Ergun Mengi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Ergun Mengi etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

22 Nisan 2020 Çarşamba

DÜNYANIN SONU GELDİ.,

DÜNYANIN SONU GELDİ.,


Dünyanın Sonu Geliyor, Çünkü Ahlakın Sonu Geldi, Ergun Mengi,


Ergun Mengi 
16 Nisan 2020


   Dünyanın sonu geliyor mu bilmiyorum ama korkarım ahlakın sonu geldi. Herkes yalan söylüyor, aldatıyor, hem de hiç yalan söylememesi gereken, aldatmaması gereken kişiler bunu yapıyor. Hal böyle olunca alarm zilleri çalıyor.

Ahlakın sonuyla aslında dünyanın da sonunu biz getiriyoruz.

Hadi canım, adam sende, hangi devirdeyiz, beni ilgilendirmez, onlarda yapıyor, oda yapsın nidaları, aslında, sonu gelen ahlâkın can çekişme sesleri.

Sorun bunu nasıl anlamlandırdığımız, her mesele kişiler nasıl anlamlandırıyorsa öyle şekillenir. Akıl, anlam yüklerken çalışıyor, değerlendiriyor, kendine en uygun olanını yapıyor. Aslında öyle sanıyor. Ancak, akıl karar verirken, onun kararlarını süzgeçten geçiren gerektiğinde tasdik eden ve gerektiğinde, genellikle, itiraz eden bir ses vardır. İç sesimiz. Onu kandıramıyoruz. Aklımıza direniyor, ona kırılıyor, zaman zaman da küsüyor. Ama çok zeki, pratik akıl onun hemen üstesinden geliyor maalesef. “Sen sus görmüyor musun hayatta kalmaya çalışıyorum” diye kandırmaya çalışıyor. Kendisi dahi inanmasa da.

Zaman geçiyor, bir ay, bir yıl, bir ömür; sonra içses kendini yine hatırlatıyor, işte o zaman akıl pişman oluyor, özür diliyor, keşke diyor. Tanrı nerede diyorsunuz? Herkes göğe bakıyor, yıldızlara, galaksilere, beyaz bulutlara, acaba o bulutlardan birisinin üzerinde mi oturuyor. Ama tanrı yukarıda mı? Tanrı aslında tam karşımızda, nereye bakarsak orada; toprakta, ağaçta, canlılarda en önemlisi karşımızdaki insandadır.  Göğe bakmaya gerek yok. Ancak, tanrıyı gözle göremezsiniz, mümkün değil, o yürekle, vicdanla görülür. Görüleni de size iç sesiniz anlatır, işte tanrı sizin iç sesinizde dir. Onu dinlemek lazım.

Dinlemeyi bilmeyiz. Dinler gibi gözüküp, aslında ne cevap vereceğimizi düşünürüz. Anlamak için gayret sarf etmeyiz, cevabımızı hazırlamakla meşgul oluruz. Güzel bir söz var “anlamak için değil cevap vermek için dinleriz”.

Konfüçyüs da dinlemenin erdemini “ Hep konuşursan bildiklerini tekrar edersin, Ama dinlersen belki yeni bir şeyler öğrenirsin” sözleriyle ifade etmiş.

İnsanın iç sesini kaybettiği, arama ilanı dahi vermediği, bu günlerde dünyayı daha da yaşanmaz hale getirdi. Bu demektir ki dünyayı da kaybetmeye az kaldı.

Kazanma hırsı, daha fazla üretme, daha fazla satma, daha çok para, NE İÇİN, nereye “Qua vadis” insanoğlu “Qua vadis”.

Homo Sapiens dünyanın çivisini çıkardı. Yapılar, kurumlar, devletler, kavramlar sallanıyor, ayakta nasıl durabilirim diye sağa sola tutunmaya çalışıyor, her dal kırılıyor. Çünkü dünya yok oluyor. Hesap yapıyor kimileri, dünya 2050 de şöyle olacak, bu küresel ısınma, bu çevre kirliliği, bu virüslerle 2200 yılına kadar idare eder. Bencil insan, aklı, hemen “ben kurtardım” diye hesap yapıyor, akıllı ya. Ama içses soruyor “torunların ne olacak, onların çocukları ne olacak. Onlara böyle bir dünya mı miras bırakacaksın.” Akıl susuyor, cevap veremiyor.

Neden yalana başvuruyoruz, yalanı neden seviyoruz, üstelik tüm dinlerde yasaklı olmasına rağmen. Homo Sapiens insanı, yalanı bile bile, hatta hafifçe gülümseyerek, dinler. Genellikle arkasından alay eder ve ironik biçimde bunları yaparken mutlu olur. Bu insan, doğruları duymayı istemez, doğruları gerçekleri söyleyenlere tahammül bile edemez.

Karşıdakini dinlemeye tahammül edemiyoruz, okumuyoruz, karşıdakinin sözünü kesiyoruz, tam anlamadan fikirlerine karşı çıkıyoruz. Hâlbuki bilmemiz gereken husus, herkesin kendi doğrusu olabilir (Nazmi Çeşmeci). Ben buna “doğrunun elli tonu vardır” diye ekleme yapıyorum. Homo Sapiens, neden hep haklı çıkmak ister, ne var haklı çıkmakta. Bilge diyor ki “her zaman haklı çıkma ihtiyacı cahillere mahsustur”.

Yazı tura atsak kazanmak ister. Kazanan sevinir, çok normal, ama asıl önemli olan kaybedenin üzülmemesi dir. Eğer kaybeden üzülmeye başlarsa işte o zaman, kutuplaşma, ayrışma başlar. İnsanlar, devlet (halk)-devletin görevlisi, yöneten-yönetilen, kazanan-kaybeden, zengin-fakir, yaşlı-genç, kadın-erkek, arabası olan-olmayan, çiçek seven-sevmeyen vb şeklinde ayrışır. Kutuplaşmalar arttıkça insanlar birbirlerinden korkmaya, kaçmaya başlar (George Orwell). Hal böyle olunca, kutuplaşmanın ihtiyacı olan yakıt, “nefret” devreye girer.

Nefretle besleniyor kutuplaşma, sevgiyi yok ediyor. Güzel bir söz var, “Karanlık karanlığı uzaklaştıramaz; bunu ancak ışık yapabilir. Nefret nefreti uzaklaştıramaz; bunu ancak sevgi yapabilir”. Nefret söylemi, Müslüman-Hristiyan, Sünni-Şii, Budist-Hindu şeklinde ayrıştırıyor, aslında tek bir yaratana inanan insanları (Harari s.218-221), bakış açıları, ibadet şekilleri farklı olanları, benim ibadet şeklim daha doğru, benim gibi ibadet edeceksin diye öldürüyorlar.

Kutuplaşmanın diğer bir yakıtı da karşıdakini kirli göstermektir. Tarihe baktığımızda birçok kişi ve toplum, kadınları, Yahudileri, çingeneleri, siyahileri, eşcinselleri hatta diğer dine mensup olanları kirlilik kaynağı olarak göstermiştir (Harari, s.145). Bu kirletme günümüzde; aynı din, aynı millet, aynı ırktan olan kişiler ve hatta aynı anne-babadan doğanlar arasında da yapılıyor. Karşı fikirde, karşı takımda, karşı partide olanlar kirliliğin kaynağıdır. En temiz olan bizim görüşümüz, bizim partimiz, bizim takımız “mış” gibi.

Neden Hintliler toplumlarını kast sistemine göre, Osmanlı din gruplarına göre, Amerika ise ırklarına göre ayırmaya kalkıyor. Bunlar çok söylendiğinde, çok işlendiğinde inananlar inanıyor ve kalıcı oluyor.

“İnsanı bir şeye inandırmak, inandığı şeyin, yanlış olduğuna inandırmaktan çok daha zordur.”

Paranın rengi yok derler. Osmanlı bile zamanı geldiğinde üzerlerinde Meryem, İsa veya Haç bulunan paraları haraç-vergi olarak toplamaktan kaçınmamıştır. Burada kazanma ve para hırsı ön plana çıkıyor.

Bir ‘proteus’ (her kılığa girer, bazen görünen, gerektiğinde kaybolan) olan insan, “para” diye başka bir proteus yaratıyor. Bir kişi, fakirlere para yardımı yaptığında para sadakate, yargıca rüşvet verdiğinde hukuka, kiliseye-camiye bağış yaptığında sevaba dönüşüyor. Tarihte böyleydi, bugün de böyle.

“Para o kadar hızlı koşuyor ki, Ahlakın yetişmesi mümkün değil”

Para yokken, altın vardı, en saf en güzel maden. Saf olduğundan yıllar geçse de bozulmaz. Dostluklar da altın gibi ne kadar saf olursa o kadar uzun süre bozulmadan kalır. Ancak, altın en saf maden olarak insanlara güzellik, barış getireceğine, savaş, öfke, çatışma getirmiştir. En saf maddeler dahi kötülük üretebilmektedir. Altın gibi bir saflık dahi, insanın elinde, maalesef, en büyük silaha dönüşebiliyor.

Bir düşünür der ki “insanın kullandığı ilk silah diğer bir insandır”. Çok doğru insan hükmetmeyi çok sever. Bu nedenle ben insanı lokanta da tanırım. Garsona nasıl hitap ediyor bakarım. Çünkü her insan, lokanta da patrondur. Hizmet ister, ekmek ister, su ister, zamanında ister, sıcak ister, acele ister, hatta kendinden önce gelen müşteriden dahi önce gelmesini ister, olmazsa kızar. İnsanın rengi lokantada garsona hitabından belli olur.

Kutuplaştırdığımız bu dünya, hayatımıza o kadar işlemiş ki konuşmayı bile beceremiyoruz,  tartışmayı bilmiyoruz. Konuşurken tepkiseliz, yanlış anlamayın tepki vermek insanın en doğal hakkıdır. Demokrasinin olmazsa olmazı ”tenkit edebilmektir”. Fakat tepkisel olmak bir zihniyettir. Bu zihniyet, her fikre karşı çıkmak, her konuda bir fikri olmak, her şeyi bildiğini sanmak, kişilerle uğraşmak ve insanları kendisine inanmasını istemektir. İnandırmak birkaç şekilde olur, bilgi ve fikirlerle olanı en uygunudur. Ama silahla da, tehditle de karşı tarafı fikrimize yönlendirebiliriz. Adına ikna desek te, karşının ikna yerine itaat ettiğini biliriz, hatta bundan içten içe keyif de alırız. İşte bu tepkisellik olduğu sürece insanların bir arada bilgi üretebilmesi, ortak akla veya birleşik akla erişebilmesi çok zordur.

Okumuş, aydın, yeniliklere açık, araştırmasını seven, meraklı, dinlemesini, tartışmasını bilen, araştıran ve bilgi üreten insanlar ülkenin sosyal sermayesini oluşturur. “Zengin ülkeler, zengin oldukları için Sosyal Sermayeleri vardır” derler ben ise aksi fikirdeyim, “zengin ülkeler Sosyal Sermayeleri olduğu için zengindir (Francis Fukuyama).”

Homo Sapiens insanı, nankördür, kötüdür. Ancak tek başına iken masumdur. İki kişi bir araya gelince tartışma, kıskançlık başlar. İnsanoğlu eldeki mutlak kazancına bakmaz, baksa mutlu olacak, ama Göreceli Kazanca bakar, yani başkasının kazancıyla mukayese ederek ya daha mutlu olur veya daha mutsuz. İnsanı yarış atı gibi gören Kapitalizm bunu şöyle tanımlıyor, yarışırken arkaya bakmayın kendinizi ilerlemiş zannedersiniz, yanındakilere ve ilerdekilere bakın, daha hızlı koşasınız.

Doğayı kıskanıyoruz, güzelliklerini kıskanıyoruz, hatta kadınları kıskanıyoruz. Bunun için de doğaya düşmanız hayvanlarını öldürüyor, ağaçları kesiyor, kadınları kısıtlıyoruz, kapatıyoruz. Doğanın sakladığı çirkinlikleri, kömürü, uranyumu, petrolü, yeryüzüne çıkarmaya çalışıyoruz. Diğer taraftan dünya üzerinde ne kadar güzellik varsa ormanlar, denizler, nehirler, göller, dağlar, çiçekler, vadiler, ağaçlar hepsine düşmanız, yok etmeye çalışıyoruz..

Aslında doğa ile birlikte kendimizi öldürüyoruz farkında (yız) değiliz.

Sonra bir virüs gelir dünyanın ne kadar küçük bir oda olduğunu hatırlatır bize, aslında birbirimizden farkımız olmadığını gösterir,

Bir virüs gelir, birimiz mutlu değilse, diğerinin de olamayacağını haykırır yüzümüze,

Bir virüs gelir, bu güne kadar “mış” gibi yaptıklarımızı, gerçekten yapmamamızı sağlar,

Bir virüs gelir, Zengin fakir ayırmaz, dün kapıdan sokmadıklarına muhtaç hale getirir,

Bir virüs gelir, Paranın forsu, önemi olmadığını gösterir,

Bir virüs gelir, Sevgiyi, bir arada olabilmenin mutluluğunu anlatır,

Virüs gider, Maalesef, Proteus insanı eski halini alır. Yeni bir virüs gelinceye kadar. 

Güzel bir hikâyeyle bitireyim. “Baba, pazar sabahı, haftanın yorgunluğunu çıkarmak için eline gazetesini alır ve bütün gün miskinlik yapıp evde oturacağını düşünür.
Tam bunları düşünürken küçük tatlı kızı koşarak gelir ve “ Baba söz vermiştin, sinemaya gidecektik ” der. Ama dışarıya çıkmak istemeyen babanın bir bahane uydurması gerekiyordu. Sonra gazetenin ek olarak dağıttığı dünya haritası gözüne ilişir. Hemen dünya haritasını küçük parçalara ayırdı ve kızına “Eğer bu haritayı düzeltebilirsen seni sinemaya götüreceğim” der. “Ohh be kurtuldum, ben bile, bu haritayı akşama kadar düzeltemem” diye düşünürken, kızı koşarak gelir ve “Baba haritayı düzelttim, artık gidebiliriz” der..

Baba Gözlerine inanamaz ve bunu nasıl yaptığını sorar. 

Çocuk şu cevabı verir: 

“Bana verdiğin haritanın arkasında bir insan resmi vardı. İnsanı düzelttim, dünya da düzeldi.”


Kaynaklar;

Yuval Noah Harari, Hayvanlardan Tanrılara Sapiens, Kolektif Kitap, İstanbul, 39. Baskı, 2015

Friesrich Nietzsche, Ahlakın Soykütüğü Üstüne, Say Yayınları, İstanbul, 9. Baskı,2017

George Orwell, 1984, Can yayınları, İstanbul, 69. Baskı, 2019.

Francis Fukuyama, Social Capital and Civil Society, IMF Working paper, 2000, https://www.imf.org/external/pubs/ft/seminar/1999/reforms/fukuyama.htm , 11 Nisan 2020.


https://21yyte.org/tr/merkezler/islevsel-arastirma-merkezleri/politik-sosyal-kulturel-arastirmalar-merkezi/dunyanin-sonu-geliyor-cunku-ahlakin-sonu-geldi


***

28 Şubat 2019 Perşembe

Kıbrıs Sorunu Niçin Çözülemiyor?

Kıbrıs Sorunu Niçin Çözülemiyor?






Yazan  
Ergun Mengi 
05 Nisan 2017

Öncelikle, Kıbrıs’ta sorun var mı? Buna tüm tarafların gözünden ayrı ayrı bakmak gerekir. 1914 yılında Kıbrıs’ı ilhak eden İngiltere; 1960 yılındaki Londra ve Zürih Antlaşmalarıyla Bağımsız Kıbrıs Cumhuriyetini tanımış ve Dikelya ve Agratur’daki askeri üslerinin bulunduğu bölgelerin tam egemenliğini alarak sorununu çözmüştür. 1960’dan itibaren İngiltere’nin Kıbrıs sorunu kalmamıştır.
Rum tarafından bakıldığında sorun 1964 yılında çözülmüştür. Kıbrıs Cumhuriyeti Cumhurbaşkanı Makarios 30 Kasım 1963’de 13 maddeden oluşan anayasa değişikliğini ortaya koymuştur.
- Bunlar arasında anayasanın değişmez maddeleri, 
-Kıbrıs Türk'ü olan Başkan Yardımcısının (Dr. Fazıl KÜÇÜK) veto hakkının ortadan kaldırılması,
-Temsilciler Meclisinde ayrı çoğunluklar ilkesinin ortadan kaldırılarak kararların basit çoğunlukla alınması,
-Ayrı belediyelerin ortadan kaldırılması gibi maddeler de bulunmaktaydı. Türkiye’nin değişiklikleri kabul etmeyeceğini bildirmesi üzerine, ABD Başkanı Kennedy, Makarios’a anayasa değişikliğinden vazgeçmesini önermiştir.  Makarios değişiklikleri ötelemiş ancak, Rumlar 21 Aralık 1963’te Türklere karşı ada çapında katliama başlamışlardır. 24 Aralık 1963 tarihinde Kanlı Noel olarak adlandırılan saldırılar sonunda 364 Kıbrıs Türkü şehit edilmiştir. Kanlı Noel’de Kıbrıs Türk Alayında görevli Tbp. Bnb. Nihat İlhan’ın[1] evininbanyo küvetinde eşi Mürüvet İlhan ve çocukları Murat, Kutsi ve Hakan katledilmişlerdir. Bu ev halen Barbarlık Müzesi olarak korunmaktadır.





Rum Hükümeti, zor kullanarak Kıbrıslı Türk Milletvekillerini Temsilciler Meclisinden uzaklaştırmış, sonra sadece Rum Milletvekillerinin oyu ile uluslararası hukukta geçerliliği olmayan  Gereklilik Yasası’nı (Law of Necessity) geçirmiştir.
Sonra da bu yasanın arkasına sığınarak  1960 Kıbrıs Cumhuriyeti Anayasası’nı tek taraflı olarak sadece Rum milletvekillerinin oyları ile değiştiripKıbrıslı Türkleri, kurucu ortaklıktan, azınlık statüsüne düşürmüştür. 
Barış ortamının bozulması, çatışmaların artması ve Türk parlamenterlerin meclisten uzaklaştırılması sonucu ortaya çıkan kaos ortamında, Birleşmiş Milletler Güvenlik Konseyi (BMGK-ABD, Sovyetler Birliği, Çin, İngiltere ve Fransa) 04 Mart 1964 tarihinde oybirliğiyle aldığı 186 sayılı kararla, her ne kadar Anayasasına ve Kuruluş Anlaşmalarına aykırı da olsa, Rumlardan teşkil edilmiş mevcut Kıbrıs Cumhuriyeti Hükümetini, adanın yetkili ve sorumlu hükümeti olarak, de facto tanımıştır[2]04 Mart 1964 tarihinde Kıbrıslı Rumlar için de sorun bitmiştir.
Diğer önemli oyuncu olan, Yunanistan ise, 21 Nisan 1966 tarihinde, Kıbrıslı Türklerin sindirilerek Kıbrıs’ı Yunanistan'a bağlama amacı güden Akritas Planı’nı devreye sokmuştur. Bu plana göre Türklere yapılan baskılar artmış, 1967’de Rum saldırıları tekrar başlamıştır. 1957, 1962’den sonra 1967 yılında da Kıbrıslı Türklerin önemli bir bölümü evlerini topraklarını terk ederek güvenli bölgelere göç etmişlerdir. Yunanistan, ayrıca 15 bin askeri adaya çıkarmıştır[3].  Türkiye, askerî müdahalede bulunacağını açıklaması üzerine, ABD’nin arabuluculuğuyla Yunan birlikleri geri çekilmiş ve birsavaşın eşiğinden dönülmüştür.  
15 Temmuz 1974tarihinde, Yunanistan’daki Askeri Cunta Hükümeti, ENOSİS[4] amacıyla, EOKA-B örgütünün lideri Nikos Sampson ve Kıbrıs Yunan Alayına Makarios’a karşı darbe yaptırarak Ada’da yönetimi ele geçirmiş, darbeden sağ kurtulan Devlet başkanı Makarios ise BM’ye sığınmıştır[5]. Nikos Sampson darbe sonrası, kendisini yeni kurulan Hellenik Kıbrıs Devletinin Başkanı olduğunu ilan etmiştir. Yeni hükümetin alacağı kararla, Girit Adası gibi, Kıbrıs’ın da Yunanistan’a bağlanacağını düşünen Yunanistan için de bu tarihte Kıbrıs sorunu bitmiştir.
Ancak, Yunanistan ve Adadaki Rumlar, yaptıkları bu darbeyle Türkiye’nin sabrını taşırmışlardır. Bu güne kadar, düzelir umuduyla hoşgörü sınırları işçinde bulunan Türkiye ve Kıbrıslı Türkler için sorun tahammül edilmez noktaya ulaşmıştır. Darbeden sadece beş (5) gün sonra 20 Temmuz 1974 tarihinde, Türkiye, Zürih ve Londra Antlaşması'nın IV. maddesine istinaden Barış harekâtını icra etmiş ve şu anki mevcut harita çizilmiştir. Bu harekât sırasında Türkiye ile harbi göze almayan Yunanistan’a yönelik en büyük katkı Askeri Cunta’nın iktidardan düşmesidir.

 

 


1974 Barış Türk Barış harekâtıyla, sadece Türkler için değil, tüm taraflar için Kıbrıs sorunu bitmiştir. Ada, bu tarihten sonra, kimsenin hayal dahi edemeyeceği bir barış ortamına girmiştir.
15 Kasım 1983 tarihinde Kıbrıs Türk Federe Devleti Meclisi Self-determinasyon hakkını kullanarak oybirliği ile aldığı bir kararla, Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti'ni (KKTC) ilan etmiştir. 18 Kas 1983 tarihinde BMGK bağımsızlık kararını kınamış ve 13 Mayıs 1984 tarihinde 550 sayılı kararı ile KKTC’yi ayrılıkçı bir hareket olarak tanımlamıştır[6].

 



Kıbrıs Sorunu, dünyanın gündemine girdiğinden beri BM bünyesinde birçok faaliyet yürütülmüştür. Bunlardan en ciddi olanı, tarafların ilk kez kendi aralarında anlaşabildikleri, sonra halkoyuna sunulan Birleşmiş Milletler Genel Sekreteri Kofi Annan’ın Planıdır. Annan planına göre yukarıdaki muhtemel haritayı Kıbrıslı Türkler kabul etmiş; en önemlisi Türkiye, KTBK kapsamında Ada’da bulunan askeri güçlerini geri çekmeyi kabul etmiştir. Ancak, 24 Nisan 2004 tarihinde  halkoyuna sunulan planı, Kuzey Kıbrıs plana  % 65'le “evet” deyip kabul ederken, Güney Kıbrıs  % 75 ile “hayır” deyip bu önemli şansı tepmiştir. 
Kıbrıs’ın tam üyeliğini Annan Planının kabulüne bağlayan AB, Rumların hayır oyuna rağmen, 01 Mayıs 2004 tarihinde Kıbrıs Cumhuriyeti’ni tüm adayı temsilen AB’ye almıştır. AB, bu kararıyla adanın kuzey yarısında 30 yıldır var olan KKTC’yi gözardı etmiştir. Referandumdan sonra BM ve AB’de KKTC’ye uygulanan yaptırımların kaldırılacağı yönünde vermiş olduğu tüm sözler maalesef unutulmuştur. Rum tarafının "Hayır" demesi üzerine, dönemin AB'nin genişlemeden sorumlu komiseri Günter Verheugen, "Rumlar tarafından aldatıldık" demiştir. KKTC’nin Verheugen’e cevabı “KKTC halkı da AB tarafından aldatılmıştır” şeklinde olmuştur. Kopenhagen siyasi kriterlerinin en önemli maddesi, aday ülkenin komşu ülkeleriyle sınır problemi olmamasıdır. Kıbrıs’ın bırakın komşu ülkeleri, kendi içinde sorunu vardır. Kıbrıs’ta 30 yıldır ayrı yaşayan bölünmüş iki halkın arasında 1964’den beri BM Barış Gücü bulunmaktadır. BM Barış Gücü’nün görev yaptığı bir ülkeyi AB’ye almak, hukuk timsali AB’nin en hukuksuz davranışıdır.
Ada’dyaşayan Türk ve Rum vatandaşlarının çözümden beklentisi güvenlik, barış ve huzurdur. 1974 Barış harekâtından sonra aradan geçen 43 yılda Ada’da barış ve huzur ortamı zaten vardır.  Konu güvenlik olunca, Kıbrıs Türk Barış Kuvvetlerinin (KTBK) dünyanın en başarılı Barış Gücü olduğunu gözardı etmemek gerekir. BM, 1948 yılından itibaren 71 adet barışı koruma harekâtı icra etmiştir. Halen devam eden harekât sayısı 16’dır[7]. BM’nin devam eden Barış Gücü harekâtları özetle şu şekildedir. Haiti Temmuz 2004, Kuvvet: 6,131, Ölüm Sayısı: 186 Bütçe (07/2016 – 06/2017) $345,926,700; Darfur Temmuz 2007; Kuvvet: 20,806, Ölüm sayısı: 243, Bütçe (07/2016–06/2017): $1,039,573,200; Kıbrıs Mart 1964; Kuvvet: 1,105, Ölüm sayısı: 183 (1974 öncesi), Bütçe (07/2016 – 06/2017): $55,560,100; Lübnan Mart 1978; Kuvvet: 11,425, Ölüm sayısı: 312, Bütçe (07/2016 – 06/2017): $488,691,600; Demokratik Kongo Cumhuriyeti Temmuz 2010; Kuvvet: 22,500, Ölüm sayısı: 106, Bütçe (07/2016 – 06/2017): $1,235,723,100.Görüldüğü gibi tüm bu kriz bölgeleri kan gölü içindedir. Sadece Kıbrıs’ta kan akmamaktadır. 1974 sonrası taraflardan ölen sayısı sadece 10 kişidir. Adadaki bu barış ortamı, BMBG’nin değil, KTBK’nın başarısıdır. Bugün, KTBK için 50.000’den fazla bir kuvvetten bahsedilmektedir. Büyük kuvvet, Türkiye için çok masraflıdır, ama bir garantör ülke olan Türkiye, KTBK ile adada barışı sağlamaya kararlı olduğunu göstermektedir.
Diğer taraftan, KTBK, KKTC için bizatihi önemli bir gelir kaynağıdır (personel maaşları, günlük harcamaları, askeri birliklerin işletim masrafları KKTC için büyük bir gelirdir). Türkiye’nin, KKTC’ye yaptığı mali yardım hakkında, 300-350 Milyon Dolardan, 1 Milyar dolara kadar değişik rakamlardan bahsedilmektedir. Türkiye haricinde başka ülkelerle ticaret yapamayan KKTC’ye yapılan bu mali yardım son derece yerindedir. Türkiye’nin bu miktarın daha fazlasını, anavatan’da, sadece küçük bir şehrine yaptığını akılda tutmak gerekir[8].
KKTC’nin siyasi ve ekonomik sorunları var mıdır? Elbette vardır. Ancak, hangi ülkenin yoktur. Dünyanın cennet vatanında yaşayan KKTC halkının vatanı, egemenliği, barış ve huzuru vardır. Nedir olmayan? Tanınmamak mı? Seyahat engelleri mi? Vatan sahibi olmak, devlet kurmak zor iştir. Bağımsızlığın, refahın, huzurun şifresi “sabırdır”. Bunu akılda tutmak gerekir.  Dünyada yazılıp-okunan 2000’den fazla dil ve dolayısıyla millet varken, BM’de sadece 193 devlet vardır. Devlet kurmak zaman alır, sabretmek gerekir.
Kıbrıs Halkı bilinmeyene yelken açmaya, mevcut huzurundan vazgeçmeye, 1957, 1962, 1967 göçlerinden sonra, yeni birGöçe hazırlıklı mıdır?

 






Tanrım, bana sorunları çözebilmek için GÜÇ; Yapamayacaklarım için SABIR; İkisini bir birinden ayırt etmek için de AKIL ver.

Yeni dönemde Türkiye’nin garantisi yerine AB garantisi gündeme getirilmektedir. Yakın tarihte Eski Yugoslavya örneği önümüzdeyken, 2004‘de çözüme hayır diyen Kıbrıs Rum Kesimini tam üye yapan, referandum sonrası yaptırımları kaldırmayan, KKTC’yi 43 yıldır yok sayan AB’ye ne kadar güvenilebilir?

Çözüm sonucunda; Yeni kurulacak Kıbrıs Hükümetinde, Kıbrıs halkının seçeceği Milletvekilleri, KKTC Halkının Haklarını Parlamento’da koruyacak sayı ve kabiliyete sahip olacak mıdır? Yoksa 1963’e, katliamlara[9], askeri darbelere, kavgalara, gözyaşlarına[10] geri mi döneceğiz?
Sonuç
Adada 43 yıllık rüya gibi bir barış hüküm sürmektedir. Mevcut durum her iki taraf halkı tarafından kabul edilmiştir. Halk mevcut durumu değiştirmek ve risk almak istememektedir. Yeni bir yönetim, yeni bir yapı ve hatta yeni bir evlilik dahi bazı riskler içerir. BM ve batılı devletler hariç, Rum ve Türk halkı bu riskleri almak istememektedir. Türkiye dâhil, hiçbir kesim, ileride yeni bir 1974 Barış Harekâtı da istememektedir. 1960’da bir Türkün Başkan Yardımcısı olmasını, Annan Planında ise dönüşümlü olarak Başkan olmasını kabul edememiş olan Rumlar, 1960 anayasal düzenini ve 2004 Annan çözüm önerisini kabul etmemektedir. O zaman cevap aranan soru şudur. Rumlar başka neler istemektedir?Bu istekler burada bitecek mi, yoksa her geçen gün artacak mı?  O zaman buna çözüm adı verilebilir mi?
Dünyada birçok bölünmüş ülke vardır. Irak ve Suriye sırada beklemektedir. Batılı ülkelerin, Kıbrıs’ı tekrar birileştirmek için ortaya koyduğu bu telaşı ve gayretkeşliği anlamak mümkün değildir. Tüm dünyayı bölmeye çalışan güçler, kültürü farklı, dini farklı, lisanı farklı,alfabesi farklı, kendi arasında harp etmiş, halen 43 yıldır ayrı ve huzur içinde yaşayan iki halkı neden birleştirmeye çalışmaktadırlar? Kıbrıs’ın Türk ve Rum vatandaşlarından 50 yaşından genç olanlar, Birleşik Kıbrıs’ın nasıl olduğunu hatırlamamaktadır. Darbeleri, katliamları, göçleri yaşamamışlardır.
Hemen herkesin aklını kurcalayan soru ise, birleşince ne değişecektir? Hayat daha mı güzel olacak, barış daha da mı barışçı olacak, ekonomi patlayacak mıdır?
Rum bir anne Anastasiadis’in “Ben kızımın lisede Rumcaya çevrilmiş Kıbrıs Türk edebi eserlerini öğrenmesini istemiyorum.  Kıbrıs’ta eğitimleri, kültürleri, tarihleri ve dinleri aynı olmayan iki ayrı toplumdan söz ediyoruz. Ortak hiçbir şeyimiz yok” şeklindeki feryadı, Rum Yönetimine protesto yazısı yazması[11], aslında her iki tarafın duygularını ve ortak anlayışını yansıtmaktadır.
Önümüzdeki yakın gelecekte, hiç kimse yeni saldırıların, ölümlerin, darbelerin, huzursuzlukların tekrar yaşanmasını arzu etmez. Uluslararası camia, 43 yıllık huzur ve barış ortamını görmemezlikten gelemez ve barışı çöpe atamaz. Adadaki 43 yıllık barış ve huzur ortamını “sorun” olarak görmek, en büyük hata ve yanılgıdır. Kıbrıs, barış ödüllerine aday olmaya hazır bir huzur adasıdır[12]Çözüm, hâlihazırda ki mevcut statüdür. Rumların 1962’lerden beri yaptıkları katliamlara, anayasasına uygun olmayan yönetimine, Yunanlıların yaptığı 1974 darbesine karşı sessiz kalan uluslararası camia, yanlışlarından vazgeçerek, modası geçmişçözüm arayışlarına son vererek, mevcut barış ve huzur ortamını içeren statüyü kabul etmelidir.

KAYNAKLAR;
[1] 2001 yılında vefat eden Tuğgeneral (E) Nihat İlhan,  Rum-Türk ayrımı yapmadan herkesin yardımına koşan Kıbrıs Türk Alayı doktoruydu,  23 Aralık 1963 günü Lefkoşa Hastanesi’nde bir hamile Rum ananın ameliyatı ile meşguldü.http://www.haberhurriyeti.com/doktor-binbasi-nihat-ilhan-45112.html, 15 Mart 2017.

[3]Ahmet Küçük,“40 soruda, 40'ncı yılında Kıbrıs Harekâtı ve sonrası”20 Temmuz 2014,http://t24.com.tr/haber/40-soruda-40nci-yilinda-kibris-harekati-ve-sonrasi,264948,

[4] ENOSİS, Yunanca “Birleşme” demektir.
[5] Archbishop Makarios on the invasion of Cyprus by Greece”,http://www.cypnet.co.uk/ncyprus/history/republic/makarios-speech.html
[6] 13 May 1984 BM Güvenlik Konseyi 550 sayılı kararı ile Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti’nin ilanını ayrılıkçı bir hareket olarak tanımladıhttp://www.un.org/en/ga/search/view_doc.asp?symbol=S/RES/550(1984)
[7] UN Current Peacekeeping Operations, http://www.un.org/en/peacekeeping/operations/current.shtml
[8] Ahmet Küçük, “40 soruda..”;  KKTC’ye 3 Milyar TL yardım, Sabah Gazetesi, 04 Aralık 2012,  http://www.sabah.com.tr/gundem/2012/12/04/kktcye-3-milyar-lira-mali-yardimMilliyet Gazetesi, 23 .11.2015,http://www.milliyet.com.tr/turkiye-para-yollamazsa-kktc-batar/ekonomi/detay/2151948/default.htm, Türkeş: KKTC’ye yıllık yardım 300 Milyon Dolar, http://www.kibrisgazetesi.com/ekonomi/turkes-kktcye-yardim-yillik-300-milyon-dolar/11439
[9] Rum Komandodan Katliam İtirafı, http://www.istanbulhaber.com.tr/rum-komandodan-katliam-itirafi-haber-9662.htm
[10] Kanlı Noel, http://tarafsizhaber.blogspot.com/2012/12/kanl-noel-21-aralk-1963-ylnda-kbrsl.html
[11] Hakkı Atun, “Rumları Çok iyi Anlıyorum”, http://www.eurovizyon.co.uk/rumlari-cok-iyi-anliyorum-makale,7951.html, 12 Mart 2017.

27 Ekim 2018 Cumartesi

Terör, Önlem ve İstihbarat

Terör, Önlem ve İstihbarat  


21. Yüzyıl Türkiye Enstitüsü 
İstihbarat Araştırmaları Merkezi|04 Ocak 2017 Çarşamba
Terör, Önlem ve İstihbarat
Ergun Mengi 

    İnsanın temel ihtiyaçlarının en başında gelenler beslenme, giyinme ve barınma ihtiyacıdır. Ancak, insanın kötü olması nedeniyle maalesef güvenlik ihtiyacı bunların önüne geçmiştir. 

Türkiye terör saldırılarıyla dolu 2015 ve 2016 yılını geride bırakırken, çok sayıda bombalama eylemi, terör saldırısı, 15 Temmuz darbe girişimi, PKK ile çatışma ve Suriye’de icra edilen harekâtta çok sayıda vatandaşımız ve güvenlik görevlimiz şehit olmuştur.

Bugün tüm vatandaşlarımız, neden bu saldırılar ülkemize yapılıyor, terörle mücadele için alınan önlemler yeterli midir, neler yapılmalıdır sorularına yanıt aramaktadır.

Alınacak önlemlerden önce “Önlem” nedir onu inceleyelim. Önlem iki başlıkta toplanır. Bunlardan ilki Pasif Önlemlerdir. Pasif önlemde amaç tehlikeyi ortadan 
kaldırmak değil, onu yanıltmak, saptırmak veya caydırmaktır. Genellikle kendini savunma önlemlerini içerir. Hemen her türlü mücadelede olduğu gibi burada kilit kelime “caydırma” dır. Caydırma, saldırının yapılmasını başarısız kılacak ve/veya saldıranı yıldıracak tedbirlerin açık açık alınması ve sergilenmesidir. 

Bu önlemlerin amacı; teröristi yakalamak veya etkisiz hale getirmek yerine, teröriste “gelirsen yakalanırsın veya başarısız olursun” mesajını vermek, onu caydırmaktır.

Aktif Önlemlerise, saldırıyı başlangıç noktasından itibaren tespit edip en uygun yer ve zamanda ortadan kaldırmak, bertaraf etmek için yapılan karşı saldırıdır. 
Esas yapılması gereken ve güç olan da budur. Pasif tedbirler kurumlar, işyerleri veya vatandaşlar tarafından alınmalı aktif tedbirler ise vatandaşın elinde 
olmayan hususları içermekte olup, tamamıyla devlet tarafından alınması gereken önlemleri kapsamaktadır.

Devlet; terörist saldırılara karşı birçok pasif ve aktif güvenlik önlemi almıştır/almaktadır. Pasif önlemler kapsamında;  araçlara yönelik kontroller 
artırılmış, spor sahaları, AVM’ler emniyet güçleriyle takviye edilmiştir[1]. Hemen her kavşak ve köşeye polis ekipleri yerleştirilmiş, devlet binalarının önüne, kırmızı mavi çakarları yanan kobra/akrep türü özel harekât timi araçlarını yerleştirmiş; nöbetçiler artırılmış ve nöbet mahalleri kum torbaları ile takviye edilmiştir. Resmi servis araçları halk otobüsü renklerine boyanmış, devletin resmi araçlarında sivil plakalar ve zırhlı araçlar kullanılmaya başlanmıştır.

Alınan pasif önlemlerle, caydırma kısmen başarılı olsa da kesin sonucu elde etmek mümkün olmamaktadır. “Olsa iyi olur, zararı olmaz” mantığıyla uygulamaya konulan onlarca pasif önlem caydırıcılık anlamında çok katkı yapmadığı gibi çok da pahalıya mal olmakta, mücadele prensiplerinden “sadelikprensibini” ihlal etmektedir. Bu nedenle alınan tedbirler maliyet-etkenlik analizine tabi tutularak yatırım yapılacak alanlar çok iyi tespit edilmelidir. Bunları yaparken,  bir insan hayatının maliyet-etken v.b analizlerle göz ardı edilmeyecek kadar önemli olduğunu da akılda tutmak gerekir. Ancak burada amaç, kısıtlı imkân ve gayretlerin Aktif Önlemlere verilmesi gerektiğinin altının çizilmesidir. Bir özdeyiş vardır: “Kullanmayacağın Bilgiyi Toplamayacaksın”. Gereksiz bilgilerin toplanmasının ciddi bir kirliliğe neden olduğunu da akılda tutmak gerekir.





Saldırı karşısında başarılı olmayan caydırıcı önlemler, saldırgan, vatandaş ve emniyet güçleri nezdinde geçerliliğini kaybeder ve yeni önlemlerin alınmasını şart koşar. Türkiye’deki durum da tam bu şeklidedir. Son iki yılda alınan pasif önlemler saldırıları önleyebilmek adına çok fazla bir katkı sağlayamamıştır[2].

Diğer taraftan; bu önlemler için oluşturulan güvenlik kontrol noktalarının, Emniyet Güçlerini açık hedef haline de getirdiğini de göz ardı etmemek gerekir[3].

Terörle mücadelede yeni kadrolara, yeni silahlara doğal olarak yatırım yapılabilir. Ancak, Güvenlik kuvvetleri teröristlerle karşılaşıp onların sayısal veya silah üstünlüğü fazla olduğundan terör örgütü başarılı oluyorsa; ilave güvenlik elemanı veya daha üstün teknoloji silahlara yatırım yapılabilir. Ancak, durum bu değildir.

Bir terör örgütünün saldırı hareketi; planlama, silahlanma, kadrolaşma, intikal, yığınaklanma, icra ve kaçma kurtulma safhaları içeren halkalardan oluşan uzun bir zincirdir ve asgari 20-30 kişi saldırı olayına müdahil olmaktadır. Bir terörist saldırı, planlama, teşkilatlanma, intikal, lojistik, icraat ve kaçma kurtulma gibi safhalarıyla oldukça uzun bir zincirdir. İşte bu zincirdeki zayıf halkayı bulmak ve terör saldırısını ortaya çıkaracak bilgiyi elde etmek ve zayıf halkadan hareketle terör saldırısını önlemek istihbarat ve güvenlik birimlerinin en önemli sorumluluğudur.



Terör devam ediyorsa istihbarat temininde ve değerlendirilmesinde başarılı olunduğunu söylemek mümkün değildir.

Sun Tzu’nun  “Savaşmadan kazanmak” stratejisi çok önemlidir. Çünkü savaşlarda, galipler de en az mağluplar kadar hasar alır. Bu nedenle düşmanın plan ve stratejisini önceden bilmek zafer için şarttır. Her şey önceden bilmeye bağlıdır. Bu nedenle, terörle ve teröristle mücadelenin en önemli unsuru istihbarattır?[4] Çünkü mücadelede başarı düşmanın ne yapacağını önceden bilmektir.[5] Aksi takdirde, her yola bir devriye, her binaya güvenlik elemanı, uzun sınır hattının tamamına kamera sistemi konulmasıyla başarıya ulaşmak mümkün değildir. Başarı, terör örgütünün ne yapacağını ve uzun vadeli hareket tarzlarını önceden bilmektir. Bunun için terörle mücadelede imkanlar istihbarata yatırılmalıdır. Aksi takdirde alınacak önlemlerde ve terörle savaşta başarıya ulaşmak zordur. Terör ucuz ve uzun soluklu bir harp tekniğidir.

İstihbaratı genel olarak iki bolümde incelersek; Taktik istihbarat, mücadele alanına ve bir olaya yöneliktir. Stratejik istihbarat ise sorunun yapısını, amacını, nedenlerini ve geleceğini anlamaya yönelik olmalıdır. Stratejik istihbaratta eksikliklerin olması, sorunun uzun vadede çözümünde sıkıntı yaratır[6]. Taktik istihbaratın anında güvenlik kuvvetlerine iletilmesi ve kullanılması gerekir, kısa vadelidir, olabilecek bir gecikme veya ayrıntıdaki eksiklikler terör saldırısının vuku bulması ve kayıp verilmesiyle sonuçlanır.

Doğal olarak her istihbarat temini, düşmanın istihbarat vermeme gayretleriyle karşılaşılmaktadır.  İstihbarat vermeme gayretlerine, İstihbarata Karşı Koyma (İKK) tedbirleri adı verilmektedir. Eğer terör örgütü, İKK tedbirleri sonucunda, güvenlik birimlerine istihbarat vermiyorsa, Güvenlik ve Devlet Birimlerinin İstihbarat elde etme gücü zayıf demektir. Güvenlik birimlerinin ve devlet istihbarat kurumlarının istihbarat gücü, terör örgütünün İKK gücünden daha kuvvetli olmalıdır.

İstihbaratı temin etmenin yanı sıra, bu istihbarat paylaşımı, değerlendirilmesi ve kullanılması ayrı ayrı önem taşımaktadır. Ayrı istihbarat güçlerinin koordinesi zordur. Başarısızlık durumunda karşılıklı suçlama ve sorumluluğu almama gibi olumsuz sonuçlar da doğurabilir. Bu nedenle, istihbarat birimleri arasında iletişim güçlü değildir. Konuşarak iletişim yerine, belgeye dayalı (sorumluluk almama güdüsüyle) yazışma ile iletişim tercih edilmektedir.

Zaman zaman görülmüştür ki, devletin aynı binasında, yan kapıya 2-3 günde giden yazılar ve aynı sürede gelen ve/veya kaybolan yazılar olmuştur. İstihbaratta en önemli unsurlardan biri zamandır.

İstihbaratın paylaşımıda üzerinde tekrar düşünülmesi gereken bir konu olup terörle mücadelenin başarısına doğrudan etki etmektedir. Eskiden çok gündemde olan "bilmesi gereken" prensibi artık terk edilerek yerine “paylaşılması gereken” prensibi yürürlüğe sokulmalıdır. İstihbarat birimleri bir duyum ve ihbar aldıkları takdirde, bunu “yakın bir zamanda …,….,…sınır bölgelerinde koordineli bir terörist saldırısı olabileceği duyumu alınmıştır” şeklinde yayımlamayı tercih ederler. Bu yayım, durum gerçekleşmez ise unutulur, ancak gerçekleşirse, istihbarat birimleri kendilerini emniyete almış olurlar. Bu davranışın, terörle mücadeleye %100 katkı yaptığını söylemek zordur. Örneğin; “Yakın bir zaman” ifadesinin neyi kapsadığı tam belli değildir.



Bu ihbar ve duyum yayımlandıktan sonra; güvenlik önlemlerini artırırlar, kontrol noktaları teşkil edilir. Doğal olarak, bu ilave gayretler, nöbetler emniyet 
personeli üzerinde yorgunluğa neden olur, günlerin geçmesi üzerine alınan tedbirlerde gevşetmeler başlar, kontrol ve diğer önlemler sıradanlaşır, ihbarın 
doğru çıkmaması üzerine tedbirler kaldırılır ve yaşam olağan şartlarına indirilir.  İhbar doğru çıkarsa, istihbarat birimleri kendini kurtarır, emniyet 
güçleri ise yeteri kadar önlem alamamakla suçlanabilir. Bu asılsız istihbarat bildirileri, müteakip ihbarlara ve istihbarat birimlerine olan güveni
 azaltmaktadır. Bu terörle mücadelede bir emniyet ve istihbarat birimi için en istenmeyen, en arzu edilmeyen durumu ortaya çıkarır.

Bu nedenle, önemli olan bir terör saldırısı istihbaratının alınması değil, alındıktan sonra neler yapılacağıdır. Bu istihbaratın ilgili birimlere 
yayımlanmış olması İstihbarat biriminin sorumluluğunu bitirmez aslında yeni başlatır. İstihbarat birimi yayımladığı ihbarın üzerine, ayrıntısına 
odaklanmalı, ilave bilgi toplamaya çalışmalı, istihbarat birimleri arasında koordine artırılmalı, mekân ve zaman bakımından sorumluluk paylaşımı 
yapılmalıdır. İstihbarat birimi, tehdidin stratejik boyutunda, emniyet birimleriisesahada bu bilgiyi teyit etmeye çalışmalıdır.

Elde edilen ilave bilgilere istinaden, tehdidin doğru olmadığı ve/veya ortadan kalktığına karar verilirse, ihbar ve hazırlık durumu en kısa zamanda 
kaldırılmalıdır. Ancak, istihbarat birimleri ne olur ne olmaz mantığıyla bunu yapmaya genel olarak yanaşmazlar.

Güvenlik, görünür bir şey değildir. Kalple, omurilikte hissedilmelidir. Vatandaşın sağlam devlet güvenliğini hissetmesi ve/veya hissettirilmesi en
 önemli sorumluluktur.. Bu nedenle görünürlüğü artırılmış güvenlik önlemleri yerine, zamanında olay yerinde olabilen ve vatandaşı koruyabilen önlemler 
tercih edilmelidir. Tüm bu saldırılar, çocuk kaçırmalar, hırsızlık, dolandırıcılık gibi güvensizlikler, buzdağının görünen kısmıdır. Asıl görünmeyen kısmı bu olayların vatandaş üzerinde yarattığı endişe ve tedirginlik ile özgürlüklerin kısıtlanmasıdır. Vatandaşın güvenlik hissinin kaybolması en büyük tehlike olup, tekrar kazanılması güçtür. Bu his kolay kaybolur ama onarılması uzun zaman alır. Bunun yanı sıra, vatandaşın kendi güvenliğini sağlama yolunda zaten devam eden çalışmaları, ilave olarak bir silahlanma ihtiyacını da ortaya çıkarırsa şiddet sarmalına giden bir kaos ortamına girmemek hemen hemen imkansız olacaktır.

Sonuç olarak, güvenlik caydırıcı olarak ortaya konuşan, görünürlüğü yüksek tedbirlerle sağlanamaz. Bu konudaki öneriler aşağıdaki şekilde sıralanabilir.

-Terör örgütünün ne yapacağını önceden bilme, olay zincirindeki zayıf halkayı 
ortaya çıkaracak istihbarat sistemlerinin süratle geliştirilmesi,

-Türkiye’nin her tarafı MOBESE kameralarıyla kaplanmış durumdadır. Ancak MOBESE anında bilgi veren bir sistem değildir. Sonradan incelenmesi gerekir. Halbuki araçların takibi, hangi yolda, hangi AVM de olduğunu bilmek istiyorsak elimizde Hızlı Geçiş Sistemi (HGS) gibi bir sistem vardır. HGS sisteminin barkotları aracı ve plakayı tanımaktadır. HGS her araca şart konulup, MOBESE kameraları, HGS okuyucusuna çevrilirse araç trafiği konusunda anlık bilgi daha kolay elde edilebilir[7]. Bu nedenle HGS sistemi her araca takılmalıdır. MOBESE’lerin HGS okuyucuya çevrilmesi;



Araçlar hakkında daha rahat bilgi alabilmek için 2010 yılında her aracın plakasının sabit olması hakkında kanun çıkarılmış, ancak 2. El oto piyasasında 
ortaya çıkan Anadolu şehirlerinde yaşayan vatandaşın örneğin İstanbul plakalı bir aracı kullanmak istememesi nedeniyle kanun hakkında yürütmeyi durdurma 
kararı alınmıştır[8]. Aslında araç cansızdır. Ona can veren sürücüdür ona anlam veren aracın sahibidir. Bu nedenle plaka araca değil, aracın sahibine 
verilmelidir Plakanın sarı Anadol veya beyaz Murat araca takılı olması önemli değil ama …adresinde oturan. …TC numaralı Sn. Ahmet K. Ya ait olduğunun tespit edilmesi anlamlıdır. Bu arada en kolay kopyalanabilecek plakalar askeri plakalar ve TBMM plakalarıdır. En çok güvensizlik yaratan araçlar ise, sivil plakalı hemen her renk ve markadan mavi-kırmızı çakarı olan ve “gorrrk” şeklinde kornası olan araçlar ile emniyet mensubu yeleği giyen kişilerdir: Çünkü bu özellikleri taşıyan araç ve kişilerin bagajı, üstü-başı hiç aranmamaktadır[9]. Bu nedenle devlete ait her aracın siyah resmi plaka kullanması;

-Polis Kontrol merkezleri kaldırılarak, kontrollerin zaman/mekan farkı gözetmeksizin değişik noktalarda yapılması;

-AVM’lere, spor sahalarına, kontrol noktalarına yüzlerce emniyet elemanı yerleştirmenin yerine, ülkede bulunan sakıncalı-şüpheli şahısların her birinin 
arkasına bir polis takılması terörle mücadelede başarıyı artıracaktır[10].

[1]AVM’lere Sivil Polis Kontrolü, Hürriyet 21 Aralık 2016, 
http://www.hurriyet.com.tr/avmlere-sivil-polis-kontrolu-40312743, 22 Aralık 2016.

[2]Erzincan’da Polis Ekiplerine Bombalı saldırı, 25 Temmuz 2016,  
http://www.ensonhaber.com/erzincanda-polis-ekiplerine-bombali-saldiri-2016-07-25.html,p    22 Aralık 2016.

[3]Cizre’de Polis Kontrol Noktasına bombalı saldırı, 26 Ağustos 2016, Şırnak Cizre'de polis kontrol noktasına, teröristlerce bomba yüklü kamyonla intihar
 saldırısı düzenlendi. Saldırıda 11 polis şehit oldu, 3'ü sivil 4'ü ağır 78 kişi de yaralandı. RTÜK, saldırıya ilişkin yayın yasağı getirdi.
http://www.ntv.com.tr/turkiye/cizrede-polis-kontrol-noktasina-bombali-saldiri,37NAswPhYke5f_YwU9FchA:n

Diyarbakır Yenişehir ilçesinde roketatarlı saldırı, 30 Ekim 2016, 
http://www.dunya.com/gundem/polis-kontrol-noktasina-saldiri-2-yarali-haberi-335787

[4]Mustafa Kibaroğlu,  Kitle İmha Silahları ile Terör: Kıyametin yeni Eşiği mi? Avrasya Dosyası Cilt:112, sayı:3, 04 Nisan 2007 Sf.133.

[5]Bkz. Sun Tzu, The Art of War.

[6]Ümit Özdağ, Stratejik İstihbarat, Avrasya Dosyası 2002, s.109

[7]AVM’lere Plaka Tanıma Sistemi geliyor, Milliyet Gazetesi, 30 Aralık 2016,
 http://m.milliyet.com.tr/avm-lere-plaka-tanima-sistemi-geliyor-istanbul-yerelhaber-1745409/

[8] Sabit Plaka Uygulaması, http://www.arabalar.com.tr/sabit-plaka-uygulamasi,   02 Ocak 2017.

[9] http://m.milliyet.com.tr/sivil-polisler-avm-de-kimlik-soran-gundem-2345968/, 02 Ocak 2017

[10]Türkiye’de 2015 yılı itibarıyla 432.768 polis memuru bulunmaktadır. AB 2015   İlerleme Raporu Sayfa 19.

Uzman Hakkında
Ergun Mengi
Milli Güvenlik ve Dış Politika Araştırmaları Merkezi

Uzmanın Diğer Yazıları

  Türk-Yunan Dostluğunun Yarını
  Türkiye’nin Ege’deki ‘Gri Adalar’ Yaklaşımının Hukuki Altyapısı
  Güvensizlik Unsuru-6: Türkçemizin Bozulması
  Kıbrıs Sorunu Niçin Çözülemiyor?
  Güvensizlik Unsuru-4: Darbeler ve Arka Planı (Cumhuriyet Dönemi)
  Niçin Denizcileşemiyoruz-1: Türklerin, Dünya Denizlerindeki İsim Hakları 
  Güvensizlik Unsuru-3: Darbeler ve Arka Planı (Osmanlı Dönemi)
  Güvensizlik Unsuru-1: Sabırsızlık
  Güvensizlik Unsuru-2: Suskunluk Sarmalı ve Öğretilmiş Çaresizlik
  Terör, Önlem ve İstihbarat

***