14 Aralık 2020 Pazartesi

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİNİN KÜRESEL ENERJİ GÜVENLİĞİ STRATEJİSİNDE TÜRKİYENİN ROLÜ., BÖLÜM 1

AMERİKA BİRLEŞİK DEVLETLERİNİN KÜRESEL ENERJİ GÜVENLİĞİ STRATEJİSİNDE TÜRKİYENİN ROLÜ., BÖLÜM 1



 Enerji güvenliği, ABD’nin Küresel Enerji Stratejisi, Sina KISACIK, Türkiye’nin Enerji Stratejisi, Petrol Boru Hatları,  Doğalgaz Boru Hatları.

Sina KISACIK
17 Temmuz 2012



Özet: ABD’nin enerji politikasının öncelikle küresel bir boyutu bulunmaktadır. Bu politikanın temelini oluşturan ana unsur dünya çapında artmakta olan arz ve kaynak çeşitliliğidir. Değişik kaynaklardan dünya enerji pazarına giriş yapan her ek enerji (petrol ve doğalgaz) kaynağı aynı anda ABD’nin de kendi enerji güvenliğinin artmasına neden olmaktadır. Bu çerçevede ön plana çıkan ülkelerden birisi ise Türkiye’dir. Türkiye, coğrafi konum olarak öncelikle Orta Doğu ve Hazar Havzası olmak üzere dünyanın ispatlanmış gaz rezervlerinin % 71,8’inin ve kanıtlanmış petrol rezervlerinin % 72,7’sinin mevcut olduğu bir bölgenin yakınında yer almaktadır. Bu makalenin amacı artan enerji güvenliği endişelerini azaltması düşünülen petrol ve doğalgaz boru hatları çerçevesinde Türk-Amerikan ilişkilerinin hangi boyutlarda olduğunu incelemektir.

GİRİŞ

Günümüzde, gelişmiş devletlerin yanı sıra gelişmekte olan devletler için en önemli konulardan birisi de enerji kaynaklarına güvenli ve sorunsuz bir biçimde ulaşabilmektir. Bu, kendi sistemlerin ve küresel ekonomik sistemin sürdürülmesi açısından elzem bir konudur. Bu kaynaklara sahip olan devletler ile bu kaynaklara ihtiyaç duyan diğer devletlerarasında kimi zaman yakın ilişkiler kurulabilmekte kimi zaman da problemler yaşanabilmektedir.
Enerji kaynakları açısından zengin fakat henüz gelişmesini tamamlayamamış ülkeler, ellerinde bulundurdukları petrol ve doğalgaz gibi kaynakları, bu kaynaklara aşırı ölçüde gereksinimi bulunan sanayileşmiş ülkelere satarak kendilerine girdi sağlamayı amaçlamaktadırlar. Aynı zamanda bu kaynakların satışından elde ettikleri gelirleri kendi ülkelerini gelişmesi için kullanmaktadırlar. Birleşik Devletler gibi endüstrileşmiş ülkeler bu kaynakların kendi ülkelerine problemsiz bir şekilde ulaşmasını hedeflemektedirler.
Bu amaca yönelik olarak gelişmiş devletler birtakım stratejiler ortaya koymaktadırlar. Bunlardan en önemlilerinden birisini bu kaynaklara sahip olan ülkelerle her alanda yakın ilişkiler geliştirmektir. Bir diğeri ise petrol ve doğalgaz gibi kaynakların boru hatları ile kendilerine aktarılması konusunda bu hatların geçtiği ülkelerle yakın ve sağlam münasebetler kurmaktır.
Amerikan küresel enerji güvenliği stratejisi bu çerçevede düşünüldüğünde ön plana çıkan ülkelerden birisi ise Türkiye’dir. Çünkü Türkiye coğrafi konum itibariyle bir petrol ve doğalgaz okyanusunun bulunduğu bölgelere komşudur. Bu durum, enerji güvenliği sağlamak için büyük çaba sarf eden ABD ve enerji güvenliğini kavramını, bu kaynakların bulunduğu ülkelere yönelik olarak geliştirdiği küresel stratejinin bir parçası olarak düşünen Birleşik Devletler için çok büyük bir öneme sahiptir. Türkiye’nin bu kaynakların çoğunlukla yer aldığı ülkelerle ve bu kaynaklara bağımlı olan ülkeler arasında bir köprü rolünü oynayabileceği iddia edilmektedir.
Ayrıca Türkiye’nin bu kaynakların yer aldığı ülkelerle birçok alanda yakın ilişkilere sahip olması, enerji temini konusunda artan ölçüde bağımlılık yaşayan ve bu bağımlılıktan dolayı sıkıntılı olan Batılı ülkeler için dikkat çekici bir husustur. Buna ilaveten bu kaynakların transferinin Rusya gibi bu konuyu siyasi baskı aracı olarak kullanan bir ülkenin eline bırakılmaması gerektiği de ön plana çıkarılmaktadır.
Bu çerçevede ilk bölümde Amerikan küresel enerji güvenliği stratejisinden söz edilecektir. İkinci bölümde ise, Türkiye’nin enerji stratejisine değinilecektir. Üçüncü ve son bölümde, Türkiye-ABD arasındaki ilişkiler, ilk iki bölümde bahsedilen stratejiler temel alınarak alternatif petrol ve doğal gaz boru hatları bağlamında incelenecektir.

1.  ABD’nin Küresel Enerji Güvenliği Stratejisi

ABD’nin de içerisinde yer aldığı endüstrileşmiş Kuzey ülkeleri var olan küresel enerji düzeninin temel belirleyicileri olup, dünyadaki CO2 salınımlarının % 75’inin de kaynağı oluşturmaktadırlar. Buna ilaveten dünyanın mineral ve maden kaynaklarının % 70’ini tüketmektedirler.[1] ABD’nin enerji politikası öncelikle küresel bir boyuta sahip olup, bu politikanın temelini oluşturan ana unsur dünya çapında artmakta olan arz ve kaynak çeşitliliğidir. Mevcut durumda, ABD kendi enerji güvenliğini ve küresel ekonomik sistemin sürdürülebilirliğini sağlamaya yönelik olarak dünyanın en önemli petrol ve doğal gaz üreticisi ülkeleriyle yakın işbirlikleri içerisinde bulunmaktadır.
1990’larda Amerikan yönetimleri daha çok ülkenin uzun dönemli enerji güvenliğinin sağlanması için çaba göstermişlerdir. Amerikan ekonomisinin petrol ithalatına olan bağımlılığının sürekli olarak artmakta olması bu konudaki kaygıları daha da ön plana çıkarmıştır.[2] 2000’li yıllara bakıldığı zaman ABD’nin özellikle Körfez ülkelerinden ithal ettiği petrol miktarında artış olduğu gerçeği ile karşılaşılmıştır. Bu yüzden ABD’nin stratejik hedefi olarak hem Amerikan hem de dünya enerji talebini karşılayabilecek her türlü kaynak çeşitliliğinin (özellikle Hazar Havzası) ve enerji türünün gerçekleştirilmesi ortaya konulmuştur. Amerika, petrol ithalatında tek bir kaynağa bağımlı kalmayı istememektedir.
Petrol ihracatçılarının sayısının çoğalması öncelikle Körfez bölgesinde meydana gelebilecek herhangi bir siyasi karışıklık durumunda ABD, Batı Avrupa ve Japonya’ya petrol sevkiyatında yaşanabilecek kesinti riskini de azaltmış olacaktır. Bu bağlamda, Körfez ülkelerinin ve OPEC’in dünya petrol fiyatlarını belirleme yeteneğini azaltması durumunu da ortaya çıkarabilecektir.
Hazar Havzası coğrafi açıdan kapalı bir bölge olmasından dolayı, burada bulunan fosil yakıt ve hidrokarbon üreticisi ülkeler bu kaynaklarını dünya pazarlarına iletmek konusunda birçok problem ile karşı karşıyadırlar. Bu ülkelerin enerji kaynaklarını değerlendirebilmeleri ve zenginlik seviyelerini artırabilmeleri için ABD, çeşitli boru hattı projelerine destek vermektedir. Hazar bölgesinin Amerikan politikasında sahip olduğu konumunun ana belirleyici faktörü ABD’nin enerji çıkarlarıdır.[3] 1990’lı yılların ortalarından itibaren Washington, Hazar Denizi ürünlerinin pazarlanması amacıyla bir doğu-batı eksenini destekleme kararını verdi. Amerikan yönetimine göre bu eksenin en temel özelliği Rusya ile İran arasındaki kuzey-güney ekseninin ehemmiyetini azaltıyor olmasıydı. Burada bahis konusu olan, bölgede Rusya’nın nüfuzunu sınırlandırmak, Kafkasya ve Orta Asya’daki eski Sovyet cumhuriyetlerinin “batı yanlısı” eğilimlerini desteklemek, dünya enerji kaynaklarının çeşitliliğini artırmak, İran’ı bölgesel düzeyde tecrit etmek ve de Amerikan şirketlerinin çıkarlarını korumak ve desteklemekti. Bu hedefler bağlamında, bölge ülkelerinin petrol ve doğal gaz kapasitelerinin geliştirilmesi için aşağıdaki gerekli önlemler belirlenmiştir. Bunlar;
Kısa ve uzun vadede enerji kaynaklarının ihracat yollarının çeşitlendirilmesi;
Türkiye üzerinden geçecek petrol boru hattı projesinin desteklenmesi;
İran’a önemli miktarda siyasal, ekonomik ve stratejik kazanımlar sağlayacak projelerin yasaklanması ve bloke edilmesi;
Amerikan şirketlerinin çıkarları doğrultusunda Hazar Boru Hattı Konsorsiyumu’nun yeniden yapılandırılması.
Zbigniew Brzezinski’ye göre sınırlı bir büyüklüğe ve az bir nüfusa sahip olmasına rağmen, Azerbaycan elinde bulundurduğu çok büyük enerji kaynaklarıyla jeopolitik bakımdan bir öneme haizdir. Hazar Denizi yatağı ve Orta Asya zenginliklerini içeren şişe içindeki bir mantardır.[4] Eğer Azerbaycan tamamen Moskova’nın kontrolü altına girerse Orta Asya devletlerinin bağımsızlığı büyük ölçüde anlamsızlaşabilir. Azerbaycan’ın bağımsızlığı anlamsızlaştırıldıktan sonra son derece önemli petrol kaynakları da Rusya’nın hâkimiyetinin süjesi olabilir. Rusya’nın hâkimiyetinde olmayan bir bölgeden geçen boru hattıyla Batı pazarıyla bütünleştirilmiş olan Azerbaycan, ileri ve yüksek enerji tüketimi olan ekonomilerle enerji kaynakları bakımından zengin olan Orta Asya arasında ulaşımı gerçekleştirebilen bir anayol olma potansiyeline sahiptir.
Mayıs 1998’de Washington yönetimi, geniş ölçekli Hazar Denizi Girişimi’ni deklare etmiştir. Aynı zamanda Amerikan firmalarının ilgisine mazhar olmayan Bakü-Ceyhan projesine politik desteğini giderek artırmıştır. Hazar politikasının önemini vurgulamak ve etkinliğini sağlamak amacıyla, Haziran 1998’de Amerikan Başkanı ve Dışişleri Bakanı için ABD’nin Hazar temelli enerji diplomasisini organize edecek özel bir danışman (ilki Richard Morningstar) atanmıştır.[5] İlk başlarda Hazar kaynaklarının Amerikan enerji güvenliği açısından sahip olduğu önemin üzerinde daha çok durulurken, yeni dönemde özellikle bölge ülkelerinin petrol ve doğal gaz sektörlerinin geliştirilmesinin yanı sıra ABD’nin Orta Asya ve Kafkasya’daki stratejik çıkarlarının savunulmasını ön plana çıkarılmıştır. Enerji diplomasisi, içerik açısından daha kapsamlı bir stratejinin alt başlığı olarak değerlendirilmeye başlanmıştır. Morningstar, “dört önemli stratejik hedefi” gerçekleştirmeye yönelik bir araç olarak gördüğü boru hattı projeleri ile ilgili görüşmeleri tamamıyla politik alana çekmiştir. Bu hedefler aşağıdaki hususları içermektedir;
Hazar bölgesindeki yeni cumhuriyetlerin bağımsızlıklarının ve refah seviyesinin güçlendirilmesi ve ekonomik ve siyasi reformların teşvik edilmesi;
Bölgenin yeni ulus-devletleri arasında ekonomik ilişkileri geliştirmek suretiyle, bölgesel ihtilafların ve muhtemel savaşların önüne geçilmesi;
Amerikan ve diğer şirketler için ticari ve yatırım imkânlarının iyileştirilmesi ve
ABD ve müttefiklerinin enerji güvenliğinin desteklenmesi ve Hazar bölgesinin bağımsızlığının korunmasıdır.
28 Ocak 2010 tarihinde Birleşik Devletler Dışişleri Bakanlığı’nın Avrasya Enerji Birimi Özel Temsilcisi Büyükelçi Richard Morningstar Amerikan İlerleme Merkezi’nde yaptığı bir konuşma ile Birleşik Devletlerin 2010 ve sonrasında Amerikan hükümetinin Avrasya enerji konuları ile ilgili politikalarını ortaya koymuştur. Buna göre Washington’un Avrasya bölgesine yönelik stratejisinin 4 unsuru bulunmaktadır. Bunlardan ilki, aynı zamanda alternatif teknolojilerin yanı sıra tüm enerji kaynaklarının kullanımında verimliliği ve muhafazayı desteklerken, diğer yandan da yeni petrol ve doğal gaz kaynaklarının geliştirilmesini teşvik etmektir.[6] Washington burada Azerbaycan ya da Türkmenistan’da yeni doğal gaz üretiminden bahsederken bunun Birleşik Devletlerin çıkarı için olmadığını ifade etmektedir. Bu durum küresel enerji güvenliğini arttıracak biçimde uluslararası gaz akışına katkıda bulunacaktır. Bu stratejinin bir diğer parçası ise, Amerikan yönetimi, Avrupa’nın kendi enerji güvenliğini sağlamaya yönelik arayışlarına destek vermek istemektedir. Bu stratejinin son ayağında ise; Birleşik Devletler, Kafkasyalı ve Orta Asyalı üretici ülkelerin hidrokarbon kaynaklarını satmaları için yeni pazarlar bulmalarına yardımcı olmak yer almaktadır.
 
2. Türkiye’nin Enerji Stratejisi

Türkiye, enerji arenasında hem tüketici olarak, hem de Doğu-Batı Koridorundaki bölgesel enerji akışları için bir geçiş rotası bağlamında temel bir oyuncudur.[7] Özellikle, hırslı sanayileşme ve modernleşme projelerinin desteklenmesi çerçevesinde ülkenin enerji ihtiyaçları 1993’den beri yılda yaklaşık olarak % 8-10 oranında artmış ve enerji, Türkiye’nin Ortadoğu’yla giderek artan bir biçimde bütünleşmesinde itici rolü oynamaya devam etmektedir. Petrol, hala Türkiye’nin enerji gereksinimin % 40’ını karşılamaktadır. Bu petrolün % 90’ı Ortadoğu’dan (Suudi Arabistan, İran, Irak, Suriye) ve Rusya’dan temin edilmektedir.
Fakat Türkiye’nin enerji kaynağı tercihi jeopolitik olanları da içeren bir biçimde diğer sebeplerden dolayı artan bir oranda petrol yerine doğalgaz tarafından ikame edilmektedir. Buna ilaveten, gaz daha az kirletici ve Türkiye için daha kolay mümkün olan bir şey olup bunun maliyetleri Anadolu’yu transit olarak geçip diğer pazarlara giden boru hatlarından ciddi ölçüde aldığı geçiş ücretleri ile dengelenmektedir.  Türkiye’nin Hazar, Orta Asya ve Ortadoğu devletleriyle yaptığı enerji temin anlaşmaları aynı zamanda ülkenin oralardaki jeopolitik bağlarını da geliştirmektedir. Ankara, kendi doğal gaz kaynaklarını çeşitlendirme konusunda girişimlerini sürdürmektedir.[8] 2010 yılı itibariyle Türkiye’nin gaz tüketiminin yaklaşık % 55’lik kısmı Rusya tarafından ya doğrudan Karadeniz üzerinden ya da Bulgaristan kanalıyla sağlanıyor olacaktır. Diğer % 20’lik kısım ise İran’dan gelecektir. % 13’lük bir bölüm Azerbaycan’dan ve geriye kalan kısım ise Cezayir ve Nijerya’dan sıvılaştırılmış doğal gaz olarak gelecektir. Aynı zamanda Türkiye, Katar ile gaz sağlama konusunda görüşmeler yürütmektedir.
Türkiye Cumhuriyeti Enerji Bakanı Taner Yıldız’a göre Türkiye, yapıcı bir biçimde dünyanın enerji güvenliğine katkıda bulunabilir. Daha özel olaraksa Ankara önemli bir bölgesel rol oynamak suretiyle bir köprü olmaktan daha fazlası olabilir. Bu çerçevede Asya ve Avrupa arasında bölgesel bir merkez olma potansiyeline sahiptir. Türkiye, birtakım özellikleri sayesinde ulusal ve uluslararası enerji taşıma konuları çerçevesinde enerji jeopolitiğinin merkezinde yer almaktadır.[9] Bu nedenlerden ilki, Türkiye’nin jeopolitik konumunun en masrafsız taşımacılık araçları için elverişli olmasıdır. İkinci sebep ise Türkiye’nin jeopolitik pozisyonu çeşitli enerji kaynaklarına ulaşmayı garanti etmektedir. Üçüncü olarak, Ankara kendi eşsiz jeopolitik konumunu merkeze koyan ve bölgesel ve de uluslararası enerji sorunlarını çözme konusundaki becerisini kolaylaştıracak olan bir politik kavramsal çerçeve dayanan enerji politikaları formüle etmektedir.
Türkiye, başta Orta Doğu ve Hazar Havzası olmak üzere, dünyanın ispatlanmış gaz rezervlerinin % 71,8’inin ve ispatlanmış petrol rezervlerinin % 72,7’sinin bulunduğu bir bölgede yer almaktadır.[10] Bu nedenle, Türkiye, kaynak ülkeler ile tüketici pazarları arasında doğal bir köprü işlevi görmekte ve kaynak ve güzergâh çeşitlendirilmesi yoluyla enerji güvenliğinin sağlanmasında önemli bir ülke olarak ön plana çıkmaktadır. Bu hususlar günümüzde Avrupa’da daha da önem kazanmıştır. Avrupa’nın enerji arz güvenliğine katkı sağlayacak olan tamamlanmış ve halen gerçekleştirilmekte olan önemli boru hattı projeleri, Avrasya enerji ekseninde önemli bir transit ülke ve bölgedeki enerji merkezi olarak Türkiye’nin oynamakta olduğu rolün önemini arttırmaktadır.
Bu hedeften hareketle, Türkiye, geniş Hazar Havzası hidrokarbon kaynaklarının doğrudan Batı pazarlarına ulaştırılmasını öngören ve “21. Yüzyılın İpek Yolu” olarak sunulan Doğu-Batı Enerji Koridoru’nun gerçekleştirilmesine ön ayak olmuştur. Kafkasya ve Orta Asya’yı Avrupa’ya bağlayan boru hattı projeleri, bölgenin Batı ile bütünleşmesi açısından faydalı olacaktır. Güvenli ve ticari açıdan kârlı boru hatları, bölgeye istikrar ve refahın getirilmesine katkıda bulunacaktır.
Türkiye’nin enerji güvenliğindeki rolü kendisinin jeostratejik öneminin temel bir boyutunu oluşturmakta olup 1990’lardan beri enerji konuları Amerika’nın Türkiye’deki çıkarlarının temeli olmuştur.[11] Kendini çevreleyen bölgelerden gelen enerjinin önemli bir tüketicisi olmasına ilaveten Türkiye çeşitli üreticilerden çeşitli tüketicilere yönelik gerçekleşen enerji ticareti için ana bir kanal olarak ortaya çıkmıştır. Gerçekten de Türkiye enerji bağlamında ortaya çıkan ve gelecekte Avrupa ve dünya ticaretinde temel bir rol oynaması beklenen yeni bir Akdeniz pazarının tam ortasında yer almaktadır.
 
3. Petrol ve Doğalgaz Boru Hatları Çerçevesinde Türk-Amerikan İlişkileri

Brzezinski’ye göre Ankara ile Hazar Denizi havzası ve Orta Asya’nın geleceğine yönelik yapılacak olan sürekli danışmalar Türkiye’de ABD ile stratejik ortaklık duygusunun gelişmesine katkıda bulunacaktır. Buna ilaveten Amerika Türkiye’nin, Azerbaycan’da, Bakü’den başlayıp Akdeniz kıyısında Ceyhan’a kadar uzanmakta olan boru hattının Hazar Denizi havzası enerji kaynaklarının ana çıkış noktası olarak hizmet etmesine yönelik arzularına da güçlü bir biçimde destek vermelidir.[12]
Türk-Amerikan ilişkileri bağlamında, Türkiye’nin enerji güvenliğinde artmakta olan rolünün bazı anlamlı boyutları bulunmaktadır. Birincisi, enerji transit rotalarının çeşitlendirilmesinin dünya petrol pazarları üzerinde dengeleyici bir etkisi olacak ve eğer Körfez’den gemilerle taşımanın kesintiye maruz kaldığı durumlarda Amerikan stratejik çıkarlarını da destekliyor olacaktır. Türkiye, daha önemli bir enerji transit ülkesi haline geldikçe eğer önerilen projelerin sağlam bir ticari temeli olursa bu durum Amerikan firmaları için yeni fırsatlar yaratabilir. Türkiye, gemilerle gaz ve petrol taşınmasından önemli miktarda geçiş ücretleri kazanmaya devam etmektedir.[13] Aynı anda Boğazlardan idare edilemeyecek sayıda geçen tanker geçişlerini azaltmada bir menfaat sağlayacaktır ki bu Türkiye’nin son on yıldaki boru hattı politikasının ana katalizörü olarak ortaya çıkan güvenlik ve çevresel endişelerinin sebeplerinden birisini oluşturmaktadır. Çünkü Türkiye’nin içinde ve çevresinde geleceğe yönelik enerji geliştirme konusunda iyi bir yöntem petrolden daha çok gazla ilgilidir.
AB perspektifinden petrol ve doğalgaz anlamında enerji sağlayıcı devletler hem doğalgaz hem de petrol ithalatı çerçevesinde üç ana grup altında sınıflandırılabilir.[14] Doğalgaz kullanımında 3 ana arter Rusya, Afrika ve Norveç olarak ortaya çıkmaktadır. Petrol kullanımında, Norveç ve Rusya’ya ilave olarak Ortadoğu ön plana çıkmaktadır. Türkiye’nin öne sürdüğü tez ise AB enerji kullanımında bu üç gruba ilaveten yeni bir rota ya da koridor yani diğer bir deyişle dördüncü arter haline gelebilmektir.
Ayrıca, Türkiye’nin enerji alanında Rusya’nın sağlayıcılığına ve yeni enerji projelerindeki Rus hâkimiyeti ile ilgili olarak endişeleri vardır. Türk enerji tüketiminin tahminen % 65’lik bir kısmını gaz oluşturmakta ve bu gazın kabaca % 65’lik kısmı da Rusya’dan alınmaktadır. Fakat Ankara aynı zamanda kendisinin Rus-Türk enerji ticaretindeki siyasi ve ticari çıkarları konusunda hassas olacaktır. Bölgesel enerji jeopolitiği daha karmaşık bir hale geldikçe ve enerji güvenliği tartışmaları daha ehemmiyet kazandıkça, enerji sadece kolay bir biçimde ikili ilişkilerde bir anlaşmazlık kaynağı olarak gündeme gelebilecektir.[15]
İkinci olarak, Türkiye’nin enerji politikalarının Orta Asya, Kafkasya ve Ortadoğu’daki Amerikan stratejisi için yansımaları olacaktır. Türkiye, Irak gazının ve petrolünün gelecekte Avrupa’ya taşınmasının yanı sıra Azeri petrolü ve gazı için de potansiyel olarak önemli bir pazar olma bağlamında hayati bir iletişim hattı durumunda olacaktır. Fakat ABD-İran ilişkilerinde dönüşümü engellemekte olan Washington, özellikle Türk topraklarının İran gazının ve petrolünün ihracatı için bir koridor olarak kullanılması bağlamındaki Türk-İran enerji anlaşmalarından hoşnut olmayacaktır.[16]
Aynı şekilde Moskova ile yeni bir stratejik rekabette ihtiyatlı olan Washington, Türk altyapısının kullanılması yoluyla Rus mallarının Avrupa’ya ve Ortadoğu’ya ihraç edilmesinin genişlemesini sınırlandırıcı birtakım çabalar içinde bulunabilir. Her iki durumda da Türkiye, sorunlu komşularıyla enerji temelli ilişkilerini sınırlandırmaya gidecektir ki, eğer bu durum Türkiye’nin kendi ekonomik ve siyasi çıkarlarına ters düşerse Amerika’nın bu yöndeki baskılarına karşı gelebilir. Eğer ikili ilişkiler genel olarak sorunlu olursa, bu bölgedeki Amerikan kaldıraç gücü daha da azalmış olacaktır.
Üçüncü ve son olarak, Amerikan’ın tavrının Türkiye’nin kendi enerji çıkarları üzerinde etkisi olacaktır. Bakü-Tiflis-Ceyhan Boru Hattı’na Amerikan desteği Türk perspektifine göre kesinlikle stratejik idi. Fakat BTC’nin kapasitesi Irak’tan İskenderun’a giden mevcut hattın tahminen yarısıdır. Irak’ta 10 yıldır devam eden ekonomik yaptırımlar ve devam eden güvensizlik durumu şu anlama gelmektedir; sadece göreceli olarak Irak petrolünün az bir miktarı Türkiye kanalıyla pazara aktarılmaktadır. Kısacası ABD’nin petrol üretimini etkilemek ve boru hatlarının güvenliğini sağlamak için Irak’ta yapacaklarının Türkiye’nin transit bir ülke oynayacağı ve elde edeceği gelir üzerinde çok önemli bir etkisi bulunmaktadır. Jeopolitik risk, Türkiye’nin çevresindeki ve Türkiye’den geçen enerji altyapısının daha da geliştirilmesine yönelik ana bir engel olup Türk bakış açısına göre ABD dış ve güvenlik politikası bu riskleri kontrol altına alabilir veya tahrik edebilir. Enerji jeopolitiği, Amerika’nın ve Avrupa’nın Türkiye’nin stratejik önemi ile ilgili algılamalarını ve Türkiye’nin kendi uluslararası rolü hakkındaki hissiyatını güçlendirecektir.
Fakat rotaların çeşitlendirilmesi, projelerin geliştirilmesi ve ticari karlılıkla ilgili altı çizilen temel sorunlar Türkiye’nin enerji politikasını Amerikan stratejik hedeflerini destekleyecek biçimde kullanmasını zorlaştıracaktır. Yine de Türkiye, yeni boru hattı projelerinin güvenli bir biçimde ilerlemesi ve var olan rotaların kapasitelerinin giderek artmasına izin verecek şekilde Washington’ın, kendine yakın bölgelerde (ve Türkiye’nin kendi Güneydoğusunda) güvenlik için gerekli koşulları yaratmasına yardımcı olmasına konusunda bu ülkeye bakacaktır.
Azerbaycan’ın bağımsızlığını elde etmesinden sonra Batılı petrol şirketleri dikkatlerini Hazar bölgesi enerji kaynaklarına yöneltmişlerdir. Rusya’nın arzusu Azerbaycan petrolünün kuzey hattı adı verilen bir hatla taşınması yönünde olmuştur.[17] Böylece, Bakü’den Rusya’nın Novorossisk limanına ulaştırılacak olan petrol buradan tankerlerle Boğazlar yoluyla dünyaya ulaştırılmış olacaktı. Rusya, Sovyetler Birliği döneminde inşa edilen boru hattının kendisini bu rekabette avantajlı kılacağını düşünmekteydi.
Türkiye ise petrolün taşınmasında kendi topraklarından geçecek olan Bakü-Tiflis-Ceyhan hattını ön plana çıkarmaktaydı. İran ise petrolün kendi üzerinden taşınmasını arzulamaktaydı. Bunlardan İran hattı, ABD’nin muhalefetiyle karşılaşmıştır. ABD ve Türkiye’nin desteklemekte olduğu doğu-batı enerji koridoru ve Rusya seçeneği arasındaki mücadelede Türkiye, Boğazlardaki var olan yoğun trafiği ve bunun İstanbul için oluşturduğu tehlikeleri gündeme getirmiştir. Türkiye’nin Boğazlar’ın var olan trafiğine ilaveten bir de Hazar petrolünün buradan taşınması durumunda ortaya çıkacak ilave trafiği kaldıramayacağı görüşünün yanı sıra Rusya alternatifine karşı başka düşünceler de öne sürülmüştür. Rusya’nın Novorossisk limanındaki iklim şartları, Azerbaycan’dan Rusya’ya giden boru hattının güvenli olmayan bölgelerden geçmekte olduğu ifade edilmiştir. Bakü’den Ceyhan Limanı’na ulaşacak bir hattın ise çevresel avantajlarının ortaya konulduğu gibi Ceyhan Limanı’nın lokasyonu, yılın 365 günü operasyonel olabilmesi ve de Ceyhan Limanı’nın yılda 120 milyon ton petrolü kaldırabilecek kapasiteye sahip olması Türkiye’nin hattın avantajlarıyla ilgili ileri sürdüğü tezlerdi. Bu hattın dezavantajını ise 3 milyar dolara varan maliyetin projeyi pahalı hale getirdiği hususu oluşturmaktaydı.
Bakü-Tiflis-Ceyhan Ham Petrol Boru Hattı’na (BTCHPH) giden sürecin başlangıcı 1994 yılında “Yüzyılın Anlaşması” olarak ortaya konan 8 milyar dolarlık anlaşma ile olmuştur. Amaco, Penzoil, UNOCAL, Exxon, Ramco, Staatoil, Itochu, Delta, SOCAR, TPAO ve Lukoil’in içinde bulunduğu Azerbaycan Uluslararası Petrol Konsorsiyumu oluşturulmuştur.[18] TPAO’nun önceleri % 1,75’lik hissesi bulunmaktayken Azerbaycan şirketi SOCAR’dan aktarılan % 5’lik payla hisse oranı % 6.75’e çıkarılmış bulunmaktadır.  BTC projesinin ticari çekiciliğini artırmak için Washington yönetimi, Türkiye, Azerbaycan ve Gürcistan’a yatırımcılar için avantajlar sağlanması ve petrol geçişi için ödenen vergi oranlarının azaltılması konusunda baskıda bulunmuştur. Projenin bölgesel bir inisiyatif olduğunu vurgulamak amacıyla ABD, Ekim 1998’de Türkiye, Azerbaycan, Gürcistan, Kazakistan ve Özbekistan Devlet Başkanlarının katıldığı Ankara Deklarasyonu adlı bir imza töreni organize edilmiştir. Bu Deklarasyona dönemin ABD Enerji Bakanı Bill Richardson da gözlemci olarak imza koymuştur. Richardson, doğu-batı enerji koridorunun parçası olan bu hattın bölgede ekonomik gelişme ve ulusların zenginliğine artı değer sağlayacağını belirtmiştir. Avrupa Güvenlik ve İşbirliği Teşkilatı’nın 1999 yılındaki zirvesinde Türkiye, Azerbaycan, Gürcistan, Türkmenistan ve Kazakistan BTC’ye olan desteklerini tekrar vurgulamışlardır. 2000 yılında Azerbaycan, Gürcistan ve Türkiye ana boru hattı taslağı konusunda anlaşmaya vararak ileri bir aşamaya geçmişlerdir.
Gerçekleştirilen çalışmalar sonucunda finansman sorununun ortadan kaldırılmasıyla hız kazanan BTC boru hattından deneme amaçlı petrol, 25 Mayıs 2005 tarihinde pompalanmış ve daha sonra hattan petrol akışı başlatılmıştır. Yıllık 50 milyon ton (günde 1 milyon varil) kapasitesi olan BTC boru hattının açık denizlere çıkışı bulunmayan Hazar bölgesinin petrol kaynakları için ana ihraç güzergâhı olması düşünülmektedir. Çalışma ömrünün en az 40 yıl olması planlanan bu hattan ilk petrol 28 Mayıs 2006 tarihinde Ceyhan’da yapılmış olan ve dünyanın en büyük ham petrol ihraç tesisleri arasında gösterilen Ceyhan Haydar Aliyev Terminali’ne ulaştırılmıştır. 4 Haziran 2006 tarihinde BTC boru hattıyla Akdeniz’e getirilen petrol, ilk tankerle dünya pazarlarına gönderilmiştir.[19] Bu hattın resmi açılış töreni 13 Temmuz 2006 günü Ceyhan’da gerçekleştirilmiştir. Hattın toplam uzunluğu 1760 kilometredir (Azerbaycan: 445 km, Gürcistan: 245 km ve Türkiye: 1070 km). 5 Ocak 2009 tarihi itibariyle BTC üzerinden 653 tankere yaklaşık toplam 520 milyon varil petrol yüklemesi gerçekleştirilmiştir. 16 Haziran 2006 tarihinde Kazakistan, BTC petrol boru hattı projesine resmi olarak katılmıştır. Bu amaçla, Azerbaycan Cumhurbaşkanı İlham Aliyev ile Kazakistan Cumhurbaşkanı Nursultan Nazarbayev arasında anılan tarihte, Almatı’da Ev Sahibi Ülke Anlaşması imzalanmıştır. Kazak ham petrolü, Hazar Denizi’nden tankerlerle Bakü’ye getirilerek, BTC boru hattıyla Ceyhan’a 2008 Kasım’ından itibaren pompalanmaya başlanmıştır.
Bakü-Tiflis-Erzurum Doğalgaz Boru Hattı ise Doğu-Batı Enerji Koridorunun ikinci bileşenini oluşturmaktadır. Güney Kafkasya Boru Hattı olarak da bilinen bu hat ile Hazar Denizi’nin Azerbaycan’a ait kesiminde yer alan Şahdeniz sahasında üretilecek doğal gazı Gürcistan üzerinden Gürcistan-Türkiye sınırına ulaştıracak olan boru hattından yılda 6,6 milyar metreküp doğal gaz ihraç edilmesi öngörülmektedir. Azerbaycan ile Türkiye arasında Mart 2001 tarihinde GKBH projesi ile ilgili olarak Hükümetlerarası Sözleşme ve Alım-Satım Sözleşmesi, Eylül 2002’de ise Azerbaycan ile Gürcistan arasında GKBH ile doğal gazın Azerbaycan ve Gürcistan’dan ve onların sınırları dışında transiti, transferi ve satışı konusunda sözleşme imza edilmiştir. Boru hattının inşasına Ekim 2004’de başlanmış ve Mayıs 2006’da ise ilk kullanım gazı, aynı senenin Aralık ayındaysa ilk ticari gaz gönderilerek boru hattı faaliyete geçirilmiştir. İlk Şahdeniz gazı Temmuz 2007’de Türkiye’ye ulaştırılmıştır.

BTE Doğal Gaz Boru Hattı aynı zamanda, Türkmenistan ve Kazakistan’da yer alan dünyanın dördüncü büyük doğal gaz rezervlerine erişecek olan Hazar Geçişli Doğal Gaz Boru Hattı Projesi’nin ilk saç ayağı olarak değerlendirilmektedir. 2007 senesinde ise şu anda kullanılmakta olan tabakanın altında bulunan yüksek basınçlı yeni bir tabaka ortaya çıkarılmıştır.[20] Bu keşif sonrasında yapılan kuyu verileri tetkiki sonucunda Şahdeniz projesinin 2. aşamasının başlatılması kararı alınmıştır. 2. aşamanın toplam maliyetinin 10 milyar dolar civarında olması öngörülmekte ve yıllık doğalgaz üretiminin ise 12-15 milyar metreküp seviyesinde olacağı düşünülmektedir. Güzergâh ve kaynak çeşitlendirmesine ekstra katkılarda bulunacak olması nedeniyle Hazar Geçişli Doğal Gaz Boru Hattı Projesi özel bir ivedilik kazanmıştır. Arz güvenliği açısından, Kazakistan ve Türkmenistan’ın doğal gaz ve petrollerini Batı pazarlarına ihraçlarında tek bir ülke veya rotaya bağımlı kalmamaları da önem taşımaktadır.




Kaynak: 




***

10 Aralık 2020 Perşembe

Tekerrür Eden, Tarih mi Hatalar mı,

Tekerrür Eden, Tarih mi Hatalar mı
 


Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu 
14 Ekim 2020

















   Büyük şair Mehmet Akif gibi tekerrür edenin tarih olmadığına inananlardanım.
Geçmişten adam hisse kaparmış... Ne masal şey! Beş bin senelik kıssa yarım hisse mi verdi?

"Tarih’i  "tekerrür"  diye tarif ediyorlar; Hiç ibret alınsaydı, tekerrür mü ederdi?
dizelerine katılmamak mümkün değil. Türkiye bugün kıssadan hisse çıkarmayı bilmediği, tarihi gerçeklerden ibret almadığı, daha doğrusu görünürde ideolojik savrulmalarla cumhuriyetin akılcı mirasını terk ettiği için geçmişte yapılan hataları tekrar etmekte. Sonuç? Her yönde kayıp, her cephede çatışma, her yerde yalnızlık.

Şimdi Güvendiğimiz Çöllere Kar Yağıyor

Kafkas cephesinde Türkiye uzlaşma masalarından uzak tutuluyor. Bu demek ki Rusya kendince Astana ve Sochi süreçlerinden ibret aldı.Suriye ile 2000 öncesinde uzlaşıldığını, ortak bakanlar kurulu toplantıları ile dostluğun pekiştiğini sanmıştık. Oysa orada kaymaya başlayan zemin, bugün ilk defa Arap ülkelerini bir ortak amaç etrafında topladı. 600 yıl tahakkümü altında yaşadıkları deneyimden aldıkları ibreti hatırladılar. Ama Türkiye 1918 de Arap yarımadasından nasıl ayrıldığını, o çöllerde ne acılar yaşandığını, Araplardan nasıl bir ihanet gördüğünü unuttu. Tarih ve tarih denilen büyük ırmağı besleyen münferit anıları, rasyonel tercihler nedeni ile sineye çekmek ve ticari ilişkileri pekiştirmek başkaydı. Ama bunları aidiyet kisvesine büründürülen bir güç hevesi ile görmezden gelmek işiçığırından çıkardı.Şimdi atılan hatalı adımlar yüzünden her taraftan yaptırım tehditleri geliyor. Ama en önemlisi, iyi geçinmek uğruna ulusal kimliğimizden bile vazgeçmeye hazır olduğumuz Arap dünyası artık yekpare karşımızda.
Bu ayın başından beri Suudi Arabistan Türk mallarını boykot etmeye başladı. Elbette parasını ödedikleri mallar gittiği sürece rakamlarda bir değişme görülmeyecek. Ama sonrası zor. Çünkü Suudi iş adamları, “düşman Türkiye” menşeili malları boykot etmeye kararlı[1]. Türkiye menşeili “her şeyin boykot edilmesi” Suudi iş çevrelerinin üzerinde uzlaştıkları bir konu. Türkiye’den gelecek mal ve hizmet, yatırım, turist ve işgücü ne varsa, artık istenmiyor. Her ne kadar Suudi Arabistan serbest ticarete ve anlaşmalara saygılı olduğunu açıklasa bile Türkiye için artık farklı bir durum var. Evet, bu ülkeye ihracat dolaylı olarak sürmekte. Ama ne pahasına? Vahabi Suudilerin, laik çizgiden kopup “radikal İslami grupları” desteklediğini iddia ettikleri Türkiye’yi dışlamaya karar vermeleri başka Arap ülkeleri için de emsal.

Nitekim Türk mallarına karşı uygulanan boykot, artık Suudi Arabistan ile sınırlı değil. Birleşik Arap Emirlikleri, Bahreyn ve Umman Sultanlığı Maşrıkta Suudilerin adımlarını izlerken, kifayetinden kuşku duyulan Arap Birliği (Arap League) Mısır’dan başlayarak, bu ülkenin batısını da boykota katılmaya çağırmakta. Geçmişte hiçbir ortak soruna çözüm bulamayan Arap Birliğinin başarısı Türkiye’ye boykot uygulamak olursa, Ankara’nın şapkasını önüne koyup bunu da düşünmesi gerekir.Bu çağrıya ilk uyan ülke Fas ve Cezayir oldu. Bu ülkeye ihracatta bulunan Türk tekstil ve hazır giyim şirketleri gümrüklerde keyfi nedenlerle bekletilmekten ve yaklaşık 1200 kadar ürüne karşı yükseltilen gümrük vergilerinden şikâyetçi. 

Bu piyasaların çok kolaylıkla AB deki rakiplere ve hatta Çin’e kaybedilebileceği düşünülecek olursa, bu konjonktürde Türkiye’nin kaybı azımsanmayacak bir büyüklükte olacak. Şimdi öncelikli konu, Fas’tan geçen yıl 2.2 milyar dolar değerinde ithalatta bulunan Türkiye’nin buna misilleme yapıp yapmayacağı. 

Eğer bu Mağrib’de de şahlanan bir “Türkiye’yi dışlama” politikası ise, bunu da Türkiye’nin Libya’daki kargaşanın bir parçası olması hatasına bağlamak gerekir ki Arap Birliğinin çağrısı da zaten bunun şemsiyesi altında.

Hatay Alev Alev Yanarken

Çok dilli, çok dinli Hatay Türkiye’nin Kudüs’ü gibi. Bu güzel yurt köşesinde eskiden beri kulağa daha çok Arapça çalınırdı. Suriye batağına saplandığımızdan beri, Arapça konuşan sayısı göç ve iltica nedeniyle arttı. Ama bu Hataylıların kendilerini Suriye’den gelen Araplarla özdeşleştirmesine yetmedi. Ağızlarının tadı geçmişten ibret almayan adımlar yüzünden zaten epeydir kaçmıştı.Şimdi ise özellikle Hatay’dan ihraç edilen yaş sebze ve meyve Suudi Arabistan’ın gözüne çöp. Suudi Arabistan sınırında bekletilen Hatay menşeili mallar bozulurken, nedeni belirsiz yangınlarla ateş topuna dönen Hatay, bir de önemli bir dış Pazar kaybından mustarip.Düşenin dostu olmaz derler. Ama geçmişten ibret alınmadığı için dost sanılan Arap ülkelerinin ve özellikle Suudilerin, Türkiye’nin yanından bu kadar çabuk ayrılması iki tür hatanın sonucu: Bunlardan birincisi dostlukların şahsi ilişkilerle tanımlanması ve ülke çıkarının değil şahsi çıkarların galebe çalması; İkincisi ise dostluğun alışverişle karıştırılması. Oysa hiç olmazsa “dostluk başka, alışveriş başkadır” deyimini hatırlasaydık ya! Şu sıralar, Suudi tüketicilerin görece olarak daha kaliteli Türk mallarından uzun bir süre mahrum kalmak istemeyeceği iddia ediliyor. İhracatçılarımız ümitlerini bu iddiaya bağlamış durumda. Ama eminim rakip Çin, Tayvan, Malezya ve Endonezya malları da Suudi kapısında bekliyordur.

Evet, Suudi Arabistan ve diğer Arap ülkeleri ile kurulan ilişkiler, 1980 li yılların ortasında benimsenen uzak görüşlülükle sadece ekonomik ilişki ile sınırlı kalmalıydı. Araplara daha hoş gözükmek için, kraldan çok kralcı, Arap’tan çok Arap, hatta onlardan daha fazla Müslüman gözükme tercihi yapılmasaydı, Türkiye, şimdi bir ekonomik kriz ve salgının orta yerinde bu durumla karşı karşıya kalmazdı.

Şu anda özellikle Riyad yönetimi Azerbaycan, Mısır ve Pakistan mallarının Türk malları ile ikame edilmesi için yol ve yordam gösteriyor. Savaş halindeki Azerbaycan üzerinden Suudi pazarına girecek Türk mallarına karşı muhtemelen Suudi Arabistan gümrük kapılarında menşei şahadetnamesi sorulacak. Sahteleri yakalanırsa artık Vahabi gelenek bunlara karşı ne gibi cezai müeyyide düşünür bilinmez. Bu arada Türkiye’nin Suudi Arabistan’a umre yolcusu göndermeyi durdursaydı iyi olurdu. Muhtemel nahoş olayların veya tehlikelerin önünü alınırdı. Hiçbir Osmanlı padişahının Mekke ve Medine’ye gitmediği ve Kâbe’yi tavaf etmediği düşünülürse, bu çok zor ve yersiz bir adım olmazdı.

Çok Muhabbet ve Tez Ayrılık

Türkiye Orta Doğu ve Kuzey Afrika bölgesine, ekonomik ve iş dünyası ilişkilerinin akılcı gözlüğünden bakmaya devam etmeli, faydacı yaklaşımlarla duygusal bağlantıları birbirine karıştırmamalıydı. Bölge ile yoğunlaşan ekonomik ilişkilerin ötesinde, her hangi bir siyasi bütünleşme ve/veya “ülkeler topluluğu” imasında hiç bulunmamalıydı. 2011 sonrasında, bölgedeki kitlelerin demokratik özgürlük taleplerine tercüman olma diye bir çabasına gerek yoktu.Onlar kendi söyleyeceklerini söylediler. Türkiye bunun yerine kendi laik ve demokratik cumhuriyetinin değerlerini korumaya özen gösterseydi, daha iyi bir örnek olurdu. İdeolojik tercihleri ile kafalarda“asil dururken vekile ne hacet var?” sorusunu çağrıştıracağını neden düşünmedi?

Daha da önemlisi, başlangıçta gereğinden fazla samimi ve kişisel hale gelen ilişkilerin neden onların“iç işlerine müdahale”ye dönmesine izin verildi?Bölgedeki gelişmelerin, “ulus devlet”i ortadan kaldıracağı ve Türkiye’nin önderliğinde bir bütünleşme olabileceğihayalini kim kaybetti de Türkiye buldu? Resmi veya özel söylemlerde, Osmanlı veya “Yeni Osmanlı” vurgusu yapılmasından tüm uyarılara rağmen neden kaçınılmadı? Bazıları için özlemli bir değer taşıyan bu kavramların, Arap duyarlılığını harekete geçirebileceği neden göz ardı edildi?  Ama en önemlisi geçen yüzyılın başındaki olaylardan ve Arapların yarımadadan çekilen Türklere karşı muameleleri neden unutuldu? Bunlar neden ibretle hatırlanmadı? Yoksa benim Filistin cephesinde savaşan, Nablus’da savaş esiri olarak kalan veya kendi deyimleri ile 1918 de “Medine-i münevvere” den dönen aile büyüklerimin anılarının benzerlerini, kendi ailelerinde dinleyen olmadı mı?

Aşırı muhabbet, 10 yıl sonra ayrılık getirdi. Bugün Suudi Arabistan’dan, Emirliklerden ve Fas’tan yükselen boykot ve yaptırımlar, yarın Kuveyt ve Katar’dan ve daha da önemlisi Libya’dan baş gösterirse, bunların AB ve Amerika’dan da destek bulması Türkiye için büyük bir mücadele olacaktır. Kendimiz ettik, kendimiz bulduk. Başka söylenecek söz olduğunu sanmıyorum.
 
[1] “Saudi business leader calls for boycott of goods from 'hostile' Turkey (Oct. 5, 2020), https://www.reuters.com/article/saudi-turkey-trade/saudi-business-leader-calls-for-boycott-of-goods-from-hostile-turkey-idUSKBN26P0SL

https://21yyte.org/tr/suudi-arabistan/tekerrur-eden-tarih-mi-hatalar-mi


***

Sanal bir Zirvenin Reel Sonuçları.,

Sanal bir Zirvenin Reel Sonuçları.,



Sanal bir Zirvenin Reel Sonuçları
Yazan  Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu 
23 Kasım 2020












Bilindiği gibi G-20[1] toplantıları dünyanın GSYİH ları itibarı ile en büyük ülkelerinin her yıl bir araya gelip, diz dize, biz bize küresel sorunları değerlendirdiği, çözüm önerileri geliştirme çabası içinde girdiği (veya öyle göründüğü) platformlar.

Bu platformlarda aynı zamanda ikili görüşmelerle bazı konular da aydınlatılıyor. Örneğin bu yılki toplantıyla Suudi Arabistan ve Türkiye arasında herhangi bir sorun olmadığını ve Türk mallarına uygulanan “gayri resmi” boykot tevatürünün gerçekleri yansıtmadığını öğrendik. Ya resmi boykot diye sormak ise pek işimize gelmemiş olmalı. 

 Her yıl yapılan zirvede, o yıl başkanlığı üstlenmiş olan üye,ev sahibi olarak masrafları üstleniyor. Devlet ve hükumet başkanları, bakanlar ve hemen hepsinin muhterem eşleri, bir yıl önceden bildikleri adreslerde misafir olarak arz-ı endam ediyorlar. Genellikle çekilen aile fotoğraflarındaki mutluluk ve gurur gülümsemeleri, küresel gerçekleri yansıtmakta yetersiz kalıyor. Ama kim kiminle özel görüştü? Görüşme süresi ne kadar oldu? Kim kimden kaçındı? Muhterem zevatın eşleri ne giydi? Gibi sorular seçkin ve ayrıcalıklı ulusal ve uluslararası basının kamuoyuna aktardığı yorumlar için gerekli malzeme oluyor.

Sanal Zirvelerle Sağlanan Tasarrufun Önemi
Özellikle zirvelerdeki temsilcileri gibi imkânları olmayan insanlar, ulusal ve uluslararası televizyon kanallarından bunları peri masalı gibi seyrediyor. Oysa o insanların çoğunun asıl kaygısı bir sonraki gün sofraya ne konacağından öteye geçmiyor. Böyle insanlar ABD de de var, Çin ve Türkiye’de de var.Meksika, Brezilya ve Hindistan’da ise bunların sayısı pek gani. Özellikle Pandemi ile birlikte her yerde insanlar giderek daha fazla fakirleşti. Gelir uçurumları giderek büyüdü. Aslında zaten her yıl G-20 zirvelerinden olan en büyük beklenti en fakir ülkelerin borçlarının veya hiç olmazsa borç servislerinin affedilmesi. 2020 sanal zirvesinde bu konu iyice belirgin hale geldi.
Özden yoksun olmaması için G-20 zirve toplantılarının mutfağında çalışanların olağan üstü bir çaba sarf ederek çarpıcı gündem ve program akışı hazırladıklarına eminim. Ama bu çabalardan daha fazlasını mutlaka, gerçek mutfaklardaki aşçılar kimsenin midesi bozulmasın, çeşnici başları da kimse zehirlenmesin diye harcıyorlardır. Ya güvenlik, üst düzey istihbarat, uçaklarla zirve merkezlerine giden makam arabaları gibi diğer emniyet önlemlerine ne demeli? Hepsi ulusal bütçelere yük, hepsi ulusal vergi mükellefleri için faydasından çok maliyet. Bu bağlamda belki pandemi ve başka toplantıların bu yıl sanal toplantı seçeneği ile yapılması önemli bir tasarruf yolu gösterdi. Hani bazı ülkelerde “devletçe acı reçete” ye katlanılacak ya! İşte şimdi sanki Covid 19 onlara kendince bir fedakârlık kapısı araladı.Bu da bir musibetin faydası sayılmalı
Alışılmış Konulara Karşı bu Yıl Yumuşak Güce Ortak Çerçeve Arayışı
Açıkçası kerameti kendinden menkul bir tür organizasyon bu G-20. G, grup sözcüğünün kısaltması. Grup 1999 dan bu yana düzenli toplanıyor ve her zaman gündem ile uyumlu olacak şekilde, küresel ticaret, sağlık, iklim ve diğer ana konu başlıkları etrafında görüşmeler yapılıyor. Ama günün özelini farklılaştıran bizatihi olaylar oluyor. 2008 yılında finansal kriz, 2011 yılında Arap baharı veya Suriye, İran nükleer programı önemli alt konu başlıkları olmuştu. 2019 yılında sekiz tema aynı anda zirveye damgasını vurmuştu. Bunlar yine Küresel Ekonomi, Ticaret ve Yatırım, Yenileme(innovation), Çevre ve Enerji, Kadınların Güçlendirilmesi (Empowerment of Women), Kalkınma ve Sağlık gibi konulardı. Ya şimdi? Varsa yoksa Pandemi. Bu yıl,Riyad’da Suudi Arabistan başkanlığında 21 ve 22 Kasım tarihlerinde toplanan zirvede gündemin flaş konusu da “Covid 19 ve salgına karşı geliştirilecek küresel tepkinin koordinasyonu” oldu.  Tabii salgın yüzünden daralan uluslararası ticaret, artan sıhhi malzeme ticaretinde gözetilmesi gereken standartlar, azalan doğrudan, artan hisse yatırımları, artması gereken sağlık denetimleri ve azalan seyahatlerin ilgili sektörlere etkileri yine gündemdeydi.Geliştirilen aşıdan kimin ne zaman ve ne kadar nasipleneceği, depolama için soğuk hava donanımının bir an önce tamamlanması gerekliliği, tedavi yöntemleri açısından işbirliği hep aynı tema etrafında ele alındı. Zirveden önce bir beklenti “ küresel vahşi hayvan ticaretinin engellenmesi” konularının gündeme alınmasıydı. Ancak bu konunun yine küresel önlemlerle çözülmesinden çok, aynı göç konularında olduğu gibi bireysel ülke inisiyatiflerine bırakıldığına eminim. İklim değişikliğine karşı önlemler ve “yeşil dönüşüm” (Green Transformation) için yapılacak büyük kamu yatırımlarının, özel yatırımlarla ilişkilendirilmesi, özellikle AB başkanlığının gündeme getirdiği bir konu başlığı olarak dikkat çekti.
Sanal Zirvenin Gerçekle Yüzleşmesi ve IMF ye Yeni bir Görev
Sanal zirvede üç ana konunun yankılanması önemliydi. Bunlar, Covid 19 sonrasında dünyanın ve küresel ekonominin nasıl şekilleneceği, yeni salgınların nasıl engellenebileceği, bu konularda ülkelerin aralarında bir eşgüdüm anlaşması imzalamalarının önemi, Birleşmiş Milletler ve Dünya Sağlık Örgütü’nün konu ile ilgili duruşları ve tabii yine ilişkili ticaret, yatırım ve mali konular oldu. Yine AB konsey başkanı Charles Michelle salgında en zor durumda kalan ülkelerin durumuna değinerek G-20 borç servisi affı konusunu gündeme taşıdı. AB nin yumuşak güç gösterisine ilk Çin’den cevap gelmesi ise küresel ekonomiye ne kadar sahip çıktığının bir başka işareti oldu. Çin, 77 en fakir ülkenin,  borç geri ödemelerini zaten geçtiğimiz Haziran ayından itibaren askıya almıştı. Asya’da imzalanmasına öncülük ettiği 15 üyeli serbest ticaret anlaşmasından aldığı destek ile Çin bu uygulamayı hem kendi başına, hem de 15 üyeli oluşumdaki ortakları ile birlikte yapabilir. Tabi Türkiye de, sanal zirve öncesinde, IMF hesaplarında biriken 2.3 milyon Özel Çekme Hakkı (SDR) tutarındaki nakit ile Somali'nin kuruluşa olan birikmiş borcunu silinmesine yardımcı olacağını açıklamıştı. Ama şimdi artık Hindistan, Türkiye, Çin ve diğer bazı yeni sanayileşen ülkelerinden borç servisi ve borç affını,  ilk defa çok taraflı borç yapılandırması olarak tasarlamaları bekleniyor ki bunlar yapılırken siyasi amaçlar galebe çalmasın ve affa uğrayan ülkelerden başka beklentiler olmasın. Yeni borç vermenin güçlükleri de düşünülecek olunursa, mevcut borçların silinmesinden çok, daha uzun vadeye yayılarak geri ödemelerin sağlanması,şimdi daha önemli. Ayrıca etkin bir yeniden borç yapılandırma çerçevesinin, nasıl ve ne zaman hazırlanacağı kadar bunun IMF nin koordinasyonunda olması, yardım(borç) ve ertelemelerinde ahlaki bozulmaya(moral hasard) neden olmaması için iyi bir yaklaşım olarak düşünülmekte. Açıkçası sanal zirveden geriye bu reel sonuçlar kaldı. Sonuç bildirgesi ile alınan kayıt altına alınan hususları gerçekleşmesi ise zaman alacağa benzer.
 
 
[1] Arjantin, Avustralya, Brezilya, Kanada, Çin, Fransa, Almanya, Hindistan, Endonezya, İtalya, Japonya, Güney Kore, Meksika, Rusya, Suudi Arabistan, Güney Afrika, Türkiye, Birleşik Krallık, ABD ve AB, G-20 nin üyeleri.

Prof. Dr. Sema Kalaycıoğlu

TÜM MAKALELERİ;

https://21yyte.org/tr/prof-dr-sema-kalaycioglu






Suriye Kasım Ayı İkinci Yarı Raporu 15-30 Kasım

Suriye Kasım Ayı İkinci Yarı Raporu 15-30 Kasım


Yazan  Ali Berker Kandemir 
07 Aralık 2020
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi













Gelişmeler

Sahada Yaşanan Önemli Olaylar (Vakalar)

Bir önceki raporlama döneminde yeni gelişen olaylar kapsamında Fırat’ın doğusundaki gelişmeler ve Tel-Rıfat – Azez/Afrin ekseninde dozu artan çatışmaların altı çizilmişti. Bu raporlama döneminde ise bu bölgelerdeki gelişmeler iyice belirginleşti ve İdlip gibi Suriye ile alakalı tartışmalarda başat gelen bir bölgeyi geride bıraktı.
Fırat’ın doğusunda SDG (Suriye Demokratik Güçleri)/PKKsözde yönetiminin bölgedeki Arap nüfusa yönelik baskıcı tutumu bu raporlama döneminde de kendini gösterdi ve sözde yönetim bu kez de çok bilinen bir yerel gazeticiyi gözaltına aldı. Öte yandan, uzun zamandır bölgede süregelen Ayn İsa (SDG) – Tel Abyad (Suriye Milli Ordusu) çatışmaların dozunun artmasının ardından Ayn İsa kentindeki siviller şehri terketmeye başladı. Henüz herhangi bir harekat açıklaması olmasa da çatışmaların şiddetinden, daha önce yapılan açıklamalardan ve karşılıklı askeri yığınaktan bölgede kapsamlı bir çatışmanın patlak vermesi beklenmekteydi. Sivillerin şehri terk etmesiyle ise SMO (Suriye Milli Ordusu) tarafından belki de sessiz bir harekâtın şehre doğru hali hazırda başladığı iddia edilebilir.

Benzer bir durumda Tel Rıfat - Azez hattında yaşanmaktadır. Tüm 15 günlük raporlama döneminde bölgedeki TSK birlikleri, SDG/PYD/PKK hatlarını yoğun top atışları ile dövmüş olup, SMO ile terörist unsurlar arasında yoğun çatışmalar cereyan etmiştir.

Yukarıda bahsedilen iki hattın önümüzdeki dönemde Suriye’nin kuzey bölgesinde çatışmaların ve TSK tarafından gerçekleştirilecek olası harekatların odak noktaları olarak değerlendirmek yanlış olmayacaktır.

Öte yandan, İdlip’te Cebel Al Zaviye bölgesinde uzun süredir devam eden çatışmalar sürmekte, TSK ise olası rejim hücumlarını savuşturabilmek için bu bölgede farklı üs bölgeleri kurmaktadır. Buna ek olarak, son zamanlarda Türkiye’ye en yakın olarak değerlendirilebilecek SMO bünyesindeki Faylak Al-Şam örgütüne yönelik suikastlara bu raporlama döneminde de bir yenisi daha eklenmiştir. Bu durumun kaynağı bilinmemekle beraber, HTŞ - SMO arasındaki olağan gerginliğe veya SMO’nun altındaki grupların kendi aralarında mevcut olan ve bu 15 günde kendini Tel Abyad’da gösteren çekişme olarak yorumlanabilir. Nitekim, ülkemizin güvenlik kuvvetleri bu durumu daha iyi analiz edebilecektir. Son olarak, DEAŞterör örgütü, Fırat Kalkanı Operasyon bölgesindeki varlıklarını SMO’nun terörist örgüte yönelik operasyonlarına rağmen yeniden yerel polis kuvvetlerine yönelik saldırılarıyla El-Bab’da göstermişlerdir.

İdlip

22 - 26 Kasım, İdlip
1)TSK, rejim saldırılarının ana cephesini oluşturan Cebel Al-Zaviye’nin Ruvaiyah bölgesinde yeni üs bölgesi kurma hazırlığında olup,bu bölge cephe hattına çok yakındır. 2) Gene Cebel Al-Zaviye’nin Kansafra bölgesinde TSK yeni bir üs kurmuştur. 3) TSK an itibariyle cephe hattının yanlış bölgesinde Sarakip ilçesinin güneyindeki TSK gözlem noktasını geri çekmeye hazırlanmaktadır
22 Kasım,İdlip
Hem Türkiye’ye yakın Faylak Al-Şam’ın liderlerinden biri olan hem de Suriye devrim hareketinin bilinen simlarından olan Mohammed Altaleb (Abu Abdo Al-Akhi) suikasta uğradı.
25 Kasım, İdlip
İdlip’te M4 Anayolu üzerindeki Al Kasab Köprüsü’nde 26 Kasım’da gerçekleşecek olan Rus-Türk ortak devriyesinden bir gün önce bomba patladı. Patlama neticesinde ağır tahribat alan köprü kullanılmaz hale gelirken M4 Anayolu kesildi.
Tüm Raporlama dönemi
İdlib çevresinde yer alan Türkiye destekli Suriye Milli Ordusu ile Rusya destekli Suriye rejim güçleri arasında çatışmalar devam etmekte olup ay sonuna doğru şiddetini arttırmıştır. Çatışmalar Sarakip-Sarmin (Doğu İdlip)  ve Al Borak-Kaf  Nabel  (Cebeli Zaviye, Güneydoğu İdlip) hatlarında gerçekleşmeye devam etmektedir.

Fırat Kalkanı Harekâtı Bölgesi (El Bab, Cerablus ve Azez)

18 Kasım,El-Bab ve Azez
Yerel polis kuvvetlerinin mensubu bir Teğmen, maskeli DEAŞ militanları tarafından suikasta uğramıştır.
27 Kasım, Azez
SDG/PKK/PYD Azez ilindeki Vatan Hastanesi’ni bombaladı. Herhangi bir sivil can kaybı yaşanmadı.

Zeytin Dalı Harekatı Bölgesi, (Afrin)

27 Kasım, Afrin
“Özgür Suriye Hareketi” adlı, Suriye Milli Ordusu ile bağı olmayan bir askeri grubun ortaya çıkışıAfrin’de ilan edildi.
Barış Pınarı Harekatı Bölgesi, ( Tel Abyad veResul Ayn) / Doğu Fırat (Deyrizor)
Tüm raporlama dönemi, ResulAynve TelAbyad
PKK/PYD/SDG ile SMO arasındaki çatışmalar UmAshbavar - Resul Ayn ve Tel-Abyad  - Ayn İsa hatlarında devam etmektedir. Hem SDG tarafı hem de TSK destekli SMO tarafı bölgeye önemli derecede yığınak yaptı. Aynı zamanda Ayn İsa ilindeki sivillerin şehri terketmeye başlaması bize çok önemli ipuçları vermektedir.
19 Kasım , Rakka
Sözde SDG idaresi Rakka ilinde Mohammed Hajj adlı bilinen bir yerel gazeticiyi göz altına almışlardır.

Çözümleme ve Suriye ile Alakalı Küresel Gelişmeler

Görüldüğü üzere bu raporlama döneminde Ayn İsa (Fırat’ın Doğusu) ve Tel Rıfat gibi 2 ilçe çerçevesinde sahadaki gelişmeler değerlendirilmiştir. Her iki ilçeninde Türkiye’nin, Türk Askerleri’nin ve hali hazırda bölgede bulunan savaştan müzdarip olmuş ve çoğu yerinden edilmiş insanların güvenliği için önemi ortadır. Tel Rıfat bölgesindeki PKK/PYD/SDG terör örgütü varlığı Zeytin Dalı ve Fırat Kalkanı Operasyon bölgeleri için tehdit oluştururken, son günlerde Türkiye’nin Azez’de açtığı hastanenin bile teröristler tarafından hedef alınması tehdit boyutunu gözler önüne sermektedir. Öte yandan Fırat’ın doğusundaki sözde SDG oluşumu her geçen ABD desteğiyle oturmaktadır ve bu oluşum oldukça Türkiye için bir tehdit unsuru olacağı bir sır değildir.

Bu sırada, ABD’de henüz muğlaklığını koruyan seçim sonrası politik atmosfer ve Biden yönetiminin Suriye’de nasıl bir politika izleyeceği tam olarak bilinmezken Türkiye’nin bu durumu iyi değerlendirmesi gerekmektedir. Gerek diplomasi alanında gerek sahada Türkiye’nin tutumu netleştirilmeli ve gerektiğinde bu terör yapılanmasına karşı Rusya, Asad rejimi ve bölgedeki Arap kabile liderliği ile iletişim sıkılaştırılabilir. Tel Rıfat’ın adeta görece istikrarlı olan Türk askeri destekli muhaliflerin kontrolündeki bölgeleri istikrarsızlaştırmak için adeta bir üs olarak kullanıldığı gözükmektedir. Zeytin Dalı Operasyonu’nun kapsamında olan ilçenin birçok sakini bugün Azez ve Türkiye’de yerinden edilmiş bir şekilde yaşamaktadır.  Bu insanların evlerine dönmesi ve bölgenin daha çok istikrarlaşması için bölgenin terörden temizlenmesi şarttır. 

Bunun olması durumunda özellikle insani durumun bölgede daha da istikrarlaşacağı beklenebilir.

Ali Berker Kandemir Son Makaleleri

Suriye Kasım Ayı Birinci Yarı Raporu 01-15 Kasım
Suriye Ekim Ayı İkinci Yarı Raporu,15-31 Ekim 2020
Suriye Ekim Ayı Birinci Yarı Raporu 01-15 Ekim 2020


***

9 Aralık 2020 Çarşamba

Tarihte aşılar ne kadar sürede geliştirildi?

 Tarihte aşılar ne kadar sürede geliştirildi?

 Yilmaz Karahan 
 4 Ara 2020 Cumartesi, 15:36
Covid-19 hastalığına karşı tedavi yöntemleri geliştirmek için dünyanın dört bir yanında araştırmacılar çalışmalarını sürerken Türk bilim insanlarının kurduğu BioNTech ve Pfizer ortaklığı ile ABD merkezli Moderna’dan aşı müjdesi geldi. Söz konusu aşıların tamamen kullanıma girmesi halinde, salgına karşı rekor zamanda aşı geliştirilmiş olacak.

Uzmanlar, salgından gerçek anlamıyla kurtulabilmek için koronavirüse karşı aşı geliştirilmesi gerektiğini, bunun da en az 12 ila 18 ay alacağı görüşündeydi. Süre konusunda bilim insanları arasında fikir birliği yok.

Peki bugüne kadar geliştirilen aşılar ne kadar sürede piyasaya sürülebildi? 
Bu sorunun cevabını anlayabilmek için önce aşı üretim çalışmalarındaki evreleri tanımak gerekiyor.

Bir aşı üretmek için hangi aşamalardan geçmeli?

Tüm ilaçlarda olduğu gibi aşı üretiminde de çok büyük kısıtlamalar ve yakın takip eşliğinde araştırmaların yürütülmesi gerekiyor. Aşının ilk önce laboratuvarda olumlu sonuçlar vermesi ve bu sonuçların tutarlı olması bekleniyor.

Laboratuvarda olumlu sonuç elde edilmesinin ardından üç fazda denemelere geçiliyor. Tedavi, birinci fazda 50-100 kişilik bir grupta deneniyor. Bu denemelerin başarılı olması durumda giderek artan sayıda kişilerle deneyin yapıldığı ikinci ve üçüncü faza geçilebiliyor. Ancak bu evrelerin herhangi birinde elde edilecek olumsuz sonuç tüm çalışmaları en başa sarıyor ve laboratuvara geri dönülüyor.
İmmünoloji Uzmanı Prof. Dr. Derya Unutmaz, euronews’e verdiği bir demeçte aşı çalışmalarının evrelerini anlatırken bunun 10 binlerce kişi üzerinde denenmesi gerektiğine vurgu yapıyor. Elbette tüm bu deneyler, uzun bekleme süreçlerini de beraberinde getiriyor.
Tüm aşamalardan geçen bir aşı son olarak tescil ettiriliyor ve böylelikle üretime geçilebiliyor.

Her aşama ne kadar sürüyor?

Bu konuda kesin sayılar vermek mümkün değil. Aşı çalışmalarının maliyetini inceleyen bir araştırma, laboratuvar aşaması süresinin çok değişken olduğu ancak deney aşamalarına geçildiğinde ortalama 5 yıl içinde sonuç alınabileceğini öne sürüyor Biraz daha eski tarihli (1996) bir araştırmaya göre aşı çalışmaları, en başından en sonuna kadar ortalama 10 yıl sürüyor. Her aşama için öne sürülen ortalama sürerlerse şöyle:

Laboratuvar çalışmaları: 2,4 yıl

Faz 1: 2 yıl
Faz 2: 1,8 yıl
Faz 3: 1,4 yıl
Tescil öncesi çalışmalar: 1,1 yıl
Tescil çalışmaları: 1,3 yıl

Tabii ki tüm bu çalışmaların birer tahmin olduğunu, ilaçtan ilaca sürelerin değişebileceğini belirtmekte fayda var. Ayrıca günümüzdeki teknolojik imkanlar sayesinde birçok aşamayı hızlandırmak da mümkün.
Diğer yandan çalışmaların herhangi bir aşamada hata vermesi, başa dönülmesi ve böylelikle uzaması da bir ihtimal.














Covid-19 aşısının arkasındaki iki isim: Türkiye kökenli Uğur Şahin ve Özlem Türeci Daha önceki aşılar ne kadar sürede geliştirildi?

Bu sorunun da cevabını vermek kolay değil çünkü hangi çalışmaların başlangıç tarihini kesin olarak tespit etmek zor. Ancak araştırmacılar Peter Hurford ve Marcus Davis’in çeşitli kaynaklara dayandırarak ulaştıkları sonuçlara göre bazı aşıların geliştirilme süreleri şöyle:

Kuduz – 4 yıl, 1881-1885
Kızamıkçık – 7 yıl, 1962-1969
Boğmaca – 8 yıl, 1906-1914
Kızamık – 9 yıl, 1954-1963
Grip – 14 yıl, 1931-1945
Japonensefaliti – 20 yıl, 1934-1954
Çocuk felci – 20 yıl, 1935-1955
Tüberküloz – 21 yıl, 1900-1921
Kabakulak – 22 yıl, 1945-1967
İnsan papilloma virüsü – 23 yıl, 1983-2006
Hepatit A – 24 yıl, 1967-1991
Rotavirüs – 26 yıl, 1980-2006
Çiçek hastalığı – 26 yıl, 1770-1796
Sarıhumma – 27 yıl, 1912-1939
Kolera – 30 yıl, 1854-1884
Su çiçeği hastalığı – 34 yıl, 1954-1988
Hepatit B – 38 yıl, 1943-1981
Keneyle geçen ensefalit – 39 yıl, 1937-1976
Difteri – 40 yıl, 1883-1923
Tetanos – 40 yıl, 1884-1924
Hemofilus influenza – 44 yıl, 1933-1977
Tifo – 58 yıl, 1838-1896
Pnömokok – 66 yıl, 1911-1977
Menenjit – 68 yıl, 1906-1974

Bu listeye göre ortalama aşı geliştirme süresi 29,5 yıl olarak önümüze çıksa da bu yanıltıcı bir sayı. Çoğu virüs için yapılan çalışmalar başladığında, virüsler hakkındaki anlayışımız ve bilgimiz bugün ile kıyaslanamayacak kadar azdı.

Enis Günaydın  21/11/2020
***

ÖZELLEŞTİRME NEDİR, KİMLER İÇİN YAPILIYOR?

ÖZELLEŞTİRME NEDİR, KİMLER İÇİN YAPILIYOR?

Cihan DURA     
04 Ocak 2011








Özelleştirme basit bir tanımla kamu mülkünün (fabrika, tesis, toprak) yerli ya da yabancı özel şahıslara satılmasıdır. Kulağa gayet hoş gelen gerekçelerle yapılan özelleştirmelerin gerçek amacı, serveti kamudan yani halktan alıp, yerli ve yabancı şahıs ve şirketlere devretmekten başka bir şey değildir.

Türkiye’de “özelleştirmenin şampiyonu kimdir” derseniz, “AKP iktidarıdır” derim. Bu iktidar geldiği günden beri kamu mallarını, babasının malı gibi satıyor. Özelleştirmeye düşkünlüğü neredeyse iptila derecesindedir; hiçbir hukuki ve ahlakî sınır tanımıyor, tanımamakta da ısrarlı. Onun bu fanatizminin son bir kanıtını, gelin basından birlikte okuyalım:

Özelleştirmede Yargıya Baypas







Yargıyı özelleştirme uygulamalarının önünde engel olarak gören AKP Hükümeti, hazırladığı torba yasa tasarısının 93. madde ile özelleştirmede yargıyı baypas ediyor. Amaç, 4046 sayılı Özelleştirme Uygulamaları Hakkında Kanun’a geçici madde ekleyerek, özelleştirme davalarından kurtulmak. Geçici madde şöyle: Bu maddenin yürürlüğe girdiği tarih itibarıyla özelleştirme işlemleri tamamlanarak devir işlemleri sonuçlandırılan ve devralan tarafından özelleştirme öncesi duruma dönülmesine imkân vermeyecek şekilde devredilen kuruluş için, üretim amaçlı yatırım ve buna bağlı ticari, mali ve hukuki tasarruflarda bulunulmuş olanlara ilişkin mahkemelerce verilen iptal ve yürütmeyi durdurma kararlarıyla ilgili olarak idarece herhangi bir işleme başvurulamaz, bu konuda açılan davalardan feragat edilir[1].
Yani hükümet özelleştirmelerde keyfiliği getiriyor. “Ben sattım, kimse karışamaz. Kamu çıkarı falan dinlemem, Yaptığım özelleştirmelere karşı dava açılamaz” demek istiyor. Şimdi, bizler bu ülkenin sahipleriyiz. Birer yurttaş olarak hükümetlerin icraatları ile ilgilenmek, yaptıklarının takipçisi olmak zorundayız. Bir parti çıkıp “Meclis’in çoğunluğu bende, ben iktidarım, milli iradeyi ben temsil ediyorum” diyerek aklına geleni yapamaz. İcraatı egemenliğin asıl sahibi olan Milletin iradesi ile, bilimsel gerçeklerle ve ahlakla sınırlıdır. Bunların dışına çıktığı zaman, meşru olmaktan, milleti temsil etmekten çıkar.Bir yurttaş olarak hükümetlerin icraatıyla nasıl ilgili olacağız? Yaptıkları, iyi mi kötü mü nasıl değerlendireceğiz? Elbette bunun için ilk koşul bilgi sahibi olmaktır. Yazımın gayesi de budur. Okura özelleştirmelerin gerçekte ne olduğu, kimin için yapıldığı hakkında bilgi vermektir.
A) İzan sahibi olan hiçbir iktisatçı inkâr edemez ki özelleştirme bir Batı dayatmasıdır. Emperyalizmin yani Derin-Merkez’in Çevre ülkelerine yönelik 5 ekonomik, 2 siyasal silahından biridir. Ekonomik silahlar serbest mübadele, borçlandırma, özelleştirme, yabancı sermaye, toprak sattırmadır: siyasal silahlar ise azınlıklar ve etnisite, sahte demokrasidir.
Bir Batı icadı olan özelleştirme, Liberalizm’in bir gereğidir. Liberalizm ekonomide devlete yer vermez. Eğer bir ekonomide devlet varsa, kamu işletmeleri satılır, özelleştirilir. Türkiye gibi bir ülke serbest ticarete açılıp borçlanmaya başlayınca, sıra özelleştirmeye gelir. Çünkü dış finansman sorunu ağırlaşmıştır. Özelleştirmelerle birlikte ülkeye yabancı sermaye girişi de artar.Özelleştirmenin ikinci derecede amaçları da vardır: Bir ulusal kalkınma programı olmayan hükümetler iş yapabilmek, iktidarda kalabilmek için dış paraya muhtaçtır; Batılı para babalarına yaptıkları borçları, faizleriyle geri ödemek zorundadır. Bu paraları yeterli miktarda sağlayamayınca, kurtuluş yolu olarak halkın mallarını satma yoluna başvururlar[2]. Türkiye’de özellikle AKP döneminde yapılan, budur. Yoksul milletimizin büyük özverilerle 80 yıldır oluşturduğu sermaye birikimi bu yoldan iç ve dış bedhahlara peşkeş çekilmiştir, çekilmektedir. Yüzlerce tesis hiç pahasına fırsatçıların, yabancı şirketlerin mülkiyetine geçmiş, bunların tapulu malı olmuştur, olmaktadır; yabancılar isterlerse o tesisleri söküp götürebilirler de. Türkiye’de özelleştirme AKP iktidarında adeta bir çılgınlık, bir felaket boyutuna ulaşmıştır. En stratejik tesisler bile yabancılara satılarak, ülke ekonomisi savunmasız bırakılmıştır.B) Özelleştirme, başta ABD, Batı oligarşisinin, para babalarının kendi çıkarları için geliştirdiği, 1979 yılından itibaren dünyayı etkisi altına alan Neoliberalizm’in, daha doğrusu bu öğretinin temeli olan rekabet varsayımının bir gereğidir. Liberalizm, bugünkü adıyla “Neoliberalizm” Batılı para babalarının dünya görüşüdür. Batı oligarşisi; insan kanıyla yoğrulmuş 500 yıllık kazanımlarını kaybetmemek, geleceğini güvence altına almak, daha da zenginleşmek için bu görüşü bütün dünyaya yaymaya, onun gereklerini yaptırmaya çalışmaktadır. İşte bu noktada Neoliberalizm’in hayat damarlarından birini buluruz: Özelleştirme!…
C) Dünyaya özelleştirmeyi dayatan, Türkiye’ye de yaptıran; Amerika Birleşik Devletleri ve onun anası olan İngiltere’dir, Avrupa Birliği’dir. Hedeflerini gerçekleştirmek için de dünya çapında bir örgütlenmeye gitmişlerdir.1) Küresel özelleştirme örgütlenmesinin temel kurumları; Chicago Okulu, Thatcherizm, Adam Smith Enstitüsü, Miras Vakfı, Birleşik Devletler Uluslararası Gelişme Ajansı, Özel Girişim Bürosu, Uluslararası Para Fonu ile Dünya Bankası’dır.
a) Neoliberalizmin beşiği, özelleştirmelerin anası Chicago Okulu’dur. Bu akım ABD’yi kısa sürede etkisi altına almıştır. Neoliberalizm 1970’lerde Latin Amerika’ya bulaşıp kök salmıştır. Avrupa’da Thatcherizm aynı ideolojinin tohumlarını 1980’lerde Doğu ve Orta Avrupa’ya, o arada Türkiye’ye serpmiştir. Türkiye’deki tohumları -Kenan Evren’in koruması altında- ABD’de “büyük müttefikimiz” diye anılan Turgut Özal ve partisi ANAP yeşertmiştir.
b) Özelleştirmenin pazarlamasını yapan, özelleştirme salgınının dünyaya yayılmasında büyük rol oynayan kuruluşların başında 1977’de İngiltere’de kurulan Adam Smith Enstitüsü gelir. Başkanı Madsen Pirie tam bir özelleştirme fanatiği ve militanıdır. Bütün hayatını özelleştirmenin dünya çapında propagandasına ve yayılmasına vakfetmiştir. Sloganı şudur: “özelleştirme dünyadaki kamu sektörleri arasındaki yürüyüşüne devam edecek, kamuya ait son tesis de satılmadıkça sona ermeyecektir. ” Bu kuruluşun ABD’deki karşılığı “Heritage Foundation” (Miras Vakfı) adlı kuruluştur.
c) zelleştirmenin dünya çapında tutundurulmasından, ABD Dış İşleri Bakanlığı’nın bir dairesi olan “United States Agency for International Development” (USAID, Birleşik Devletler Uluslararası Gelişme Ajansı) sorumludur. USAID bir “dış yardım” örgütü olup özelleştirmenin dünyaya yayılmasında başrolü oynamıştır. Bu pazarlamayı da büyük ölçüde, kendi birimlerinden “Private Enterprise Bureau” (Özel Girişim Bürosu) aracılığıyla yürütmüştür.
d) Özelleştirmeyi, ABD’nin çıkarları doğrultusunda Türkiye gibi ülkelere dayatmakla görevli iki büyük kuruluş daha vardır: International Monatery Found (IMF, Uluslararası Para Fonu) ile World Bank (Dünya Bankası)… Marifetlerini; IMF “istikrar paketleri” ile, Dünya Bankası “yapısal uyum programları” ile yerine getirirler. Yapısal uyum programları açıkça devletin ekonomik ve sosyal etkinliğini azaltmayı öngörür. Dünya Bankası verdiği kredileri özelleştirme şartına bağlar.2) Küresel özelleştirme örgütlenmesi, kurban seçilen ülke içinde destek bulmadıkça hiçbir işe yaramaz. Bu sebeple dış güçler tuzaklarına düşürdükleri ülke içinde de örgütlenmeye giderek, bir özelleştirme örgütünün kurulmasını sağlar. Örneğin Türkiye’de Özelleştirme İdaresi Başkanlığı’nı, Özelleştirme Yüksek Kurulu’nu kurdurmuşlardır. Bundan başka, hukukî alt yapıyı oluştururlar. Meclisten, ihtiyaç duydukları yasaları çıkartırlar. Medyada, politikada, üniversitelerde yuvalanmış adamları aracılığıyla, yoğun bir ideolojik şartlandırma kampanyası başlatır ve sürdürürler. Satılacak kuruluşların başlarına kendilerine bağlı insanların getirilmesini sağlarlar.

***
İşte sana bilgi değerli okur, şimdi sıra sende, buyur değerlendir AKP’nin çılgınlar gibi yaptığı özelleştirmeleri. Bu devlet senin, bu vatan senin,… görevindir bu! AKP’ye “istediğini yap, istediğini sat” diye oy vermedin.
Ben sonuç olarak şunu kaydetmekle yetineceğim: Özelleştirmeler kesinlikle halkımız için yapılmıyor. Özelleştirmeler ABD için, İngiltere ve benzeri Avrupa ülkeleri için, Adam Smith Enstitüsü, Amerika Birleşik Devletleri Uluslararası Gelişme Ajansı için, Madsen Pirie için, Batının parababaları Rothschild ve Rockefeller için, onların Türkiye’deki paragöz işbirlikçileri için yapılıyor.
Yargımız halkımızın yanında saf tutarken, 97. maddeyi yasalaştırmaya çalışanlar yabancı güçlerin yanında yer alıyor.

Ve bakıyorum, üç beş bağrı yanık yurtsever dışında kimseden çıt yok.
Peki, yarın? Yarın eminim ki, Türk milletinin mallarını aç kurtlar gibi paylaşanları, paylaştıranları, bu gaddarca yağma karşısında kılı kıpırdamayan sözde aydınları gelecek kuşaklar lanetle anacak, mezarlarına tükürecektir. 


[1] Sultan Özer, Birgün, 4.12.2010.
[2] Yunanistan ekonomik krize girince AB’li dostları kredi açma yerine, ona adalarını satmasını tavsiye ediyordu. İflas noktasında olan Yunan Hükümeti bugünlerde bu öneriye boyun eğmiş bulunuyor. Tam sırası diyerek, kaydetmeden geçemeyeceğim. Bu komşumuzun başarıları (!) iktisatçı geçinen, 2. Cumhuriyetçi, Atatürk düşmanı bir pırasaför tarafından AB’ye üyelik konusunda örnek olarak gösteriliyordu Türkiye’ye!
Cihan DURA     
04 Ocak 2011