Yaşar Büyükanıt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
Yaşar Büyükanıt etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

3 Kasım 2018 Cumartesi

Atatürkçülerin Stratejisi: Ordu-Millet Birlikteliği

Atatürkçülerin Stratejisi: Ordu-Millet Birlikteliği 


Kaya Ataberk

 Emekli Subayların Yargılanması ve “Vicdani Red” Kampanyası

Subaylara ve emekli subaylara yönelik yolsuzluk ve çete iddiaları son derece süratlendirilerek Ordu’nun millet gözündeki saygınlığının ortadan kaldırılmasını amaçlayan bilinçli bir karalama kampanyasına girişilmiştir. Aralık 2004’te Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı Oramiral İlhami Erdil hakkında açılan yolsuzluk davası da bu sürecin en önde gelen oyunu olmuştu. Böylelikle Kuvvet Komutanlarının yargılanmasının da normalleştirilmesi hedefleniyordu. 

 Diğer taraftan Ordu’nun siyaset tarafından denetlenmesi adına askeri harcamaların Meclis kontrolüne verilmesi gündeme getirilmektedir. AKP’nin hakim olduğu bir Meclis’in Ordu’yu ne hale getireceğini bir düşünelim. Bu aynı zamanda Ordu’yu Milli Savunma Bakanlığı’na bağlama planının da bir adımı olmuştu. Diğer taraftan, Ordu’nun normal bir şekilde işbirlikçilere, Şeriatçılara, bölücülere karşı yaptığı istihbarat faaliyetleri fişleme adı altında fırtınalara neden olmaktadır. 

 Bir diğer kampanya da özellikle Perihan Mağden gibi isimler eliyle tezgahlanan “vicdani red” olayıdır. Planın bu kısmı daha çok 2005 yılı Ağustos ayından sonra ortaya atılmıştır.  

 Bu kampanyayla da Türk halkının askerlikten ve Ordu’dan uzak durmasının önü açılmaya çalışılmaktadır. Toplumsal yaşantının dışladığı marjinal kişilerin ve sömürge aydınlarının aktör olarak kullanıldığı kampanya, Ordu-millet birlikteliğini baltalamaya yönelmektedir. Ordu’nun askere alma yetkisinin ortadan kaldırılmasını hedeflemektedir.

 Kasım 2005’e gelindiğinde ise Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin hazırlanması ve basına sızdırılmasıyla bir fırtına kopartılmıştır. “Gizli Anayasa” olarak lanse edilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGBS) Ordu’nun temel doktrinidir. Demokrasinin çöküşü olarak gösterilen MGSB’nin içeriğine bakıldığı zaman ana maddelerinin irtica, bölücülük ve teröre karşı mücadele, Yunanistan’ın 12 mil iddialarının savaş nedeni sayılması, tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek milletin korunması ve devrim kanunlarının ödünsüz uygulanması olduğunu görmekteyiz. Batıcı, Kürtçü ve Şeriatçı tüm çevreler belgenin varlığına bile saldırmışlardır. Belgeyi 2003’te MGK’nın işlevini yitirmesine rağmen hâlâ sivillere görev dayatması olarak suçlayan çevreler aslında Ordu’nun vatan savunmasına yönelik politika üretmesine karşı çıkmaktadırlar. 

 Ordu’ya ABD-İngiliz Modeli 

 Bir taraftan da Ordu’ya Amerikan-İngiliz modeli önerilmektedir. Buna göre Ege Ordu Komutanlığı ve kuvvet komutanlıkları kaldırılacak, 3. Ordu tasfiye edilecek, Savunma Bakanlığı’na Pentagon işlevi verilecektir. NATO dışında konumlanan Ege Ordu Komutanlığı’nın kaldırılmaya çalışılması Yunan yayılmacılığı karşısında Türkiye’nin elini kolunu bağlamayı hedeflemektedir. Bunun yanı sıra planın özü, Jandarma’nın da tasfiye edilerek tüm Ordu’nun Milli Savunma Bakanlığı’na yani AKP’ye bağlanarak tasfiye ve ardından terhis edilmesidir. 

 Aslına bakılırsa Türkiye’nin son yıllarında Ordu’nun etkisizleştirilmesi ve adım adım tasfiyesi itiraf edilse de edilmese de gündemin baş maddesiydi. Bu aşamaların tümü aslında hazırlık amacı taşımaktaydı. Artık sıra oyunun son perdesinin tezgahlanmasına gelmişti. Tüm adımlar önceden emperyalist merkezlerde ve Kürt-İslam çetelerinin karargahlarında planlandığı gibi atılmıştı ve artık nihai darbeyi indirmenin zamanı gelmişti.

 AKP, ABD ve AB’nin Ordu’yu Tasfiye Planı 

Türkiye’nin yeniden Sevr koşullarına sürüklenmesi artık toplumun geniş kesimleri tarafından bir paranoya olarak değil, somut ve yakın bir tehdit olarak algılanıyor. Emperyalizm, bölücüler ve Şeriatçılar tarafından kurulan tezgah karşısında örgütlenmek ve direnmek tüm ulusal kuvvetlerin ve devrimcilerin görevidir. Türk düşmanı cephe çok iyi bilmektedir ki Türkiye’de bölünmenin, Şeriatın ve işbirlikçiliğin karşısında konumlanan güçlerin başında Türk Ordusu gelmektedir. Bugün Türkiye bölünecekse, Tayyip Erdoğan Cumhurbaşkanı ve ardından halife olacaksa, Sevr planı yeniden uygulamaya geçirilecekse, Türk Ordusu gücünü ve varlığını koruduğu sürece bu iş çok da kolay olmayacaktır. Vatan savunması tüm Türklerin ortak görevidir ancak bu savunmanın silahlı boyutunu gerçekleştirecek olan da Türk milletinin silahlı kuvvetleridir. Bu nedenle Batının ve ajanlarının tüm saldırılarının hedefinde Türk Ordusu yer almaktadır ve gene bu nedenle Türk milletini ve vatanını savunacak bir devrimci strateji çizilirken savunulması gereken en önemli mevzi Türk Ordusu olmalıdır. Vatan tehlikededir ve işin daha da kötüsü vatanı korumakla görevli kuvvet de tehlikededir. 

3 Ağustos 2002’den günümüze kadar yaşadığımız sürecin temel bileşenleri Türkiye’de ulus-devletin tasfiyesi ve Ordu’nun belirli aşamalardan geçirilerek terhis edilmesidir. Bu konuda ABD ve AB’nin ortak kararı vardır. Her iki emperyalist güç de bölgede güçlü ulus-devletler ve ulusal ordular istememektedir. Bunun en önemli ve en güçlü örneği de Türkiye’de bulunmaktadır. Türkiye sömürgeleştirilmek istenmektedir. Bunu yapabilmek içinse Türk milletinin kendisini koruyacak esas refleksleri veren kurumların tasfiyesi, sömürgeci güçler açısından ilk şart olmaktadır. 

Burada bu işin yerli işbirlikçileri olarak bölücüler ve Şeriatçılar devreye girmektedir. Bunlar Kürt devletini ve Şeriat devletini kurabilmeleri için Türk devletinin ve özellikle de Ordusunun tasfiye edilmesinin temel zorunluluk olduğunun farkındadırlar. Bunların tüm siyasal doğrultuları emperyalizminkilerle bire bir çakışmaktadır. Artık Türkiye öyle bir noktaya gelmiştir ki Ordu devleti ve milleti korumak temel görevlerini yerine getirebilmek için ilk olarak aslında kendisine yönelik bu tehlikeyi bertaraf etmek zorundadır. Ancak maalesef, halen Ordu düşmanı cephenin kafasının daha net olduğu acı bir gerçekliktir. 

AB temsilcisi Kretschmer, Soros paralarıyla hazırlanan TESEV Almanağı’nı tanıtırken “Silahlı Kuvvetler üzerinde sivil kontrol, Türkiye’nin AB sürecinde kilit rol. Asker, hemen her konuda konuşuyor, bunun da halk üzerinde büyük etkisi oluyor.” demektedir. Emperyalistler Ordu’nun milletle olan bağının kuvvetini de görmektedirler. İlk olarak yaptıkları işlerden biri de bu bağı çözmeye çalışmak olmaktadır. Ancak olayın şu anki noktasına gelmesi bir anda olmamıştır. Sürecin gelişi aslında AKP iktidarının ilk günlerinden bugüne ele alınmalıdır. 

 YAŞ Kararlarına Şerh ve Sivil MGK İle Operasyon Başlıyor 

AKP’nin 2002 yılının Kasım ayında iktidara gelmesinin hemen ardından toplanan Aralık ayı Yüksek Askeri Şurası’nda her zaman olduğu gibi irticai faaliyetlere katıldığı saptanan bir kısım TSK personelinin Ordu’dan ihracı kararı çıkartılmıştı. Tayyip Erdoğan henüz sabıkası dolayısıyla Başbakan olmadığı için Abdullah Gül bu makamı işgal ediyordu. 

YAŞ sonucunda alınan ihraç kararlarına Başbakan Abdullah Gül ve Milli Savunma Bakanı Vecdi Gönül muhalefet şerhi koyarak süreci tetiklediler. Bu bir anlamda 28 Şubat’tan beri Ordu’nun kararlı bir şekilde yürüttüğü irtica temizliğine bir tepkiydi ve artık kendilerinin iktidar olduklarının duyurusuydu. Ancak mesajın daha derin bir anlamı da vardı. AKP sadece 28 Şubat’la değil Türk Ordusu’nun tüm yapısıyla ve varlığıyla hesaplaşmaya girişmişti. Hedefte 28 Şubat’ın değil 19 Mayıs’ın rövanşını almak vardı. Ancak bunun anlaşılması hem Ordu hem de Atatürkçü kesimler açısından kolay olmayacaktı. 

Ağustos 2003’e gelindiğinde ise artık Tayyip Erdoğan Başbakandı ve şerh koyma sırası ondaydı. Bu sefer bir adım daha ileri gidilerek YAŞ kararlarının bilgi edinme ilkesi kapsamına alınması ve yargı denetimine açılmasının yolları aranmaktaydı. Böylelikle Ordu’nun iç işleyişinin felce uğratılması sağlanacaktı ve gerici sızmalara karşı mücadele edilmesi engellenmiş olacaktı. 

2003 yılında YAŞ’ın toplanmasının hemen öncesinde, MGK’nın yapısının değiştirilmesine yönelik plan da devreye sokulmuştur. ABD-AB-AKP ortak planının ana maddeleri MGK’nın Türkiye’nin siyasal durumu üzerindeki etkisinin ortadan kaldırılması üzerine kuruluydu. Öncelikle MGK’nın hiçbir icra yetkisi bırakılmayarak basit bir danışma kuruluna dönüşmesi sağlanacak, ardından da MGK Genel Sekreterinin AKP güdümünde bir sivil olması sağlanarak kurul tamamen işlevsizleştirilecekti. 

Temmuz 2003’te Abdullah Gül soruyordu: “MGK’nın icra yetkileri mi yoksa danışma niteliği mi olmalı? AB kriterlerine göre icra yetkisi olamaz. AB ülkelerinin hepsinde danışma niteliğindedir.” 

Cemil Çiçek ise; “Sanki her ay bir mahkeme kuruluyor, sivil kesim günah işlemiş gibi gidip hesap veriyor.” diyerek Türk askerinin karşısında duydukları suçluluk duygusu ve rahatsızlığı dile getiriyordu. 

Plan çok açıktı ancak bu plana direnilemedi. AB’nin 7. uyum paketinin kapsamında MGK Genel Sekreteri sivilleştirildi, toplantılar iki ayda bire düşürüldü ve MGK tamamen işlevsiz, göstermelik bir kuruma dönüştürüldü. 

Nisan 2004’te ise Silahlı Kuvvetler İç Hizmet Yasasının 35. maddesinin değiştirilmesi gündeme getirildi. Madde, Silahlı Kuvvetler’in görevini “…Türk yurdunu ve Anayasa ile tayin edilmiş olan Türkiye Cumhuriyeti’ni korumak ve kollamak” olarak tanımlıyordu. AKP’nin ve tüm işbirlikçi cephenin tezi ise bu maddenin kaldırılmasının darbeleri engelleyeceği idi. Aslında yapılmak istenense Ordu’nun ulus-devleti koruma ve vatan savunması misyonunun ortadan kaldırılmasıydı. Bu adımları takip edense geniş bir yıpratma kampanyası oldu. 

 Emekli Subayların Yargılanması ve “Vicdani Red” Kampanyası 

Subaylara ve emekli subaylara yönelik yolsuzluk ve çete iddiaları son derece süratlendirilerek Ordu’nun millet gözündeki saygınlığının ortadan kaldırılmasını amaçlayan bilinçli bir karalama kampanyasına girişilmiştir. Aralık 2004’te Deniz Kuvvetleri Eski Komutanı Oramiral İlhami Erdil hakkında açılan yolsuzluk davası da bu sürecin en önde gelen oyunu olmuştu. Böylelikle Kuvvet Komutanlarının yargılanmasının da normalleştirilmesi hedefleniyordu. 

Diğer taraftan Ordu’nun siyaset tarafından denetlenmesi adına askeri harcamaların Meclis kontrolüne verilmesi gündeme getirilmektedir. AKP’nin hakim olduğu bir Meclis’in Ordu’yu ne hale getireceğini bir düşünelim. Bu aynı zamanda Ordu’yu Milli Savunma Bakanlığı’na bağlama planının da bir adımı olmuştu. Diğer taraftan, Ordu’nun normal bir şekilde işbirlikçilere, Şeriatçılara, bölücülere karşı yaptığı istihbarat faaliyetleri fişleme adı altında fırtınalara neden olmaktadır. 

Bir diğer kampanya da özellikle Perihan Mağden gibi isimler eliyle tezgahlanan “vicdani red” olayıdır. Planın bu kısmı daha çok 2005 yılı Ağustos ayından sonra ortaya atılmıştır. Bu kampanyayla da Türk halkının askerlikten ve Ordu’dan uzak durmasının önü açılmaya çalışılmaktadır. Toplumsal yaşantının dışladığı marjinal kişilerin ve sömürge aydınlarının aktör olarak kullanıldığı kampanya, Ordu-millet birlikteliğini baltalamaya yönelmektedir. Ordu’nun askere alma yetkisinin ortadan kaldırılmasını hedeflemektedir. 

Kasım 2005’e gelindiğinde ise Milli Güvenlik Siyaset Belgesi’nin hazırlanması ve basına sızdırılmasıyla bir fırtına kopartılmıştır. “Gizli Anayasa” olarak lanse edilen Milli Güvenlik Siyaset Belgesi (MGBS) Ordu’nun temel doktrinidir. Demokrasinin çöküşü olarak gösterilen MGSB’nin içeriğine bakıldığı zaman ana maddelerinin irtica, bölücülük ve teröre karşı mücadele, Yunanistan’ın 12 mil iddialarının savaş nedeni sayılması, tek devlet, tek ulus, tek bayrak, tek milletin korunması ve devrim kanunlarının ödünsüz uygulanması olduğunu görmekteyiz. Batıcı, Kürtçü ve Şeriatçı tüm çevreler belgenin varlığına bile saldırmışlardır. Belgeyi 2003’te MGK’nın işlevini yitirmesine rağmen hâlâ sivillere görev dayatması olarak suçlayan çevreler aslında Ordu’nun vatan savunmasına yönelik politika üretmesine karşı çıkmaktadırlar. 

 Ordu’ya ABD-İngiliz Modeli 

Bir taraftan da Ordu’ya Amerikan-İngiliz modeli önerilmektedir. Buna göre Ege Ordu Komutanlığı ve kuvvet komutanlıkları kaldırılacak, 3. Ordu tasfiye edilecek, Savunma Bakanlığı’na Pentagon işlevi verilecektir. NATO dışında konumlanan Ege Ordu Komutanlığı’nın kaldırılmaya çalışılması Yunan yayılmacılığı karşısında Türkiye’nin elini kolunu bağlamayı hedeflemektedir. Bunun yanı sıra planın özü, Jandarma’nın da tasfiye edilerek tüm Ordu’nun Milli Savunma Bakanlığı’na yani AKP’ye bağlanarak tasfiye ve ardından terhis edilmesidir. 

Aslına bakılırsa Türkiye’nin son yıllarında Ordu’nun etkisizleştirilmesi ve adım adım tasfiyesi itiraf edilse de edilmese de gündemin baş maddesiydi. Bu aşamaların tümü aslında hazırlık amacı taşımaktaydı. Artık sıra oyunun son perdesinin tezgahlanmasına gelmişti. Tüm adımlar önceden emperyalist merkezlerde ve Kürt-İslam çetelerinin karargahlarında planlandığı gibi atılmıştı ve artık nihai darbeyi indirmenin zamanı gelmişti. 

 Tasfiye Operasyonunun Son Kilometre Taşları: Şemdinli, Danıştay ve Atabeyler 

Son yaşanan olaylar içinde üç tanesi özellikle ayrı bir önem taşımaktadır. ABD ve AB’nin Ordu’yu pasifize etme çabaları, Özkök’ün Genelkurmay Başkanlığının dağıtıcı etkileri ve satılık kalemlerin, sömürge aydınlarının rutin karşı propagandasının ötesinde bir tasfiye operasyonu başlatılmıştır. 

Bunun ilk perdesi Şemdinli’de sahneye konulmuştur. Şemdinli’de PKK’lı Seferi Yılmaz’ın Umut Kitabevi’nin bombalanması olayı tezgahlanmış, bir anda tüm ilçe halkı sokaklara dökülerek iki astsubayımızı linç etmek istemiş ve bir çeşit ayaklanma denemesi ortaya konmuştur. Olayın gelişiminin ve sonrasında yaşananların gösterdiği tek şey olayın PKK-AKP ve Fethullahçı istihbaratçılar eliyle düzenlenmiş bir provokasyon olduğuydu. Astsubaylar JİTEM elemanı olmakla ve kitabevini bombalamakla suçlanırken, Org. Yaşar Büyükanıt askerlerine sahip çıkan açıklamalarda bulunmuştu. Ardından Şemdinli olaylarıyla ilgili olarak Van Cumhuriyet Başsavcısı Ferhat Sarıkaya’nın hazırladığı iddianamede Türkiye tarihinde uzunca bir aradan sonra ilk kez bir kuvvet komutanının çete kurmakla suçlandığı görülecekti. 

Olayın son olarak varacağı noktanın Org. Büyükanıt ve PKK’yla savaşmış diğer komutanların savaş suçlusu olarak yargılanacağı bir ortamın yaratılması olacağı görünüyordu. Türk komutanları adeta Miloseviç durumuna düşürülmek isteniyordu. Olayın bu şekilde Org. Büyükanıt’a ulaştırılmasıyla “ulusalcı” kesimlerin aklı başına gelebilecekti. 

Ancak tezgah Şemdinli’yle de sınırlı kalmadı. Şemdinli’den sonuç alamayan Kürt-İslam kadrosu bir yeni denemeyi Danıştay baskınıyla gerçekleştirmeye çalıştı. Bu sefer bir taşla birkaç kuş birden vurulmaya çalışılıyordu. Danıştay olayıyla ilk olarak cumhuriyetçi, laik tüm ulus-devlet kurumlarına gözdağı verilmek istenmiştir. Olayı gerçekleştiren Kürt-İslamcı militan Alparslan Aslan’ın bu iş için özel olarak yetiştirilmiş ve görevlendirilmiş olduğu olayın akışı içerisinde daha iyi anlaşılmıştır. 

Ancak, tertipçilerin tek amacı bu değildir. AKP’li bakanlar olayın hemen ertesinde yaptıkları açıklamalarda emekli yüzbaşı Muzaffer Tekin’in olayın azmettiricisi olduğunu ve baskını gerçekleştirenlerin “ulusalcı bir çete” olduğunu duyurdular. Gözaltına alınan Tekin için tutuklama kararı çıkarılmadığı gibi daha sonra olay hakkında hazırlanan iddianamede adı bile geçmeyecekti. 

Plan bu noktadan sonra iki amaca yöneliyordu. Muzaffer Tekin, hem emekli bir subay olarak hem de milliyetçi, Atatürkçü bir Türk vatandaşı olarak belirli kesimlere saldırmanın ara aşaması olarak değerlendirilmek isteniyordu. Bir taraftan ulusal güçler toplumun gözünde tecrit edilmek istenirken diğer taraftan da Tekin’in emekli bir subay oluşu dolayısıyla olay yeniden “derin devlet” tartışmalarına vardırılarak Org. Büyükanıt’ın Genel Kurmay Başkanlığının zora gireceği bir ortam yaratılmak isteniyordu. 

Son olarak oynanan kart ise Ordu’nun kendi flaması, marşı olan bir özel birliğine Kürt-İslamcı istihbaratçıların tezgahladığı baskınla ortaya çıkan “Atabeyler Çetesi” olayı oldu. Tüm Ordu düşmanı cephe yeniden “Jandarma tasfiye edilsin, derin devlet açığa çıkarılsın” çığlıkları atmaya başladı. 

Tüm bu tezgahlar boşa çıkmış durumdadır. Ama şimdilik... AKP’nin başını çektiği Kürt-İslam cephesi ve onların Batılı efendileri, bir süreliğine tezgahlarını durdurdular. Ancak bu işin burada biteceğini düşünmek saflık olur. Yaşanan olayı sadece Org. Büyükanıt’ı engelleme tezgahı olarak ele almak da yetersizdir. Yaşanan süreç aslına bakılırsa Ordu’nun tasfiye edilmesine yönelik kapsamlı bir darbe sürecidir ve darbe ancak geçici olarak savuşturulmuştur. 

Burada durup bir kez daha düşünelim. Eğer bu tezgah başarılı olsaydı ne durumda olacaktık? İlk başta Türk Ordusu, Kara Kuvvetleri Komutanı hapse atılmış bir durumda madden ve manen çökmüş olacaktı. Başta Jandarma olmak üzere TSK’nın tüm birimleri çete olarak adlandırılarak önce tasfiye ardından da terhis edilecekti. Ordu sahneden çekilirken PKK, ABD, AB, Fethullahçılar ve diğerleri artık kendi yazdıkları senaryonun finalini oynayacaklardı: Sevr, Hilafet, Kürt devleti, işgal... Tabii ki, tehlike geçmiş değildir. Son adım atılamadı ama diğer tüm adımlar başarılı olarak tamamlanmıştır ve uyanık olmak gerekmektedir. 

“Ordu Göreve”nin Anlamı 

Bir dönem çok saldırılan “Ordu göreve” çağrısının anlamı da burada daha iyi ortaya çıkmaktadır. Aslında burada Ordu’ya bir darbe çağrısı değil, Ordu’nun kendisine yönelecek Amerikancı, Şeriatçı, Kürtçü darbeyi engellenmesi çağrısı yapılmaktaydı. Ordu ancak bunu engelleyebilirse Türk milletine karşı esas görevi olan vatan savunmasını yerine getirebilecekti. Ancak bunun engellendiği bir Türkiye’de gelinen nokta Danıştay, Şemdinli, Atabeyler, gibi tezgahlarla Ordu’ya darbenin başarılı olmasına ramak kalınacak bir yer olmuştur. 

Ordu göreve” çağrısını antidemokratik bulan çevrelerin de akılları ancak iş Org. Yaşar Büyükanıt’a kadar vardırılınca başlarına gelebilmiştir. Bugün gelinen noktada bu tezgahları hazırlayan odakların aynı zamanda TESEV raporlarının da hazırlayıcısı olan kesimler olduğu iyiden iyiye ortaya çıkmaktadır. Org. Büyükanıt’ın Harp Akademisi konuşmasında özellikle gönderme yapılan Emniyet içerisindeki Kürt-İslamcı-Fethullahçı yapılanmanın rolü ortadadır. Bu ekip tüm planlarını Org. Büyükanıt’ın Genel Kurmay Başkanlığının engellenmesi üzerine kurmuştu. Ancak tüm çabalara rağmen amaçlarına ulaşamadılar ve Büyükanıt dönemi açıldı. 

Bu noktada hem Türk devrimcileri açısından hem de başta Ordu olmak üzere ulus-devlet kurumları açısından bir karar aşamasına gelindiği ortadadır. Ordu ya kendisinden başlayarak tüm ulusal güçlerin tasfiyesini izleyecektir ya da buna dur diyecek önlemleri alacaktır. Atatürkçü halk güçleri açısından da aynı karar verilmelidir. Ya Ordu’nun tasfiye edilmesine seyirci kalınacak ve ardından gelecek bölünme, parçalanma ve Hilafet karşısında hiçbir şey yapılamayacak noktaya gerilenecek ya da Ordu’ya tam destek çıkarak emperyalist-gerici-bölücü tasfiye planı boşa çıkartılacaktır. 

 Özellikle Ordu açısından gelinen nokta, Org. Yaşar Büyükanıt’ın Genel Kurmay Başkanı olmasıyla beraber iyiden iyiye kendini belli etmeye başladı. Hilmi Özkök dönemi ile yeni dönem arasında belirgin farklılıklar olduğu daha komutanların ilk açıklamalarıyla ortaya çıkmış bulunuyor. İlk olarak Kuvvet Komutanlarının gericiliğe, PKK’ya ve AB’ye verdikleri sert mesajların ardından Org. Büyükanıt artık sessiz kalmayacaklarını, Ordu’ya saldıran kesimlerden hesap soracaklarını açıkladı. Böylece Ordu ile gericilik, bölücülük ve genel olarak siyaset kurumu arasındaki çelişkiler kızıştı. 

Org. Büyükanıt’a karşı Tayyip Erdoğan ve Bülent Arınç, Türkiye’de gericiliğin olmadığı yönünde bir çıkış yaptılar ama Harp Akademileri’nin açılışında yaptığı konuşmada Org. Büyükanıt; bu noktada ısrarcı olduğunu şu sözlerle belirtti: “Cumhuriyeti korumak siyaset değil, görevdir. İrtica tehlikesi vardır ve önlem alınmalıdır.” Bu durum aslında Yüksek Askeri Şura’da bazı askeri personelin ilk kez “irticai faaliyet” nedeni açıkça belirtilerek uzaklaştırılmalarından da anlaşılmıştı. Ancak gerici siyaset ile Ordu arasında durumun bir gerginliğe dönüşmesi farklı bir tartışma da yaratmış oldu. 

Tabii ki iş burada da bitmemiştir. PKK’nın İmralı’dan aldığı direktifle “ateşkes” ilan etmesinin ardından Tayyip Erdoğan ve DYP lideri Ağar’ın ateşkes yapılmasını savunmaları, Ordu’nun tepkisini daha da fazla çekti. Org. Büyükanıt, Ağar’ı çok sert bir dille eleştirerek Ordu-siyaset tartışmasını bir kez daha gündeme getirdi. Ordu düşmanı Batıcılar, Kürtçüler, Şeriatçılar Özköklü yılları daha şimdiden özlüyorlar. 

“Dört Yıllık Suskunluğun Sonu” 

Önceki Genel Kurmay Başkanlarımızdan Org. Hüseyin Kıvrıkoğlu yaşanan süreci açık olarak şöyle tanımlamıştır: “Dört yıllık suskunluğun sonu.” Gerçekten de Türkiye Cumhuriyeti, tarihinin en ağır yıllarını yaşadığı bu son süreçte, Hilmi Özkök’ün Türk Silahlı Kuvvetleri’nin başında bulunması gibi çok önemli bir handikapla karşı karşıya kalmıştı. Tüm yaşananların karşısında Özkök susmayı tercih etmiş, hatta konuşmak isteyen başka komutanları da Ordu adına konuşmaya sadece kendisinin yetkili olduğunu söyleyerek engellemeye çalışmıştı. Ordu’nun geneli Türkiye’nin içine sokulduğu gericileşme ve parçalanma sürecinden rahatsız olup, görevini yapmak isterken Özkök bu duruma sebep olanlarla değil buna engel olmak isteyenlerle sorun yaşamıştır, onları durdurmaya çalışmıştır. Bu yaptıklarıyla, daha doğrusu bir Türk Komutanı olarak yapması gerektiği halde yapmadıklarıyla da, arkasından gidişine ağlayan bir kitle bırakmıştır. 

İlk kez ikinci cumhuriyetçilerden Şeriatçılara, bölücülerden komprador solculara kadar geniş bir ihanet yelpazesinin bir Genel Kurmay Başkanı’nın gidişine bu kadar üzüldüğüne ve arkasından ağıtlar yaktığına şahit olduk. Bu Özkök açısından o kadar büyük bir “başarı”dır ki o daha gider gitmez aynı hainler yeni gelen komuta kademesine karşı eskisinden de beter bir düşmanlığa devam etmektedirler. Buradan da anlaşılan şudur ki, ne Ordu değişmiştir ne de Ordu düşmanlarının bakış açısı. Özkök kendi bireysel sempatizan kitlesini gericilerden, bölücülerden, AB temsilcilerinden yaratmış bulunmaktadır. Bunun bir Türk askeri açısından ne kadar acı verici olması gerektiği ise asker ya da sivil tüm Türk milletinin malumudur. Özkök, açık bir şekilde tasfiye planının parçası olmuştur. 

Aslına bakılırsa Cumhuriyet tarihi boyunca en Amerikancı yönetimlerin Ordu’da üst kademelere geldiği dönemlerde bile Ordu belirli noktalarda gene de tepki verebilmiştir. Bu genel olarak asker ile komprador siyaset kurumu arasında var olan derin çelişkinin kişilere ve dönemlere bağlı olmaksızın etkisini göstermesinden kaynaklanmaktadır. Özkök ise Kenan Evren’in bile yapmayacağı kadar bu komprador siyaset kurumuyla içli dışlı olmuş ve özel seçilmiş bir isim olduğunu her fırsatta belli ederek Şeriatçılarla ve bölücülerle iyi geçinmiştir. Özellikle AKP’nin Ordu’yu susturma isteğini gönüllü kabullenerek aslında verebileceği en büyük zararı vermiştir. Özkök, askerin en etkin olması gereken dönemde Ordu’yu suskunluğa mahkum ederek, pasifleştirme, susturma, tasfiye planının Ordu’nun en tepesinden uygulayıcısı oldu. 

Hilmi Özkök’e, AKP hükümeti ile aralarının nasıl olduğunu soran gazetecilerin aldığı cevap gerçekten bu dönemi en iyi özetleyen sözler olmuştu. Özkök, AKP ile kendisi arasındaki uyumu “şiir gibi” diye tanımlamıştı. Türkiye’de ulus-devletin her alanda geri adım attığı, PKK’nın hem siyasallaşıp hem terörü artırdığı, Kuzey Irak’ta aşiret çapulcularının fiili olarak devlet kurduğu, Türkmenleri katlettiği yıllarda Özkök Genel Kurmay Başkanıydı. 

Türk Ordusu’nun tasfiyesini kendi gerici amaçlarına ulaşmak için temel strateji olarak belirlemiş olan AKP hükümeti bu uğurda ABD ve AB emperyalizmi ile elinden gelen her türlü işbirliğini yapıyordu. Acıdır ki bu yıllar, Türk Ordusu’nun başında bulunan Özkök tarafından bu kadar olumlu değerlendirilmiştir. 

Bugün geriye dönüp bu uyuma daha yakından baktığımızda aslında her şeyin başlangıcının 3 Ağustos 2002 tarihinde olduğunu görmekteyiz. Bu tarihte DSP-MHP-ANAP koalisyonu turuncu devrimlerin ilk örneklerinden birini sergileyecek şekilde AB-TÜSİAD-Aydın Doğan eliyle devrildiğinde Türkiye’nin bir darbe süreciyle karşı karşıya olduğunu, bu darbenin muhakkak durdurulması gerektiğini, artık emperyalizmin kendisine daha işbirlikçi bir iktidar aradığını ve bunun engellenmesinin en önemli ödev olduğunu belirtmiştik. Ama darbeyi ancak bir “darbe”nin engelleyebileceği gerçeği görmezden gelinerek AKP’nin önü açılmıştır. AB uyum yasaları birer birer geçerken hem CHP hem de Ordu süreci izlemiştir. Duruma ABD’nin hakim olmasıyla AKP iktidara gelmiştir. Ardından Erdoğan’ın Başbakan yapılmasına da tüm bu güçler tarafından seyirci kalınmıştır. 

Bugün darbelere karşı çok “demokrat komutan” olarak nitelenen Özkök’ün şiir gibi uyumu ise bundan biraz daha önce ve aslında AKP icraatlarının da garantisi olarak başlamıştır. Hilmi Özkök’ün Genel Kurmay Başkanlığı kesindir ve biz o gün için bilmesek de AKP de bu nedenle kendinden emindir. Çünkü şu onlar tarafından çok iyi bilinmektedir ki karşılarındaki isim bir Doğan Güreş hatta bir Kenan Evren dahi değildir. 

 Doğrudur, gerçekten de zaman zaman Amerikancı generaller Türkiye’de Şeriatçılığın güçlenmesi için ellerinden geleni yapmaktan geri durmamışlardır. Aslına bakarsanız Türkiye’nin bu noktaya kadar gerilemesinde bunun çok ciddi bir payı vardır. Ancak Şeriatçılar ilk defa karşılarında her dediklerini yapacak bir general bulmaktadırlar. Kenan Evren bile en fazla Şeriatçıları güçlendirerek, sola karşı destekleyerek onlara yardımcı olmuştur. Özkök ise açık bir şekilde onlara AKP hükümeti nezdinde tabi olarak hem Şeriatçılara hem ABD’ye hem de PKK’ya artık her şeyi rahat rahat yapabilecekleri bir ülke sunmuştur. 

Burada Özkök’ün ABD’den çekinen ya da ABD’ye hayran olan, bu nedenlerle de ona dayanarak siyaset güden klasik bir Amerikancı olmadığı ortaya çıkmaktadır. Burada daha derin bir angajmanın kokusu vardır. Özkök doğrudan doğruya Şeriatçıların, Fethullahçıların örgütlediği ve AKP iktidarının gelişinin hazırlayıcısı ve daha sonra da koruyucusu olarak Genel Kurmay Başkanlığına kadar yükseltilmiş bir isimdir. Son yıllarda yaşadığımız tüm olumsuzlukların altında da bu gerçeklik tüm ağırlığıyla yatmaktadır. 

Burada farklı bir misyon vardır: Özkök eliyle hem Türk Ordusu’nun onuru kırılmış, mücadele gücü çok zayıflatılmıştır, hem de Ordu ile millet arasındaki bağın kopartılması amacında büyük yol kat edilmiştir. 

2002 Ağustosunun sonunda artık Hilmi Özkök Genel Kurmay Başkanıdır ve bir çok şeyin değiştiği zamanla daha iyi anlaşılacaktır. Artık gerçekten de dört yıl boyunca AKP çok rahat bir şekilde at oynatacak ve Ordu da bu durum karşısında sessiz ve pasif kalacaktır. Ordu’nun pasif kalması ve susması ise kendi tasfiyesine karşı bir şey yapamaması acizliği anlamına gelmektedir. Türk düşmanı tüm güçler aynı zamanda Ordu düşmanıdır ve bu atalet bilinçli bir şekilde onlara hizmet etmek demektir. 

 AKP İktidarı ve Özkök 

AKP’nin ilk icraatı Kıbrıs’ta Milli Davayı AB’ye satması olmuştu. Vatan toprağından ilk Kıbrıs’ta taviz verilirken tüm gözler askerdeydi. Hilmi Özkök, Türk ulusunun beklediğinin tam tersini yaparak Kıbrıs’ta Türk varlığını sona erdirecek Annan Planının olumluluğunu anlatan bir konuşmayla tüm dengeleri alt üst etti. Böylece hem halkın morali bozulmuş hem de Denktaş davasında sahipsiz ve çıkışsız kalmıştı. Sonuç olarak da Türkiye’nin Batı ile ilk karşı karşıya geldiği bir Milli Dava kaybedilmiştir. Bunda Hilmi Özkök’ün rolü büyüktür. 

İkinci büyük hata Kuzey Irak’ta yapılmıştır. ABD, Irak’a saldırmadan önce Türkiye’nin Kuzey Irak’a yapacağı bir operasyonla hem PKK’yı hem de Barzani-Talabani’ye bağlı aşiretleri ezerek ABD’nin saldırı dayanağını ortadan kaldırabileceği bir durum söz konusuydu. Ancak bu dönemde de seyirci kalınmıştır. Sık sık Türkiye’nin kırmızı çizgilerinden bahsedilmiş ama Musul-Kerkük gözlerimizin önünde etnik temizliğe tabi tutulmuştur. Fiili olarak Kürt devleti kurulmuştur. Kırmızı çizgilerimizden geriye hiçbir şey kalmazken, Süleymaniye’de Türk özel kuvvetlerine bağlı bir birliğin ABD-peşmerge operasyonuyla başına çuval geçirilerek gözaltına alınması durumun vehametini simgeleyen bir olay olmuştur. 

Tüm bu olaylarda emperyalistlerin stratejik adımlarının yanında, Türk Ordusu’nun Türk halkının gözündeki güvenilirliğinin zedelenmesi ve Ordu’nun kendine güveninin kırılması hesapları da yatmaktadır. Halkın güvenini kaybetmiş bir Ordu’nun kendisine güvenmesi de bölünmeye, Şeriatçı yükselişe karşı çıkması da mümkün olmayacaktır. Maalesef, emperyalist-bölücü-gerici plan bu noktada Özkök’ün yardımlarıyla önemli adımlar atmıştır. 

Irak saldırısı sırasında Özkök bir açıklama yaparak, Türkiye için olabilecek en kötü ihtimali ABD ile karşı karşıya gelmek olarak belirtmişti. Aslında bu eşyanın tabiatına aykırı bir tespitti. ABD bir emperyalist olarak gayet doğal bir şekilde Türkiye’nin zaten karşısındaydı. Tabii bu tespit çok teorik düzlemde bulunabilir ama kısa ve orta vadeli stratejiler açısından da ABD’nin en önemli planının Irak’ın kuzeyinden tetiklediği bir Kürt devletini Türkiye, İran ve Suriye aleyhine genişleterek bölgede kendisine ikinci bir İsrail yaratmak olduğu ortadadır. Diğer taraftan da ABD, halen Lozan’ı imzalamamış bir ülke olarak Türkiye’nin karşısındadır. Dolayısıyla en kötü seçenekten kaçınmak aslında tamamen çıkışsızdır ve strateji olmayan bir stratejidir. 

Özkök gerçekten de Türkiye’yi stratejisiz ve politikasız bırakmıştır. ABD’nin bir saldırı stratejisi vardır, AB’nin bir parçalama stratejisi vardır, AKP’nin bir işbirlikçilik stratejisi bile vardır ama Türk Ordusu’nun eninde sonunda olacak Türk-ABD çatışmasından kaçınmaya çalışmak dışında bir seçeneği yoktur! 

Ama korkunun ecele faydası yoktur ve bu en kötü durumla yüzleşmek dışındaki tüm planlar yanlıştır. ABD’nin işine yaramaktadır. Özkök, Türkiye’yi bu çıkışsızlığın içine itmiştir ve maalesef bu durum bugün de benzer şekilde sürüp gitmektedir. İleride de değineceğimiz gibi ABD’ye tavır almaktan kaçınmak halen en büyük sorundur. 

Peki, Özkök’ün varlığının AKP açısından anlamı neydi? 

“Demokrat Komutan” AKP Faşizminin Desteği Oldu 

Bugün arkasından ağıtlar yakılan “demokrat komutan” Özkök’ün Türk Ordusu’nu böyle kritik bir dönemde atıl bırakması aslında AKP’nin Türk ulusu üzerinde kurduğu gerici tahakkümün önünü en çok açan avantajı oldu. Ordu’nun bir müdahalesinden bahsetmiyoruz. Ordu’nun AKP’nin gerici-bölücü politikalarının karşısında konumlandığının bilinmesi bile tüm dengelerin daha farklı şekillenmesine neden olabilirdi. Ancak bunun tersinin gerçekleşmesi ve Özkök’ün çizdiği uyum tablosu, AKP gericiliğinin faşist bir diktatörlük kadar rahat davranmasına neden oldu. 

DP faşizminin destekçisi Rüştü Erdelhun Paşa’nın rolünü dört yıl boyunca AKP ile beraber Özkök oynamıştır. Ancak belki de Erdelhun sadece kendisini düşünmesine rağmen Özkök, AKP’yi de düşünmektedir. AKP’ye, gericilere, ikinci cumhuriyetçilere, bölücülere bu kadar sempatik gelen bir komutan daha olmamıştır. Tüm dönem boyunca AKP diktatörce çalışmış, tüm devlet kurumlarında örgütlenmiş, kadrolaşmış, irticai faaliyet 28 Şubat öncesine dönmüştür. Buna müdahale eden Danıştay gibi kurumlar da kurşunlanarak susturulmak istenmiştir. Bu ortam yaşanırken, AB ve ABD’nin sömürge aydınlarının, Şeriatçı gazetelerin yazdıkları aslında bir Türk askeri için dehşet vericidir. 

Gülay Göktürk, Org. Büyükanıt’ı değerlendirirken; “Özkök’ü çok özleyeceğimiz daha şimdiden anlaşılıyor.” demektedir. Oral Çalışlar “Hilmi Özkök’ün demokrasi kültürü, sivil yaklaşımı bana çok sıcak geliyor.” diyerek onu yere göğe sığdıramamaktadır. Zaman gazetesi yazarları da yaklaşık aynı sıcak duygular içindedir. Bülent Korucu, “Genel Kurmay Başkanı yapmadıkları için hedef seçildi. TSK’yı anamuhalefet partisi haline getirmek isteyenlerin heveslerini boşa çıkardığı için… ‘Ordu göreve’ pankartlarının dolduruşuna gelmediği için saygısızlığa muhatap oldu.” derken; Tamer Korkmaz, “En büyük kabahati demokrat olmaktı.” demektedir. 

AKP’nin gazetesi Yeni Şafak yazarı Mehmet Ocaktan; “Özkök statükocular için zararlı bir paşaydı.” değerlendirmesini yaparken CHP Hakkari Milletvekili Esat Canan ise “Genel Kurmay Başkanları her zaman hükümetin arkasında, sivil otoritenin arkasında olmalıdır. Bu geleneğin ilk adımını Sayın Özkök attı.” diyordu. Bu demokrasi havarisi kadroya baktığımız zaman iki eski Maocu yeni liberal, iki Fethullahçı, bir AKP’li gazeteci, bir de her gün Roj TV’de konuşan, CHP’liden çok DTP’liye benzeyen bir zavallı görüyoruz. 

Batıcı, dinci, Kürtçü “demokratlık” Özkök’ün arkasındadır. Ancak bu “demokratlık” gerici-bölücü parlamenter faşizmin tablosudur. AKP bu sistemin isteklerini yerine getiremediği zamanlarda ise “demokrat komutan”ın adı Amerikancı darbe senaryolarında geçmeye başlayıvermiştir bir anda. Tüm bu destekçilerin karakterleri ve ABD’ye hizmet konusunda gerçekleştirilen kıvrak manevralar Özkök’ün hem ABD hem de Fethullahçılar ve Şeriatçılar için ne kadar “özel” bir isim olduğunun kanıtıdır. 

Ama halk bu masalların uzağındadır. Hiçbir şeyi anlamadığı varsayılan halk, bröveden Atatürk çıkarıldığı zaman tüm tepkisini bir anda ortaya koymuştur. 

Aslında bu olayın simgeselliği çok önemlidir. Atatürk, bröveden değil Türk milletinin kalbinden sökülmek istenmiştir. Ancak Ordu düşmanı cephenin tüm çabalarına rağmen tam başarılı olamadığı Büyükanıt’ın Genel Kurmay Başkanı olmasıyla anlaşılmış oldu. 

 Büyükanıt Dönemi ve “Ne Olacak?” 

Büyükanıt döneminin açılmasıyla beraber sadece Genel Kurmay Başkanı açısından, değil tüm Kuvvet Komutanları açısından da suskunluğun gerçekten bozulduğu görülüyor. Büyükanıt ve diğer komutanlar bilinçli ve organize bir şekilde az çok aynı noktaların üzerine vurgu yaparak önemli bir çıkış gerçekleştirmiş bulunuyorlar. 

 Özellikle Kara Kuvvetleri Komutanı Org. İlker Başbuğ’un konuşmasında çok net olarak verdiği mesaj Türk Silahlı Kuvvetleri’nin vatan savunması doktrininin ana bileşenleridir. Bu söylem teorik bir zemin oluşturmaktadır. Laik, üniter yapıda ulus-devletin savunulması gerçekten de hem Türk Ordusu’nun hem de tüm Atatürkçülerin ve devrimcilerin temel argümanı olmalıdır. Bu yapıya saldıran kesimi ele aldığımızda da ülke içinde AKP-PKK-“sömürge aydını” ittifakıyla, dışarıda ABD ve AB emperyalizmleri karşımıza çıkmaktadır. Bu noktada ise gene önemli bir handikap oluşmaktadır. Komutanlar gericiliğe, bölücülüğe karşı dört yıldır alınamayan net tavrı almaktadırlar. AKP iktidarının karşısında olduklarını ortaya koyarak Tayyip Erdoğan ve ekibinin işini zorlaştırmaktalar. 

AB karşısında da artık son derece net tavır alınmaktadır. AB tam açıklıkla Türkiye Cumhuriyeti’ni yıkmak isteyen politikasını ortaya koyduğu için AB’ye net tavır almak da kolay olmaktadır. Ancak aynı netliğin ABD karşısında gösterilememesi “en kötüden” yani ABD’yle karşı karşıya gelmekten kaçınma mantığının, daha doğrusu mantıksızlığının, Ordu’da halen etkili olduğunun göstergesidir. Oysa ABD de en az AB kadar kartlarını açık oynamaktadır. PKK’ya verdiği destek ortadadır, Barzani ve Talabani kukla devletlerini ABD eliyle yaşatmakta ve Türkiye’yi bu sayede tehdit etmektedirler. AKP iktidarının esas güç bulduğu odak ABD’dir ve ABD’ye tavır almamak ya da bulanık tavır almanın diğer tüm olumlu çıkışları da mahvedeceği bilinmelidir. ABD bu zaafın farkındadır ve Yasemin Çongar gibi maşalarının aracılığıyla Komutanlara “olumlu” mesajlar vererek durumu lehine çevirmeye çalışmaktadır. 

Bu kritik durumun yanında bir diğer mesele de Atatürkçüler ve ulusal güçler arasında Ordu’nun artık tepki vermeye başlamasından kaynaklanan “tamam, artık bu işi Ordu çözsün” anlayışının yaygınlaşmasıdır. Bu noktada durup meseleyi tüm yönleriyle ele almak ve ona göre bir strateji belirlemek gerekmektedir. Bu da birkaç soruyu beraberinde getirir. 

Ordu kimin ordusudur? Esas misyonu, tarihsel yapısı nedir? Avantajları ve dezavantajları nedir? En önemlisi de Ordu’nun durduğu yer Türkiye’nin geleceği açısından tek belirleyici midir? Devrimci, Atatürkçü güçlerin yapması gerekenler nelerdir? 

Tüm bu soruların etraflıca tartışılmaması iyi niyetli insanları bile ya Ordu düşmanlığına ya da hiçbir şey yapmadan Ordunun harekete geçmesini beklemeye itmektedir. Bu açıdan net olmak gerekir. 

 Türk Ordusu’nun Tarihsel Görevi: Vatan Savunması 

İlk sorunun cevabını vererek işe başlarsak, şunu net olarak belirtmeliyiz ki, Ordu milletin ordusudur ve hatta milletin kendisidir. Ordu’yu ezen sınıfların baskı aygıtı olarak görerek düşmanlık eden “sol”, gene Ordu’ya düşman olan Fethullahçı istihbarat şeflerini savunur noktaya gelmiştir. Her fikrin kendi mantıksal sonuçlarına ulaşması doğaldır. 

Ezilen ulusun ordusunun son geldiği nokta, Batı orduları nasıl sömürgeci talanın gücü olduysa, bunun karşısında direnişin yani vatan savunmasının gücü olmalarıdır. Türk Ordusu’nun kuruluşu da tamamen bu antiemperyalist direnişe dayanmaktadır. Türk milletinin silahlı direniş gücüdür. Ordusu zayıf olan bir ulusun sömürgeciliğe dayanma şansı da çok yoktur. Atatürk de bunu görerek direnişi güçlü ve düzenli bir Orduya dayandıran bir Ulusal Kurtuluş stratejisi çizmiştir. 

Bu noktadan bakılarak değerlendirme yapıldığında Ordu düşmanlarının sivillik, demokratlık, militarizm gibi kavramları da hiçbir şeyi açıklayamayan nesnellikten kopuk hayaletler haline gelmektedir. Sömürgeciliği ve ona karşı direnişi temel almayan hiçbir açıklama tutarlı olamaz. 

Eğer demokratlık halktan yana olmaksa bunun AKP’yle şiir gibi geçinmek, ABD’ye susmak olmadığı ortadadır. Özkök’ü “demokrat komutan” ilan eden kesimlere baktığımızda bunların tümünün de aslında Türk halkının karşısında, emperyalizmin yanında konumlanan Şeriatçı, liberal, bölücü kesimler olduğu görülmektedir. Bir taraftan da tüm bu kesimler “biz siviliz” diye bağırmaktadırlar ve iyi asker olarak Özkök’ü göstermektedirler. İyi asker olmak açısından bizim bildiğimiz tek bir kural varsa o da “Görevini en iyi yapan, vatanını en çok sevendir” diyen kuraldır. Bu açıdan yapılacak değerlendirmeler açıktır. Bahsedilen görevin milletin iç ve dış düşmanlarını uzak tutmak olduğu da açıktır. 

 Ordu’nun yeri halkın, emekçilerin, gençliğin yer aldığı antiemperyalist zemindir. Karşı cepheye baktığımızda ise sivillik iddiasındaki bir lejyonerler grubu görürüz. Kompradorlar, Şeriatçılar, neo-ülkücü “aydınlar”, gerçek satılmışların cephesi olarak emperyalizmin lejyoneridirler. Sömürgeciler bunları kendi özel saldırı gücü olarak besler. Bunlar da Batının paralı askeri olmaktan memnundurlar. Bu lejyonerliğin kılıfı da militarizm karşıtlığı ve demokratlık olmaktadır. 

 Elli Yıllık NATO Süreci ve Ordu 

Türk Ordusu, İkinci Dünya Savaşının ardından, İnönü Batıcılığı ve DP faşizmi tarafından ülkenin Batı ittifakına sokulmasına paralel olarak NATO’ya girmiştir. 50 yıllık NATO süreci aslında Ordu’nun kendi varlık zemininin de altını oyan bir durum yaratmaktadır. Sonuçta emperyalizm Türkiye’de Amerikancı generaller eliyle kullanabileceği bir Orduyu belki bir süre destekler ve ister. Ancak Türk milletinin Ordusunun tamamen ortadan kaldırılması emperyalistlerin gerçek ve nihai hedefidir. Bu durumun Ordu kademeleri tarafından anlaşılması ise ancak 90’lı yılların sonunda olacaktır. 

12 Mart ve 12 Eylül Amerikancı darbeleri Ordu’yu toplumun ilerici güçlerine karşı kullandı. 90’lı yılların sonlarına gelindiğinde artık 12 Eylül tüm zehirli meyvelerini topluma saçan bir ağaç kadar kökleşmişti. 

 Atatürk’ün, solun, emekçilerin olmadığı bir Türkiye’de artık serbest piyasa kökenli vurgun ekonomisi vardı. Sağcılık, tarikatlar vardı. PKK vardı. Bir taraftan da Türkiye Şeriata gidiyordu. 

Bu durum artık Refah-Yol iktidarı döneminde iyiden iyiye son noktasına ulaşırken Ordu da kendi içinde bir dönüşüm geçirmeye başlamıştı. Aslında bu durumu Ordu’nun Atatürkçü özüne geri dönmesi olarak değerlendirmek daha doğru olacaktır. 28 Şubat 1997’de Ordu’nun süreci başlatmasıyla Erbakan Hükümeti istifa etti ve gericiliğe karşı çok ciddi bir mücadele başlatıldı. Şeriatçı gruplar ise kendi kabuklarına çekilerek mevzilerini korumayı tercih ettiler. 

Ancak kurulan DSP-MHP-ANAP koalisyonu Türkiye’yi AB’ye tam teslim etmesi yetmiyormuş gibi kendisi de turuncu devrimle devrilerek yerini AKP’ye bıraktı. Korkulan olmuştu, Şeriatçılar geri gelmişti. Hem de bu sefer kendi özlerine daha da dönmüşlerdi. Artık Batıcılığı, Kürtçülüğü, işbirlikçiliği açıktan yapacakları bir dönemdi. Bu durumun Türkiye’ye getirdiği tek hayır Atatürkçülerin ve Ordu’nun da kendi özüne dönmesi olmuştur. Şeriatçılar dedelerinin çizgisine dönünce Atatürkçüler, Atatürk’ün antiemperyalist, solcu özüne dönmüşlerdir. 

Ordu açısındansa 28 Şubat başarısızdır. Ne Şeriatçılar ne de vurguncular engellenememiştir, ancak 28 Şubat gene de Türk Ordusu’nun millete ve Atatürk’e doğru öze dönüşünün en önemli belirtisi olarak tarihe geçmiştir. 

Bu noktaya gelindikten sonra Ordu’nun neleri yapabileceği ve neleri yapamayacağı konusunda daha net olmamız gerekir. 

 Büyükanıt’ın göreve gelmesiyle açılan yeni döneme geri dönersek tarihten de bazı dersler çıkararak düşünmek gerekmektedir. Mantıklı ve Türk milletinin ihtiyaçlarını gerçekten karşılayacak bir Atatürkçü Ordu stratejisinin belirlenmesi devrimciler açısından kritik önemdedir. 

27 Mayıs’ın Batıya tavır alamama handikabı bugün de farklı bir düzlemde geçerlidir. Ordu gericiliğe, bölücülüğü ve AB’ye karşı çok net tavır almaktadır. Bu çok olumludur, ancak ABD’ye gelince tavrın birden sönerek bulanıklaşması diğer tüm olumlu çabaları ve çıkışları anlamsız bırakacak kadar önemli bir hatadır. Bir hata olmasının yanı sıra aslında ABD’yle eninde sonunda yaşayacağımız karşı karşıya gelme durumundan kaçma mantığının devamıdır ve Türkiye’yi felakete sürükler. Bunun tek anlamı ABD’nin gelip içeriden PKK’yı da kullanarak saldırmasına kadar elimiz kolumuz bağlı izlemek anlamındadır. 

Bu açıdan, Ordu’nun ABD’ye net tavır alacağı bir noktada konumlanması acil ihtiyaçtır. Türkiye’nin gericileşme ve bölünme sürecinden çıkarılabilmesinin tek yolu da buradan geçmektedir. Bu gerçeklik cesaretle ve hiç durmadan tekrarlanmalıdır. 

 Ordu’nun atması gereken somut adımlar da bellidir. İrticayı örgütleyen AKP’liler Ordu Komutanları tarafından açıklanmalıdır. Eşi türbanlı bir Cumhurbaşkanı olamayacağı netlikle belirtilmelidir. DTP’li belediye başkanlarının tutuklanması ve yargılanması sağlanmalıdır. PKK’ya sınır içinde ve ötesinde operasyon başlatılmalıdır. Bu operasyon Barzani ve Talabani’yi de hedef alarak susturmalıdır. Bunların yapılması bir anlamıyla ABD’ye de tavır alınması anlamına gelecektir ve bunların yapılmasının da başka bir yolu yoktur. 

Bu saydıklarımız Ordu’nun yapabilecekleridir. Aslında daha doğru bir ifadeyle yapması gerekenlerdir. Ulus-devleti, üniter-laik yapıyı korumak görevini yerine getirmesi için izlemesi gereken stratejidir. Bunlar yapılırsa görev yapılmış olacaktır ama Ordu’nun Türkiye’nin tüm sorunlarını çözmesini, siyasal programı olan bir muhalefet örgütlemesini beklemek en hafifinden saflık olur. Bu bahsettiklerimiz ise Ordu’nun görevi olmadığı gibi esasında yapabileceği bir şey de değildir. 

“Bu İşi Ordu Çözsün” Demek... 

 Türkiye’nin siyasetle, ideolojiyle, teoriyle yetişmiş; toplumsal, tarihsel olayları analiz edebilen insanların kuracağı bir yapıya ihtiyacı vardır. Bu noktadan baktığımızda Ordu yönetmenin, savaş yönetmenin farklı bir şey, ülke yönetmenin, siyasal, ekonomik, sosyolojik sorunlara çözümler üretmenin farklı şeyler olduğu da ortadadır. “Peki böyle her ikisini de yapabilen asker yok mu ?” derseniz bizim bu anlamda tek tanıdığımız kişi Atatürk’tür. Ancak ikinci bir Atatürk’ün yetişmesini ve ortaya çıkmasını beklemek de bu milletin devrimci evlatlarının yapacağı en büyük yanlıştır. Kendisine bizzat Ata’sı tarafından verilen emanete sahip çıkmamak anlamına gelecektir. 

Bugün her şeyi Ordu çözsün demek aslında Türkiye’de gerçek bir devrimci siyasal muhalefet gelişmesin demenin başka bir tarzıdır. Ancak bugün Türkiye’nin en önemli ihtiyacı başta emekçiler olmak üzere toplumun tüm zinde kesimlerinin katkısıyla oluşacak, antiemperyalist, Atatürkçü, halkçı bir siyasi muhalefet ve bunun örgütünün kurulmasıdır. 

Tabii ki bu tek başına yeterli değildir. Türk milletinin emperyalizmle savaşacak gücü Ordusudur ve dolayısıyla Ordu’nun da çok sağlam tutulması gerekmektedir. Silahlı gücün görevini yerine getirmesi ne kadar önemli ve olmazsa olmazsa toplumsal gücün görevini yerine getirmesi de aynı derecede önemli ve olmazsa olmazdır. 

Esas olarak “Türkiye’nin sorunlarını ne çözer” sorusu üzerinde düşündüğümüz zaman bu sorunların tümünün kökeninde Türkiye’nin uydu yapısının bulunmasını ve bu uydu yapıyı yıkacak bir devrimci örgütten Türkiye’nin yoksunluğunu görürüz. Türkiye’nin sorunu emperyalizme bağımlılık sorunudur ve bu sorunun devrimci yöntemler dışında bir çözüm yolu da bulunmamaktadır. 

 Türkiye’nin antiemperyalist, Atatürkçü, halkçı bir devrime ihtiyacı vardır ve bunu yapacak örgütün kurulması en önemli stratejik meseledir. Bu sıkıntı güçlü Ordu sıkıntısının da ötesindedir ve bir anlamda Ordu’nun sorunlarının çözülmesinin de ön koşuludur. 

Bugün içinden geçilen süreçte NATO içinde konumlanan bir Ordu’nun yapabilecekleri çok sınırlıdır. Böyle bir Ordu belki daha önceleri işe yaramış olabilir. 27 Mayıs’ta NATO’ya tavır alınmasa bile Ordu ilerici bir çıkışta bulunabilmiştir. Ancak artık ABD’nin Büyük Ortadoğu Projesi çağından geçmekteyiz. ABD Genelkurmayı’nın tüm dünyanın haritasını değiştireceğini açıktan söylediği ve bu uğurda savaşa girdiği bir dönemde “Ordu gelsin bizi kurtarsın” demek kadar kaçak bir tavır olamaz. 

Diğer taraftan yapılması gerekenin sadece AKP’nin yıkılmasını hedeflemekten ibaret gören bir anlayış da yerleşmeye çalışmaktadır. Ulusalcı çevrelerde gelişen bu yanlış anlayış AKP’nin gitmesiyle beraber tüm tehditlerin ortadan kalkacağı gibi bir izlenim yaratmaktadır. AKP giderse ne olacaktır? ABD, Türkiye’yi bölmekten, Ortadoğu hakimiyetinden, İran’a saldırmaktan vaz mı geçecektir? Bu açıdan devrimcilerin kafasının net olması önemlidir. AKP’nin özü ABD’dir ve ABD’ye düşman bir hareket yaratılmadıktan sonra hiçbir yapılanın anlamı kalmamaktadır. Ordu’nun da NATO’ya, ABD’ye karşı bir yönelime girmesi dışında bir çıkar yol yoktur. 

Peki bu durumda biz ne yapmalıyız? 

Burada devrimciler, Atatürkçüler Ordu’ya karşı yürütülen saldırı kampanyasını toplumsal ve siyasal düzlemde bertaraf etmek durumundadırlar. Bu yapılırken 50 yıllık NATO sürecinin Ordu’ya verdiği zararlar bilinmelidir. Ordu’nun ABD karşısında nasıl pasifize edildiği, suskunlaştırıldığı bilinmelidir. Tarihsel bilincimizin bize öğütleyeceği tek bir gerçeklik kalacaktır ki, o da Atatürkçülerin, Türk devrimcilerinin Ordu’yu sonuna kadar desteklemeleri zorunluluğudur. 

 Ordu-Millet Birlikteliğiyle Tasfiyeye Engel Olalım! 

 Türkiye’nin içine düşürülmeye çalışıldığı Yeni Sevr planının tüm bileşenleri görüldüğü gibi dönüp dolaşıp Türk Ordusu’nun tasfiye edilmesinde düğümlenmektedir. Ordu zayıflatılırsa PKK rahatça saldıracaktır. ABD, Türkiye’ye eninde sonunda gerçekleştirmeyi planladığı müdahalesini yapmaktan çekinmeyecektir. Ege Ordu Komutanlığı tasfiye edilirse, Yunanistan’ın karasularını 12 mile çıkardığını açıklamaması için bir neden kalmayacaktır. Jandarma’nın ortadan kaldırılması hem Şeriatçı tarikat yuvalarını rahatlatacak hem de Şeriatçı ve vurguncu sermaye çevrelerinin korkacakları bir gücün kalmaması anlamına gelecektir. 

 Ordu’nun gücünü yitirdiği ve en nihayetinde tasfiye edildiği bir ortamda artık Kürt devletinin, Tayyip Erdoğan’ın hilafetinin, Türkiye’nin sömürgeleştirmesinin önünde duracak hiçbir şey yoktur. Atatürkçülerin, devrimcilerin Ordu’yu savunmak açısından son derece net ve kararlı olması vatan savunması mantığının olmazsa olmazı olarak ortaya çıkmaktadır. Ordu’yu güçlü tutmak, milleti güçlü tutmaktır. Emperyalizmin planlarını boşa çıkarmanın tek yolu Türk Ordusu’nun desteklenmesi ve tasfiyesinin önüne geçilmesidir. Emperyalizmin ve onun Kürt-İslamcı uşaklarının oyununu bozmak için Atatürkçü, solcu, devrimci güçlerin tüm ulusa önderlik edecek bir çizgiye geçmesi gerekmektedir. Emperyalizme karşı örgütlenecek ulusal seferberliğin en önde gelen görevi de budur. Peki, bu görev nasıl yerine getirilebilir? Ordu’nun vatana karşı görevini yerine getirmesinin önünü açacak bir toplumsal hareketin kurulması burada kendini vurgulamaktadır. 

Artık net bir şekilde ortaya çıkmıştır ki, Türkiye’de Atatürkçü, devrimci, milliyetçi güçlere düşen en büyük ve acil görev toplumsal devrimci örgütlenmenin kurulmasıdır. Bu örgütlenme tüm Türk milletinin sesi olarak emperyalizme karşı Atatürkçülük bayrağını yükseltecek, siyasal, şehirli ve eğitimli bir muhalif güç olmak durumundadır 

 Kurulması gereken Ordu-millet bağı ise biz Türklerin tarihin derinliklerinden beri içimize işlemiş bulunan, toplumsal dokunun bir parçası olan bir gönül bağıdır. Bu bağı 12 Eylül bile yıkamadı. Bugün diyebiliriz ki Ordu-millet bağı ne kadar güçlü olursa Atatürkçülük de antiemperyalizm de o kadar güçlü olacaktır. Herkesin üzerine düşeni yapması görevdir. Ancak en önemli görev bize, Türk devrimcilerine düşen örgütlenme görevidir. Vatan savunması için hem Ordu’nun kendini tasfiyeden koruması gerekmektedir hem de Atatürkçülerin bu tasfiyeye karşı topyekün mücadeleye girişmeleri gerekmektedir. Öyleyse; 

Vatanı ve Ordu’yu savunmak için seferberliğe! Ordu göreve! Halk güçleri göreve! Atatürkçüler göreve!


 http://ileri.turksolu.org/31/ataberk31.htm 

https://akpyalani.tr.gg/TSK-YA-SAVAS-ACTILAR.htm

***


30 Haziran 2016 Perşembe

PENTAGON Demokrasisi ve TSK



PENTAGON Demokrasisi ve TSK

Yazar: Ümit Özdağ
02 MAYIS 2012 ÇARŞAMBA


TSK, bu süreçte ağır bir baskı altında. Onlarca general ve yüzlerce subay tutuklu veya tutuksuz yargılanıyor. " Balyoz davası " çerçevesinde yapılan yargılama çok ilginç. Birinci Ordu'da yapılan plan seminerine katılan subayların ancak küçük bir bölümü yargılanıyor. Ancak orada hiç olmadıkları hatta o sırada yurtdışında oldukları halde bir çok general ve subay adları imzasız digital belgelerde geçtiği için Balyoz'dan yargılanıyorlar. Bütün bunlar yaşanırken ne NATO ne ABD ne de AB orduları merak edip, " TSK'ya ne oluyor? " diye sormuyorlar. Çünkü herkes ne olduğunu biliyor.

Yaşanan süreç Türkiye'nin demokratikleşmesinden çok TSK'nın NATO dışında baskın ve etkin bir güç haline gelmemesi ile ilgili. Amerikan Hava Kuvvetleri istihbarat servisinde ve sonra CIA'da görev yapmış, doktora tezi Osmanlı ordusu üzerine olan M. Robert Hickok Amerikan Kara Kuvvetleri'nin dergisi olan Parameters'da 2000 yılı yaz sayısında "Yükselen Hegemon:Türk Stratejisi ile Askeri Modernizasyon Arasındaki Boşluk" başlıklı makalesinde "Modern silahlara ve gelişmiş kabiliyete sahip olan Türk Ordusu, ülke içinde kültürel ve anayasal gücünde önemli değişiklikler yapılmadıkça, ne kısa vadede komşularına ne de uzun vade de Türkiye halkına rahat yüzü gösterecektir" derken, ABD'nin güçlenen bir TSK ile daha zor müttefik olduğunu da altını çizmektedir.
Esasen ABD ile TSK arasındaki ortaklık 1990'da TSK'nın K. Irak'a girmeyi reddetmesi ile parçalanmaya başlamıştır. 1990'lı yıllarda ABD-TSK gerilimi K. Irak merkezli olarak devam ederken, TSK'da hızla modernleşen, ateş gücü ve hareket kabiliyeti artan, öz güveni yükselen savaşan bir orduya dönüşmeye devam etmiştir. Bu durum Türk-Amerikan ilişkilerini daha da germiştir. 28Şubat döneminde TSK ile Pentagon arasında kurulan yakın ilişki de ilişkilerin genel olumsuz eksenini değiştirmemiştir. Org. Kıvrıkoğlu, dört senelik görev süresi boyunca; Çin'i ziyaret ederken, ABD'yi ziyaret etmeyerek gerilimi sergilemiştir. Böylece Org. Özkök ABD kaynaklarında TSK'nın tekrar NATO'laşması için umut olarak gösterilmeye başlanmıştır.

Türk Ordusu ile ilgili şikayetlerin ve Org. Özkök'e beslenen umutların sadece Amerikan askerleri ile sınırlı kalmadığı Wikileaks belgelerinin yayınlanmasından sonra ortaya çıkmıştır. 18 Nisan 2003 tarihinde ABD'nin Ankara Büyükelçisi Pearson'un Washington'a geçmiş olduğu telgrafta TSK'da üç grup olduğu savunulmuştur: "Birincisi, Türkiye'nin stratejik çıkarlarının, ABD ve NATO ile sıkı bağları sürdürmekte olduğunu, istekli olsa da olmasa da kabul eden Atlantikçiler. İkincisi, ABD ile bağları sürdürme ihtiyacına öfkelenen, Türkiye'nin AB üyeliğine karşı çıkan, kimseye güvenmemeyi (Irak topraklarında kurulacak bağımsız bir Kürt Devleti'ni destekleme niyetinden emin oldukları ABD de buna dahil) yeğleyen ve Kemalist devletin tavizsiz biçimde korunmasında ısrar eden katı Milliyetçiler. Üçüncüsü de Avrasya konseptinin, Rusya'nın hakimiyetindeki tabiatını kavramaksızn, uzun zamandır ABD'ye bir alternatif arayan ve Rusya'yla ya da Rusya ile İran'ı veya Rusya ile Çin'i içine alan iyi tanımlanmamış bir gruplaşma ile daha yakın ilişkiler kurmayı düşünen Avrasyacılar."[1] 

Belgenin devamında, "Türk Genelkurmayı'nın ABD'nin Irak stratejisine karşı uzatmalı muhalefeti, operasyonel konularda ayak sürümesi ve ABD'nin Irak'ta Türk karşıtı bir gündemi olduğuna dair devam eden suçlamaları, Genelkurmay'ın ABD ile ilişkilere ne kadar bağlı olduğu konusunda daha çok soru sorulmasına yol açtı…Özkök'ün ABDile yeniden sağlam bir işbirliği inşa etmek için Türk Genelkurmayı'ndaki muhaliflerinin emekli olmasını bekleyerek fırsat kolladığı yönünde bazı ipuçlarına sahibiz. İrtibatta olduğumuz kişiler, Türk devlet sistemi üzerindeki mevcut askeri hakimiyette köklü değişiklikler olması kadar, ABD-Türkiye ilişkisinin yeniden dinamizm kazanmasının da, hem katı muhafazakarların istifasını hem de özellikle modern, ileri görüşlü, yeni bir subay kadrosunun yetişmesini gerektireceğini tahmin ediyorlar." Ayrıca belgede katı milliyetçi ve Avrasyacı olarak Yaşar Büyükanıt, Aytaç Yalman, Çetin Doğan, Şener Eruygur, Fevzi Türkeri, Köksal Karabay ile emekli generaller Hüseyin Kıvrıkoğlu, Teoman Koman, Doğu Aktulga gibi isimler verilmiştir.

Özetle içinden geçtiğimiz süreçte yaşananlar Türkiye'de askeri vesayetin tasfiyesi ile ilgili olmaktan çok TSK'nın NATO'laştırılması olduğunu bilmeliyiz. Öte yandan yine hatırlamalıyız ki TSK, 2002'de AB tam üyelik sürecini destekleyerek zaten askeri vesayetten vazgeçmeye hazır olduğunu ortaya koymuştur. Ancak beklemediği şey olup AKP iktidara gelince bir şaşkınlık dönemine girilmiş, yanlış bir tavır ile AKP'nin ABD/AB/NATO ile ittifakı güçlendirilmiştir.

Peki bu yaşananlardan bağımsız olarak demokrasi-TSK denklemi incelenemez mi? Tabii ki incelenir ve incelenmelidir. Yarın o konuyu ele alacağız. Bu vesile ile aslında İnönü'ye karşı ilk demokrasi mücadelesi olan 3 Mayıs Türkçüler Bayramınızı kutluyorum.


[1] Barış Pehlivan ve Barış Terkoğlu, Sızıntı-Wikileaks'te Ünlü Türkler, Kırmızıkedi Yayınları, İstanbul 2012, s.165-166


http://www.21yyte.org/tr/arastirma/milli-guvenlik-ve-dis-politika-arastirmalari-merkezi/2012/05/02/6589/pentagon-demokrasisi-ve-tsk

..