve ısrarı ile Türkiye’ye karşı yaptırım seçenekleri nin değerlendirileceği kararına varılmıştır. Fransa’nın da Türkiye’yi Akdeniz’e kıyıdaş devlet olmaktan çıkartıp Fransa’nın başkenti Paris’in banliyösü Sevr beldesinde Ağustos 1920’de imzalanan Sevr Antlaşması sınırlarına sıkıştırmak politikası izlediği malumdur. Otuz yıldır PKK’ya en açık şekilde askeri ve siyasi desteği veren; GKRY’ni ve Yunanistan’ı sürekli Türkiye’ye karşı kışkırtan ve Türkiye’ye karşı rum-yunan ikilisine büyük askeri ve siyasi destek sağlayan; gayrimeşru Beşer Esad rejimini Türkiye’ye karşı destekleyip-cesaretlendiren; sözde Ermeni soykırımı söylemini uluslararası camiaya taşıyan; Fransa’da 
Ermeni terör örgütü ASALA tarafından diplomatlarımızın şehit edilmesini teşvik eden ve Ermeni teröristleri cesaretlendirip, onlara silah, istihbarat ve lojistik destek sağlayan; en son Temmuz 2020 ortasında Ermenistan’ın Azerbaycan’a askeri saldırı yapmasını Rusya ile birlikte teşvik edip; Azeri General, Albay, subay, asker ve çok sayıda sivilin şehit edilmesine neden olan Fransa; kurucu üyesi olduğu AB ve NATO’yu sürekli Türkiye’nin aleyhine karar almaya zorlamaktadır. NATO üyesi olan Türkiye, Fransa’nın NATO içindeki manevralarını başarıyla önlemekte ama AB üyesi olmadığı için Fransa-Yunanistan ve GKRY, AB içinde şer cephesi oluşturup Türkiye’ye karşı düşmanca duygularla işbirliği yapıp sürekli AB’ den milli menfaatlerimize aykırı kararlar çıkartmaktadırlar. 

Fransa-GKRY ve Yunanistan’ın hasmane tutumları ile AB’nin aleyhimize aldığı kararların yanısıra; ABD’nin Doğu Akdeniz’ deki bu yeni stratejisi aslında doğrudan Türkiye’ yi değil Rusya Federasyonunu hedeflese de eğer Türkiye karşı stratejiler geliştirmezse ABD’nin bu politikası sonucu Türkiye Akdeniz’den, Ege’den, doğalgaz ve petrol kaynaklarından tamamen dışlanır ve KKTC’nin egemenliği ve bağımsızlığı da tehlikeye düşer. Bu durum ilerde bütün Anadolu’nun güvenliğini tehdit eder, Türkiye bir “Beka” sorunuyla yüz yüze gelir, Sevr Anlaşmasını uygulatmak için ellerini ovuşturan dış güçler ve onların yurtiçindeki hain işbirlikçilerine gün doğar. 
Bu çok tehlikeli ve sürekli kötüye giden durumu önlemek için Türk Dış Politikasın da (TDP) keskin ve köklü bir paradigma değişikliğine ihtiyaç vardır. Hükümetimizin ülkemizin bekası, vatanımızın bölünmez bütünlüğü, egemenliğimiz ve ekonomik ve siyasi bağımsızlığımızın devamı için TDP’de bu radikal ve kökten değişiklikleri behemehâl yapması gerekmektedir. 

TDP de yapılması gerekli paradigma değişiklikleri: 

1) Son 7-8 yıldır diplomatik ilişkilerimizin bozuk olduğu İsrail ve Mısır’la eskiden olduğu gibi askeri ve ekonomik işbirliği anlaşmaları yapmak ve her düzeyde ilişkileri normalleştirmek. Bilindiği gibi Mısır 6 bin yıllık tarihi ile dünyanın en eski ve köklü medeniyetlerinden biridir. Süveyş kanalına sahip olması Akdeniz’in Kızıldeniz ve Hint Okyanusuna geçiş kapısının anahtarını elde tutarak büyük bir geo-stratejik konuma sahip olması; en fazla nüfusa sahip Arap-Orta-Doğu ve Doğu-Akdeniz ülkesi olması; Orta-Doğu’nun asker bakımdan sayıca ve silah bakımından en donanımlı güçlü bir orduya sahip olması ve tarihte Mısır’ı Fatımiler, Kölemenler, Memlüklüler ve Osmanlılar gibi Türk Devletlerinin idare etmesi ile Türkiye ile tarihi ve kültürel yakınlığa sahip olması önemlidir. İsrail’e gelince, Yahudi milletinin oluşturduğu bağımsız bir devlet olarak 1948’de kurulduğunda tanıyan ilk ve tek Müslüman ülke Türkiye Cumhuriyeti olmuştur. İsrail geçmiş yıllarda Türkiye ile çok sıcak diplomatik ve siyasi ilişkiler kurmuş ortak askeri uçak, tank üretmek, silah yedek parçalarının temini ve silah ve askeri teçhizatın tamiratı konusunda geçmişte Türkiye ve İsrail yakın işbirliği yapmışlardır. Ayrıca İsrail başta terör örgütü PKK’nın lideri bebek katili Abdullah Öcalan’ın (Apo) Afrika’da yakalanıp Türkiye’ye teslim edilmesinde çok yararlı istihbarat ve lojistik destek de sağlamıştır. Şunu da muhakkak aklımızda tutmalıyız ki Dünya finans-kapitalini Yahudiler elinde tutmakta ve bu suretle istedikleri ülke ve şirketleri destekleyip kalkındıracak; istemedikleri ülke, hükumet, STK ve şirketleri ise yok edip dünya üzerinden silebilecek ekonomik ve finansal güce sahiptirler. Avrupa’nın başta İngiltere ve Fransa olmak üzere birçok ülkenin hükümetlerini, parlamentolarını, medya şirketlerini, banka-sigorta gibi finansal kurumlarını ve kamuoylarını doğrudan etkileme ve yönlendirme kapasite ve kabiliyetine sahiptirler. ABD’nin ise Derin Devleti’nin Yahudilerin kontrolünde olduğunu bilmeyen yok gibidir. Dünyanın en büyük petrol şirketlerinin, medya şirketlerinin, bankalarının sahibi Yahudilerdir. Çeşitli komplo teorisyenlerinin haklarında yüzlerce kitap yazarak dünyayı idare ettiklerini iddia ettikleri Rockefeller ve Rothschild aileleri de Yahudi kökenlidir. 

En son olarak Türkiye için hayati önemi olan Doğu Akdeniz’ de AB’nin 30 yıllık enerji ihtiyacını karşılayacak kadar zengin doğalgaz yataklarını da işleten Yahudi Nobel Enerji firmasıdır. 

Türkiye Libya ile yaptığı gibi Mısır ve İsrail’le Doğu Akdeniz’de Deniz Yetki alanları nın sınırlanması ve Münhasır Ekonomik Bölge Anlaşmalarını imzalarsa; GKRY-Yunanistan ve Fransa’nın bizi Kıbrıs ve Akdeniz’den çıkartma; petrol ve doğalgaz  kaynaklarındaki haklarımızı almaktan engelleme politikaları boşa çıkacak ve bu yeni kendi enerji kaynaklarını kullanması ve satışından elde edeceği gelirlerle, Türk ekonomisi Balkanlar-Kafkasya/Orta Asya ve Orta-Doğu’nun en güçlü ve zengin ekonomisi hâline gelecektir. 

2) KKTC ile Türkiye Cumhuriyeti arasında Konfederasyon kurulması. Türkiye 1776’ da ABD’nin 13 eski İngiliz kolonisinin dışişleri ve güvenlik konularında işbirliği yapıp içişlerinde bağımsız oldukları konfederal bir yapı oluşturup, güçlerini birleştirerek, İngilizleri yenerek Amerikan kıtasından çıkarttıkları işbirliği modelinin benzerini TC ile KKTC arasında oluşturmalıyız. Konfederasyona giren devletler; devlet unsurunun en önemli özelliği olan “Egemenliklerini” kaybetmezler. Ekonomi-Maliye-Asayiş-Vatandaşlık-Mülkiyet-Ticaret-Medeni Haklar vb. bütün konularda bağımsızdırlar. Ancak ortak bir dış politika ve Ortak bir Savunma politikası uygulayarak dış tehditlere karşı güçlerini birleştirirler. TC ile KKTC arasındaki böyle bir işbirliği modeli ile tam bağımsız ve egemen bir devlet olmasına rağmen uluslararası arenada tanınmayan KKTC’nin Doğu-Akdeniz’deki kıta sahanlığı Türkiye’nin de kıta sahanlığı olacak; kara suları Türkiye’nin de kara suları olacak; Münhasır Ekonomik Bölgesi (MEB) Türkiye’nin de MEB’i olacağı için Doğu-Akdeniz bir Türk gölü haline gelecektir. 

Ayrıca havadaki FIR hattı (Uçuş Bilgi hattı) da Türkiye’nin kontrolü altına geçeceği için KKTC ile Hatay, Mersin, Antalya, Muğla gibi illerimizin de hem güvenliği sağlanacak hem de ekonomimize büyük katkı sağlayacaktır. 

3) Eğer yukarıda bahsettiğimiz bu iki önemli eksen değişikliği gerçekleştirilirse, Türkiye’nin Doğu Akdeniz’deki hakları uluslararası alanda tescil edilecek ve tartışma konusu olmaktan çıkacak; Türkiye’ye Sevr Anlaşmasını dayatmak isteyen iç ve dış düşmanlarımızın bütün hain planları suya düşecek ve Türkiye Doğu Akdeniz’deki zengin hidro-karbon yataklarının en büyük ortaklarından biri olacaktır. 

Prof. Dr. Uğur ÖZGÖKER 

Arel Üniversitesi İngilizce Uluslararası İlişkiler Bölümü ve Milli Savunma Üniversitesi Kara Harp Enstitüsü Öğretim Üyesi, Kıbrıs Amerikan Üniversitesi Mütevelli Heyet Üyesi, Uluslararası Diplomatlar Birliği Yönetim Kurulu Üyesi, 
Türk-Kuzey Kıbrıs Türk Ticaret Odası ve Kıbrıs Kültür ve Eğitim Derneği Yönetim Kurulu Başkanı. 

31 Temmuz 2017 Pazartesi

MEDYA, AYDINLAR, SİVİL TOPLUM VE DARBELER, BÖLÜM 3

MEDYA, AYDINLAR, SİVİL TOPLUM VE DARBELER, BÖLÜM 3



Ey sandıktan çıkanlar, Nasılsınız, eyi misiniz? 
Eyisiniz, eyi… 
Nasrettin hoca’nın kar helvasına benzer Cici Demokrasi mucidi İsmet Paşa’ya da sormak lazım: 

Nasılsınız? Ey misiniz? Eysiniz, eyi… Ya Türkiye’ye her yıl yeni bir Türkiye 
katma peşindeki Süleyman Bey, sen nasılsın? Eyi misin? Eyisin, eyi… Başbuğ 
Türkeş, senden ne haber? Komando kursların ne alemde? Necmettin Molla, 
şehadet parmağın havada mı gene? Şerbetçi profesör, bakalım şimdi hangi 
nabızlara şerbet vereceksin? Ordu bildirisi, hiçbirinizin bir ötekinden daha 
becerikli olduğunu söylemiyor. ‘Parlamento ve Hükümet’ diyor. Bu 
sınıflandırmanın içinde tümünüz varsınız. (Nasılsınız, Eyi misiniz? İlhan 
Selçuk, Akşam Gazetesi, 13 Mart 1971). 

Solun güçlü kalemi Çetin Altan da Muhtıradan memnuniyet duymuş ve desteğini 
esirgememiştir. Altan muhtıranın hemen arkasından kaleme aldığı “Ve Şahmerdan Güm Diye İndi Sonunda” başlıklı yazısında mevcut siyasetçilere en ağır şekilde saldırarak adeta onlara karşı yapılan her şeyin normal olduğu intibaını vermeye çalışmıştır: 

İnsanı insan yapan erdemlikler vardır; haysiyet, vakar tutarlılık, dürüstlük, seviye, mantık ve kültür, beyin ve yürek sahibi olmak gibi… Bir âdem oğlundan bunların tümünü birden çıkarınız, geriye bizdeki politikacı tipi kalır… Haysiyetsiz, 
mantıksız, kültürü az, kafasız ve yüreksiz bir rastlanmadık cehennem zebanisi dir bizdeki politikacı tipi. ( Ve Şahmerdan Güm Diye İndi Sonunda, Çetin Altan, 
Akşam Gazetesi, 14 Mart 1971). 

Basın dünyasında 12 Mart Muhtırasına açıkça karşı koyan ve ağır eleştiriler yönelten tek kişi Bedii Faik olmuştur. Solda ve sağda hemen herkes Muhtıraya destek yazıları kaleme alıp çeşitli örgütler yayınladıkları bildirilerle gelişmeyi onaylarken Bedii Faik, bunun kabul edilemez olduğunu, 27 Mayıs tecrübesini yaşamış bir ülkede buna destek verilemeyeceğini, asla makul ve kabul edilebilir bir gerekçesinin olmadığını yazmıştır. Bedii Faik Dünya Gazetesindeki köşesinde 12 Mart Muhtırası aleyhinde çeşitli yazılar yazmış ve bundan dolayı da başına bazı sıkıntılar gelmiştir. Sadi Koçaş’ın şu değerlendirmesi o günlerdeki durumu 
özetlemektedir: 

Yalnız Dünya’da Bedii Faik muhtıraya karşı çıkmıştı. Hatta karşı çıkmakla da 
kalmamış, yaylım ateşine geçmişti. Bunun dışında yalnız muhtıradan memnun 
olanlar değil, muhtıradan nefret ettiği muhakkak olan, düşürülen iktidarın en 
güçlü kalemleri bile ‘Kahraman Orduya’ övgü düzmekle birbirleri ile yarış 
ediyorlardı. Ve bu hal her gün biraz daha dozunu attırarak devam etti.261 
12 Mart müdahalesi ile ordu bir kez daha sistemi kendi istediği gibi düzenleyerek ülkenin sosyal, ekonomik ve siyasal geleceğini yönlendirme ve dar kalıba sokma yöntemini hayata geçirmiştir. Ama bu ara dönemde demokratik kurumlar üzerinde kurulan baskı ve yönlendirmelerle takip edilen politikaların, yetmişli yıllarda toplumun yüz yüze bırakıldığı terör, anarşi, derin sosyo-ekonomik ve siyasal krizlerin temel sebeplerini oluşturduğu kabul edilse bile kimse bunun hesabını sormayı düşünmemiştir.262 

12 Eylül’de medya tekrar darbe sınavına girmiştir. Türkiye'nin önde gelen gazetelerinin 13 Eylül 1980 manşetleri şöyledir: Hürriyet: “Atatürk yolunda devam.” Tercüman: “Yeni anayasa hazırlanacak Ordu mecbur kaldı.” Milliyet: “Yeni yönetime herkes yardımcı olsun.” Cumhuriyet: “Ana hedef Atatürkçülük.” Bu manşetlere ve basının tüm şirin görünme gayretlerine rağmen darbenin basına maliyeti ağır olmuştur: 400 gazeteci için toplam 4000 yıl hapis cezası istendi; gazetecilere 3.315 yıl 6 ay hapis cezası verildi; gazetecilerden istenen   toplam tazminat miktarı 12.848.000.000 Liraydı; 31 gazeteci cezaevine girdi; 300 gazeteci saldırıya uğradı; 3 gazeteci silahla öldürüldü; gazeteler 300 gün yayın yapamadı; 13 büyük gazete için 303 dava açıldı; 39 ton gazete ve dergi imha edildi. En önemlisi de apolitik bir basın oluşturmak için getirilen yasaklar ve sınırlamalar gazetelerin içini boşalttı, yayın anlayışına magazin gazeteciliği hâkim oldu. 

Gazeteci Oral Çalışlar; Özelde 12 Eylül, Genelde tüm darbelere dair medyayı değerlendirir: 

12 Eylülde medyanın oynadığı rol utanç vericidir. Darbe destekçisi, darbe 
şakşakçısı yani hiç tartışılacak bir şey yok burada, zaten öyle yapmayanların 
gazetecilik yapma şansı kalmamıştı o zaman. Yaşanmış tecrübelerle, biraz itiraz 
edenlerin hemen hapse atıldığı ve gazetesinin kapatıldığını biliyoruz. Medya, 
maalesef her dönemde böyledir. Türkiye'nin sivilleşmesi konusunda veya 
Türkiye'de darbelerin desteklenmesi ve kamuoyunun zehirlenmesi konusunda 
esas itibarıyla çok olumsuz bir rol oynadı. Tabii ki istisnalar var, tabii ki düzgün 
davranan ve davranmaya çalışan insanlar vardı, onların hepsini bir kefeye koymak istemiyorum ama “ Genel bir değerlendirme yap.” derseniz, yüzde 90, yüzde 80 itibarıyla Türk medyasının bu tür sınavlardaki durumu kötüdür, çok kötüdür.263 

28 Şubat 1997 MGK toplantısı ile özdeşleşen 28 Şubat sürecinde: “ Olmayan bir savaş ve düşman medya ile ilan edilebilir. Çünkü medya, insanları her şeye inandırabilir.” sözünün hayata geçirildiğine ve basının bu çerçevede kullanıl dığına tanık olundu. Normal demokrasilerde, yasama - yürütme ve yargıdan sonra 4. kuvvet olarak kabul edilen ve toplumsal bir denetim aracı işlevi gören medya, Türkiye pratiğinde kendini sık sık 1. kuvvet konumunda görüyor ve buna göre tavır alıyor. 

Birinci kuvvet anlayışı, medyayı sürekli hataya zorluyor. Kendini bütün kurumların üstünde gören yöneticiler - yazarlar, hatta muhabirler, ellerindeki gücü toplum yararına değil, kendi çıkarları için kullanabiliyor. Peki, sonuçta ne oluyor? Siyaseti kendi anlayışına göre dizayn etmek, başbakanları ve hükümetleri belirlemek, devlet ihalelerinde söz sahibi olmak, seçimlerde vatandaşı yönlendirmek, toplum mühendisliğine soyunmak, yalan haber yapmak, hatta yalan haberi rutinleştirmek, beğenmediği kişi ve kurumlar hakkında haksız ve karalayıcı sıfatlar kullanmak, insanların şeref ve haysiyetlerini rencide edici yayınlar yapmak gibi konu başlıkları; Türkiye’deki ‘merkez medya’ anlayışının yerleşik konu başlıkları haline geliyor. 

28 Şubat günlerinde basın-asker ilişkileri, 27 Mayıs çizgisine geri dönmüş, 12 Eylül ve 12 Mart sanki hiç yaşanmamıştır. Gazete manşetlerinden bazı örnekler: 

Bu defa işi Silahsız kuvvetler halletsin (Hürriyet - 20 Aralık 1996); 
Ordu Rahatsız (Sabah - 13 Aralık 1996); 
Gerekirse Silah Bile Kullanırız (Hürriyet - 12 Haziran 1997); 
Erbakan Pes Etmiyor (Radikal - 3 Mart 1997); 
Tayyip’e Şok Ceza Muhtar Bile Olamaz (Hürriyet - 22 Nisan 1998); 
Refah’a üç uyarı (Sabah - 1 Şubat 1997); 
Tanklar Sincan’da (Sabah - 5 Şubat 1997); 
Muhtıra Gibi Tavsiye (Cumhuriyet - 1 Mart 1997); 
İşte Fadime’nin Suçladığı Adam (Sabah - 5 Ocak 1997);
 Karadayı’dan Humeyni Dersi (Sabah - 1 Eylül 1996); 
Ordudan Ambargo (Milliyet - 6 Haziran 1997); 
Askerden RP’ye Şok Suçlamalar (Hürriyet - 11 Haziran 1996); 
Şeyhler Ordusu Kuruldu (Cumhuriyet - 11 Haziran 1996); 
Ya Uy Ya Çekil (Hürriyet - 4 Mart 1997); 
Refah Bunalımı (Milliyet - 1 Mart 1997). 

Türkiye’de son yıllarda medya patronlarının iş adamı olması, gazetecilikten gelmemesi, medya bağımsızlığı ile de çok ilişkilendirildi. ‘Basın sermayesi ne kadar güçlü olursa, iktidarlara karşı da o kadar bağımsız olur’ tezi işlendi. Ancak yaşanan gelişmeler bu tezleri desteklemiyor. Can Dündar’ın tespit ettiği gibi, Türkiye gibi ekonomideki ağırlığın hala devlette ve dolayısıyla da hükümetlerde olduğu ülkelerde, iş hayatında etkin olmak medyaya bağımsızlık getirmediği 
gibi tam tersi onu hükümet lerin güdümüne sokuyor. Akçalı işlerde hükümetlerle medya sürekli karşı karşıya geliyor. Medya eleştirmeni Ragıp Duran, sorunu Türkiye’deki medya mülkiyetiyle ilişkilendirenler den: 

Bir yandan gazetecilik, bir yandan inşaat, arazi, petrol işi yaparsınız burada 
gazeteciliğiniz sorgulanır. “Siz hangi maksatla gazetecilik yapıyorsunuz?” sorusu 
gündeme gelir. Kamuoyu bilgilensin diye mi, yoksa diğer faaliyetlerinizde 
birtakım kolaylıklar sağlansın veya yaptığınız usulsüzlükler gizlensin diye mi 
gazetecilik yapıyorsunuz? Bu soruların sorulması kaçınılmaz olur. 264 

Aynı konuyu, “ Devlet üzerinden zenginleşen medya ” başlığıyla ele alan Mehmet Altan: Gazetecilik yapmak yerine ‘devlet üzerinden zenginleşme’ bugün medyaya olan güveni sıfırladı. Ergün Babahan’ın da vurguladığı gibi, siyasi iktidar üzerinde gücünü kullanarak zenginleşme peşinde koşan medya patronu, iş takipçisi konumundaki gazete yöneticisi, ticari kaygı ve kişisel öfke ile yapılan ‘holding medyacılığı’, asıl işlevi sadece ve sadece habercilik olan gazeteciliği neredeyse tamamen öldürdü. Medyanın zenginleşmesine olanak sağlayarak kendi çürümüşlüğünü gözlerden saklamaya uğraşan Ankara ve rant dağıtım işinin taşeronluğunu üstlenmiş olan halktan kopuk siyaset kurumu, bu zihniyetin enkazı altında debeleniyor şimdi. Medya, Türkiye’deki sistemin ‘kilit taşıdır.’ O kilit açılmadan, Türkiye düzelemez. Çünkü ülke kendini her gün çarpık bir aynadan izlemeye mecbur kalır, yalanların, çarpıtmaların arkasına gizlenen gerçeği göremez. (Holding Medyası, Mehmet Altan, Sabah Gazetesi, 21 Ekim 2002

Hürriyet’in patronu Erol Simavi ise Turgut Özal ile giriştiği kavgayla hatırlanan eski bir basın patronu. Onun Başbakan Özal ile giriştiği kavganın en çarpıcı ve hatırda kalan bölümü, 19 Nisan 1988’de Başbakan Özal’a yazdığı açık mektuptur. Bu mektubun son satırlarında: 

Evet, Sayın Başbakanım... Gelelim netice-i kelama: Montesquieu, “Kuvvetler 
Ayrılığı” sistemini getirirken üçlü bir düzen düşünmüştü: Yasama, Yürütme, 
Yargı... Zatı devletiniz bu ilkeyi tekliye düşürdünüz: Şimdi varsa da, yoksa da 
“Özal”... Anayasayı bile, ama bir kez, ama on kez ihlal etmekte beis görmeyen siz değil misiniz? Bilirsiniz... Devlet organları arasında yer almasa da, azıcık fantezi, aslında bir gerçeğin ifadesi olarak “Basın”ı da “kuvvetler” arasına katarlar. Ona da bir numara yakıştırırlar: “Dördüncü Kuvvet”. Ben de şimdi, sizin ilhamınızla, yeni bir “Kuvvetler Ayrılığı” ilkesi getiriyorum. Demokrasiye ve demokratik düzenin kutsallığına olan sarsılmaz inancımın da ışığında, benim kuvvetler ayrılığı kitabım, Türkiye’de, birinci kuvvet faslına bilir misiniz ne yazar? Basın... Ya ikinci? Buyurun, kalemimi zatı âliniz teslim alın... 

Aklınızdan ve gönlünüzden ne geçiyorsa, varın oracığa onu yazın. Saygılarımla. Erol Simavi. 

Üstüne vazife olmayan işlerle iştigal eden medya kervanına 28 Şubat sürecinde devlet kurumu olan TRT de katıldı. 12 Eylül 1996 tarihli, Ertürk Yöndem klasiği Perde Arkası… TRT-1 ve TRT Int’de yayımlanan programda, mevcut ortam 12 Eylül öncesine benzetilerek Konya mitingi ve İran görüntülerine yer verildi. Yöndem’in sözleri şunlar oldu: Bu gün aradan tam 16 yıl geçti. En acısı şu ki, bugün yine 12 Eylül 1980 öncesi kara günlere dönmek üzereyiz. Acı ve gözyaşı devam ediyor, katliamlar, ölümler devam ediyor. Ülkemiz parçalanma tehlikesini hala tam anlamıyla atlatmış değil. 

Dün olduğu gibi bugün de silahlı kuvvetlerimiz ülkemizde 12 Eylül 1980 
ortamını istemiyor. Ancak, ülkemizin birlik ve beraberliği, demokrasi, Atatürk 
ilke ve inkılâpları, vatan toprakları tehlikeye girdiği an yasanın verdiği yetkiyi 
kullanmak zorundadır. (Perde Arkası TRT, Ertürk Yöndem, 12 Eylül 1996). 
Programın MGK kaynaklı olduğu ileri sürüldü. Yöndem bu iddiaya genelde itiraz etmedi. “Bizden kritik dönemlerde MGK ya da Genel kurmay’ın hassasiyet gösterdiği konularda bazı program istekleri olmuştur.”265 

Milliyet’in başyazarı Güneri Cıvaoğlu ‘Anayasa mı dediniz?’ başlığını uygun gördüğü yazısında RP’nin zamanında hizaya getirilmemesini eleştiriyor. 
Tarihi MGK toplantısının, komutanlar arasındaki değerlendirmesi şöyle: 
“Kurbağayı içinde soğuk su olan tencereye atarsınız... Az sonra başına 
geleceklerden habersiz, yüzmeyi sürdürür. Tencerenin altındaki ateşi yakarsınız... 

Suyun yavaş yavaş kaynadığını fark etmez. Çünkü yükselen ısıya alışır. Su iyice 
kaynadığında, artık çok geçtir. Reflekslerini yitirmiştir. Oysa kurbağayı, doğrudan kaynar suya atsaydınız... Derhal tencereden dışarı fırlardı. RP, laisizm dışı uygulamaları, kurbağanın içinde bulunduğu suyun yavaş yavaş ısıtılması gibi bir taktikle toplumsal yaşama ve devlet hayatına sokuyordu. Su kaynadığında artık çok geç olacaktı. Toplum alışacaktı. Refleksler körelmiş olacaktı.” 

Bu sözler, laisizm adına tepki koyan sivil kesimin silahsız güçlerinin ve silahlı 
kuvvetlerin aymazlığa düşmediğinin simgesel anlatımıdır. Ve başka sürpriz 
görüntüye işaret edeyim. Galiba... Asıl, son MGK toplantısında, sıcak suya 
kurbağa atıldı. Birilerinin hayli haşlandığını söyleyebilirim. Tekke mensuplarına, 
tekkelerin kapatılması açıklamasına imza koydurtmak az şey mi? (Haşlama, 
Güneri Cıvaoğlu, Milliyet Gazetesi, 2 Mart 1997) 

Hürriyet yazarı Fatih Altaylı ise kendine özgü üslubu ile MGK’yı ne kadar demokratik bulduğunu ifade ediyor ve ‘artık muhbir vatandaşım’ vurgusunda bulunuyordu: Artık muhbir vatandaşım. Kendime yeni bir iş buldum, Bundan böyle artık böyle kılık kıyafet kanununa aykırı olarak dolaşanları, sarıklıları, kolundan tutuğum gibi karakola götüreceğim. Evlerini polise göstereceğim. Otomobilde görürsem plakalarını alıp bildireceğim. Yapılan işlemi savcılığa kadar takip edeceğim. Yok yok, savcılıkta da takip edeceğim. (Hürriyet Gazetesi, 3 Mart 1997). Mehmet Ali Birand Sabah’taki köşesinde, “Aslında, hepimizin ‘ince ayara’ ihtiyacı var” diyerek müdahaleye antidemokratik denemeyeceğini savunuyordu. Olanlar oldu... Siyasilerimiz yine boşluk yarattılar ve normal koşullarda Meclis'te görülmesi gereken bir hesap, MGK'da görüldü. Asker, siyasi yaşamımızda balans ayarını veya ince ayarı tamamladı. Kendi düşen ağlamaz. Bundan böyle kimsenin şikâyete hakkı yok. Askerin bu tutumunun demokrasi ile bağdaşmadığını da söylemeyin... Oktay Ekşi'nin dün yazdığı gibi, "Eğer siz beceremezseniz, yerinize başkaları yapıverir..." Türkiye için artık yepyeni bir dönem başlıyor. Yeni bir demokrasi tarifi, yeni bir hükümet ediş şekli, yeni bir dengeler dönemi... 

Buna "Türk usulü demokrasi" demek gerekir. Durumu gerçekçi şekilde 
değerlendirirsek belki bu yeni dönemi uzatabiliriz. Yok, 12 Eylül öncesindeki gibi 
"mektup bana değil, karşımdakine yollandı" kargaşasına düşülürse, bu iş kısa 
sürede karakolda biter... Şimdi bir hesap yapma dönemi başlıyor... İşin gerçeğine bakacak olursak, hepimizin bir ince ayara ihtiyacımız var... (Aslında hepimizin “ince ayara” ihtiyacı var, Mehmet Ali Birand, Sabah Gazetesi, 3 Mart 1997) Sabah yazarı Necati Doğru ise ‘Hasan Ali Yücel anlatıyordu’ başlıklı yazısında bir askeri müdahaleye karşı iktidar ortaklarını uyarmakla kalmıyor, açıkça MGK kararları uygulanmadığı takdirde Başbakan Erbakan ile Başbakan Yardımcısı Çiller’in götürülüp hapsedileceğini ifade ediyordu: 

Anayasa ayrıca MGK'nın son aldığı ve henüz halka açıklanmayan 20 kararın 
uygulanıp uygulanmadığını da denetleme yetkisini Orgeneral İlhan Kılıç'avermiş. 
Dolasıyla Erbakan ve Çiller, MGK'nın kararlarına ivedilikle uymak zorundalar. 
Uymazlarsa... Uydurulurlar... Ordu kışlasından çıkar... Erbakan ile Çiller'i... 
Anayasa suçu işlemiş ilan eder... Götürür bir yerlere hapseder. (Hasan Ali Yücel 
anlatıyordu, Necati Doğru, Sabah Gazetesi, 6 Mart 1997)266 

Gazeteci Şamil Tayyar, Star Gazetesindeki köşesinde, Sincan’da tankların yürütülmesi meselesini anlatırken, Hürriyet muhabirinin olayı görüntüleye memesi üzerine tankların çekim için tekrar Sincan caddelerinden geçirildiğini yazdı. Bu ayrıntı bile 28 Şubat sürecinde medyanın oynadığı rolü anlatmaya yetiyor. 4 Şubat 1997’de gerçekleşen tankların yürümesi hadisesi ile ilgili ayrıntıyı Şamil Tayyar şöyle anlatıyor: 

Sincan’da tankların yürütüleceği bilgisi, belli bir merkezden bazı gazetelere 
önceden haber verildi. Bunlardan biri Sabah, diğeri Hürriyet’tir. Birçok gazetenin muhabiri gece yorgun düşüp Ankara’ya dönerken sadece Sabah muhabirleri Cemal Doğan ile Kamil Elibol Sincan’da kaldı. Ve sabahleyin Sincan’da dolaşan tankları ayrılana kadar görüntüledi. Bu arada ilginç bir gelişme yaşandı. Tank görüntülerinin Sabah tarafından çekildiği duyulunca, başta Hürriyet olmak üzere çok sayıda gazete o fotoğrafların peşine düştü. Ama Sabah, fotoğrafları vermedi. 

Bunun üzerine bazı gazetelerin üst düzey yöneticileri, Genelkurmay’ı arayarak 
tankların Sincan’da ikinci kez yürütülmesini sağladılar. Aynı gün saat 16.00 
sularında tanklar ikinci kez Sincan sokaklarında tur attılar. Böylece, tank yarışında geride kalan medyamız muradına erdi. Fakat buna en çok bozulan ilk fotoğrafları çeken Cemal Doğan’dı. Tanklar ikinci kez yürütülürken bir komutana yanaşıp sordu: ‘Komutanım ne oldu?’ Komutan: ‘Tankları bakıma götürüyoruz.’ Cemal yeniden devreye girdi: ‘O zaman niye ters istikamete gidiyorsunuz?’ Komutanın şu sözü tarihe geçecek nitelikteydi: ‘Ne sorup duruyorsun? Sizin büyük başlarınız aramış. Döndük geldik.’ (Sincan’da tankların yürüdüğü o sabah, Şamil Tayyar, Star Gazetesi, 11 Ocak 2008). 

Türk Silahlı Kuvvetlerine olan güveni sarsan en ciddi olay: Andıç. 25 Nisan 1998’e Hürriyet ve Sabah, bir süre önce Suriye’de yakalanıp Türkiye’ye getirilen PKK’nın ‘iki numaralı adamı’ Şemdin Sakık’ın askeri istihbaratta verdiği ifadesini o gün manşetten yayımladı. Gazetelerin bu yalan vakayı haberleştirmesinden saatler önce, 24 Nisan 1998 akşamı ‘araştırmacı gazeteci’ Uğur Dündar’ın başında bulunduğu Kanal D Ana Haber’de; Şemdin Sakık’ın, PKK ve irtica 
ile ilgili itiraflarının ardından aynen şu ifadelere yer verildi; “Türkiye'de bazı gazetecilerinörgütten para alarak terör örgütü PKK lehine haber yaptıkları iddia ediliyor. PKK'dan menfaat temin ederek terör örgütü lehine haber yapanların şunlar olduğu öğrenildi: Mehmet Ali Birand, Çengiz Çandar, Yalçın Küçük ve Mahir Kaynak.” Konuyla ilgili olarak Hürriyet gazetesinde, başyazar Oktay Ekşi, ifadelerin bu bölümlerine dikkat çekerek, bu gazetecilerin açıklanmasını istedi. ‘Alçakları tanıyalım’ başlıklı yazıda Ekşi şöyle diyordu:267 

PKK'nın sırrı kalmadı. Çünkü Şemdin Sakık isimli şeririn verdiği ifadelerden, 
PKK ile kimlerin bağlantılı olduğunu, gizlice ne gibi destekler verdiklerini Türk 
kamuoyu henüz bilmiyor olsa da devlet biliyor. Bu bilgilerin ‘‘Şemdin Sakık 
hakkında yapılan soruşturmanın selameti açısından bir süre daha gizli 
kalması'' mümkündür. Ama konu yargıya intikal ettiği andan itibaren Türk 
kamuoyu bu bilgilerin tamamını öğrenme hakkına sahiptir. Gerçekten bilmeliyiz: 
Vatanseverlikte kendileriyle yarışılamayan pek fiyakalı zenginlerimizle allame 
geçinen gazeteci ve yazarlarımızdan hangileri aslında PKK'ya uşaklık 
yapıyorlarmış. Keza dürüst gazeteci veya sorumlu aydın havalarında, bizleri 
arkadan hangi alçaklar hançerliyormuş, bilmeye mecburuz. Kimi alçaklığını 
saklamak için hukuku kullandı. Kimi insan hakları, kimi demokrasi dedi. Şimdi 
hepsi geride kaldı. Sıra kulaklarından tutup adalete gönderilmelerine veya 
kamuoyuna teşhir edilmelerine geldi. Onu bekliyoruz. (Alçakları tanıyalım, 
Oktay Ekşi, Hürriyet Gazetesi, 25 Nisan 1998) 

Oktay Ekşi, öğrenmek istediği bilgiye çabuk kavuştu, çünkü bir gün sonraki manşetlerde Sakık’a atfen daha ilginç ve bir o kadar da çarpıcı ayrıntılar vardı. Hürriyet’in manşeti, ‘İfadesindeki İsimler’ başlığını taşıyordu. “Sakık’tan Şok İddialar” (26 Nisan 1998) başlığını atan Sabah ise kendi yazarları Mehmet Ali Birand ve Cengiz Çandar’ın ismini de birinci sayfadan, ‘PKK yandaşı’ sıfatıyla okurlarına duyurmakta beis görmemişti. 

28 Şubat sürecinde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin komuta kademesi, yalan suçlamalarla süslenen bir komploya imza atmıştı. Genelkurmay, iki kelimelik açıklamayla ‘andıç’ın doğruluğunu kabul etti. Ancak ne mağdur bıraktığı kişilerden özür diledi, ne de iç tahkikat açıp sorumluları cezalandırdı. Görmezden gelmeyi tercih etti. 

Gazeteci Ersin Kalkan: 

138 sayfalık bir ifade metni sunuldu gazetecilere. Daha doğrusu servis edildi… 
Sadece bir kişinin söylediği, tabii önemli bir isimdi o, bir kişinin söylediği metin 
üzerinde Türkiye’nin dört bir tarafında büyük bir dalga yaratıldı. Çok planlı, çok 
iyi hesap edilmiş bir şey olduğu anlaşılıyordu. Gazeteciyseniz bunu anlıyorsunuz. Sonra bir kaynaktan, mahkemeye yakın bir kaynaktan “Sadece şeyi öğrenmek istiyorum, sorgu metni kaç sayfadır?” dedim. “105 sayfa” diye cevap geldi. Geriye kalan her şey eklenmiş. 

Ertuğrul Özkök (Hürriyet Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni), o gün bizi resmen kullandılar diyerek nedamet getirdiği yazısında: 

28 Şubat’ta benim en pişman olduğum ve en kendi kendime ayıpladığım şey 
andıç’tır. Askerlerle zaten andıç olayından sonra bütün psikolojik ilişkilerim 
kesildi. Zaten yoktu ilişkim de, psikolojik ilişkilerim. Ben Türk ordusuna gözümün bebeği gibi baktım hep. Hâlâ da içimdeki duygu odur vatandaş olarak ama Türk ordusunun subay eğitimi, şu bu konularla ilgili, o zihniyetiyle ilgili kafamdaki şeylerin hepsi yıkıldı. O günden sonra yıkıldı. Çünkü resmen kullandılar bizi orada. Yani bizi kullandılar ve biz de kendimizi kullandırtmaya bilirdik o durumda. 268 

Olayın failleriyle ilgili ilk itiraflar 28 Şubat döneminde Sabah Gazetesi köşe yazarı ve yayın koordinatörü olarak da görev yapan Can Ataklı’dan geldi. Ataklı, Öküz dergisine verdiği röportajda, 28 Şubat sürecinde Sabah’ın ve diğer büyük gazetelerin verdiği ‘haberlerin yüzde 90’ının yalan” olduğunu söylüyordu. Şemdin Sakık’la ilgili itiraflarla ilgili ilginç bir bilgi veriyordu Ataklı: “Dönemin çok güçlü bir Generali, bu haberlerin konulmaması durumunda gazeteyi batırma tehdidinde de bulunmuştu.” Bu röportajdan sonra Zaman Gazetesi de 
Ataklı’yla bir söyleşi yapmış. Ataklı orada da benzer şeyler söylemişti: 
Türk basını 28 Şubat sürecinde kötü bir sınav verdi. 28 Şubat süreci içerisinde 
özellikle büyük gazete ve televizyonların yaptığı haberlerin yüzde 90'ı (doksan) 
yalandır. Biz yazdık, biz okuduk... Ben bunu her yerde söyledim. Gene de 
söylüyorum. O dönemde öyleydi ya!.. Otur, bu olaya böyle bakalım, deyip 
yazıyorduk. Yaz işte!.. Gayet netti. 28 Şubat'la birlikte bir düşman ilan edildi ve 
bu düşman gelecek, başımıza oturacak… mışş! endişesi içerisinde bir savunma 
mekanizması çalıştı. Bu savunma mekanizmasının çalışmasıyla birlikte zemberek de koptu. (Haberlerin yüzde 90’ı yalandı, Can Ataklı, Zaman Gazetesi, 22 Aralık 1999). 

Ataklı’nın şok sözleri Şemdin Sakık’ın düzmece itirafları kadar basında prim yapmadı ve olay birkaç gazetede yer alabildi. İşte bu süreç, basının ilk Andıç macerası olarak kayıtlara geçti. Kapatılan Nokta Dergisi Genel Yayın Yönetmeni olarak benzer bir süreci yaşayan Gazeteci Alper Görmüş’e göre bu olayla Türkiye’de ilk kez ordunun, ‘sadece sivillere has’ kirden pastan arındığı bilinci sarsıldı, askerlerin de kumpas yapabileceği görülmüş oldu. 

Taha Akyol, 28 Şubat’ta asker ve medya ilişkileri bağlamında Türkiye’nin sosyolojisini, komisyonumuza şu örnek diyalogla anlatmıştır: 

28 Şubatın böyle çok hayhaylı olduğu günlerde Çevik Bir Milliyet gazetesini 
ziyarete geldi. “Arkadaşlar, ben Türkiye’nin nasıl bir tehlikeyle karşı karşıya 
olduğunu size anlatmak istiyorum.” dedi. Bütün Milliyet yazarları var, ben de 
varım. Umur Talu Çevik Bir’i protesto etmek için katılmadı. Çevik Bir, sözüne 
şöyle başladı: “Arkadaşlar, tehlikenin farkında değilsiniz, Türkiye yeşilleniyor.” 
Yeşilleniyor dediği Greenpeace değil yani şeriat geliyor anlamında ve işi yine 
kızlara getirdi. Konuşması tipik bir fanatik cumhuriyetçi konuşmasıydı. Ben 
kendisine dedim ki: “Sayın Bir, siz Milliyete geldiniz, misafirimizsiniz, çok 
teşekkür ederiz, sizinle sohbet etmekten de memnun olurum. Biz kapıya şöyle bir yazı yazsaydık nasıl karşılardınız? Üniformayla bu sivil müesseseye girilemez.” Birdenbire irkildi böyle. “Yahu bu ne demek, bu üniforma yasak mı yani?” dedi. Ben dedim ki: “Çevik Bey, bakın nasıl tepki gösteriyorsunuz? 18 yaşındaki kızlara siz bunu yapıyorsunuz.” İşte, türban ilericilik midir, gericilik midir tartışması buradan çıktı ve ben kendisine türbanın bir modernleşme simgesi olduğunu, bilimsel kaynakları göstererek anlattım ve mesela dedim ki: İzmir’de altı ay önce toplanan 1. Sosyoloji Kongresinde başı açık, modern, cumhuriyet kadınlarından sosyologların sunduğu tebliğ var. Onlar diyorlar ki türban geleneksel kadının modern hayata, modern eğitime katılmasını sağlayan bir modernleşme aracıdır, bir modernleşme simgesidir. Bana inanmayabilirsiniz, ben sizi eleştiriyorum. Ya hiç olmazsa sosyologları dinleyin, onlardan mütalaa alın.” Kabul etmedi tabii. 269 Görüşmenin devamında Taha Akyol, Çevik Bir’e sorar: ‘Niye Türk toplumunun geleneklerine bu kadar karşı çıkıyorsunuz? Bunun için Türkiye’de çok değerli sosyologlar var. 

Niye onlara danışmıyorsunuz? Çevik Bir de “eğer sosyologlara270 danışırsak bu konudaki kararlılığımız dağılır” diyor. 271 
Asker - medya münasebetleri konusunda kayıtlara geçen bir diğer olay da Genelkurmay Başkanlığı Genel Sekreteri Erol Özkasnak ve Kurmay Kıdemli Yüzbaşı M. İhsan Tavazar imzalı “Basınla Temas” başlıklı belgedir (8 Haziran 1998 tarihli ve 3050-296.98/İCRA.SB). 28 Şubat sürecinde yararlanılan gazetecilere teşekkür mektubu gönderilmesi talimatının verildiği 
“Hizmete Özel” bir yazıdır. Bu iki sayfalık belgede tam 40 gazetecinin ismi yer alıyor ve “Söz konusu basın mensuplarına, bu çalışmalarında gösterdikleri işbirliğinden ve vermiş oldukları hizmetlerden dolayı takdir ve teşekkürlerimi bildiren mektuplar yazılacaktır” deniliyor. 272 

TSK, lâik merkez medya ile o güne kadar görülmemiş bir ilişki oluşturdu. Yazılı ve görsel basını “beslemeye” başladı. Özel turlar, brifingler ve kulaklara fısıldanan bilgilerle manşetleri ve televizyon haberlerini açıkça kontrolüne aldı. O günün resmini Ali Bayramoğlu (Yeni Yüzyıl Gazetesi) şöyle çizmektedir: 

Gazetelerin yaptığı birinci iş: Toplumu şekillendirmek, toplumu yönlendirmek. 
İkinci yaptığı iş de şudur: Silahlı Kuvvetler’in silahı olmak. Silahlı Kuvvetler, 28 
Şubat müdahalesini silahla yapmadı, ama basınla yaptı. Basını silah gücünde 
kullandılar. Gerek fişlemelerle, gerek andıçlarla, gerek nokta atışlarında basın; 
doğrudan doğruya kullandıkları, doğrudan doğruya hem ahlaki yaptırım, hem 
siyasi yaptırım, hem hukuki yaptırım açısından devrede tuttukları bir yapı oldu. 
Dolayısıyla 28 Şubat’a baktığımızda hakikaten basının kara sayfasını, utanç 
sayfasını görürüm ben. Eğer basın bu tavrı almasaydı, bunu yapabilir miydi, başka bir tartışma konusu ama basın bu tavrı almasaydı zannediyorum bu kadar fütursuzca, bu kadar rahat bir şekilde bazı sorunlar yaşanmazdı. 
Fikret Bilâ (Milliyet Gazetesi Ankara Temsilcisi) başarısızlığın faturasını, o günlerde medya etiğini çiğneyen basına değil siyaset kurumuna çıkarır: 
Siyaset kurumunun kendi işlevini yerine getirememiş olmasından kaynaklanan 
mahcubiyetle, sorumluluk medyaya yöneltiliyor. Aslında siyaset kurumu askerin 
karşısına çıkmamıştır. 28 Şubat’ta onun karşısında dik bir duruş sergileye memiştir… Medyanın fonksiyonu olmuş mudur, olmuştur, ama medyanın fonksiyonu birinci derece bir fonksiyon değildir. Mesela şu soruya cevap vermeleri gerekir; Erbakan tankın üstüne çıktı da biz yazmadık mı? Böyle 
bir şey olmadı. Siyaset kurumu kendi gücüyle uyumlu bir tepki vermedi ki, 
Erbakan MGK’dan, “Ben bunları imzalamıyorum” diyerek rest çekip çıkmadı ki. 
Niye o zaman suçu medyaya yönlendiriyorlar? 

Güneri Cıvaoğlu Kanal D Haberde, “Günün Yorumu”nda o akşam şöyle diyordu: 
Genelkurmay’da bugün tarihi bir brifing verildi. Durum gerçekten vahimdir. 
Silahlı Kuvvetler’in artık iyi bildiğimiz ve yaklaşık onar yıllık aralıklarla 
karşılaştığımız iç hizmet yasası bağlamında laik cumhuriyeti korumak ve kollamak üzere durumdan vazife çıkarmak söylemi anlamlı bir mesajdır. Keşke 
demokrasinin tatile çıkmasına çanak tutanlar ve de onların çanak yalayıcıları, bu 
pisliğin üzerinde uçuşan sinekler yaklaşan fırtınayı sezebilseler… 

Türkiye Refahyol adlı bu bitli yorganı artık sırtında taşıyamaz. Erbakan’ı uzaklaştırıp Çiller’i başbakan yaparak tersyüz edilse de bu yorgan bitlerinden arınmaz. Fatih Altaylı (Sabah Gazetesi): 

Bütün mesele siz de gayet iyi biliyorsunuz MGK kararlarının imzalanıp 
imzalanmaması… Şimdi imzalayacaksınız, tamam diyeceksiniz, hükümette 
kalmak uğruna her türlü adımı atacaksınız ve buna rağmen kalamadıktan sonra da “Biz mağduruz” diyeceksiniz. Ben inanmıyorum böyle bir mağduriyet 
yaklaşımına… Asker peki yani kafana şaplak vurur, şaplak da değil el şöyle 
kalktığı zaman “Al abi, başbakanlık” diyenlerin hiç mi suçu yok? O zaman niye 
giriyorsunuz siyasetin içerisine, niye Türkiye’yi yönetmeye soyunuyorsunuz?273 

2006’daki Danıştay saldırısı medya için tekrar bir turnusol kâğıdı vazifesi görmüştür. 17 Mayıs 2006’da Danıştay 2. Dairesine silahlı saldırıda bulunan Avukat Alparslan Aslan, Daire üyesi Mustafa Yücel Özbilgin’i öldürdü. Aralarında Daire Başkanı Mustafa Birden’in de bulunduğu dört üyeyi ise yaraladı. Daha sonra kaçmaya çalışan saldırgan polisin zamanında müdahalesi ile yakalandı. Yakın tarihin en provokatif olayına, daha duyur duyulmaz hükmünü veren medya, saldırının gerekçesinin, bu dairenin aldığı türban kararı olduğunu ilan 
etmekte gecikmedi. Daha hiçbir resmi açıklama bile yapılmadan bazı televizyonlar alt yazılarla olayı, ‘Danıştay’a türban saldırısı’ diye vermekte sakınca görmedi. Bu gibi olayların en duyarlı gazetesi olma özelliğine sahip Milliyet’in ertesi gün attığı, ‘Laikliğe kurşun’ başlığı, gazete koleksiyonlarında olduğu kadar, o güne ait internet gazetesinde hâlâ duruyor. Danıştay 
saldırısının en ilginç en anlamlı manşeti Milliyet’e ait; ancak en çarpıcı köşe yazısı Ertuğrul Özkök’ün. 18 Mayıs tarihli Hürriyet Gazetesinin manşeti “kaşıya kaşıya” şeklindeydi. Özkök’ün aynı gün kaleme aldığı yazı, ön sayfada “Rejimin 11 Eylül’ü”, iç sayfada ise “Cumhuriyet'in 11 Eylül’ü” başlığını taşıyordu. Yazıda: 

Bu, Türkiye Cumhuriyeti’nin "11 Eylül"üdür. Rejimin temel direklerinden biri 
olan yargı tam kalbinden vurulmuştur. Bu hepimize karşı yapılmış bir saldırıdır. 
Bu ülkede din üzerinden siyaset yapmak çok, ama çok tehlikelidir. (…) İster dini 
amaçla yapılsın ister başka emellere hizmet etsin, sonunda bu bahaneyi üreten tek etken, dinin siyaset alanına sokulmasıdır. (Cumhuriyet'in 11 Eylül’ü, Ertuğrul Özkök, Hürriyet Gazetesi, 18 Mayıs 2006) 

Bu yazıdan yaklaşık iki ay sonra, 14 Temmuz 2006 tarihli köşesinde, bazı gerçekler ortaya çıkmasına rağmen, Özkök ısrarlıdır: “Ben ilk günden beri hep aynı şeyi yazdım. Arkasında kim olursa olsun, bu, hepimize yönelik bir girişimdir. Hedefi rejimdir. İşte o nedenle bu saldırıyı sembolik olarak ‘Türkiye’nin 11 Eylül’ü’ olarak niteledim. Hâlâ aynı şeyi düşünüyorum.” 

Milliyet’in yazarı Can Dündar, “İran’da mı eğitildi?” başlıklı yazısında öylesine cümleler kaleme aldı ki, olayı Vakit’in kapatılmasından, türbanlı kızların isyanına ve topyekûn dinci basının sorumluluğuna kadar taşımakta hiç sakınca görmedi: 

Danıştay Başkanı'nın uyarı konuşmasından sonra "Bunları hep dinliyoruz" diye 
dudak büken ve "Hedef gösteriliyoruz" kaygılarına zerrece aldırış etmeyen 
Başbakan, sorumluların en başındadır. Danıştay'ı hedef seçen hükümet ve dinci 
basın da öyle... O yüzden şimdi “Gerekçesi ne olursa olsun...”la başlayan ve 
“gerekçe”yi aklayan lanetleme mesajları “timsah gözyaşları”nı andırıyor. 
Erdoğan'ın “Danıştay Başkanı'nın kaygılarını dikkate almamakla hata ettik” 
demesini, hâkimleri hedef gösteren Vakit'in kapatılmasını, hakları için kan 
dökülen türbanlı kızların “Biz böyle insanlık dışı bir hesaplaşmada yokuz. 
Saldırıyı lanetliyoruz” diye yollara dökülmesini beklemek hayalperestlik olur. 
(İran’da mı eğitildi? Can Dündar, Milliyet Gazetesi, 18 Mayıs 2006)274 

Darbelerden önce ve sonra müdahaleyi meşrulaştırmak için psikolojik harekâtlar yapıldı. Bu bazen gelmekte olan tehlikeye dikkat çeken propaganda, bazen de fiilen ülke güvenliğinin sağlanamadığı zehabını yaygınlaştıracak kanlı olaylar şeklinde oldu. Her yönüyle kirli bir bilgi savaşı var. İnternet siteleri kuruldu, stratejik düşünce kuruluşları adı altında uzmanlarla desteklendi, jandarma istihbarat finansörlüğünde hükümet aleyhine kitaplar yazıldı, kara 
propaganda ve itibarsızlaştırma faaliyetleri rutine dönüştü. Gazete patronları, genel yayın yönetmenleri, etkili köşe yazarları ve Ankara temsilcilerine doğrudan ya da toplu bilgilendirmeler yapıldı. Müdahale süreçlerinde ise ricalar emre dönüştü. Bir emirle ‘Bu defa silahsız kuvvetler halletsin’ (1996) manşeti atılabildi. Eğer gazeteci tamamen işin içindeyse bu başlık ‘Genç subaylar tedirgin’ (2003) şeklinde oldu.275 

Turgut Özal ile başlayan, girişimciliği teşvik etme ve ekonomiyi dışa açma politikaları 1990’lı yıllardan itibaren geleneksel ‘merkez’in dışında yani, ‘devlet’ten nispeten bağımsız oluşan ve adına kısaca ‘Anadolu Sermayesi’ dediğimiz yeni bir iktisadi gücün ortaya çıkmasını kolaylaştırmıştır. ‘İslamcı Siyasetin’ o dönemde yükselişe geçmesi de bir yanıyla bu ekonomik 
dinamikle bağlantılıdır. Ne var ki, bu yükseliş geleneksel kayırmacı ekonomik sistem içinde devletle işbirliği halinde palazlanmış olan yerleşik ve daha ‘büyük sermaye’yi ciddi olarak kaygılandırmıştır. Bu çevreler Refah Partisi iktidarının kendileri aleyhine olarak bu ‘kenar’ gücünü destekleyeceğinden endişe ediyorlardı. Nitekim RP’nin büyük ortağı olduğu hükümetin ekonomi alanında izlediği kimi politikalardan ‘büyük sermaye’nin rahatsızlık duyduğunu ve bunu kontrol ettiği merkez medya aracılığıyla dışa vurduğunu kolayca hatırlaya biliyoruz. Büyük ölçüde bu nedenle, devlet eliyle dağıtılan ranttan kendisinin artık yararlandırılmayacağı, dolayısıyla geleneksel avantajlı pozisyonu ve ‘seçkin’ sınıfsal statüsünü kaybedeceği endişesine kapılan ‘büyük sermaye’, RP-DYP koalisyonuna sert bir muhalefet yürütmeye başladı. Bu statünün bir yanı da, bu kesimin ‘çağdaş’ hayat tarzı idi. Bu muhalefet zamanla merkez medya eliyle silahlı kuvvetleri hükümete karşı kışkırtma şeklini aldı.276 

Gülay Göktürk, her darbenin ardında çökmüş bir demokrasi, yerlerde sürünen bir hukuk, onurunu yitirmiş bir meclis bıraktığını, 28 Şubat sürecinde basının çok kötü bir sınav verdiğini, bütünüyle çok büyük ve ağır bir yenilgiye uğradığını ifade eder: 28 Şubat sürecinde ve ben şuna inanıyorum ki: Eğer basın dik durabilseydi, basında 15-20 tane istifa etmeyi göze alabilen genel yayın yönetmeni, yazı işleri müdürü olabilseydi, bütün o kendilerine talimatla gelen manşetleri atmayı reddeden ve bunu kamuoyuna açıklayan, bunu kamuoyuna açıklama cesareti gösteren çok değil 10-15 tane üst düzey yönetici olabilseydi 28 Şubat böyle derinleşemezdi, 28 Şubat çok daha erken tasını tarağını toplayıp gitmek zorunda kalırdı. Sadece basın değil, entelektüel sınıfımız da bütünüyle sınıfta kaldı, aydınlarımız da sınıfta kaldı. Bunun birinci, belki en önemli sebeplerinden bir tanesi: Zaten hamurlarında bir darbecilik geleneğinin olmasının yani hamurlarında bir jakobenliğin olmasının, siyasi ve ideolojik çizgi olarak alttan yukarı gelen halk hareketlerinin, alttan yukarı gelen Demokrat Parti hareketinden tutun da daha sonra Refah hareketi ve daha sonra Ak Parti hareketine hep gerici, çağ dışı ve Türkiye için tehlikeli bulmalarının bir rolü var ama aynı zamanda akıntıya karşı yüzme geleneği de yok yani bir entelektüelin en temel vasıflarından biri, azınlıkta kaldığı zaman akıntıya karşı durmayı bilebilmektir. Türkiye'nin entelektüellerinin çok büyük oranda çoğunluğa uyma, rüzgâr nereden esiyorsa o tarafa yelken açma geleneği olması, akıntıya karşı durma geleneklerinin olmaması da bir başka zaaftı ve sonuçta ortaya çıkan tablo, evet, bütün basın çok büyük bir çoğunluğuyla, tıpkı 27 Mayısta olduğu gibi demokrasinin çanına ot tıkamasına yardım etti, gönüllü yazıldı ve yaratıcı bir biçimde haberler üretti, kendisine verilen talimatlarla da yetinmeyip onun da ötesine geçip aslında hem halkına ihanet etti hem de mesleğine ihanet etti.277 

BÖLÜM DİPNOTLARI,

261 Davut Dursun (2003); s. 68, 71, 72. 
262 Davut Dursun (2003); s. 86. 
263 Oral Çalışlar, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 6 Kasım 2012, s. 9. 
264 Zafer Özcan; Arz ederim 28 Şubat 1997 / 12 Eylül 2010 Basın Sendromu, Kaynak Yayınları, İstanbul, 2010, s. 15, 55, 56. 
265 Zafer Özcan (2010); s. 22, 23, 61, 63, 64. 
266 Zafer Özcan (2010); s. 37-40.
267 Zafer Özcan (2010); 28, 70, 71. 
268 Mehmet Ali Birand ve Reyhan Yıldız (2012); s. 272.
269 Taha Akyol, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 4 Ekim 2012, s. 23. 
270 Dinin toplumsal kültürün önemli bir ögesi olduğu gerçeğini kavramaktan aciz olanların, bir dizi ‘aşırılıktan’ ve ‘saçmalıktan’ yakayı kurtarması mümkün değildir, diyen Fikret Başkaya; Türkiye’de ‘devlet aydınları’ ve memur bilinci taşıyan ‘bilim cemaati’nin din ve dinin işleviyle ilgili yeterli bilgi birikiminden yoksun oldukları için, dini ‘kolaylıkla vazgeçilebilir’ bir şey sayarak 
yanıldıklarını; bugün toplumun yaşamakta olduğu gerilimin, dine yaklaşımdaki yanlışlar ve o yanlışlar üzerinde yükselen ‘sakat politika ve uygulamaların’ bir sonucu olduğunu ifade etmektedir. Fikret Başkaya (1999); s. 14. 
271 Zafer Özcan (2010); s. 71-75. 
272 Kullanılan gazeteciler onlar mı? Zaman Gazetesi, 2 Mart 2010, (Erişim: 21 Haziran 2012 
http://www.zaman.com.tr/newsDetail_getNewsById.action?haberno=957123&title=doviz-gune-nasil-basladi) 
273 Mehmet Ali Birand ve Reyhan Yıldız (2012); s. 183, 222, 223, 232, 249. 
274 Zafer Özcan (2010); s. 122-125. 
275 Muhsin Öztürk (2012); s. 109. 
276 Mustafa Erdoğan (2012); s. 32, 33. 
277 Gülay Göktürk, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 15 Ekim 2012, s. 31, 32. 

4 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***

MEDYA, AYDINLAR, SİVİL TOPLUM VE DARBELER, BÖLÜM 1

MEDYA, AYDINLAR, SİVİL TOPLUM VE DARBELER,


Medya, Aydınlar, Sivil Toplum ve Darbeler 
SAYFA 169
TBMM DARBELERİ ARAŞTIRMA KOMİSYONU  RAPORU 
Dönem: 24 
Türkiye Büyük Millet Meclisi  Demokrasiye Girişi 
Kasım 2012   S. Sayısı: 37  


Tanel Demirel’e göre, askerler meşruiyet arayışını darbe kadar önemsiyor: “Türkiye’de askerler siyasete her müdahalelerinde farklı toplumsal kesimleri birbirine karşı kullanabiliyorlar. Darbelere destek devşirirken karşısına aldıkları bir kesime karşı ötekilerin desteğini şu ya da bu şekilde alıyorlar.”240 Devlet geleneğinin de etkisiyle anayasaya uygunluk ve hukukilik endişesi o kadar ileri gitmiştir ki; Türk darbecilerinin darbelerden sonra yardıma ilk çağırdıkları meslek grubu üniversitelerin hukuk ve siyasal bilimler alanındaki öğretim üyeleridir. Her askeri müdahaleden sonra üniversitenin sözlü ve yazılı olarak darbenin 
meşrutiyetine dair “fetva” vermesi alışkanlık haline gelmiştir. Türkiye’de asker, fiili iktidarı ele aldığında kendisine akıl vermek isteyen çok sayıda okur-yazarı daima hazır bulmaktadır.241 

Cemil Meriç aydının vasıflarını şöyle sayar: “Aydın olmak için önce insan olmak lazım. İnsan mukaddesi olandır. İnsan hırlaşmaz, konuşur, maruz kalmaz, seçer. Aydın, kendi kafasıyla düşünen, kendi gönlüyle hisseden kişi. Aydını yapan; uyanık bir şuur, tetikte bir dikkat ve hakikatin bütününü kucaklamaya çalışan bir tecessüs.”242 Darbe dönemlerinde akademisyenlerin çoğunluğu, askerin politik ve sivil alana müdahil olmasını yadırgamamış bilakis onaylayan bir söylem geliştirmişlerdir. Örneğin, Enver Ziya Karal gibi önemli kimi aydınlar ile Hüseyin Nail Kubalı ve Sıddık Sami Onar gibi hukukçular bir taraftan darbeyi onaylarken, diğer taraftan bunların bir kısmı askeri rejimin yasa yapma sürecine dâhil olarak militarist rejimin organik aydınlarına dönüşmüşlerdir. Darbenin olduğu gün İstanbul Üniversitesi’nden yeni anayasayı hazırlamak amacıyla Ankara’ya getirilen beş hukuk profesörü 28 Mayıs’ta yayımladıkları bildiri ile Demokrat Parti’nin anayasaya aykırı olarak kurduğu Tahkikat Komisyonları nedeniyle meşruluğunu kaybettiğini ve bu nedenle askeri müdahalenin haklı olduğunu ifade etmişlerdir. Yine bu isimlerin hazırladığı ve 14 Haziran’da yürürlüğe giren “1 Sayılı Yasa”, darbenin kanunla orduya verilen: “Cumhuriyeti 
kollamak ve korumak vazifesi” temelinde yapıldığını belirtmiştir. Böylelikle hocalar ordunun ihtilal eylemini “anayasal, hukuksal ve bilimsel bir kılıfa” soktukları gibi daha sonraki darbeler için de yasal bir gerekçe icat etmiş oldular.243 27 Mayıs’ta aydınların izledikleri tutumların bir benzerine, 1971 Muhtırası sonrasında da rastlanır. Bu dönemler, Demokrasi kavramı üzerinde henüz bir konsensüsün sağlanamadığı, demokrasinin herkese aynı şeyi ifade etmediği dönemlerdir. Parlamento dışı muhalefet hareketi öne geçerken bazı radikal sol gruplarda silahlı propaganda ve darbeci oluşumlar içinde çalışma tercih edilir bir yöntem olmuştur. Çok partili hayatı küçümseyen, Batı 
demokrasisini “cici demokrasi”, “Filipin demokrasisi” ifadeleriyle küçümseyen ve temelde tek partili otoriter rejim özlemi içerisinde olan darbeci devrimcilerin muhtırayı selamlamalarını ortaya koyan pek çok veri bulunmaktadır. Muhtıranın ertesi günü Cumhuriyet Gazetesinin “Devrimci ordunun sesi” manşeti ile çıkması, solcu olarak bilinen köşe yazarların destek yazılarını kaleme almaları, devrimci kuruluşların destek mesajları yayınlamaları bunun somut göstergeleriydi.244 Darbeci devrimciliğin savunucusu Devrim dergisi büyük bir mutlulukla “Ordu Antikemalist Gidişe Artık Dur Dedi” manşetiyle çıkmıştı.245 O dönemin etkili dergilerinden Devrim’in246 Yazı İşleri Müdürü Hasan Cemal, o yıllardaki eğilimi şu cümlelerle özetlemek tedir: “Gençler dâhil büyük çoğunluğumuz, çok partili rejimi küçümser, Batı Demokrasisi deyince tüylerimiz diken diken olurdu. Biz gerçek demokrasiden, proletarya diktasını, ‘Üçüncü Dünya’ ülkelerinin tek partili otoriter rejim lerini, Sovyetlerdeki, Çin’deki ya da Küba’daki diktatörlükleri anlardık.”247 

Demokratlıktan darbeciliğe yönelişi siyasi sefalet olarak nitelendiren Babür Pınar: “Halkın desteğini arkasına alamayan burjuva sol partilerin, burjuva sağ partilerin hükümet olmaları durumunda; ordunun sopasının gölgesi altında ‘özgürlük’ ve ‘demokrasi’ havarisi kesilmeleri, kafalarının arkasında yer alan ‘devletin sahibi biziz’ yargısının dışa vurumudur ve bu bayların orduyu halkın ordusu gibi gösterme çabaları büyük bir aldatmaca nın parçasıdır.”248 
Hasan Bülent Kahraman, farklı bir bakış açısıyla Türkiye’de ordu ile aydınlar arasında bir mücadele olduğunu ifade eder: 

Ben Türkiye’deki modernleşmenin Osmanlı’dan beri tarihsel blok (ordu, aydınlar 
ve bürokrasi) ile yapıldığını; fakat bu bloğun zaman zaman kendi iç iktidar 
mücadelesinin siyaseti belirlediğini düşünüyordum. 1920-30’larda bu hareket bir bütün. 1950’de çevre, tarihsel bloğu yeniyor. 1960’ta ‘tarihsel blok’ bir bütün olarak iktidarı darbe ile çevreden geri alıyor. Ama 1961’den itibaren tarihsel blok kendi içinde çatlamaya başlıyor. Aydınlarla ordu arasında mücadele var. Doğan Avcıoğlu gibi bazı aydınlar ordusuz olmuyor diyor, bazı aydınlar da kendilerini o dönemdeki Marksist rüzgârlara kaptırarak ordu tarafından dışlanıyor. Ve 12 Mart aslında Demirel’e ve çevre’ye karşı bir muhtıra değil, ordunun belli bir kanadının diğer kanadına verdiği bir muhtıradır. 1980’de ordu, aydınları bu defa tamamen oyun dışına atmak için darbe yapıyor.249 

Jakobenler, Fransa devrimini ‘korumak’ için sertlik yanlısı olan, ‘devrim elden gidiyor’ diyerek kan dökmekten çekinmeyen taraftarlara verilen ad. Bazı aydınlara göre jakobenlik,çok saygıdeğer ve soylu bir hareket ve tepeden inmeci hareketlerin tümüne jakoben demek de yanlış. 

Fransız devrimiyle beraber ‘çatışma’ kültürü üzerinden siyasetin yürütüldüğü Fransa, 2. Dünya savaşı sonrası totaliter, pozitivist, kurgulayıcı rasyonalist 
yapıdan sıyrılarak ‘demokratikleşti.’ Yani Fransa, katı ve sert modernleşmesini değiştirip, post-modernizm ve benzeri adlar verdikleri yeni siyaset felsefesi 
ile Anglo-Sakson ekole oldukça yakınlaşıyor. 

Demokrat olduğunu iddia eden bazı aydınların aslında jakoben olduğunu söyleyen Niyazi Öktem

Sol düşünceye yandaş olanların büyük bir kısmı 12 Mart döneminde çok büyük 
sıkıntı çekmişlerdi. O dönemin felsefesi şuydu; hiçbir demokrasi kendisini 
reddetmeyi hedefleyen siyasi düşüncelere yer vermez. Bunu özellikle 
Komünizmle Mücadele Dernekleri kullanıyorlardı. O dönemin solcuları bundan 
da çok rahatsız oluyorlardı. 90’lardan sonra iş tam tersine döndü. Şimdi o solcular düşünce özgürlüğü hoş ama demokrasiyi tehdit eden düşüncelere hayat hakkı tanınmasın diyorlar. İşte “militan demokrasi” dedikleri şey. Hâlbuki kendileri bu sıkıntıyı çekti. Çünkü o dönemde sosyal demokratlar solun her fraksiyonuyla aynı kefeye konuyordu, dolayısıyla sosyal demokratlar çok sıkıntı çektiler. Şimdi de Fethullah Gülen’le Hizbullah aynı kefeye konuyor. Yanlış. Rousseau’dan John Locke’a geçelim derken sistem değişikliği öneriyorum. Ama benim daha ziyade ağırlıklı olarak üzerinde durmak istediğim nokta şu; gelin biraz bunun üst yapısını oluşturalım, görün artık Anglo-Sakson sisteminin özgürlükçülüğünü, demokrasisini, dayanmış olduğu siyaset felsefesini. 
Aydınlanmanın dünyaya armağan ettiği iki ekol var; birincisi Rousseau’nun öncülüğünü yaptığı ve Fransa’yla özdeşleştirilen Fransa ekolü, ikincisi John Locke’un fikir babalığını yaptığı ve İngiltere ile birlikte anılan bugün Amerika’yla özdeşleşen Anglo-Sakson ekol. Birincisi sosyalist, diğeri ise liberal karakterli. Birincisinin devletçi, toplumcu özelliği var; “Halka rağmen halkçılık” lafı bu ekol için söylenmiş. Ahmet Arslan’ın deyimiyle “Rousseau’nun temsil ettiğine aslında totaliter demokrasi geleneği, ya da demokratik totalitarizm; Locke’un temsil ettiğine liberal demokrasi, demek de mümkün.” Birincisinde birey olarak insanın yaşamı toplumun genel iradesinin ne dediğine ve devletin nasıl uygun gördüğü ne bağlı iken ikincisinin de birey sistemin merkezinde yer alıyor. Locke’a göre, 
devletin korumakla sorumlu olduğu bireyin mutlak ve temel bazı hakları var; din ve vicdan hürriyeti, ifade hürriyeti ve mülkiyet hakları gibi. Bu ekolde, Niyazi Öktem’in ifadesiyle birey sadece cezalandırma hakkını devlete devreder. Ahmet Arslan da benzer bir şeyi söylüyor: “Locke’a göre devlet ancak doğuştan itibaren geçerli devredilemez temel haklarını korumak görevini üstlenir”. Bu aynı zamanda devlete biçilen rolü gösteriyor; devlet yargılama, dış ve iç güvenlik işlevleri yüklenmekle yetinmelidir. Toplumsal hayat bireyin, sivil topluluk ların belirleyeceği bir alandır.250 

Cumhuriyetin çok dar, jakoben, fanatik ve Türk toplumunun temel ihtiyaçlarına uymayan bir çağdaşlaşma anlayışı var. Mesela, 17 Kasım 1924’te Kâzım Karabekir’in kurduğu Terakkiperver Cumhuriyet Fırkası. Bu parti programında kendisinin liberal olduğunu yazıyor, ademimerkeziyet fikrine, demokrasi fikrine bağlı olduğunu ilan ediyor. Bunu, Atatürk Nutuk’ta “En hain dimağların kurduğu irtica partisi.” olarak niteler. İsmet Paşa 1946’da demokrasiye geçmeye karar verdiğinde demokrasiye geçişin sıkıntıları yaşanıyor. Çünkü İsmet Paşa’da, etrafında ve Türkiye’nin entelektüellerinde, bu 1925’le 1946 arasındaki 
ideolojik eğitimin meydana getirdiği bir şartlanma var; “Halk gerici, halkı serbest bırakırsak irtica gelir.” diye. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun 1949 yılında yazdığı, 1950 yılında yayımlanan “Panorama” isimli bir romanı vardır. Romanda; Türkiye seçimlere gider, seçimleri mürteciler kazanır, ikinci 31 Mart yaşanır ve mürteciler ilericilerin evlerini basarak onları kıtır kıtır keserler. 1949’da yazılan bir romanda, demokrasiden nasıl korkuluyor, nasıl bir fikir yerleştirilmiş, nasıl bir şartlanma yapılmış görülebiliyor. İsmet Paşa sonradan 1948’lerde, Faik Ahmet Barutçu’ya diyor ki: “Terakkiperver Fırkayı kapatmakla çok büyük hata yaptık.” 
Mesela, Yakup Kadri Karaosmanoğlu -rahmetli, edebiyatımızın en büyük, en saygın isimlerinden biridir- yaşıyor olsaydı hiç kimseden emir almadan 28 Şubat’ta herhâlde alkış tutardı. O da “İrticaya Karşı Topyekûn Savaş” diye nutuk atabilirdi. Türkiye’de böyle çarpık bir çağdaşlık anlayışıyla, başka türlü bir çağdaşlaşma olamayacağı şartlanmasıyla yetişmiş geniş bir okuryazar kesimi, geniş bir burjuvazi kesimi var.251 

Ülkenin okumuş, kültürlü, münevver insanları 1960’lı yılların en etkili iletişim gücü olan yazılı basın aracılığıyla, fikirlerini halkla paylaşmaktaydılar. 27 Mayıs darbesinin ardından, toplum üzerinde etkili yazılar kaleme alan bazı aydınların gazetelere yansıyan fikirleri: Ulus Gazetesinde yazan Bülent Ecevit yazısına “Karanlık günlerin sona erdi! Günaydın Türk Milleti!” girişi ile başlıyor: 
Çetin bir medeniyet sınavını, bir hürriyet, haysiyet ve insanlık sınavını, sen yalnız Türk tarihine değil, insanlık tarihine de şeref sayfaları katacak bir başarı ile geçirdin… Dün Türkiye’de büyük bir inkılâp gerçekleşti, kökleşti Bu inkılâp 
vatandaş şuurunda boy verdi, gençlik kanı ile sulandı, ordu eli ile pekişti… Türk 
milleti dün ordusu ile övünmekte ne kadar haklı olduğunu bir kere daha gördü… 
Türkiye halkı, dün sabah uyandığında güneşin ışığıyla beraber hürriyetin 
aydınlığına da kavuştu. Bu aydınlığı ona, Türk Ordusu, bir büyük müjde olarak, 
gecenin karanlığında sesiz sedasız hazırlayıp hak ettiği bir armağan olarak, gün 
ışığıyla beraber sundu. Sağ olasın Türk Ordusu! Günaydın Türk Milleti! 
(Günaydın Türk Milleti! Bülent Ecevit, Ulus Gazetesi, 28 Mayıs 1960) Ulus Gazetesinin bir diğer yazarı Doğan Avcıoğlu ise, 1 Haziran tarihli yazısında elitist bir görüş ileri sürer: DP’yi okuma yazma bilmeyen birinin oyu ile profesörün oyunu bir tutmakla eleştirir ve seçkinlerini ülke yönetimine getirmeyen iktidarların başarı şansının olmadığını vurgular: 

Sabık iktidara hâkim olan bir kanaat vardı: Demokrasi baş rejimdir. Bir 
profesörün reyiyle okuma yazma bilmeyen bir vatandaşın reyi müsavidir. Bu 
inanışın tabi neticesi, sayıya ehemmiyet verilmesi, bir memleketin özünü teşkil 
eden aydınların en seçkinlerine, yani susmayan üniversite hoca ve talebelerine, 
genç subaylara, mücadeleci yazarlara, hülasa Atatürk’ün inkılâp larının bekçiliğini yapmakla vazifelendirdiği aydın gençliğe dudak bükülmesi oldu. Sayı kalitenin yerini aldı… Bilhassa Türkiye gibi henüz iktisadi gelişme safhasında bulunan, halli zaruri muazzam iktisadi ve sosyal meseleler karşısındaki bir memlekette, cemiyetin en dinamik elamanları, iktidarın şevkle hizmetinde olmadıkça, onu desteklemedikçe, iktisadi ve sosyal kalkınmayı gerçekleştirmek imkânsız dır. (Doğan Avcıoğlu, Ulus Gazetesi, 1 Haziran 1960). 

Sonrasında ise, demokrasinin baş rejim olduğu yönündeki yaklaşımları doğru bulduğunu ancak, demokrasinin; “en seçkinlerin iktidara geçmesine imkân verdiği ve iktidar, ordudaki, üniversitedeki, basındaki, vs. en dinamik elamanlar tarafından desteklendiği takdirde, Türkiye gibi az gelişmiş bir memlekette payidar olabileceğini” öne sürer. 


BÖLÜM DİPNOTLARI;

240 Muhsin Öztürk (2012); s. 109. 
241 Hikmet Özdemir (1993); s. 47. 
242 Cemil Meriç; Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul, 2008, s. 54. 
243 Ali Balcı (2011); s. 55.
244 12 Mart 1971 Muhtırasına destek mesajları yayınlayan devrimci kuruluşlar arasında: Türkiye Öğretmenler Sendikası, Devrimci Avukatlar Birliği, Harita ve Kadastro Mühendisler Odası, Türkiye Millî Gençlik Teşkilatı, Teknik Personel 
Sendikası, Üniversite Asistanları Sendikası, Mimarlar Odası, Türk Hukuk Kurumu, Elektrik Mühendisleri Odası, İnşaat Mühendisleri Odası, ODTÜ Mezunları Cemiyeti, Dev-Genç, Maden Mühendisleri Odası, Türkiye Orman Yüksek 
Mühendisleri Sendikası gibi örgütler bulunmaktaydı. Davut Dursun (2003); s. 65. 
245 Doğan Avcıoğlu “Teşhis ve Tedavi” başlıklı yazısında şunları dile getirmiştir: “Cici demokrasinin artık sonu geldi. Fakat can çekişmesi hayli zaman alabilir. Parlamento ve hükümet, yurdumuzu anarşi, kardeş kavgası, sosyal ve ekonomik huzursuzluklar içine sokmuş, Atatürk’ün bize hedef verdiği çağdaş uygarlık seviyesine ulaşmak ümidini kamuoyu da yitirmiş ve Anayasa’nın öngördüğü reformları gerçekleştirememiştir. Türkiye’miz cici demokrasi uğruna 25 yıl israf etti, yeter artık.” Doğan Avcıoğlu, “Teşhis ve Tedavi”, Devrim, sayı: 73, 17 Mart 1971. Davut Dursun (2003); s. 66. 
246 Doğan Avcıoğlu ve Millî Demokratik Devrim: Avcıoğlu 1961'de Mümtaz Soysal ile birlikte kurduğu, yayımını 1967'ye değin sürdürdüğü Yön dergisiyle 1960 sonrası siyasal düşünce ortamında etkin bir rol oynadı. Yön dergisinde yayımlanan yazılarında bir tür “Kemalist sosyalizm” anlayışını savundu. Avcıoğlu, 1968-1969 yıllarında ise CHP Yüksek Danışma Kurulu üyeliği yaptı. 12 Mart 1971 Muhtırası'na kadar çıkardığı haftalık Devrim Dergisinde yayımlanan yazılarında 
“devrim”in Kemalist aydınların yol göstericiliğinde ve Kemalist “genç subay”ların öncülüğünde geniş bir cephe tarafından Millî Demokratik Devrim olarak gerçekleştirilebileceğini öne sürdü. Türkiye'de Orduyu tahrik ederek sol sosyalist, bir çeşit Baasçı yönetim kurdurmak için ciddi faaliyetler vardı. 12 Mart 1971 muhtırasından sonra, 9 Mart 1971 darbe teşebbüsünde “orduyu başkaldırmaya teşvik” iddiasıyla Emekli Korgeneral Cemal Madanoğlu ile birlikte yargılanan ve beraat eden Avcıoğlu 1973'te siyasal yaşamdan çekildi. 
247 Davut Dursun; 12 Mart Darbesi Hatıralar Gözlemler Düşünceler, Şehir Yayınları, İstanbul, 2003, s. 50, 65. 
248 Babür Pınar; 27 Mayıs Darbesinin Sınıfsal Analizi, Resmi Tarih Tartışmaları - 9, 27 Mayıs: Bir Darbenin Anatomisi, Özgür Üniversite Kitaplığı, Ankara, 2010, s. 122. 
249 Muhsin Öztürk (2012); s. 74. 
250 Muhsin Öztürk (2012); s. 85, 87, 94, 95. 
251 Taha Akyol, Gazeteci, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Dinleme Tutanağı, 4 Ekim 2012, s. 16. 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.,


***