6 Mart 2018 Salı

TÜRKİYE DARBELERİYLE YÜZLEŞİYOR BÖLÜM 2

TÜRKİYE DARBELERİYLE YÜZLEŞİYOR  BÖLÜM 2



<  Bu dönemleri değerlendirirken “Darbeci kimdir, nasıl hareket eder, hangi duygu dünyasıyla hareket eder?” sorularının cevaplarına da bakmak gerekiyordu.  >

Türkiye’de çok partili sisteme geçildikten hemen sonra Demokrat Parti (DP)’nin iktidara gelmesi ve uzun yıllar iktidarda kalması çok öngörülmüş bir şey değildi. DP döneminde Adnan Menderes’in ülkenin bütün dengelerini değiştirecek bir yapılanma içerisinde olmadığını incelemelerimiz sırasında gördük. Bütün kurumlarıyla, kurallarıyla işleyen bir sistem vardı. 

O döneme dair eleştiriler yapılırken Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) kökeninden gelenler “Peki, Tahkikat Komisyonları, peki, Kırşehir’in ilçeye dönüştürülmesi” gibi gerekçeleri ortaya atıyorlar. Hâlbuki bu kurulan Komisyonlar ve Parlamento o zamanlar için olağandı ve Türkiye zaten bugün anladığımız anlamda bir yargı bağımsızlığına sahip değildi. Kaldı ki, İsmet İnönü döneminde de yönetim böyleydi. Devletin kendi kodları böyle bir işlevselliğe sahipti. Herhangi bir şey değiştirilmediği halde bunun üzerine iddialar inşa edip “anti demokratik dönem” diye nitelendirilemez. 

Her darbede olduğu gibi 1960 darbesi için de bir gerekçe oluşturuldu. “Öğrenciler kıyma makinelerine atıldı, dini kurallar hayatta egemen kılınmaya 
çalışıldı” gibi iddialar o zamana özgü bir “irtica söylemi” idi. Nitekim ülkenin başbakanını, bakanlarını idam sehpasına götüren çok kanlı sonuçları oldu. 

1960 darbesini sadece idamlarla anıyoruz ama çok daha fazlası var. Bunlar Komisyon raporlarımızda da yer alıyor. Yüzbinlerce insan Demokrat Partili olduğu için fişlendi.  Bu fişlemeler darbecilerin ve darbe zihniyetinin en önemli yıkıcı geleneğidir. Bu toplum, “Siz şusunuz, siz busunuz.” diyerek fişlenir; daha sonra siz ve sizin çocuklarınız askeri okullara, polis okullarına giremez ve siz bundan haberdar dahi olamazsınız. 1960 darbesinden sonra oluşturulan vesayetçi kurumlar neticesindedir ki, 1971’de siyasetin çok daha kolay tasfiye edildiği bir müdahale dönemi yaşanmıştı. 

O dönemlerde siyasiler hedef alınır gibi gözükür ama bu siyasiler kimlerdir? Halkın temsilcileridir. Dolayısıyla hedef alınan millettir, millet iradesidir. 
Millet iradesine ise, “aslında bu toplumun cahil olduğu dolayısıyla doğru yönlendirilmediği, seçme hakkını doğru kullanamadığı” konusunda da 
itirazlar, eleştiriler vardır. Ama biz biliyoruz ki, bu millet her zaman sağduyusuyla ve izanıyla kendisini yönetmesini istediği kişileri seçmek konusunda hiçbir zaman bir sıkıntı yaşamamıştır.

Dolayısıyla bu halka güvenmeyen ve biraz da “İttihatçı” diyebileceğimiz bu kafa yapısı, ülkeyi yönetme konusunda yetkisi olmayan kurumların yetkiliymiş gibi hareket etmesine ve yönetim kodlarının bu şekilde oluşturulmasına neden oldu. Gerçekte ise darbeciler, dünyadan çok kopuk, hem dünyayı okumaktan hem de kendi toplumunu tanımaktan acizdir. 1960’tan itibaren bütün darbelerde toplum iki kutba ayrıldı: 
1971’e gelindiğinde sol fraksiyonlar tehlike olarak gösterilirken, 1980’e gelindiğinde tehlike olarak gösterilen kesimler aşırı milliyetçilik, solculuk, bölücülük vs. şeklinde kodlara ayrıldı. Ben bunları, aslında toplumu tamamlayan süreçler olarak görüyorum. Her darbe bir kesimi hedef alıyormuş gibi gözükse de aslında darbeciler darbeye hazırlanılan dönemde toplumun birbirini hedef almasını sağlamaya çalışmışlardır. 
En büyük sorun budur. Bin yıldır bu coğrafyada farklı etnik yapılar, farklı inançlar, farklı mezheplere sahip bir toplum olarak yaşamayı başarmış 
ancak daha sonra bu ülke “milli birlik ve beraberlik” kavramının arkasına saklanarak hücrelerine, parçalarına, devrelerine ayrılmıştır. Alevi-Sünni 
çatışması vb. tüm olaylar yaşadığımız darbelerin karanlık yüzüdür. Bunların çözümlenememiş, aydınlığa kavuşamamış olması nedeniyle Meclis’in araştırma komisyonları kurmasını ve somut sonuçlara ulaşmasını istedik. Ama gerçekte Komisyon üyeleri olarak, milletvekili olarak algıladığımız şudur ki, bütün bu siyasi suikastlar, cinayetler vb. karanlık olayların her birisi, birtakım kozmik odalarda üretilmiş, psikolojik harbin unsurları olarak toplumda ayrıştırıcı şekilde tetiklenmiş ve kullanılmış unsurlardır. 

Bugün geldiğimiz noktada hiçbir darbenin diğerinden farklı olduğunu düşünmüyoruz. “28 Şubat sürecini daha fazla ele aldılar.” şeklinde birtakım 
eleştiriler oluyor. Açıkçası 28 Şubat dönemini takvim olarak “1999 seçimlerine kadar alalım” dediğimizde en büyük itiraz muhalefetten geldi. Önce “27 Nisan’a kadar alalım”, sonra da “Özal’ın ölümünden başlatalım.” dediler. Dolayısıyla tarihsel açıdan en uzun süreç 28 Şubat’ınki oldu. Darbe araştırmalarında tek fark dinlenen kişi sayısıdır. Onun dışında alt komisyonların ne üye sayılarında, ne uzmanlarında, ne de araştırdıkları konularda hiçbir fark yoktur. 

28 Şubat en uzun dönemi kapsamıştır. Atipik bir darbedir. Dolayısıyla toplumda tüm kesimleri hedef almıştır. Bir kısmı zaman zaman gazetelere de yansıyan - bunlar Raporumuzda da var - öyle belgeler gördük ki... 
Örneğin, bir sivil memurun evinde yapılan aramada Kuran-ı Kerim’e ve Allah yazılı bir hat yazısına el koyma kararı vardı. Kararda “Her ne kadar Kuran-ı Kerim yasak yayınlar içerisinde olmasa da, dini bilgiler ihtiva ettiğinden el konulmasına” ve devamında “Allah yazılı hattın irticai yayın kapsamında olduğundan el konulmasına” ibareleri vardı. Şimdi bir düşünün: Bu ülkede hemen herkesin evinde Kuran-ı Kerim bulunabilir. Bir memurun inancının kutsal kitabına el konulup, memuriyetinden atılmasına neden olan böyle gerekçe karşısında şok olduk. YAŞ kararları neticesinde, eşinin başörtülü olması, Atatürkçü Düşünce Derneğinin pikniğine gitmemesi ya da kızına “Rüveyda” adını koyması nedeniyle “irticai faaliyet”ten ordudan atılanların olduğu belgeleri somut olarak gördük. Bu Komisyon, hiçbir şey olmamış olsa bile bu yüzleşmelere ve açıklıklara kavuşmak açısından önemlidir. Bundan sonra hiç kimseye karşı, memuriyetten atma da dâhil, hukuk dışı kararlar verilebileceğini düşünemiyorum. 
Bunu yapmaları durumunda bir gün gelip bunun hesabının sorulacağı, bunun sorgulamasının yapılacağı endişesinin yeteri kadar caydırıcı olduğuna inanıyorum. 

Her dönemde darbecilerin en çok üstünde durdukları veya en çok itibarsızlaştır dıkları kesim siyasetçilerdir. Çoğu zaman halk da bu itibarsızlaştırma 
çalışmasından yani bu ülkede ekonomiden sanata kadar her işi askerlerin herkesten çok daha iyi bildiği iddiasından etkilenmiştir. 

Ekonomiyi ne kadar iyi bildiklerini emeklilik dönemlerinde banka yönetim kurullarına girmeleriyle anladık elbette. Ama bu durum askerlerin iyi ekonomi bildiklerinin göstergesi miydi yoksa o batan bankaların batış süreçlerinde sermayenin el değiştirmesi miydi? “Hedef neydi?” sorusunun cevabını sonuca bakarak da görebiliriz. Bankacılık çok spesifik ve iyi uzmanlık isteyen bir alandır. Dünyanın her yerinde bankacılık yüksek güven unsuruna dayalıdır. Zira vatandaş mevduatını yatırır, mevduatı yüzde yüz devlet garantisi altındadır. 

Türkiye’de böyle bir dönemin sonunda yirmi iki banka battı. O dönemin banka sahipleri basın mensupları sorduğu zaman şunu söylediler: “Bir tek yanlışlık yaptım, banka aldım.” İnsan yanlışlıkla nasıl banka alır? “Şu komutan benim arkadaşımdı. Onu yönetim kuruluna aldım.” diyen bu kişiler bu kadar başarılıydı da bu bankalar neden battı? Ekonominin düzelmesi bu kadar uzun yıllar aldıysa, Türkiye bu kadar zaman kaybettiyse, dünyadan kopuk içine kapandığı süreçler yaşadıysa, hep bu darbelerin ve demokrasiyi işlevsiz bırakan dönemlerin eseridir.

Gerçekten demokratik sistemde siyasetçilerin tam manasıyla bu ülkeyi yönetmesine hiçbir dönemde izin verilmedi. Oluşturulan oligarşik kurumlar, vesayetçi sisteme göre kurgulanmış bir bürokratik yapı vardı. Bunların tam anlamıyla tasfiyesi gerçekleşmeden Türkiye’nin demokratik anlamda yönetilebilirliği hep bir tartışma konusu olacaktır. 

1980’de oluşturulan sistem 28 Şubat sürecini doğurmuştur. Artık askerin doğrudan yönetime el koymasına gerek yoktur, Milli Güvenlik kararlarıyla 
istediği şekilde ülkeyi yönetebilir. EMASYA Protokolü ile dönemin kuvvet komutanlarının içişleri bakanını pas geçerek valiye direkt emir verebileceği bir 
sistem kurgulanmıştır. Bugün demokratik iradeye sahip ve halkın çok yüksek oyuyla iktidara gelmiş bir siyasi parti bulunmasına ve bu parti toplumun 
bu anlamda değişimine, dönüşümüne öncülük etmiş olmasına rağmen, yapılacak çok iş var. 

Bunu Rapor’umuzda yirmi maddelik öneriler şeklinde sunduk.

Siyasetçi aslında belli dönemlerde devrede olan ve askerlerin istedikleri zaman tasfiye edebildikleri bir kitleyi temsil ediyor. Siyasetin ve siyasetçinin kalıcı olmaması, bir bakıma, sık sık darbe dönemleriyle kesintiye uğrayan ve gelişemeyen siyasi partiler yasasının sonucudur. 
Ülkemizde elli yıllık, altmış yıllık bir siyasi parti yoktur. 

Demokrasiye geçiş sürecimiz altmış yıl ama siyasi partilerimizin geçmişi on beş yıl. Var olanlar her defasında kapatılmış, önemli isimler siyasi yasaklı hale getirilmiş, herhangi bir şekilde kurumsal hafıza aktarımına engel olunmuş, siyasi partilerin mallarına el konulmuş. En gelişmiş demokrasiye sahip bir ülkede bile bütün siyasi partileri kapatıp, on yıl sonra tekrar benzeri bir şey yaparsanız o ülkede demokrasinin gelişemediğini görürsünüz. 

Demokrasinin gelişmesinin en önemli aracı siyasi partilerdir. O yüzden, siyasetçilere ve siyasi partilere güven, ülkenin demokratikleşmesinde 
en önemli unsurdur. 

Bu dönem dinlemeleri, izlemeleri araştırırken, milletvekili arkadaşlarımız dahi şunu soruyorlardı: “Peki, siyasetçilerimizin hiç mi suçu yok?” Tek başına bu 
soru bile, antidemokratik kodların halen bazı zihinlerde nasıl hareket ettiğini, o zihinleri nasıl ele geçirdiğini gösteriyor. 

1980 darbesine giden süreçte bütün o sokak eylemleri, gençlerin ölümü elbette çok kaotikti ama hepimiz bir süre sonra şunu sormadık mı? “ Bir günde ne 
oldu da silahlar sustu? Bu nasıl oldu?” 

Bu toplumun tamamı bundan kuşku duydu. Evet, toplum “İyi ki geldiler, çocuklarımız okula gittiler, can güvenliği geldi.” dedi ama “Bu nasıl oldu?” sorusunu da sordu. Bu soruya cevap bulup topluma bunu tam anlamıyla izah ettiğimiz zaman toplum artık “Asker gelsin, bizi kurtarsın.” demeyecektir. 

Askere eklemlenmiş vesayetçi kurumlar dediğimde sadece devletin kurumları aklınıza gelmesin. Basın, sermaye kesimi ve toplumun “aydın kesimi” de dâhil 
olmak üzere üniversiteler de bunun içinde yer almaktadır. Gelişmiş sermayeye sahip olmamamız, devlete eklemlenmiş, devletten beslenen, dolayısıyla kendi 
çıkarlarını çoğu zaman devletin çıkarları gibi sunan bir ekonomik kitle vardı. 28 Şubat süreci biraz da Anadolu sermayesinin büyümeye başladığı döneme 
yönelik olduğu için, ekonomik bir çıkar kavgasının çok belirgin bir şekilde “irtica” kisvesi altında saklandığını gördük. 

Darbe gerekçeleri arasında dikkatimi en çok çekenlerden biri şuydu: 1980 darbesine giderken “Parlamento cumhurbaşkanını seçemiyor. Bilmem ne kadar tur yapılmıştı. Mecburen…” dendiğini görüyoruz.  Parlamento’nun cumhurbaşkanını seçemiyor olması bir ülkede darbe yapılıp, darbecinin cumhurbaşkanı yapılması mıdır? 
Çözüm bu mudur? Demokratik bir ülkede zihinler şöyle düşünür: “Bu parlamentoda cumhurbaşkanı seçimlerine ilişkin kurallar ve kanun yanlış.” 
Avrupa parlamentolarında on kişi gelse kanun geçer. 

Önemli olan toplantı yeter sayısıdır. 

Aslında bütün bunlar, cumhurbaşkanı seçimini kurgulayan iradenin kim olacağına, cumhurbaşkanını kimin seçeceğine karar vermenin kavgasıdır. 
1971 muhtırası niye oldu?” sorusuna Süleyman Demirel “Solcular yaptı çünkü Faruk Gürler’i cumhurbaşkanı seçmek istiyorlardı.” dedi. 

Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı seçimi her zaman bu ülkenin meselesi olmuştur. 27 Nisan süreci, 1960’dan başlayarak 1971 muhtırası, 1980 darbesi vs. benzeri bir senaryonun farklı şekilde, roller değişerek oynandığı bir dönemdir. 
Bundan önce üç defa aynı yöntemlerle seçim yapılmış, aynı oylamalarla Ahmet Necdet Sezer seçilmiş, Süleyman Demirel seçilmiş ama Abdullah Gül’ün 
Cumhurbaşkanı seçilmesi söz konusu olduğunda “Hayır efendim, 367 kişinin toplantıda bulunması gerekir.” kuralını Anayasa Mahkemesi icat etmiştir. 

< Gerçekten demokratik sistemde siyasetçilerin tam manasıyla bu ülkeyi yönetmesine hiçbir dönemde izin verilmedi. >

Komisyon çalışmaları sırasında hukuk kurumlarımıza ve hukukçularımıza ilişkin tartışmaları da açtık. Hukukçularımız ne kadar demokrat? 
Darbeler tarihine baktığımızda, hukukçuların en yüz karası tutumu aldıklarını görüyoruz. 1960 darbesinden sonra Ankara’ya gelen ve 1961 Anayasasını hazırlamak üzere görevlendirilen İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi hocaları 1980’de tekrar uçaklara binip Ankara’ya anayasa yapmak üzere gelmişlerdi. Hatta o tarihte Anayasa Mahkemesi üyeleri Kenan Evren’in huzuruna çıkıp “Bizi lağvettiniz, sağ olun Paşam.” demişti. Yargının kendi mekanizmalarını hukuk mekanizmaları içerisinde değil, işaretle aldığı merkezlere göre hareket ettirmesinin zirvesi ise 28 Şubat döneminde yaşandı. Başlarında onbaşıyla cemselere doldurulan yüksek yargı mensupları Genelkurmay’a brifinge götürüldüler. Hiç değişmeyen bir tablo var karşımızda. 

Dolayısıyla hukuk ve hukukçular demokratik sistemde çözüm üretecek bir hukuk mekanizmasını çalıştırmak yerine, zihinsel olarak, her zaman ve her zeminde darbecilerle birlikte hareket etme yönünde hizalanmışlar dır. Bu ülkenin demokratikleşmesi sadece tek tek bireylerin demokratikleşmesi anlamında olduğu kadar demokrasi içerisinde aktive olmuş bütün bu birimlerin - basınından ekonomik sınıflara, üniversitelerden hukukçularına kadar - böyle dönemlerde söyleyecek sözü olmalı ve bir şekilde bu mekanizma dışında, gerçek bir demokrat olarak hukuk devletinden ve işleyen bir demokrasiden yana tutum almalıdırlar. 

Darbeler tarihi çok kapsamlı ve çok uzun bir konu. Konuşmamı burada bitiriyorum ama sizlerin sorularıyla, merak ettiğiniz hususlarda, bu konuyu soru-cevap kısmında biraz daha açabilirim. Rapor’un sonuç ve öneriler kısmını herkesin, vakti olan öğrencilerin ise tamamını okuma şansı bulurlarsa bundan sonra bu konuda yapılacak araştırmalara ışık tutacağına inanıyorum. Çok teşekkür ediyorum. 

Hatem Ete: 
Biz teşekkür ederiz. Buyurun Avni Bey. 15 dakika ile konuşmalarımızı sınırlandırsak dinleyicilerimize de soruları için zaman ayırabiliriz. 

Avni Özgürel: 
Öncelikle davetiniz için teşekkür ederim. Burada sizlerle birlikte olmaktan dolayı fevkalade mutluyum. Rapor’unu tartıştığımız Komisyon, Türkiye’nin yakın tarihinin, hatta Cumhuriyet tarihinin belki de en önemli meselesinin kapağını açan bir Komisyon olması dolayısıyla fevkalade önemli. Zaten Sayın Baş da, muhtelif televizyon konuşmalarında “Biz Pandoranın kutusunun kapağını açtık.” dedi. Hakikaten bu bir kapak açıştı. Bu son derece önemli bir girişim. Bu nedenle Komisyon’un bütün üyelerine ve tabiatıyla Sayın Baş’a teşekkür ediyoruz. 
Kendisinin hukukçu kimliği, Komisyon’un Rapor’unun bu kadar kısa bir süre içerisinde doğru düzgün bir şekilde ortaya çıkmasını sağladı. 

Dinlemek üzere davet edilen kişiler ve onların beyanatlarının değerlendirilmesi göz önüne alındığında, Komisyon’un çalışmasının fevkalade zor ve zahmetli bir iş olduğu görülür. 

Baktığımızda zaten genel çerçevesi itibariyle hepimizin görebileceği bir olgu şudur: Türk tarihi bütün Orta Asya’dan itibaren aslında bir darbeler tarihidir. Mete Han babası Timuçin’i devirip yerine geçmiş. Oradan başlamışız bu tarafa doğru gelmişiz. Anadolu’ya baktığınızda kardeşler, şehzadeler arasında taht mücadeleleri görürsünüz. Şehzadeler esasında partidir. Lalalar vb. hepsi ayrı bir misyonu, ayrı bir siyasi pozisyonu temsil ederler. Bir örnek vereyim: Fatih öldüğünde “Yerine Cem mi geçecek, Beyazıt mı geçecek.” diye tartışıldı. Fatih’in arzusu örnek metinlere göreoğlu Cem’in tahta geçmesiydi. Cem’in adı geçer. 

Neden? Çünkü Cem Sultan “Ben babamın siyasetini takip edeceğim.” diyordu. Bu ilk bakışta iyi hoş bir şey gibi gözüküyor ama Osmanlı asker ve bürokrasisi, “Sırtımız yatak görmedi.” diyordu. 

Enflasyon yüzde 15 idi. “Bu siyasi tutum mümkün değil. Bize yerinde oturan adam lazım.” dediler. 

Kim o? Beyazıt. Onu başa getirdiler.

Darbe ya da müdahale süreçlerinin çok akılcı gerekçeleri olabilir. Biz “ordu milletiz” denir. Öyleyiz. İstanbul’da bir vesileyle sohbet ederken Nimet Hanım’a da söylemiştim: “Tarihte Türkler” dediğimizde aslında askerlerden söz ediyoruz: Askerlerin hanımları, babaları, yaşlı askerler, sakat askerler, askerleri eğlendiren ozanlar, askerlere silah yapan araç gereç yapan zanaatkârlar. Bu orduya bir vatan lazım olmuş, gelmiş almış; bir devlet lazım olmuş, gelmiş kurmuş. Şimdi “Sivil toplum, demokrasi” diyoruz; adam “siz nerden çıktınız” diyor. Onun için kolay değil. İçinde yaşadığımız ve sorguladığımız süreç son dönem itibariyle tam bir buçuk asırlıktır. Düşünün, bir grup iktidarda, bir başka grup iktidarı ele geçirmek istiyor. Bunların arasında askerler var, siviller var. Sokakta üniversite öğrencilerini harekete geçiriyorlar. Bazı suikast girişimleri başlıyor ve 
arkasından bir darbe geliyor. Bu hikâye sanki yakın dönemdeki bir şey gibi görünüyor. Hâlbuki değil. Mithat Paşa’nın organize ettiği, Sultan Aziz’i tahtan indiren süreci anlattım. Sonuç itibariyle oyunun nasıl oynandığı tarih içinde çok fazla değişmemiş. 


<   Avni Özgürel: “Türk tarihi bütün Orta Asya’dan itibaren aslında bir darbeler tarihidir.“  >

Almanya’da “Karases” diye birisi vardı yakın tarihte. Yaşı olanlar hatırlarlar. Bu adamcağızın hikâyesi söyle: Adana’da “Süleymancılık” diye bir dini akım yoğun. Bunlarla mücadele için bir din adamı buluyorlar ve kendisini müftü tayin ediyorlar. Bu adam da mücadelede bayağı başarılı oluyor. Sonra bunu Almanya’ya tayin ediyorlar. “Karases” dediğimiz kişi odur. Sonra bu kişi Almanya’da kontrolden çıkıyor ve kendi dergâhını kuruyor. Cemaati “Kaplan Ocağı”. Hürriyet gazetesinde “Uçaklar 10 Kasım’da gelecek, Anıtkabir’e çakılacak.” şeklinde bir manşet vardı. 

Buna ilişkin bir plan yapıldığı yazıyor. Hâlbuki bunun hiçbir gerçekliği yok. Karases hocanın da bu işten haberi yok. Kendisi daha sonra hakkında açılan davadan beraat etti fakat zamanında böyle bir darbe projesi hazırlanmış. 
Bu plan, İstanbul 1. Ordu Komutanlığının eline geçince, Balyoz planını hazırlayan kişi “Ankara’da Anıtkabir, İstanbul’da ne yapacağız?” diyor. Fatih Camiinin bombalanması o zaman ortaya atılıyor. Planda Anıtkabir’i çıkarıp yerine Fatih Camiini koyuyorlar. Herkese göre ayrı bir plan yapacak halleri de yok. 

Nimet Hanım az önce konuşurken Anayasa Mahkemesinden bahsetti. Şu anda Anayasa Mahkemesinin internet sitesine “nasıl kuruldu” diye bir göz atarsınız şunu göreceksiniz: “1961’e kadar hâkimiyet kayıtsız şartsız milletindi. 1961’den sonra bu kural sona ermiştir” diyor. 

Açık açık, bir perva da yok. 1961’den sonra egemenliğin kullanılmasında Anayasa Mahkemesi birinci derecede söz sahibidir. Bu vesayet kurumları 
dediğimiz kurumlardan biri. 
Aslında Rapor’u üzerinde konuştuğumuz Komisyon’un çalışması çok önemli çünkü bizde devlet vatandaşın herhangi bir şey bilmemesi üzerine, bilmesine gerek olmadığı üzerine kurulu. Bu süreçte İttihatçılıktan söz edildi. İttihatçılık hakikaten önemli bir gelenek. Nitekim Talat Aydemir gibi 27 Mayıs sonrasının önemli bir aktörünün hatıralarında yer alan bir vaka var: 27 Mayıs 1960 darbesi için ilk toplantıyı İstanbul’da “Mahmut Şevket Paşa’nın evinde yapalım” diyorlar ve ilk toplantıyı “tarihsel bir anlamı var” diye orada yapıyorlar. 

İşte İttihatçı gelenek dediğimiz bu. Yani manen de kendilerini oraya hep bağlı hissetmişler.

Bizim Genelkurmay bünyesinde kurulan Seferberlik Tetkik Kurulu gibi birtakım yapılanmalar, daha önce Kore’de denenmiştir. Kore’ye subay gönderilmesinin bir amacı da, psikolojik savaş dersidir. Derslerini aldılar fakat tatbikatı Kore’de yaptılar. Orada öğrendiklerini uygulamaya Türkiye’de önce Seferberlik Tetkik Kurulu’nu, akabinde 1958’de Kıbrıs Muvakkat Teşkilatı’nın altyapısını oluşturarak başladılar. Daha sonra darbeler sürecini destekleyen bu omurgaları oluşturdular. 

Türkiye’ de bugüne kadar milli savunma bakanlarının dâhil olmadığı bir darbe yoktur. Buna 28 Şubat darbesi ve 27 Nisan bildirisi de dâhildir: “Dâhil” dediğim haberdar olmadıkları kastında. Yakın zamana kadar Türkiye’ye ABD Dışişleri Bakanı gibi bir yabancı devlet yetkilisi geldiğinde Genelkurmay Başkanıyla görüşür ve o işi bitirirdi. Yani Türkiye’nin yönetim sorumlusu kimse, gider onunla konuşurdu. Siyasetçiyle görüşmesi ise, formalite icabıydı. Buna bir örnek, 12 Mart döneminde yaşandı. İhsan Sabri Çağlayangil’in hatıralarında vardır. 
Dönemin ABD Büyükelçisi Çağlayangil’e gelip “Bizim için bu haşhaş meselesi çok önemli, yasaklayın.” diyor. 

Çağlayangil “Bu benim görevim değil; ben Dışişleri Bakanıyım. Başbakana bir söyleyeyim” cevabını veriyor. Çağlayangil bir hafta sonra Büyükelçiye 
“Başbakana söyledim; kabul etmiyor.” mesajını iletince Büyükelçi “Randevu alıp bir de ben söyleyeyim.” diyor. Başbakan Demirel görüşmede “Bizde ‘Afyon’ diye vilayet var. Nasıl yasaklarız? Mümkün değil” diyerek talebi reddediyor. Çıkışta ABD Büyükelçisi Çağlayangil’e “Sizin için üzülürüm. Bu Adalet Partisi’nden istifa edin.” uyarısı yapıyor. Çağlayangil “Nezaketli adam. Bu kadarını söyledi. 
Ne bileyim bir ay sonra darbenin geleceğini.” diyor. 

<  Komisyon’un çalışması çok önemli çünkü bizde devlet vatandaşın herhangi bir şey bilmemesi üzerine, bilmesine gerek olmadığı 
üzerine kurulu.  >

Ben bu Komisyon’un bir tek eksiğini gördüm. Daha doğrusu, bu kısa zamanda tabiatıyla ancak bu kadarını kotarabildiler. 28 Şubat önemli bir süreç ama 28 Şubat’ın hemen akabinde, Türkiye’nin Başbakanının öldüğü ancak bunun kamuoyuna açıklanmadığı şeklinde haberlerin gazetelerde yayınlandığı 
bir dönemi yaşadık: Bülent Ecevit’in Başbakanlığı dönemi. Komisyon gayet haklı bir şekilde “Hangi birini soruşturacağız?” diyebilir ancak ben Bülent Ecevit’in hastalığı ve onun öldüğü sürecin de sorgulanması gerektiğini düşünüyorum. Bunu fevkalade önemsediğimi de belirteyim. 
dönemde yazılan haberleri, konuşulanları, bir Başbakanın nasıl derdest edildiğini, makamından karga tulumba nasıl kaldırıldığını gördüm. O bakımdan 
bu konuda ileride inşallah bu Komisyon’un paraleli bir komisyon kurulur. Teşekkür ederim. 

Nimet Baş: Sayın Özgürel’in konuşmasının son kısmına iki cümleyle katkı sağlamak isterim. Bülent Ecevit’in Başbakanlığı dönemi açıkçası önemsediğimiz ve ele almak istediğimiz hususlardan bir tanesiydi. 
Rahşan Ecevit’i Komisyon’umuza bilgi vermek üzere davet ettik. Ancak 
o kabul etmedi. Yazılı olarak soru sormamızı da kabul etmedi ve bu konuya ilişkin herhangi bir açıklama yapmayacağını söyledi. İnceleyeceğimiz husus tamamen sağlığı üzerine odaklanmış konular olduğu için hekimleriyle görüşmemiz söz konusuydu fakat Komisyon olarak yürümekte olan ve kamuoyunun çok yakından takip ettiği iki davadan özellikle imtina ettik. Bunlardan bir tanesi Ergenekon, diğeri Balyoz davası idi. Doktorlarının 
şu anda bir tanesinin Ergenekon sanığı olarak cezaevinde bulunması, diğer doktorunun da onun aleyhine ifade vermiş olması ve bu konudaki 
açıklamaların yanı sıra, tıbbi bir meselenin aydınlatılması konusunda Komisyon’umuzun yeterli olmaması - açıkçası uzman bir hekim de bulunmadığı için – söz konusu idi. Siyaseten içinden çıkılamaz ve sonuçlandırılamaz bir mesele haline gelebilecek bu konu hukuki açıdan muğlaktı ve böyle bir olayın aydınlatılması Komisyon’un hem görevi değildi hem de aydınlatabilecek mekanizmalara sahip değildi. 

Biz yine de en azından bu konunun döneme ilişkin tanıklarını dinlemek istedik ancak böyle bir retle karşılaştık. 

Bunu da söylemiş olayım.

Avni Özgürel: Ben bu konuyu şunun için gündeme getirdim: Rahmetli Muhsin Yazıcıoğlu benim çok eski bir arkadaşımdı. Vefatından yaklaşık 20-25 gün önce İstanbul’da bir sabah kahvaltısında beraberdik. O zaman bana çok tedirgin bir şekilde, İstanbul’daki bazı savcı arkadaşlarının Rahşan Hanım’ı arayıp Bülent Ecevit’in vefatı sürecini soruşturmak istediklerini ancak kendisinin bundan rahatsız olup olmayacağını bilememekten dolayı da tereddüt geçirdiklerini, Rahşan Hanım’ın savcılarla temas etmesinin iyi olacağını söylediğini ifade etti. Hiç şüphesiz ki Muhsin Yazıcıoğlu’nun söylediği doğrudur. Nitekim hayatını kaybettiği kazadan sonra, Koalisyon oluşumu safhasında, MHP’lilere “eli kanlı katiller” diyen Rahşan Ecevit - Muhsin Yazıcıoğlu bir dönem Ülkü Ocakları Başkanıydı - Yazıcıoğlu’nun cenazesinde en öndeydi. Ben bütün bunların önemli olduğunu düşünüyorum. Nimet Hanım’ın tabiatıyla bir gayretinin olduğundan, olacağından şüphem etmem. Ancak bu konu ileride soruşturulmalı.

Nimet Baş: Katılıyorum. İleride kesinlikle komisyonlarda incelenmeli.

Hatem Ete: Rahşan Hanım’ın engel olmak isteyişinin de altını çizmiş olduk böylece.

Avni Özgürel: Hayır. Birincisi, kendisinin bazı tereddütleri vardı. İkincisi, bu Komisyon’un bir yaptırımı yoktu. Rahşan Hanım Başbakanın kendisini 
aramasını bekledi. Ben bunu biliyorum. 

Başbakan arasaydı veya farklı bir şey söylenseydi tavrı farklı olabilirdi. Komisyon’un bu Rapor’uyla hukuki bir gelişme olacağını sanmıyorum.

Hatem Ete: Tam da bu gelişme olmadığı için bu durum acaba yürüyen siyasi sürece bir direncin yansıması mıdır? 

Avni Özgürel: Olabilir.

3 CÜ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

***

TÜRKİYE DARBELERİYLE YÜZLEŞİYOR BÖLÜM 1

TÜRKİYE DARBELERİYLE YÜZLEŞİYOR  BÖLÜM 1



KONUŞMACILAR;

NİMET BAŞ, 
MİTHAT SANCAR, 
AVNİ ÖZGÜREL,




PANEL 
13 ARALIK 2012 SAYI: 4
TÜRKİYE DARBELERİYLE YÜZLEŞİYOR
Tarih/Saat: 13 Aralık 2012, Çarşamba / 11.00-13.00
Yer: SETA, Ankara Salonu, ANKARA


Oturum Başkanı: Hatem Ete, SETA Siyaset Araştırmaları Direktörü

Konuşmacılar: 
Nimet Baş, TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Başkanı
Mithat Sancar, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi
Avni Özgürel, Radikal Gazetesi Yazarı

Bu yayının tüm hakları SETA Siyaset, Ekonomi ve Toplum Araştırmaları Vakfı’na aittir. SETA’nın izni olmaksızın yayının tümünün veya bir kısmının elektronik veya mekanik (fotokopi, kayıt ve bilgi depolama, vd.) yollarla basımı, yayını, çoğaltılması veya dağıtımı yapılamaz. Kaynak göstermek suretiyle alıntı yapılabilir.

Tasarım : M. Fuat Er
Uygulama : Ümare Yazar
Fotoğraflar : Volkan Yıldırım
SETA | SİYASET, EKONOMİ VE TOPLUM ARAŞTIRMALARI VAKFI
Nenehatun Caddesi No: 66 GOP Çankaya 06700 Ankara TÜRKİYE
Tel:+90 312.551 21 00 | Faks :+90 312.551 21 90
www.setav.org | info@setav.org | @setavakfi


SETA | Washington D.C. Office
1025 Connecticut Avenue, N.W., Suite 1106 
Washington, D.C., 20036 USA
Tel: 202-223-9885 | Faks: 202-223-6099
www.setadc.org | info@setadc.org | @setadc

SETA | Kahire
21 Fahmi Street Bab al Luq Abdeen Flat No 19 Kahire MISIR
Tel: 00202 279 56866 | 00202 279 56985 | @setakahire

TÜRKİYE DARBELERİYLE YÜZLEŞİYOR

Sonuçları itibariyle insanlığa karşı işlenmiş bir suç olan darbeler, Türkiye’de son yarım asırda sadece demokrasiye darbe vurmakla, meşru yönetimi alaşağı etmek ve devlet yönetimine el koymakla kalmamış, vatandaşların vatandaşlık aidiyetlerini de sakatlayarak toplumun psikolojisi üzerinde telafisi zor yaralar açmıştır. Demokratik seçimlere, toplumsal dönüşüme, insan hak ve hürriyetleri alanındaki hukuk reformlarına ve evrensel kriterlere dönük bütün çabalara rağmen, Türkiye’de yaşanan askeri darbeler öyle derin yaralar açmıştır ki, toplumun bir kesimi için 27 Mayıs, başka bir kesimi için 12 Mart, başka bir kesim için 12 Eylül, başka bir kesim için 28 Şubat devam etmiştir.

11 Nisan 2012’de TBMM Genel Kurulunda, iktidar ve muhalefet partilerinin 
ortak önergeleriyle ülkemizin en hayati meselesi olan darbeleri “birlikte” araştırması ve sorgulaması için bir Meclis Araştırma Komisyonu kuruldu. Komisyon, Kasım 2012’de çalışmalarını tamamlayarak raporunu TBMM Başkanlığına sundu. 
Söz konusu Rapor ve ele aldığı konular 13 Aralık 2012 tarihinde SETA Vakfı tarafından SETA Siyaset Araştırmaları Direktörü Hatem Ete’nin moderatörlüğünde düzenlenen ve TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Başkanı Nimet Baş, Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mithat Sancar ve Radikal Gazetesi Yazarı Avni Özgürel’in konuşmacı olarak katıldığı “Türkiye Darbeleriyle Yüzleşiyor” panelinde tartışıldı.

< 11 Nisan 2012’de TBMM Genel Kurulunda, iktidar ve muhalefet partilerinin ortak önergeleriyle ülkemizin en hayati meselesi olan darbeleri “birlikte” araştırması ve sorgulaması için bir Meclis Araştırma Komisyonu kuruldu. >


Hatem Ete: Hoş geldiniz. Bugün burada hayırlı bir iş için toplantı yapıyoruz. Yaklaşık bir ay önce TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu 1 raporunu açıkladı. Rapor basında genişçe yer aldı, kamuoyunda da detaylıca tartışıldı. Bugün hem bu Rapor’u değerlendirelim hem de bu Rapor aracılığıyla Türkiye’nin darbelerle yüzleşme serüvenini, bundan sonraki sürecin nasıl ilerleyeceğini konuşalım istedik. Üç konuğumuz var: 59. Hükümette Devlet Bakanlığı; 60. Hükümette de Devlet Bakanlığı ve Milli Eğitim Bakanlığı görevlerini yürüten Sayın Nimet Baş bu dönem de TBMM Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu Başkanı olarak çok başarılı bir rapora imza attı. İkinci konuğumuz Sayın Avni Özgürel’in ise, neredeyse darbe tarihiyle eş bir gazetecilik serüveni var. Kendisi elli yıla yakın bir zamandır gazeteci ve Zincirbozan ile ilgili bir belgesel filmin senaryosunu yazdı. Prof. Dr. Mithat Sancar ise “darbe, geçmişle hesaplaşma, devlet hakkındaki vesayetçi unsurlar” kavramlarıyla ilişkili olanların aşina olduğu bir isim. Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesinde öğretim üyesi ve Türkiye’de az çalışılan geçmişle hesaplaşma 
üzerine de kitabı olan bir hocamız. 

Çok kısa bir giriş yaparak sözü konuşmacılarımıza vereceğim.

1. Komisyonu’nun tam adı “Ülkemizde Demokrasiye Müdahale Eden Tüm Darbe ve Muhtıralar ile Demokrasiyi İşlevsiz Kılan Diğer Bütün Girişim ve Süreçlerin Tüm Boyutları ile Araştırılarak Alınması Gereken Önlemlerin Belirlenmesi Amacıyla Kurulan Meclis Araştırması Komisyonu”dur.

Türkiye’nin bir vesayet rejimi altında yaşadığına dair siyasi söylem on yıldır çok sıklıkla kullanılıyor. Nerdeyse her gün, Türkiye’nin her siyasal meselesini analiz ederken karşılaştığımız sorunları vesayet, vesayetçi aktörler, askeri düzen ve benzeri kelimelerle değerlendiriyoruz. Buna yönelik haklı sebeplerimiz var. Türkiye’nin yaklaşık yarım asırlık bir demokrasi geçmişi var ancak 1960’tan itibaren başlayan darbe silsilesi ile neredeyse her on yılda bir, bir darbeye maruz kaldı bu ülke. Bu darbelerin çoğu, siyasal sistemde çok ciddi değişiklikler yaptılar. Kalıcı olmalarını sağlayacak, sistem içine içkin olan pek çok vesayet mekanizması geliştirdiler. Her bir darbe aslında belli bir toplumsal kesime yaslandı ve başka bir toplumsal kesimi de hedef edindi. Aslında bu, darbecilerin gerçek niyetlerini gizlemeye yönelik olarak uygulanmış çok başarılı bir strateji. Biz de bu gerekçeyle bugüne kadar darbeleri hep belli ideolojilerle, belli eğilimlerle, akımlarla özdeşleştirdik: “Sağcı darbe”, “solcu darbe”, “laik darbe” 
vs. Her darbenin başındaki bu kelime toplumsal kesimlerin bir kısmının darbeleri alkışlamasına, başka bir kesiminin ise kendini darbe mağduru olarak algılan masına yol açtı. Toplumun darbelerle nasıl bir ilişkiye geçtiğine, nasıl bir reaksiyon gösterdiğine ilişkin ise çok fazla bir tartışma yok.

Örgütlü toplumsal kesimlerimizin geçmiş dönemde - en azından 1990 ların ortalarına kadar - çok ciddi bir darbe karşıtlığı yaptığını söyleyemeyiz. 
Toplumun ise sandık önüne konulduğu zaman genelde darbecilerin iradesi dışında bir irade beyanında bulunduğunu görüyoruz. Türkiye’de en fazla oy alarak tek başına iktidar olmuş hükümetler genellikle darbelerden sonraya rastgelen seçimlerde oldu. 1965, 1974, 1983 ve 2002 tarihlerinde tek başına iktidara gelen hükümetler hep bir darbeyle hesaplaşma umuduyla toplumun yöneldiği kesimler oldu. Çok şükür, son on yıl içinde Türkiye yoğun bir vesayet rejimi tartışması yürütüyor. Her dönemin öğeleri birbirine benzerlik taşıyor ama kısaca 2002-2007 yılları arasındaki dönemde, Türkiye’nin AB sürecinde yerini alarak vesayet rejimini geriletmeye yönelik yasal ve anayasal gelişmeler gerçekleştirdiğini söyleyebiliriz. 2007-2011 dönemleri arasında ise Balyoz, Ergenekon, İnternet Andıcı ve benzeri davalarla darbe teşebbüslerinin yargı 
karşısına çıkarıldığını görüyoruz. 12 Eylül 2010 referandumundan sonra ise fiili darbelerin soruşturulmasına ve darbecilerin yargı önüne çıkarılmasına 
başlandı. Hâlihazırda 12 Eylül darbesine ilişkin dava görülürken, 28 Şubat soruşturması ise iddianame hazırlanması aşamasında. 

Tüm bunların daha ileri bir aşaması olarak 2012’de, içinde bulunduğumuz Yasama Yılı içerisinde, Meclis ilk defa bugüne kadar bizzat maruz kaldığı darbelerle yüzleşme kararı aldı ve bir yüzleşme süreci yaşadı. Komisyon’un Rapor’u kamuoyuna sunuldu. Gerçekten çok başarılı bir rapor olmuş. Sayın Başkanımızı tebrik ediyorum. Kendisi de Rapor’la ilişkili sürecin nasıl işlediğini anlatacaktır zaten. 

Sözü çok fazla uzatmadan Sayın Nimet Baş’a bırakıyorum. 

Buyrun.

Nimet Baş: Öncelikle SETA’ya çok çok teşekkür ediyorum. Böylesine önemli bir konuda, önemli bir siyasi meselede ön almış olan, kurulduğu günden bugüne kadar da başarılı toplantılara ev sahipliği yapan SETA’da bulunmaktan, sizlere hitap etmekten gerçekten büyük bir memnuniyet duyuyorum. Hepinizi en içten duygularla selamlıyor, hoş geldiniz diyorum. Aynı zamanda burada, hem Komisyon çalışmaları sırasındaki görüşmelerimizde harici bilgileriyle hem de eserleriyle Rapor’a çok ciddi katkı sağlayan Avni Özgürel ve Mithat Sancar gibi iki çok değerli insanla birlikte olmaktan çok büyük bir mutluluk duyuyorum. 

<  Nimet Baş: “Bugün geldiğimiz noktada hiçbir darbenin diğerinden farklı olduğunu düşünmüyoruz.“  >

Neden Parlamento darbelerle ilgili bir yüzleşme ihtiyacı duydu? Parlamento gerçekten darbelerden yara almış, darbelerden ötürü çalışmaları kesintiye uğramış ve siyaseten hiçbir zaman bunların hesabı da sorulmamış. Bu durumun değişim ve dönüşümü bize her ne kadar bir anlık gibi gelse de, uzun zamandır bu değişim sürecinde siyasette bulunmuş birisi olarak şunu söyleyebilirim ki, asıl değişim dönemi, 2002’de başlamıştır. 2002’den sonraki gelişmeler, siyasetin duruşunu ve siyasetçilerin siyaset yapma tarzını değiştirmiştir. Dolayısıyla her zaman bu değişen dünyanın değişen dengeleriyle paralel hareket etmeyen siyasiler yerine dünyanın değişen dengelerini gören, o dengelere göre siyaset yapma tarzı izleyen siyaset karşısında, üçüncü dönemimizde Meclis’te böyle bir komisyonun kurulmasını çok anlamlı buluyorum. Burada bulunan dinleyici konuklarımızın birçoğu belki de araştırma komisyonunun ne olduğunu bilmiyorlar. Bu nedenle, Komisyon’umuz üzerinde yürütülen tartışmalara açıklık getirmek açısında ben konuşmama bu konuyu da eklemek istiyorum.

Darbe ve Muhtıraları Araştırma Komisyonu, Parlamento’da grubu bulunan dört siyasi partinin vermiş oldukları ortak doğrultudaki önergelerin birleştirilmesi suretiyle oluşturuldu. Meclis İç Tüzüğüne göre araştırma komisyonları 3+1 olmak üzere toplamda 4 ay çalışmak, bir konu hakkında araştırma yapmak, o konuda bilgi ve belge toplamak ve sonuçta bir rapor sunmakla yükümlüdürler. Raporlarının bir yaptırım gücü ve dolayısıyla zorlayıcı bir gücü yoktur. Raporlardaki önerilerin böyle bir gücü olmamasının yanı sıra, komisyonun toplamak istediği bilgi ve belgeler verilmeyebilir, davet ettiğiniz kişi gelmeyebilir. 

O yüzden araştırma komisyonlarının yetkileri ve görevleri hep sınırlılık içerisindedir. Görev süresi kesindir. Dolayısıyla bu Komisyon da çalışmalarına başladığında, çalışmayı bu kadar kısa süre içerisinde çok sağlıklı bir şekilde tamamlayamayacağımız ve bu yönde bir raporu zamanında teslim edemeyeceğimiz yönünde kaygılar oluşmuştu. 

Çalışmalarımızı kolaylaştırmak için ilk olarak üç ayrı alt komisyon oluşturduk. Bunlardan ilki 1960 ve 1971 dönemini kapsayacak alt komisyondu. 
Bu Alt Komisyon - Komisyon Başkanı İstanbul Milletvekili Sayın Enver Yılmaz Bey de şu an buradalar - çok başarılı bir çalışma yürüttü. 
Çok uzak bir geçmişe dair araştırmaları, bilgi ve belgeleri topladılar. İkinci komisyonumuz 1980 Darbesi’ni, üçüncüsü ise “son darbe” diye nitelendirdiğimiz 
28 Şubat’tan 27 Nisan’a kadar olan dönemi kapsıyordu. Araştırma konularımızı belirlerken sosyal, siyasal ve hukuki tüm boyutları araştırmak için uzman 
desteği ihtiyacımız vardı. 

<  48 değerli uzmanla çalıştık. Milli Güvenlik Kurulundan Cumhurbaşkanlığına, Milli Eğitim Bakanlığından Başbakanlık birimlerine kadar çok sayıda uzmanımız çalışmaya katkı sundu. Bu başarının altında imzası olan bu arkadaşlara ben tekrar teşekkür ediyorum.  >

Her şeyden önce bir durum analizi yapmamız gerekirse, bu döneme dair dinlemelerimizden, elde ettiğimiz bilgilerden ve belgelerden hareketle, 
bu çalışmayı sadece bir özet tahlil olarak nitelendiriyoruz. Yani bu zaman içerisinde, elimizden gelenin en iyisini yapmaya çalıştık ama bu bir özet 
tahlil. Komisyon’un en önemli vazifesi, bu konuda ulaşılabilecek bütün bilgilerin, görüntülerin, kayıtların elde edilmesi oldu. Meclis’in arşivinde siz 
değerli gençlerin, üniversitelerin, aydınlarımızın ve bu konuya ilgi duyan herkesin araştırabileceği yüzbinlerce sayfa belge oluşturduk. 

Bu dönemleri değerlendirirken “Darbeci kimdir, nasıl hareket eder, hangi duygu dünyasıyla hareket eder?” sorularının cevaplarına da bakmak gerekiyordu. Az önce Sayın Ete’nin sunumunda söylediği gibi, her darbede farklı iç tehdit algılarıyla hareket edildi. Her darbede bir şekilde en az bir siyasi parti kapatıldı. Bunun yanı sıra, darbeler ile oluşturulan ve siyasal sistemin kalbine oturtulan vesayet kurumları var: 
Milli Güvenlik Konseyi, Anayasa Mahkemesi vb. Anayasa Mahkemesi gereklidir ancak bu kurumlar Türkiye’de 1960 darbesinden sonra halkın seçtiği, milletin iradesiyle ülkeyi yönetmeye talip olan kişilerin “devletin egemen güçleri tarafından belirlenen resmi ideolojinin dışında hareket etmeleri” durumunda - buna dış politika ve ekonomi de dâhil – devreye girmişlerdir. Yani aslında asker, ülkemizde askerlerin her alanda iyi yetiştiğine, her konuda bilgi sahibi olduğuna ama buna karşılık, siyasetçilerin hiç bir şey bilmediğine ve ülkeyi yönetmekten aciz olduklarına toplumu inandırmaya çalışmıştır. Kaldı ki, psikolojik harekât olarak darbe dönemi öncesinde, darbe sırasında ve sonrasında halkın iknası için 
bu argüman çok kullanılmıştır: “Siyasetçi hiçbir şey bilmez, devletin asıl kalıcı güçleri biziz”. 


2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR,

***

4 Mart 2018 Pazar

40. Gününde Afrin ve Zeytin Dalı Harekatı için notlar,

40. Gününde Afrin ve Zeytin Dalı Harekatı için notlar,


40. Gününde Afrin ve Zeytin Dalı Harekâtı için notlar..
Prof.Dr.Sait Yılmaz
02 Mart 2018

Suriye’nin kuzeyi terör örgütü tarafından Güney Kürdistan olarak adlandırılıyor ve üç ayrı bölgeye ayrılıyor. Terör örgütü tarafından verilen isimleri şu şekilde; 
en doğuda Rojova (Kamışlı veya Cezire), Kobani (Arap Pınarı) ve Afrin (Türkmen Dağı). Afrin’e Kürtler, tıpkı Doğu Anadolu sınırına yerleştirildikleri gibi 
Türkmenleri izole etmek için Yavuz Sultan Selim zamanında yerleştirilmiş. 1980’li yıllarda PKK’nın Suriye’deki yapılanmasına Rusya ve Esat ailesi yardım etmişti. 
Afrin sadece PKK’ya değil, Türkiye’ye saldıran pek çok terör örgütüne yataklık etti, militan yuvası oldu. 1988 yılında Suriye ile yapılan mutabakat sonrası bu 
teröristler yok olmadılar, yeraltına çekildiler. Suriye istihbaratı (Muhaberat), Öcalan ile yakın temas halinde idi. 2011 yılında iç savaş başlayınca Türkiye, 
ABD ile rejim muhalifleri tarafında olduğundan Esat rejimi, kendilerine sadık gördüğü PKK’ya Kürt bölgelerinde kontrolü sağlama, Türkiye’ye rahatsızlık vererek dikkatini dağıtmasını istedi.
Nitekim Afrin bölgesinin sınırları, Esat ve Rusya’nın desteği ile genişledi. Ancak, 2014 yılında PKK terör örgütü, Kamışlı’da IŞİD karşısında yetersiz kalınca ve 
Esat’tan yardım alamayınca ABD’den yardım istedi ve o tarihten sonra Esat ve Rusya ile yolları ayrıldı. Böylece PKK, Kürt olmayan bölgelerde de hızla 
yayılmaya ve Suriye’nin kuzeyine başka ülkelerden militan ve Kürt nüfus taşıyarak demografiyi değiştirmeye başladı.

Rusya’nın halen Türkiye’ye verdiği desteğin arkasında PKK’yı cezalandırarak yanına çekmeye mecbur bırakmak ve ABD’yi yalnız bırakmak var.
PKK terör örgütü için yoğun bir terör üs faaliyeti olan Afrin, İkinci Kandil olarak adlandırılıyor. Hemen karşısındaki İslahiye şehrimiz ile akrabalıkları çok. 
250 bin nüfuslu Afrin’in nüfusu %40 - 50 Kürt, geri kalanı Arap ve Türkmen. Dinin inançları çok zayıf olan Afrin Kürtleri, on yıllarca PKK tarafından siyasallaştırılmış, ideolojik olarak sol eğilimli ve örgüt ile iç içe olmuş ve örgüte taban sağlamış.

Bu yüzden TSK girdiği köyleri birkaç kişi dışında genellikle boş buluyor. Amanos ve Akdeniz bölgesindeki PKK faaliyetlerinin üs ihtiyaçları ve lojistiği buradan 
sağlanmış.

Uzun zamandır terör örgütüne militan devşirmede önemli bir kaynak olmaya devam ediyor.

 Nitekim bölgeden devşirilenler ve yabancı savaşçılar ile birlikte PKK’nın toplam gücü 70 bine, Afrin’de ise 20 bin kişiye ulaşmış durumdadır.

PKK, halkı çok önceden eğitmiş ve silahlandırmış. Halkın Afrin dışına çıkmasına engel oluyor ve çatışmalarda canlı kalkan olarak kullanıyor. 
Nitekim ilk savunma hattının düşmesinden sonra halkı içeriye, şehir savunması na çektiler. Fırat Kalkanı Harekâtı, Zeytin Dalı’na göre çok daha kolaydı. 
Çünkü bölge halkı dost ve arazi düz idi. Afrin’de ise arazi engebelik ve ağaçlık bölgeler görüşü azaltıyor, terör örgütünün gizlenmesini ve savunmasını 
kolaylaştırıyor. Diğer yandan Afrin bölgesinde yollar çok az ve kapasiteleri sınırlı. 

Harekâtın 40. Gününde ancak birinci aşama olan 10 -12 km. derinlikteki ilk savunma hattı geçildi. 
Bundan sonra asıl savunma hattı ve şehirlerde çatışmalar sürecek. Şu ana kadar Afrin bölgesindeki 7 büyük kasabadan sadece biri temizlendi. 
Bundan sonra terör örgütü, aylardır hazırlık yaptığı tüneller, hendekler ve yeraltında savunmaya çalışacak yani IŞİD taktiğini izleyecek. 
ÖSO, harekâta destek anlamında çok işe yaramıyor. Faaliyetleri bölgeyi tanımaları ve dil bilmeleri nedeni ile daha çok kılavuzluk ve temizlenen bölgeleri 
tutmak ile ilgili. 
Bunun dışında TSK harekâtının yerel güçlerle yapıldığı imajı için gerekli bir güç olarak kullanılıyor. ABD’nin barış anlayışı savaşan taraflara merkezi gücün 
özerk bölgeler tarafından  paylaşımını öngörüyor. Bunun için 1980’deki Taif Anlaşması ile yürürlüğe giren Lübnan modeli örnek gösteriliyor. 

Daha önce Türkiye’deki bölücü terör için barışçı yol haritası belirleyen '' David L. Philips,“ How Syria Civil War Ends (Huffington Post) adlı makalesinde
 ABD’nin Suriye için barış planını özetliyor. Suriye’de de Aleviler, Sünniler ve Kürtlere verilecek bölgelerin kendi yönetimleri, ekonomileri ve kendilerine yetecek doğal kaynakları olmalıymış. 

Böylece çatışmalara kökten çözüm bulunurmuş. Devlet başkanı seçimlerle değişmeli, istikrar için güvenlik garantisi verilmeliymiş. Güvenlik garantisi verilince yerinden edilen kişiler de geri dönermiş. Uluslararası işbirliği için ABD, başhakem olmalı imiş. ABD Başkanı’nın gücü ve etkisi dünyayı daha iyi yapmak için en önemli unsurmuş.

Ama ülkenin yeniden inşası için başka ülkeler elini cebine atmalı imiş. Adalet, ülke yöneticilerine  bırakılmamalı, insan hakları ve savaş suçları için geçişli 
adalet olmalıymış. Geçişli adalet,

Esat ve çevresindekilerin af taleplerini inceleyecek, devlet kurumlarından hesap soracak ve güvenlik yapılanmasında denge sağlayacakmış. 
Bunlar yapılırken Rusya ve İran devre dışı  bırakılacak, Türkiye isteksiz de olsa kontrol ettiği bölgelerden çıkarılacakmış. Çünkü kalıcı  bir barış için tüm 
yabancı güçler çekilmeli imiş. Bunun yerine BM Barış Gücü gelmeliymiş. Türkiye’nin Afrin’e el koyması PKK’nın çözülmesine ve büyük güç kaybına neden olabilir. 

Öte yandan, Türkiye; Esat rejimi, RF ve İran ile Fırat’ın doğusu için işbirliği seçeneğini de kullanmalıdır.
 Ancak, Esat- RF işbirliği, Türkiye’nin zamanı gelince bölgeden çıkacağını hesaplıyor. Rusya hala Afrin’i istiyor ve Kürt kartını ABD’nin elinde almayı hedefliyor. 

Öte yandan Esat
- RF ile pek çok konuda aynı şekilde düşünmüyoruz .
Suriye’nin ve Esat rejiminin geleceği, Kürtler, ÖSO ve Sünni gruplar hakkında farklı beklentilerimiz var .
Türkiye’de Suriye’de Sünni, diğerleri ise Alevi yani Esatlı bir rejim istiyor. Suriye içinde iç savaş artık son dönemlerine girerken savaş sonrası için demografi ve 
mezhepsel düzenlemeler yapılıyor. Örneğin Esat rejiminin Doğu Guta başta olmak üzere kalan Sünni muhalif grupları Şam ve Humus etrafından temizlemeye çalışıyor. İdlib ile ilgili gelişme ÖSO (bölgedeki sözde ılımlı İslamcı militan grupların ittifakı) ile radikal El Nusra uzantılarının son günlerde  bir ölüm-kalım çatışmasına başlaması oldu. 
Böylece İdlib’in uluslararası olarak düşman kabul edilen radikal İslamcı El Kaide’den temizlendiği savı kullanılacak.

Artık pek çok etnik ve dini grup savaşın başlangıcındaki yerinde yaşayamayacak. Bölgedeki Türkmenler ise ne sahada var, ne masada. Tıpkı Irak’ta olduğu 
gibi Suriye’de de Türkmenleri dışladık ve sembolik bir mevcut ile ÖSO’nun içindeler. Türkiye’de faaliyet gösteren Türkmen Meclisi ve Türkmen dernekleri  dikkate alınmıyor. Astana Süreci’nde de yoklar. Yüzyıllardır olduğu gibi 1918’de Misak-ı Milli içinde iken bıraktığımız Türkmenler hala sahipsiz durumdalar. 
Hâlbuki Fırat Kalkanı bölgesi, bir Türkmen bölgesi haline kolaylıkla getirilebilir. 

İdlib ve Afrin’e Türkmenlerin dönüşü sağlanabilir. Suriye ile ilgili barış planı ve Anayasa taslağı içinde Türkmenlerin de hakları korunmalıdır.

İdlib -Afrin- Fırat Kalkanı arasında Sünni Arap değil, Türkmen odaklı bir bölge kurulmalıdır.

02 Mart 2018Prof.Dr.Sait Yılmaz

***

2 Mart 2018 Cuma

AHMAK OLMADIĞINIZI BİLİYORUM...

AHMAK OLMADIĞINIZI BİLİYORUM...



Osman KARABABA
karababaosman@hotmail.com

“Holmes, Dr.Watson’la birlikte kamp yapmaktadır. Berrak bir gecenin geç bir saatinde Holmes uyanır ve Dr.Watson’u dürter: 
“-Watson,” der, “göğe bak ve bana ne gördüğünü söyle.” 

 “-Milyonlarca yıldız görüyorum, Holmes,” der Watson. 
“Peki, bundan ne sonuca varıyorsun, Watson?” Watson biraz düşünür, sonunda;

“-Şey,” der, “astronomik açıdan milyarlarca gezegen bulunduğu sonucuna varıyorum. Astrolojik açıdan Satürn’ün aslan burcuna girdiğini görüyorum. Zamansal açıdan saatin yaklaşık üçü çeyrek geçtiğini kestirebiliyorum. 
Meteorolojik açıdan yarının harika geçeceğini düşünüyorum. Teolojik açıdansa Tanrı’nın her şeye gücünün yettiğini ve bizim minnacık olduğumuzu çıkarabiliyorum. E, peki sen ne sonuca vardın, Holmes?” 
“Birileri çadırımızı çalmış, dostum!” ...?!

*

Üniversite mezunu işsiz iki genç, Hasan ile Hüseyin bir inşaat barakasında kalmaktadırlar.

Bir sabahın köründe gözlerini ovuşturarak kalkan Hasan poşet içinde kapıya sıkıştırılmış bir kitapçık bulur. 
Kitapçığın ön kapağında türkuaz zemin üzerine resmedilmiş, hukukun evrensel simgesi Themis heykeli dikkatini çeker. Uyumakta olan Hüseyin’e dürter: 

“-Hüseyin “der, “hele gözünü aç da bir bak şuna ve bana bundan ne anladığını söyle!”

Hüseyin kendini toplar, kitapçığa bir göz atar;

“Şey,” der, “bu; hakimiyet hakkı ancak millete ait olan ve mutlak kuvvetler ayrılığına dayanan parlamenter sistemi yıkıp yerine tek adama dayalı bir rejimi getiren anayasandır!?” 

Sözüne devam eder: 

“-Bu anayasaya göre cumhurbaşkanı hem partili biri hem Yürütmenin başı hem de sınırsız yetkiye sahip olacak. Partili bir cumhurbaşkanının, tarafsız olmayacağı için, bütün bir milletin değil, sadece partilisinin cumhurbaşkanı olacağını net görebiliyorum.” 

Hasan: “-Peki, bundan ne sonuca varıyorsun?” deyince, Hüseyin bir an düşünür ve şöyle sıralar:

“-Terminolojik açıdan, olağanüstü yetkilerle donatılmış Partili Cumhurbaşkanlığının, içerisine kutsiyet, ulviyet, uluhiyet, keyfiyet, benlik şırınga edilmiş ucube bir Başkanlık sistemi olduğunu... Böyle bir sistemin dünya 
terminolojisinde bulunmadığını, bunun tiranlık ötesinde bir karakter yüklenmiş anayasal tanrısallık olduğunu söyleyebilirim.

-Astronomik güç açısından, hem partili biri olduğu için asla tarafsız olamayan hem yürütmenin başı olarak sınırsız yetkiye sahip bir cumhurbaşkanının; (15 yıldır anayasayı yok hükmünde sayıp fiilen ihlal ederek her istediğini yapması yetmezmiş gibi şimdi de devletin çarklarının patinaj yaptığını iddia eden bir zihniyetin) Yasamayı kontrol edeceğini, Yargıyı şekillendireceğini, görünen köyün kılavuz istemediği gibi net görebiliyorum.

-Sosyolojik açıdan, partili bir cumhurbaşkanı; 

Milletvekillerini belirlemek, Meclisi feshetmek, kanun hükmünde kararnameler çıkarmak, milli güvenlik politikalarını ve uluslararası ilişkileri belirlemek, orduyu kullanabilmek, savaş ilan edebilmek, uluslararası anlaşmaları akdedebilmek, olağanüstü hal ilan edebilmek, Devleti yapılandırmak, Hakim ve Savcılar Kurulu başkanını atamak, üyelerini seçmek ve seçtirmek, Anayasa Mahkemesinin üyelerini seçmek ve seçtirmek gibi yetkileriyle başta Yargıyı şekillendireceğini ve akabinde TBMM’yi ve parlamenter sistemi devre dışı bırakabileceğini şimdiden görebiliyorum.

-Psikolojik açıdan, milli egemenliğin millete ait olmasının rahmani, tek adama teslim edilmesinin ise şeytani olduğundan hareketle, anayasa değişikliğini vahim buluyorum! 

-Adalet açısından, asla tarafsız olmayan partili bir cumhurbaşkanını hiçbir gücün denetleyemeyecek olmasını, kontrolsüz zembereğin ya kolu kırması ya kapıyı açık bırakmasına benzetiyorum. 

Yürütmenin başı partili bir cumhurbaşkanını denetimsiz yönetim zırhıyla güçlendirerek tek adam yapan yeni anayasayı; özellikle Türklüğün ve TC’nin katline ferman, siyasi iktidarı yüce divandan külliyen kurtaracak argüman addediyorum. 

Meclisi şekillendiren bir cumhurbaşkanının yüce divana sevkini o meclisin 2/3 çoğunluğunun cüretine bırakan, böylece cumhurbaşkanı ve himayesindekileri kıyamete kadar hukuki koruma altına alan anayasa değişikliğini reddediyorum.

Çünkü, anayasa değişikliği ile geçmişte devletimize ve milletimize karşı işlenen suçlar...

Ege’deki 16 ada ve bir kayalığımızı işgal eden Yunanlılara karşı gösterilen aymazlık... 

Türklüğü, Atatürk’ü ve Cumhuriyeti yok etmek isteyenler.. sorgulanamayacak!

Ne yazık ki bunların hesabı Allah’a kalacak! Ancak bunları anlayamayacak kadar ahmak olmadığımı biliyorum Hasan.

-Astrolojik açıdan, rantları ve saltanatları uğruna camileri siyasete alet ederek mescid-i dırar yapan... Devletin nice kurum ve kuruluşlarını parti teşkilatlarına çeviren... Eğitimi 4+4+4’lük sistemle mahveden... Bilumum bölücü, yıkıcı, gerici, dinci, hortumcu güç odaklarının üstün gayretleriyle, ülkenin 21. yy Uzay Bilgi Çağında bulunması gereken yörüngesinin, 15. yy Ortaçağına doğru kaydığını görüyorum. 

-Zamansal açıdan, yüz yıl öncesi tarihin tekerrür ettiğini, Allah ile din ile aldatan fiili durumlarla laikliği ihlal ölçeğinde takvimlerin tekke, zaviye, tarikat ve cemaatler devrini gösterdiğini kestirebiliyorum. 

-Meteorolojik açıdan, küresel Fetö tipisinin hiç eksilmeyeceğini, beraberinde cemaatler fırtınasının kopacağını, ülkeyi kasıp kavuran büyük hortumların artacağını ve siyasi iktidarın paratoneri olmayan hanelere yıldırımların    düşebileceğini, ya başkanlık ya terör yüksek basıncıyla yakın zamanda güneşli günlerin pek olmayacağını tahmin ediyorum.

-Teolojik açıdan yeni anayasayla, “dokunmak ibadettir” sanrısıyla kutsallaştırılan parti liderine, uluhiyet ve insan üstü kutsiyet kazandırılmak istendiğini düşünüyorum.

Partili bir cumhurbaşkanının, yeni anayasadan alacağı erişilmez güçle sultan laşacağını, akabinde koca imparatorluğun yıkılmasını hazırlayan Hilafet makamını 100 yıl sonra yeniden tesis ederek Teokratik bir düzeni  getirebileceği ni ihtimal dahilinde görüyorum. 

Partili bir cumhurbaşkanının anayasa değişikliğiyle kazanacağı sınırsız gücü karşısında bizim zerre kadar olduğumuzu kestirebiliyorum.

E, peki sen ne sonuca vardın Hasan?”

Hasan bir an düşünür ve şöyle der:

“-Birileri yeni anayasayla bizim hayatımızı çalmış, dostum!”

Devlet Bahçeli diyor ki: 

“Başkanlık sistemi tek adam, diktatörlüğünün beratıdır, hırsızlık ve yoksulluk ruhsatıdır. Türkiye’nin bölünme meselesidir. Demokrasinin idam fermanıdır.” 

Heyhat!!! Bu sözlerle uyutulmuşuz!

*

EY YÜCE ve YÜKSEK TÜRK!

Uyumak yok olmaktır...Uykun katilin olacak... Fikren uyanık kalmak istiyorsan, çaresi, bedenen uykuya dalmamaktır.

“Zehiri hiçbir zaman teneke kupa içinde sunmazlar.” 

Allah yokmuş gibi yaşayanları, iktidar yaptığın ülkede esaret ve sefalet, ellerinle yazdığın kaderin olacaktır.

Çok yakında...

Bir gecenin sabahında cehenneme uyanacaksın. 
Ve bir bakmışsın ki, güneşin köreltilmiş, âtin çalınmış, 
Hayatının ırzına geçilmiş olarak kendini 
Ortaçağ dehlizinde bulacaksın! 
Kurtuluşuna vaveylaların yetmeyecek!
Kuran seni uyarırken aklın nerdeydi? 
Dünyada iken cehennemi tadacaksın!

***