3 Kasım 2018 Cumartesi

TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNE KARŞI PSİKOLOJİK HARP


TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNE KARŞI PSİKOLOJİK HARP

BAŞKA ÇETE OPERASYONLARI DA VAR AÇIK İSTİHBARAT
Doç.Dr. Ümit Sayın


 Ülkenin Bölünmez bütünlüğü tehdit altındadır.

 8.  Türkiye eğer bir önlem alınmazsa 4-15 yıl içinde Sevr koşullarına göre parçalanacaktır.

 Geriye ne kalmıştır? Bu koşullarda TSK'nın devreye girmesi ve İç Hizmet Kanunu 35. maddeye göre önlem alması gün geçtikçe kaçınılmaz hale gelmektedir. 

 Bu koşulları engellemek için de TSK, akademisyen, aydın, bilim insanı bağını ve koordinasyonunu kopartmak, Çete ile suçlanmak korkusunu tüm topluma yaymak istemektedirler. 

 9 ay önce Alparslan Arslan ile bir kez telefonlaşan bir emekli subay operasyonu yürüten kişi olarak lanse edilmiştir. Bir şizofren bile daha iyi ve mantıklı düşünür. Türkiye'yi yönetmekte olan zihniyet ve güvenlik güçleri bilinçli veya bilinçsiz olarak psikozu olan kişiler gibi paralojik (mantıksız) ve tutarsız düşünmekte, olayları mantıksız olarak lanse etmektedirler, kartvizitlerden telefonlara, telefonlardan kişilere ve ıvır zıvır bağlantılara ulaşılarak işin faturası ulusalcılara ve TSK'ya çıkarılmak istenmektedir.

  İsterseniz TSK'ya karşı yürütülen psikolojik harbin bazı unsurlarını ele alalım. 

 Bu harp ulusalcı dip dalgayı ve ulusalcı hareketleri bloke etmek, insanları korkutmak ve sindirmek için devlet içinde yapılanmış Avrupa Birliği ve yabancı derin devlet destekli şeriatçı, tarikatçı çeteler tarafından planlanmaktadır. 

 Bu operasyon MOSSAD ve ABD'li istihbarat örgütleri tarafından uygulamaya konmakta, finansman Pentagon'dan ve CIA'den gelmektedir. Bu psikolojik harbe Pentagon 400 milyon dolar ayırdığını zaten açıklamıştır. Sözde Türk basını kullanılarak, Türk halkı, Türk Ordusuna karşı soğutulacak ve arası açılacaktır.

 ...

 Neden ayrıca en çok Özel Kuvvetler Komutanlığına saldırılmaktadır?

 Varolmayan ihale yolsuzlukları ve Özel Kuvvetlere mensup pek çok subay yıpratılmaya çalışılmaktadır? Bunun bilgisi şu gerçekte yatmaktadır:

 Özel Kuvvetler Komutanlığında görevli subaylar, çok gizli ve özel 2-3 yıllık bir kurs görürler, gayri nizami harp yöntemlerini öğrenirler ve bu bilgileri kimseye söylemezler.  

 Özel Kuvvetlerin temel talimnamesinde var olan kuruluş planı şudur:  

 Ani bir iç savaş ve işgal anında, milis kuvvetlerini ve halkı örgütlemek, yeraltı direnişi kurmak ve direniş mücadelesi ile işgali bertaraf edip ülkeyi kurtarmak veya ülkeyi yeniden kurmak.  

 Bu çok Özel bir Eğitim gerektirir.  

 Eğer Özel Kuvvetleri çökertirseniz veya halkla olan ilişkisini bozarsanız, o zaman bir işgal ve ya iç savaş durumunda Özel Kuvvetler görevini yapamaz.  

 Demek ki bir işgal durumu veya bir iç savaş durumu planlanmaktadır.  

 Bu bilgi zaten Norveç istihbaratı üzerinden Tempo ve Haftalık dergilerine bildirilmiştir; 2011'de Türkiye'de bir iç savaş ve Türkiye'yi parçalama planı vardır!   

 Türkiye'nin düşmanları bu nedenle Türkiye'de oluşturmayı planladıkları bir  kaos veya iç isyan veya savaş durumu nedeniyle satılık Türk mütareke basınının TSK'yı yıpratmasını sağlamaya çalışmaktadırlar.  

 2006'da TSK'ya karşı çok ciddi bir psikolojik harp yapılmaktadır. Hedef Türkiye'yi ve Türkleri yok etmektir.

TÜRK BASINI NEDEN KENDİ ORDUSUNA, TÜRK SİLAHLI KUVVETLERİNE KARŞI KARA PROPAGANDA VE PSİKOLOJİK SAVAŞ YAPMAKTADIR?

2006 yılında Türkiye'de alınan kararlar hakkında etkinliği olan dış güçlerin ve  yabancı ülkelerin  istihbarat veya derin devlet uzantılarının en fazla rahatsız oldukları kurum Türk Silahlı Kuvvetleridir (TSK); çünkü TSK  tüm kurumlar içinde en güçlü, disiplinli, vatansever olan, silahlı mücadele ve müdahale yetkisi bulunan bir kurumdur.  

 Ayrıca Türkiye Cumhuriyetini TSK kurmuştur ve hem Anayasa, hem de TSK İç Hizmetleri Kanunu (35. Madde) TSK'ya Türkiye'yi, iç ve dış düşmanlara karşı koruma yetkisi vermiştir.  

 Ayrıca TSK, Atatürkçü ve vatansever bir ideolojiye sahiptir, tarikatlar  ve Cumhuriyet düşmanları  henüz bu kurumun içine sızamamışlardır. TSK, tehlikeli gördüğü dönemlerde 28 Şubatı da sayarsanız Cumhuriyet Tarihinde 4 askeri darbe yapmıştır.  

 Bu darbelerde yeni Anayasalar, kanunlar  yapılmıştır, tüm hükümetler ve politikacılar tasviye edilmişler, ağır ceza mahkemelerinde yargılanmışlardır, bazıları ise idam edilmiştir.  

 TSK iki temel olgu konusunda çok duyarlıdır, birincisi rejimin ve laikliğin korunması, ikincisi de Türkiye'nin bölünmez bütünlüğünün korunması.  

Ayrıca elimizdeki Anayasa da 1982'de Türk Silahlı Kuvvetlerinin denetiminde yapılmış bir Anayasadır ve bu Anayasa Türk Silahlı Kuvvetlerinin koruması altındadır.  

 2006 yılında her iki durum da tehdit altındadır, Anayasanın ise pek çok ilkesi delinmiştir.  

Durumu isterseniz özetleyelim (Haziran 2006'da, çok detaylı bilgi almak için http:// www.acikistihbarat.com adresindeki ilgili yazılara bakınız):
 http:// www.acikistihbarat.com

 1) Kuzey Irak'ta bir Kürt Devleti kurulmuştur, bu bizim bir zamanlar kırmızı çizgimizdi, casus belli (yani savaş nedeni) idi. Güney Kürdistan'ın bir devamı da Güneydoğu Anadolu'da kurulmak istenmektedir. Bu durum bölünmez bütünlüğe tehdit oluşturmaktadır.   (Anayasanın değiştirelemez 2.,3. maddeleri ve 5. maddesiyle çelişiyor)

      2) PKK terörü ABD'nin ve Barzani ile Güney Kürdistan'ın desteğiyle tekrar azmıştır, Diyarbakır'daki, Şemdinli'deki ayaklanmalar her an bir silahlı isyana dönüşebilir, o bölgeler bağımsızlığını ilan edebilir. Türkiye'nin bölünmez bütünlüğü tehlikededir. (Anayasanın değiştirelemez 1., 2., 3. maddeleri ve 5. maddesiyle çelişiyor, ayrıca madde 13 ve 14 ile çelişiyor)

      3) İrtica tarihte hiç görülmediği düzeyde artmıştır, Türkiye'yi yönetenlerin bazıları çok net ve açık bir dille rejimi değiştireceklerini söylemektedirler. Türkiye'nin laik ve demokratik yapısı tehlikededir, Türkiye dinci bir teokratik sisteme doğru gitmektedir. (Anayasanın değiştirelemez 2. ve 3. maddesiyle çelişmektedir, ayrıca bizzat hükümetin uygulamaları madde 13 ve 14 ile çelişiyor)

      4) Danıştay'a yapılan saldırı Türk hukukunu ve sistemi çok zedelemiştir. Artık Türkiye'nin Devletini temsil eden 'Derin' kurumlar bile tehdit altındadır. (Anayasanın 9. maddesiyle çelişen bir durum)

      5) Emniyet içinde illegal istihbarat çeteleri olduğu söylenmektedir, yani aslında çeteler TSK'nin içinde değil, Emniyet Teşkilatının içindeki şeriatçı, tarikatçı bazı yapılardan kaynağını almakta olduğu iddia edilmektedir (Anayasanın değiştirelemez 2. maddesi, ayrıca 8., 13., 14. ve 22. maddeler  ile çelişiyor)

      6) Yargıya yöneticiler ve hükümet müdahale etmektedirler, yargının artık bağımsız olduğunu söylemek mümkün değildir ve yargının bağımsız olmadığı yerde hukuk devleti olamaz, yani artık Türkiye'nin  bir HUKUK DEVLETİ olup olmadığı tartışmalıdır. Bu durum Anayasayı tehdit etmektedir. (Anayasanın 9. maddesi ihlal edilmektedir)

      7) Rum Pontus çalışmaları, Fener-Rum Patrikhanesinin Ekümenlik, Heybeliada Ruhban okulu çalışmaları devam etmektedir. Bu Türkiye'nin bölünmez bütünlüğüne aykırıdır. (Anayasanın değiştirelemez 2., 3., maddeleri ve 13., 14. ve 24. maddeleri ve daha pek çok başka maddesi ile çelişiyor)

      8) Kıbrıs elimizden tamamen gitmektedir. Ek protokol ile Kıbrısı kaybedeceğiz. (Anayasanın 2., 13. ve 14. maddeleriyle ve daha pek çok maddesiyle çelişmektdir)

      9) Ermeniler toprak istemektedirler, sözde Ermeni Soykırımı dünyanın pek çok yerinde kabul edilmektedir. (Anayasanın 2., 13. ve 14. maddesiyle çelişmektedir)

      10) Türkiye borç içindedir ve 330 milyar dolar borcu ile ekonomik bağımsızlığını yitirmek üzeredir. Nitekim gelmeyecek denen ekonomik kriz Haziran 2006 gelmiş ve Türk parası bir ayda  % 33 değer kaybetmiştir, bu devalüasyonun Temmuz 2006'da süreceği ve YTL'nin toplam en az % 50 değer kaybedeceği tahmin edilmektedir.  (Anayasanın 6. ve 24. maddesi ile çeliştiği gibi pek çok maddesiyle çelişir durumlar yaratmaktadır)

      11) Avrupa Birliğinin Parlamento'sunun 1991-2002 arasında aldığı kararlar, SEVR ile büyük benzerlik göstermektedir. Türkiye bir SEVR olgusuyla karşı karşıyadır. Bu Türkiye'nin bölünmez bütünlüğü ilkesine aykırıdır. (SEVR kabul edilemez, 24. madde ile çelişiyor, 2. madde ile ve tüm Anayasa ile çelişiyor)

      12) Türk kimliği Türkiye'yi yöneten kişilerce bir alt kimliğe indirilmeye çalışılmakta ve PKK'nın veya Kürtçülerin ağzından bir Türkiye'lilik kavramı ortaya çıkarılmaya çalışılmaktadır.  (Anayasanın 2. maddesi ve 66. madde ile çelişiyor, ayrıca Anayasa'daki pek çok madde ile çelişiyor)

      13) Türk toprakları yabancılara satılmakta, stratejik kurumları ise yabancı şirketlere bir kaç yıllık karına peşkeş çekilmektedir.  (Anayasanın 2.,3. ve 6. maddesi ile çelişmektedir)

 Her hangi bir hükümet ulusal güvenliği tehdit edecek şekilde bu Anayasa maddelerini delerse, ihlal ederse veya herhangi bir yönetici bu maddeleri yukarıdaki gibi yok sayarsa ve onların tam zıddı eylemlerde bulunursa suçludur ve hemen tasviye edilmesi, daha sonra da Yüce Divan'da  yargılanması gerekir. Ama Türkiye'de bunu yapabilecek Ulusalcı bir Derin Devlet ya da Devlet  kalmamış olduğu için bu yapılamamaktadır.

            İşte kevgir haline gelmiş olan yasaların ve Anayasanın artık tek bir koruyucusu kalmıştır. O da Türkiye'nin şu anda en sağlam ve en güvenilir kurumu olan Türk Silahlı Kuvvetleri. Yabancı güçler Türkiye'yi yıkabilmek, satın alabilmek ve parçalayabilmek için en büyük tehdit olarak gördükleri Türk Silahlı Kuvvetlerine saldırmak istemektedirler. Bu saldırıyı yerli mütareke basını ile birlikte sürdürmektedirler. Mütareke basınıyla işbirliği içindeki yabancı odaklar ve Gladyo uzantıları tüm basın yasalarını ve etik ilkelerini ve ulusal güvenliği ihlal ederek, TSK'ya saldırmak ve halkın gözünde TSK'yı küçük düşürmek için ÇETE dedikoduları ve iddianameleri hazırlatmaktadır. İşin komik yönü TSK aleyhine Çete iddianameleri veya dedikoduları hazırlayanların büyük olasılıkla kendilerinin  aslında bir çete olduğu iddia edilmektedir . Sonuçta:

 1.       Rejim tehdit altındadır.

 2.       Laiklik tehdit altındadır.

 3.       Cumhuriyet yapısı tehdit altındadır.

 4.       Demokrasi tehdit altındadır, yerine İslam Teokrasisi getirilmek istenmektedir.

 5.       Ülke çetelerin ve mafyanın kıskacındadır, yolsuzluk içindeki çeteler ve mafya tarafından kontrol ediliyor görünümü mevcuttur  

 6.       Bağımsız yargı ve Hukuk Devleti ortadan kaldırılmak üzeredir.

 7.       Ülkenin bölünmez bütünlüğü tehdit altındadır.

 8.       Türkiye eğer bir önlem alınmazsa 4-15 yıl içinde Sevr koşullarına göre parçalanacaktır.

            Geriye ne kalmıştır? Bu koşullarda TSK'nın devreye girmesi ve İç Hizmet Kanunu 35. maddeye göre önlem alması gün geçtikçe kaçınılmaz hale gelmektedir. Bu koşulları engellemek için de TSK, akademisyen, aydın, bilim insanı bağını ve koordinasyonunu kopartmak, Çete ile suçlanmak korkusunu tüm topluma yaymak istemektedirler. 9 ay önce Alparslan Arslan ile bir kez telefonlaşan bir emekli subay operasyonu yürüten kişi olarak lanse edilmiştir. Bir şizofren bile daha iyi ve mantıklı düşünür.  Türkiye'yi yönetmekte olan zihniyet ve güvenlik güçleri bilinçli veya bilinçsiz olarak psikozu olan kişiler gibi paralojik (mantıksız) ve tutarsız düşünmekte, olayları mantıksız olarak lanse etmektedirler,  kartvizitlerden telefonlara, telefonlardan kişilere ve ıvır zıvır bağlantılara ulaşılarak işin faturası ulusalcılara ve TSK'ya çıkarılmak istenmektedir. İsterseniz TSK'ya karşı yürütülen psikolojik harbin bazı unsurlarını ele alalım. Bu harp ulusalcı dip dalgayı ve ulusalcı hareketleri bloke etmek, insanları korkutmak ve sindirmek için devlet içinde yapılanmış Avrupa Birliği ve yabancı derin devlet destekli şeriatçı, tarikatçı çeteler tarafından planlanmaktadır. Bu operasyon MOSSAD ve ABD'li istihbarat örgütleri tarafından uygulamaya konmakta, finansman Pentagon'dan ve CIA'den gelmektedir. Bu psikolojik harbe Pentagon 400 milyon dolar ayırdığını zaten açıklamıştır. Sözde Türk basını kullanılarak, Türk halkı, Türk Ordusuna karşı soğutulacak ve arası açılacaktır.

 1.       Şemdinli iddianamesi ile Genelkurmay başkanı olacak Atatürkçü, milliyetçi ve vatansever yönleri ile bilinen Kuvvet komutanına ÇETE Reisi denmiştir. Bu operasyon Emniyet güçleri içindeki bir çete tarafından yabancı istihbarat birimleri ile koordine olarak planlanmıştır. İşin içinde MI6, Mossad ve CIA'in olduğu tahmin edilmektedir.

 2.       Son zamanlarda pek çok Özel Kuvvetler mensubu subay hakkında ÇETE iddianamesi ile soruşturma açılmıştır.

 3.       Danıştay saldırısı yine subayların, TSK'nın  ve ulusalcıların üzerine yıkılmak istenmiştir.

 4.       Son zamanlarda TSK ile koordine kişilere veya ilişkide bulunulan kişilere mütareke basını da aynı saflara çekilerek  Çete Teşhisi konması bir postmodern bir Avrupa Birliği modası olmuştur. Varolmayan çeteler için halen bir sürü Kafkaesk çete soruşturması sürmektedir. AB'nin ve yöneticilerin emrindeki bazı savcılar aynı Şemdinli iddianamesinde olduğu gibi görevlerini kötüye kullanmakta ve yargının bağımsızlığına gölge düşürmektedirler.

 5.       Atabeyler çetesi denen bir çete uydurulmuş ve birileri Genelkurmayın önünde mütareke basınına zarflar içinde istihbarat bilgileri servis etmişlerdir. Bu operasyonun MOSSAD ve CIA bağlantılı güçlerce yapıldığı askeri istihbarat tarafından bilinmektedir.

            AB komisyonu Eylül 2005'te, yani Şemdinli'deki AB-PKK tezgahından 2 ay önce, gizli damgalı iç hizmet belgesinde Türk devletinin kırmızı çizgileri olan 'Tek millet, tek devlet, tek bayrak' sözünden rahatsız olmuş ve daha sonra pek çok istihbarat birimiyle koordine yaptığı bir operasyonla Çete Reisi olarak adlandırttığı komutan hakkında 'çok katı', 'aşırı milliyetçi' gibi yorumlar yaparak, Kara Kuvvetleri Komutanının Kıbrıs, Terör, iç güvenlik, AB hakkındaki milli görüşlerinden hoşlanmadığını daha o zaman belirtmiştir. Belli ki, şu andaki TSK emir komuta zinciri AB'nin Türkiye'yi kısa zamanda parçalamak için pek işine gelmemektedir.  Yani kısa sözün kısası, Avrupa Birliği utanmadan sizin Ulusal Ordunuzun geleceğine, iç yapısına bile karışmak istemektedir.

            Neden ayrıca en çok Özel Kuvvetler Komutanlığına saldırılmaktadır? Varolmayan ihale yolsuzlukları ve Özel Kuvvetlere mensup pek çok subay yıpratılmaya çalışılmaktadır? Bunun bilgisi şu gerçekte yatmaktadır:

            Özel Kuvvetler Komutanlığında görevli subaylar, çok gizli ve özel 2-3 yıllık bir kurs görürler, gayri nizami harp yöntemlerini öğrenirler ve bu bilgileri kimseye söylemezler. Özel Kuvvetlerin temel talimnamesinde var olan kuruluş planı şudur: Ani bir iç savaş ve işgal anında, milis kuvvetlerini ve halkı örgütlemek, yeraltı direnişi kurmak ve direniş mücadelesi ile işgali bertaraf edip ülkeyi kurtarmak veya ülkeyi yeniden kurmak. Bu çok özel bir eğitim gerektirir. Eğer Özel Kuvvetleri çökertirseniz veya halkla olan ilişkisini bozarsanız, o zaman bir işgal ve ya iç savaş durumunda Özel Kuvvetler görevini yapamaz. Demek ki bir işgal durumu veya bir iç savaş durumu planlanmaktadır. Bu bilgi zaten Norveç istihbaratı üzerinden Tempo ve Haftalık dergilerine bildirilmiştir; 2011'de Türkiye'de bir iç savaş ve Türkiye'yi parçalama planı vardır!  Türkiye'nin düşmanları bu nedenle Türkiye'de oluşturmayı planladıkları bir  kaos veya iç isyan veya savaş durumu nedeniyle satılık Türk mütareke basınının TSK'yı yıpratmasını sağlamaya çalışmaktadırlar. 2006'da TSK'ya karşı çok ciddi bir psikolojik harp yapılmaktadır. Hedef Türkiye'yi ve Türkleri yok etmektir.

 BAŞKA ÇETE OPERASYONLARI DA VAR

            Enterasan olan TSK istihbaratıyla bağlantılı kişilerin verdikleri bilgiye göre,  YAŞ toplantısından önce başka Çete operasyonları da planlanmakta ve başka olaylar yaratılmak istenmektedir. Örneğin bazı subayların evlerine 'hırsızlar'  girmiş, bilgisayarlarını ve özel bilgilerini aşırmışlardır. Bunlar polise bildirilmiş ve kayıtları yapılmıştır. Enterasan olan bu subayların büyük kısmının Özel Kuvvetler Komutanlığı elemanı olmalarıdır.  Türkiye'yi ve Anayasayı korumakla görevli güvenlik güçleri ne yazık ki, Anayasayı ve Türkiye'yi korumakla görevli başka güvenlik güçlerine operasyon yapmaktadırlar. Üstelik bu operasyonlar, mütareke basını ile koordine olarak Türkiye'nin gözbebeği Türk Silahlı Kuvvetlerinin yok etmek, halkın gözünde küçük düşürmek ve herkesi sindirmek için yapılmaktadır. Avrupa Birliği, ABD ve birileri artık ULUS devlet olmamızı istememektedirler ki, Türkiye bir iç savaşın eşiğine getirilmekte, bu sırada da ordusu nerdeyse tasviye edilmek istenmektedir. Bu durumun hem Anayasa, hem de 35. madde ile çeliştiğini Türkiye'nin 35 bin subayı da bilmektedir, bu subaylar yemin etmişler ve  37. maddeye göre şöyle demişlerdir:

        « Barışta ve savaşta, karada, denizde ve havada her zaman ve her yerde milletime ve cumhuriyetime doğruluk ve muhabbetle, hizmet ve kanunlara ve nizamlara ve âmirlerime itaat edeceğime ve askerliğin namusunu Türk Sancağının şanını canımdan aziz bilip icabında vatan, cumhuriyet ve vazife uğrunda seve seve hayatımı feda eyliyeceğime namusum üzerine andiçerim.»

Evet sadece yemin etmekle olmuyor. Ülkenin tersanelerinin, limanlarının, fabrikalarının, madenlerinin daha fazla işgal edilip tüm ordusunun Avrupa Birliği Parlamentosu emriyle terhis edilmesi mi gerekmektedir, Atatürk'ün Gençliğe Hitabesini hatırlamak ve Atatürk'ün vasiyetini gerçekleştirmek için? Anayasanın böyle delik, deşik olması bile Türkiye'nin savunma mekanizmalarını harekete geçirmeliydi, ama bazı 4 yıldızlara göre 'Söz konusu Avrupa Birliğiyse, gerisi teferruattır, Vatan ise gayri-fuzuli teferruattır'! Kim neyi beklemektedir ki artık! 


 http://www.acikistihbarat.com/Yazilar.asp?yazi=216 

https://akpyalani.tr.gg/TSK-YA-SAVAS-ACTILAR.htm

***

Atatürkçülerin Stratejisi: Ordu-Millet Birlikteliği

Atatürkçülerin Stratejisi: Ordu-Millet Birlikteliği 


Kaya Ataberk

 Emekli Subayların Yargılanması ve “Vicdani Red” Kampanyası

Subaylara ve emekli subaylara yönelik yolsuzluk ve çete iddiaları son derece süratlendirilerek Ordu’nun millet gözündeki saygınlığının ortadan kaldırılmasını amaçlayan bilinçli bir karalama kampanyasına girişilmiştir. Aralık 2004’te Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı Oramiral İlhami Erdil hakkında açılan yolsuzluk davası da bu sürecin en önde gelen oyunu olmuştu. Böylelikle Kuvvet Komutanlarının yargılanmasının da normalleştirilmesi hedefleniyordu. 

 Diğer taraftan Ordu’nun siyaset tarafından denetlenmesi adına askeri harcamaların Meclis kontrolüne verilmesi gündeme getirilmektedir. AKP’nin hakim olduğu bir Meclis’in Ordu’yu ne hale getireceğini bir düşünelim. Bu aynı zamanda Ordu’yu Milli Savunma Bakanlığı’na bağlama planının da bir adımı olmuştu. Diğer taraftan, Ordu’nun normal bir şekilde işbirlikçilere, Şeriatçılara, bölücülere karşı yaptığı istihbarat faaliyetleri fişleme adı altında fırtınalara neden olmaktadır. 

 Bir diğer kampanya da özellikle Perihan Mağden gibi isimler eliyle tezgahlanan “vicdani red” olayıdır. Planın bu kısmı daha çok 2005 yılı Ağustos ayından sonra ortaya atılmıştır.  

 Bu kampanyayla da Türk halkının askerlikten ve Ordu’dan uzak durmasının önü açılmaya çalışılmaktadır. Toplumsal yaşantının dışladığı marjinal kişilerin ve sömürge aydınlarının aktör olarak kullanıldığı kampanya, Ordu-millet birlikteliğini baltalamaya yönelmektedir. Ordu’nun askere alma yetkisinin ortadan kaldırılmasını hedeflemektedir.

 Kasım 2005’e gelindiğinde ise Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin hazırlanması ve basına sızdırılmasıyla bir fırtına kopartılmıştır. “Gizli Anayasa” olarak lanse edilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGBS) Ordu’nun temel doktrinidir. Demokrasinin çöküşü olarak gösterilen MGSB’nin içeriğine bakıldığı zaman ana maddelerinin irtica, bölücülük ve teröre karşı mücadele, Yunanistan’ın 12 mil iddialarının savaş nedeni sayılması, tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek milletin korunması ve devrim kanunlarının ödünsüz uygulanması olduğunu görmekteyiz. Batıcı, Kürtçü ve Şeriatçı tüm çevreler belgenin varlığına bile saldırmışlardır. Belgeyi 2003’te MGK’nın işlevini yitirmesine rağmen hâlâ sivillere görev dayatması olarak suçlayan çevreler aslında Ordu’nun vatan savunmasına yönelik politika üretmesine karşı çıkmaktadırlar. 

 Ordu’ya ABD-İngiliz Modeli 

 Bir taraftan da Ordu’ya Amerikan-İngiliz modeli önerilmektedir. Buna göre Ege Ordu Komutanlığı ve kuvvet komutanlıkları kaldırılacak, 3. Ordu tasfiye edilecek, Savunma Bakanlığı’na Pentagon işlevi verilecektir. NATO dışında konumlanan Ege Ordu Komutanlığı’nın kaldırılmaya çalışılması Yunan yayılmacılığı karşısında Türkiye’nin elini kolunu bağlamayı hedeflemektedir. Bunun yanı sıra planın özü, Jandarma’nın da tasfiye edilerek tüm Ordu’nun Milli Savunma Bakanlığı’na yani AKP’ye bağlanarak tasfiye ve ardından terhis edilmesidir. 

 Aslına bakılırsa Türkiye’nin son yıllarında Ordu’nun etkisizleştirilmesi ve adım adım tasfiyesi itiraf edilse de edilmese de gündemin baş maddesiydi. Bu aşamaların tümü aslında hazırlık amacı taşımaktaydı. Artık sıra oyunun son perdesinin tezgahlanmasına gelmişti. Tüm adımlar önceden emperyalist merkezlerde ve Kürt-İslam çetelerinin karargahlarında planlandığı gibi atılmıştı ve artık nihai darbeyi indirmenin zamanı gelmişti.

 AKP, ABD ve AB’nin Ordu’yu Tasfiye Planı 

Türkiye’nin yeniden Sevr koşullarına sürüklenmesi artık toplumun geniş kesimleri tarafından bir paranoya olarak değil, somut ve yakın bir tehdit olarak algılanıyor. Emperyalizm, bölücüler ve Şeriatçılar tarafından kurulan tezgah karşısında örgütlenmek ve direnmek tüm ulusal kuvvetlerin ve devrimcilerin görevidir. Türk düşmanı cephe çok iyi bilmektedir ki Türkiye’de bölünmenin, Şeriatın ve işbirlikçiliğin karşısında konumlanan güçlerin başında Türk Ordusu gelmektedir. Bugün Türkiye bölünecekse, Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı ve ardından halife olacaksa, Sevr planı yeniden uygulamaya geçirilecekse, Türk Ordusu gücünü ve varlığını koruduğu sürece bu iş çok da kolay olmayacaktır. Vatan savunması tüm Türklerin ortak görevidir ancak bu savunmanın silahlı boyutunu gerçekleştirecek olan da Türk milletinin silahlı kuvvetleridir. Bu nedenle Batının ve ajanlarının tüm saldırılarının hedefinde Türk Ordusu yer almaktadır ve gene bu nedenle Türk milletini ve vatanını savunacak bir devrimci strateji çizilirken savunulması gereken en önemli mevzi Türk Ordusu olmalıdır. Vatan tehlikededir ve işin daha da kötüsü vatanı korumakla görevli kuvvet de tehlikededir. 

3 Ağustos 2002’den günümüze kadar yaşadığımız sürecin temel bileşenleri Türkiye’de ulus-devletin tasfiyesi ve Ordu’nun belirli aşamalardan geçirilerek terhis edilmesidir. Bu konuda ABD ve AB’nin ortak kararı vardır. Her iki emperyalist güç de bölgede güçlü ulus-devletler ve ulusal ordular istememektedir. Bunun en önemli ve en güçlü örneği de Türkiye’de bulunmaktadır. Türkiye sömürgeleştirilmek istenmektedir. Bunu yapabilmek içinse Türk milletinin kendisini koruyacak esas refleksleri veren kurumların tasfiyesi, sömürgeci güçler açısından ilk şart olmaktadır. 

Burada bu işin yerli işbirlikçileri olarak bölücüler ve Şeriatçılar devreye girmektedir. Bunlar Kürt devletini ve Şeriat devletini kurabilmeleri için Türk devletinin ve özellikle de Ordusunun tasfiye edilmesinin temel zorunluluk olduğunun farkındadırlar. Bunların tüm siyasal doğrultuları emperyalizminkilerle bire bir çakışmaktadır. Artık Türkiye öyle bir noktaya gelmiştir ki Ordu devleti ve milleti korumak temel görevlerini yerine getirebilmek için ilk olarak aslında kendisine yönelik bu tehlikeyi bertaraf etmek zorundadır. Ancak maalesef, halen Ordu düşmanı cephenin kafasının daha net olduğu acı bir gerçekliktir. 

AB temsilcisi Kretschmer, Soros paralarıyla hazırlanan TESEV Almanağı’nı tanıtırken “Silahlı Kuvvetler üzerinde sivil kontrol, Türkiye’nin AB sürecinde kilit rol. Asker, hemen her konuda konuşuyor, bunun da halk üzerinde büyük etkisi oluyor.” demektedir. Emperyalistler Ordu’nun milletle olan bağının kuvvetini de görmektedirler. İlk olarak yaptıkları işlerden biri de bu bağı çözmeye çalışmak olmaktadır. Ancak olayın şu anki noktasına gelmesi bir anda olmamıştır. Sürecin gelişi aslında AKP iktidarının ilk günlerinden bugüne ele alınmalıdır. 

 YAŞ Kararlarına Şerh ve Sivil MGK İle Operasyon Başlıyor 

AKP’nin 2002 yılının Kasım ayında iktidara gelmesinin hemen ardından toplanan Aralık ayı Yüksek Askeri Şurası’nda her zaman olduğu gibi irticai faaliyetlere katıldığı saptanan bir kısım TSK personelinin Ordu’dan ihracı kararı çıkartılmıştı. Tayyip Erdoğan henüz sabıkası dolayısıyla Başbakan olmadığı için Abdullah Gül bu makamı işgal ediyordu. 

YAŞ sonucunda alınan ihraç kararlarına Başbakan Abdullah Gül ve Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül muhalefet şerhi koyarak süreci tetiklediler. Bu bir anlamda 28 Şubat’tan beri Ordu’nun kararlı bir şekilde yürüttüğü irtica temizliğine bir tepkiydi ve artık kendilerinin iktidar olduklarının duyurusuydu. Ancak mesajın daha derin bir anlamı da vardı. AKP sadece 28 Şubat’la değil Türk Ordusu’nun tüm yapısıyla ve varlığıyla hesaplaşmaya girişmişti. Hedefte 28 Şubat’ın değil 19 Mayıs’ın rövanşını almak vardı. Ancak bunun anlaşılması hem Ordu hem de Atatürkçü kesimler açısından kolay olmayacaktı. 

Ağustos 2003’e gelindiğinde ise artık Tayyip Erdoğan Başbakandı ve şerh koyma sırası ondaydı. Bu sefer bir adım daha ileri gidilerek YAŞ kararlarının bilgi edinme ilkesi kapsamına alınması ve yargı denetimine açılmasının yolları aranmaktaydı. Böylelikle Ordu’nun iç işleyişinin felce uğratılması sağlanacaktı ve gerici sızmalara karşı mücadele edilmesi engellenmiş olacaktı. 

2003 yılında YAŞ’ın toplanmasının hemen öncesinde, MGK’nın yapısının değiştirilmesine yönelik plan da devreye sokulmuştur. ABD-AB-AKP ortak planının ana maddeleri MGK’nın Türkiye’nin siyasal durumu üzerindeki etkisinin ortadan kaldırılması üzerine kuruluydu. Öncelikle MGK’nın hiçbir icra yetkisi bırakılmayarak basit bir danışma kuruluna dönüşmesi sağlanacak, ardından da MGK Genel Sekreterinin AKP güdümünde bir sivil olması sağlanarak kurul tamamen işlevsizleştirilecekti. 

Temmuz 2003’te Abdullah Gül soruyordu: “MGK’nın icra yetkileri mi yoksa danışma niteliği mi olmalı? AB kriterlerine göre icra yetkisi olamaz. AB ülkelerinin hepsinde danışma niteliğindedir.” 

Cemil Çiçek ise; “Sanki her ay bir mahkeme kuruluyor, sivil kesim günah işlemiş gibi gidip hesap veriyor.” diyerek Türk askerinin karşısında duydukları suçluluk duygusu ve rahatsızlığı dile getiriyordu. 

Plan çok açıktı ancak bu plana direnilemedi. AB’nin 7. uyum paketinin kapsamında MGK Genel Sekreteri sivilleştirildi, toplantılar iki ayda bire düşürüldü ve MGK tamamen işlevsiz, göstermelik bir kuruma dönüştürüldü. 

Nisan 2004’te ise Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Yasasının 35. maddesinin değiştirilmesi gündeme getirildi. Madde, Silahlı Kuvvetler’in görevini “…Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak” olarak tanımlıyordu. AKP’nin ve tüm işbirlikçi cephenin tezi ise bu maddenin kaldırılmasının darbeleri engelleyeceği idi. Aslında yapılmak istenense Ordu’nun ulus-devleti koruma ve vatan savunması misyonunun ortadan kaldırılmasıydı. Bu adımları takip edense geniş bir yıpratma kampanyası oldu. 

 Emekli Subayların Yargılanması ve “Vicdani Red” Kampanyası 

Subaylara ve emekli subaylara yönelik yolsuzluk ve çete iddiaları son derece süratlendirilerek Ordu’nun millet gözündeki saygınlığının ortadan kaldırılmasını amaçlayan bilinçli bir karalama kampanyasına girişilmiştir. Aralık 2004’te Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı Oramiral İlhami Erdil hakkında açılan yolsuzluk davası da bu sürecin en önde gelen oyunu olmuştu. Böylelikle Kuvvet Komutanlarının yargılanmasının da normalleştirilmesi hedefleniyordu. 

Diğer taraftan Ordu’nun siyaset tarafından denetlenmesi adına askeri harcamaların Meclis kontrolüne verilmesi gündeme getirilmektedir. AKP’nin hakim olduğu bir Meclis’in Ordu’yu ne hale getireceğini bir düşünelim. Bu aynı zamanda Ordu’yu Milli Savunma Bakanlığı’na bağlama planının da bir adımı olmuştu. Diğer taraftan, Ordu’nun normal bir şekilde işbirlikçilere, Şeriatçılara, bölücülere karşı yaptığı istihbarat faaliyetleri fişleme adı altında fırtınalara neden olmaktadır. 

Bir diğer kampanya da özellikle Perihan Mağden gibi isimler eliyle tezgahlanan “vicdani red” olayıdır. Planın bu kısmı daha çok 2005 yılı Ağustos ayından sonra ortaya atılmıştır. Bu kampanyayla da Türk halkının askerlikten ve Ordu’dan uzak durmasının önü açılmaya çalışılmaktadır. Toplumsal yaşantının dışladığı marjinal kişilerin ve sömürge aydınlarının aktör olarak kullanıldığı kampanya, Ordu-millet birlikteliğini baltalamaya yönelmektedir. Ordu’nun askere alma yetkisinin ortadan kaldırılmasını hedeflemektedir. 

Kasım 2005’e gelindiğinde ise Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin hazırlanması ve basına sızdırılmasıyla bir fırtına kopartılmıştır. “Gizli Anayasa” olarak lanse edilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGBS) Ordu’nun temel doktrinidir. Demokrasinin çöküşü olarak gösterilen MGSB’nin içeriğine bakıldığı zaman ana maddelerinin irtica, bölücülük ve teröre karşı mücadele, Yunanistan’ın 12 mil iddialarının savaş nedeni sayılması, tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek milletin korunması ve devrim kanunlarının ödünsüz uygulanması olduğunu görmekteyiz. Batıcı, Kürtçü ve Şeriatçı tüm çevreler belgenin varlığına bile saldırmışlardır. Belgeyi 2003’te MGK’nın işlevini yitirmesine rağmen hâlâ sivillere görev dayatması olarak suçlayan çevreler aslında Ordu’nun vatan savunmasına yönelik politika üretmesine karşı çıkmaktadırlar. 

 Ordu’ya ABD-İngiliz Modeli 

Bir taraftan da Ordu’ya Amerikan-İngiliz modeli önerilmektedir. Buna göre Ege Ordu Komutanlığı ve kuvvet komutanlıkları kaldırılacak, 3. Ordu tasfiye edilecek, Savunma Bakanlığı’na Pentagon işlevi verilecektir. NATO dışında konumlanan Ege Ordu Komutanlığı’nın kaldırılmaya çalışılması Yunan yayılmacılığı karşısında Türkiye’nin elini kolunu bağlamayı hedeflemektedir. Bunun yanı sıra planın özü, Jandarma’nın da tasfiye edilerek tüm Ordu’nun Milli Savunma Bakanlığı’na yani AKP’ye bağlanarak tasfiye ve ardından terhis edilmesidir. 

Aslına bakılırsa Türkiye’nin son yıllarında Ordu’nun etkisizleştirilmesi ve adım adım tasfiyesi itiraf edilse de edilmese de gündemin baş maddesiydi. Bu aşamaların tümü aslında hazırlık amacı taşımaktaydı. Artık sıra oyunun son perdesinin tezgahlanmasına gelmişti. Tüm adımlar önceden emperyalist merkezlerde ve Kürt-İslam çetelerinin karargahlarında planlandığı gibi atılmıştı ve artık nihai darbeyi indirmenin zamanı gelmişti. 

 Tasfiye Operasyonunun Son Kilometre Taşları: Şemdinli, Danıştay ve Atabeyler 

Son yaşanan olaylar içinde üç tanesi özellikle ayrı bir önem taşımaktadır. ABD ve AB’nin Ordu’yu pasifize etme çabaları, Özkök’ün Genelkurmay Başkanlığının dağıtıcı etkileri ve satılık kalemlerin, sömürge aydınlarının rutin karşı propagandasının ötesinde bir tasfiye operasyonu başlatılmıştır. 

Bunun ilk perdesi Şemdinli’de sahneye konulmuştur. Şemdinli’de PKK’lı Seferi Yılmaz’ın Umut Kitabevi’nin bombalanması olayı tezgahlanmış, bir anda tüm ilçe halkı sokaklara dökülerek iki astsubayımızı linç etmek istemiş ve bir çeşit ayaklanma denemesi ortaya konmuştur. Olayın gelişiminin ve sonrasında yaşananların gösterdiği tek şey olayın PKK-AKP ve Fethullahçı istihbaratçılar eliyle düzenlenmiş bir provokasyon olduğuydu. Astsubaylar JİTEM elemanı olmakla ve kitabevini bombalamakla suçlanırken, Org. Yaşar Büyükanıt askerlerine sahip çıkan açıklamalarda bulunmuştu. Ardından Şemdinli olaylarıyla ilgili olarak Van Cumhuriyet Başsavcısı Ferhat Sarıkaya’nın hazırladığı iddianamede Türkiye tarihinde uzunca bir aradan sonra ilk kez bir kuvvet komutanının çete kurmakla suçlandığı görülecekti. 

Olayın son olarak varacağı noktanın Org. Büyükanıt ve PKK’yla savaşmış diğer komutanların savaş suçlusu olarak yargılanacağı bir ortamın yaratılması olacağı görünüyordu. Türk komutanları adeta Miloseviç durumuna düşürülmek isteniyordu. Olayın bu şekilde Org. Büyükanıt’a ulaştırılmasıyla “ulusalcı” kesimlerin aklı başına gelebilecekti. 

Ancak tezgah Şemdinli’yle de sınırlı kalmadı. Şemdinli’den sonuç alamayan Kürt-İslam kadrosu bir yeni denemeyi Danıştay baskınıyla gerçekleştirmeye çalıştı. Bu sefer bir taşla birkaç kuş birden vurulmaya çalışılıyordu. Danıştay olayıyla ilk olarak cumhuriyetçi, laik tüm ulus-devlet kurumlarına gözdağı verilmek istenmiştir. Olayı gerçekleştiren Kürt-İslamcı militan Alparslan Aslan’ın bu iş için özel olarak yetiştirilmiş ve görevlendirilmiş olduğu olayın akışı içerisinde daha iyi anlaşılmıştır. 

Ancak, tertipçilerin tek amacı bu değildir. AKP’li bakanlar olayın hemen ertesinde yaptıkları açıklamalarda emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin’in olayın azmettiricisi olduğunu ve baskını gerçekleştirenlerin “ulusalcı bir çete” olduğunu duyurdular. Gözaltına alınan Tekin için tutuklama kararı çıkarılmadığı gibi daha sonra olay hakkında hazırlanan iddianamede adı bile geçmeyecekti. 

Plan bu noktadan sonra iki amaca yöneliyordu. Muzaffer Tekin, hem emekli bir subay olarak hem de milliyetçi, Atatürkçü bir Türk vatandaşı olarak belirli kesimlere saldırmanın ara aşaması olarak değerlendirilmek isteniyordu. Bir taraftan ulusal güçler toplumun gözünde tecrit edilmek istenirken diğer taraftan da Tekin’in emekli bir subay oluşu dolayısıyla olay yeniden “derin devlet” tartışmalarına vardırılarak Org. Büyükanıt’ın Genel Kurmay Başkanlığının zora gireceği bir ortam yaratılmak isteniyordu. 

Son olarak oynanan kart ise Ordu’nun kendi flaması, marşı olan bir özel birliğine Kürt-İslamcı istihbaratçıların tezgahladığı baskınla ortaya çıkan “Atabeyler Çetesi” olayı oldu. Tüm Ordu düşmanı cephe yeniden “Jandarma tasfiye edilsin, derin devlet açığa çıkarılsın” çığlıkları atmaya başladı. 

Tüm bu tezgahlar boşa çıkmış durumdadır. Ama şimdilik... AKP’nin başını çektiği Kürt-İslam cephesi ve onların Batılı efendileri, bir süreliğine tezgahlarını durdurdular. Ancak bu işin burada biteceğini düşünmek saflık olur. Yaşanan olayı sadece Org. Büyükanıt’ı engelleme tezgahı olarak ele almak da yetersizdir. Yaşanan süreç aslına bakılırsa Ordu’nun tasfiye edilmesine yönelik kapsamlı bir darbe sürecidir ve darbe ancak geçici olarak savuşturulmuştur. 

Burada durup bir kez daha düşünelim. Eğer bu tezgah başarılı olsaydı ne durumda olacaktık? İlk başta Türk Ordusu, Kara Kuvvetleri Komutanı hapse atılmış bir durumda madden ve manen çökmüş olacaktı. Başta Jandarma olmak üzere TSK’nın tüm birimleri çete olarak adlandırılarak önce tasfiye ardından da terhis edilecekti. Ordu sahneden çekilirken PKK, ABD, AB, Fethullahçılar ve diğerleri artık kendi yazdıkları senaryonun finalini oynayacaklardı: Sevr, Hilafet, Kürt devleti, işgal... Tabii ki, tehlike geçmiş değildir. Son adım atılamadı ama diğer tüm adımlar başarılı olarak tamamlanmıştır ve uyanık olmak gerekmektedir. 

“Ordu Göreve”nin Anlamı 

Bir dönem çok saldırılan “Ordu göreve” çağrısının anlamı da burada daha iyi ortaya çıkmaktadır. Aslında burada Ordu’ya bir darbe çağrısı değil, Ordu’nun kendisine yönelecek Amerikancı, Şeriatçı, Kürtçü darbeyi engellenmesi çağrısı yapılmaktaydı. Ordu ancak bunu engelleyebilirse Türk milletine karşı esas görevi olan vatan savunmasını yerine getirebilecekti. Ancak bunun engellendiği bir Türkiye’de gelinen nokta Danıştay, Şemdinli, Atabeyler, gibi tezgahlarla Ordu’ya darbenin başarılı olmasına ramak kalınacak bir yer olmuştur. 

Ordu göreve” çağrısını antidemokratik bulan çevrelerin de akılları ancak iş Org. Yaşar Büyükanıt’a kadar vardırılınca başlarına gelebilmiştir. Bugün gelinen noktada bu tezgahları hazırlayan odakların aynı zamanda TESEV raporlarının da hazırlayıcısı olan kesimler olduğu iyiden iyiye ortaya çıkmaktadır. Org. Büyükanıt’ın Harp Akademisi konuşmasında özellikle gönderme yapılan Emniyet içerisindeki Kürt-İslamcı-Fethullahçı yapılanmanın rolü ortadadır. Bu ekip tüm planlarını Org. Büyükanıt’ın Genel Kurmay Başkanlığının engellenmesi üzerine kurmuştu. Ancak tüm çabalara rağmen amaçlarına ulaşamadılar ve Büyükanıt dönemi açıldı. 

Bu noktada hem Türk devrimcileri açısından hem de başta Ordu olmak üzere ulus-devlet kurumları açısından bir karar aşamasına gelindiği ortadadır. Ordu ya kendisinden başlayarak tüm ulusal güçlerin tasfiyesini izleyecektir ya da buna dur diyecek önlemleri alacaktır. Atatürkçü halk güçleri açısından da aynı karar verilmelidir. Ya Ordu’nun tasfiye edilmesine seyirci kalınacak ve ardından gelecek bölünme, parçalanma ve Hilafet karşısında hiçbir şey yapılamayacak noktaya gerilenecek ya da Ordu’ya tam destek çıkarak emperyalist-gerici-bölücü tasfiye planı boşa çıkartılacaktır. 

 Özellikle Ordu açısından gelinen nokta, Org. Yaşar Büyükanıt’ın Genel Kurmay Başkanı olmasıyla beraber iyiden iyiye kendini belli etmeye başladı. Hilmi Özkök dönemi ile yeni dönem arasında belirgin farklılıklar olduğu daha komutanların ilk açıklamalarıyla ortaya çıkmış bulunuyor. İlk olarak Kuvvet Komutanlarının gericiliğe, PKK’ya ve AB’ye verdikleri sert mesajların ardından Org. Büyükanıt artık sessiz kalmayacaklarını, Ordu’ya saldıran kesimlerden hesap soracaklarını açıkladı. Böylece Ordu ile gericilik, bölücülük ve genel olarak siyaset kurumu arasındaki çelişkiler kızıştı. 

Org. Büyükanıt’a karşı Tayyip Erdoğan ve Bülent Arınç, Türkiye’de gericiliğin olmadığı yönünde bir çıkış yaptılar ama Harp Akademileri’nin açılışında yaptığı konuşmada Org. Büyükanıt; bu noktada ısrarcı olduğunu şu sözlerle belirtti: “Cumhuriyeti korumak siyaset değil, görevdir. İrtica tehlikesi vardır ve önlem alınmalıdır.” Bu durum aslında Yüksek Askeri Şura’da bazı askeri personelin ilk kez “irticai faaliyet” nedeni açıkça belirtilerek uzaklaştırılmalarından da anlaşılmıştı. Ancak gerici siyaset ile Ordu arasında durumun bir gerginliğe dönüşmesi farklı bir tartışma da yaratmış oldu. 

Tabii ki iş burada da bitmemiştir. PKK’nın İmralı’dan aldığı direktifle “ateşkes” ilan etmesinin ardından Tayyip Erdoğan ve DYP lideri Ağar’ın ateşkes yapılmasını savunmaları, Ordu’nun tepkisini daha da fazla çekti. Org. Büyükanıt, Ağar’ı çok sert bir dille eleştirerek Ordu-siyaset tartışmasını bir kez daha gündeme getirdi. Ordu düşmanı Batıcılar, Kürtçüler, Şeriatçılar Özköklü yılları daha şimdiden özlüyorlar. 

“Dört Yıllık Suskunluğun Sonu” 

Önceki Genel Kurmay Başkanlarımızdan Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu yaşanan süreci açık olarak şöyle tanımlamıştır: “Dört yıllık suskunluğun sonu.” Gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en ağır yıllarını yaşadığı bu son süreçte, Hilmi Özkök’ün Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başında bulunması gibi çok önemli bir handikapla karşı karşıya kalmıştı. Tüm yaşananların karşısında Özkök susmayı tercih etmiş, hatta konuşmak isteyen başka komutanları da Ordu adına konuşmaya sadece kendisinin yetkili olduğunu söyleyerek engellemeye çalışmıştı. Ordu’nun geneli Türkiye’nin içine sokulduğu gericileşme ve parçalanma sürecinden rahatsız olup, görevini yapmak isterken Özkök bu duruma sebep olanlarla değil buna engel olmak isteyenlerle sorun yaşamıştır, onları durdurmaya çalışmıştır. Bu yaptıklarıyla, daha doğrusu bir Türk Komutanı olarak yapması gerektiği halde yapmadıklarıyla da, arkasından gidişine ağlayan bir kitle bırakmıştır. 

İlk kez ikinci cumhuriyetçilerden Şeriatçılara, bölücülerden komprador solculara kadar geniş bir ihanet yelpazesinin bir Genel Kurmay Başkanı’nın gidişine bu kadar üzüldüğüne ve arkasından ağıtlar yaktığına şahit olduk. Bu Özkök açısından o kadar büyük bir “başarı”dır ki o daha gider gitmez aynı hainler yeni gelen komuta kademesine karşı eskisinden de beter bir düşmanlığa devam etmektedirler. Buradan da anlaşılan şudur ki, ne Ordu değişmiştir ne de Ordu düşmanlarının bakış açısı. Özkök kendi bireysel sempatizan kitlesini gericilerden, bölücülerden, AB temsilcilerinden yaratmış bulunmaktadır. Bunun bir Türk askeri açısından ne kadar acı verici olması gerektiği ise asker ya da sivil tüm Türk milletinin malumudur. Özkök, açık bir şekilde tasfiye planının parçası olmuştur. 

Aslına bakılırsa Cumhuriyet tarihi boyunca en Amerikancı yönetimlerin Ordu’da üst kademelere geldiği dönemlerde bile Ordu belirli noktalarda gene de tepki verebilmiştir. Bu genel olarak asker ile komprador siyaset kurumu arasında var olan derin çelişkinin kişilere ve dönemlere bağlı olmaksızın etkisini göstermesinden kaynaklanmaktadır. Özkök ise Kenan Evren’in bile yapmayacağı kadar bu komprador siyaset kurumuyla içli dışlı olmuş ve özel seçilmiş bir isim olduğunu her fırsatta belli ederek Şeriatçılarla ve bölücülerle iyi geçinmiştir. Özellikle AKP’nin Ordu’yu susturma isteğini gönüllü kabullenerek aslında verebileceği en büyük zararı vermiştir. Özkök, askerin en etkin olması gereken dönemde Ordu’yu suskunluğa mahkum ederek, pasifleştirme, susturma, tasfiye planının Ordu’nun en tepesinden uygulayıcısı oldu. 

Hilmi Özkök’e, AKP hükümeti ile aralarının nasıl olduğunu soran gazetecilerin aldığı cevap gerçekten bu dönemi en iyi özetleyen sözler olmuştu. Özkök, AKP ile kendisi arasındaki uyumu “şiir gibi” diye tanımlamıştı. Türkiye’de ulus-devletin her alanda geri adım attığı, PKK’nın hem siyasallaşıp hem terörü artırdığı, Kuzey Irak’ta aşiret çapulcularının fiili olarak devlet kurduğu, Türkmenleri katlettiği yıllarda Özkök Genel Kurmay Başkanıydı. 

Türk Ordusu’nun tasfiyesini kendi gerici amaçlarına ulaşmak için temel strateji olarak belirlemiş olan AKP hükümeti bu uğurda ABD ve AB emperyalizmi ile elinden gelen her türlü işbirliğini yapıyordu. Acıdır ki bu yıllar, Türk Ordusu’nun başında bulunan Özkök tarafından bu kadar olumlu değerlendirilmiştir. 

Bugün geriye dönüp bu uyuma daha yakından baktığımızda aslında her şeyin başlangıcının 3 Ağustos 2002 tarihinde olduğunu görmekteyiz. Bu tarihte DSP-MHP-ANAP koalisyonu turuncu devrimlerin ilk örneklerinden birini sergileyecek şekilde AB-TÜSİAD-Aydın Doğan eliyle devrildiğinde Türkiye’nin bir darbe süreciyle karşı karşıya olduğunu, bu darbenin muhakkak durdurulması gerektiğini, artık emperyalizmin kendisine daha işbirlikçi bir iktidar aradığını ve bunun engellenmesinin en önemli ödev olduğunu belirtmiştik. Ama darbeyi ancak bir “darbe”nin engelleyebileceği gerçeği görmezden gelinerek AKP’nin önü açılmıştır. AB uyum yasaları birer birer geçerken hem CHP hem de Ordu süreci izlemiştir. Duruma ABD’nin hakim olmasıyla AKP iktidara gelmiştir. Ardından Erdoğan’ın Başbakan yapılmasına da tüm bu güçler tarafından seyirci kalınmıştır. 

Bugün darbelere karşı çok “demokrat komutan” olarak nitelenen Özkök’ün şiir gibi uyumu ise bundan biraz daha önce ve aslında AKP icraatlarının da garantisi olarak başlamıştır. Hilmi Özkök’ün Genel Kurmay Başkanlığı kesindir ve biz o gün için bilmesek de AKP de bu nedenle kendinden emindir. Çünkü şu onlar tarafından çok iyi bilinmektedir ki karşılarındaki isim bir Doğan Güreş hatta bir Kenan Evren dahi değildir. 

 Doğrudur, gerçekten de zaman zaman Amerikancı generaller Türkiye’de Şeriatçılığın güçlenmesi için ellerinden geleni yapmaktan geri durmamışlardır. Aslına bakarsanız Türkiye’nin bu noktaya kadar gerilemesinde bunun çok ciddi bir payı vardır. Ancak Şeriatçılar ilk defa karşılarında her dediklerini yapacak bir general bulmaktadırlar. Kenan Evren bile en fazla Şeriatçıları güçlendirerek, sola karşı destekleyerek onlara yardımcı olmuştur. Özkök ise açık bir şekilde onlara AKP hükümeti nezdinde tabi olarak hem Şeriatçılara hem ABD’ye hem de PKK’ya artık her şeyi rahat rahat yapabilecekleri bir ülke sunmuştur. 

Burada Özkök’ün ABD’den çekinen ya da ABD’ye hayran olan, bu nedenlerle de ona dayanarak siyaset güden klasik bir Amerikancı olmadığı ortaya çıkmaktadır. Burada daha derin bir angajmanın kokusu vardır. Özkök doğrudan doğruya Şeriatçıların, Fethullahçıların örgütlediği ve AKP iktidarının gelişinin hazırlayıcısı ve daha sonra da koruyucusu olarak Genel Kurmay Başkanlığına kadar yükseltilmiş bir isimdir. Son yıllarda yaşadığımız tüm olumsuzlukların altında da bu gerçeklik tüm ağırlığıyla yatmaktadır. 

Burada farklı bir misyon vardır: Özkök eliyle hem Türk Ordusu’nun onuru kırılmış, mücadele gücü çok zayıflatılmıştır, hem de Ordu ile millet arasındaki bağın kopartılması amacında büyük yol kat edilmiştir. 

2002 Ağustosunun sonunda artık Hilmi Özkök Genel Kurmay Başkanıdır ve bir çok şeyin değiştiği zamanla daha iyi anlaşılacaktır. Artık gerçekten de dört yıl boyunca AKP çok rahat bir şekilde at oynatacak ve Ordu da bu durum karşısında sessiz ve pasif kalacaktır. Ordu’nun pasif kalması ve susması ise kendi tasfiyesine karşı bir şey yapamaması acizliği anlamına gelmektedir. Türk düşmanı tüm güçler aynı zamanda Ordu düşmanıdır ve bu atalet bilinçli bir şekilde onlara hizmet etmek demektir. 

 AKP İktidarı ve Özkök 

AKP’nin ilk icraatı Kıbrıs’ta Milli Davayı AB’ye satması olmuştu. Vatan toprağından ilk Kıbrıs’ta taviz verilirken tüm gözler askerdeydi. Hilmi Özkök, Türk ulusunun beklediğinin tam tersini yaparak Kıbrıs’ta Türk varlığını sona erdirecek Annan Planının olumluluğunu anlatan bir konuşmayla tüm dengeleri alt üst etti. Böylece hem halkın morali bozulmuş hem de Denktaş davasında sahipsiz ve çıkışsız kalmıştı. Sonuç olarak da Türkiye’nin Batı ile ilk karşı karşıya geldiği bir Milli Dava kaybedilmiştir. Bunda Hilmi Özkök’ün rolü büyüktür. 

İkinci büyük hata Kuzey Irak’ta yapılmıştır. ABD, Irak’a saldırmadan önce Türkiye’nin Kuzey Irak’a yapacağı bir operasyonla hem PKK’yı hem de Barzani-Talabani’ye bağlı aşiretleri ezerek ABD’nin saldırı dayanağını ortadan kaldırabileceği bir durum söz konusuydu. Ancak bu dönemde de seyirci kalınmıştır. Sık sık Türkiye’nin kırmızı çizgilerinden bahsedilmiş ama Musul-Kerkük gözlerimizin önünde etnik temizliğe tabi tutulmuştur. Fiili olarak Kürt devleti kurulmuştur. Kırmızı çizgilerimizden geriye hiçbir şey kalmazken, Süleymaniye’de Türk özel kuvvetlerine bağlı bir birliğin ABD-peşmerge operasyonuyla başına çuval geçirilerek gözaltına alınması durumun vehametini simgeleyen bir olay olmuştur. 

Tüm bu olaylarda emperyalistlerin stratejik adımlarının yanında, Türk Ordusu’nun Türk halkının gözündeki güvenilirliğinin zedelenmesi ve Ordu’nun kendine güveninin kırılması hesapları da yatmaktadır. Halkın güvenini kaybetmiş bir Ordu’nun kendisine güvenmesi de bölünmeye, Şeriatçı yükselişe karşı çıkması da mümkün olmayacaktır. Maalesef, emperyalist-bölücü-gerici plan bu noktada Özkök’ün yardımlarıyla önemli adımlar atmıştır. 

Irak saldırısı sırasında Özkök bir açıklama yaparak, Türkiye için olabilecek en kötü ihtimali ABD ile karşı karşıya gelmek olarak belirtmişti. Aslında bu eşyanın tabiatına aykırı bir tespitti. ABD bir emperyalist olarak gayet doğal bir şekilde Türkiye’nin zaten karşısındaydı. Tabii bu tespit çok teorik düzlemde bulunabilir ama kısa ve orta vadeli stratejiler açısından da ABD’nin en önemli planının Irak’ın kuzeyinden tetiklediği bir Kürt devletini Türkiye, İran ve Suriye aleyhine genişleterek bölgede kendisine ikinci bir İsrail yaratmak olduğu ortadadır. Diğer taraftan da ABD, halen Lozan’ı imzalamamış bir ülke olarak Türkiye’nin karşısındadır. Dolayısıyla en kötü seçenekten kaçınmak aslında tamamen çıkışsızdır ve strateji olmayan bir stratejidir. 

Özkök gerçekten de Türkiye’yi stratejisiz ve politikasız bırakmıştır. ABD’nin bir saldırı stratejisi vardır, AB’nin bir parçalama stratejisi vardır, AKP’nin bir işbirlikçilik stratejisi bile vardır ama Türk Ordusu’nun eninde sonunda olacak Türk-ABD çatışmasından kaçınmaya çalışmak dışında bir seçeneği yoktur! 

Ama korkunun ecele faydası yoktur ve bu en kötü durumla yüzleşmek dışındaki tüm planlar yanlıştır. ABD’nin işine yaramaktadır. Özkök, Türkiye’yi bu çıkışsızlığın içine itmiştir ve maalesef bu durum bugün de benzer şekilde sürüp gitmektedir. İleride de değineceğimiz gibi ABD’ye tavır almaktan kaçınmak halen en büyük sorundur. 

Peki, Özkök’ün varlığının AKP açısından anlamı neydi? 

“Demokrat Komutan” AKP Faşizminin Desteği Oldu 

Bugün arkasından ağıtlar yakılan “demokrat komutan” Özkök’ün Türk Ordusu’nu böyle kritik bir dönemde atıl bırakması aslında AKP’nin Türk ulusu üzerinde kurduğu gerici tahakkümün önünü en çok açan avantajı oldu. Ordu’nun bir müdahalesinden bahsetmiyoruz. Ordu’nun AKP’nin gerici-bölücü politikalarının karşısında konumlandığının bilinmesi bile tüm dengelerin daha farklı şekillenmesine neden olabilirdi. Ancak bunun tersinin gerçekleşmesi ve Özkök’ün çizdiği uyum tablosu, AKP gericiliğinin faşist bir diktatörlük kadar rahat davranmasına neden oldu. 

DP faşizminin destekçisi Rüştü Erdelhun Paşa’nın rolünü dört yıl boyunca AKP ile beraber Özkök oynamıştır. Ancak belki de Erdelhun sadece kendisini düşünmesine rağmen Özkök, AKP’yi de düşünmektedir. AKP’ye, gericilere, ikinci cumhuriyetçilere, bölücülere bu kadar sempatik gelen bir komutan daha olmamıştır. Tüm dönem boyunca AKP diktatörce çalışmış, tüm devlet kurumlarında örgütlenmiş, kadrolaşmış, irticai faaliyet 28 Şubat öncesine dönmüştür. Buna müdahale eden Danıştay gibi kurumlar da kurşunlanarak susturulmak istenmiştir. Bu ortam yaşanırken, AB ve ABD’nin sömürge aydınlarının, Şeriatçı gazetelerin yazdıkları aslında bir Türk askeri için dehşet vericidir. 

Gülay Göktürk, Org. Büyükanıt’ı değerlendirirken; “Özkök’ü çok özleyeceğimiz daha şimdiden anlaşılıyor.” demektedir. Oral Çalışlar “Hilmi Özkök’ün demokrasi kültürü, sivil yaklaşımı bana çok sıcak geliyor.” diyerek onu yere göğe sığdıramamaktadır. Zaman gazetesi yazarları da yaklaşık aynı sıcak duygular içindedir. Bülent Korucu, “Genel Kurmay Başkanı yapmadıkları için hedef seçildi. TSK’yı anamuhalefet partisi haline getirmek isteyenlerin heveslerini boşa çıkardığı için… ‘Ordu göreve’ pankartlarının dolduruşuna gelmediği için saygısızlığa muhatap oldu.” derken; Tamer Korkmaz, “En büyük kabahati demokrat olmaktı.” demektedir. 

AKP’nin gazetesi Yeni Şafak yazarı Mehmet Ocaktan; “Özkök statükocular için zararlı bir paşaydı.” değerlendirmesini yaparken CHP Hakkari Milletvekili Esat Canan ise “Genel Kurmay Başkanları her zaman hükümetin arkasında, sivil otoritenin arkasında olmalıdır. Bu geleneğin ilk adımını Sayın Özkök attı.” diyordu. Bu demokrasi havarisi kadroya baktığımız zaman iki eski Maocu yeni liberal, iki Fethullahçı, bir AKP’li gazeteci, bir de her gün Roj TV’de konuşan, CHP’liden çok DTP’liye benzeyen bir zavallı görüyoruz. 

Batıcı, dinci, Kürtçü “demokratlık” Özkök’ün arkasındadır. Ancak bu “demokratlık” gerici-bölücü parlamenter faşizmin tablosudur. AKP bu sistemin isteklerini yerine getiremediği zamanlarda ise “demokrat komutan”ın adı Amerikancı darbe senaryolarında geçmeye başlayıvermiştir bir anda. Tüm bu destekçilerin karakterleri ve ABD’ye hizmet konusunda gerçekleştirilen kıvrak manevralar Özkök’ün hem ABD hem de Fethullahçılar ve Şeriatçılar için ne kadar “özel” bir isim olduğunun kanıtıdır. 

Ama halk bu masalların uzağındadır. Hiçbir şeyi anlamadığı varsayılan halk, bröveden Atatürk çıkarıldığı zaman tüm tepkisini bir anda ortaya koymuştur. 

Aslında bu olayın simgeselliği çok önemlidir. Atatürk, bröveden değil Türk milletinin kalbinden sökülmek istenmiştir. Ancak Ordu düşmanı cephenin tüm çabalarına rağmen tam başarılı olamadığı Büyükanıt’ın Genel Kurmay Başkanı olmasıyla anlaşılmış oldu. 

 Büyükanıt Dönemi ve “Ne Olacak?” 

Büyükanıt döneminin açılmasıyla beraber sadece Genel Kurmay Başkanı açısından, değil tüm Kuvvet Komutanları açısından da suskunluğun gerçekten bozulduğu görülüyor. Büyükanıt ve diğer komutanlar bilinçli ve organize bir şekilde az çok aynı noktaların üzerine vurgu yaparak önemli bir çıkış gerçekleştirmiş bulunuyorlar. 

 Özellikle Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ’un konuşmasında çok net olarak verdiği mesaj Türk Silahlı Kuvvetleri’nin vatan savunması doktrininin ana bileşenleridir. Bu söylem teorik bir zemin oluşturmaktadır. Laik, üniter yapıda ulus-devletin savunulması gerçekten de hem Türk Ordusu’nun hem de tüm Atatürkçülerin ve devrimcilerin temel argümanı olmalıdır. Bu yapıya saldıran kesimi ele aldığımızda da ülke içinde AKP-PKK-“sömürge aydını” ittifakıyla, dışarıda ABD ve AB emperyalizmleri karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada ise gene önemli bir handikap oluşmaktadır. Komutanlar gericiliğe, bölücülüğe karşı dört yıldır alınamayan net tavrı almaktadırlar. AKP iktidarının karşısında olduklarını ortaya koyarak Tayyip Erdoğan ve ekibinin işini zorlaştırmaktalar. 

AB karşısında da artık son derece net tavır alınmaktadır. AB tam açıklıkla Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyen politikasını ortaya koyduğu için AB’ye net tavır almak da kolay olmaktadır. Ancak aynı netliğin ABD karşısında gösterilememesi “en kötüden” yani ABD’yle karşı karşıya gelmekten kaçınma mantığının, daha doğrusu mantıksızlığının, Ordu’da halen etkili olduğunun göstergesidir. Oysa ABD de en az AB kadar kartlarını açık oynamaktadır. PKK’ya verdiği destek ortadadır, Barzani ve Talabani kukla devletlerini ABD eliyle yaşatmakta ve Türkiye’yi bu sayede tehdit etmektedirler. AKP iktidarının esas güç bulduğu odak ABD’dir ve ABD’ye tavır almamak ya da bulanık tavır almanın diğer tüm olumlu çıkışları da mahvedeceği bilinmelidir. ABD bu zaafın farkındadır ve Yasemin Çongar gibi maşalarının aracılığıyla Komutanlara “olumlu” mesajlar vererek durumu lehine çevirmeye çalışmaktadır. 

Bu kritik durumun yanında bir diğer mesele de Atatürkçüler ve ulusal güçler arasında Ordu’nun artık tepki vermeye başlamasından kaynaklanan “tamam, artık bu işi Ordu çözsün” anlayışının yaygınlaşmasıdır. Bu noktada durup meseleyi tüm yönleriyle ele almak ve ona göre bir strateji belirlemek gerekmektedir. Bu da birkaç soruyu beraberinde getirir. 

Ordu kimin ordusudur? Esas misyonu, tarihsel yapısı nedir? Avantajları ve dezavantajları nedir? En önemlisi de Ordu’nun durduğu yer Türkiye’nin geleceği açısından tek belirleyici midir? Devrimci, Atatürkçü güçlerin yapması gerekenler nelerdir? 

Tüm bu soruların etraflıca tartışılmaması iyi niyetli insanları bile ya Ordu düşmanlığına ya da hiçbir şey yapmadan Ordunun harekete geçmesini beklemeye itmektedir. Bu açıdan net olmak gerekir. 

 Türk Ordusu’nun Tarihsel Görevi: Vatan Savunması 

İlk sorunun cevabını vererek işe başlarsak, şunu net olarak belirtmeliyiz ki, Ordu milletin ordusudur ve hatta milletin kendisidir. Ordu’yu ezen sınıfların baskı aygıtı olarak görerek düşmanlık eden “sol”, gene Ordu’ya düşman olan Fethullahçı istihbarat şeflerini savunur noktaya gelmiştir. Her fikrin kendi mantıksal sonuçlarına ulaşması doğaldır. 

Ezilen ulusun ordusunun son geldiği nokta, Batı orduları nasıl sömürgeci talanın gücü olduysa, bunun karşısında direnişin yani vatan savunmasının gücü olmalarıdır. Türk Ordusu’nun kuruluşu da tamamen bu antiemperyalist direnişe dayanmaktadır. Türk milletinin silahlı direniş gücüdür. Ordusu zayıf olan bir ulusun sömürgeciliğe dayanma şansı da çok yoktur. Atatürk de bunu görerek direnişi güçlü ve düzenli bir Orduya dayandıran bir Ulusal Kurtuluş stratejisi çizmiştir. 

Bu noktadan bakılarak değerlendirme yapıldığında Ordu düşmanlarının sivillik, demokratlık, militarizm gibi kavramları da hiçbir şeyi açıklayamayan nesnellikten kopuk hayaletler haline gelmektedir. Sömürgeciliği ve ona karşı direnişi temel almayan hiçbir açıklama tutarlı olamaz. 

Eğer demokratlık halktan yana olmaksa bunun AKP’yle şiir gibi geçinmek, ABD’ye susmak olmadığı ortadadır. Özkök’ü “demokrat komutan” ilan eden kesimlere baktığımızda bunların tümünün de aslında Türk halkının karşısında, emperyalizmin yanında konumlanan Şeriatçı, liberal, bölücü kesimler olduğu görülmektedir. Bir taraftan da tüm bu kesimler “biz siviliz” diye bağırmaktadırlar ve iyi asker olarak Özkök’ü göstermektedirler. İyi asker olmak açısından bizim bildiğimiz tek bir kural varsa o da “Görevini en iyi yapan, vatanını en çok sevendir” diyen kuraldır. Bu açıdan yapılacak değerlendirmeler açıktır. Bahsedilen görevin milletin iç ve dış düşmanlarını uzak tutmak olduğu da açıktır. 

 Ordu’nun yeri halkın, emekçilerin, gençliğin yer aldığı antiemperyalist zemindir. Karşı cepheye baktığımızda ise sivillik iddiasındaki bir lejyonerler grubu görürüz. Kompradorlar, Şeriatçılar, neo-ülkücü “aydınlar”, gerçek satılmışların cephesi olarak emperyalizmin lejyoneridirler. Sömürgeciler bunları kendi özel saldırı gücü olarak besler. Bunlar da Batının paralı askeri olmaktan memnundurlar. Bu lejyonerliğin kılıfı da militarizm karşıtlığı ve demokratlık olmaktadır. 

 Elli Yıllık NATO Süreci ve Ordu 

Türk Ordusu, İkinci Dünya Savaşının ardından, İnönü Batıcılığı ve DP faşizmi tarafından ülkenin Batı ittifakına sokulmasına paralel olarak NATO’ya girmiştir. 50 yıllık NATO süreci aslında Ordu’nun kendi varlık zemininin de altını oyan bir durum yaratmaktadır. Sonuçta emperyalizm Türkiye’de Amerikancı generaller eliyle kullanabileceği bir Orduyu belki bir süre destekler ve ister. Ancak Türk milletinin Ordusunun tamamen ortadan kaldırılması emperyalistlerin gerçek ve nihai hedefidir. Bu durumun Ordu kademeleri tarafından anlaşılması ise ancak 90’lı yılların sonunda olacaktır. 

12 Mart ve 12 Eylül Amerikancı darbeleri Ordu’yu toplumun ilerici güçlerine karşı kullandı. 90’lı yılların sonlarına gelindiğinde artık 12 Eylül tüm zehirli meyvelerini topluma saçan bir ağaç kadar kökleşmişti. 

 Atatürk’ün, solun, emekçilerin olmadığı bir Türkiye’de artık serbest piyasa kökenli vurgun ekonomisi vardı. Sağcılık, tarikatlar vardı. PKK vardı. Bir taraftan da Türkiye Şeriata gidiyordu. 

Bu durum artık Refah-Yol iktidarı döneminde iyiden iyiye son noktasına ulaşırken Ordu da kendi içinde bir dönüşüm geçirmeye başlamıştı. Aslında bu durumu Ordu’nun Atatürkçü özüne geri dönmesi olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. 28 Şubat 1997’de Ordu’nun süreci başlatmasıyla Erbakan Hükümeti istifa etti ve gericiliğe karşı çok ciddi bir mücadele başlatıldı. Şeriatçı gruplar ise kendi kabuklarına çekilerek mevzilerini korumayı tercih ettiler. 

Ancak kurulan DSP-MHP-ANAP koalisyonu Türkiye’yi AB’ye tam teslim etmesi yetmiyormuş gibi kendisi de turuncu devrimle devrilerek yerini AKP’ye bıraktı. Korkulan olmuştu, Şeriatçılar geri gelmişti. Hem de bu sefer kendi özlerine daha da dönmüşlerdi. Artık Batıcılığı, Kürtçülüğü, işbirlikçiliği açıktan yapacakları bir dönemdi. Bu durumun Türkiye’ye getirdiği tek hayır Atatürkçülerin ve Ordu’nun da kendi özüne dönmesi olmuştur. Şeriatçılar dedelerinin çizgisine dönünce Atatürkçüler, Atatürk’ün antiemperyalist, solcu özüne dönmüşlerdir. 

Ordu açısındansa 28 Şubat başarısızdır. Ne Şeriatçılar ne de vurguncular engellenememiştir, ancak 28 Şubat gene de Türk Ordusu’nun millete ve Atatürk’e doğru öze dönüşünün en önemli belirtisi olarak tarihe geçmiştir. 

Bu noktaya gelindikten sonra Ordu’nun neleri yapabileceği ve neleri yapamayacağı konusunda daha net olmamız gerekir. 

 Büyükanıt’ın göreve gelmesiyle açılan yeni döneme geri dönersek tarihten de bazı dersler çıkararak düşünmek gerekmektedir. Mantıklı ve Türk milletinin ihtiyaçlarını gerçekten karşılayacak bir Atatürkçü Ordu stratejisinin belirlenmesi devrimciler açısından kritik önemdedir. 

27 Mayıs’ın Batıya tavır alamama handikabı bugün de farklı bir düzlemde geçerlidir. Ordu gericiliğe, bölücülüğü ve AB’ye karşı çok net tavır almaktadır. Bu çok olumludur, ancak ABD’ye gelince tavrın birden sönerek bulanıklaşması diğer tüm olumlu çabaları ve çıkışları anlamsız bırakacak kadar önemli bir hatadır. Bir hata olmasının yanı sıra aslında ABD’yle eninde sonunda yaşayacağımız karşı karşıya gelme durumundan kaçma mantığının devamıdır ve Türkiye’yi felakete sürükler. Bunun tek anlamı ABD’nin gelip içeriden PKK’yı da kullanarak saldırmasına kadar elimiz kolumuz bağlı izlemek anlamındadır. 

Bu açıdan, Ordu’nun ABD’ye net tavır alacağı bir noktada konumlanması acil ihtiyaçtır. Türkiye’nin gericileşme ve bölünme sürecinden çıkarılabilmesinin tek yolu da buradan geçmektedir. Bu gerçeklik cesaretle ve hiç durmadan tekrarlanmalıdır. 

 Ordu’nun atması gereken somut adımlar da bellidir. İrticayı örgütleyen AKP’liler Ordu Komutanları tarafından açıklanmalıdır. Eşi türbanlı bir Cumhurbaşkanı olamayacağı netlikle belirtilmelidir. DTP’li belediye başkanlarının tutuklanması ve yargılanması sağlanmalıdır. PKK’ya sınır içinde ve ötesinde operasyon başlatılmalıdır. Bu operasyon Barzani ve Talabani’yi de hedef alarak susturmalıdır. Bunların yapılması bir anlamıyla ABD’ye de tavır alınması anlamına gelecektir ve bunların yapılmasının da başka bir yolu yoktur. 

Bu saydıklarımız Ordu’nun yapabilecekleridir. Aslında daha doğru bir ifadeyle yapması gerekenlerdir. Ulus-devleti, üniter-laik yapıyı korumak görevini yerine getirmesi için izlemesi gereken stratejidir. Bunlar yapılırsa görev yapılmış olacaktır ama Ordu’nun Türkiye’nin tüm sorunlarını çözmesini, siyasal programı olan bir muhalefet örgütlemesini beklemek en hafifinden saflık olur. Bu bahsettiklerimiz ise Ordu’nun görevi olmadığı gibi esasında yapabileceği bir şey de değildir. 

“Bu İşi Ordu Çözsün” Demek... 

 Türkiye’nin siyasetle, ideolojiyle, teoriyle yetişmiş; toplumsal, tarihsel olayları analiz edebilen insanların kuracağı bir yapıya ihtiyacı vardır. Bu noktadan baktığımızda Ordu yönetmenin, savaş yönetmenin farklı bir şey, ülke yönetmenin, siyasal, ekonomik, sosyolojik sorunlara çözümler üretmenin farklı şeyler olduğu da ortadadır. “Peki böyle her ikisini de yapabilen asker yok mu ?” derseniz bizim bu anlamda tek tanıdığımız kişi Atatürk’tür. Ancak ikinci bir Atatürk’ün yetişmesini ve ortaya çıkmasını beklemek de bu milletin devrimci evlatlarının yapacağı en büyük yanlıştır. Kendisine bizzat Ata’sı tarafından verilen emanete sahip çıkmamak anlamına gelecektir. 

Bugün her şeyi Ordu çözsün demek aslında Türkiye’de gerçek bir devrimci siyasal muhalefet gelişmesin demenin başka bir tarzıdır. Ancak bugün Türkiye’nin en önemli ihtiyacı başta emekçiler olmak üzere toplumun tüm zinde kesimlerinin katkısıyla oluşacak, antiemperyalist, Atatürkçü, halkçı bir siyasi muhalefet ve bunun örgütünün kurulmasıdır. 

Tabii ki bu tek başına yeterli değildir. Türk milletinin emperyalizmle savaşacak gücü Ordusudur ve dolayısıyla Ordu’nun da çok sağlam tutulması gerekmektedir. Silahlı gücün görevini yerine getirmesi ne kadar önemli ve olmazsa olmazsa toplumsal gücün görevini yerine getirmesi de aynı derecede önemli ve olmazsa olmazdır. 

Esas olarak “Türkiye’nin sorunlarını ne çözer” sorusu üzerinde düşündüğümüz zaman bu sorunların tümünün kökeninde Türkiye’nin uydu yapısının bulunmasını ve bu uydu yapıyı yıkacak bir devrimci örgütten Türkiye’nin yoksunluğunu görürüz. Türkiye’nin sorunu emperyalizme bağımlılık sorunudur ve bu sorunun devrimci yöntemler dışında bir çözüm yolu da bulunmamaktadır. 

 Türkiye’nin antiemperyalist, Atatürkçü, halkçı bir devrime ihtiyacı vardır ve bunu yapacak örgütün kurulması en önemli stratejik meseledir. Bu sıkıntı güçlü Ordu sıkıntısının da ötesindedir ve bir anlamda Ordu’nun sorunlarının çözülmesinin de ön koşuludur. 

Bugün içinden geçilen süreçte NATO içinde konumlanan bir Ordu’nun yapabilecekleri çok sınırlıdır. Böyle bir Ordu belki daha önceleri işe yaramış olabilir. 27 Mayıs’ta NATO’ya tavır alınmasa bile Ordu ilerici bir çıkışta bulunabilmiştir. Ancak artık ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi çağından geçmekteyiz. ABD Genelkurmayı’nın tüm dünyanın haritasını değiştireceğini açıktan söylediği ve bu uğurda savaşa girdiği bir dönemde “Ordu gelsin bizi kurtarsın” demek kadar kaçak bir tavır olamaz. 

Diğer taraftan yapılması gerekenin sadece AKP’nin yıkılmasını hedeflemekten ibaret gören bir anlayış da yerleşmeye çalışmaktadır. Ulusalcı çevrelerde gelişen bu yanlış anlayış AKP’nin gitmesiyle beraber tüm tehditlerin ortadan kalkacağı gibi bir izlenim yaratmaktadır. AKP giderse ne olacaktır? ABD, Türkiye’yi bölmekten, Ortadoğu hakimiyetinden, İran’a saldırmaktan vaz mı geçecektir? Bu açıdan devrimcilerin kafasının net olması önemlidir. AKP’nin özü ABD’dir ve ABD’ye düşman bir hareket yaratılmadıktan sonra hiçbir yapılanın anlamı kalmamaktadır. Ordu’nun da NATO’ya, ABD’ye karşı bir yönelime girmesi dışında bir çıkar yol yoktur. 

Peki bu durumda biz ne yapmalıyız? 

Burada devrimciler, Atatürkçüler Ordu’ya karşı yürütülen saldırı kampanyasını toplumsal ve siyasal düzlemde bertaraf etmek durumundadırlar. Bu yapılırken 50 yıllık NATO sürecinin Ordu’ya verdiği zararlar bilinmelidir. Ordu’nun ABD karşısında nasıl pasifize edildiği, suskunlaştırıldığı bilinmelidir. Tarihsel bilincimizin bize öğütleyeceği tek bir gerçeklik kalacaktır ki, o da Atatürkçülerin, Türk devrimcilerinin Ordu’yu sonuna kadar desteklemeleri zorunluluğudur. 

 Ordu-Millet Birlikteliğiyle Tasfiyeye Engel Olalım! 

 Türkiye’nin içine düşürülmeye çalışıldığı Yeni Sevr planının tüm bileşenleri görüldüğü gibi dönüp dolaşıp Türk Ordusu’nun tasfiye edilmesinde düğümlenmektedir. Ordu zayıflatılırsa PKK rahatça saldıracaktır. ABD, Türkiye’ye eninde sonunda gerçekleştirmeyi planladığı müdahalesini yapmaktan çekinmeyecektir. Ege Ordu Komutanlığı tasfiye edilirse, Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkardığını açıklamaması için bir neden kalmayacaktır. Jandarma’nın ortadan kaldırılması hem Şeriatçı tarikat yuvalarını rahatlatacak hem de Şeriatçı ve vurguncu sermaye çevrelerinin korkacakları bir gücün kalmaması anlamına gelecektir. 

 Ordu’nun gücünü yitirdiği ve en nihayetinde tasfiye edildiği bir ortamda artık Kürt devletinin, Tayyip Erdoğan’ın hilafetinin, Türkiye’nin sömürgeleştirmesinin önünde duracak hiçbir şey yoktur. Atatürkçülerin, devrimcilerin Ordu’yu savunmak açısından son derece net ve kararlı olması vatan savunması mantığının olmazsa olmazı olarak ortaya çıkmaktadır. Ordu’yu güçlü tutmak, milleti güçlü tutmaktır. Emperyalizmin planlarını boşa çıkarmanın tek yolu Türk Ordusu’nun desteklenmesi ve tasfiyesinin önüne geçilmesidir. Emperyalizmin ve onun Kürt-İslamcı uşaklarının oyununu bozmak için Atatürkçü, solcu, devrimci güçlerin tüm ulusa önderlik edecek bir çizgiye geçmesi gerekmektedir. Emperyalizme karşı örgütlenecek ulusal seferberliğin en önde gelen görevi de budur. Peki, bu görev nasıl yerine getirilebilir? Ordu’nun vatana karşı görevini yerine getirmesinin önünü açacak bir toplumsal hareketin kurulması burada kendini vurgulamaktadır. 

Artık net bir şekilde ortaya çıkmıştır ki, Türkiye’de Atatürkçü, devrimci, milliyetçi güçlere düşen en büyük ve acil görev toplumsal devrimci örgütlenmenin kurulmasıdır. Bu örgütlenme tüm Türk milletinin sesi olarak emperyalizme karşı Atatürkçülük bayrağını yükseltecek, siyasal, şehirli ve eğitimli bir muhalif güç olmak durumundadır 

 Kurulması gereken Ordu-millet bağı ise biz Türklerin tarihin derinliklerinden beri içimize işlemiş bulunan, toplumsal dokunun bir parçası olan bir gönül bağıdır. Bu bağı 12 Eylül bile yıkamadı. Bugün diyebiliriz ki Ordu-millet bağı ne kadar güçlü olursa Atatürkçülük de antiemperyalizm de o kadar güçlü olacaktır. Herkesin üzerine düşeni yapması görevdir. Ancak en önemli görev bize, Türk devrimcilerine düşen örgütlenme görevidir. Vatan savunması için hem Ordu’nun kendini tasfiyeden koruması gerekmektedir hem de Atatürkçülerin bu tasfiyeye karşı topyekün mücadeleye girişmeleri gerekmektedir. Öyleyse; 

Vatanı ve Ordu’yu savunmak için seferberliğe! Ordu göreve! Halk güçleri göreve! Atatürkçüler göreve!


 http://ileri.turksolu.org/31/ataberk31.htm 

https://akpyalani.tr.gg/TSK-YA-SAVAS-ACTILAR.htm

***


RÜŞVETE ELİNİ KAPTIRMIŞ BİRİSİ., CUMHURBAŞKANI OLAMAZ.


RÜŞVETE ELİNİ KAPTIRMIŞ BİRİSİ., CUMHURBAŞKANI OLAMAZ.

Bahçeli: Rüşvete Elini kaptırmış birisi Çankaya'nın yollarını çıkamaz MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı olamayacağını söyledi.

SON HABERLER

MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli, Başbakan Recep Tayyip Erdoğan'ın Cumhurbaşkanı olamayacağını söyledi. Bahçeli, "Türk milleti topyekûn bakınca 'işte benim Cumhurbaşkanım' diyebilecek birisini bu yüksek göreve seçecektir. Rüşvete elini kaptırmış birisi Çankaya'nın yollarını çıkamaz. Fitne ve fesattan örümceklenmiş yüreklerle Çankaya yokuşu aşılamaz. Mustafa Kemal'e ayyaş diyen, katliamcı yaftası vurma teşebbüsünde bulunan birisinden Gazi'nin emanetine liyakat istense de görülemez." dedi. Partisinin Meclis Grup Toplantısı'nda konuşan Bahçeli, TBMM'nin 94'ncü kuruluş yıldönümünün yarın kutlanacağını hatırlattı. "23 Nisan 1920, varlığımıza, birliğimize, tarihsel sürekliliğimize diş bileyen kanlı hesaplara karşı Türk milletinin şeref ve namus mücadelesidir." diyen Bahçeli, ilk Meclisin gönülleri ve güçleri birleştirtiğini ve geçmişi ve geleceği buluşturduğunu vurguladı. İlk Meclisin aklı ve duyguyu kavuşturduğunu anlatan Bahçeli, şöyle devam etti: "Türk milleti yeniyi 94 yıl önce bulmuş, yenide 94 yıl önce mutabık kalmıştır. Artık bizim yeniye değil, yeninin üzerini gölgeleyenlerden, yeniyle ezelden beri ihtilaf içinde bulunanlardan kurtuluşa ihtiyacımız vardır. 

   Dün kadim bir medeniyetten yeni bir doğruluş vardı, bugün ise olgunluk çağına gelmiş, rüştünü ispatlamış bir devletimiz bulunmaktadır. Sorun ise bunu göremeyen, yeni diye geçmişi silip atma vefasızlığına tevessül eden yeni bir Mondros’çu ve Sevr’çi akım ve aktörlerin varlığıdır. Şunu bilmek lazımdır ki, yeni Türkiye hezeyanları ilk Meclis’in aziz hatırlarını inkârdır. Yeni Türkiye çekilen çileleri yok saymak, şehidin, şühedanın kemiklerini sızlatmak, ruhlarını incitmektir. Yeni Türkiye, bir yanda Kuva-yi Milliye’yi hakir gören, diğer yanda Kuva-yi İnzibatiye’yi referans alan içimizdeki yabancı beslemelerinin icadıdır. Yeni Türkiye lafları; Çanakkale’de, Sakarya’da, Dumlupınar’da başı ezilen, İzmir’de denize süpürülen düşman emellerinin son kez dirilişi, son şanslarını kullanışıdır. Yeni Türkiye musibeti, numaralı Cumhuriyetçilerin içinde saklandığı ihanet projesidir. Bir devleti yenilemek, reforma tabi tutmak, eksik ve gediğini gidermek bir şey, yeni bir devlet tantanasını ayarı bozuk düdük gibi öttürmek başka bir şeydir. Başbakan’ın Yeni Türkiye’si, 23 Nisan 1920’nin iflası, hiçe sayılmasıdır." 

"ANKA KUŞU GİBİ DOĞAN RECEP TAYYİP ERDOĞAN" 

"Ne Ötüken’i bırakırız, ne Ahlat’tan vazgeçeriz, ne Malazgirt’i unuturuz, ne Söğüt’ü kenara iteriz, ne de Ankara’ya yüz çeviririz." diyen Bahçeli, "Biz insanlığa zafer nasıl kazanılır, hükümran nasıl olunur öğretmiş bir milletiz. Biz yeryüzüne adalet ve iyi yönetim getirmiş bir kudretiz. Biz yenilgilerin külünden Anka Kuşu gibi doğan, Recep Tayyip Erdoğan gibilerini elinin tersiyle itmeyi başarmış, başarmaya azmetmiş büyük Türk milletiyiz. Mazisini tersleyerek, yeni sakızı çiğneyerek, dileklerinden ve derinlere tutunmuş kültürünü kötüleyerek var olmuş bir milleti bize kimse gösteremeyecektir. Yeni Türkiye diyenler önce kendi kirlerini temizlemelidir." diye konuştu. Türkiye’nin iyi yolda, iyi durumda, velhasıl iyi halde olmadığını belirten Bahçeli, akıl, izan, insaf ve sağduyudan yoksun kuru bir kalabalığın milletin huzurundan çaldığını vurguladı. Hakikaten de istikrarın mumla arandığını dile getiren Bahçeli, "Ne tarafa baksak sorun yumağıdır. Ne yöne dönsek anlaşmazlıklar diz boyudur. Türkiye samimiyet fukarası, ahlak yoksunu, milli mefkûre yabancısı bir iktidarın tahakkümü, tacizi ve taarruzu altındadır. Bu gidişat hayra alamet değildir. Bugünkü ülke manzarası iç açıcı olmadığı gibi, yakın vadede de birçok sıkıntı ve açmazın belireceğini göstermektedir." ifadelerini kullandı. 

''TÜRKİYE’DE SANKİ CUMHURBAŞKANI DEĞİL, AKP’YE GENEL BAŞKAN SEÇİLECEKTİR'' 

Cumhurbaşkanlığı seçimlerine değinen Bahçeli, şunları söyledi: "Teessüfle takip ediyoruz ki, Türkiye’de sanki Cumhurbaşkanı değil AKP’ye genel başkan seçilecektir. Zannedersiniz ki, önümüzdeki 10 Ağustos’ta AKP’nin kurultayı toplanacak, delegeler ismi önceden belli olan zatı seçecektir. Şu işe bakınız ki, Cumhurbaşkanı Seçimi’ne 110 gün kala sandıklar kurulmuş, oylar sayılmış, karar verilmiş, netice belli olmuştur. Yani 110 gün sonra bir formalite yerine getirilecek, yasal bir zorunluluğun icabı istenmese de yapılacaktır. Demokratik kültürün, demokratik kuralların, demokratik teamüllerin, demokratik usullerin hilafına ne varsa Türkiye’de dolaşıma girmiştir. Yine görüyoruz ki AKP, Cumhurbaşkanlığını tekeline almış, üzerine kapaklanmış, mızmızlanarak neredeyse kimseye yar etmem demeye getirmiştir. Önce şunu ifade etmek zorundayım ki, demokrasilerde hiçbir seçimin sonucu baştan belli değildir. Sandıktan kimin çıkıp çıkmayacağını, kimin seçilip seçilmeyeceğini kestirmek, kesin yargıya varmak bir defa demokrasinin ruhuna aykırıdır. Cumhurbaşkanı’na AKP’nin karanlık odaları değil, Türk milleti karar verecektir. 12’nci Cumhurbaşkanı’nın kim olduğuna dair son sözü; AKP’nin Başkanlık Divanı, MYK’sı, milletvekilleri veya bir başka organı değil, aziz milletimiz söyleyecektir. Siyasi kâhinlik, siyasi dalkavukluk ve saray soytarılığı yapanların milli iradeye saygısız davrandıklarını bilmeleri lazımdır. Cumhurbaşkanlığını çantada keklik gören ahmakların mahcubiyetten insan içine çıkamayacakları günler de inşallah yakındır." 

"BAŞBAKAN KARDEŞİM DEDİĞİ GÜL'ÜN ÖNÜNE TAKOZ KOYMAKTA" 

Anlaşıldığı kadarıyla Başbakan Erdoğan'ın Cumhurbaşkanlığı adaylığına çok istekli ve hevesli olduğuna dikkat çeken Bahçeli, "Ne var ki kardeşim dediği, kader ortaklığı yaptığı, beraber parti kurduğu Sayın Gül’ü de havuz medyası, tetikçi sözcüleri ve yandaş kalemler marifetiyle alttan alta rencide etmeye ve karalamaya başlamıştır. Sayın Gül’e AKP kaynaklı etkili bir blokaj yapıldığı görülmektedir. Parti genel başkanlığına ve Başbakanlık görevine oturmasına istekli ve itiraz edenlerin değişik zeminlerde seslerini yükselttikleri de bir gerçektir. Ayrıca 'borcumuzu ödedik, aradan çekilsin, Erdoğan isterse Cumhurbaşkanı olur, Gül de buna saygı duyar' beyanları açık bir şekilde Başbakan Erdoğan’ın lehine kulis faaliyeti yürütenlerin algı operasyonudur. Görülüyor ki, Başbakan Erdoğan kararını çoktan vermiştir. Sadece prosedür gereği etrafına ve partisinin yetkili kurullarına danışmaktadır. Sayın Gül’ün karşısına çıkmadan tüm taşların yerine oturmasını ve elinin güçlü olmasını arzulamaktadır. Başbakan kardeşine oyun oynamakta, ayağına çelme takmakta, önüne takoz koymakta, kenara çekmek ve minderde tuş etmek için son kozlarını gözden geçirmektedir. Hele ki, Başbakan’ın; terleyen, koşan aktif bir Cumhurbaşkanı’ndan bahsetmesi, seçilmesi halinde ise yetkilerini tam olarak kullanacağını ve halkın Cumhurbaşkanı olacağını iddia etmesi Sayın Gül’ü rencide eden ve başarısızlığını rumuzlu sözlerle yüzüne vuran nezaketsiz bir tavırdır. Demek ki, son yedi yıldır Çankaya’da pasif duran, koşmayan ve terlemeyen bir Cumhurbaşkanı vardır. Demek ki, son yedi yıldır, yetkilerini tam olarak kullanmaktan bihaber ve halkın Cumhurbaşkanı olmak gibi bir kaygısı bulunmayan bir kişi Çankaya’da oturmaktadır. Başbakan Erdoğan’ın maksatlı sözlerinden anlaşılan ve çıkan sonuç budur. Başbakan kişiliğinin alametleri arasında fazlaca yer eden Brütüslüğü dört ayaklı koltuk uğruna kadim arkadaşına da reva görmüştür." şeklinde konuştu. 

"12. CUMHURBAŞKANI RECEP TAYYİP ERDOĞAN OLMAYACAKTIR" 

12’nci Cumhurbaşkanının Recep Tayyip Erdoğan olmayacağının altını çizen Bahçeli, "Cumhurbaşkanı’nın görev ve yetkileri Anayasa’nın 104’ncü maddesinde yazılıdır. Bu madde kapsamında; Cumhurbaşkanı devletin başıdır. Peki; devleti yıllardır zehirlemiş, kurum ve kurallarını örselemiş birisinden Cumhurbaşkanı nasıl olacaktır? Cumhurbaşkanı Türkiye Cumhuriyeti’nin ve Türk milletinin birliğini temsil etmektedir. Peki; TC’ye ve Türk milletinin birliğine nefret duyan, tahammülsüzlük sergileyen hastalıklı bir ruhtan Cumhurbaşkanı nasıl çıkacaktır? Cumhurbaşkanı Anayasa’nın uygulanmasını, devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetmektedir. Peki; kanundan kaçan, 12 yıldır Anayasa suçu işleyen, devlet organlarını çatıştıran haset ve hakaret ehli birisinden Cumhurbaşkanı olması nasıl beklenecektir? İktidarı kanunsuzluğun zirve yaptığı bir Başbakan’ın Cumhurbaşkanı olması halinde yargıyla ilgili yetki ve görevleri adaletli ve vicdanlara uygun şekilde yerine getirmesi nasıl mümkün olacaktır? Demokrasiyi rafa kaldırmış, çoğulculuğu yanlış yorumlamış, Meclis grubunu el kaldır-indir parantezine almış bir Başbakan’ın Cumhurbaşkanı olması halinde yasamayla ilgili yetki ve görevleri ifa etmesine hangi mantıkla inanılacaktır? Kuvvetler ayrımı bağlamındaki yürütmede sınıfta kalmış bir Başbakan, farz edelim Cumhurbaşkanı oldu, o zaman bu alandaki yetki ve görevlerini layıkıyla yapması nasıl iddia edilecektir? Başbakan Erdoğan Cumhurbaşkanı olursa, ki bize göre imkânsızdır, sadece ve sadece bir yetkisini adam gibi kullanacaktır: 

    Bu da; sürekli hastalık, sakatlık ve kocama sebebi ile belirli kişilerin cezalarını hafifletmek veya kaldırmaktır. Burada gizli amaç PKK ve KCK’lıları teker teker serbest bırakmak ve hatta işi İmralı canisine kadar götürmektir.'' diye konuştu. 

''CUMHURBAŞKANLIĞI YEMİNİNE SADIK KALMAZ'' 

Cumhurbaşkanı’nın görevine başlarken Türkiye Büyük Millet Meclisi önünde edeceği yeminin Recep Tayyip Erdoğan’a yakışmayacağını, bu yemini etse bile bu yemine sadık kalmayacağını savunan Bahçeli, şöyle devam etti: ''Başbakan hangi yeminini tutmuştur da yenisine uyması beklenecektir? Yalancının yemini, Kilise’de namaza durduğunu söyleyen akıl ve iman fukarası bir sahtekârın hezeyanlarından farksızdır. Başbakan yeminleri bozarak, ilkelerini çiğneyerek 12 yılı adımlamıştır. Cumhurbaşkanı olacak kişi önce Türk milletini zihnen ve ahlaken kabullenecektir. Cumhurbaşkanı olacak kişi temsil etmekle mükellef olduğu Türkiye Cumhuriyeti’ne saygı duymalı ve riayet etmelidir. Çankaya köşkünde milletin birliği konusunda herhangi bir muammalı fikri olmayan, geçmişinde akçeli işlere bulaşmamış tertemiz bir kişi bulunmalıdır. Türk milleti topyekûn bakınca 'işte benim Cumhurbaşkanım' diyebilecek birisini bu yüksek göreve seçecektir. 

   Rüşvete elini kaptırmış birisi Çankaya’nın yollarını çıkamaz. Fitne ve fesattan örümceklenmiş yüreklerle Çankaya yokuşu aşılamaz. 

   Mustafa Kemal’e ayyaş diyen, katliamcı yaftası vurma teşebbüsünde bulunan birisinden Gazi’nin emanetine liyakat istense de görülemez. 
Cumhuriyet’e şaşı bakarak Yeni Türkiye aylaklığına çivilenen bir aymazdan, eski diyerek değersizleştirdiği 29 Ekim 1923’ün 12’nci temsilciliğine talipkar olması bir anlam ifade etmez. Ezcümle, Recep Tayyip Erdoğan’dan eşbaşkan olur ve olmuştur, belediye başkanı olur ve olmuştur, maalesef ki Başbakan da olur ve olmuştur; ne var ki Cumhurbaşkanı olmaz, olmamalıdır. Türk milleti kendisini ancak Başbakanlığa kadar taşımış, ancak bu kadarına rıza göstermiştir. 
Bundan sonrası kendisi adına karanlıktır. Bundan sonra gideceği ve oturacağı tek yer ise Yüce Divan’daki sanık sandalyesidir. 

Gün gelecek, bugünlerde saygı duymadıklarının, kararlarını milli bulmadıklarının vereceği hükme boyun eğecektir. 
Şunu da söylemeden geçmek istemiyorum ki, Milliyetçi Hareket Partisi günü ve saati geldiğinde Cumhurbaşkanlığı’na yakışacak, bu makamın ağırlığını taşıyacak Türk milletinin güzide bir evladını mutlaka milletimize takdim edecektir. 

Ve 12’nci Cumhurbaşkanlığına pırıl pırıl bir isim, vatan ve millet konularında en küçük şaibesi olmayan, herkesin 'aradığım buydu' diyebileceği değerli bir arkadaşımız aday olacaktır." CİHAN

Kaynak:

https://www.sonhaberler.com/siyaset/bahceli-rusvete-elini-kaptirmis-birisi-cankayanin-yollarini-cikamaz-h51573.html



***

Kahramanlığa Bak : PKK'ya Rağmen Barzani ile Görüşecek.,

Kahramanlığa Bak : PKK'ya Rağmen Barzani ile Görüşecek.,

Selcan Taşçı


Ta 1966’da
"İstiklal davamızı bir gün muhakkak kazanacağız. ’Kürdistan’haritasını dünya milletlerine kabul ettireceğiz.

 Irak’tan sonra ikinci mücadele cephemiz Türkiye olacaktır.

 Fakat bu mücadele için zaman çok erkendir" diyerek, eski ABD Başkanı Woodrow Wilson’un 1920 tarihli haritasına bağlılığını ortaya koyan Molla Mustafa Barzani’nin; Türkiye’yi, "PKK’ya dönük operasyonlarını durdurmazsa Diyarbakır ve diğer kentlerine karışmakla" tehdit eden oğlu Mesut Barzani, meğer "terörle mücadelemizdeki müttefikimiz"miş! 

— 
Kahramanlığa Bak : PKK'ya Rağmen Barzani ile Görüşecek 

Selcan Taşçı - Yeniçağ


Başbakan’ın Danışmanı Yalçın Akdoğan bir tür "önleyici müdahale"de bulunarak 

"Erdoğan-Barzani  Buluşmasının Diyarbakır’da olmasına negatif anlamlar yüklenmesinin haksızlık olacağını" söylüyor.
Yarası olan gocunur.

Akdoğan, Öyle bir Barzani profili çiziyor ki, hiç tanımasak, bilmesek mahallenin "Fahriye Abla"sı sanacağız ;

Ne Güzel, Ne Şirin, ne vefalı komşumuzdun sen!..

 Ta 1966’da 

 "İstiklal davamızı bir gün muhakkak kazanacağız.
’Kürdistan’haritasını dünya milletlerine kabul ettireceğiz.
 Irak’tan sonra ikinci mücadele cephemiz Türkiye olacaktır.
 Fakat bu mücadele için zaman çok erkendir" diyerek, eski ABD Başkanı Woodrow Wilson’un 1920 tarihli haritasına bağlılığını ortaya koyan Molla Mustafa Barzani’nin; Türkiye’yi, "PKK’ya dönük operasyonlarını durdurmazsa Diyarbakır ve diğer kentlerine karışmakla" tehdit eden oğlu Mesut Barzani, meğer "terörle mücadelemizdeki müttefikimiz"miş!

İnsanın aklıyla, zekasıyla dalga geçmeyin bari;

 Çok değil 2006 senesinde, aynı Barzani’ye "aşiret şeyhi, postal öpücü, terör destekçisi" diyen siz değil miydiniz?

 Peki ya, çok değil 2007 senesinde aynı Barzani için "muhatabımız olamaz, terör örgütüne yataklık yapıyor" diyen?

 "Telekinezi" marifetiyle söylemediniz herhalde bu sözleri!

 ***
 En Garabet Tutum, Erdoğan’ın 

" Bir parçası Türkiye’den koparılarak kurulması hayal edilen Büyük Kürdistan’ın başkenti varsayılan Diyarbakır’da, ’Büyük Kürdistan projesi’nin taşeronu Barzani ile buluşmasından, ’Bu buluşma Öcalan’ı, PKK’yı kızdırma pahasına gerçekleşiyor’ diye bir kahramanlık(!) hikayesi çıkarmaya" 
çalışmaları!

Pardon ama;

1" Kürt sorunu"nu Kim icat etti?

ABD!

 CIA Başkanı Stansfield Turner’ın isteğiyle hazırlanan 20 Ağustos 1979 tarihli raporun başlığı "The Kurdish Problem in Perspective". "Derinlemesine Kürt Sorunu"nun ele alındığı bu raporun hemen akabinde, ABD Ankara Büyükelçiliğinden Washington’a giden kripto şöyle:

"Türkiye’nin bölünme süreci, Kürtlerin ayrı bir etnik topluluk olduğunu kabulden geçiyor!"

2. PKK’ya Kim yol verdi?

ABD!

 1980’lerin başında, "ABD’nin gücünü tüm dünyaya ispat etmek ve hegemonyasını hâkim kılmak" üzere iktidara gelen neo-conlar, SSCB’nin İran’la beraber Körfez bölgesine müdahalesini engellemek için, Türk askerini SSCB birliklerinin dibine konuşlandıracak bir tehdit üretti:

 PKK Bekaa’ya yerleştirildi.

3.Körfez işgali sırasında Irak’ı 36.Paralelin güneyine hapsederek, "Kuzey Irak Kürdistan Bölgesel Yönetimi" nin temelini atan ve Barzani’yi "siyasi lider"e dönüştüren kim peki?

Aaa yine ABD!

 Mazileri ta "baba Barzani"ye kadar uzanıyor da, "oğul Barzani"nin kaderi şüphesiz Yahudi kökenli "neo-con"ların işbaşı yapması ve Irak Kürtleri ile İsrail’in "ortak çıkarları"nı keşfi ile değişti.

 ABD ile Irak arasında "diplomatik ilişki"nin bulunmadığı 1983 yılında Bağdad’daki Belçika Büyükelçiliği’nin Amerikan görevlisi William Eagleton, Barzani kamplarında PKK’lılar ile "iyi ilişkiler" geliştiriyordu.

 PKK ile Irak Kürdistan Demokrat Partisi (KDP) arasında imzalanan "dayanışma protokolü" ile PKK "Irak-Türkiye geçişi"ne kavuştu.

 1991’de Irak’taki otorite boşluğunu fırsat bilen KDP, Irak ordusuna ait silah ve mühimmatı PKK’ya aktardı.

PKK " Aba altındaki sopa", Barzani "siyasi kukla" kılığında; ama nihayetinde ikisi de ABD’nin elinde kullanım sıraları konjonktüre göre değişen birer siyasi maşa!

İktidar bu "kumalık yarışı" ndan medet umacak kadar düştüyse; vah bize, vahlar bize!

Açık İstihbarat @ 2013 

http://acikistihbarat.com/Goruntule.aspx?id=10434


***

Zeytin Dalı'nın Vaad Etmediği Barış

Zeytin Dalı'nın Vaad Etmediği Barış

Fehim Taştekin 
Analiz: 
Gazeteci-Yazar
21 Ocak 2018



Savaşa karşı barışı yücelten bir tema olarak zeytin dalının yeri bir güvercinin gagası dır. İliştirildiği yer can almaya giden bir mızrağın ucu değildir. Türkiye zeytinlikleriyle ünlü Afrin'e yönelik harekâta savaş tarihine "ironi" ya da "istihza" olarak geçecek bir ismi seçti: "Zeytin Dalı". 

Bundan kasıt " Barış için savaş " ise bu daha büyük bir ironi. Afrin'de savaş yoktu. Ya da "Şam'la barış için Kürtlerle savaş mı?" diye sormalı. 

2011'den bu yana Suriye'nin her bir yanı yanarken Afrin kendi öz savunma mekanizmasıyla ateşi sokaklarından uzak tuttu. Bugün Afrin'i komşu devlete hedef yapan sebep, halkının, Türkiye'nin terör örgütü olarak gördüğü bir siyasi hareketten yana tercihidir.

Suriye'nin kuzeyinde Kamışlı gibi yerler Irak Kürdistan Demokrat Partisi ve Irak Kürdistan Yurtseverler Birliği'nin izdüşümü sayılan partilerin merkeziyken Kürtlerin yaklaşık 1000 yıldır yaşadığı Afrin, eski adıyla Kürt Dağı, 1980'lerden itibaren PKK lideri Abdullah Öcalan'ın düşünceleriyle siyasal kimliğini şekillendirdi. 

Demokratik Birlik Partisi (PYD) 2003 sonrası bu siyasal birikim üzerinde örgütlendi. Afrin, Kürtlerin Temmuz 2012'de kuzeyde kontrolü ele aldıktan sonra kurdukları demokratik özerk yapıdaki üç kantondan biriydi. Bu yüzden başından beri Türkiye'nin özel ilgisine mazhar oldu! Bu ilgi uzun süre Türkiye'nin desteklediği örgütler üzerinden bir tür 'vekâlet savaşı' ile kendini gösterdi. Ancak Halk Koruma Birlikleri (YPG), Özgür Suriye Ordusu (ÖSO) ve diğer İslamcı örgütlerin Afrin'e girmesini önledi. 

**
Bunlar da ilginizi çekebilir Çin'de 5 yaşındaki çocuk için hazırlanan özgeçmiş, ülkenin eğitim sistemini tartışmaya açtı ABD İran'a yaptırımların tümünü yeniden yürürlüğe koyuyor, 8 ülke muaf  'Dünyanın en sevimli iyiliği' 
İnternet kafede bir yılda yazdığı oyunu silinen 12 yaşındaki çocuk için yardım kampanyası 

**

Türkiye'yi vekil örgütlerle yetinmeyen ve doğrudan müdahaleye iten önemli gelişmeler yaşandı: 2014 ve 2015'te ABD'in desteğiyle IŞİD'in Kobani'de püskürtülmesi, 2016'da Tel Ebyad'ın temizlenerek Kobani ve Cezire kantonlarının birleşmesi, ardından YPG'nin Kobani ile Afrin arasında kalan ve Kürtlerin 'Şehba' dediği bölgeye yönelmesi, Ankara'yı harekete geçirdi. Türkiye bunu "Akdeniz'e kadar uzanan bir Kürt koridoru" oluşturma hamlesi olarak okumayı tercih etti. 2016'da Irak Şam İslam Devleti'ni (IŞİD) sınırlardan uzaklaştırma gerekçesine dayandırılan Fırat Kalkanı Harekâtı'nın asıl hedefi de bu koridorun önlenmesiydi. 

Plan önlendiğine göre neden Zeytin Dalı? Yeni tetikleyici faktör ne? 
Müdahalenin önünü açan gelişmeler Ankara, Fırat Kalkanı'na yeşil ışık yakan Rusya ile işbirliğinden yararlanarak Afrin'e operasyon için fırsat kolluyordu. Afrin daha izole ve simgesel bir yer. Senaryoya göre burada elde edilecek bir zafer ABD'nin Rakka operasyonuyla iyice derinleştirdiği YPG ile ortaklığına yanıt olacak, Astana ve Cenevre'de Suriye'nin geleceği şekillenirken Azez-Cerablus-El Bab cebiyle birlikte Afrin de Ankara'nın elinde koza dönüşecek, Türkiye'nin eli güçlenecek ve bu sayede 'de facto' özerk yapının anayasal bir statü kazanması önlenmiş olacak. 

Türkiye, Astana mutabakatı çerçevesinde cihatçıların elindeki İdlib'de çatışmasızlık bölgesi kurulması planını geçen güz Afrin'i güneyden kuşatma hamlesine dönüştürdü. Bu şekilde Rusya ile "İdlib'e karşı Afrin" pazarlığı başladı. Suriye ordusunun aralığın sonuna doğru İdlib operasyonunu başlatmasından rahatsız olan Türkiye buna karşı Afrin kartını öne sürdü. İdlib kurtarıldıktan sonra sıra Kürtlerin kontrol ettiği bölgelere geldiğinde Şam'ın önünde iki seçenek olacak: Ya savaş ya da Kuzey Suriye Demokratik Federasyonu olarak şekillenen siyasi entiteyi tanımak. Şam'ın ikinci seçeneği benimsemesi, Kürtlerin özerklik hayaline tahammül edemeyen Ankara için berbat bir senaryo. Bu yüzden Türkiye sahadaki koşulları değiştirmek için şansını zorlamaya başladı. 

AfrinTelif hakkı AFP 

Tam bu arada Astana'nın diğer iki garantör ülkesi Rusya ve İran'ı yumuşatan ikinci bir gelişme yaşandı: ABD Türkiye ve Irak sınırlarının yanı sıra Fırat Nehri boyunca konuşlandırmak üzere Sınır Güvenliği Gücü adı altında 30 bin kişilik bir güç kuracağını ilan etti. Bu adım da Fırat hattı üzerinden Suriye'yi bölmenin ön hazırlığı ve çözüm sürecini sabote eden bir plan olarak yorumlandı. Anlaşılan o ki Rusya, İran ve Suriye Afrin'de Ankara'yı mutlu edecek bir taviz İdlib düğümünü çözecekse, Türkiye'ye, istenildiğinde tuzağa da dönüşebilecek bir oyun alanını açmaya kerhen razı oldu. Fakat "yeşil ışık yakıldı" tespiti yapılırken bu üç ülkenin tutumu dikkatle okunmayı gerektiriyor. 

Yeşil ışığın sınırları ve kırmızıya dönme ihtimali

Rusya, İran ve Suriye'nin Türkiye'ye tezat tercihleri, Zeytin Dalı'nın sınırlarını tayin ediyor. Henüz MİT Müsteşarı Hakan Fidan ve Genelkurmay Başkanı Hulusi Akar'ın Moskova'daki temasları sırasında hangi koşullarda mutabakat sağlandığını bilmiyoruz ama mevcut dengelere bakıldığında şu söylenebilir: Rus yeşil ışığı bir bakıma sarı ışık sayılır ve her an kırmızıya dönebilir. Çünkü sabit kaygılar var. 

Türkiye'nin girdiği yerden kolayca çıkmadığına dair tarihsel sicil bu kaygıların başında geliyor. Irak'taki Başika üssü bunun son örneği. 

Ayrıca Ankara Cerablus-El Bab hattında Diyanet ve emniyet teşkilatından Milli Eğitim'e kadar bütün kurumlarıyla 'paralel' bir yapı kurdu. O yüzden kara harekatı istenmeyen bir seçenek. Buna da yeşil ışık yakıldıysa (ki bilmiyoruz) bu durumda Astana'daki ortakların ivedilikle beklentisi, Türkiye'nin Afrin'i kısa sürede altın tepside Suriye'ye sunması olacaktır. Buna karşın Türkiye'nin muhtemel şartı da Kürtlerin inşa ettiği demokratik özerkliğin el birliğiyle bitirilmesi olacaktır. 

Türkiye'nin elindeki 'Demokles'in Kılıcı', Kürtlere ABD'den uzaklaşıp Şam'la uzlaşmaktan başka çarelerinin kalmadığını kavratacaksa Rusya, Afrin'e sınırlı müdahaleyi işlevsel bulabilir. Aynı şey Suriye için de geçerli. ABD'nin Fırat'ın doğusunda üslenmesinden dolayı Şam'da YPG ile ilgili algı "Suriye devletinin verdiği silahlarla topraklarını savunan" örgütten "işgalci güçle çalışan hain" örgüte dönüşüverdi. Donald Trump yönetiminin İran'ı baskılama planında Kürtlere rol biçmesi de Tahran için ilave bir alarm nedeni oldu. 

Fakat Türk kınındaki Demokles'in Kılıcı, Astana ve Soçi süreçlerini parçalayacak sonuçlar üretebilir. Sarı ışığın kırmızıya döneceği diğer nokta işte burası. Rusya Eylül 2015'teki askeri müdahaleyi başarıyla tamamlayıp Suriye defterini kapatabilmek için 13 aydır Astana sürecine yatırım yapıyor. Buna ay sonunda Soçi'de yapılması planlanan Suriye Ulusal Diyalog Kongresi eklendi. Afrin'e müdahale bu iki süreci rayından çıkartabilir. Şu anda Suriye'nin en önemli tarım, petrol ve doğalgaz alanlarını içeren üçte birlik bir toprak parçasına hükmeden Kürtler ve ortakları olmadan siyasi çözüm üretmek imkânsız. Kürtlerin dışlandığı bir masa, bölünme senaryosuna kapı aralar. 

Ankara'nın temel çelişkisi de burada: Hem Suriye'nin toprak bütünlüğünü esas alıyor hem de Kürtleri ısrarla ABD'nin planına itiyor. 

Çatışma uzar ya da Fırat'ın batısına sıçrarsa bu bir bakıma Suriye'yi Türkiye'nin bataklığına dönüştürebilir, diğer yanıyla da Türkiye'yi Suriye'de 'kalıcı' hale getirebilir. Rakip cephede birincisini isteyen olabilir ama ikincisine oynayan çıkmaz. 

Hava saldırısıTelif hakkı AFP 

Türkiye açısından riskler

Türkiye açısından operasyonun başarısı ya da olası sonuçlarıyla ilgili ihtimal senaryolarına gelirsek: 

- Operasyonun deklare edilen hedefi "PYD-YPG-PKK'nin kökünü kazımak". Hesaba katılmayan şey şu: Afrin'i demokratik özerk modelin bir parçası haline getiren aktörler yerel. PYD burada güçlü bir tabana sahip. Son 5 yılda da gerek öz savunma gerek yerinden yönetim deneyimleriyle halk bu sürece katıldı. Türk Silahlı Kuvvetleri (TSK) havadan ve karadan girip Afrin'i dağıtabilir. Ancak bu yapının destek unsurları kalıcı bir şekilde sökülüp atılamaz. 

- Afrin direnme kapasitesi yüksek bir bölge: Dağlık coğrafi yapısı savunmaya elverişli. Burası hem ideolojik formasyonu derinlere inmiş hem de öz savunma kapasitesi arttırılmış bir yer. Öngörüldüğü gibi direniş olursa karşılıklı kayıplar ciddi boyutlara ulaşabilir. 

- "Hedef Kürtler değil, terör örgütü" denilse de, bu propagandanın Kürtler nezdinde geçerliliği yok. Türkiye'nin öne çıkarmaya çalıştığı ve PYD'nin Afrin'de nefes aldırmadığı Suriye Kürt Ulusal Konseyi (ENKS) bile operasyona karşı. Operasyon bütün Kürdistan bölgelerinde Kürtlere karşı saldırganlık olarak görülüyor. Cepheden fecaat haberleri geldikçe diğer bölgeler de karışabilir. Bunun ciddi bir şiddet dalgası yaratma ihtimali dışlanamaz. 

- Çatışmaların Menbic ya da Fırat'ın doğusuna taşınması Türkiye'yi ABD ile karşı karşıya getirebilir. ABD başından beri Rusya'nın etkinlik alanı olarak gördüğü Afrin için garantör olmadı. Ancak Menbic'te Fırat Kalkanı'nın önünde veya Tel Ebyad taraflarında bayrak dalgalandırarak bu yakada tutumunun farklı olabileceğini göstermişti. Bu tür bir gelişme iki NATO müttefikinin ilişkilerini ciddi bir sınava sokabilir.

- Bu operasyon onlarca yıl telafi edilemeyecek düşmanlıklar yaratabilir. 

- Suriye'nin kuzeyindeki Kürtler tarihsel ve coğrafi olarak Türkiye'deki Kürt nüfusla en fazla etkileşim içinde olan kesimdir. Demiryolunun altındaki Kürt'ün ahını, demiryolunun üzerindeki Kürt derinden hisseder. 

- Afrin'de açılan yara Türkiye'nin kendi Kürt sorunuyla ilgili çözümsüzlüğü daha da derinleştirebilir. Sur, Cizre ve Nusaybin'deki yıkım acı, öfke ve hayal kırıklığından başka bir şey bırakmadıysa Afrin de Kürtlerle ilgili çözüme dair olumlu hiçbir şey üretmeyecektir. 

- Türkiye'de bir süreden beri çok tehlikeli bir süreç yaşanıyor: Çatışmalar Kürtlerle Türklerin birbirine tutunduğu bağları çözüyor; toplum katmanlarında ırkçılığı, şovenizmi, saldırganlığı ve tahammülsüzlüğü kamçılıyor. Afrin iç siyasi tüketime yönelik malzeme olarak da görülüyorsa bunun ülkeyi götüreceği yerin parçalanma olduğu da bilinmelidir. 

- TSK'nin yedeğinde götürdüğü ÖSO etiketli örgütler de sorunlu. Bir kısmı cihatçı gruplardan devşirilmiş bu düzensiz unsurlarla Afrin'de düzen kurulamaz. Bu örgütler Cerablus-El Bab hattında çok sayıda probleme yol açtı. 

'Oyun bozucu' ile 'oyun kurucu' olmanın farkı

Sonuç olarak NATO'nun ikinci büyük ordusuna sahip Türkiye bu tür bir kudret gösterisiyle 'oyunu bozan' olabilir ama 'oyun kurucu' olamaz. Suriye'deki mevcut dengeler buna izin vermez. Bütün göstergeler ortada koşullu bir sarı ışığa işaret ediyor. Müdahale büyür ve bu bölgedeki diğer aktörlerin planlarına dokunursa Türkiye'nin önüne katmanlı badireler çıkabilir. "Zor oyunu bozar" diyenler nedense zorun getirdiği sükûnetin barış olmadığını söylemezler. Başından itibaren yok etmek yerine Kürtleri3 kazanma cihetine gidilseydi ortaya çıkacak sonuç Türkiye'nin hem iç hem dış politikasına anlamlı bir katma değer olarak girebilirdi.


https://www.bbc.com/turkce/haberler-turkiye-42764702

***************