1 MART TEZKERESİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
1 MART TEZKERESİ etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

23 Nisan 2020 Perşembe

İktidar, Demokrasiden Uzaklaşıyor

İktidar, Demokrasiden Uzaklaşıyor


ÖN BİLGİ..,

    2 Mart 1988 tarihinde Anayasa Mahkemesi Başkanvekilliği, 8 Mayıs 1991 ve ardından 25 Mayıs 1995’te ikinci defa Anayasa Mahkemesi Başkanlığı yaparak, 1 Ocak 1998 tarihinde emekli olan Sayın Yekta Güngör Özden ile Anayasa değişiklik paketinin hazırlanış-sunuş sürecini ve referandum sonucuna dair öngörülerini konuştuk. Anayasa değişikliği evrelerinde demokratik yollara özen gösterilmediği gibi içeriğin, yargıyla ilgili bölümlerinde demokrasiye uygun davranılmadığının çok belirgin  olduğuna dikkat çeken Özden, “Ne toplumsal uzlaşma izlenmiş ne de çağımızın evrensel değerlerine uyulmuştur” dedi. 


    Açıklamasının devamında ‘Güçler ayrılığı’ ilkesinin göz ardı edilmekle kalınmamış olduğunu vurgulayan Özden, ‘güçler birliği’ ile tek adamlık’ düzenine özlemi gerçekleştirecek bir yapı düşünüldüğünü ifade etti.

Anayasa Mahkemesinin, kararı konusunda ise “Anayasa Mahkemesi, hukukun siyasallaşmasını önlemek görevinde bu kez başarılı olamamış, kendi geleceğini de iktidarların avucuna düşürmüştür” diye konuştu. Referandum içeriğinde
yer alan değişikliğin tümünün birden oylanmasının ise büyük bir hata olduğunu kaydetti. Referandum kampanyalarında iktidarın hırs ve imkânlarının üstünlüğü nü vurgulayan Özden, ülke rejiminin devamı için siyasi partilerin ve demokratik  tüm kurumların el birliğiyle halkın bilinçlendirilmesi yönünde başarılı çalışmalar yapması gerektiğini belirtti ve oyların, ‘namus’ bilinerek, bilinçle kullanılması gerektiğini söyledi.

İktidar, Demokrasiden Uzaklaşıyor


  Anayasa değişikliğinin siyasal bir kalkışma olduğu açıktır Anayasa değişiklik paketinin hazırlanış, sunuş ve referanduma gidiş şekli anayasaya uygun mudur? “Sivil anayasa yapacağız” diyen iktidar demokratik yollardan geçerek mi bu hazırlığı yapmıştır?

   Anayasa, ülkenin ulusal yaşamının düzenlenmesinde ve devletin örgütlenmesinde en etkin yeri olan hukuksal metindir. 

Bu nedenle ulusal yaşam andıdır. Böyle bir belgenin hazırlanmasından yürürlüğe konulmasına kadar tüm aşama ve evrelerde, toplumsal katkıya ağırlık ve öncelik verilmelidir. Yalnız iktidarın ya da siyasal partilerin istencine bırakılırsa benimsenip içselleştirilmesi, etkinlik ve saygınlığı yeterli olmaz. Değişikliklerden, yeniden-al baştan yapımına değin, tartışmalarla gölgelenir. AKP iktidarı, kendi eğilim ve bağımlılığına uygun bir düzen peşindedir. Bu zayıflığı, Anayasa Mahkemesi kararıyla; ‘laiklik karşıtı eylemlerin odağı olmak’tan aldığı ceza ile
vurgulanmıştır. ‘Ilımlı İslam’ devleti yapısına ulaşmak için göz ardı ettiği ilkeler bir yana, yurdun kurtuluşu ve cumhuriyetin kuruluşu konusundaki ilkelerle, değerleri de yıkmak ve yıkılmasına seyirci kalmak gibi bir tutum içinde olmuştur.


Önündeki engelleri kaldırmak için de Anayasa değişikliğini kaçınılmaz
görünce kendi kafasına uygun kimi hukukçulara bir ön metin hazırlatmış,
tepkiler alınca sumen altı etmiştir. 
   Sonra başka konulardaki olumsuzluklar da eklenince kendilerini  korumak ve kurtarmak amacıyla güvenceye almak için yargıyı ele geçirmek üzere yanıltıcı ve aldatıcı başka kurallarla süsleyerek,  gündeme getirmiştir. 
    Yine kendine yakın kuruluşlarla görüşüp desteklerini alarak, Yasama organına sunmuştur.

    Oysa toplumun her kesiminin, özellikle üniversitelerin, baroların, meslek odalarının, uzmanların görüşlerini de aldıktan sonra kendisi için değil; ulus için, devlet için yaraşır bir Anayasa taslağı oluşturmalı idi. Bundan kaçınmıştır.

    Yaklaşan genel seçim nedeniyle telaşa düşmüştür. İsviçre’de, 1974’te başlatılan değişiklik, 2001 yılında yürürlüğe konmuştur. Bizdeki alelacele Anayasa değişikliğinin siyasal bir kalkışma olduğu açıktır.


Ayrıca TBMM görüşmelerinde İç Tüzük’e uygun davranılmadığı, 111 milletvekili nin Anayasa Mahkemesi’ne yaptığı başvuruda açık seçik ortaya konulmuştur.
Sonucu, sağlama bağlamak isteyen iktidar, ‘Anayasa değişikliklerinin Halk oyuna Sunulması Hakkında’ 23.5.1987 günlü-3376 no’lu Yasa’nın 2. Maddesindeki
120 günlük süreyi 45 güne indirmek için Meclis’e değişiklik tasarısı getirmiş ancak 60 gün ile yasalaşmıştır.


Bu da Yüksek Seçim Kurulu’nun Anayasa’nın 67/son fıkrası gereğince değişiklikten bir yıl sonra uygulanması kararıyla başarıya ulaşamamıştır.

Sivil Anayasa’, ‘Reform’, ‘Demokrasinin açılımı’ sözlerinin gerçeği yansıtmadığı, asıl amacın;

  ‘Yandaş Yargı’ oluşturmak olduğu ilgililerinin konuşmalarından, yandaş
medyanın sürdürdüğü izleneceklerden, düzenlenen etkinlik ve tartışmalardan
bellidir. Anayasa değişikliği evrelerinde demokratik yollara özen gösterilmediği gibi içeriğin, yargıyla ilgili bölümlerinde demokrasiye uygun davranılmadığı çok belirgindir.

  Ne toplumsal uzlaşma izlenmiş ne de çağımızın evrensel değerlerine uyulmuştur.
Güçler-erkler ayrılığı göz ardı edilmekle kalınmamış, ‘güçler birliği’ ile ‘tek adamlık’ düzenine özlemi gerçekleştirecek bir yapı düşünülmüştür.
Yargı bağımsızlığı ile gerçekte halkın, hak arama özgürlüğünün ve adaletli yargılanma hakkının dayanağı olan ‘yargıç güvencesi’ çiğnenmiştir. Olanlar da olacakların habercisidir…



    Anayasa Mahkemesi kendi geleceğini de iktidarların avucuna düşürmüştür Anayasa Mahkemesinin referandum hakkında aldığı karar konusundaki görüşleri niz nedir?

Anayasa Mahkemesi’nin halkoylaması konusunda aldığı kararın, olumlu ve olumsuz yönleri vardır.

   Kuşkusuz, Anayasa’nın 148. maddesi gereğince iş olsun türünden Anayasa
değişiklikleri için getirilen sınırlı denetim, biçim denetimidir. Mahkeme,
asla öz (esas) yönünden denetim yapmamış, denetimini biçim yönünde
yapmıştır. Tersine nitelemeler ve savlar, iktidarcılarla iktidarın gerçek dışı sözleridir. 

İşlerine gelmeyen karara karşı, ağızlarına geleni söyleme alışkanlığındandır. 

  Bu da yetmiyormuş gibi üyeleri, medyaya sızdırılıp yanlış yorumlanan ve amaçlı değerlendirilen konuşmalar ve gözdağı niteliğindeki tutumlarla baskı altına almışlardır. Mahkeme, Anayasadaki basit üç koşuldan önce ‘Değiştirilmesi
öngörülemez kurallara yönelik değişiklik önerileri biçim Söz konusu olduğundan’ incelemesini bu yönde yaparak sonuca varmıştır. Elbet denetlenen, metindir. 

   Elbet iptal, kimi düzenleme bölümlerini geçersiz kılacaktır. Bu, esasa yönelik inceleme yapmak olmadığı gibi yetki gaspı vs değildir. Mahkemeyi kapatmaktan
söz edip üyelere yaptırım uygulanmasını öneren Meclis Başkanlarının katılınması olanaksız, konumlarına yaraşmayan sözleri AKP’li anlayışının yankılanmasıdır. 
   Hukuk devleti anlayışıyla asla bağdaşmayan bu tutucu, sömürücü anlayış, karşı karşıya olduğumuz tehlikelerin belirtilerinden kimilerini özetlemektedir.
Mahkeme, biçim yönüne ilişkin incelemenin anlamını ikinci kez belirlemiştir.

(Birincisi, Anayasanın 10. ve 42. Maddelerine yönelik biçim nedeniyle geri çevrilen değişiklikte olmuştu). 

Anayasa değişikliklerinin halkoyuna sunulmasından sonra denetlenebileceği savını da çürütmüştür.

Anayasanın 148, 175. maddeleriyle 3376 nolu Yasanın ilgili maddelerine aykırı savın yerinde olmadığı, karara bağlanmıştır. Denetlenen, Resmi Gazete’de yayımlanan yasadır.

   Ancak denetlenen maddelerde iptal edilen tümceler toplam 48 sözcüktür. Bunların kaynağı, temeli olan kuralın, hukuka uygun bulunması yanlış olmuştur. Bu sonuçta baskılardan, atama yöntemlerine, kişilerle ilgili söylentilere kadar geniş bir kuşku alanının etkisi olup olmadığı gerekçeli kararın karşı oylarla
birlikte yayımlanmasıyla anlaşılacaktır.

   Mahkeme, bir olanağı kaçırmış; 
1961 Anayasasının getirdiği açılımın askeri yönetimce daraltılmasını önlemek ve aykırılıkları gidermek fırsatını değerlendirememiştir.
Bu, asla siyasal bir karar değildir. Ancak Cumhur başkanının üye atamasının
yanlışlığını bir kez daha kanıtlamıştır. 
Anayasa Mahkemesi, hukukun siyasallaşmasını önlemek görevinde bu kez başarılı olamamış, kendi geleceğini de iktidarların avucuna düşürmüştür.

‘Darbe Anayasası’ diye anılan anayasamıza göre yapılması planlanan değişiklik paketi ile gerçekten sivil ve demokratik bir anayasaya kavuşacak mıyız?

Değişiklik Paketinin ‘gerçekten sivil ve demokratik bir Anayasa’ ile ilgisi bulunmamaktadır. Gerçekten demokratik bir Anayasa istense idi yargıyla ilgili kurallar böyle olmazdı.

   Yandaş Yargı, İktidar Yargısı, Sözde Yargı, Göstermelik Yargı savlarına haklılık veren yapıyı öngören değişikliğin öbür kuralları yıllardan beri söylenen, istenen, beklenen kurallardı. Kimileri yazıla, söylene bıkkınlık getirmişti. Kimileri de olağan gelişmeleri içermektedir.

   Ancak kişisel, toplumsal yaşamda kazandıracakları çok az olmaktadır.
1961 Anayasasının getirip 1982 Anayasasının götürdüklerini geri getirmektedir. Maddeler, ayrı ayrı değerlendirilse; yargı değişikliğini sağlamak için konulan süsler, dolgu maddeleri olduğu benimsenir. Üniversite özerkliği, işsizlik, toplu sözleşme, devrim yasaları vb konularda atılım sayılacak hiçbir ilerleme yoktur.

   İktidarın tutumu, demokrasiye yakınlaşmayı değil, demokrasiden uzaklaşmayı göstermektedir. Olanlar ortadadır. 
Gözaltılar, tutuklamalar, özel yetkili mahkemeler, özel yaşamın gizliliğinin çiğnenmesi, iletişim özgürlüğü, rektör ve yargı üyesi atamaları; nasıl gidildiğinin
göstergesidir…

Oluşan, ‘AKP Anayasası’dır.

Değişikliği öngörülen maddeler hukuksal açıdan ne kadar yeterlidir?

Değişikliği öngörülen kurallar, biraz önce de değindiğim nedenlerle
gereksinimleri karşılayacak durumda olsalar bile değişikliğin tümü yetersizdir.

Yargıyla ilgili kuralların dışındakilerin getireceği bir şey yoktur ama değişikliğinin tümünün özellikle yargıyla ilgili kurallarının götüreceği çok şey vardır. Değişikliğin tümünün birden oylanması da (Meclis’te 367 oyun altında kaldığından, oylamanın nasıl yapılacağını Meclis kararlaştırıyor) bir büyük hatadır. Değişiklik, yürürlüğe girerse yargı bağımsızlığından, yargıç güvencesinden, demokrasiden, insan haklarından, hukuk devletinden, laiklikten söz etmek olanaksız kalacaktır. Artık yargı, iktidar partisi il ve ilçe başkanlarıyla
Adalet Bakanlarının etkisinde, milletvekillerinin pençesinde kıvranacaktır.

    Anayasa, Danışma Meclisi’nden ve halkoyundan geçmiştir. Askerlerin
etkisi ve ağırlığı açık olmakla birlikte ‘Askeri Anayasa’ demek yanlıştır. ‘Sivil Anayasa’ deyişi, tıpkı Cumhurbaşkanını halk seçtirerek olumlu bir şey yapılıyormuş göstermeye benzemektedir. Başbakanın, “Şimdi halk karar verecek, millet söz söyleyecek” diyerek, yığınları okşamasının bir türüdür. Oluşan, ‘AKP Anayasası’dır. 
Bu bakımdan maddelerin ayrı ayrı değerlendirilmesini gerekli ve yararlı bulmuyorum.

Yargıyla ilgili maddeler dışındakilerin yürürlüğe girmelerinin yararı olmasa da sakıncası yoktur ama yargıyla ilgili maddeler yürürlüğe girerse sakınca, çok büyük olur. Öbür maddelerin anlamı ve değeri azalır.       

   TC Anayasası değişiklik paketinin halka anlatılması ve halkın aydınlatılması
koşulları için zamanlama ve duyurular yeterli midir?

Değişiklik paketinin halka anlatılmasının süresi ve koşulları yeterli değildir. Seçim yasalarının kuralları uygulanacağından ‘yasak’lar, kimi yerlerde yönetimin baskıya dönüşen el atmalarıyla zamansız ve yersiz uygulanmaktadır. Halkımızın siyasal, toplumsal, kültürel düzeyi bellidir. Hukukçuların kimilerinin bile güç anladığı kuralları, halkımızın anlayarak değerlendirmesi beklenmemelidir. 
Spor takımları tutar gibi parti tutma biçiminde oylama bilinmektedir. 

Buna karşın, son siyasi gelişmelerin umut rüzgârı estirmesi olumlu bir yöneliş sayılmaktadır.
Halka anlatma yolunda medyaya, aydınlara, demokratik kitle örgütlerine büyük görev ve sorumluluk düşmektedir. İktidar ağırlıklı medya yanında, 3376 no’lu Yasa’nın Cumhurbaşkanı’na bile yer vermesi, ‘silahların eşitliği’ ilkesine
uyulmadığının göstergesidir. Bunlar gözetilerek çalışılmalıdır.

   Ülke rejimi bu Anayasa değişikliğiyle tehlikeli bir dönemeçtedir Bir takım partilerce bunun bir siyasi oylama gibi algılatılması yönündeki çalışmaların ülke rejimi açısından yanlış boyutu nedir?

Kimi partilerin davranışı, ülkenin geleceği yönünden sakıncalar taşımaktadır.
Eğilim, anlayış birlikteliği ve benzerleriyle iktidarı destekleyenlerin hukuk devleti- gerçek demokrasiyle hiçbir bağları olmadığı daha iyi anlaşılmaktadır. Yeni bir Anayasa yapmak yolunda girişimde bulunmak yerine, yamalarla 16. Anayasa
değişikliğine destek vermek; iktidarın koluna takılıp yürümekten başka bir şey değildir. Oylamanın, “AKP’ye Hayır” biçiminde algılanıp uygulanacağı kanısı yaygındır.

Bunu, seçime bırakıp Anayasa’yı ulusal yaşamımız ve hukuksal içeriğiyle
değerlendirerek oy kullanmak gerekir. Halkımızın sağduyusunun egemen olması dileğindeyim.

Seçimlerde halka nasıl yaklaştığı, valiler eliyle neler yaptığı bilinen iktidarın, kendisi için yaşam koşulu sayarak neler yapacağı kestirilemez.
Çok dikkatli olmak zorunluluğu paylaşılmaktadır. İktidar, her ne kadar tersini söylese de halkoyunun ‘Hayır’la sonuçlanması, çekilmesini hızlandırır. Ülke rejimi, bu Anayasa değişikliğiyle tehlikeli bir dönemeçtedir. Siyasal partilerin, iyi düşünüp iyi çalışmaları yalnız görevleri değil, varlıkları nedeniyle de borçlarıdır.
Şimdiden korsan afişler kullanılmaya başlanmıştır!

Oy’lar; ‘namus’ bilinerek ve bilinçle kullanılmalıdır Evet/Hayır sonuçlarına göre
özellikle hukuk, yargı, kuvvetler ayrılığı ve rejim kapsamında Türkiye, ne gibi konulara hazırlıklı olmalıdır? Anayasa değişikliği halkoyundan olumlu (‘Evet’ oylarının fazlalığıyla) çıkarsa, erkler ayrılığından söz edilemez.

   Yargı, siyasal iktidarın eline geçer. Günümüzde yüksek yargı organlarına
nasıl atama yapıldığı belli iken gelecekte hiçbir sınır ve ölçü tanımadan,
siyasal yanlılıkla bu işlemler yürütülecek, halkın adalet beklentisi, siyasal dayanaklara bağlı olacaktır. Laiklik ilkesine ödünlerle yaklaşanların arttığı bir ortamda bu ilke sulandırılacak, hukuk devleti ilkesiyle birlikte zayıflama, cumhuriyetin temel niteliklerini geçersiz kılacaktır. 

Bunun sonu karanlıktır. 

Tek adamlığa yöneliş de hızlanacaktır. Dikta belirtilerinin birbirine eklendiği  günümüzün yarını, Ortadoğu ülkelerinin çektiği sıkıntıların kaynadığı kazan değil, ‘kazanı kaynatan ocak’ olabilecektir. 
Demokrasi amaçlanarak kurulan cumhuriyetin temeli olan ‘erkler ayrılığı’ ilkesinin kaldırılması amacıyla rejim güvencesiz kalacak; kargaşa, ‘Ilımlı İslam’ devletiyle bile giderilemeyecektir.

Cumhuriyetin kalelerini bir bir ele geçiren iktidar, bu değişiklikten sonra başka işlemler, başka değişiklikler gerçekleştirecek, af yasası ile kendini sağlam bir zırha alacaktır. Dokunulmazlıklara dokunmayarak sergilediği söze bağlılık,
davranışıyla içtiği andan bağlılık aykırılıkları herkesi düşündürmeli, oylar; ‘namus’ bilinerek ve bilinçle kullanılmalıdır. Bu yolun geri dönüşü olsa bile çok güçtür; zaman yitirilerek, yaşam değerlendirilemez.

   Özetleyerek anlatmaya çalıştığım nedenlerle 12 Eylül 2010’da yapılacak
halk oylaması, hepimiz için (kişisel ve kuruluşlar olarak) bir ders, bir sınav niteliğindedir. Siyasal iktidarı anayasa, hukuk, adalet ve ahlak sınırında
tutmakla görevli yetkili Anayasa yargısından, siyaset yaptığını sananlar
hiç hoşlanmaz. Her yaptıklarının geçerli sayılmasını isterler.

Anayasanın 148. maddesindeki yasaların son oylama çoğunluğu, Anayasa
değişikliklerinin önerme, kabul çoğunluğu ve iki kez görüşme zorunluluğuyla
sınırlı biçim incelemesinin dar anlamdaki basitliği, bir denetim değildir. Denetim sayılması istenen bir geçişme dir. Bununla Anayasa Mahkemesinin elini kolunu bağlayarak, kendilerinin denetimsiz ve sınırsız yetkilerine ölçü koyulmasına
karşı çıkmak, demokrasiyle bağdaşan bir anlayış olamaz.

Kanun hükmünde kararnamelere ilişkin görüşme yöntemine de uyulmamaktadır.
Yönetimin her tür eylem ve işleminin bağımsız yargının denetimine açık tutulması zorunluluğuna işlerlik kazandırmak için atılan adımlar olumlu olmakla birlikte yeterli değildir.

1961 Anayasası döneminde Yüksek Hâkimler Kurulunun kararları, yargı denetimi ne bağlı idi. Şimdi bu yolun açılması iyi ama Hâkim ve Savcılar Yüksek Kurulunun başında Adalet Bakanı, içinde Bakanlık müsteşarı olduktan, üyelerinin seçilmesinde yönetimin (Cumhurbaşkanı, Anayasanın 8. Maddesine göre
Yürütmenin içindedir) ağırlığı bulunduktan sonra yargının bağımsızlığı
savunulamaz.

Anayasa hukukçularının eleştirileri kimi gazete ve dergilerde yayımlanmaktadır.
İktidar yandaşları dışında halk oylamasına olumlu bakanlar, ‘yok’ denecek kadar azdır.

  Bilimin, aklın, deneyimlerin ve olayların ışığında yargının bağımsızlığını tümüyle ortadan kaldıran bir Anayasa değişikliğinin benimsenmesi, olanaksızdır.

Her kesimin ağzına bir parmak bal sürülerek oylarını kazanmak yolu izlenmekte dir ama hukuk devleti olmadıktan sonra bu bal, zehirden farksız olur. 

Zamanla, tadı kaçar. İnanç sömürüsüyle demokrasi, insan hakları ve özgürlükleri sömürüsü birlikte yürütülmekte, adalet, hukuk ve yargı anlayışındaki bozukluklar
da uygulamalarla sürdürülmektedir.

   Üniversitelerin genelde suskunluğu, kimi hukukçuların yandaşlığı, kimi medya tetikçilerinin saldırısı da üzüntüyü arttırmaktadır.

   Yargısı bağımlı, yanlı, önyargılı hukuk devleti olamaz. Hukuk devleti olmayınca da demokrasi olamaz.
Demokrasi olmayan yerde de insan hak ve özgürlükleri olmaz.

İktidar olur, muhalefet olmaz. 
Muhalefet olmayınca denetim olmaz; dikta olur…

Peki, Anayasa Mahkemesi Başkanı’nın kararları duyurması yöntemi uygun mu?

   Yanlış anlaşılan durumu açıklamak için bu soruyu da ben kendi kendime sorarak, derginizin okurlarına ve yurttaşlarıma bilgi vermek istedim:
Anayasanın 153. Maddesinin 1. Fıkrasının ikinci tümcesinde;

   “İptal kararları, gerekçesi yazılmadan açıklanmaz” denilmektedir. 

1961 Anayasasının ilk biçiminde kararların verildiği gün yürürlüğü
benimsenmiş ti. 1971 değişikliğinde, gerekçeli yayımla yürürlüğe gireceği öngörüldü. 1982 Anayasası, Resmi Gazete’de yayım koşulunu yineledi
(Mad.153/Son). Şimdiki durumda iptal kararlarının gerekçesi yazılmadan açıklanmaması ‘ret kararı’nın açıklanmasında uygulanmıyor. 

   Açıklanmayınca, iptal kararı verildiği sanılıyor ama karar, ret de olabiliyor. İptal ile ret karışınca, sakıncalar doğabiliyor. Bu nedenle 1983 yılından beri
kararlar açıklanmıyor; sonuç bildiriliyor. Açıklama; kararın gerekçesi,
karşı oylarıyla birlikte olur. Oysa sonuç bildirilerek kamuoyu aydınlatılıyor,
Yasama organıyla Yürütme organına işlemler konusunda ışık tutuluyor, ilgililer de karışık ve yanlış anlamalardan kurtuluyor. Anayasa Mahkemesi kararları geriye yürümediğinden iptal edilen kararla yapılması olanağı bulunan kimi işlemler, karar yayımlanıncaya kadar yapılmaktan uzak kalınabiliyor. Hukuk devletinde kararı açıklamanın yararı var, zararı yok ama ‘açıklama’nın koşulları
ayrı… Anayasa’ya iktidarın kendi dediklerinin yanlış da olsa egemen kılınması için koydukları bu kurala da aykırılık olmaması için yapılan duyuru, açıklama değil; sonuç bildirmelidir. Bunun yöntemini de Başkan belirlemektedir. Benim zamanım da bu görevi, Başkan vekiline vermiştim. Şimdiki Başkan, kendisi basın ilgilileri önünde açıklamakta, kişisel görüşlerini de yansıtmaktadır. Bu katılınsın, katılın masın; onun, bileceği iştir...

Anayasa Mahkemesi kendini yasa koyucu yerine koyarak bir hüküm hiç kurmamıştır

Bir de “Anayasa Mahkemesinin, kendini yasa koyucu yerine koyarak yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde hüküm kuramayacağına” ilişkin Anayasanın 153. maddesinin 2. Fıkrası var: Bu gereksiz ve anlamsız kural, üyelere; “Milletvekilliği yapmayın; Mahkeme olarak kendinizi, Meclis yerine koymayın!” demektedir. 

Buna gerek var mı?

Üyeler, Yetki ve görevlerini bilmezler mi? 

Doğal olarak kimi kararlar, düzenlemeden başka bir duruma neden olabilir. İstenenle, karar bağdaşmazsa durum değişir. 2. Fıkra siyasetçilerin,
amaçlı ve yanlış anlamalarıyla Mahkemenin suçlanmasına neden olmaktadır.

Mahkeme, hiç bir zaman kendini yasa koyucu yerine koyarak bir hüküm kurmamıştır. Yapması gereken işi yapmıştır. 
Sonucun Meclis düzenlemeleriyle ters düşmesi, yasa koyucu yerine geçmek, yeni bir uygulamaya yol açacak biçimde kural koymak sayılması doğru değildir.

Anayasa değişikliklerimiz diğer ülkelere oranla çok sık yapılmakta Anayasanın 81. ve 103. maddelerindeki andı içenlerin antlarına aykırı tutum ve davranışlar içinde olması da ülkemizde Anayasa’ya bağlılığın, hukuka saygının, yargıya güvenin yeterli olmadığının kanıtıdır.

Sorunun Asıl yönü budur.

  Türkiye mizdeki ölçüde sık sık ve çok Anayasa değişikliğinin başka ülkelerde yapıldığına rastlanmamaktadır.

Gereken özenin gösterildiği kanısında olmadığımı üzülerek belirtiyorum.


***

1 Ekim 2018 Pazartesi

LAWRENCE, ARAPLARI OSMANLIYA KARŞI NASIL AYAKLANDIRDI VE KANDIRDI BÖLÜM 1




LAWRENCE,  ARAPLARI OSMANLIYA KARŞI NASIL AYAKLANDIRDI VE KANDIRDI BÖLÜM 1



   LAWRENCE,  ARAPLARI OSMANLIYA KARŞI, NASIL AYAKLANDIRDI VE KANDIRDI,Salâhi R. SONYEL,

Lawrence, Haşimi Araplarını Osmanlı İmparatorluğu’na Karşı Ayaklanmaları İçin Nasıl Aldattı (İngiliz Gizli Belgelerine Göre)


Dr. Salâhi R. SONYEL,


Yetmiş yıl Önce, 1916 Haziranında, Haşimi Araplarının önderi Mekke Emiri Şerif Hüseyin İbn-i Ali, kendisine, “Arapların bağımsızlığını sağlayacağını iddia eden İngilizlerin kesin olmayan sözlerine kapılarak, bağlı bulunduğu Osmanlı Sultan-Halifesine karşı ayaklanıyor ve Halifeliğin Hıristiyan devletlerce bölünmesine araç oluyordu. İngiliz yazan Robert Lacey’in deyimine göre, “onun (Hüseyin) akımı, bir Arap ayaklanmasından çok bir İngiliz-Haşimi komplosu” idi1 ve bir milyon Sterline yaklaşan İngiliz altınlarıyla finanse edilmiştir2.

Bununla birlikte, Cidde’deki İngiliz Konsolosu Reader Bullard’ca “kurnaz, yalancı, safdil, kuşkucu, inatçı, kendini beğenmiş, kibirli, bilgisiz, arsız ve gaddar bir Arap şeyhi” 3 olarak gösterilen Şerif Hüseyin’in, kimi Müslüman bilginlerince İslam’a karşı “ihanet” olarak nitelenen davranıştan ona bir çıkar sağlamadığı gibi onu tahtından da yoksun bırakmıştır. Böylece, İslâm arasında bugün bile etkisinden bölgenin acı çektiği en büyük bölünmeye neden olan Şerif Hüseyin, bunu pahalıya ödemiştir. lmpact lnternational dergisine göre, “Osmanlı Halifeliğine karşı ayaklandıkları günden bu yana, Arapların kendi kendilerini yıkmak sendromu sona ermemiştir”4.

Haşimi Arap ayaklanmasının baş rolünü “Arabistan’ın ‘El Aurens’i” olarak bilinen Thomas Edward (Ned) Lawrence oynamıştır. Kimi yerel Araplarca “altınları taşıyan adam” 5 olarak anımsanan Lawrence ölümünün 50. yıldönümünde, İngiltere’nin Dorset iline bağlı Moreton köyünde, 19 Mayıs 1985’de, kendi yandaşlarınca anılmıştır. Buna ilişkin olarak 20 Mayıs 1985 tarihli The Guardian adlı İngiliz gazetesinde yayınlanan bir habere göre, Lawrence’in mezarı üzerinde, “ihanete uğramış milyonlarca Arap adına” ve SM simgesini taşıyan bir yazı bulunmuştur. Bu yazıda şunlar da belirtiliyordu:

“Biz Araplar için büyük düşleriniz (rüya) vardı ve biz de, sizin ve yönetiminizin yardımlarıyla, yalnız Osmanlıdan özgürlük kazanmakla kalmayıp, aynı zamanda, 500 yıllık işgalden sonra, bir ulus olarak kendi hüviyet ve gururumuzu yeniden sağlayacağımızı umut etmiştik. Heyhat, Aurens, ölümünüzden 50 yıl sonra, bugün Arap dünyası, savaşlarla, komplolarla ve bölünmelerle kaynıyor ve geleceğimiz karanlık görünüyor… ”

Ölümünden 51 yıl ve Arabistan’da Osmanlı Halifeliğine karşı patlayan Haşimi ayaklanmasının ilk kıvılcımından 70 yıl sonra, yansız araştırmacılar, Lawrence’ın bu ayaklanmadaki rolü veya buna yaptığı katkıların karışıklığını hâlâ çözmeye çalışıyorlar. Lawrence’ın yandaşları onu Arap halkının kurtarıcısı olarak tanrılaştırmaya yeltenirken, muhalifleri, onu, geçmişi belirsiz ve Arap savına bağlılığı kuşkulu “İrlanda’lı bir haylaz” olarak aşağılamaktadırlar. Ayrıca, muhasımları, örneğin Richard Aldington6 adlı İngiliz yazarı, onu bir homoseksüel olarak da nitelendirmektedir, ama bunu kanıtlayacak pek delil yoktur7.

Lawrence’la ilgili birçok yayımlar, özgeçmişi, yayımlanmış mektupları, İngiliz Devlet Arşivi (Public Record Office)’nde korunan Dışişleri, Savaş ve Sömürgeler Bakanlıkları ve İngiliz Kabinesi belgeleri ve çeşitli arşivlerde araştırmacılara açılan ona ilişkin öteki birçok kaynaklar, Lawrence’ın kişiliğine ve çalışmalarına epeyi ışık serpmektedirler. Bununla birlikte, onun öğrenci olarak bulunduğu Oxford’daki Jesus (İsa) Kolejinde o sıralarda uzman-araştırmacı (Emeritus Fellow) olan John Griffith, aradan bu kadar zaman geçmiş olması dolayısıyla, böyle bir “hayran edici ve aldatıcı (illusive) kişi” hakkında tam olarak objektif bir karara varma olanağından kuşkulu bulunduğunu açıklamıştır8.

Thomas Edward (Ned) Lawrence, 16 Ağustos 1888’de, İngiltere’nin Galya bölgesine bağlı Caernarvonshire ilinin Tremadoc kasabasında, evlilik dışı bir çocuk olarak dünyaya geldi. Babası, yarı İngiliz yarı İrlandalı toprak ağası Sir Thomas Chapman ve annesi, onun metresi ve kızının mürebbiyesi olan, yarı İskoçyalı Sara Maden idi. Lawrence, 1909’dan beri Araplarla ilgileniyor; arkeoloji kazılarına katılmak amacıyla 1911’de Trablus’a gidiyor; kazıların sona erdiği her mevsim sonunda çoğu kez Arap giysilerine bürünerek çevrede dolaşıyor; Arapların ve yerel Müslüman aşiretlerinin aralarında yaşıyordu9. Onun Arap halkına karşı olan ilgisi ve Türklere karşı olan beğenmezliği, 1912-3 Balkan savaşları sırasında açıklanıyordu. Lawrence Trablus’dan 5 Nisan 1913’de Bayan Reider’a gönderdiği mektupta şöyle diyordu:

” … Türkiye’ye gelince, Türkler aşağı! Ama korkarım ki onlarda hayat değil, yapışkanlık var. Onların kayboluşu, bir zamanlar iyi yönetim yetenekleri olan Araplar için bir fırsat oluşturacak“10.

1914 yılı başlarında Lawrence, arkeolog Sir Leonard Wolley ve Yüzbaşı S. F. Newcombe, Filistin Keşif Fonu (Palestine Exploration Fund) hesabına, Gazze ile Akebe arasındaki bölgeyi gezerek oranın haritasını çizmeye çalışırken, Süveyş’in doğusunda, Türk hududunda bulunan kuzey Sina’yı keşfediyorlardı. Onların bu keşfi, Mısır’daki İngiliz Yüksek Komiseri (daha sonra Savaş Bakanı) Lord Kitchener’ce planlanmıştı ve o sıralarda Yüzbaşı Newcombe’nin yapmakta olduğu stratejik araştırmayı kamufle etmek amacını güdüyordu; ama bunun askeri bir oyun olduğunu sezen Türkiye, İngilizlere çok kırılmıştı11.

1914 yılı Ağustosunda Birinci Dünya Savaşı patlayınca, Lawrence, Savaş Bakanlığının Londra’daki harita bölümünde bir sivil işgüder olarak görev alıyor, ona, Sina’nın askeri bir haritasını yapmak görevi veriliyordu. 18 Eylül 1914’de Oxford’dan Bayan Reider’a görderdiği mektupta şöyle diyordu:

” … Türklerin savaşa girmek niyetinde olmadıklarını korkuyla seziyorum, çünkü onları Küçük Asya’ya sıkıştırmak 12 ve dahası, orada bile vesayet altına almak bir gelişme olacaktır. Herşey, Enver’in yeniden başı boş bırakılmasına dayanır… ” 13.

1914 Aralığında teğmenliğe yükselen Lawrence, Kahire’deki İngiliz İstihbaratında görevlendiriliyor; savaş tutsaklarını sorguya çekiyor; haritalar çiziyor ve Türk hatlarının ardındaki ajanlardan gelen bilgiyi inceliyordu. Aynı zamanda, Orta Doğu’da, Arapların da katılmalarıyla Türkiye’yi yenmek amacıyla bir strateji planlıyordu14. Bu arada, Kahire’ de yeni kurulan Arap Bürosu’na atanmasını sağlıyor; bu yeni görevinde, arkeolog dostu D. G. Hogarth’a gönderdiği 18 Mart 1915 tarihli mektubunda şöyle diyordu:

“(Türkiye’nin merkezi Konya’ya taşındıktan sonra) İstanbul’u yitiren Türk’ün bir rönesans geçirmesini beklemeliyiz kanısındayım. Askeri açıdan daha korkunç, ama siyasi bakımdan daha zayıf olacaklardır“15.

Bir ay kadar sonra (20 Nisan 1915’de) yine Hogarth’a gönderdiği bir yazıda şöyle diyordu:

” … Zavallı yaşlı Türkiye, birliğini zor sürdürüyor. Herkes, onun son zamanlardaki parlak başarılarından daima söz eder, ama gerçekte çok acınacak bir durumdadır. Onunla ilgili herşey oldukça mide bulandırıyor ve onun varlığına son vermenin iyi olacağına inanasım geliyor, ama bu bizim için uygun olmayacak… “16

Bir süre sonra, Lawrence, İngiliz Savaş Bakanlığınca gizli bir görevle Mezopotamya (Irak)’ya gönderiliyordu. Küt-ül-Amara’da İngiliz Generali Townshend’in ordusunu saran Türk Generali Halil Paşa’yla pazarlığa girişmesi için, Savaş Bakanlığınca gönderilen gizli öneriler taşıyan Lawrence, Aubery Herbert adlı bir İngiliz’le birlikte seyahat ediyordu. General Townshend, kendisini saran Türkleri para karşılığında satın almayı düşünmüş, bir plan hazırlamıştı. Irak’taki İngiliz orduları komutanı General Lake bu planı kabullenmiş, İngiliz Savaş Bakanı Lord Kitchener de bunu uygulamıştı. Oysa Irak’taki İngiliz subaylarının çoğunluğu, onur kırıcı olarak nitelendirdikleri bu plana karşı çıkmışlardı. İngiliz siyasi işgüderlerinden Sir Percy Cox da bu planın, İngiliz saygınlığı açısından, İngiliz garnizonunun tesliminden daha kötü olduğuna değinerek buna karşı çıkmıştı. Lawrence ise, Türklerin İngiliz önerisini kabullenmeyecekleri için planın olanaksız olduğuna inanıyordu. Bununla birlikte Albay Beach, Aubrey Herbert ve Lawrence, Halil Paşa’yla görüşerek, sarılmış bulunan İngiliz garnizonunu serbest bırakması için ona ilkin bir milyon Sterlin, kabullenmezse, iki milyon Sterlin rüşvet önermeye gönderilmişlerdi. Halil Paşa bu İngiliz önerisini tiksintiyle reddetmekle kalmıyor, bunu haber olarak çevreye yayıyor ve İngiliz saygınlığına büyük bir darbede bulunuyordu.

Bu arada Lawrence, Irak’taki Arapları Türklere karşı ayaklanmaya kışkırtmak ve onların İngiliz ordusuyla işbirliği yapmalarını sağlamak umuduna kapılıyor, ama bunda başarı sağlayamıyordu. İngilizlerin Hindistan ordusundaki subaylar, Araplarla bağlaşık olmayı ancak en son çare olarak görüyorlardı17. Bundan başka, Osmanlı İmparatorluğu çok güçsüz sayılıyordu. Genç Türklerin (İttihat ve Terakki) erke geldikleri 1908 yılı Temmuzundan bu yana vuku bulan birçok savaş, istila ve ayaklanmalar sonunda Türkiye geriye kalan Balkan illerinin hemen hemen tümünü yitirmiş; Trablusgarp’taki (Libya) topraklan İtalya tarafından gasp edilmiş ve Girit üzerindeki egemenliği, bu adanın Yunanistan’la birleşmesiyle elden çıkmıştı. Türk subaylarının ulusal laikliği, okumuş genç Arapları da aynı duygulara sahip olmaya kışkırtmıştı. Ansızın, Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap illeri de sarsıntı geçirmeye başlıyordu. Gerçi Şam ve Bağdat’taki entelektüellerin ve ordu subaylarının ulusalcılığı, Arabistan yarımadasına dek yayılmamıştı, ama bir Arap dirilişinden söz etmek bile tüm Ortadoğu’da uluslararası rekabetlere yeni bir güç katmıştı.

Türkiye, Almanya’dan yana Birinci Dünya Savaşına girdiğini açıklar açıklamaz, İngilizler, Ortadoğu’daki çıkarlarını korumada ve Türk ordularını hırpalamada faal rol oynayacak Arap bağlaşıklar aramaya koyuldular. Bu amaçla, Necd yöneticisi İbn-i Suud’un yeni düşmanı ve Haşim aşiretinin önderi Şerif Hüseyin İbn-i Ali’yi seçtiler. İngiliz tarihçilerinden David Holden ve Richard James’in “küçük, kendini beğenmiş ve düzenbaz” olarak nitelendirdikleri Şerif Hüseyin, İngiltere’nin kışkırtmasıyla, daha sonra “Arap isyanı” olarak anılan akımın önderi oldu18.

Tüm 1915 yılı süresince, Şerif Hüseyin, Araplara bağımsızlık verileceği gibi belirsiz İngiliz sözleriyle aldatılarak, Osmanlı Halifeliğine karşı ayaklanmaya kışkırtılıyordu. Kahire’ deki Arap Bürosu’na bakılacak olursa, Mısır’daki İngiliz temsilcisi, henüz savaş başlamadan, Hüseyin ve oğullarıyla, özellikle Abdullah’la ilişki kurmuştu. İngiltere Almanya’ya karşı savaşa girince, Dışişleri Bakanlığı, Felt-Mareşal Lord Kitchener’in dileği üzerine, Kahire’deki İngiliz elçisine gönderdiği telyazısında, Türkiye ile savaşa girilirse, Şerif Hüseyin’in tutumunun ne olacağını soruşturması için Abdullah’a özel bir kurye göndermesini öneriyordu. Abdullah, yazılı olarak gönderdiği karşılıkta, “Ülkemizin haklarını ve şimdiki Emirin kişisel haklarını korur… bizi herhangi bir dış saldırganlığa ve özellikle Osmanlılara (bahusus başka bir kişiyi Emir yapmayı dilerlerse) karşı bizi destekler… ve bu temel ilkeleri İngiltere yazılı olarak güvence altına alırsa”, İngiltere’nin Türkiye’ye yeğ tutulduğunu bildiriyordu.

İngiltere Dışişleri Bakanlığı, buna 31 Ekim 1914 tarihinde (yani İngiltere ile Türkiye arasında savaşın başladığı gün) verdiği karşılıkta, Abdullah’ın isteklerini kabulleniyordu. Kahire’deki İngiliz temsilcisi Sir Henry McMahon, daha sonra yaptığı açıklamada, ana gayesinin, Osmanlı orduları safında çarpışan Arap erlerin sadakatlerini sarsmak olduğunu bildiriyordu. O sıralarda (1915) şöyle düşünüyordu:

“Bu anda Gelibolu’daki Türk gücünün büyük bir bölüğünü ve Mezopotamya (Irak)’daki gücün yaklaşık olarak tümünü Arap erleri oluşturuyor … Onların Türkiye’den kopmalarını haklı göstermek için, ileride kendilerine yardımda bulunacağımız yolunda güvence verebilir miydik? Bunu ivedilikle yapmam için bana buyruk verilmişti… Bu, hayatımda en üzücü tarih idi“19.

İngiltere Dışişleri Bakanlığı, 31 Ekim 1914 tarihli telyazısında şöyle diyordu:

” … Biz Türkiye’ce zorla kabul ettirilen bu savaşta Arap ulusu İngiltere’ye yardım ederse, İngiltere, Arabistan’a dahili bir müdahale olmamasını güvence altına alacak ve Araplara; dış saldırganlığa karşı her çeşit yardımı esirgemeyecektir. Halifelik katını gerçek Arap soyundan gelen birisinin Mekke veya Medine’de üstlenmesi olasıdır ve böylece, şimdi vuku bulmakta olan tüm kötülükten, Tanrının yardımıyla iyilik doğabilir“.

Bu alıntı, şu ekle birlikte, bir yazıyla Kahire’den Şerif Abdullah’a gönderiliyordu:

“Mekke Emiri, bu çatışmada Britanya’ya yardım etmeyi istiyorsa, Britanya , Şerifliğin hak ve ayrıcalıklarını tüm dış saldırganlığa, özellikle Osmanlılara karşı güvence altına almaya isteklidir … ”

Şerif Hüseyin, 1915 yılı Temmuzunda Sir Henry McMahon’a gönderdiği yazıda, Britanya yönetimiyle bir anlaşma yapılması kesin önerisinde bulunuyor, şu koşullan öne sürüyordu:

“Yanlar, herhangi birine saldırabilecek yabancı bir devlete karşı koyabilmek için, karşılıklı olarak yardımlaşma yönünden tüm yetenekleriyle kendi ordu ve donanma güçlerini seferber edecek; her iki yan kabul etmedikçe barış kararlaştırılmayacak”.

Bu koşullar, Şerif Hüseyin’in 5 Kasım 1915 tarihinde Sir Henry McMahon’a gönderdiği üçüncü yazıda şöyle vurgulanıyordu:

“Almanya ve Türkiye ile tek başına barış yapmayacak ve onları (Arapları) etkin biçimde destekleyip koruyacak olan İngiltere’nin kendi bağlaşıkları olduğunu öğrenince, Arapların ivedilikle savaşa girmeleri, genel çıkarları yararına olacaktır“.

Sir Henry McMahon, Dışişleri Bakanlığından almış olduğu yönerge üzerine Şerif Hüseyin’e 13 Aralık 1915’de gönderdiği üçüncü yazısında şu güvenceyi veriyordu:

“Tüm Arap halklarını ortak savımızdan yana çekmek için hiçbir çabayı ihmal etmeyiniz ve onları, düşmanlarımıza yardımda bulunmamaya üsteleyiniz. Anlaşmamızın devamlılık ve gücü buna dayanır. Britanya’ nın, Arap halklarının, Almanya’dan ve Türk tahakkümünden özgür olmasını sağlayacak gerekli koşulu içermeyen bir barış yapmaya istekli olmadığını açıklayarak size güvence veririm”.

Şerif Hüseyin, verilen bu teminatı,  1 Ocak 1916' da McMahon’ a gönderdiği dördüncü mektubunda kabul ediyor ve o tarihten sonraki davranışı bunu vurguluyordu. Araplara verilen güvence, Hicaz Kralı unvanını alan Şerif Hüseyin’e gönderilmek üzere, Kahire’deki yeni İngiliz diplomatik temsilcisi Sir Reginald Wingate’e İngiltere Dışişleri Bakanlığınca 4 Şubat 1918’de gönderilen bit telyazısında şöyle tekrarlanıyordu:

“Bağlaşıklarıyla birlikte Majeste Kral Yönetimi, zulme uğramış ulusların kurtuluş savaşından yanadır ve Arap halkını, Osmanlı şiddetinin ve Türk yetkililerince kışkırtılan sun’i rekabetlerin yerini bir kez daha yasanın alacağı bir Arap dünyasını kurma mücadelelerinde desteklemek kararındadırlar. Majeste Kral Yönetimi, Arap halklarının, özgürlüğe kavuşturulması konusunda daha önce üstlenmiş bulunduğu sorumluluğu yeniden doğrular“.

Bu arada, bağımsız Arap devletinin hudutları sorunu da bu yazışmalara konu oluşturuyordu. İngiltere Dışişleri Bakanlığınca 14 Nisan 1915 ‘te Kahire’deki İngiliz Yüksek Komiserine gönderilen bir telyazısında, İngiliz yönetimi şu açıklamalarda bulunuyordu:

“Arabistan yarımadasının bağımsız ve egemen bir devletin elinde bulunması, barış koşullarının gerekli ilkelerinden biri olarak sağlanacaktır… ama bu devletin hudutları içine girecek olan toprakların genişliğini bu evrede tam olarak saptamak olanaksızdır.”

Toprak sorunu, ilk kez, 1915 yılı Temmuzunda Şerif Hüseyin’ce Sir Henry McMahon’a gönderilen ilk yazıda öne sürülmüştü. Şerif Hüseyin, bu mektubunda, Türkiye’ye karşı Britanya ile işbirliği yapmasının ilk koşulunu şöyle açıklıyordu:

“İngiltere, hudutları şöyle saptanan Arap ülkesinin bağımsızlığını kabullenmelidir: Kuzeyde Mersin ve Adana’dan, 37. derece kutup hattına, yani Birecik, Urfa, Mardin, Midyat, Amatya Adası (jezire Amadia)’na, oradan İran hududuna; doğuda İran hududu yakınlarından Basra Körfezi’ne; güneyde Hint Okyanusu’na (Aden hariç – olduğu gibi kalacak), batıda Kızıl  Deniz’i ve Akdeniz’ i kapsamak üzere Mersin’e dek uzanan topraklar“.

Sir Henry Mc. Mahon, 30 Ağustos 1915’te Şerif Hüseyin’e gönderdiği ilk yazısında, ona, bu konuda, bağlayıcı olmayan bir karşılık veriyor; Lord Kitchener’in sözlerini yeniden doğruluyor; hudutlar sorununun görüşülmesinin henüz mevsimsiz” olduğunu öne sürüyordu. Şerif Hüseyin ona 9 Eylül 1915’te verdiği ikinci karşılıkta, durumun aydınlatılmasını istiyordu. Sir Henry McMahon, 18 Ekim 1915’te durumu Dışişleri Bakanlığına duyuruyor; aynı gün, İngiliz Dışişleri Bakanı Sir Edward Grey’e gönderdiği özel bir telyazısında, Osmanlı ordusundaki ulusalcı Arap kuruluşlarından birinin üyesi bulunan, Gelibolu’da İngiliz askeri hatlarına geçen ve Ekimde Mısır’a götürülen Faroki adlı Arap önderiyle yapmış olduğu ek görüşmelerin sonuçlarını bildiriyordu. Faroki’ye göre, Almanya, Arap partisine, tüm taleplerinin yerine getirileceği sözünü vermişti; dolayısıyla yolların ayrılık noktasına varılmıştı. Faroki ayrıca şöyle demişti:

“Fransa’nın tümüyle Arap ilçeleri olan Halep, Hama, Humus ve Şam’ı işgaline Araplarca silahla karşı konulacaktır, ama şu istisna ile … Mekke Şeyhinin kuzey-batı hudutlarında yapılmasını önerdiği kimi değişiklikleri kabul edeceklerdir”.

Sir Henry McMahon, 24 Ekim 1915’de Şerif Hüseyin’e gönderdiği ikinci yazısında şuna değiniyordu:

“Mersin ve İskenderun ilçelerinin ve Şam, Humus, Hama ve Halep ilçelerinin batısında bulunan Suriye topraklarının halis Arap ülkeleri oldukları söylenemez ve dolayısıyla önerilen hat sınırlardan çıkarılmalıdır. Yukarıdaki değişikliklerle ve Arap önderleriyle olan antlaşmalarımızı ön yargıya tabi tutmak koşuluyla, bu hat ve sınırları kabulleniriz – yukarıdaki değişikliklerle, Büyük Britanya, Mekke Şerifinin önermiş olduğu hat ve hudutlar içindeki ülkelerde Arapların bağımsızlığını tanımaya ve desteklemeye hazırdır“.

Aynı zamanda Fransız çıkarları korunuyordu.

Şerif Hüseyin, 5 Kasım 1915' te gönderdiği üçüncü mektubunda, Mersin’le Adana’nın talep edilen hudutlardan çıkarılmalarını kabulleniyor, ama öteki topraklar üzerindeki hak iddialarında direniyor; bunlara daha sonra Lübnan’ı da katıyordu. McMahon, ona 13 Aralık 1915’te gönderdiği üçüncü mektupta, Şerifin Mersin ve Adana’yı talep ettiği hudutlar dışında bırakmasını ve Hıristiyan Araplara güvence vermek önerisini iyi karşılıyor; Halep ve Beyrut illeri üzerinde tekrarlamış olduğu hak iddialarını geçiştiriyordu. Şerif Hüseyin, ona 1 Ocak 1916’da gönderdiği dördüncü yazıda, Fransa’ya karşı olan hak iddialarında savaşın sonuna dek direnmeyeceğini, ama savaş sona erer ermez bunları öne süreceğini açıklıyordu. Şerif Hüseyin, bundan sonraki yazışmalarında, hudut sorununa hiç değinmiyor, ama hak iddialarını da asla geri çekmiyordu. Ancak, 29 Temmuz 1917’de Kral Hüseyin Teğmen Lawrence’la görüşürken, hudut sorununa da değiniyor ve şöyle diyordu:

“Önerilirse, Türkleri İstanbul ve Erzurum’a dek kovalayacağız; öyleyse ne diye Beyrut, Halep ve Hail’den söz ediyorsunuz?”20

İngilizlerin vermiş oldukları bu sözlerle aldatılan Hüseyin ve Haşimi Araplar, 9 Haziran 1916’da Türklere karşı ayaklanıyor ve Kutsal Kent (Mekke)’teki küçük Türk garnizonunu tutsak ediyorlardı. Aynı yılın Ekim ayında Yüzbaşı Lawrence, İngiliz diplomatı Sir Ronald Storrs’la birlikte, deniz yoluyla Arabistan’a gidiyor; orada, Emir Hüseyin’in ikinci oğlu Şerif Abdullah’la Şerif Ali ve onun genç üvey kardeşi Zeyit’le, daha sonra da onların Medine yakınlarında bulunan kardeşleri Şerif Faysal’ la görüşüyordu21.

Aynı yılın Kasım ayında Kahire’ye dönen Lawrence, kendi amirlerini, ayaklanan Şerife silah ve altın yardımı yapmaya ve Türklerden memnun olmayan şeyhleri bağımsızlık emellerinde, ama genel bir askeri stratejinin çerçevesi içinde, birleştirmeyi üstleniyordu. Kahire’deki İngiliz İstihbaratı’nın başında bulunan General Clayton, ona, Arabistan’a dönmesini emrediyor; oraya dönen Lawrence, irtibat subayı olarak Faysal’ m ordularına katılıyordu. Lawrence, İngiliz Kabinesinin bilgisi için hazırladığı 4 Kasını 1918 tarihli gizli bir andında (memorandum), savaş patlayınca “İslamı bölmeye” ivedilikle gereksinildiği görüşünü açıklıyordu. Ona göre, İngilizler, Arapça konuşan halkların kendi dış yöneticilerine” karşı olan memnuniyetsizliklerinden yararlanıyor; Mekke Şerifini bu akımın önderi seçiyorlardı, çünkü onun İslam dünyasını böleceğine; coğrafi durumunun, varlığını sürdürmesine yardımcı olacağına ve Araplar arasındaki önderliğinin aile saygınlığına dayandığına inanıyorlardı22.

Lawrence, henüz başlangıç evresinde olan Arap ayaklanmasına karışan tek İngiliz subayı değildi; ama onun anlatmalarına inanılırsa, Arabistan yarımadasında, bu ayaklanmanın ivedilikle beyni, örgütleyicisi, askeri taktikçisi ve Kahire ile irtibatı oluyordu. Vur ve kaç taktiği kullanan gerilla harekatlarına girişiyor ve böylece Türk hatlarının ardında, küçük ama gittikçe hırpalayıcı, ikinci bir cephe kuruyordu. Onun ilk büyük zaferi, çölde iki ay gittikten sonra, 6 Temmuz 1917’de ele geçirdiği, Kızıl Deniz’in kuzeyinde bulunan Akabe limanı olmuştur ve bu başarısından ötürü ona daha sonra yarbay rütbesi ve Mümtaz Hizmet Nişanı (Distinguished Service Order) verilmiştir.

Lawrence’ın da içtenlikle kabullendiği gibi, bu ve öteki harekatlarda “(Osmanlı) İmparatorluğunun tüm uyruk illeri, bence tek bir İngiliz gencinin ölümüne değmezdi”23. Askeri kampanyalarını, pek az İngiliz’i tehlikeye sokarak yürütüyordu; ama bu ölçüsü, Arapları ve Türkleri kapsamıyordu; oysa ki, 24 Eylül 1917’de Akabe’den bir dostuna gönderdiği mektupta şöyle diyordu:

” … Türklerin bu biçimde hiç durmadan öldürülmeleri korkunçtur. Sonlara doğru saldırdığınız vakit, onları param parça olarak her yanda buluyorsunuz ve birçoğunun hâlâ canlı olduklarını görüyorsunuz. Daha önce onların yüzlercesini halletmiş olduğunuzu ve yapabilirseniz yüzlercesini daha halletmek zorunda olduğunuzu anlıyorsunuz.”24

Lawrence, 1917 ve 1918 yıllarının büyük bir bölümünü, Ortadoğu’daki İngiliz orduları başkomutanı General (daha sonra Lord) Sir Edmund Allenby’ın Kudüs doğrultusunda ilerlemekte olan gücüyle Arap akımlarını koordine etmek deneylerine harcıyordu. 15 Temmuz 1918’de V. W. Richards adlı bir tanıdığına gönderdiği yazıda, “kökünden şiddetle koparılarak, kendisine oldukça büyük görünen bir görevin derinliklerine atıldığını, dolayısıyla her şeyin ona hayali göründüğünü” kabulleniyordu. Yalnız “bir fırsat hırsızı olarak” yaşıyor, bir anın getirdiği fırsatları ne vakit ve nerede görürse yakalıyordu. Lawrence, bu konuda şu açıklamada bulunur:

“Görev, Türkiye’ye karşı bir Arap isyanı tahrik etmektir ve onun için de batılı olan dış görünüşümü gizlemek ve az da olsa Araplara benzemek zorundayım. Böylece kendimi bir çeşit yabancı sahne üzerinde, balo giysisi içinde, acayip bir dilde, gece ve gündüz aktörlük yapan birisi olarak görüyorum ve rolümü iyi oynamadığım takdirde, başımı yitirebileceğimi anlıyorum“25

Lawrence, başarıdan emin değildi ve bu konudaki duygularını şöyle yansıtıyordu:

“Darbeyi indirdiğimiz vakit, kazanacağımıza veya kaybedeceğimize kendimi bir türlü inandıramam. Her şey bir oyun gibi geliyor ve kişi, kendi hayallerine (gündüz düşlerine) inanamıyor… ”

Buna karşın, Lawrence, “bir lale bahçesinden daha parlak” olarak nitelendirdiği ve “çöllerin genç binicileri arasından seçilmiş“, Arap aşiretlerine mensup kişilerden oluşan muhafızlarıyla hareket ederek, “çılgınlar gibi süreriz ve Bedevilerimizle birlikte, habersiz Türklerin Üzerlerine çullanır, onları yığınlar halinde tahrip ederiz … tüm hareket çok kanlı ve çirkindir. Hazırlığı ve geziyi severim, ama fiziki olarak çarpışmaktan tiksinirim… “, diyordu 26.

Bununla birlikte, Lawrence, kimi saldırılarda, örneğin 1918 yılı Eylülünde 4. Türk Ordusunun tahribine yol açan saldın sırasında, adamlarına, hiçbir esir alınmaması buyruğunu vermişti. Bu olay, 106 sayılı Arab Bulletin (Arap Bülteni)’nde canlı bir dille anlatılmaktadır. Lawrence’ın, bu gaddar davranışını mazur göstermek için ileri sürmüş olduğu iddiaya göre, güya Türkler, Tel Arar köyünün tüm sakinlerini katliama tabi tutmuşlar buna misilleme olarak 5.000 Türk eri öldürülmüş ve Lawrence’ın anlattığına göre, “boğazlamaktan yorgun düşen Auda Abu Tayi, son kalan 600 kişiyi tutsak etmiş“. Gene Lawrence’ın iddia ettiğine göre, çoğu kez, kendisinin “askeri gerek” olarak nitelendirdiği bir durum, onu, “düşmanı” katliama tabi tutmaya ve dahası, Türklerin ellerine düşmemeleri için kendi yaralılarını öldürmeye zorlamış27.

Savaşın son aşamasında Lawrence’la Arap çetecileri, 30 Eylül 1918 akşamı, karışıklık içinde bulunan Şam’a girdikleri an, Lawrence, zafer anında hiziplere bölünen Araplara ilişkin kendi emellerinin yenildiğini görüyordu. Onun anlattığına göre, Şam’da, Şükri el-Eyyübi ve kent konseyi (belediye), Arapların Kralını ilân ediyor ve “Cemal’le Mustafa Kemal ayrılır ayrılmaz…. ” Arap bayrağını direğe çekiyorlardı28. Ancak, 1916 yılı Mayısında imzalanan ve Osmanlı İmparatorluğu’nun Arap illerini yüce devletler arasında bölüştüren, 1917 Kasımında vuku bulan ihtilalden sonra Bolşeviklerce açıklanan Sykes-Picot Anlaşması, Araplara ihanet etmiş ve Lawrence’i tiksindirmişti.

Şerif Hüseyin, 28 Ağustos 1918’de Mısırdaki İngiliz temsilcisi Sir Reginald Wingate’e Mekke’den gönderdiği bir mektupta, kendi akımının temel amaçlarının, ‘“Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılmasıyla çöküntü tehlikesi geçiren İslâmın siyasal durumunu korumak” olduğunu; kendi ayaklanmasını ve İngiliz yönetiminin desteğini, ancak bunun pratik olarak gerçekleşmesinin haklı gösterebileceğini vurguluyordu. Meydana gelen yeni durumdan dolayı, kendisinin gelecekteki başarısı için “gerekli koşullar olarak nitelendirdiği durumu İngiliz yönetiminin ne dereceye kadar desteklediğini öğrenmeyi istiyor; İngiliz yönetimiyle yapmış olduğu resmi anlaşmanın, kendi anlamınca, koşullarını öne sürüyor ve bu koşullarda büyük ölçüde değişiklikler yapılmasının, kendisini, Arap akımından çekilmek zorunda bırakacağını, açıklıyor; kendi alın yazısının, bir barış konferansınca değil de İngiliz yönetimince bir karara bağlanması umudunu dile getiriyordu.

Ama, Hüseyin’in şimdi öne sürdüğü koşulları İngilizler kabul etmiyorlardı, çünkü Arap ayaklanmasından önce yazmış olduğu mektuplarda öne sürdüğü talepleri tekrarlıyor, dahası, bunlara ek koşullar ilave ediyor ve İngiliz yönetiminin ona vermiş olduğu karşılıklarda imlediği ihtiyatları büsbütün görmezlikten geliyordu. Kendi amaçlarını yardım görmeden gerçekleştirecek yeteneğe sahip olmamanın ve başarısızlığa uğrarsa, Müslümanlarca, “aldatılan bir din bölücüsü” olarak eleştirileceğini hissetmenin kaygısı içinde kıvranıyordu.  Wingate’e bakılacak olursa, o sıralarda Müslümanlar, Hicaz ayaklanmasını ve İngilizlerin bu ayaklanmadaki rolünü kuşku ve beğenmezlikle karşılamışlardı. Onların görüşünce, bu ayaklanma, ancak başarı sağlarsa haklı gösterilebilecekti; başarısızlık, İngiliz saygınlığına ve İngiltere’nin onlarla olacak gelecekteki ilişkilerine ciddi zararlar getirecekti. Kral Hüseyin’in, “Arap akımının, faal önderliğinden çekilmesi, büyük bir felakete yakın sonuçlar getirecektir. “Yetkili tek kişiyi” kaldıracak ve Türklere karşı olan Arap askeri gücünü etkisiz aşiret savaşları biçimine koyacaktı. Bunu, daha geniş ölçüde yıkılma izleyecek ve bu da, her olasılıkta, Orta Arabistan’ da bir çatışmaya yol açacak; İngiltere’nin rakipleri bundan büsbütün yararlanma yoluna giderek İngiliz askeri harekatını ciddi biçimde etkileyecekti. Hüseyin’e yeniden güvence vermek ve onun tutumunu düzeltmek oldukça önemli idi. Wingate, onun, olanak içinde, desteklenmesini salık veriyordu29.

Bu arada, hayal kırıklığına uğrayan Lawrence, 1918 yılı Ekiminde İngiltere’ye dönmek üzere yola çıkıyordu, ama hareket etmeden önce, 4 Ekimde Binbaşı R. H. Scott’a Kahire’den gönderdiği bir mektupta şöyle diyordu:


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR.

***

6 Aralık 2014 Cumartesi

1 MART TEZKERESİNİN TÜRK DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ




1 MART TEZKERESİNİN TÜRK DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ



1 MART TEZKERESİNİN TÜRK DIŞ POLİTİKASINA ETKİSİ
Türk-Amerikan İlişkileri
Her ne kadar Türk-Amerikan ilişkilerinin geçmişi Osmanlı dönemine kadar dayandırılabilse de, çağdaş dünyada iki ülkenin ilişkilerinin bir düzene girmesi İkinci Dünya Savaşı sonrasına denk gelir. Özellikle son yıllarda Türkiye’nin komşu ülkelerle olan ilişkileri ve bölge ülkelerinin kendi içlerinde yaşadıkları sorunlar, ABD’nin güvenlik stratejisinde öncelikli konular olarak yer almış ve Türkiye gerek stratejik önemi, gerekse siyasi ve ekonomik sorunlarıyla Amerikan dış politikasının ve ulusal güvenlik stratejisinin şekillenmesinde etkili olmuştur.
Ancak Türk-Amerikan ilişkilerinin tarihte iki defa çok ciddi şekilde sarsıldığı söylenebilir. Bunlardan ilki Kıbrıs’ta yaşanan 1963-1964 olayları sırasında ABD’nin tarafsızlık yerine açıkça Yunanistan’a yakın bir tavır içinde bulunmayı tercih etmesidir. Kıbrıs olayları sırasında ABD Başkanı Johnson’un Başbakan İsmet İnönü’ye yazdığı mektupta Türkiye’nin elindeki Amerikan silahlarının Kıbrıs’ta kullanılmasını men ettiğini ve Türkiye’ye bu yüzden yapılması muhtemel bir Sovyet saldırısında, NATO anlaşmasının işlemeyeceğini bildirmesi ile başlayan kriz, İnönü’nün Yeni bir dünya kurulur, Türkiye’de onun içinde yerini alır” açıklamasıyla basına da yansımıştır.[1] İsmet Paşa’nın seçilen kelimeler bakımından “çiğ” olarak nitelendirdiği bu mektuptan sonra, iki ülke arasındaki ikinci büyük kriz ise ABD’nin Irak işgalinin hemen öncesinde ve ABD tüm planlarını bu doğrultuda yapmışken, 1 Mart 2003’te TBMM’de Amerikan askerlerinin Türkiye topraklarından geçmesini öneren tezkerenin reddedilmesiyle başlamıştır. Bu olaydan birkaç ay sonra Süleymaniye’deki Türk birliklerine saldıran Amerikan ordusu Türk askerlerini esir almış, “çuval olayı” olarak adlandırılan bu olay sonrası Türkiye’de Amerikan karşıtlığı doruk noktasına çıkmıştır.[2] Yani son yıllarda ikili ilişkilerde yaşanan bazı sorunlar ve olaylara paralel olarak Türkiye’de yüksek düzeylerde Amerikan karşıtlığı yani anti-Amerikanizm’in olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Tezkereye Doğru
Aslında dikkatle incelenirse ABD’nin Irak’a müdahale ve bunun için Türkiye’den yardım talebi 11 Eylül saldırılarından çok daha öncelere gitmektedir. 1991 Körfez Harekatı’ndan sonra bu durum ilk olarak 6 Kasım 1998 tarihinde ABD tarafından Türkiye’ye iletilmiştir. Ancak ilerleyen dönemlerde de ABD, Irak’a askeri operasyon konusunda Türkiye’den yardım talebini yinelemiştir. Hatta bu durum Türkiye’de yapılan genel seçimler sonrasında, Bülent Ecevit’in Başbakanlığı’nda iktidara gelen DSP-MHP-ANAP koalisyonuna da hatırlatılmış, yardım edildiği takdirde Türkiye’nin AB’ye üyeliğinin kabulü için daha istekli olunacağı, PKK konusuna bir çözüm getirileceği vaatlerinde bulunulmuştur.  Özellikle Bülent Ecevit’in Başbakan olduğu 1999 yılındaki, Abdullah Öcalan’ın Kenya’nın başkenti Nairobi’deki Yunanistan Büyükelçiliği’nden  çıkarken MİT ve CIA ajanlarının ortak operasyonu sonucu yakalanıp Türkiye’ye gönderildiği olayını, ABD bir alacağı  varmışçasına koz olarak kullanmaya çalışmıştır.
‘Seçimlerden sonra 15 Temmuz 1999’da dönemin ABD Savunma Bakanı William Cohen ve Başbakan Bülent Ecevit arasındaki görüşmede, Ecevit’in PKK’ya verilen destek yüzünden şikayetine karşın Cohen sürekli “bize destek olun, bırakın devirelim siz de kurtulun” yanıtını vererek Türkiye’den Irak’a askeri müdahale hususunda istedikleri yardımı tekrar dile getirmişlerdir’’.[3] Bununla birlikte, 16 Ocak 2002 tarihinde Ecevit’in TÜSİAD üyesi iş adamlarıyla birlikte gittikleri ABD’de Bush ile yapılan Beyaz Saray’daki görüşmede esas konuşulacak konular; Kıbrıs, AB ve Afganistan konuları olarak görülse de, Irak konusu da gündeme gelmiştir. Aslında Türkiye, Irak’ın uzlaşmaz rejimini desteklememiş ancak stratejik hedefleri gereği Irak’ın toprak bütünlüğünü savunmuştur.
Türkiye’ye göre eğer Irak’a bir askeri operasyon yapılırsa, Irak parçalanabilir ve Irak’ın kuzeyinde bir Kürt Devleti kurulabilirdi. Keza Irak Kürtleri de Irak’ın kuzeyinde Kürt Devleti kurulması için Pentagon yetkilileriyle pazarlıklarını sürdüyordu. Ankara ise bu durumdan Türkiye’nin kesinlikle rahatsızlık duyacağını ve bu olasılığın gerçekleşmesi durumunda Türkiye’nin istikrarsızlaşabileceğini Amerikalı yetkililerle paylaşmıştı. Bununla birlikte Türkiye’de 3 Kasım 2002’de yapılan genel seçimlerle Adalet ve Kalkınma Partisi (AKP) tek başına iktidar olmuş ve Abdullah Gül’ün Başbakanlığı ile birlikte   Türkiye’de yeni bir döneme girilmişti.
27 Aralık 2002’de yapılan Milli Güvenlik Kurulu toplantısında Irak’a olası bir müdahalenin uluslararası hukuk kuralları çerçevesinde olması gerektiği vurgulanmış, Recep Tayyip Erdoğan ise 17 Ocak’taki BM Silah Denetçileri Raporu’nu bekleyeceklerini ve esasında savaşa karşı olduklarını söylese de, o dönemde özellikle şahsı ve hükümetin bir numaralı ismi Abdullah Gül tezkerenin geçmesi yönünde büyük mesailer harcamıştır.
1 Mart Tezkeresi ve Reddi
Peki geçmesi için uğruna bu kadar mesai harcanan ama meclisten veto alan ve bazı kesimlere göre Türk Dış Politikasını oylandığı yıldan itibaren birkaç yıl daha şüphesiz etkileyecek olan 1 Mart 2003 Tezkeresi’nin içeriği neydi? Neleri kapsıyordu? İçerik olarak TBMM’den, gereği, kapsamı, sınırı ve zamanı Anayasanın 117. maddesine göre milli güvenliğin sağlanmasından ve Silahlı Kuvvetlerin yurt savunmasına hazırlanmasından Yüce Meclis’e karşı sorumlu bulunan hükümet tarafından belirlenecek şekilde Türk Silahlı Kuvvetleri’nin Kuzey Irak’a gönderilmesine; etkili bir caydırıcılığın sürdürülmesi amacıyla Kuzey Irak’ta bulunacak bu kuvvetlerin gerektiğinde belirlenecek esaslar dairesinde kullanılmasına ve muhtemel bir askeri harekat çerçevesinde yabancı silahlı kuvvetlere mensup hava unsurlarının Türk hava sahasını Türk  makamları tarafından belirlenecek esaslara ve kurallara göre kullanmaları için gerekli düzenlemelerin hükümet tarafından yapılmasına, anayasanın 92. maddesi uyarınca 6 ay süreyle izin verilmesi istenmiştir.
Daha öz bir deyişle 1 Mart 2003 Tezkeresi Irak Krizi konusunda hükümete yabancı silahlı kuvvetlerin Türkiye’de bulunmasına ilişkin yetki veren Başbakanlık tezkeresidir. Sonuç olarak TBMM’de yapılan oylama sonucunda 250’ye karşı 264 oyla reddedilmiş ve Türkiye o tarihten sonra bunun olumlu ve olumsuz yansımalarını (dış politika bazında) tartışmaya başlamış ve bizzatihi hem devlet kademeleri hem de halk bu yansımaları hissetmiştir.
Tezkerenin reddedilmesi ABD’de şok etkisi yaratmıştır. Duruma ilişkin ABD Savunma Bakan Yardımcısı Wolfowitz CNN Türk’te yaptığı mülakatta şunları söylemiştir; “Oylamanın yapıldığı ve reddedildiği günün sonrasında, Türkiye bizim ödediğimizden daha büyük bir bedel ödemiştir. Türkiye’ye verilmesi düşünülen ekonomik paket, beklenenden çok daha büyük olabilirdi. Eğer karar geçseydi, Irak’ta istikrarı sağlamak için bu kadar vakit kaybetmezdik. Zaten bu da Türkiye’nin lehine olan bir durum değil” şeklinde bir açıklama yaparak hem şaşkınlığını hem de sitemini dile getirmiştir.Dönemin ABD Genelkurmay Başkanı Richard Myres’in , Türk mevkidaşı ile yapmış olduğu görüşme esnasında telefonu fırlatmış olduğu iddilarıda gerilen ilişkilerin akıbeti hakkında bir başka ip ucu vermektedir.[4]
Sonuç
Sonuç olarak 1 Marttaki tezkerenin reddi, iki ülke arasındaki ilişkilerin sıkıntıya girdiğinin habercisi olmuştur. Bu dönemde ilerleyen tarihlerde yaşanan çuval krizi iki ülke arasındaki ilişkileri daha derinden yaralamış ve Ankara, Washington’la ilişkileri yeniden gözden geçirme kararı almıştır. Yine diyebiliriz ki 1 Mart Tezkeresi dönemi, bir anda karşımıza çıkan, karmaşa ve gerginlik yaratan sıkıntılı bir süreçtir. Aynı zamanda bu dönem Türkiye’de endişe, sıkıntı, itiraz, eleştiri yaratan bir süreç de olmuştur. Bu dönemde hükümet yetkililerinin kafası karışmış, tek bir ağızdan konuşmamış, zaman zaman birbirleriyle çelişen, çatışan yanlış açıklamalarda bulunmuşlardır. Bu reddedilme de bazı değerlendirmeler gündeme getirmiştir. Tezkerenin reddedilmesinde diğer bir unsur da AKP’nin bölünmesi olmuştur. Bu dönemde konuya ilişkin parti disiplini ve dayanışması kaybolmuş, Gül ve Erdoğan’ın tezkerenin geçmesi lehindeki tüm çabaları yetersiz kalmıştır.
Tezkerenin reddi sonucunda müdahaleye katılamayan Türkiye, yanı başındaki bölgede denklemin dışında kalmıştır. Bununla birlikte, Irak’ın toprak bütünlüğünün  korunamaması ve istikrarının sağlanamaması, olası bir Kürt Devleti’nin kurulması ihtimali Türkiye’nin yanı başındaki bölgede pasif durumda kalacağı izlenimlerini doğurmuş ve sonraki süreçlerde dış politikada daha aktif rol oynanması gerektiği düşüncesi her zaman dile getirilmiştir.
   Ahmet CEYLAN & İsa USLU

KAYNAKLAR
[1] Örmeci, Ozan, 2012, ‘‘Türk Amerikan İlişkileri’’, Erişim Tarihi: 15.05.2012, Erişim Adresi:http://www.ozanormeci.com/userfiles/files/2699-turk-amerikan-iliskileri.pdf.
[2] Örmeci, Ozan, 2012, ‘‘Türk Amerikan İlişkileri’’, Erişim Tarihi: 15.05.2012, Erişim Adresi:http://www.ozanormeci.com/userfiles/files/2699-turk-amerikan-iliskileri.pdf.
[3] Akçay, Ekrem Yaşar, 2010, ‘‘Karar – Alma Yaklaşımı Çerçevesinde 1 Mart 2003 Tezkeresi’’.
[4] Hürriyet, Erişim Tarihi: 16.05.2012, Erişim Adresi:http://webarsiv.hurriyet.com.tr/2003/03/27/267658.asp.