23 Nisan 2020 Perşembe

Değişiklikler Halkın değil., Siyasilerin Çıkarına.,

Değişiklikler Halkın değil.,  Siyasilerin Çıkarına.,




Fevzİ DEMİR

ÖN BİLĞİ;
Fevzİ DEMİR.,

Yaşar Üniversitesi Hukuk Fakültesi Kamu Hukuku Bölüm Başkanı Prof. Dr. Fevzi DEMİR ile AKP iktidarının referanduma sunduğu  Anayasa değişiklik paketinin hukuki ve siyasi boyutu ile bu konudaki Anayasa Mahkemesi kararları üzerine konuştuk. Anayasa ve  İş Hukuku, Endüstri İlişkileri, İnsan Kaynakları Hukuku alanlarında uzmanlığı bulunan değerli hocamızdan başucu kaynağı niteliğinde 
önemli açıklamalar aldık. 

Anayasa Mahkemesi Güç durumda bırakılmak istendi.,


    Sayın DEMİR, referandum sürecinin 120 günden 60 güne indirilmesi ile başlayan tartışmayı siz, nasıl yorumluyorsunuz?

   Bana göre yasadaki bu değişiklik Anayasa Mahkemesini güç durumda bırakmak için yapılmıştır. Çünkü Anayasa değişikliği ile ilgili yasanın
kabulünden itibaren 120 gün yerine 60 gün sonra referanduma gidilmesi, yapılan değişikliklerin hem kamuoyunda yeterince tartışılmasını engellemek
hem de Anayasa Mahkemesinin incelemesini ve kararını referandum sonrasına uzatmak amacına yönelik idi. Çünkü referandum sonrası çıkacak ‘evet’ kararına rağmen Anayasa Mahkemesinin ‘iptal’ kararı vermesi, sürekli ‘millet iradesine’ aykırı bir mahkeme imajı yaratacak, bu da AK Partinin iktidara geldiği günden bu yana başta Anayasa Mahkemesi ve Danıştay olmak üzere, ‘bağımsız yargı’ organlarını yıpratmak ve kendine bağlamak için getirdiği eleştiriler için başka bir bahane yaratacaktı. 

    Nitekim başta Anayasa Mahkemesinin sayın raportörleri olmak üzere, basının ‘yandaş’ hukukçu olan/olmayan kalemleri Anayasa Mahkemesinin değişiklikle ilgili yasayı inceleyemeyeceğini, zira ortada henüz bir yasa bulunmadığını, ancak referandumdan sonra incelenmesi gerektiğini yazdılar durdular.

    Hâlbuki bu konuda Anayasanın hükmü apaçık; Anayasa Mahkemesine itiraz başvurusunda bulunmanın zamanını bakın nasıl belirlemiş:
“Anayasa değişikliklerinde... Kanunun yayımlandığı tarihten itibaren on gün geçtikten sonra, şekil bozukluğuna dayalı iptal davası açılamaz; def’i yoluyla da ileri sürülemez” (md.148/2). Anayasa koyucu “kanunların iptali” için açılacak davalarda “Resmi Gazete’de yayımlanmasından başlayarak altmış günlük” bir süre öngörmüş iken (md.151),

    Anayasa değişikliklerinde ‘on günlük’ bir süreyi açıkça belirtmiş. Kanun, Resmi Gazete’de yayınlandığı zaman ‘kanun’ niteliğini kazanır.
Yürürlük tarihi, kanunun kendisinde yazılıdır; ya yayınlandığı tarihte ya da ileri bir tarihte yürürlüğe gireceği belirtilir. İleri bir tarihte yürürlüğe girecek olması, onun ‘kanun’ niteliğine halel getirmez ve yayımı tarihinden itibaren 60 gün içinde Anayasa Mahkemesine iptal başvurusu hakkını engellemez. Referandum da Anayasanın Bazı Maddelerinde Değişiklik Yapılması Hakkında Kanunun ‘yürürlük tarihini’; yürürlüğe girip girmeyeceği tarihi belirler. Hemen her hafta bir referandumun yapıldığı İsviçre’de de bu böyledir, dünyanın başka ülkelerinde de. Artık bunun tartışılacak bir tarafı yoktur. Bunu anlamak için ayrıca hukukçu olmaya da gerek yoktur.

Amaç, Yargıyı Yıpratmak Çünkü Anayasa hükümleri çok açık:



“Anayasa hükümleri yasama, yürütme ve yargı organlarını, idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kurallarıdır”
(md.11). 

Bunun gibi, “Anayasa Mahkemesi kararları.... Yasama,

Yürütme ve Yargı organlarını, idare makamlarını, gerçek ve tüzel kişileri bağlar” (md.153/6). Bu maddeleri görmezden gelemezsiniz. 
Ama kafanızda devlet kurumlarını birbiri ile çatıştırmak, Anayasa Mahkemesinin karşısına ‘millet iradesi’ diye ‘sandığı’ koymak, böylece ‘yargıyı yıpratarak’ yürütmeye bağlamak, ‘bağımsız yargıyı’ kâğıt üzerinde bırakmak, “Bu gazeteyi evinize sokmayın”,
“Bu gazetecileri kulağından tutup atın” şeklindeki beyanatlar ile beliren ‘totaliter’ anlayışınızı sadece ‘siyasi partinizde’ değil, ‘devlet kurumlarında’ da hakim kılmak isterseniz, bunun sonunun nereye varacağını tahmin etmek zorlaşır. Bize göre, referandum sürecini 120 günden 60 güne indirmenin amaçlarından biri de değişiklikleri fazla tartıştırmadan, daha doğrusu “gürültüye pabuç bırakmadan”
sonuca gitmek arzusundan kaynaklanıyordu. Ama Yüksek Seçim Kurulu, bunu da kabul etmedi; “seçim kanunlarında yapılan değişiklikler yürürlüğe girdiği tarihten itibaren bir yıl içinde yapılacak seçimlerde uygulanmaz” (md.67/7) diyen Anayasa hükmüne dayanarak iptal etti. Anayasanın bu açık hükmüne rağmen dahi, biliyorsunuz yine Yüksek Seçim Kuruluna da veryansın ettiler.
Karar, ‘siyasi’ dediler. Hâlbuki burada da kararın ‘hukuki’ olduğu apaçık Anayasa hükmünden belli oluyor… 

      Ama amaç, “yargıyı yıpratmak” olunca, iş değişiyor… Üstelik bütün bu hükümleri görmezden gelen, Anayasa Mahkemesi raportörü olmuş kişiler var! Bunlardan birisi, Anayasa Mahkemesi ‘iptal’ kararı verirse, yasama ve yürütmeye “kararı askıya almayı, karara uymamayı” tavsiye ediyor.

Ülkeyi ‘hukuksuzluğa’ yani ‘kaosa’ sürüklemeyi marifet sayıyor. Üstüne üstlük, ‘yandaş’” mı dersiniz, başka şey mi; ne derseniz deyin, belirli bir kesim basın, bu kişiyi manşetlere taşıyor. Sanki çok önemli bir soruna çare bulmuş, ‘hukuki dehasıyla’ yeni bir şey keşfetmiş gibi... O da kendisini çok önemli bir kişi görmeye, kendisinde ‘olağanüstü güçler’ vehmetmeye başlıyor.

Ama ülkede hiçbir hukukçu, hatta değişiklikler konusunda olumlu görüş belirtenler dahil, hiçbir anayasa hukukçusu, kendisini doğrulayıcı tek
laf etmiyor. Tabii bu konuda yalnız kalıyor, kendisine yazık ediyor…

   Doğal olarak böyle bir söylemde bulunan siviller, ‘siyasiler’ olabilir, ‘sivil toplum kuruluşu’ yetkilileri bulunabilir, ‘sıradan bir vatandaş’ da “doğru”
veya “yanlış” diyebilir, kısaca; “ağzı olan konuşabilir”... Ama Anayasa Mahkemesi gibi “millet egemenliğini kullanma yetkisini” yine Anayasa’dan 
alan ‘resmi’ bir kuruluşun ‘raportörleri’ böyle şeyler söylemez, söyleyemez.

   Bunun için Anayasa uzmanı olmaya da gerek yoktur, zerrece hukuk bilgisine sahip resmi ‘devlet memuru’ sıfatını haiz bir kişi, böyle şeyler  söyleyemeyeceği ni bilir. Çünkü ‘resmi’ sıfatı “hukukçu” olan bu kişiler, ‘hukuki’ konuşmak zorundadır, ‘siyasi’ değil… Söyledikleri ile mensup oldukları kurumları yıpratmazlar, yıpratamazlar...

   Onların kurumları “siyasetin hukuk sınırları içinde yapılmasını sağlamakla görevlidir”. Çünkü siyaset, ‘hukuki’ olmak zorundadır.
Ama hukuk, “siyasi” olamaz, olmamalıdır.
Aksi halde, hukuk siyasileşirse “felaket” olur ama siyaset hukukileşirse “zarafet” olur…

Raportör seçiminde hukuki değil de siyasi ehliyet(?) dikkate alınmakta


Dikkat Çekicidir: Aslında raportörlerin hazırladıkları raporlar kamuoyunda önce şöyle bir dalgalanma yaratıyor. Yandaş basında manşetlere çıkarılıyor. Ama sonra Anayasa Mahkemesinden sürekli verilen raporların tersi kararlar çıkıyor. Bu da raportör seçiminde “hukuki” ehliyetin değil de “siyasi” ehliyetin (?) dikkate alındığını gösteriyor. Çünkü gerek raporlardaki görüşler gerek raporlar sonrası gazete manşetlerine taşınan söylemler, ‘hukuki’ gerekçelerden çok, ‘siyasi’ görüşleri yansıtıyor.

Tabii, zararı kimse görmüyor.

Bu raportörleri seçen de raportörler de hayatlarından çok memnun. Ama Devlet’in kamuoyu nezdinde kaybettiği itibar ve güveni, kimse düşünmüyor.
Devlet’in itibarı ile yakından ilgilenmesi gereken ve o itibar ve güvene en çok sahip çıkması gereken ‘siyasetçi’ de hiç oralı olmuyor.

Böyle böyle sarsılan devlet itibarı, tam bir hukuksuzluk ve adaletsizlik içinde darbelere sürükleniyor.

Bütün darbe sabahlarında okunan bildirilere bakınca, hepsinde de “iktidarların hukuk dışı tutum ve davranışlarından” söz ediliyor. Sonra da ‘siyasetçi’ kalkıp, “darbeler olmasın” diyor... Darbelere hem kendisi sebep oluyor, hem de darbe olmasın diyor!

Hukuka saldıranların kendileri darbelerin alt yapısını hazırlamaktalar Bunun gibi, yazılı ve görsel basının sürekli ‘darbelere kaşı’ konuşan ‘sivil’ müdavimleri, ‘bağımsız yargıya’, dolayısıyla ‘hukuka’ saldırırken, darbelerin alt yapısını hazırladıklarının farkına bile varamıyorlar.
Çünkü “hukuktan” anlamıyorlar, hukukun özünü kavramadan istedikleri gibi konuşabiliyorlar. Tabii, ağızları “torba değil ki büzesin”. Hatta ‘hukuki’ konularda ahkâm kesmeleri için ‘hukukçu’ olmalarına bile gerek yok! 

Geçenlerde bir televizyon programında basınımızın ‘meşhur’ kalemlerinden üçünü dinledim.

    Üçü de Anayasa Mahkemesi kararları üzerinden “ Kendileri çalıp, Kendileri oynadılar”. Bunların üçü de ‘hukukçu’ değildi. Belki üniversitede okurken bazı hukuk derslerini ‘yaladıkları’ muhakkak... Ama ‘Yaladıklarını yutamadıkları’ belli oluyordu...

Her biri aldıkları eğitime uygun, ‘siyasi’ ve ‘iktisadi’ yorumları ‘kendi düşünceleri açısından’ bir güzel yapıyorlardı, ama yapılan yorumların hiçbiri, “hukuki” değildi... Konuşmalarından, hiçbirinin hukuku, özü itibariyle kavrayamadıkları, iyi anlayamadıkları anlaşılıyordu... Ve onları dinlerken, ülkemizin yetiştirdiği değerli hukukçulardan Prof. Dr. Sami SELÇUK’un, geçtiğimiz aylarda İzmir Barosu tarafından yapılan bir sempozyumda söyledikleri aklıma geldi: “42 yıllık hâkimlikte, savcılıkta, Yargıtay üyeliği ve başkanlığı ile öğretim üyeliğinde geçen meslek hayatımda, hukuktan anlayanlar, hep bana akıl danıştılar, hukuktan anlamayanlar ise hep akıl verdiler”. Gördüğüm kadarıyla, yazılı ve görsel basında hukuktan anlamayanlar yoğun bir biçimde akıl vermeye devam ediyorlar.

Zamanında Anayasa Mahkemesi olsaydı, merhum Menderes’in akıbeti böyle olmazdı Size göre bu konuda çekilen sıkıntıların temelinde ne yatıyor?


Bize göre sorun hala ‘demokrat’ bir zihniyete; başta Anayasa olmak üzere ‘hukukun üstünlüğüne’ inanmakta zorluk çekmekten kaynaklanıyor.
Sistemin ‘anayasal sistem’, anayasanın bağlayıcı hükümleri karşısında ‘hukukun üstünlüğüne’ dayanan bir sistem olduğunu, ‘siyasi’ yönetimlerin ‘hukuka uygun’ olması gerektiğini kavrayamamaktan kaynaklanıyor. Aldığınız bir kararı, mahkeme uygun bulduğu zaman da iptal ettiği zaman da ‘saygılı’ olmak gerekiyor. İptal ettiği zaman, hemen saldırıya geçmek, yargıçları ve savcıları gazete manşetlerinde teşhir etmek, tam bir ‘totaliter’ anlayışın ürünü davranışlardır. Kulakları çınlasın, Allah uzun ömürler versin, Sayın DEMİREL kaç defa bu tür iptal kararları ile karşılaşmıştır. Ama ağzından tek bir saygısız söz duyduğumu hatırlamıyorum. Halen ülkemizde ‘devlet adamı’ kimliğinde ‘siyasetçi’ sıkıntısı çekildiğini sanıyorum. İnanıyorum ki, ‘devlet adamı’ deyimi ile ‘siyasetçi’ sözcüğü, kamuoyunda çok farklı iki imajı canlandırıyor.

    Hâlbuki bu iki deyimin birbiri ile özdeşleşmesi lazım. Nasıl ki din devletinde “şeriatın kestiği parmak acımaz” deniliyorsa, hukuk devletinde de “adaletin kestiği parmak acımaz” diyeceksiniz. Anayasal sistem bunun üzerine kurulmuş. Bu nedenle “kuvvetler ayrılığı” sistemi getirilmiş.

Bakınız, Anayasanın ‘Başlangıç’ hükümleri arasında yer alan bir hüküm, millete ait olan egemenliğin kullanılmasında yetkili ve görevli kılınan kişi ve kuruluşların nasıl hareket edeceğini gösteriyor: “Millet iradesinin mutlak üstünlüğü, egemenliğin kayıtsız şartsız Türk Milletine ait olduğu ve bunu millet adına kullanmaya yetkili kılınan hiçbir kişi ve kuruluşun (Yasama, Yürütme ve Yargı dahil), bu Anayasada gösterilen hürriyetçi demokrasi ve bunun icaplarıyla belirlenmiş hukuk düzeni dışına çıkamayacağı” direktifi verilmiş.

   Devamla, ‘güçler ayrılığı’ ilkesine göre kullanılan Millet egemenliğinin, “Devlet organları arasında üstünlük sıralaması anlamına gelmeyip, belli Devlet yetki ve görevlerinin kullanılmasından ibaret ve bununla sınırlı medenî bir işbölümü ve işbirliği olduğu ve üstünlüğün ancak Anayasa ve kanunlarda bulunduğu” Anayasa’da bir kere daha vurgulanmış (Any. Başlangıç). Üstelik “Anayasanın dayandığı temel görüş ve ilkeleri belirten başlangıç kısmı” da “Anayasa metnine dahil” edildiği için (Any. md.176/1), ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesi “Yasama, Yürütme ve
Yargı organları ile idare makamlarını ve diğer kuruluş ve kişileri bağlayan temel hukuk kuralı” niteliğine bürünmüş (Any. md.11). Böyle olunca, Anayasanın başlangıçtan itibaren düzenlenen maddelerinde yer alan hükümlerin kuvvetler ayrılığı sistemi üzerine oturtulduğu, maddelerde yer alan hükümlerin kuvvetler ayrılığı ilkesine uygun olarak düzenlendiği kendiliğinden ortaya çıkmaktadır.

   Öyleyse, ‘İrade-i Seniye’ (yüce, üstün irade, padişah iradesi) gibi, ne yasamaya, ne yürütmeye ne de yargıya tanınmayan bu üstünlük, sadece
ve sadece “Anayasa ve kanunlara” tanınmış oluyor. Buna karşılık, iktidar sahibi bazı ‘sorumlu’ kişilerin hala içinde taşıdığı anlaşılan “astığı astık,  kestiği kestik” dönemin kapandığını, şimdilerde gördüğümüz “Ben yaptım, oldu” zamanının geçtiğini anlayamadıkları anlaşılıyor. 
   Demokrasinin olmazsa olmaz şartı ‘uzlaşma’ aramaktan ziyade, Anayasaya aykırı değişikliklerin Anayasa Mahkemesi tarafından iptal edileceği kaygısı ile ‘Anayasa Mahkemesine başvurmama’ şartına dayalı hükümetçe ‘pazarlıklar’ yapılması, kamuoyunda hiç hoş karşılanmıyor.

Sanki ‘dava açma hakkının, şahsa bağlı bir hak’ olduğu, bu alanda verilen sözlerin ‘hukuki’ hiçbir değerinin olmadığı bilinmezmiş gibi... Dava açma hakkı gibi, çalışma hakkı gibi, evlenme hakkı gibi, kısaca yaşama hakkı gibi şahsa bağlı tüm “dokunulmaz, devredilmez, vazgeçilmez” hakların (Any.md.12) ‘referandumla’ bile kaldırılamayacağı bilinmezmiş gibi... 

   Üstelik herkesin hak ve özgürlüklerini en geniş ve rahat bir şekilde kullanması nı sağlamak ve korumakla görevli hükümet üyeleri tarafından bu tür pazarlıklar ın yürütülmesi hiç ‘etik’ olmuyor.

Aslında bütün bu değişiklikleri yapmak isteyen siyasileri anlamak zor değil. Yasama, Yürütme ve Yargı dahil, bütün güçleri ellerinde tutmak istiyorlar. 




Ama benim anlayamadığım, bazı medya yazarları...   Bunu Görmüyorlar mı?Bu konuda neden uyarıda bulunmuyorlar?

Zamanında bütün güçleri ellerinde tutan, bir muhalefet liderini hapse attıran, hatta Mecliste ‘tahkikat komisyonları’ kurarak yargıya bizzat el atan, Anayasa’yı ihlalden mahkûm olan rahmetli Menderes’in sonunu düşünmüyorlar mı? Tarihten ders almazlar mı?
Aksi halde ‘bağımsız yargıdan’ nasıl söz edebileceğiz. Hâlbuki o ünlü reklamdaki özdeyişi hep yazdık ve yazıyoruz:

   “Kontrolsüz güç, güç değildir”. Güç, kontrol altına alınmazsa, ne olur? Frenleri tutmayan arabanın yokuş aşağı giderken uğradığı akıbete uğrar! Gider kayalara toslar! Sonra da kabahati, tosladıkları ‘kayalarda’ ararlar. Hâlbuki memleketi kayalara toslamaktan başta ‘siyasiler’ olmak üzere hepimizi kurtaracak tek kurum var: Anayasa Mahkemesi. Aksi halde sadece onlar değil, hepimiz çekiyoruz acılarını. 

   Şu bir gerçek ki, zamanında Anayasa mahkemesi olsaydı, merhum Menderes’in akıbeti böyle olmazdı. Bu nedenle, Cumhuriyetin temeli ‘demokratik hukuk devleti’ ve ‘güçler ayrılığı’ ilkeleri doğrultusunda, başta Anayasa Mahkemesi olmak üzere, ‘bağımsız yargıyı’ korumak hepimizin görevi olmalı…

   İptal kararları olumlu fakat yeterli değil Anayasa Mahkemesinin verdiği son kararları nasıl yorumluyorsunuz?

Bana göre Anayasa Mahkemesinin son kararı, “ne şiş yansın ne kebap” türünden bir karar oldu.

Ama her şeye rağmen saygı duyulması gereken bir karar olduğu unutulmamalı.
Bu karar, “yürütme organının yargı üzerindeki etkisini arttırmış”, dolayısıyla Anayasa metnine dahil bulunan Başlangıç hükümlerindeki ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkesini zayıflatmıştır. Hâlbuki Cumhurbaşkanının arttırılan yetkilerine ilaveten bir de halk tarafından seçilme yolunun açıldığı ve hükümet sistemi olarak ‘Başkanlık rejimine’ yaklaşıldığı göz önünde tutulacak olursa, ABD ve Fransa’da görüldüğü gibi, daha güçlü bir ‘bağımsız yargı’, dolayısıyla daha güçlü bir ‘kuvvetler ayrılığı’ sistemine gidiş olmalıydı.

   Ancak Yüksek Mahkemenin bize göre kendisine yapılan sert eleştiri ve ‘saldırıların’ baskısı altında verdiği bu karara da saygı duymak gerekir.
Aslında tam bir ‘hukuk devleti’ olmadığımızı, özellikle ‘siyasilerin’ yaptığı ‘saldırı’ niteliğindeki eleştirilerin ‘yaptırımsız kalması’ ile açıklayabiliriz. Dokunulmazlık zırhına bürünen iktidar sahibi siyasilerin ‘saldırıları’ hakkında, Adalet Bakanına bağlı savcıların soruşturma açmalarını beklemek  herhalde beyhude olurdu. 

Bu da gösteriyor ki, “balığın baştan kokmasını” istemiyorsak, ‘milletvekili dokunulmazlığının’ da biran önce yeniden ele alınmasında, ‘hukuk devletini’ işler hale getirmekte, ‘imtiyazsız’ bir toplum yaratmakta yarar var. Aksi halde, halen yaşanan siyasi gerginlikleri göz önünde bulunduracak olursak, bugüne kadar başta Anayasa’ya karşı ‘hukuk dışı tutum ve davranışları’ nedeniyle ülkeyi darbelere sürükleyen ‘siyasilerin’, tarihi tekerrür ettirmesinden korkmak gerekiyor.

   Bakınız, bugüne kadar ‘imtiyazlı’ olarak nitelenen askerler bile nasıl yargılanıyor. Hatta bir askeri mahkemenin ‘yolsuzluk’ nedeniyle bir ordu komutanı orgeneralin rütbelerini sökerek mahkûm ettiğini de çok iyi biliyoruz. ‘İmtiyazlı’ olduğu iddiasıyla beğenmediğiniz Türk Silahlı Kuvvetleri’nde hukukun nasıl işlediğini de hep birlikte gördük… Ama yanlış yere park ettiği için aracına ceza yazılan milletvekilinin ‘polis tokatladığını’ ve ‘polisi sürgüne yolladığını’ da gördük, görüyoruz...

   Hâlbuki o polis, sadece o milletvekilinin çıkardığı kanunu uyguluyor!..

    Anayasa Mahkemesi kararına gelince, Hâkimler ve Savcılar Yüksek Kurulunun (HSYK) tabii üyeleri Adalet Bakanı ve Müsteşarı dahil, 22 üyeden oluşması aynen devam ediyor. Ancak Mahkeme kararından önce doğrudan Cumhurbaşkanınca atanacak YÖK’ün önerdiği 4 üyenin ‘hukukçu’ olma şartı yoktu. 

Bu iptal edildi. Şimdi, Cumhurbaşkanınca atanacak 4 Üyenin de ‘ Hukukçu ’ olması şartı var. Bunların dışında 3 Üyenin Yargıtay üyeleri arasından, 
2 Üyenin Danıştay üyeleri arasından, 1 Üyenin Adalet Akademisi üyeleri arasından seçilmesi yolundaki hüküm devam ediyor. 

    Ayrıca 7 Üyenin birinci sınıf adli yargı hâkim ve savcıları arasından, 3 üyenin de birinci sınıf idari yargı hâkim ve savcıları arasından dört yılda bir yenilenecek seçimlerde belirlenmesiyle ilgili hükümlere de dokunulmamış. Seçilen adayların tekrar seçilme hakkı da devam ediyor. Benim bu konudaki korkum, yargı organlarında da bir zamanların Pol-Der ve Pol-Bir ayrışmasının görülmesi… Zaten henüz böyle bir seçim yapılmadığı halde bu ayrışmanın başladığını görüyoruz: YARSAV ve Demokrat Yargı ayrışması gibi... Vatandaş yargılanırken hangi
hâkime düştüğü konusunu merakla araştırmaya başlayacak, avukatından öncelikle bu konuda bilgi alacak, en önemlisi ve en kötüsü, ‘mahkemeye
(devlete) güven’ konusunda birtakım kuşkular duyabilecektir...

   Bunun dışında, Anayasa Mahkemesinin 17 üyeye çıkarılan sayısı da korunmuş. Ancak bu üyelerden 3 tanesi TBMM, 14 tanesi yürütmenin başı olan Cumhurbaşkanınca seçilecek.

   İptal kararından önce seçilecek üyelerin de bir kısmının ‘hukukçu’ olma şartı yoktu. Adayların, ‘iktisat’, ‘siyasal bilimler’ eğitimi almış olmaları veya ne demekse, ‘üst düzey yönetici’ olmaları yetiyordu.

Artık yetmiyor. Şimdi, Cumhurbaşkanınca atanacak bu üyelerin hepsinin de ‘hukukçu’ olması gerekiyor.

Bunlardan Sayıştay tarafından her boş yer için gösterilecek (bize göre hukukçu olması gereken) üçer aday arasından 2 üye ile baro başkanlarının serbest avukatlar arasından gösterecekleri 3 aday arasından 1 üyeyi TBMM önce üçte iki, sonra salt çoğunluk, bilahare en fazla oy alan adaylar arasından ‘gizli oy’ ile seçecek.

Sonuç olarak parlamentoda çoğunluğu sağlayan iktidar adaylarının seçileceği muhakkak. Adayların 2/3 veya 3/5 gibi ‘nitelikli çoğunlukla’ seçilmesi, Mecliste ‘uzlaşma’ arayışlarını teşvik edeceğinden ‘millet iradesine’ daha uygun düşerdi.
Geriye kalan adaylardan 3 üye YÖK tarafından her boş üyelik için gösterilecek en az ikisi ‘hukukçu’ 3’er aday arasından, 4 üye avukatlar, birinci sınıf hâkimler ve Anayasa mahkemesi raportörleri arasından, 3 üye Yargıtay’ın, 2 üye Danıştay’ın, 1 üye Askeri Yüksek İdare Mahkemesi’nin ve 1 üye de baro başkanlarının her bir boş yer için gösterecekleri üçer aday arasından Cumhurbaşkanı tarafından seçilecek.


Hemen ekleyelim ki Anayasanın “evet” ile kabul edilmesi halinde ‘hukukçu’ olmayan Sayın Anayasa Mahkemesi ‘başkanı’ ile son olarak Sakarya Üniversitesinden Cumhurbaşkanınca atanan ‘iktisatçı’ üyenin üyelikleri ne olacak? Düşecek mi, kalacak mı? 

   Sayıştay’dan gelen ‘başkanın’ durumu belki farklı olabilir.

Zira aynı zamanda bir ‘yüksek yargı organı’ olan Sayıştay üyeleri de ‘yargıç’ statüsündedir. Ama son olarak Sakarya Üniversitesinden atanan meslektaşımız  ın üyeliğinin tartışma yaratacağı muhakkak. Gerçi, Anayasanın yeni getirilen Geçici 19. maddesinde “mevcut üyelerin görevlerinin sonuna kadar (65 yaşına kadar) devam edecekleri” belirtilmiş.

Ancak Anayasa Mahkemesi üyelerinin ‘hukukçu’ olmasını şart kılan, ‘iktisat’ ve ‘siyasal bilimler’ kökenli olmasını iptal eden kararlarından sonra ‘iktisat’ kökenli üyeler için bu göreve devam etmek, ne derece ‘kararın (Anayasanın) ruhuna’ uygun ve ‘etik’ olacak!
Kuşkusuz, Anayasanın kabul edilmesinden sonra tartışma yaratacak konuların başında bu da geliyor.

Aslında HSYK ve Anayasa Mahkemesine üye seçimleriyle ilgili işin püf noktası şurada idi: Belirlenecek üçer adayın Genel Kurullardaki seçimlerinde,
sadece bir aday için oy kullanılması. Bunlardan oy sıralamasında en fazla oy alan üç aday arasından Cumhurbaşkanı istediği adayı atayabilecek ti. Örneğin, 100 kişilik Genel Kurulda adaylardan biri 65 oy, diğeri 30 oy, üçüncüsü 5 oy almış olsun. Cumhurbaşkanı, üniversitelerde yüzlerce oy alan rektör adayları dururken nasıl 3 oy alan adayları bile atıyorsa, 5 oy alan adayı da Anayasa Mahkemesine üye olarak atayabilecek ti.

   Artık bu da yok. Seçilecek her aday için ayrı ayrı oy kullanılabilecek. Bu anlamda, birden fazla aday seçilecek ise ya ayrı ayrı ya da listede yer alan birden fazla aday işaretlenerek oy kullanılabilecek. Rektör adaylarının atamasında yaşananlarda olduğu gibi, yüzlerce öğretim üyesinin oyuna karşı yapılan haksızlık ve onur kırıcı atamalar, artık yüzlerce hâkim ve savcının oylarına karşı da yapılmaya devam edilemeyecek.

   Bütün bu nedenlerle, iptal kararlarını olumlu, fakat yeterli görmüyorum.

   Bugüne kadar zaten yürütme organı Adalet Bakanı aracılığı ile yargıyı gerekirse tıkayabiliyor du.
HSYK’da Adalet Bakanı ve müsteşarı, gündemi hazırlamak ve alınan kararı uygulamak yetkisine sahip olduğu için hep tıkanmalar yaşanıyor
idi. Bunun devam edeceği görülüyor. Çünkü kurulacak HSYK Sekretaryası doğrudan Adalet Bakanına bağlı (bakan oluruyla) çalışmaya devam edecek. 

     Bunun gibi, hemen tüm Anayasa Hukuku kitaplarında Bakanlık Teftiş Heyetinin HSYK’ya bağlı çalışması öngörülürken, buna uygun olarak yeni düzenlemede de Teftiş Heyeti HSYK’ya bağlanmış.

   Ama müfettişin görev yapması yine ‘bakan oluruna’ bağlanmış. Bana göre kamuoyunda çok eleştirilen Bakanın, Kurulda başkan olmasından daha önemli ve ‘yargı bağımsızlığını’ zedeleyen en önemli hükümler bunlar. Bu hükümler nedeniyle, Anayasa Hukuku kitapları ‘yargı bağımsızlığını’ zedelemeye ve hatta yok etmeye müsait bu düzenlemeleri eleştirmeye devam edecektir kuşkusuz…

    Uzlaştırma Kurulunun yapısı, yeniden düzenlenecek Anayasa değişiklikleri arasında memurlar bakımından yapılan değişiklikleri nasıl yorumluyorsunuz?
Önemli bir değişiklik ‘kamu görevlilerine’ (memurlara) tanınan toplu iş sözleşme si hakkı ile ilgili…

Anayasa ile getirilen değişiklik hükmü şöyle: “Memurlar ve diğer kamu görevlileri toplu sözleşme yapma hakkına sahiptirler. Toplu sözleşme
yapılması sırasında uyuşmazlık çıkması halinde taraflar Uzlaştırma Kuruluna başvurabilir. Uzlaştırma Kurulu kararları kesindir ve toplu sözleşme hükmünde dir. Toplu sözleşme hakkının kapsamı, istisnaları, toplu sözleşmeden yararlanacaklar, toplu sözleşmenin yapılma şekli, usulü ve yürürlüğü, toplu sözleşme hükümlerinin emeklilere yansıtılması, Uzlaştırma Kurulunun teşkili, çalışma usul ve esasları ile diğer hususlar kanunla düzenlenir”.

   Görüldüğü gibi yapılan değişiklik, memurlara grev hakkı tanımaksızın ‘toplu sözleşme’ yapma hakkını tanımaktadır. Zikredilen Anayasa’dan  kaldırılan hüküm ise sadece ‘toplu görüşme’ hakkını tanımaktaydı. Bu görüşmelerin uzlaşmayla sonuçlanmaması halinde son sözü Bakanlar  Kurulu söylemekte idi. 

   Yeni düzenlemede toplu görüşmeyi sonuca bağlama, yani son sözü söyleme yetkisi Bakanlar Kurulundan alınmakta, doğrudan Uzlaştırma Kuruluna verilmektedir.
Tıpkı, işçi sendikalarına grev yasağı bulunan işlerde ve işyerlerinde toplu sözleşme görüşmeleri sırasında çıkan uyuşmazlıklarda Yüksek Hakem Kuruluna başvurma hakkının tanınmasında olduğu gibi... Burada Yüksek Hakem Kurulu yerine Uzlaştırma Kurulu devreye giriyor.

Halen 4688 sayılı Kamu Görevlileri Sendikaları Kanununun 35. maddesinde öngörülen Uzlaştırma Kurulunun teşkili ve üye sayısı şöyle:

“Uzlaştırma Kurulu, Yüksek Hakem Kurulu Başkanının başkanlığında; Üniversitelerarası Kurul tarafından, fakültelerin çalışma ekonomisi, iş hukuku, idare hukuku ve kamu maliyesi bilim dallarından seçilecek birer üye olmak üzere dört öğretim üyesinden oluşur. 

  Bu üyeler, siyasî partilerin merkez karar ve yürütme kurullarında görev alamazlar. Üyeler iki yıl için seçilirler. Süresi biten üyeler yeniden seçilebilir. Kurulun sekretarya işleri, Devlet Personel Başkanlığınca yürütülür”.

Görüldüğü gibi kendisi aynı zamanda Yargıtay’ın iş davalarına bakmakla görevli 9. Hukuk Dairesi Başkanı olan Yüksek Hakem Kurulu Başkanının başkanlığında, dördü öğretim üyesi beş kişiden oluşan heyet, oldukça özerk bir yapıya sahiptir.

    Ancak acaba, bu yapı aynen korunacak mı? Zira Anayasa ile getirilen değişiklikte, “Uzlaştırma Kurulu kararları kesindir ve toplu sözleşme hükmünde  dir. Toplu sözleşme hakkının kapsamı, istisnaları, toplu sözleşmeden yararlanacaklar, toplu sözleşmenin yapılma şekli, usulü ve yürürlüğü,
toplu sözleşme hükümlerinin emeklilere yansıtılması, Uzlaştırma Kurulunun teşkili, çalışma usul ve esasları ile diğer hususlar kanunla düzenlenir” denilmektedir. Bu da gösteriyor ki Uzlaştırma Kurulunun yapısı, yeniden düzenlenecek. Bir başka deyişle, bütçe yapan hükümetin atadığı memurların ağırlıklı olduğu bir kurulun teşkili hiç şaşırtıcı olmaz. Sonuçta ‘kararları kesin’ olsa da yine bugün ‘son sözü söyleyen’ Bakanlar Kurulunun  vereceği kararlardan farklı bir şey beklemek hayal olur.

    İşçilerin toplu iş sözleşme düzeninde de bir değişiklik yapıldı.

    Bunu nasıl yorumluyorsunuz?

Söz konusu edilen hüküm, “aynı işyerinde, aynı dönem için birden fazla toplu iş sözleşmesi yapılamayacağı ve uygulanamayacağı” yolundaki Anayasa hükmüdür (Any. md. 53/son). Aynı hüküm, Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanununda da (TİSGLK md.3/son) yer almaktadır.

    Bu hükmün yürürlükten kalkması için, TİSGLK’dan da kaldırılması gerekir. Aksi halde hükmün sadece Anayasadan kaldırılması yetmez.

Ama bize göre hükmün TİSGLK’da kalmasında yarar var.

Şöyle ki, “aynı işyerinde aynı dönem için birden fazla toplu iş sözleşmesi yapılamayacağı ve uygulanamayacağı” yolundaki Anayasa ve yasa hükümlerinin amacı, toplu iş sözleşmesinin getirdiği yararların ve işlevin, taraflarca belirlenen süreler içinde işyerinde istikrar sağlamasıdır.

Öyle ki yürürlükte olan bir sözleşmenin üstüne yeni yapılan bir toplu iş sözleşmesinin tarafları olan işçi sendikası ve işveren sendikası veya
sendika üyesi olmayan işveren ‘ehil’ ve ‘yetkili’ olsalar bile, bu yapılan ikinci sözleşme ‘geçersiz’ olacaktır.

Üstelik sözleşmenin yürürlüğü süresince tarafların durumunda meydana gelen değişiklikler de bu istikrarı engellemeye yetmemektedir. 


     Örneğin, taraf işçi sendikasının üye durumunda meydana gelen değişiklikler sonucu çoğunluğu kaybetmesi veya işyerinin şu veya bu şekilde el değiştirmesi
nedeniyle işverenin değişmesi hallerinde bile toplu iş sözleşmesi taraflarca belirlenen süre içinde yürürlükte kalmaya devam edecektir.

    Bu hüküm sadece ‘işyeri toplu iş sözleşmeleri’ için değil, ‘işletme toplu iş sözleşmeleri’ için de yürürlükte kalmaya devam etmektedir. Üstelik aynı maddenin 2. fıkrasında belirtilen hükümden takviye alarak: “Bir gerçek ve tüzel kişiye veya bir kamu kurum ve kuruluşuna ait aynı işkolunda birden çok işyerine sahip bir işletmede ancak bir toplu iş sözleşmesi yapılabilir” (TİSGLK md.3/2).

   Öyleyse bir işletmeye dahil bulunan iş yerlerinden birinde de bir toplu iş sözleşmesinin bulunması halinde, işbu amir yasa hükmü karşısında
ikinci bir toplu iş sözleşmesinin (işletme toplu iş sözleşmesinin) yapılması mümkün olmayacaktır. Nitekim bir işletme, toplu iş sözleşmesi yapma
girişiminde bulunulması üzerine, işletmeye dahil iş yerlerinden birinde uygulanmakta olan toplu iş sözleşmesinin tarafı işçi sendikası buna itiraz
etmiş, Yargıtay sendikanın itirazını yerinde bulmuştur. 

Bu nedenle, işletme toplu iş sözleşmesi yapılabilmesi için, işletmeye bağlı iş yerlerinden birinde yürürlükte bulunan toplu iş sözleşmesinin bitimine 120 gün
kala yetki işlemlerine başlanması ve iş yeri sözleşmesinin süresi bitmeden işletme toplu iş sözleşmesinin yürürlük süresinin başlatılamaması gerekir
(TİSGLK md.7/2).

    Görüldüğü gibi esasen işyerinde istikrarı sağlamak, her gün bir malın fiyatının arttığı veya ne olacağının bilinmediği serbest piyasa mekanizması içinde iş gücü fiyatının 1-3 yıl süreyle sabit fiyatla satın alındığı toplu iş sözleşmesi düzeninin amacına uygun olan bu hükümlerin kaldırılması pek de yarar sağlamayacaktır.

    Üstelik böyle bir düzenleme, işyerinin istikrarını tehlikeye atabilecek ve hatta kaotik bir ortama yol açabilecektir. Öyle ki bu hükümlerin kaldırılması, işyerlerinde sendikalar arası rekabeti arttıracak, aynı işyerinde birden ziyade sendikanın toplu iş sözleşmesi yapma yolu açılacak, işyerlerinin üretim akışı bundan olumsuz etkilenecektir.

Esasen, sendikal istikrarın sağlanamadığı, özellikle siyasi iktidara göre sendika değişimlerinin sık sık yaşandığı ülkemizde, her imzalanan toplu iş sözleşmesi sonrası daha iyi sözleşme yapılacağı umuduyla bunu beğenmeyen işçilerin sendika değiştirerek işyerlerinde verimliliği olumsuz etkileyecek davranışlarda bulunması kaçınılmaz hale gelebilecektir.

     Sonuç olarak, bu derece ‘teferruata’ ilişkin bir konunun ‘Anayasa yapma tekniği’ ile bağdaşmadığı, bu açıdan hükmün Anayasa’dan kaldırılmasının
olumlu olduğunu belirtmek isterim. 

     Buna karşılık, halen ülkemizdeki sendikalar arası ‘üye sirkülasyonu’ göz önünde tutulacak olursa, kanunun işyerlerinde ‘istikrarı’ sağlamaya yönelik amacının değişmemesi için hükmün TİSGLK’da kalmaya devam etmesinde yarar görüyoruz.

Kanundan çıkarılmadıkça Anayasadan kaldırılması uygulamada hüküm doğurmaz İşçi sendikalarını ilgilendiren önemli değişiklikler de yapıldı.

Onları nasıl yorumluyorsunuz? İşçi sendikaları ile ilgili olarak yapılan Anayasanın kaldırılan 51. maddesinin 4. fıkrasında yer alan bu hüküm şöyledir: “Aynı zamanda ve aynı iş kolunda birden fazla sendikaya üye olunamaz”. 

Aynı hüküm 2821 sayılı Sendikalar Kanununun 22/1. maddesinin birinci cümlesinde de aynen tekrar edilmiştir. 

Bu nedenle işbu yasağın, uygulamadan kalkması için Sendikalar kanunundan da çıkarılması gerekmektedir. Aksi halde kanundan çıkarılmadıkça,  Anayasadan kaldırılması, uygulamada hiçbir hüküm doğurmayacaktır.

    Yasağın önemini kavramak için öncelikle ne anlama geldiğini açıklamak gerekmektedir: İşverenlerin ‘işveren sendikalarına’ üyeliğini de kapsamına alan bu yasak, ‘tek sendikaya üyelik’ prensibinin bir sonucudur.

Buna göre, işçi ve işverenler için herhangi bir sendikaya üye olmanın ön koşulu, daha önce ‘aynı iş kolunda’ kurulu bulunan bir başka sendikanın üyesi olmamak tır. Aksi halde, “aynı zamanda aynı iş kolunda... Birden çok sendikaya üye olunması halinde sonraki üyelikler geçersizdir” (Sen. K. md.22/1). 

    Üstelik Yargıtay, Anayasa ve Kanunda bulunan ‘aynı iş kolunda’ deyimini göz ardı ederek, işçinin “farklı işkolunda” bile olsa ikinci bir sendika üyeliğini “geçersiz” saymıştır.

    Böyle olunca, çağdaş iş ilişkilerinin çeşitlendiği günümüzde, İş Hukukunun “işçiyi koruma amacına” aykırı olarak farklı iş kollarında özellikle kısmi (part-time) çalışanların birden çok sendika üyeliği engellenmiş olmaktadır. Örneğin, ‘gıda’ iş kolunda yarım gün çalışan bir işçinin yarım gün de ‘büro iş kolunda’ veya iki gün bir iş kolunda üç gün diğer iş kolunda çalıştığı düşünülecek olursa, bu işçi bu iş kollarında örgütlü bulunan sendikalardan sadece birine üye olabilmektedir. Hâlbuki işverenleri ayrı ayrı iş kollarında faaliyet gösteren iki ayrı iş yerinde örgütlü bulunan farklı sendikalardan birinin koruması altında olduğu için diğer iş yerinde örgütlü bulunan sendikanın korumasından işçiyi mahrum
etmenin hiçbir mantığı olmadığı açıktır.

    Kanunun Gerekçesinde, toplu iş sözleşmesi yapmak için aynı işkolunda kurulu farklı sendikalar arasında çıkan ‘yetki uyuşmazlıklarının’ çözümlenmesini kolaylaştırmak amacıyla kabul edildiği belirtilen ‘tek sendika üyeliğinin’, aynı zamanda sendikalara üye olma serbestîsinin (özgürlüğünün) sınırını teşkil ettiğine kuşku yoktur. Anayasanın kaldırılan 54/7. maddesine paralel olarak Sendikalar Kanununun 22/1. maddesi hükmü de kaldırıldığı takdirde, İş Hukukunun ‘işçiyi koruyucu amacına’ uygun olarak farklı işkollarında kısmi (part-time) çalışanların birden çok sendikaya üye olarak korunmaları mümkün olabilecektir.

    Ancak bu korumanın sağlıklı olabilmesi için Sendikalar Kanununun 22/1. maddesinde yer alan “aynı zamanda aynı işkolunda… Birden çok sendikaya üye olunması halinde sonraki üyelikler geçersizdir” hükmünün yürürlükte kalmaya devam etmesi gerekir. Aksi halde, özellikle toplu iş sözleşmesini yapmaya ‘yetkili sendikanın’ tespitiyle ilgili uyuşmazlıklar sırasında, bir işyerinde faaliyette bulunan farklı iki veya üç sendikaya da üye olan ve özellikle sendikaların baskısı ile birinden diğerine sık sık geçişler yapan işçilerin, sendikaları bitmez tükenmez davalarla meşgul ettikleri, işyerlerini belirsizlikler içine sürükledikleri ve bu suretle çözümü fevkalade zor sorunlar yarattıkları iyi bilinmektedir. 12 Eylül 1980 öncesi çıkan yetki uyuşmazlıklarında, işyerlerinde birden çok sendikaya üye olan işçilerin sendikal rekabette çözümü fevkalade zor sorunlara yol açtığı unutulmamalıdır. Özellikle sendikalar arasında ‘paylaşılamayan üyeliklerin’ sendikalar arası rekabette yarattığı kaos ve bunun işyerlerine yansımasının yarattığı verim düşüklükleri hala akıllardadır.

    Bütün bu nedenlerle, sözünü ettiğimiz Sendikalar Kanununun 22/1. maddesinde yer alan “aynı zamanda aynı iş kolunda…  Birden çok sendikaya üye olunması halinde sonraki üyelikler geçersizdir” hükmünün muhafaza edilmesi koşuluyla, Anayasa hükmünün kaldırılmasının farklı işkollarında üye olma yolunu açması ve bunun sonucu yarı zamanlı çalışan işçilerin korunması bakımından
olumlu sonuçlar doğuracağı kanısındayız.

   Üstelik bundan böyle işverenler de ‘farklı iş kollarında’ faaliyette bulunan iş yerlerinde kurulu bulunan ‘işverenler sendikasına’ üye olabileceklerdir. Zira kaldırılan bu yasak, başta da belirttiğimiz gibi farklı iş kollarında da olsa, işverenlerin de ‘birden ziyade’ işveren sendikasına üyeliğini yasaklamakta idi.

Yapılan değişikliklerle sendikaların sorumlulukları artıyor Sendikaların grev hakları ve grev esnasındaki sorumlulukları ile ilgili değişikliklere nasıl bakıyorsunuz?

    Aslıda bu konuda yapılan değişiklikler, sendikaların sorumluluklarını arttırıcı nitelikte… Bunlardan ilk önemli değişiklik, grev yasaklarını ilgilendiriyor. Anayasanın kaldırılan 54. maddesinin 7. fıkrasında yer alan grev yasakları ile ilgili hüküm şöyledir: “Siyasî amaçlı grev ve lokavt, dayanışma grev ve lokavtı, genel grev ve lokavt, işyeri işgali, işi yavaşlatma, verim düşürme ve diğer direnişler yapılamaz”. 

   Buradaki ‘diğer direnişlerden’ maksat, ‘sempati’, ‘uyarı’ veya ‘gösteri’ grevleridir.

Aynı hüküm 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanununun (TİSGLK) 25/3. maddesinde de aynen tekrarlanmıştır. 

Bu nedenle, Anayasa değişikliğinden sonra bu yasakların 2822 sayılı TİSGLK’dan da kalkması gerekir. Çünkü bütün bu direnişler sadece Anayasa’da değil ve TİSGLK’da da ‘kanun dışı grev’ sayılmaktadır.

   Kanun dışı grev nedeniyle işveren, işçilerin hizmet sözleşmelerini ‘haklı sebeple’ herhangi bir ihbar öneli vermeksizin ve herhangi bir ‘ihbar’ ve ‘kıdem’ tazminatı ödemeksizin feshedebilecektir (TİSGLK md.45/1). Üstelik Yargıtay’a göre, kanun dışı greve önce katılıp sonra vazgeçen işçinin, iş sözleşmesi de kanun dışı grev sona ermeden ‘haklı sebeple’ ihbar ve kıdem tazminatı ödemeksizin feshedilebilir. Yeter ki bu konuda usulüne uygun bir fesih gerçekleştirilmiş; yani ‘haklı sebeple fesihler’ için öngörülmüş bulunan 6 işgünlük ‘hak düşürücü’ sürelere uygun davranılmış olsun (İş K.md.26/1). Ayrıca, kanun dışı bir grevin yapılmasına karar verenler, teşvik edenler, propagandasını yapanlar ve greve katılanlar ve devam edenler hakkında öngörülen 6 aydan 3 yıla kadar hapis ve 450 TL’den 10.000 TL’ye kadar para cezalarına ‘bir misli arttırılarak hükmolunur’ (TİSGLK md.72/4).

   Görüldüğü gibi belirttiğimiz direnişleri, ‘kanun dışı grev’ olarak niteleyen Anayasanın kaldırılan 54/7. maddesine paralel olarak TİSGLK’nun 25/3. 
maddesi de kaldırıldığı takdirde, özellikle siyasi bakımdan da tektonik bir bölgede bulunan ülkemizde, politikacıların hatalarının kefaretini,  iş yerlerinin işverenleri ile işçilerinin çekmesi kaçınılmaz olabilecektir.

    Gerçi maddede de belirtildiği gibi, bütün bu yasakların ‘kanun dışı lokavtı’ da içine aldığı; ‘siyasi’ ve ‘dayanışma’ nitelikli lokavtlar ile benzeri ‘direnişlerin’ işverenler ve işveren sendikaları tarafından da yapılması yasaklarının kaldırıldığı bir gerçektir. Ancak uygulamada bu tür lokavtlara ne ülkemizde ne de başka bir ülkede zaten rastlanmadığı için sadece teorik bir anlamı vardır.

    Uygulamada, sadece ‘siyasi’ bir sonuç doğurması beklenebilecek bu direnişler, sonuçta üretim ve ücret kaybına yol açacak eylemlerdir.

Yoksa ‘kanun dışı’ olmaktan çıkarılan bu eylemler nedeniyle, artık ne işçilere ne de sendikaya ‘genel hükümler’ dışında herhangi bir ‘hukuki’ veya ‘cezai’ bir sorumluluk yüklenmeyecektir.

    Genel hükümlere göre sorumluluk da örneğin, ‘işyeri işgali’ gibi hallerde verilen zararlar karşılığı sorumluluktur. Bu da ‘kişisel’ nitelikli bir sorumluluktur. Bunların dışında, işçilerin sendikal eylemlerinin olumlu ‘siyasi’ sonuç doğurması, ülkemizde pek rastlanmayan, sadece kamuoyu tepkilerine ‘duyarlı’ bazı iktidarlar nezdinde mümkün görünmektedir. Halen Anayasa’ya aykırılığı da tarafımızdan
dile getirilen ve bilahare açılan bir dava nedeniyle Danıştay tarafından Anayasa Mahkemesine götürülen 4-C çalışanı TEKEL işçilerinin  ‘Kanuni direnişlerinin’ bile siyasi iktidar tarafından ne derece dikkate alındığı iyi bilinmektedir. Geçmişte sendikal hakları için eyleme geçen  sendika ve işçilerin, 15-16 Haziran 1970 olayları vesilesiyle iktidara karşı gösterdiği tepkiler de Anayasa Mahkemesinde çözüme ulaşmıştı.

    Yasakların kalkması ülkemizde demokratik duyarlılıkları arttıracaktır Ama her şeye rağmen Avrupa’nın demokratik ülkelerinde de bulunmayan bu tür yasakların kalkmasının, ülkemizde demokratik anlayışımızın ve kültürümüzün gelişmesine katkıda bulunacağı ve siyasi iktidarların da zaman içinde ‘demokratik duyarlılıklarını’ arttıracağı kuşkusuzdur.

Grev esnasında meydana gelen zararlardan sendikalar sorumlu tutulamayacak  Bu konuda getirilen ikinci önemli bir değişiklik, grev esnasında  meydana gelen zararlardan ‘sendikaları sorumlu’ tutan hükmün kaldırılmasıdır.

   Bu maddeye göre, “grev esnasında greve katılan işçilerin ve sendikanın kasıtlı veya kusurlu hareketleri sonucu, grev uygulanan iş yerinde sebep oldukları maddî zarardan sendika sorumludur”. Aynı zamanda 2822 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanununun 47/4. maddesinde de belirtilen bu hüküm, Anayasadan kaldırılmaktadır. Muhtemeldir ki 2822 sayılı Kanundan da kaldırılsın. Ancak Anayasadan kaldırılmış olmakla, ilgili maddenin otomatik olarak 2822 sayılı yasadan da kalkmış olacağını sanmak yanıltıcı olur. Anayasadan kalkmış olmasına rağmen, yasadan kalkmadığı sürece maddenin yürürlükte kalacağını aklımızdan çıkarmamız gerekiyor.

Nedir, Kaldırılan bu Maddenin anlamı?

Öncelikle maddenin önemini açıklamaya çalışalım: Hemen belirtelim ki kaldırılan maddede belirtilen zarardan Anayasa ve Kanun koyucunun kastettiği, ‘grev nedeniyle’ işyerinin çalışamaması ve üretim yapamaması nedeniyle işverenin uğrayacağı ekonomik zarar değildir. 

Burada sözü edilen zarar, grev esnasında işçilerin ve sendikanın ‘kasıtlı veya kusurlu hareketleri’ sonucu işyerinde meydana gelen ‘maddi zarardır’. Öyleyse öncelikle ‘manevi zararlar’, bu hükmün kapsamı dışındadır. Ancak grev uygulanan işyerinde meydana gelen zararın, mutlaka sendika üyesi işçiler tarafından yapılması da şart değildir.

   Sendika üyesi olmayan üçüncü kişiler veya başka sendika üyesi ‘işçilerin’ verdiği ‘grev sırasındaki’ zararlardan da işyerinde grev ilan eden yetkili sendika, bu madde hükmüne göre sorumlu tutulmaktadır.

   Ekleyelim ki burada söz konusu edilen sorumluluk, işverenin zararlarını tazmine yönelik bir sorumluluktur.

Yoksa uygulanan grevi ‘kanun dışı’ kılan bir sorumluluk değildir.
Ancak bu hüküm uygulamada kaldığı sürece, grev ilan eden ve uygulamaya başlayan işçi sendikasının işyerinde dikkatli olması; özellikle grev gözcülerinin seçiminde özenli davranması, işyerine herhangi bir zarar gelmesini önlemesi gerekir. 
Zira uygulamada Yargıtay, ‘grevin ayrıntılarıyla uygulanış biçiminden’ ve ‘grev gözcülerinin davranışından’ işçi sendikasını sorumlu tutmaktadır.
Sendika tüzel kişiliği değil ama zararı veren gerçek kişiler sorumlu tutulacak Görüldüğü gibi işyerinde grev ilan eden ve bunu uygulamaya koyan
sendika, işyerinde ‘kasıtlı veya kusurlu’ davranışları nedeniyle zarar, üçüncü şahıslardan bile gelse, sorumlu tutulmaktadır. 

    Kuşkusuz, sendikanın kusuru ve katkısı olmadan, doğrudan grevci işçiler veya üçüncü şahıslar tarafından verilen zararları sendikanın tazmin  etmesi, ödediği tazminatı da genel hükümler çerçevesinde kusurlu işçilere rücu etmesine engel bulunmamaktadır. 
Ancak kaldırılan hüküm ile meydana gelen zararlardan  artık sendikanın sorumluluğu bulunmayacaktır. 
Bir başka deyişle, meydana gelen zararın elbette bir sorumlusu olacaktır. 

   Ama bu sorumlu sendika ‘tüzel kişiliği’ olmayacak, zararı veren ‘gerçek kişiler’ sorumlu tutulacaktır.

Olası zararlarda sendikaların saygınlığı kamuoyunda azalabilir Doğal olarak grev esnasında, işyerinin işveren tarafından denetiminin güçleşeceği  göz önünde tutulacak olursa, zararı veren ‘gerçek kişi’ sorumluyu bulmak ve zararı, onun verdiğini ispat etmek oldukça zorlaşacaktır.

Bu durumda meydana gelen maddi zararların karşılığı sendika belki parasal anlamda bir karşılık (tazminat) ödeme yoluna gitmeyecektir.

Ancak işyerinin güvenliği kendisine emanet edilen sendikanın, kamuoyu önündeki prestiji önemli yara alacaktır. Bu nedenle, sendikaların ‘para ile dahi ödenemeyecek derecede önemli olan prestijlerini’ (!) muhafaza etmeleri bakımından grev esnasında işyerlerine daha fazla itina göstermesi, ‘işçilerin ve sendikanın ekmek teknesi’ işyerlerini çok daha iyi korumaları beklenebilir.

    Siyasi iktidarın yargıyı ele geçirme faaliyetini ilgilendiren maddeler önemli Daha birçok değiştirilen madde var. Sizce halkın bu kadar çok maddeyi barındıran değişiklik paketini anlayıp bilinçli karar vermesini gerektiren bir zamanlama içinde miyiz? Yoksa zaten ekonomik zorlukların içinde yaşam mücadelesi veren ve de önemli ölçüde eğitim seviyesinin düşük olması itibariyle bu referandum bir oldu bittiye mi getirilmek isteniyor?

   Zaten amaç buydu diye düşünüyorum. Halkımızın, size sohbetimizin başından bu yana açıkladığım maddelerle ilgili ne çıkarı olabilir ki… HSYK’nın ve Anayasa Mahkemesi üyelerinin sayısının değiştirilmesiyle ilgili olarak bir çıkarı olduğunu düşünmüyorum. Çünkü değiştirilen hangi madde işsizlik, eğitim, sağlık, geçim sıkıntısı, özellikle kayıt dışı işçilik gibi sorunlarına çare olacak! Türkiye’de çalışanların yarısı ‘kayıt dışı’ çalışıyor. Yakın bir gelecekte bu insanlar biraz yaşı ilerleyince işten çıkarılacaklar. Bunlar ya dilenci olacaklar ya da mafyanın tetikçisi olacaklar. Bu maddelerin değiştirilmesinden onların çıkarı, ne? Çıkarları yok... Ama siyasi iktidar sahiplerinin bir çıkarı olduğu muhakkak.

   Çünkü daha çok üst düzey yönetimi, siyasi iktidarın yargıyı ele geçirme faaliyetini ilgilendiren maddeler önemli... Diğer maddeler garnitür gibi duruyor. En başta Cumhuriyetin temel ilkeleri ile karşı karşıya geldikleri zaman, engel tanımak istemediklerini düşünüyorum. Değiştirilemez ve değiştirilmesi teklif dahi edilemez ilkelere dokunmadan, ama Anayasanın içeriğindeki diğer maddeleri değiştirerek bu ilkelerin içini boşaltma teşebbüsleri göz önünde tutulacak olursa, amacın ne olduğu daha iyi anlaşılır kanaatindeyim.

Siyasi iktidarın 8 yıllık iktidarı döneminde Kamu İhale Kanunu yaklaşık 20 defa değişti Bakınız, üst düzey yönetimin çıkarı nerede biliyor musunuz? 

Siyasi iktidarın 8 yıllık iktidarı döneminde Kamu İhale Kanunu yaklaşık 20 defa değişti. Bu demektir ki ortalama 4-5 ayda bir İhale Kanunu değiştiriliyor.
Böyle şeyler ‘devletin istikrarı’ ilkesine aykırıdır. Bir kanun, hele devletin işinin yapılmasına ilişkin ihalelerle ilgili bir kanun ise öyle sık sık değiştirilmez. 

   Kamuoyunda ‘liyakat esasına’ göre değil, ‘ilişki esasına’ göre ihale yapıldığı izlenimi yaratır. 
Devlete duyulan güveni sarsar. Yapılan özelleştirmelerin, usulsüz veya kanunsuz nitelendirmesinin temelinde belki de bu yatıyor.
Çünkü Danıştay, TÜPRAŞ gibi, TELEKOM gibi, TEDAŞ gibi birçok özelleştirmelere yapılan itirazları, reddeden kararlar da verdi. İktidar, bu gibi durumlarda hiçbir şey söylemedi. Ama özelleştirmelerde yapılan usulsüzlükler nedeniyle ‘iptal’ kararı verince, hemen yargıya ateşe başlıyorlar. Hâlbuki yargının verdiği kararlar ‘hukuki’ niteliktedir, ‘siyasi’ değil. Çünkü kararların gerekçesinde bu ‘hukuki’ dayanaklar açıklanır. Ama öyle ‘hukuki’ kararlar vardır ki, sonuçları ‘siyasi’ olabilir. Siyasi iktidar, iptal kararlarının ‘hukuki’ gerekçesindeki hususları yerine getirir, gerekli düzeltmeleri yaparsa, özelleştirme de yerine gelir.

   Ama ‘kişiye özgü’ özelleştirme yapılmaz, yapılamaz. Usulsüz ihalelerle özelleştirme yapılmaz, yapılamaz.

Bu nedenle yargıyı suçlamak, Devleti suçlamak anlamına gelir.

Bundan halk olarak hepimiz zarar görürüz.

   İvedilikle yargı reformu yapılmasına ihtiyaç var Hemen ekleyeyim ki ülkemizde bir ‘yargı reformu’ gerekmiyor mu?

Hem de nasıl? Çok gerekiyor. Biliyor musunuz? Ülkemizde bir davanın ortalama süresi 450 gün civarındadır.

   Neredeyse 1,5 yıl. Çok yakından bildiğimiz Yargıtay 9. Hukuk Dairesi, yılda 50 binden fazla dosyayı karara bağlar. 
Geçtiğimiz aylarda İzmir Barosunun hazırladığı sempozyumda bir yargıç, Devlet tarafından gönderildikleri Almanyadaki meslektaşları ile yaptıkları görüşmelerde onların yılda ortalama 40 (evet kırk) davaya baktıklarını öğrenmişler. Kendilerinin ise günde 40 davaya baktıklarını söyleyememişler, ayıp olmasın diye... Bakınız, Atatürk’ün 13,5 milyonluk Türkiye’sinde yaklaşık 4 bin yargıç görev yapıyordu. Bugün ülkemizde 10 bin civarında yargıç görev yapıyor. Üstelik bunlardan sadece 6.500’ü kürsü hâkimi... Demek ki yargıç sayısı 2,5 kat artmış.
Nüfus artışımız ise yaklaşık 6 kat...

Ülkelerin, kalkındıkları için değil; kalkınmak için adalete verdikleri özen önemli Üstelik görev yaptıkları yerlere bakarsanız, genellikle Anadolu’da hükümet konakları altında, nemli rutubetli yerlerde, bazen yağmur yağınca tavanın aktığı, soğuklarda sobanın yanmadığı yerlerde ‘adalet’ dağıtıldığına şahit olursunuz. Düşünebiliyor musunuz? Daha düne kadar İzmir’de SSK İş Merkezinin bürolarında, karanlık koridorlarda, ağır kokular arasında duruşma salonunu arar, duruşma sırasının hangi saatte size geleceğini beklerdiniz. “Adalet mülkün (devletin) temeli” ise bu temelin, ne kadar çürük olduğu, meydana gelen en küçük depremde bile toplumun ne büyük sarsıntılar geçirdiği, çok daha iyi anlaşılır. Bana göre, adalet teşkilatının içinde bulunduğu bugünkü durum, Cumhuriyet tarihimizin utancıdır. Gerçi bugünkü iktidarın son zamanlarda İzmir, Antalya ve Manisa gibi illerimizde inşa ettiği Adalet Sarayları gerçekten takdire değer. Ben bazılarının mimari tarzlarını beğenmesem de buna da şükür.
Ama Avrupa’da adalet sarayları gerçekten muhteşem, görkemli binalar...

   Barok veya gotik sütunlar üzerine kurulmuş, koridorlarında ünlü hukukçuların heykelleri arsından geçerken insana güven duygusunu aşılayan binalar... Bildiğiniz gibi, ‘saray’ sözcüğü ‘kralın ikametgâhı’ ve ‘adaletin dağıtıldığı yer’ için kullanılır.

Bir başka deyişle, ‘Yürütme organı’ ile ‘Yargı organı’ aynı saygınlık içinde, eşdeğer sayılır. Bu, onların görev yaptıkları yerlerden başlar, aldıkları maaş düzeyleriyle devam eder. Nitekim demokratik Batı ülkelerinde hâkimler, en yüksek maaş alan ve tam maaş üzerinden emeklilik hakkına sahip yegâne kamu görevlileridir.

Bu nedenle, görev yaptıkları ‘saraylar’ da ‘kraliyet saraylarına’ eşdeğer yapılardır. Hatta geçen yıl ziyaret ettiğim Brüksel’deki adalet sarayı, kraliyet sarayından bile daha görkemliydi. Nüfusu 40 bin civarındaki Brugge kentinde, tepesinde gözü bağlı elinde terazi tutan altın heykelli adalet sarayı, 1531 tarihini taşıyordu. Bu ülkelerin neden kalkındığı belli oluyordu... Kalkındıkları için değil, kalkınmak için adalete ne derece önem verdiklerini gösteriyordu...

   Söylediğimiz gibi, ‘yargı reformu’ gerekmez mi? Hem de çok. Ama Anayasa değişikliklerinden hiç biri adaletin hızlanmasına, vatandaşın mahkeme kapılarında sürünmesine ve buna benzer daha nice sorunlarına çare getirmiyor.

    Daha çok, siyasi iktidarların yargıya da egemen olmasını sağlayacak, zaman içinde ‘yargı’ ve ‘yargıç bağımsızlığını’ önemli ölçüde zedeleyebilecek oluşumlara yol açan değişiklikler olduğunu düşünüyorum. Bunun, sadece benim görüşüm olduğu sanılmasın. Ülkemizde iktidarla iş yapmayan Anayasa Hukuku hocalarının çoğunlukla aynı kanaatte ve kitaplarında da ‘kuvvetler ayrılığı’ ve ‘yargı bağımsızlığı’ açısından bunları dile getireceğini iyi biliyorum.

    12 Eylül Anayasasında getirilen yargı bağımsızlığını daha da geriye götürüyor Bu referandum, sanki T.C. Anayasasındaki bazı maddelerin  değiştirilmesine yönelik bir referandum değil de siyasi bir seçim oylaması gibi bir algı yaratıldı. Bunu nasıl değerlendiriyorsunuz?

    Doğru söylüyorsunuz. Neden? Sohbetimizin başından beri açıkladığım gibi sıradan vatandaşın sorunlarına, dertlerine çare getiren bir anayasa değişikliği yok ki! 
Hep 12 Eylül Anayasasından, Darbe Anayasasından bahsediliyor. Size bir şey söyleyeyim.
    Bu Anayasa değişiklikleri, 12 Eylül Anayasasında getirilen ‘yargı bağımsızlığını’ daha da geriye götürüyor.

Konuşmamız içinde aslında değişmesi gereken hükümlerin neler olduğunu açıkladım. Örneğin, bugüne kadar Adalet Bakanı ve Müsteşarının, HSYK’nın tabii üyeleri ve başkanı olması, gündemi belirleyen sekretaryanın Bakana bağlı olması, teftiş heyetinin göreve başlamasının Bakan oluruna bırakılması, Anayasa Mahkemesi üyelerinin yürütmenin başı Cumhurbaşkanı tarafından atanması, bunlar hep daha önce Anayasa  Hukuku kitaplarında eleştirilen, ‘yargı bağımsızlığına’ ve ‘kuvvetler ayrılığı’ ilkelerine aykırı olduğu söylenen hükümlerdi. Ama bakıyoruz, bu hususların hiçbiri dikkate alınmamış.

   Hatta bu Anayasa Hukukçularından iktidara hizmet verenlerin kitaplarında bile bunlar yazılıdır.

   Ama ne hikmetse, bu değişiklikleri öven ve onaylayan beyanlardan geçilmiyor. Hatta bunlardan birisi, gazetecilerin sorusu üzerine, kitabındaki görüşünün ‘şahsi’, şimdiki görüşünün ise ‘resmi’ olduğunu söylemişti. Sanki kitabındaki görüşü, ‘uygulanmasında kamu yararı olacağını’ söylediği görüşü değilmiş gibi... İşte, böyle olur bizde ‘siyasetçi’ dediğin...

    Bunlar, daha sonra ‘devlet adamı’ sıfatı ile devletin önemli görevlerini yükleniyorlar...

Bugüne kadar yapılan 16 Anayasa değişikliğinden kimsenin haberi bile olmamıştı Aslında, bu nedenle referandum oylaması, siyasi bir seçim  atmosferine bürünüyor. Çünkü halkın sorunlarına çare getirmiyor. Bana göre getirdiği tek şey, ülkede yaratılan gerginlik.

   Bugüne kadar yapılan 16 Anayasa değişikliğinden kimsenin haberi bile olmamıştı. Yapılan değişiklikler ile Anayasanın 86 maddesinde değişiklik yapıldı. Hiç bu kadar gürültü koparıldığını hatırlıyormusunuz? 

Neden? 

Çünkü bütün partiler arasında az veya çok, bir mutabakat sağlanmış idi. Çünkü Anayasalar, bir ‘toplumsal sözleşme’ niteliğinde olduğu için, demokrasinin olmazsa olmaz ilkesi ‘uzlaşma’ ile değiştirilebilir.

Meclis çokluğuna dayanarak tek taraflı ‘dayatma’ ile Anayasa değişikliğine giderseniz, şimdi olduğu gibi ortalığı germekten başka bir işe yaramaz. Özellikle, esas amacını ‘garnitür’ misali başka bazı maddelerle süsleyerek sunmaya kalkarsan, muhalefet sana, “el âlemi, sersem mi sanırsın?” demekten kendini alamaz. Ve tabii başlar, karşı propagandaya... Yapılan değişiklikleri de haklı olarak genel seçim havasında sürdürmekten kendini alamaz...

   İnanın, insan üzülüyor bazen. Şu demokrasinin, ne olduğunu öğrenemeyecek miyiz, diyorum. İktidar makamının yöneticilere, “ebediyen mülk olmadığını” ne zaman anlayacağız...

Daha sonra karşılaştığımız darbe ortamlarına sürüklenmekten, ne zaman kurtulacağız. Her darbeden sonra “belki böyle daha iyi olur” diye hazırlanan Anayasalara, daha ne zamana kadar ihtiyaç duyacağız. 


Bakın, 1961 Anayasası için, ülkemizin hemen bütün hukukçuları, “Dünyanın en özgürlükçü Anayasası” nitelendirmesini yapıyordu... 

Ama toplumsal ve siyasi gelişmeler o noktaya geldi ki bizi, 12 Mart ve 12 Eylül müdahalelerine sürükledi. Bu nedenle, esas olan ne kadar  güzel anayasa yaparsanız yapın, onu gönüllerinize yazabiliyor musunuz, onu beyinlerinize kazıyabiliyor musunuz, işte o önemli... 

Bugüne kadar ülkenin çok önemli görevlerini üstlenen, birkaç dil bilen ‘devlet adamı’ diplomatlarını ‘monşerler’ diyerek küçümserseniz, yine  çok iyi yetişmiş, birkaç dil bilen, modern hayatı yaşam biçimi seçmiş seçkin insanları ‘elitler’ diyerek aşağılarsanız, o zaman nasıl ‘demokrat’  olursunuz... 
Aslında bu insanlardan biraz hisse kapsak, herhalde demokratik hayatımız bugünkü gibi gerginlikler içinde geçmezdi...

    Ülkenin kaderinde ve siyasi rejimin şekillendirilmesinde Cumhurbaşkanı dönemi Hocam, son olarak referandum sonuçlarına göre Türkiye, nelere
hazır olmalı?

   Söylediğim gibi kısa vadede çok şey değişeceğini, halkın sorunlarına çare bulunacağını düşünmüyorum.

Ama uzun vadede Anayasa Hukuku kitaplarında yer alan ‘bağımsız yargı’ ve ‘kuvvetler ayrılığı’ konusundaki eleştiriler devam edecek. Bunun sonucu, özellikle Cumhurbaşkanının halkoyu ile seçilmesinden kaynaklanan kontrolsüz güç’, ülkede hukuki denetimden yoksun ‘sandığa dayalı’ bir ‘totaliter’ sistemle bizleri karşı karşıya bırakabilir mi? İnsanın aklına böyle bir soru da geliyor. Çünkü Anayasa’da yapılan bugünkü değişikliklerle getirilen sistem, buna müsait görülüyor. Bu da bizi nerelere götürür, ne gibi toplumsal ve siyasi çalkantılar yaratır,  tahmin etmek güç... Burada seçilecek cumhurbaşkanının zihniyeti çok önemli. Ülkenin cumhurbaşkanı mı olacak, yoksa kendisine oy veren kitlenin mi? Çünkü kazanılan seçimler sonrası ‘ülkenin başbakanı’ olacağını, ‘ herkesi kucaklayacağını ’ söyleyen başbakanların neler yaptığını gördük... Bu nedenle, önümüzdeki dönemde başbakanlardan çok, Cumhurbaşkanlarının ülkenin kaderinde daha çok söz sahibi olacağını ve siyasi rejimi onların şekillendireceğini düşünüyorum.

   Ayrıca, referandum sonucuna göre siyasi iktidar hemen bir seçime gidebilir mi? Her ne kadar Sayın Başbakan “seçimler zamanında yapılacak” diyorsa da hiç belli olmaz.

Referandum sonucu “hayır” çıkarsa, muhalefetin iktidarı ‘erken seçime’ zorlayacağını ama iktidarın, buna yanaşmayacağını düşünüyorum. Buna
karşılık referandum sonucu “evet” çıkarsa, hem de iktidar yandaşı medya anketlerindeki gibi yüzde 60-65 oranını bulursa, iktidar bunu kesin Meclise de yansıtmak isteyecek, erken seçime de gidecektir. Ama evet ve hayır oyları birbirine yakın olursa, mevcut iktidarın seçimlere kadar durumu idare edeceğini, muhalefet aleyhinde söylemlerde bulunmaya ve halkımıza ‘elma şekeri’ uzatmaya devam edeceğini tahmin ediyorum.

EGİAD YARIN, DERGİSİ - İZMİR
YönetimYeri: 
Punta İş Merkezi 1456 Sokak 
No:10Kat:8 
Alsancak/İZMİR 
Tel-Fax:(232)4223000pbx 
egiad@egiad.org.tr 
www.egiad.org.tr 


***

Yüzbaşı Şerafettin Bilinci ve Cumhuriyet!

Yüzbaşı Şerafettin Bilinci ve Cumhuriyet! 


Arslan Bulut 
arslanbulut@yenicaggazetesi.com.tr



Türkiye Cumhuriyeti Devleti, şerefini, namusunu korumak isteyen Türk halkının bütün maddi manevi varlığını Türk ordusunun emrine vermesiyle kurulabildi. Savaş sırasında Lenin’in açıkladığı gizli anlaşmalara göre İngiltere ve Fransa, Rus Çarlığı ile Osmanlı Devleti’ni paylaşma konusunda anlaşmıştı.
İngiltere’nin asıl planı, Çanakkale ve İskenderun üzerinden Rusya ile birleşmekti. Çanakkale’de başaramadılar…
İskenderun’a da müdahale edilecekti ancak Sarıkamış şehitleri, Rusya’nın İskenderun’a kadar inmesini önledi. Şayet bu plan gerçekleşseydi, Kızılırmak’ın Doğusu Ermenistan, Batısı Yunanistan olacak, Anadolu’da tek bir canlı Türk bırakılmayacaktı.

YÜZBAŞI ŞERAFETTİN’İN KILICI



   Yani Kurtuluş Savaşı, gerçekten, yok olmaktan bir kurtuluş idi. Millet bunu bildiği için Sakarya’da, savaşı bir düğün gibi kabul etti ve İzmir’e
kadar düşmanı, gerek süvari ile gerekse yaya olarak kovalayacak takati kendisinde bulabildi.

   Ben de çok geç öğrendim… Meğer İzmir’e ilk giren ve hükümet konağına Türk bayrağını çeken Türk subayı Yüzbaşı Şerafettin, akrabam imiş.
Büyük Taarruz sırasında Mustafa Kemal Paşa ve İsmet Paşa’yı, bellerinde birer tane eğri ve uzun kılıç ile gösteren bir fotoğrafları vardır.

   O fotoğraftaki kılıçları, ‘Buhara Emiri gönderdi’ diye bilinir ama gerçekte kılıçları, Buhara emiri Osman Bey’den alıp Mustafa Kemal Paşa’ya gönderen kişi, Enver Paşa’dır. Atatürk, Buhara’dan üç kılıç gönderildiği zaman birisini kendisi kuşanır, diğerini İsmet Paşa’ya verir, üçüncüsünü ise “İzmir’e ilk giren Türk subayına bizzat kendim armağan edeceğim” diyerek, saklar. Çünkü Enver Paşa, mektubunda öyle istemişti.

Dr. Kemal Arı, diyor ki “İzmir’in kurtuluşu, Konak’taki Hükümet Konağı’na, koşar adım çıkan süvarilerin, balkonda asılı Yunan bayrağını indirmeleri ve yerine Türk bayrağını çekmeleriyle simgeleşmiştir. Bornova üzerinden, önlerine çıkan direniş engellemelerine karşın Türk süvarileri, ellerinde kılıç, atlarının üzerinde doludizgin Alsancak sokaklarına dalmışlar, oradan Kordon’a çıkmışlar ve Konak’taki hükümet konağına yönelerek, İzmir’in kurtuluşunun simgesi olan bu tarihsel olayı gerçekleştirmişlerdir. 15 Mayıs 1919’da İzmir’in işgaline başlanılan
nokta, 9 Eylül 1922’deki kurtuluşuna da mekân hazırlamıştır.

   Aynı zamanda bu iki önemli tarihsel olgu, Türkiye’nin işgali ve kurtuluşu olaylarıyla da özdeşleşmiştir.

İzmir’in Kurtuluşu sırasında İzmir’e ilk giren kişinin, Yüzbaşı Şerafettin olduğu dönemin bütün literatüründe açık biçimde yer almış, basında boy boy resimleri yayınlanmış; hakkında coşkulu, övgü dolu yazılar çıkmış; resmi kayıtlarda ve uygulamalarda Yüzbaşı Şerafettin’in adı, ‘İzmir’e İlk Giren Zabit’ olarak onaylanmıştır.

TBMM Başkanı ve Başkumandan Mustafa Kemal Paşa, Buhara Cumhuriyeti’nin İzmir’e ilk girecek zabit için kendisine teslim ettiği kılıcı, İzmir’de düzenlenen bir törenle, ‘İzmir’in Fatihi’ diye anılan, Yüzbaşı Şerafettin Bey’e takmıştır.”

İşte o Şerafettin Bey’in annesi Maçkalı Bahriye Hanım, babamın anne tarafından yakın akrabasıdır.
Trabzon’da, Dr. Celalettin Algan adına dikilen heykel, bir tartışmaya sebep olmuş; bu vesileyle Celalettin Algan’ın, benim babam Murat Bulut ile hala-dayı çocukları; Yüzbaşı Şerafettin’in de Algan’ın ailesinden Bahriye Hanım’ın çocuğu olduğu Trabzon basınında yazılmıştı. Bu vesileyle içimi gururdan ziyade bir
sevinç dalgası kaplamıştı. Yüzbaşı Şerafettin’in babası ise Kırımlı Yüzbaşı İbrahim Bey’dir. Sadece Şerafettin Bey’in anne ve babasının kimliğinden ve Atatürk’ün beline taktığı Buhara kılıcından anlaşılan odur ki sadece Anadolu değil; bütün Türk Dünyası, Anadolu’daki kurtuluş mücadelesine destek olmuş, son varlığını bu iş için harcamıştır. Esasen, ‘Rusya’nın yaptığı yardım’ diye bilinen yardım da Buhara ve Hive hanlarının Lenin üzerinden gönderdiği altınlardır. Rusya, bu yardımın bir kısmını nakit bir kısmını silah olarak TBMM hükümetine teslim etmiştir. Sakarya’da, Dumlupınar’da, Azerbaycan’dan, Türkmenistan’dan, Kazakistan’dan, Özbekistan’dan, Kırgızistan’dan, Kafkaslardan, Kırım’dan gelen az sayıda da olsa gönüllü gençler vardır. Hepsi şehit olmuştur… 

Yine Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda, Hint Müslümanlarının toplayıp gönderdiği para vardır; İş Bankası, bu para ile kurulmuştur.

KÖYLÜ, NEDEN MİLLETİN EFENDİSİ OLDU?


Sosyolojik bir değerlendirme yapacak olursak; varlığına kastedilen bir ulus, kendisiyle aynı kanı taşıyan akrabalarının maddi ve manevi desteğini de alarak ve bütün ekonomik gücüyle ordusunu destekleyip, emperyalizme karşı bir direniş destanı yazdı. O direnişin asıl dayanağı, Anadolu köylüsü ve eşrafı idi. Atatürk onun için, “Köylü milletin efendisidir” demişti. Hem üretimi ile hem de bütün cephelerde vatan savunmasında gösterdiği dirayet ile Türk köylüsü, bütün dünyada hayranlık uyandırmıştır.

   İşte Cumhuriyet, o köylünün değerleri üzerinde kuruldu…

   Bugün Türkiye, Türk köylüsünün veya Türk eşrafının rızası hilafına, milletin bütünlüğünü bozmak, Anadolu’yu özerk veya federe devletlere bölerek, Türk Dünyası’nın en büyük dayanağı Türkiye Cumhuriyeti’ni ortadan kaldırmak isteyenlere peşkeş çekiliyor.

Türk direnişinin dayanağı olan köylü, “15 gün içinde 15 yasa” gibi baskılarla, ekonomik yönden çökertildi.

Bütün tarım kalemlerinde, üretimde gerilemeler oldu. Nüfus arttığı için köylü, işsiz kalan kitlelerini şehirlere gönderdi. Tarım arazileri dahil olmak üzere cumhuriyet döneminde üretilen bütün ekonomik değerler, yabancı şirketlere satıldı.

   Yani Anadolu’nun, direnç gücünün ekonomik dayanakları, Türk Milleti’nin elinden alınarak yabancılara devredildi. Bunu da ‘ Özelleştirme’ adı altında ve Avrupa Birliği’ne girişi devlet politikası olarak benimseyen Cumhurbaşkanları, Başbakanlar, Bakanlar, Milletvekilleri, Genelkurmay Başkanları, Kuvvet komutanları el birliğiyle yaptılar! Biz, “Yapmayın; milli gücün, en önemli unsuru ekonomidir. 

   Ekonomik alt yapısı, yabancılara devredilmiş bir ülkenin, milli gücü de yabancıların kontrolüne geçer” dedikse de kimseye dinletemedik.

Bugün itibariyle geriye dönüp baktığımızda, karşımıza Atatürk’ün “Tam bağımsızlık” sloganı ile yetişmiş nesiller içinden, “karşılıklı bağımlılık”
sloganını benimseyenler veya hem dünya tekelleriyle eklemlenmiş medyatik saldırıdan hem de refah tutkusuna hitap eden pazarlama yöntemlerinden etkilenen maddeciliğe alıştırılmış insanlar topluluğu çıkmaktadır. Durum böyle olunca, ekonomik ve kültürel bağımsızlık tamamen yok olmaya doğru gitmekte, bu teslimiyetçilik, beraberinde askeri ve siyasi teslimiyetçiliği de hızlandırmakta dır! 
Esas itibariyle Türkiye, 1952’den beri askeri yardım almaktadır. Bu da hem savunma sanayi, hem de iç politikanın kontrol altına tutulması demektir.
Türkiye’nin yönetim kadrolarında, önemli mevkiler işgal eden insanların tamamı, ABD’de eğitilmiştir.

  Öyle ki bu kadrolar, ‘Çekiç Güç’ adlı bir işgal kuvvetini, Türkiye’ye davet edebilmiş, yıllarca Türkiye’nin ve Türk milletinin kaderi ile oynamasına imza atabilmiştir. Hatta 1 Mart 2003 tezkeresi ile Amerikan ordusunun Mersin’den Hakkâri’ye uzanan topraklara, Samsun, Trabzon, Afyon ve Sabiha Gökçen havaalanlarına yerleşmesi de az kalsın kabul ediliyordu.



MİLLİ GÜÇ, YABANCILARIN ELİNE GEÇTİ

Türkiye, tamamıyla Amerikan planlamalarının eseri olarak, gençliğini birbirine kırdıran, böylelikle kendi milletinin geleceğini kendi elleriyle yok eden kadrolar tarafından yönetilmiştir. Bu kadrolar, halen işbaşındadır ve büyük mesafe almışlardır.
“Düşünce sistemleri maddeye bağımlı” hale getirilmiş insanlarımız, ‘Yeni Dünya Düzeni’ tekellerinin temsilcisi veya ‘Yeni Dünya Düzeni’ kültürünün, Türkiye’deki uzantıları olmaya can atmaktadır. Yeni ticaret, medya ve bilgi ordularının askerleri, Türkiye’nin her noktasına nüfuz etmekte, buna karşılık, bu alanlarda ciddi bir yeniden yapılanma başlatılamamaktadır. İnsanlarımızın ticari kıblesi değişince, siyasi kıblesi de değişmekte, ülke halkının milli karakteri çözülmekte dir. Dolayısıyla siyaset de bu uzantıların eline geçmekte, ‘milli güç’ dışarıdan 
güdülmektedir.

Milli güç, doğrudan dışarıdan güdülünce Silahlı Kuvvetler, istemese de bu güçlerin güvenliğini sağlar konuma düşmektedir. Oysa Silahlı Kuvvetler, milli gücü korumak için vardır.

Dünyanın her ülkesinde gerçek iktidar, ekonomik güç sahipleridir.
Fakat bugün, milli devletlerin milli güçleri ele geçiriliyor. Ekonomik güç ele geçirilince, medya ele geçiriliyor;
dolayısıyla siyasi partilerin neredeyse tamamı, kontrol altına alınıyor. Normal demokratik yollardan siyasi iktidarı ele geçirmek için çalışmanın hiçbir anlamı kalmıyor. Türkiye’de, reklâmlarda kullanılan bir söz var. Deniliyor ki “ Kontrol edilemeyen güç, Güç Değildir”. 
Benise bunun tam aksini düşünüyorum; diyorum ki, “ En büyük Güç, Kontrol edilemeyen güçtür”. Tabii, başkaları tarafından, küresel güçler tarafından kontrol edilemeyen güç, en büyük güçtür. Bu itibarla, yapılacak ilk iş; yabancılar tarafından kontrol edilemeyen ekonomik, siyasi, kültürel oluşumlara sahip olmaktır.

   Diğer taraftan yerel veya bölgesel inisiyatiflerle, küresel saldırıya cevap vermek mümkün değildir.
Küresel saldırıya, küresel karşı saldırı ile cevap vermek, küresel alternatif oluşturmak gerekir.

OSMANLI’YI ETNİK PARTİLER PARÇALADI


Osmanlı, etnik derneklerin birer siyasî organizasyon hâlini alması ile kısa sürede dağılıvermişti. Bu etnik dernekleri, mutlaka bir veya birkaç büyük devlet, dışarıdan destekliyordu.
Gerekçe hep aynıydı: Hürriyet, kardeşlik, eşitlik vesaire... Bu dernekler önce dil dahil, kültürel haklarını aldılar. Her etnik grubun, kendi siyasi partisini kurması, Osmanlıcılığı yıktı. Sonra İslâmcılık ile Araplar, devlet bünyesinde tutulmak istendi.
O da mümkün olmayınca Türkçülükten başka çare kalmadı. Türkiye Cumhuriyeti, “Ne mutlu Türküm diyene” felsefesi temel alınarak, kuruldu. Atatürkçülük veya Kemalizm olarak da sistemleştirilmek istenen bu felsefe, bazıları tarafından zannedildiği gibi sadece altı oktan ibaret değildi. Suat İlhan’ın belirttiği gibi, “Atatürkçülük; altı ilkesine taban oluşturan tam bağımsızlık, millet egemenliği, hukukun üstünlüğü ve ulus devlet genel ilkelerine dayanır”. Avrupa Birliği adı altında, Avrupa ülkeleri bütünleşmeye giderken, Türkiye’ye dayatılan, tam
bağımsızlıktan da millet egemenliğinden de ulus devletten de vazgeçmesidir.

Bugün Yunanistan’ın elinde olan bütün topraklar, ‘Etniki Eterya’ adlı dernek tarafından Türklerin elinden alınmıştır. Türkiye Cumhuriyeti devletinin,
ülkesiyle ve milletiyle bölünmez bütünlüğünü sağlayan, dilin tekliği ilkesidir. Bütün güçleri ile bu ilkeyi çökertmeye çalışmalarının sebebi, dil birliğinin dağılması ile her alanda unufak olmanın baş göstereceği şeklindeki bilimsel kabuldür.

   Tabii sadece kültürel öğelerle oynamıyorlar. Elit şirketlerinin hazırladığı IMF yasaları, Türk parlamentosundan bir bir geçirildi. Özellikle uydudan ışınla tespit ettikleri petrol ve bor rezervlerine el koyabilmek amacıyla bir sürü yasayı, kendi başlattıkları krizi durdurmak için, borç vermenin şartı olarak Türkiye’ye kabul ettirdiler. Türkiye topraklarında, Türk egemenliğini fiilen ortadan kaldırdılar.

CUMHURİYETİN SON KALESİ YARGI

Şimdi, Anayasa değişiklikleri ile Cumhuriyetin son kalesi olarak gördükleri Yargı’yı teslim almaya çalışıyorlar.

Referandumdan ‘evet’ çıkarsa, Cumhuriyetin kuruluş felsefesi demek olan Anayasa’nın Başlangıç ilkeleri ve ilk üç maddesini de değiştireceklerini
söylüyorlar. Zaten ‘ Demokratik Özerklik ’ dedikleri program, 2001 yılında, daha AKP kurulmadan Tayyip Erdoğan’a gönderilen gizli CFR  Memorandumun da, “Küreselleşmenin bir adı da şehirleşmedir.

   Ankara, yerel yönetimlere otonomi vermek ve milli hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak zorundadır.

Dünya, bütün hükümetlerden bunu istemektedir” diye ifade edilmişti. İşte bugün, ‘demokratik özerklik’ dedikleri, “Türk bayrağının yanında bir başka bayrak daha açmak” diye açıkça dile getirdikleri proje de 114 yıllık bir Amerikan projesidir.

   Emekli Amiral İlker Güven, Maya dergisinde yayınlanan ‘Dostumuz Amerika ve Avrupa’ başlıklı makalesinde anlatıyor:
“Bilindiği üzere, ABD Senato ve Temsilciler Meclisi gizli kararları, 100 yıl geçmeden açıklanmamaktadır.
1996 yılında 100’üncü yılını dolduran ve ancak bugünlerde elimize geçen 31 Ocak 1896 tarihli 54. Kongre gizli kararı, inanılmaz gerçeği karşımıza çıkarmaktadır. Özet olarak Türkçesi, şöyledir:

   KARAR: ABD’nin belirleyeceği bir temsilci ile her Hıristiyan ülkeden bir temsilcinin, ‘Osmanlı İmparatorluğu’ adındaki devletin kabul edilemez ve inatla devam eden şeytani hareketlerinin düzene sokulması. Bu karara göre; ABD temsilcisi, mutlaka ABD vatandaşı olacaktır.

Temsilci, Hıristiyan ülke yöneticileriyle işbirliği yaparak aşağıdaki görevleri yerine getirecektir;

a) Tüm Hıristiyan ülkelerden ABD temsilcisi ile beraber çalışacak, benzer özelliklerde birer hükümet temsilcilerinin atanması sağlanacaktır.

b) Uluslararası Hıristiyan Komitesinin, uygun bir bölgede organizasyon çalışmalarına başlaması sağlanacaktır.

c) Uluslararası Hıristiyan Komitesince din, mezhep ve milliyetçi özelliklere bakılmaksızın geçici bir Hıristiyan yöneticiyi, Türkiye’nin başkanı olarak seçilmesini müteakip, Osmanlı İmparatorluğu’nun mevcut bölgelerinin sınırlarla ayrılması, bu bölgelerin Hıristiyan eyaletleri kabul edilip, Hıristiyan gücünün ‘Türkiye Birleşik Devletleri’ adında toplanması, Utah Eyaleti yönetimi örnek alınarak ve çok eşlilik, kılıçla fethetme gibi dini vaazların ve hareketlerin yasaklanması sağlanacaktır.

d) Geçici Hükümet, Türkiye Birleşik Devletlerinin sınırlarının içerisindeki etnik özelliklerine uygun olarak oluşacak, Ermeni devleti müttefikimize tüm Hıristiyan devletlerinin askeri destek sağlamaları istenecektir.

e) Daha önce bahsi geçen geçici hükümetin süresini tamamlamasından sonra müttefik güçler tarafından kısa zaman içinde Türkiye Birleşik Devletleri’nin, Uluslararası Hıristiyan Komisyonu tarafından tanınması sağlanacaktır. Türkiye’deki ülke yönetiminin hiçbir zaman Sultan, Halife veya Peygamber Muhammed’in dini (şeriat) yöneticileri tarzında olmaması ancak ılımlı dini fikirleri olan ve insanlara olumlu yaklaşan yönetimlerin kurulmasına özen gösterilecektir.

Görüldüğü gibi Türkiye’yi, eyaletlere ayırarak bölme ve böylece daha kolay yönetme stratejisi ABD tarafından 1896 yılında kabul edilerek meclisler tarafından onaylanmıştır. Bush yönetimi terörist olarak ilan ettiği PKK terör örgütünü, illegal yollardan besliyor, himaye ediyor ve maalesef siyasal olarak da destekliyor!

   PPK terörü de başta ABD desteği sayesinde Türkiye’de, masum insanların canlarını almaya devam ediyor. Yine Bush yönetimi, Kuzey Irak’ta barınan PKK terör örgütüne karşı operasyon yapmak isteyen Türk Silahlı Kuvvetleri’nin karşısına dikiliyor ve hatta tehdit ediyor”.

Demek ki ABD’nin, Adnan Menderes’e, Süleyman Demirel’e, Kenan Evren’e, Turgut Özal’a ve Tayyip Erdoğan’a eyalet sistemini dayatmasının ardında, 114 yıl önce Kongre’nin aldığı bir karar vardır.

    Erdoğan’ın, “ Türkiye kimliği ” lafları da işte bu 114 yıllık Amerikan Projesinin Psikolojik hazırlığıdır!

İşte bu proje gereği, Kalkınma Ajansları Türkiye’yi önce 26’ya sonra 12’ye böldü. 2001 yılında İtalyanların “Veneto’dan, Batı Karadeniz Bölgesine” sloganlı bisiklet gezisinin arkasından, küreselleşmenin “yerel yönetimlere otonomi vermek ve
milli hükümetin fonksiyonlarını yerel düzeyde merkezi olmaktan çıkarmak” projesi çıkmıştı. ‘Köklere Dönüş Projesi’ dosyası ile birlikte Bartın’da dağıtılan haritaya göre şehir devletlerinden oluşacak federe devletlerin adları şöyleydi: Trakya, Bitinya, Misiya, Lidya, Karya, Likya, Pamfilya, Firikya, Kilikya, Kapadokya, Galatya, Paflagonya, Pont, Ermeniya, Antakya, Mezopotamya.

Görüldüğü gibi haritada Kürtlerin adı bile geçmiyor! Demek ki Kürtleri, işte bu harita için kullanmak istiyorlar!
Erdoğan, Esenboğa hava alanının yeni terminaline “Anatolia” adını vererek, bu projeyi de başlatmış durumda!
Paflagonya Projesi’nde, ne denildiğini hatırlayalım:

   “Amacı, ulusal devletlerin iç federasyonu (devletler federasyonu) şeklini gerçekleştirmek olan, Avrupa karakterli bir fenomen geliştiriliyor”.
Peki, bu fenomen yeni mi? Hayır, 20’nci yüzyılın başında İngiliz gizli servisinin kontrolünde olan Prens Sabahaddin’in görüşleri doğrultusunda proje önce Lübnan’da uygulandı ve Lübnan elden gitti! Abdülhamit, projeyi rafa kaldırınca halledildi ve gerisini savaşla tamamladılar!
Şimdi elimizde kalan vatan parçasını, yine aynı yöntemle parça parça etmeye çalışıyorlar.

Türkiye Cumhuriyeti’ne yönelik bu çok yönlü ve büyük saldırıya karşı, Türkler yeni bir Kurtuluş Savaşı vermek durumundadır.

Hükümet konaklarında Türk bayrağının dalgalanması yetmiyor artık. Vatanın her köşesine Yüzbaşı Şerafettin bilinci ile ay-yıldızlı bayrağı yeniden dikmek gerekiyor dostlar…

Bu Projelere, “Dur” demek, “Hayır” demek, Türk olmanın gereğidir aynı zamanda.


EGİAD YARIN, DERGİSİ - İZMİR
YönetimYeri: 
Punta İş Merkezi 1456 Sokak 
No:10Kat:8 
Alsancak/İZMİR 
Tel-Fax:(232)4223000pbx 
egiad@egiad.org.tr 
www.egiad.org.tr 


****

İktidar, Demokrasiden Uzaklaşıyor

İktidar, Demokrasiden Uzaklaşıyor


ÖN BİLGİ..,

    2 Mart 1988 tarihinde Anayasa Mahkemesi Başkanvekilliği, 8 Mayıs 1991 ve ardından 25 Mayıs 1995’te ikinci defa Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yaparak, 1 Ocak 1998 tarihinde emekli olan Sayın Yekta Güngör Özden ile Anayasa değişiklik paketinin hazırlanış-sunuş sürecini ve referandum sonucuna dair öngörülerini konuştuk. Anayasa değişikliği evrelerinde demokratik yollara özen gösterilmediği gibi içeriğin, yargıyla ilgili bölümlerinde demokrasiye uygun davranılmadığının çok belirgin  olduğuna dikkat çeken Özden, “Ne toplumsal uzlaşma izlenmiş ne de çağımızın evrensel değerlerine uyulmuştur” dedi. 


    Açıklamasının devamında ‘Güçler ayrılığı’ ilkesinin göz ardı edilmekle kalınmamış olduğunu vurgulayan Özden, ‘güçler birliği’ ile tek adamlık’ düzenine özlemi gerçekleştirecek bir yapı düşünüldüğünü ifade etti.

Anayasa Mahkemesinin, kararı konusunda ise “Anayasa Mahkemesi, hukukun siyasallaşmasını önlemek görevinde bu kez başarılı olamamış, kendi geleceğini de iktidarların avucuna düşürmüştür” diye konuştu. Referandum içeriğinde
yer alan değişikliğin tümünün birden oylanmasının ise büyük bir hata olduğunu kaydetti. Referandum kampanyalarında iktidarın hırs ve imkânlarının üstünlüğü nü vurgulayan Özden, ülke rejiminin devamı için siyasi partilerin ve demokratik  tüm kurumların el birliğiyle halkın bilinçlendirilmesi yönünde başarılı çalışmalar yapması gerektiğini belirtti ve oyların, ‘namus’ bilinerek, bilinçle kullanılması gerektiğini söyledi.

İktidar, Demokrasiden Uzaklaşıyor


  Anayasa değişikliğinin siyasal bir kalkışma olduğu açıktır Anayasa değişiklik paketinin hazırlanış, sunuş ve referanduma gidiş şekli anayasaya uygun mudur? “Sivil anayasa yapacağız” diyen iktidar demokratik yollardan geçerek mi bu hazırlığı yapmıştır?

   Anayasa, ülkenin ulusal yaşamının düzenlenmesinde ve devletin örgütlenmesinde en etkin yeri olan hukuksal metindir. 

Bu nedenle ulusal yaşam andıdır. Böyle bir belgenin hazırlanmasından yürürlüğe konulmasına kadar tüm aşama ve evrelerde, toplumsal katkıya ağırlık ve öncelik verilmelidir. Yalnız iktidarın ya da siyasal partilerin istencine bırakılırsa benimsenip içselleştirilmesi, etkinlik ve saygınlığı yeterli olmaz. Değişikliklerden, yeniden-al baştan yapımına değin, tartışmalarla gölgelenir. AKP iktidarı, kendi eğilim ve bağımlılığına uygun bir düzen peşindedir. Bu zayıflığı, Anayasa Mahkemesi kararıyla; ‘laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak’tan aldığı ceza ile
vurgulanmıştır. ‘Ilımlı İslam’ devleti yapısına ulaşmak için göz ardı ettiği ilkeler bir yana, yurdun kurtuluşu ve cumhuriyetin kuruluşu konusundaki ilkelerle, değerleri de yıkmak ve yıkılmasına seyirci kalmak gibi bir tutum içinde olmuştur.


Önündeki engelleri kaldırmak için de Anayasa değişikliğini kaçınılmaz
görünce kendi kafasına uygun kimi hukukçulara bir ön metin hazırlatmış,
tepkiler alınca sumen altı etmiştir. 
   Sonra başka konulardaki olumsuzluklar da eklenince kendilerini  korumak ve kurtarmak amacıyla güvenceye almak için yargıyı ele geçirmek üzere yanıltıcı ve aldatıcı başka kurallarla süsleyerek,  gündeme getirmiştir. 
    Yine kendine yakın kuruluşlarla görüşüp desteklerini alarak, Yasama organına sunmuştur.

    Oysa toplumun her kesiminin, özellikle üniversitelerin, baroların, meslek odalarının, uzmanların görüşlerini de aldıktan sonra kendisi için değil; ulus için, devlet için yaraşır bir Anayasa taslağı oluşturmalı idi. Bundan kaçınmıştır.

    Yaklaşan genel seçim nedeniyle telaşa düşmüştür. İsviçre’de, 1974’te başlatılan değişiklik, 2001 yılında yürürlüğe konmuştur. Bizdeki alelacele Anayasa değişikliğinin siyasal bir kalkışma olduğu açıktır.


Ayrıca TBMM görüşmelerinde İç Tüzük’e uygun davranılmadığı, 111 milletvekili nin Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuruda açık seçik ortaya konulmuştur.
Sonucu, sağlama bağlamak isteyen iktidar, ‘Anayasa değişikliklerinin Halk oyuna Sunulması Hakkında’ 23.5.1987 günlü-3376 no’lu Yasa’nın 2. Maddesindeki
120 günlük süreyi 45 güne indirmek için Meclis’e değişiklik tasarısı getirmiş ancak 60 gün ile yasalaşmıştır.


Bu da Yüksek Seçim Kurulu’nun Anayasa’nın 67/son fıkrası gereğince değişiklikten bir yıl sonra uygulanması kararıyla başarıya ulaşamamıştır.

Sivil Anayasa’, ‘Reform’, ‘Demokrasinin açılımı’ sözlerinin gerçeği yansıtmadığı, asıl amacın;

  ‘Yandaş Yargı’ oluşturmak olduğu ilgililerinin konuşmalarından, yandaş
medyanın sürdürdüğü izleneceklerden, düzenlenen etkinlik ve tartışmalardan
bellidir. Anayasa değişikliği evrelerinde demokratik yollara özen gösterilmediği gibi içeriğin, yargıyla ilgili bölümlerinde demokrasiye uygun davranılmadığı çok belirgindir.

  Ne toplumsal uzlaşma izlenmiş ne de çağımızın evrensel değerlerine uyulmuştur.
Güçler-erkler ayrılığı göz ardı edilmekle kalınmamış, ‘güçler birliği’ ile ‘tek adamlık’ düzenine özlemi gerçekleştirecek bir yapı düşünülmüştür.
Yargı bağımsızlığı ile gerçekte halkın, hak arama özgürlüğünün ve adaletli yargılanma hakkının dayanağı olan ‘yargıç güvencesi’ çiğnenmiştir. Olanlar da olacakların habercisidir…



    Anayasa Mahkemesi kendi geleceğini de iktidarların avucuna düşürmüştür Anayasa Mahkemesinin referandum hakkında aldığı karar konusundaki görüşleri niz nedir?

Anayasa Mahkemesi’nin halkoylaması konusunda aldığı kararın, olumlu ve olumsuz yönleri vardır.

   Kuşkusuz, Anayasa’nın 148. maddesi gereğince iş olsun türünden Anayasa
değişiklikleri için getirilen sınırlı denetim, biçim denetimidir. Mahkeme,
asla öz (esas) yönünden denetim yapmamış, denetimini biçim yönünde
yapmıştır. Tersine nitelemeler ve savlar, iktidarcılarla iktidarın gerçek dışı sözleridir. 

İşlerine gelmeyen karara karşı, ağızlarına geleni söyleme alışkanlığındandır. 

  Bu da yetmiyormuş gibi üyeleri, medyaya sızdırılıp yanlış yorumlanan ve amaçlı değerlendirilen konuşmalar ve gözdağı niteliğindeki tutumlarla baskı altına almışlardır. Mahkeme, Anayasadaki basit üç koşuldan önce ‘Değiştirilmesi
öngörülemez kurallara yönelik değişiklik önerileri biçim Söz konusu olduğundan’ incelemesini bu yönde yaparak sonuca varmıştır. Elbet denetlenen, metindir. 

   Elbet iptal, kimi düzenleme bölümlerini geçersiz kılacaktır. Bu, esasa yönelik inceleme yapmak olmadığı gibi yetki gaspı vs değildir. Mahkemeyi kapatmaktan
söz edip üyelere yaptırım uygulanmasını öneren Meclis Başkanlarının katılınması olanaksız, konumlarına yaraşmayan sözleri AKP’li anlayışının yankılanmasıdır. 
   Hukuk devleti anlayışıyla asla bağdaşmayan bu tutucu, sömürücü anlayış, karşı karşıya olduğumuz tehlikelerin belirtilerinden kimilerini özetlemektedir.
Mahkeme, biçim yönüne ilişkin incelemenin anlamını ikinci kez belirlemiştir.

(Birincisi, Anayasanın 10. ve 42. Maddelerine yönelik biçim nedeniyle geri çevrilen değişiklikte olmuştu). 

Anayasa değişikliklerinin halkoyuna sunulmasından sonra denetlenebileceği savını da çürütmüştür.

Anayasanın 148, 175. maddeleriyle 3376 nolu Yasanın ilgili maddelerine aykırı savın yerinde olmadığı, karara bağlanmıştır. Denetlenen, Resmi Gazete’de yayımlanan yasadır.

   Ancak denetlenen maddelerde iptal edilen tümceler toplam 48 sözcüktür. Bunların kaynağı, temeli olan kuralın, hukuka uygun bulunması yanlış olmuştur. Bu sonuçta baskılardan, atama yöntemlerine, kişilerle ilgili söylentilere kadar geniş bir kuşku alanının etkisi olup olmadığı gerekçeli kararın karşı oylarla
birlikte yayımlanmasıyla anlaşılacaktır.

   Mahkeme, bir olanağı kaçırmış; 
1961 Anayasasının getirdiği açılımın askeri yönetimce daraltılmasını önlemek ve aykırılıkları gidermek fırsatını değerlendirememiştir.
Bu, asla siyasal bir karar değildir. Ancak Cumhur başkanının üye atamasının
yanlışlığını bir kez daha kanıtlamıştır. 
Anayasa Mahkemesi, hukukun siyasallaşmasını önlemek görevinde bu kez başarılı olamamış, kendi geleceğini de iktidarların avucuna düşürmüştür.

‘Darbe Anayasası’ diye anılan anayasamıza göre yapılması planlanan değişiklik paketi ile gerçekten sivil ve demokratik bir anayasaya kavuşacak mıyız?

Değişiklik Paketinin ‘gerçekten sivil ve demokratik bir Anayasa’ ile ilgisi bulunmamaktadır. Gerçekten demokratik bir Anayasa istense idi yargıyla ilgili kurallar böyle olmazdı.

   Yandaş Yargı, İktidar Yargısı, Sözde Yargı, Göstermelik Yargı savlarına haklılık veren yapıyı öngören değişikliğin öbür kuralları yıllardan beri söylenen, istenen, beklenen kurallardı. Kimileri yazıla, söylene bıkkınlık getirmişti. Kimileri de olağan gelişmeleri içermektedir.

   Ancak kişisel, toplumsal yaşamda kazandıracakları çok az olmaktadır.
1961 Anayasasının getirip 1982 Anayasasının götürdüklerini geri getirmektedir. Maddeler, ayrı ayrı değerlendirilse; yargı değişikliğini sağlamak için konulan süsler, dolgu maddeleri olduğu benimsenir. Üniversite özerkliği, işsizlik, toplu sözleşme, devrim yasaları vb konularda atılım sayılacak hiçbir ilerleme yoktur.

   İktidarın tutumu, demokrasiye yakınlaşmayı değil, demokrasiden uzaklaşmayı göstermektedir. Olanlar ortadadır. 
Gözaltılar, tutuklamalar, özel yetkili mahkemeler, özel yaşamın gizliliğinin çiğnenmesi, iletişim özgürlüğü, rektör ve yargı üyesi atamaları; nasıl gidildiğinin
göstergesidir…

Oluşan, ‘AKP Anayasası’dır.

Değişikliği öngörülen maddeler hukuksal açıdan ne kadar yeterlidir?

Değişikliği öngörülen kurallar, biraz önce de değindiğim nedenlerle
gereksinimleri karşılayacak durumda olsalar bile değişikliğin tümü yetersizdir.

Yargıyla ilgili kuralların dışındakilerin getireceği bir şey yoktur ama değişikliğinin tümünün özellikle yargıyla ilgili kurallarının götüreceği çok şey vardır. Değişikliğin tümünün birden oylanması da (Meclis’te 367 oyun altında kaldığından, oylamanın nasıl yapılacağını Meclis kararlaştırıyor) bir büyük hatadır. Değişiklik, yürürlüğe girerse yargı bağımsızlığından, yargıç güvencesinden, demokrasiden, insan haklarından, hukuk devletinden, laiklikten söz etmek olanaksız kalacaktır. Artık yargı, iktidar partisi il ve ilçe başkanlarıyla
Adalet Bakanlarının etkisinde, milletvekillerinin pençesinde kıvranacaktır.

    Anayasa, Danışma Meclisi’nden ve halkoyundan geçmiştir. Askerlerin
etkisi ve ağırlığı açık olmakla birlikte ‘Askeri Anayasa’ demek yanlıştır. ‘Sivil Anayasa’ deyişi, tıpkı Cumhurbaşkanını halk seçtirerek olumlu bir şey yapılıyormuş göstermeye benzemektedir. Başbakanın, “Şimdi halk karar verecek, millet söz söyleyecek” diyerek, yığınları okşamasının bir türüdür. Oluşan, ‘AKP Anayasası’dır. 
Bu bakımdan maddelerin ayrı ayrı değerlendirilmesini gerekli ve yararlı bulmuyorum.

Yargıyla ilgili maddeler dışındakilerin yürürlüğe girmelerinin yararı olmasa da sakıncası yoktur ama yargıyla ilgili maddeler yürürlüğe girerse sakınca, çok büyük olur. Öbür maddelerin anlamı ve değeri azalır.       

   TC Anayasası değişiklik paketinin halka anlatılması ve halkın aydınlatılması
koşulları için zamanlama ve duyurular yeterli midir?

Değişiklik paketinin halka anlatılmasının süresi ve koşulları yeterli değildir. Seçim yasalarının kuralları uygulanacağından ‘yasak’lar, kimi yerlerde yönetimin baskıya dönüşen el atmalarıyla zamansız ve yersiz uygulanmaktadır. Halkımızın siyasal, toplumsal, kültürel düzeyi bellidir. Hukukçuların kimilerinin bile güç anladığı kuralları, halkımızın anlayarak değerlendirmesi beklenmemelidir. 
Spor takımları tutar gibi parti tutma biçiminde oylama bilinmektedir. 

Buna karşın, son siyasi gelişmelerin umut rüzgârı estirmesi olumlu bir yöneliş sayılmaktadır.
Halka anlatma yolunda medyaya, aydınlara, demokratik kitle örgütlerine büyük görev ve sorumluluk düşmektedir. İktidar ağırlıklı medya yanında, 3376 no’lu Yasa’nın Cumhurbaşkanı’na bile yer vermesi, ‘silahların eşitliği’ ilkesine
uyulmadığının göstergesidir. Bunlar gözetilerek çalışılmalıdır.

   Ülke rejimi bu Anayasa değişikliğiyle tehlikeli bir dönemeçtedir Bir takım partilerce bunun bir siyasi oylama gibi algılatılması yönündeki çalışmaların ülke rejimi açısından yanlış boyutu nedir?

Kimi partilerin davranışı, ülkenin geleceği yönünden sakıncalar taşımaktadır.
Eğilim, anlayış birlikteliği ve benzerleriyle iktidarı destekleyenlerin hukuk devleti- gerçek demokrasiyle hiçbir bağları olmadığı daha iyi anlaşılmaktadır. Yeni bir Anayasa yapmak yolunda girişimde bulunmak yerine, yamalarla 16. Anayasa
değişikliğine destek vermek; iktidarın koluna takılıp yürümekten başka bir şey değildir. Oylamanın, “AKP’ye Hayır” biçiminde algılanıp uygulanacağı kanısı yaygındır.

Bunu, seçime bırakıp Anayasa’yı ulusal yaşamımız ve hukuksal içeriğiyle
değerlendirerek oy kullanmak gerekir. Halkımızın sağduyusunun egemen olması dileğindeyim.

Seçimlerde halka nasıl yaklaştığı, valiler eliyle neler yaptığı bilinen iktidarın, kendisi için yaşam koşulu sayarak neler yapacağı kestirilemez.
Çok dikkatli olmak zorunluluğu paylaşılmaktadır. İktidar, her ne kadar tersini söylese de halkoyunun ‘Hayır’la sonuçlanması, çekilmesini hızlandırır. Ülke rejimi, bu Anayasa değişikliğiyle tehlikeli bir dönemeçtedir. Siyasal partilerin, iyi düşünüp iyi çalışmaları yalnız görevleri değil, varlıkları nedeniyle de borçlarıdır.
Şimdiden korsan afişler kullanılmaya başlanmıştır!

Oy’lar; ‘namus’ bilinerek ve bilinçle kullanılmalıdır Evet/Hayır sonuçlarına göre
özellikle hukuk, yargı, kuvvetler ayrılığı ve rejim kapsamında Türkiye, ne gibi konulara hazırlıklı olmalıdır? Anayasa değişikliği halkoyundan olumlu (‘Evet’ oylarının fazlalığıyla) çıkarsa, erkler ayrılığından söz edilemez.

   Yargı, siyasal iktidarın eline geçer. Günümüzde yüksek yargı organlarına
nasıl atama yapıldığı belli iken gelecekte hiçbir sınır ve ölçü tanımadan,
siyasal yanlılıkla bu işlemler yürütülecek, halkın adalet beklentisi, siyasal dayanaklara bağlı olacaktır. Laiklik ilkesine ödünlerle yaklaşanların arttığı bir ortamda bu ilke sulandırılacak, hukuk devleti ilkesiyle birlikte zayıflama, cumhuriyetin temel niteliklerini geçersiz kılacaktır. 

Bunun sonu karanlıktır. 

Tek adamlığa yöneliş de hızlanacaktır. Dikta belirtilerinin birbirine eklendiği  günümüzün yarını, Ortadoğu ülkelerinin çektiği sıkıntıların kaynadığı kazan değil, ‘kazanı kaynatan ocak’ olabilecektir. 
Demokrasi amaçlanarak kurulan cumhuriyetin temeli olan ‘erkler ayrılığı’ ilkesinin kaldırılması amacıyla rejim güvencesiz kalacak; kargaşa, ‘Ilımlı İslam’ devletiyle bile giderilemeyecektir.

Cumhuriyetin kalelerini bir bir ele geçiren iktidar, bu değişiklikten sonra başka işlemler, başka değişiklikler gerçekleştirecek, af yasası ile kendini sağlam bir zırha alacaktır. Dokunulmazlıklara dokunmayarak sergilediği söze bağlılık,
davranışıyla içtiği andan bağlılık aykırılıkları herkesi düşündürmeli, oylar; ‘namus’ bilinerek ve bilinçle kullanılmalıdır. Bu yolun geri dönüşü olsa bile çok güçtür; zaman yitirilerek, yaşam değerlendirilemez.

   Özetleyerek anlatmaya çalıştığım nedenlerle 12 Eylül 2010’da yapılacak
halk oylaması, hepimiz için (kişisel ve kuruluşlar olarak) bir ders, bir sınav niteliğindedir. Siyasal iktidarı anayasa, hukuk, adalet ve ahlak sınırında
tutmakla görevli yetkili Anayasa yargısından, siyaset yaptığını sananlar
hiç hoşlanmaz. Her yaptıklarının geçerli sayılmasını isterler.

Anayasanın 148. maddesindeki yasaların son oylama çoğunluğu, Anayasa
değişikliklerinin önerme, kabul çoğunluğu ve iki kez görüşme zorunluluğuyla
sınırlı biçim incelemesinin dar anlamdaki basitliği, bir denetim değildir. Denetim sayılması istenen bir geçişme dir. Bununla Anayasa Mahkemesinin elini kolunu bağlayarak, kendilerinin denetimsiz ve sınırsız yetkilerine ölçü koyulmasına
karşı çıkmak, demokrasiyle bağdaşan bir anlayış olamaz.

Kanun hükmünde kararnamelere ilişkin görüşme yöntemine de uyulmamaktadır.
Yönetimin her tür eylem ve işleminin bağımsız yargının denetimine açık tutulması zorunluluğuna işlerlik kazandırmak için atılan adımlar olumlu olmakla birlikte yeterli değildir.

1961 Anayasası döneminde Yüksek Hâkimler Kurulunun kararları, yargı denetimi ne bağlı idi. Şimdi bu yolun açılması iyi ama Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulunun başında Adalet Bakanı, içinde Bakanlık müsteşarı olduktan, üyelerinin seçilmesinde yönetimin (Cumhurbaşkanı, Anayasanın 8. Maddesine göre
Yürütmenin içindedir) ağırlığı bulunduktan sonra yargının bağımsızlığı
savunulamaz.

Anayasa hukukçularının eleştirileri kimi gazete ve dergilerde yayımlanmaktadır.
İktidar yandaşları dışında halk oylamasına olumlu bakanlar, ‘yok’ denecek kadar azdır.

  Bilimin, aklın, deneyimlerin ve olayların ışığında yargının bağımsızlığını tümüyle ortadan kaldıran bir Anayasa değişikliğinin benimsenmesi, olanaksızdır.

Her kesimin ağzına bir parmak bal sürülerek oylarını kazanmak yolu izlenmekte dir ama hukuk devleti olmadıktan sonra bu bal, zehirden farksız olur. 

Zamanla, tadı kaçar. İnanç sömürüsüyle demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri sömürüsü birlikte yürütülmekte, adalet, hukuk ve yargı anlayışındaki bozukluklar
da uygulamalarla sürdürülmektedir.

   Üniversitelerin genelde suskunluğu, kimi hukukçuların yandaşlığı, kimi medya tetikçilerinin saldırısı da üzüntüyü arttırmaktadır.

   Yargısı bağımlı, yanlı, önyargılı hukuk devleti olamaz. Hukuk devleti olmayınca da demokrasi olamaz.
Demokrasi olmayan yerde de insan hak ve özgürlükleri olmaz.

İktidar olur, muhalefet olmaz. 
Muhalefet olmayınca denetim olmaz; dikta olur…

Peki, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın kararları duyurması yöntemi uygun mu?

   Yanlış anlaşılan durumu açıklamak için bu soruyu da ben kendi kendime sorarak, derginizin okurlarına ve yurttaşlarıma bilgi vermek istedim:
Anayasanın 153. Maddesinin 1. Fıkrasının ikinci tümcesinde;

   “İptal kararları, gerekçesi yazılmadan açıklanmaz” denilmektedir. 

1961 Anayasasının ilk biçiminde kararların verildiği gün yürürlüğü
benimsenmiş ti. 1971 değişikliğinde, gerekçeli yayımla yürürlüğe gireceği öngörüldü. 1982 Anayasası, Resmi Gazete’de yayım koşulunu yineledi
(Mad.153/Son). Şimdiki durumda iptal kararlarının gerekçesi yazılmadan açıklanmaması ‘ret kararı’nın açıklanmasında uygulanmıyor. 

   Açıklanmayınca, iptal kararı verildiği sanılıyor ama karar, ret de olabiliyor. İptal ile ret karışınca, sakıncalar doğabiliyor. Bu nedenle 1983 yılından beri
kararlar açıklanmıyor; sonuç bildiriliyor. Açıklama; kararın gerekçesi,
karşı oylarıyla birlikte olur. Oysa sonuç bildirilerek kamuoyu aydınlatılıyor,
Yasama organıyla Yürütme organına işlemler konusunda ışık tutuluyor, ilgililer de karışık ve yanlış anlamalardan kurtuluyor. Anayasa Mahkemesi kararları geriye yürümediğinden iptal edilen kararla yapılması olanağı bulunan kimi işlemler, karar yayımlanıncaya kadar yapılmaktan uzak kalınabiliyor. Hukuk devletinde kararı açıklamanın yararı var, zararı yok ama ‘açıklama’nın koşulları
ayrı… Anayasa’ya iktidarın kendi dediklerinin yanlış da olsa egemen kılınması için koydukları bu kurala da aykırılık olmaması için yapılan duyuru, açıklama değil; sonuç bildirmelidir. Bunun yöntemini de Başkan belirlemektedir. Benim zamanım da bu görevi, Başkan vekiline vermiştim. Şimdiki Başkan, kendisi basın ilgilileri önünde açıklamakta, kişisel görüşlerini de yansıtmaktadır. Bu katılınsın, katılın masın; onun, bileceği iştir...

Anayasa Mahkemesi kendini yasa koyucu yerine koyarak bir hüküm hiç kurmamıştır

Bir de “Anayasa Mahkemesinin, kendini yasa koyucu yerine koyarak yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm kuramayacağına” ilişkin Anayasanın 153. maddesinin 2. Fıkrası var: Bu gereksiz ve anlamsız kural, üyelere; “Milletvekilliği yapmayın; Mahkeme olarak kendinizi, Meclis yerine koymayın!” demektedir. 

Buna gerek var mı?

Üyeler, Yetki ve görevlerini bilmezler mi? 

Doğal olarak kimi kararlar, düzenlemeden başka bir duruma neden olabilir. İstenenle, karar bağdaşmazsa durum değişir. 2. Fıkra siyasetçilerin,
amaçlı ve yanlış anlamalarıyla Mahkemenin suçlanmasına neden olmaktadır.

Mahkeme, hiç bir zaman kendini yasa koyucu yerine koyarak bir hüküm kurmamıştır. Yapması gereken işi yapmıştır. 
Sonucun Meclis düzenlemeleriyle ters düşmesi, yasa koyucu yerine geçmek, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde kural koymak sayılması doğru değildir.

Anayasa değişikliklerimiz diğer ülkelere oranla çok sık yapılmakta Anayasanın 81. ve 103. maddelerindeki andı içenlerin antlarına aykırı tutum ve davranışlar içinde olması da ülkemizde Anayasa’ya bağlılığın, hukuka saygının, yargıya güvenin yeterli olmadığının kanıtıdır.

Sorunun Asıl yönü budur.

  Türkiye mizdeki ölçüde sık sık ve çok Anayasa değişikliğinin başka ülkelerde yapıldığına rastlanmamaktadır.

Gereken özenin gösterildiği kanısında olmadığımı üzülerek belirtiyorum.


***

Referandumla Anayasa Değişikliği,

Referandumla Anayasa Değişikliği 






NEDEN Mİ, EVET..

Burhan Kuzu
AK Parti İstanbul MV
Anayasa Komisyonu Başkanı.,

Değerli EGİAD YARIN dergisi okurları,


    Anayasanın varlık sebebi, vatandaşa iyi bir özgürlük havası vermektir.
1982 Anayasası, kişi ile devlet dengesinde; devleti ön plana çıkarmış, kişiyi geri plana itmiştir. Getirilen değişiklik paketi ise devlet kişi dengesinde, kişinin ön plana çıkarılacağı bir düzenleme içeriyor.

    Değişiklikte kişinin iyiliği, özgürlüğü, mutluluğu ve güvenliği ön plana çıkıyor.

Özgürlükler genişliyor Bu paket, bireyi özgürleştiriyor. Çocuk hakları, kadın hakları, dulyetim, gazi, kişilerin kişisel bilgilerini saklama ve koruma, fişlenmişse bunları sildirme hakkını vatandaşa veriyor. Yanlış kullanımlardan, vatandaşı sorumlu tutmuyor. 

   Askeri yargı ile sivil yargının sınırlarını belirleme de bir diğer özgürlük olarak karşımıza çıkıyor.

    Kadına pozitif ayrımcılık Kadınlarımız, çalışma hayatında kısmen de olsa yer alabiliyorlar ancak siyasette, çok fazla kadının yerinin olduğunu söylemek gerçekçi olmaz. Bu duruma hukuken herhangi bir engel bulunmuyor ancak hukukun engel olmaması, yarışmada yol almayı da sağlamıyor.

    Koca Türkiye’de 18 belediye başkanı, 50 tane Kadın milletvekili bulunuyor.

Oysa Avrupa ülkelerinde ortalama yüzde 25, dünya ülkelerinde ise ortalama yüzde 16 oranında kadın, temsili parlamentolarda bulunmaktadır.
Neticede bizdeki rakam, modern Türkiye’ye yakışmıyor. Yapılan değişiklikle, kollama-koruma biçiminde kadının yolunu açmaya yönelik pozitif ayrımcılıkla, mevcut durumun daha ileri götürülmesi hedefleniyor.
    Mesela, bir işyeri sahibi yada devlet, personel alırken kadınlara belli oranda kontenjan ayırabilecek.

    Böylece daha çok kadın, iş hayatında eşit şartlarla çalışabilecek. Kadına pozitif ayrımcılık Anayasa’da güvence altına alınıyor.
    İşçi ve memurun sendika ve grev hakları genişletiliyor İşçilerin grev hakkı önündeki engeller, kaldırılıyor. Birden fazla sendikaya üye olma  hakkı getiriliyor.

   İşçi çalışmak ister, sendika kurmak ister, grev hakkı ister. Bu haklar, 1982 Anayasası’nda var ama dar ve sıkboğaz çerçevede yapıldığı için sınırlandırmalar getirdi. 

Örneğin işçinin; siyasi grev, genel grev ve dayanışma grevi yapmasına müsaade etmiyor. 82 Anayasası, işçiye iki sendikaya üye olmayı da yasaklıyor. Yapılan değişiklikle bütün bu engeller, kaldırılıyor.

Memurlara sendika kurma ve toplu sözleşme hakkı, anayasal güvenceye kavuşturuluyor. Memurlara sendika hakkı getiriliyor. 

1982 Anayasasında bu hak, sadece işçiler için verilmişti. Uygulamada, kanunla bu hak verilmeye çalışılmış ise de yine kanunla, her an kaldırılabilir.

Yapılan değişiklikle bu hak, anayasal güvenceye kavuşturuluyor. Burada en çok eleştirilen konu, memura neden grev hakkının tanınmadığı ile ilgili.

Grev hakkının sağlanması durumunda işverende de lokavt hakkının olması gerektiğini unutmamak gerekiyor.

Lokavt nedir? Çalışan memuru gerektiğinde işten atmak, demektir. İşte bu nedenlerle memur tanımının tekrardan yapılması ve grev hakkının da ilerleyen zaman içerisinde yapılması amaçlanmaktadır. 

    Bu değişiklikle memurlar, toplu sözleşme hakkına sahip olacak. Toplu sözleşmede uyuşmazlık yaşanırsa son kararı, hükümet değil; memurların da temsil edildiği Uzlaştırma Kurulu verecek. Gerek hükümet gerekse de memur kesimi, alınacak olan ortak karara uyacaklar. Çünkü Kurulun kararı kesin olacak. Öte yandan mevcut Anayasa, memurlara verilen uyarı ve kınama cezalarını, ‘hafif nitelikte ceza’ olduğu gerekçesi ile yargı yolunu kapatmıştır. Ancak uygulamada idare, memurların belli makamlara gelmelerinde bu cezaları bahane
etmektedir. Değişiklikle bu cezalar için de artık dava yolu açılmış ve de memur un yükselmesi önündeki bahane kaldırılmış olacak.

Çocukların korunması Anayasal güvenceye alınıyor.  

   Geleceğimizin teminatı çocuklarımızın, şiddet ve her türlü istismar karşında korunmasından, birinci derecede devlet sorumlu olacak. 
Mesela, kızların çocuk yaşta evlendirilmesine mani olunabilecek, çocuk istismarını önlemek için caydırıcı tedbirler alınabilecek, cezalar ona göre 
verilebilecek.
Resmi kurumların kendisini gerektiği gibi koruyamadığını düşünen çocuk ya da ailesi, mahkeme yoluyla ihmalde bulunanların cezalandırılmasını isteyebilecek. 

    Böylece çocukların korunması, bütün hükümetler tarafından uyulması gereken Anayasal güvencelere kavuşturulmuş olmaktadır.

Engellilerin korunması Anayasal planda güvenceye kavuşturuluyor

Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırı olduğu gerekçesiyle engelliler için yapılan pozitif ayrımlar, çoğu zaman hukuki engellere takılıyor. Örneğin, iş koşullarında sağlanacak kolaylıklar, belediyelerin indirimli ulaşım tarifeleri, apartmanlardaki asansör uygulamaları gibi hizmetlere, ‘eşitliğe aykırı’ olduğu nedeniyle itiraz edilebiliyordu.
Şimdiye kadar inisiyatif çerçevesinde yapılan bu hizmetler, Anayasal güvenceye kavuşacak. Belediyeler ve kamu kurumları; şehircilik, eğitim ve sağlık alanında yaptığı tüm yatırımlarda engellileri göz ardı edemeyecek.


Gazi ve şehit yakınları hak ettikleri Anayasal güvenceye kavuşuyor Sayıları 50 bini aşan gazi ve şehit yakınına, iş kapısı açılacak.
Hâlihazırda, gazi ve şehit ailelerinin hayatlarını kolaylaştırmaya, onlara yardımcı olmaya yönelik destek projeleri, Anayasa’nın eşitlik ilkesine aykırı sayılabiliyor ve uygulamada, bazı güçlüklerle karşılaşılabiliniyor.

Devletin iyi niyetine rağmen ‘anayasanın eşitlik ilkesini ihlal’ gibi sayıldığından bu tür ayrıcalıklar verilmesindeki güçlükler, bu değişiklikle kaldırılmış olacak.

    İşa damlarının yurt dışına çıkışlarında yaşadıkları lüzumsuz engellemeler kaldırılıyor Yurt dışı çıkış yasağının uygulanması, hâkim kararı şartına 
bağlanacak.

Hâli hazırda, bizzat vergi daireleri tarafından talep edilen yurt dışı çıkış yasağı, hakkında kesin karar olmamasına rağmen birçok iş adamının yurt dışına çıkışını engelleyebiliyordu. İş adamları, bu yüzden uluslararası anlaşmaları, iş fırsatlarını kaçırıyordu. İş adamı ya da vatandaşın yurt dışına çıkması ancak hakkında kesin hüküm olduğunda ve hâkim uygun gördüğünde engellenebilecek. Yargılanıp
hüküm giymeyenler, haksızlığa uğramayacak. Hava alanlarından geri dönen iş adamlarının sayısı azalacak. Fakat gerçekten vergi kaçırmış olanların, yurt dışına çıkışı engellenecek.

Emeklilerin özlük hakları çalışanlarla aynı güvenceye kavuşturuluyor Emekli kesimle ilgili Türkiye’de tartışma bitmiyor. Memurun çalışanı var, işçinin çalışanı var, bunların sendikal hakları var. Toplu sözleşme görüşmelerinde, her iki taraf masaya geliyor. Hükümet, artış için bir oran belirliyor; işçi ve memur, başka bir oran belirliyor. Orada bir hakem kurulu var, o da hükümetin dediğini yapmak durumunda kalıyordu.

    Bu, yanlış bir sistemdi. Yapılan değişiklikle taraflar masada olsun, bir hakem heyeti olsun, taraflar anlaşamadıkları zaman bu hakem heyetinin vereceği karar, kesin olsun. Bu karardan doğan özlük hakları, maaş artırımları aynen emekliye de yansıtılacak.

Böylece çalışanlar ile emekliler arasındaki yıllık artış oranındaki tartışmalar da sona ermiş olacak. 

   Artık ücret artımında hükümet, tek taraflı söz sahibi olamayacak Uzun süren mahkemeler dönemine son Vatandaş mahkemelerde uzun süre uğraşmadan haklarını kısa yoldan elde etme imkânına kavuşuyor.

   Hak arama özgürlüğü noktasında mahkemeler var ama mahkemeler, çok uzun sürüyor. Dünya, bu işe bir çözüm bulmuş; nedir bu çözüm? Bir hakem kurumu oluşturmuş; dünyanın,’ ombudsmanlık’ dediği sistem.

Diyelim ki Belediye, Bağkur, Sigorta, Elektrik idaresi ya da herhangi bir devlet kurumu ile sorunu olan vatandaş dava açınca, bu çok uzun süre devam ediyor ve mağduriyeti de çözmüyor.

   Yapılan değişiklikle kamu denetçiliği, ‘baş kamu denetçisi’ adı altında Ankara’da, bir başkan bulunmakta ve Türkiye’nin değişik bölgelerinde, onun temsilci ve şubeleri yer almakta, vatandaş da buralara müracaat ederek, hakkını daha kısa yolla alma imkânına kavuşmaktadır. Elbette vatandaş, bulunan çözümden memnun kalmazsa, daha hakkı mevcuttur.

Bu yolla vatandaş, senelerce dava açıp mahkemelerde sürünmekten kurtulup, hakkını kısa bir sürede elde etmiş olacak. Bu kurumun gelmesi ile davaların arası bu yolla çözüleceğinden artık mahkemelerinize  daha az sayıda dava gelmiş olacak.

Özellikle ceza davaları bakımından mahkemelerimiz, çok daha rahat çalışma imkânına kavuşacak.

Partisi kapatılan milletvekilinin vekilliği düşmeyecek Partisi kapatılan vekilin, vekilliği de sona eriyordu. Çok ağır bir ceza ve dünyada, örneği yok. ‘Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne giden vekiller oldu ve davaları da kazandılar.
O zaman parti kapatmalarının olmaması gerekiyor. 

   Esasen parti kapatma, seçmenin iradesine karşı gelmedir ve seçmeni cezalandırmak anlamı taşımaktadır. Yapılan değişiklikle, partisi kapatılan milletvekilinin, milletvekilliği düşmüyor. Ancak partisi kapatılan kişiler; üç yıl, başka partilerin kurucusu olamıyor.

Askeri mahkemenin alanı daraltıldı sivil mahkemenin alanı genişletildi Yapılan değişiklikle, askeri yargı ile sivil yargı arasındaki alan, daha netleştirildi. Türkiye, bu netleşmenin yapılmamasından dolayı bu tip kararlar yüzünden ‘Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne götürülüp mahkûm ediliyordu. Bu değişiklikle birlikte artık askeri mahkemeler, doğrudan askeri suçlara bakabilecek.

  Çok daha dar bir alanda çalışacak, kalan geniş alanda, sivil mahkemeler söz sahibi olacak. Örneğin, bir siville bir asker, beraber suça ortak olmuşlarsa, bu suça artık sivil mahkeme bakacak. Darbe, darbeye teşebbüs, hükümet aleyhine demokratik olmayan türden teşebbüs ve oluşumlar artık askeri mahkemelerde değil, sivil mahkemelerde yargılanacaklar.

Böylece Ergenekon davası sürecindeki yetki tartışması, tamamen sona emiş olacak.
Yüksek askeri şura kararları yargı denetimine açılıyor Çok sayıda subay, ordudan atıldı.


REFERANDUM ve ANAYASA DEĞİŞİKLİĞİ

Adam örneğin, disiplinsizlikten atılıyor ama dosyasına bakıyorsunuz hepsi takdir ve teşekkürlerle dolu. Bu kişi, atılıyor. Eğer böyle bir şey varsa bu adamın, dava açması ve mahkemenin, buna karar vermesi gerekiyor. Gerçekten böyle midir, değil midir? “Türk subayına yakışmayacak bir davranış içindeyse buna tabi ki silahlı kuvvetler karar versin ama eften püften sebeplerle atılıyorsa, buna mahkeme karar versin” diyor, değişiklik paketi. 

Peki, ne olur bu karardan sonra? Atılmış olan kesim, dava açabilir. Geri dönüp dönmemesi mahkemenin kararına bağlıdır.

Adam, 1984 yılında atılmış, arkadaşlarının hepsi orgeneral olmuş, onun geri dönüşü belki çok anlamlı olmaz. Ama özlük haklarına geri kavuşabilir, kimliğini alabilir, sosyal tesislerden yararlanabilir ve çocukları da bu haklardan faydalanabilir. 
En azından sisteme karşı küskünlüğü ortadan kalkar. Bu da bir ‘iade-i itibar’ olur.

HSYK daha demokratik ve tarafsız bir yapılanmaya kavuşturuldu Türkiye’de yargı, kendi içinde kapalı devre çalıştığı ve kast sistemi oluşturduğu için çok fazla eleştiriliyor.


Bunun önüne geçebilmenin yolu, yargıyı geniş tabana yayabilmek. HSYK’nın 7 olan üye sayısı, 22’ye çıkarılıyor. Hem Yargıtay hem Danıştay, üye seçecek hem de dahil edilmeyen 12 bin hâkim ve savcının olduğu alt mahkemeler oy kullanacak.

   Dolayısıyla bunlardan da üye seçilecek ve yargının tamamını temsil eden bir yapı ortaya çıkmış olacak.

   Hâkimler Savcılar Yüksek Kurumu, aynı zamanda siyasetten arındırılıyor.
Ayrı binası, ayrı bütçesi, ayrı sekretaryası ile özerk bir hale getiriliyor. HSYK kararları neticesinde görevden atılan yargı mensuplarına da mahkeme kapısı aralanıyor.
Bugüne kadar atılan hâkim ve savcılarımız, dava açabilecektir. Ebetteki kararı, mahkemeler verecektir.
Anayasa Mahkemesi yeni oluşumu ile özgürlüklerin güvencesi olacaktır

   Gerek Anayasa gerekse de HSYK, birer mahkeme değil; bunlar, birer kurumdur. Anayasa Mahkemesinde şu an 15 üye var ve bunun tamamı,
cumhurbaşkanı tarafından seçiliyor.

  Değişiklik paketinde üye sayısı, 17’ye çıkarılıyor ve bunun 3 tanesini de meclis seçiyor. İş yoğunluğundan, daire biçiminde örgütlenecek olan
mahkemenin iş yükü hakkı hafifliyor.

   Üyelerinin, ömür boyu değil; 12 yıllığına seçilmesi öngörülüyor.
Yapılan değişiklikle, vatandaş da artık Anayasa Mahkemesi’ne bireysel başvuruda bulunabilecek. Vatandaş, Türkiye’de açtığı davalar  sonuçlandıktan sonra nereye gidiyor? Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’ne gidiyor ve Türkiye’yi ciddi tazminatlara mahkûm ediyor. Artık vatandaş, AHİM’ne gideceğine Ankara’da, Anayasa Mahkemesi’ne gidecek. Böylece hakkını, Avrupa yollarında uğraşarak değil; kendi ülkesinde elde etmiş olacak. Elbette bu kararı beğenmeyen vatandaşlar, tekrar AHİM’ne gidebilecektir. Türkiye, bugüne kadar AHİM tarafından çok büyük miktarda tazminata mahkûm edilmiştir ve itibarı zedelenmiştir.

   Bu yeni Usulle, bu sıkıntılar ortadan kalkmış olacak.

Saygılarımla,


***

Sandık Siyaseti

Sandık Siyaseti.,



Nurten AKYAZILILAR
EGİAD YARIN Genel Yayın Editörü
nurtenak@ttmail.com


Mülkiye Dergisi’nin 267. sayısında, 1960 Devrimi ve 1961 Anayasası, özenle masaya yatırılmış. İçlerinde özellikle Muammer Aksoy’un, 27 Mayıs 1976 tarihli ‘Anayasaya Düşmandırlar!’ manşetli yazısını görünce, güncelliğini halen koruyor olmasından çok etkilendim ve arka arkaya iki kere okudum. 31 Ocak 1990 günü, Ankara Bahçelievler’deki evinin önünde faili meçhul bir cinayete kurban verdiğimiz Aksoy gibi şehit edilen pek çok aydınımızın, gazetecimizin makale ve kitapları her daim güncelliklerini korumakla kalmayıp yıllar sonrasına önemli mesajlar iletmektedir.

   Ancak ne yazık ki geçmişi çok çabuk unutan halkımız için tarihin tekerrür
ediyor olması, bir şey ifade etmiyor.
‘Anayasa’ya Düşmandırlar!’ manşetli makalesinde Aksoy, 27 Mayıs Devriminin
en büyük yapıtı olarak tanımladığı 1961 Anayasası’nın gerekleri ve içeriğini
şöyle anlatıyor:

   “… 1946’dan sonra çok partili siyasal yaşamımızın da çerçevesi olma görevi
ile karşılaşan 1924 Anayasası, bunun da üstesinden gelebilirdi. Ancak, iktidarların demokrasi ve özgürlük ilkelerine içten bağlı olmaları şartıyla!.. 
Bu anayasanın, muhalefete yaşam hakkı tanımak istemeyen kötü niyetli iktidarlara karşı denetleme olanakları sağlayamadığı, 1952-1960, hele 1956-1960 arasındaki acı deneylerle çok iyi anlaşılmıştır. 

   Gerçekten 1924 Anayasası’nda, Meclis çoğunluğunu elinde bulunduracak partinin, gücünü kötüye kullanarak ‘Meclis’e dayanan bir diktatörlük’ kurmasını önleyen, ‘Çoğunluğun davranışını frenleyen ve dengeleyen kurallar ve kurumlar’ yer almamıştı. 1924 yılında böyle önlemlere gerek de duyulmazdı. Çünkü o anayasanın amacı, sultanın bütün güçlerini halkın temsilcisi olan TBMM’ne devretmekti ve Meclis’in karşısında duran (yüzyılların biriktirdiği) dağ gibi işlerin hızla görülmesini sağlamaktı”…

   Günümüzdeki bazı aydınlar! ile medya organları ve yazarlarının yaptığı bilgi
kirliliklerine ve de devlet dairelerinin yanlı kadrolaşma zararlarına vurgu
açısından Aksoy’un; 1961 Anayasası düzenleme detaylarına yer verdiği
‘İnançsızların İhaneti’ ara başlığındaki bölümden, çarpıcı bir alıntıyla devam
edelim: “İktidarın hoşuna giderek parsa toplayan ya da iktidarın hışmından
korkarak Türk toplumu için yaşamsal önem taşıyan gerçekleri dile getirmekten
kaçınan ‘cüppeleri kadar yüzkarası’ bir ‘satılık ya da suskun profesörler’ ordusu nun türemesini önlemek amacıyla üniversitenin özerkliği sağlanmıştır. Her gün birkaç kez ‘akı kara, karayı ak’ olarak sunma sayesinde, halkın şartlanmasını ve tüm toplumsal gerçeklere yabancı çağdışı kafalara robotlar yetiştirilmesini sağlayacak bir radyonun (ve hele televizyonun) Türk demokrasisine bir kanser
gibi musallat olmaması için 1961 Anayasası ‘TRT’nin özerkliği’ni öngörmüştür”…
12 Eylül’de referanduma sunulan Anayasa değişikliğinin bölünme, kadrolaşma,
hukuksuzluk ve rejim değişikliği getirebileceği endişelerinin yükseldiği bir
süreçten geçerken Aksoy’un, 1976 yılında yazdığı bu bölümün devamı, sanki bugün yazılmış gibi şöyle:

“Ama sandıktan çıkan bir iktidar, eline geçirdiği üstün olanakları, tüm ulusun
yararına değil de bir zümrenin çıkarına kullanırsa, iktidardan düşmemek için kişi
özgürlüklerini ve hukuk devleti ilkelerini muhalifler yararına işlemez hale getirirse seçim güvenliği eşitliğini bile baltalama doğrultusunda kesin adımlar atarsa ne olacaktı? O zaman sonuç, ‘Parlamentolu bir diktatörlük’ olacak ve seçime dayanan bu yönetim, özgürlüklere ve mutluluğa değil, tahakküm ve keyfiliğe kaynaklık yapacaktı”…

   “Kötü Amaca Ulaştılar” ara başlığı altında, 27 Mayıs Anayasası’na 1971 ve
1973 yıllarında açılmak istenen gediklerin iki ayrı amaçtan birinin Türkiye’yi,
ekonomik anlamda sömürmek isteyen toprak ağaları ile iç-dış sermaye temsilcileri olduğuna ayrıntılarıyla dikkat çeken Aksoy, diğer bir gediğin ise özgürlükler konusunda olduğunu, şu ifadelerle anlatıyor:

“Başta düşünce özgürlüğü olmak üzere, tüm kişisel özgürlüklerden ürken dikta
heveslileri (özgür düşüncenin her tür tahakkümü ve sömürüyü olanaksız hale getirdiğini bilen çağdışı ve çıkarcı kafalar), özgürlükler sistemini ve bunun güvencesi olan yargı bağımsızlığını ve yargı denetimini yok etmek istemişlerdi”…
Yaşadığımız son günlerde, parti liderlerinin halka seslendikleri referandum çalışmalarında soy-boy-mezhep-din konularının son derece yükseldiğini, söylemlerin tehditvari bir şekilde sertleştiğini görmekten üzüntü ve esef duyduğumu, bir vatandaş olarak geleceğe dair endişelerim olduğunu ifade etmek istiyorum. Çok uzun yıllar öncesini değil; ‘darbe anayasası’ diye eleştirilen 1980’li yıllar öncesini hatırlarsak, aynı emperyalizm oyunlarının özgürlük, demokrasi, insan hakları, kültürel kimlikler vs tanımlamalarla benzer koşulları nın hazırlanmakta olduğunu görebiliriz. 

Bütün halkımızın gerçeklerin farkına vararak, gelecek nesillere aydın ve müreffeh bir toplum bırakmak adına
referandum sandığında aklını ve yüreğini bir arada kullanarak oy vermesini bekliyorum.


***

22 Nisan 2020 Çarşamba

DÜNYANIN SONU GELDİ.,

DÜNYANIN SONU GELDİ.,


Dünyanın Sonu Geliyor, Çünkü Ahlakın Sonu Geldi, Ergun Mengi,


Ergun Mengi 
16 Nisan 2020


   Dünyanın sonu geliyor mu bilmiyorum ama korkarım ahlakın sonu geldi. Herkes yalan söylüyor, aldatıyor, hem de hiç yalan söylememesi gereken, aldatmaması gereken kişiler bunu yapıyor. Hal böyle olunca alarm zilleri çalıyor.

Ahlakın sonuyla aslında dünyanın da sonunu biz getiriyoruz.

Hadi canım, adam sende, hangi devirdeyiz, beni ilgilendirmez, onlarda yapıyor, oda yapsın nidaları, aslında, sonu gelen ahlâkın can çekişme sesleri.

Sorun bunu nasıl anlamlandırdığımız, her mesele kişiler nasıl anlamlandırıyorsa öyle şekillenir. Akıl, anlam yüklerken çalışıyor, değerlendiriyor, kendine en uygun olanını yapıyor. Aslında öyle sanıyor. Ancak, akıl karar verirken, onun kararlarını süzgeçten geçiren gerektiğinde tasdik eden ve gerektiğinde, genellikle, itiraz eden bir ses vardır. İç sesimiz. Onu kandıramıyoruz. Aklımıza direniyor, ona kırılıyor, zaman zaman da küsüyor. Ama çok zeki, pratik akıl onun hemen üstesinden geliyor maalesef. “Sen sus görmüyor musun hayatta kalmaya çalışıyorum” diye kandırmaya çalışıyor. Kendisi dahi inanmasa da.

Zaman geçiyor, bir ay, bir yıl, bir ömür; sonra içses kendini yine hatırlatıyor, işte o zaman akıl pişman oluyor, özür diliyor, keşke diyor. Tanrı nerede diyorsunuz? Herkes göğe bakıyor, yıldızlara, galaksilere, beyaz bulutlara, acaba o bulutlardan birisinin üzerinde mi oturuyor. Ama tanrı yukarıda mı? Tanrı aslında tam karşımızda, nereye bakarsak orada; toprakta, ağaçta, canlılarda en önemlisi karşımızdaki insandadır.  Göğe bakmaya gerek yok. Ancak, tanrıyı gözle göremezsiniz, mümkün değil, o yürekle, vicdanla görülür. Görüleni de size iç sesiniz anlatır, işte tanrı sizin iç sesinizde dir. Onu dinlemek lazım.

Dinlemeyi bilmeyiz. Dinler gibi gözüküp, aslında ne cevap vereceğimizi düşünürüz. Anlamak için gayret sarf etmeyiz, cevabımızı hazırlamakla meşgul oluruz. Güzel bir söz var “anlamak için değil cevap vermek için dinleriz”.

Konfüçyüs da dinlemenin erdemini “ Hep konuşursan bildiklerini tekrar edersin, Ama dinlersen belki yeni bir şeyler öğrenirsin” sözleriyle ifade etmiş.

İnsanın iç sesini kaybettiği, arama ilanı dahi vermediği, bu günlerde dünyayı daha da yaşanmaz hale getirdi. Bu demektir ki dünyayı da kaybetmeye az kaldı.

Kazanma hırsı, daha fazla üretme, daha fazla satma, daha çok para, NE İÇİN, nereye “Qua vadis” insanoğlu “Qua vadis”.

Homo Sapiens dünyanın çivisini çıkardı. Yapılar, kurumlar, devletler, kavramlar sallanıyor, ayakta nasıl durabilirim diye sağa sola tutunmaya çalışıyor, her dal kırılıyor. Çünkü dünya yok oluyor. Hesap yapıyor kimileri, dünya 2050 de şöyle olacak, bu küresel ısınma, bu çevre kirliliği, bu virüslerle 2200 yılına kadar idare eder. Bencil insan, aklı, hemen “ben kurtardım” diye hesap yapıyor, akıllı ya. Ama içses soruyor “torunların ne olacak, onların çocukları ne olacak. Onlara böyle bir dünya mı miras bırakacaksın.” Akıl susuyor, cevap veremiyor.

Neden yalana başvuruyoruz, yalanı neden seviyoruz, üstelik tüm dinlerde yasaklı olmasına rağmen. Homo Sapiens insanı, yalanı bile bile, hatta hafifçe gülümseyerek, dinler. Genellikle arkasından alay eder ve ironik biçimde bunları yaparken mutlu olur. Bu insan, doğruları duymayı istemez, doğruları gerçekleri söyleyenlere tahammül bile edemez.

Karşıdakini dinlemeye tahammül edemiyoruz, okumuyoruz, karşıdakinin sözünü kesiyoruz, tam anlamadan fikirlerine karşı çıkıyoruz. Hâlbuki bilmemiz gereken husus, herkesin kendi doğrusu olabilir (Nazmi Çeşmeci). Ben buna “doğrunun elli tonu vardır” diye ekleme yapıyorum. Homo Sapiens, neden hep haklı çıkmak ister, ne var haklı çıkmakta. Bilge diyor ki “her zaman haklı çıkma ihtiyacı cahillere mahsustur”.

Yazı tura atsak kazanmak ister. Kazanan sevinir, çok normal, ama asıl önemli olan kaybedenin üzülmemesi dir. Eğer kaybeden üzülmeye başlarsa işte o zaman, kutuplaşma, ayrışma başlar. İnsanlar, devlet (halk)-devletin görevlisi, yöneten-yönetilen, kazanan-kaybeden, zengin-fakir, yaşlı-genç, kadın-erkek, arabası olan-olmayan, çiçek seven-sevmeyen vb şeklinde ayrışır. Kutuplaşmalar arttıkça insanlar birbirlerinden korkmaya, kaçmaya başlar (George Orwell). Hal böyle olunca, kutuplaşmanın ihtiyacı olan yakıt, “nefret” devreye girer.

Nefretle besleniyor kutuplaşma, sevgiyi yok ediyor. Güzel bir söz var, “Karanlık karanlığı uzaklaştıramaz; bunu ancak ışık yapabilir. Nefret nefreti uzaklaştıramaz; bunu ancak sevgi yapabilir”. Nefret söylemi, Müslüman-Hristiyan, Sünni-Şii, Budist-Hindu şeklinde ayrıştırıyor, aslında tek bir yaratana inanan insanları (Harari s.218-221), bakış açıları, ibadet şekilleri farklı olanları, benim ibadet şeklim daha doğru, benim gibi ibadet edeceksin diye öldürüyorlar.

Kutuplaşmanın diğer bir yakıtı da karşıdakini kirli göstermektir. Tarihe baktığımızda birçok kişi ve toplum, kadınları, Yahudileri, çingeneleri, siyahileri, eşcinselleri hatta diğer dine mensup olanları kirlilik kaynağı olarak göstermiştir (Harari, s.145). Bu kirletme günümüzde; aynı din, aynı millet, aynı ırktan olan kişiler ve hatta aynı anne-babadan doğanlar arasında da yapılıyor. Karşı fikirde, karşı takımda, karşı partide olanlar kirliliğin kaynağıdır. En temiz olan bizim görüşümüz, bizim partimiz, bizim takımız “mış” gibi.

Neden Hintliler toplumlarını kast sistemine göre, Osmanlı din gruplarına göre, Amerika ise ırklarına göre ayırmaya kalkıyor. Bunlar çok söylendiğinde, çok işlendiğinde inananlar inanıyor ve kalıcı oluyor.

“İnsanı bir şeye inandırmak, inandığı şeyin, yanlış olduğuna inandırmaktan çok daha zordur.”

Paranın rengi yok derler. Osmanlı bile zamanı geldiğinde üzerlerinde Meryem, İsa veya Haç bulunan paraları haraç-vergi olarak toplamaktan kaçınmamıştır. Burada kazanma ve para hırsı ön plana çıkıyor.

Bir ‘proteus’ (her kılığa girer, bazen görünen, gerektiğinde kaybolan) olan insan, “para” diye başka bir proteus yaratıyor. Bir kişi, fakirlere para yardımı yaptığında para sadakate, yargıca rüşvet verdiğinde hukuka, kiliseye-camiye bağış yaptığında sevaba dönüşüyor. Tarihte böyleydi, bugün de böyle.

“Para o kadar hızlı koşuyor ki, Ahlakın yetişmesi mümkün değil”

Para yokken, altın vardı, en saf en güzel maden. Saf olduğundan yıllar geçse de bozulmaz. Dostluklar da altın gibi ne kadar saf olursa o kadar uzun süre bozulmadan kalır. Ancak, altın en saf maden olarak insanlara güzellik, barış getireceğine, savaş, öfke, çatışma getirmiştir. En saf maddeler dahi kötülük üretebilmektedir. Altın gibi bir saflık dahi, insanın elinde, maalesef, en büyük silaha dönüşebiliyor.

Bir düşünür der ki “insanın kullandığı ilk silah diğer bir insandır”. Çok doğru insan hükmetmeyi çok sever. Bu nedenle ben insanı lokanta da tanırım. Garsona nasıl hitap ediyor bakarım. Çünkü her insan, lokanta da patrondur. Hizmet ister, ekmek ister, su ister, zamanında ister, sıcak ister, acele ister, hatta kendinden önce gelen müşteriden dahi önce gelmesini ister, olmazsa kızar. İnsanın rengi lokantada garsona hitabından belli olur.

Kutuplaştırdığımız bu dünya, hayatımıza o kadar işlemiş ki konuşmayı bile beceremiyoruz,  tartışmayı bilmiyoruz. Konuşurken tepkiseliz, yanlış anlamayın tepki vermek insanın en doğal hakkıdır. Demokrasinin olmazsa olmazı ”tenkit edebilmektir”. Fakat tepkisel olmak bir zihniyettir. Bu zihniyet, her fikre karşı çıkmak, her konuda bir fikri olmak, her şeyi bildiğini sanmak, kişilerle uğraşmak ve insanları kendisine inanmasını istemektir. İnandırmak birkaç şekilde olur, bilgi ve fikirlerle olanı en uygunudur. Ama silahla da, tehditle de karşı tarafı fikrimize yönlendirebiliriz. Adına ikna desek te, karşının ikna yerine itaat ettiğini biliriz, hatta bundan içten içe keyif de alırız. İşte bu tepkisellik olduğu sürece insanların bir arada bilgi üretebilmesi, ortak akla veya birleşik akla erişebilmesi çok zordur.

Okumuş, aydın, yeniliklere açık, araştırmasını seven, meraklı, dinlemesini, tartışmasını bilen, araştıran ve bilgi üreten insanlar ülkenin sosyal sermayesini oluşturur. “Zengin ülkeler, zengin oldukları için Sosyal Sermayeleri vardır” derler ben ise aksi fikirdeyim, “zengin ülkeler Sosyal Sermayeleri olduğu için zengindir (Francis Fukuyama).”

Homo Sapiens insanı, nankördür, kötüdür. Ancak tek başına iken masumdur. İki kişi bir araya gelince tartışma, kıskançlık başlar. İnsanoğlu eldeki mutlak kazancına bakmaz, baksa mutlu olacak, ama Göreceli Kazanca bakar, yani başkasının kazancıyla mukayese ederek ya daha mutlu olur veya daha mutsuz. İnsanı yarış atı gibi gören Kapitalizm bunu şöyle tanımlıyor, yarışırken arkaya bakmayın kendinizi ilerlemiş zannedersiniz, yanındakilere ve ilerdekilere bakın, daha hızlı koşasınız.

Doğayı kıskanıyoruz, güzelliklerini kıskanıyoruz, hatta kadınları kıskanıyoruz. Bunun için de doğaya düşmanız hayvanlarını öldürüyor, ağaçları kesiyor, kadınları kısıtlıyoruz, kapatıyoruz. Doğanın sakladığı çirkinlikleri, kömürü, uranyumu, petrolü, yeryüzüne çıkarmaya çalışıyoruz. Diğer taraftan dünya üzerinde ne kadar güzellik varsa ormanlar, denizler, nehirler, göller, dağlar, çiçekler, vadiler, ağaçlar hepsine düşmanız, yok etmeye çalışıyoruz..

Aslında doğa ile birlikte kendimizi öldürüyoruz farkında (yız) değiliz.

Sonra bir virüs gelir dünyanın ne kadar küçük bir oda olduğunu hatırlatır bize, aslında birbirimizden farkımız olmadığını gösterir,

Bir virüs gelir, birimiz mutlu değilse, diğerinin de olamayacağını haykırır yüzümüze,

Bir virüs gelir, bu güne kadar “mış” gibi yaptıklarımızı, gerçekten yapmamamızı sağlar,

Bir virüs gelir, Zengin fakir ayırmaz, dün kapıdan sokmadıklarına muhtaç hale getirir,

Bir virüs gelir, Paranın forsu, önemi olmadığını gösterir,

Bir virüs gelir, Sevgiyi, bir arada olabilmenin mutluluğunu anlatır,

Virüs gider, Maalesef, Proteus insanı eski halini alır. Yeni bir virüs gelinceye kadar. 

Güzel bir hikâyeyle bitireyim. “Baba, pazar sabahı, haftanın yorgunluğunu çıkarmak için eline gazetesini alır ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını düşünür.
Tam bunları düşünürken küçük tatlı kızı koşarak gelir ve “ Baba söz vermiştin, sinemaya gidecektik ” der. Ama dışarıya çıkmak istemeyen babanın bir bahane uydurması gerekiyordu. Sonra gazetenin ek olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişir. Hemen dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve kızına “Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni sinemaya götüreceğim” der. “Ohh be kurtuldum, ben bile, bu haritayı akşama kadar düzeltemem” diye düşünürken, kızı koşarak gelir ve “Baba haritayı düzelttim, artık gidebiliriz” der..

Baba Gözlerine inanamaz ve bunu nasıl yaptığını sorar. 

Çocuk şu cevabı verir: 

“Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttim, dünya da düzeldi.”


Kaynaklar;

Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara Sapiens, Kolektif Kitap, İstanbul, 39. Baskı, 2015

Friesrich Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üstüne, Say Yayınları, İstanbul, 9. Baskı,2017

George Orwell, 1984, Can yayınları, İstanbul, 69. Baskı, 2019.

Francis Fukuyama, Social Capital and Civil Society, IMF Working paper, 2000, https://www.imf.org/external/pubs/ft/seminar/1999/reforms/fukuyama.htm , 11 Nisan 2020.


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/dunyanin-sonu-geliyor-cunku-ahlakin-sonu-geldi


***