10 Nisan 2017 Pazartesi

Dünyada ve Türkiye’de Ulus-Devlet Modelinin İnşa Süreci

Dünyada ve Türkiye’de Ulus-Devlet Modelinin İnşa Süreci,

Dünyada ve Türkiye’de Ulus-Devlet Modelinin İnşa Sürecini Dayatan Tarih Algısı Üzerine Bazı Düşünceler, 

Prof. Dr. Bayram BAYRAKDAR 
Dokuz Eylül Üniversitesi, 
bbayraktar@deu.edu.tr 


Globalizasyon ve/veya küreselleşme sürecinin etki ve yansımalarını derinden yaşadığımız gelişmelerin başlangıcı olarak Post-Sovyet süreç anlaşılmalıdır. Sovyetlerin çöküşünü beraberinde getiren küreselleşmeyle birlikte, bilgisayar teknolojisinin gündelik hayatımıza girmesiyle tüm dünyada eğitim sistemleri, programları, eğitim teknolojileri konusunda değişim ihtiyacı doğdu. Bütün 
eğitim ve bilim alanlarında olduğu gibi, bilgi küreselleşti. Ülkeler ve kurumlar, kendilerini yeni duruma ve gelişmelere adapte etme gereği duydular ve birbirine daha fazla yaklaşmanın kaçınılmazlığını fark ettiler. Tarih eğitimi ve yazımı da bu etkiden nasibini aldı. Ülkeler, eğitim teknolojilerindeki gelişim ve değişime uygun olarak tüm eğitim kurumlarında Tarih eğitimi ve öğretimi konusunda ciddi yenilenme ihtiyacı hissedildi. Devletin ve hükûmetlerin dışında sivil toplum örgütlerinin inisiyatif üstlenmeleri yanında, insan hakları, demokrasi ve kadın 
hareketlerindeki gelişmeler ve ihtiyaçlar, bireyi ve toplumu derinden etkiledi. Ders kitaplarındaki bilgilerin sıkı bir biçimde sorgulanması bu süreçte oldu. Birey ve toplum olarak ülkemizde ve dünyada bu gelişim, değişim ve dönüşümler devam etmektedir. Bu süreçte, ciddi tarihçilerin de uyarıları sonucu, tarihçinin, tarihin öznesi olduğunun bilinciyle eğitim sorununa yaklaşıldı. Yaklaşık 
son yirmi beş yıllık bir süreçte çok sayıda tarih eğitimi ve yazımı konusunda makaleler, kitaplar yazıldı. Örgün ve yaygın eğitim yoluyla ve yazılı ve görsel basınla bu bilgiler, ilgililerin ve toplumun dikkatine sunuldu. Arayış devam etmektedir. 


Dünyada ve Türkiye’de modern tarih, kısmen geçmişte de böyleydi, bir bakıma çağımızda yaşayan tarihçinin eliyle inşa edilişin tarihidir. İnsanların eylemlerinin, yapıp etmelerinin daha bilinen şekliyle olay ve olguların bir sonucudur; ama bundan da öte aynı zamanda olay ve olgular hakkındaki söylemlerinin de bir sonucudur. Özne olan tarihçi, tarihin inşacısıdır ve aynı zamanda tarihçi zihniyet 
ve eylem olarak tarihin içinde sürekli gezinir. Tarihin bilgisi ile nesnesi bu bakımdan kategorik olarak birbirinden ayrılamaz. 

Tarih, aslında, tarihçinin eliyle gelecekten şimdiki zamana gönderilen bir uyarı olmuştur. Bu uyarı geçmişe kadar gidip tarihçiler üzerinde de etkisini hissettir miştir. Köklerini Eski çağa kadar götürdüğümüz tarih, özellikle Rönesans döneminde önemli bir gelişme gösterdi. Burada geçmiş taklit edildi ve Antik çağ, Hıristiyanlığı eleştirmek için kullanıldı. Nitekim Ortadoğu toplumlarından 
Araplar, Osmanlılar karşısında İslâm tarihinin erken dönemlerine yönelmeyi yeğlediler. Mısırlılar, Firavunlara sarıldılar. Lübnanlı Hristiyanlar da Fenikelilere... Bu destek arayışını abartılı bulsak bile, makûl de karşılamak gerekir. Zira uluslaşmak için geçmişi yeniden keşfetme içgüdüsüydü bu. Hem Batı Avrupa toplumları da Ortaçağ'a meydan okumaya soyunurken Eski Yunan ve Roma'ya 
yönelmemişler miydi?1 

19. Yüzyıl Avrupa’sında geliştirilen Batı’nın Doğu’ya üstünlüğü hakkındaki tarih yorumu, bir diğer söylemle Oryantalist bakış açısı, gerçekte, aynı yüzyılda icat ve inşa edilmiş bir tarih projesiydi. Batı kendinin olanı Roma ve Helen kaynaklı Avrupa uygarlığını dünyanın öteki tarihi uygarlıklarına egemen kılmayı amaçlamıştı. Bu Avrupa merkezci tarih projesine kapsamlı bir tepki olarak Martin Bernal’in Kara Atena başlıklı bir kitabı en kapsamlı bir bilimsel çalışma niteliği taşımaktadır. Kitapta, Antik Yunan ve dolayısıyla Avrupa Uygarlığı’nın kültürel kökeninin Afro-Asyatik Antik Mısır ve Finike kültürlerine dayandığı tezi ağırlıklı olarak işlenmektedir. Batı medeniyetinin kökeninin Avrupa'daki 18 ve 19. yüzyıl ideolojik akımlarının etkisinde, bilimsel nesnellikten uzak olarak imal 
edildiğini ve özgün Avrupa medeniyetinin kaynağının Yunanistan olduğu tezine karşı bir karşı koyuş olarak Kara Atena kitabı değerlendirilebilir. İdeolojik ve ırkçı öğelere sahip tarih yazımına göre 

Avrupa, Yunanistan ve Ariler dışında kalan Afrika ve Asya köklerin Yunan kültüründeki büyük etkisinin Batılı akademisyenler tarafından bilinçli bir şekilde tekrar tekrar görmezden gelinip inkar edildiğini ve zamanla silindiği tezini savunmaktadır.2 

Bilindiği gibi modern zamanlar değerlendirilirken, genelde Rönesans'a mutlaka gönderme yapılır; çünkü Rönesans, geçmişin yeniden inşa edilmesiydi. Bir diğer etken de 19. yüzyıl genelde Ortadoğu toplumları için "modernleşme" yüzyılı oldu. 19. yüzyıl Avrupa’sında meydana gelen milliyetçilik hareketleri yaygınlık kazanarak tüm Ortadoğu toplumlarını etkiledi. Bu nedenle 19. yüzyıl ulus-
devletleri inşa yüzyılı oldu. Bir başka deyişle, "insanın, kendi sosyal dünyasını kurmak ve yeniden şekillenmek için özgür olmalı" anlayışına uygun inkılâpçı düşüncelerle harmanlanan uzak geçmiş kültü yeniden yorumlandı. 

Tarih geçmişin öyküsü olarak da bilinir. Bu tanım yanlış değildir; fakat eksik bir tanımdır. Sosyolojinin sadece hâlihazırı, yâni, bugünü olmadığı gibi tarihin de yalnızca geçmişi yoktur. Bu konu ister istemez tarih felsefesini ilgilendirir. Felsefenin, geçen yüzyılın ilk çeyreğinde yeni kurulan ulus-devlet eliyle yapılandırılmasından bahsettiğimizde bazı sorularla karşılaşmamız kaçınılmaz olacaktır. Bu sorulardan biri ulus-devleti inşa edenlerin nasıl bir devlet-toplum modeliyle yetiştikleri, kısaca önder kadronun toplumun geçmişten geleceğe yönelik nasıl bir kültür mirasından beslendiğini bilmek gerekmektedir.3 

Modern Türkiye'yi inşa edenler de Osmanlı'dan önceki dönemlere Asya bozkırlarına yöneldiler. İranlılar, kendi emperyal geçmişlerine, Dünyanın her tarafına dağılan Yahudiler ise Filistin'deki kadim tarihlerine döndüler. Toplumlar neden böyle bir düşünceye yöneldiler?4 

Türkiye'de tarih genel olarak bir "a priori/ön kabul" biçiminde yaklaşımı vurgulamak gerekirse, tarihsel bilinç/tarihi şuur oluşturmak adına yapılan vurgulama geçmişi geri kalınışlık olarak belirleyen ve geleceğe ileri gitmeyi hedef olarak koyan çizgisel bir tarih perspektifiyle yaklaşır. Bu yaklaşımda ileri gitmek Avrupa merkezci bir yeniliği çağrıştırmaktan çok geçmişe meydan okumayla yeni keşfedilmek istenir gözükmektedir. Batılı anlamda yeni, geçmişin yeniden inşası ile mümkün olduğu için modern Türk tarihi düşüncesindeki yeni geçmişi Türk uygarlığını en eski dönemlerinden günümüze ele almayı metodik olarak öngörmektedir. Böyle bir kurgulamada başlangıç noktası yani sıfır nokta, geçmişin geleceği değildir; bir başka deyişle bu geçmiş geleceğin geçmişidir. İster istemez bu yaklaşım dinamizmi içermesi yanında, dayatmacılığı ve indirgemeciliği de bünyesinde barındırma riski taşımış olabilir. 

Günümüzde, Türkiye’de modernleşme sürecini değerlendirirken, akademisyen lerimizin önemli bir kısmı AB'ye girmeyi, modernleşmenin ve hatta Atatürkçülüğün olmazsa olmaz bir sonucu olarak görmektedirler ki, söz konusu yaklaşımı paylaşmada ulusal devlet ve toplumun bekası adına ciddi sorunların yattığını gözden ırak tutmamaktadır; çünkü Türk modernleşmesinde öngörülen amaç, her ne pahasına olursa olsun AB'ye girişi değil, fakat, ulusal bir çağdaşlaşma projesiyle çağdaş uygarlığa katkı sağlamayı öngörür. 

Cumhuriyet Türkiye’si kuruluşu itibariyle, tarihin akışına ve geçmişin tarihsel algısına karşı bir makas değişimi süreci olarak da pekâla değerlendirilebilir. Tarihin inşası da Türk toplumuna yeni bir tarih perspektifi kazandırmak açısından 1930 başlarında kurgulanmaya başlanan Türk Tarih Tezi geleceğe göre geçmişi anlamlandırma kaygısı taşır. İnşayı gerçekleştirenler tarihi kurgularken aynı zamanda gelecek kuşaklara ağır sorumluluklar yükler. Çepeçevre kuşatılmış Türkiye ve Türk insanı, her zaman her yerde ve herkesle boğuşmak gibi bir misyon yüklenmiştir. Üstlenilen misyon Batıdan gelen ışıkla iyimserliği vaz eden gelecek; bastırılmış olan geçmişin geri döneceği tehdidine karşı uyanık olmayı dayatır.5 

Sosyal bilimler perspektifinden bakınca bu yaklaşımların elbette, mutlak doğruları yansıttığı iddia edilemez. Kabul edilmelidir ki geçmişin bilgisi ve bugünün bilimi olan tarihi inşa edenler tarihçilerdir? Öyleyse tarihçi, uçsuz bucaksız gezindiği tarih dünyasında, gençlerimizle ve toplumla ilgili olarak zamana, mekâna ve olaylara karşı adil bir mesafeyle yaklaşım becerisini nasıl 
kazandırmalıyız? sorusunu göz ardı etmemelidir. 

Çağımızı Nasıl Bir Tarih Perspektifiyle Yorumlamalıyız? 

İkinci Dünya Savaşı sonrasında bir tür Yeni Dünya Düzeni oluşturulduğunda ana hatları Winston Churchill tarafından şöyle ortaya konuldu: 

"Dünyanın yönetilmesi, sahip oldukları dışında kendileri için bir şey beklemeyen tok uluslara bırakılmalı. Dünyanın yönetimi aç ulusların eline geçerse, tehlike her zaman kapısıurda olur. Oysa hiçbirimizin daha fazlasının peşinde koşmak gibi bir nedeni yok. Barış kendi hâlinde yaşayan ve hırslı olmayan uluslar tarafından korunabilir. Gücümüz, bizi ötekilerin üzerine yerleştirdi. Kendi malikânesinde huzur içinde yaşayan zengine benziyoruz."6 

Churchill'in tanımına uygun şekilde bir gelişim çizgisi gösteren yirminci yüzyıl, küstah ve tepeden bakan; ama hemen hemen tamamı da yalanlanan öngörülerin yüzyılı oldu. Yirmi birinci yüzyıl ise belirsizliğin, yâni bloklar arası dengenin sona ermesiyle etnik, dini ve mezhepsel çatışmaların öne çıkarıldığı ve dolayısıyla sürekli çatışma ve savaş doktrinini egemen olduğu gelecekle ilgili 
öngörülerin kolaylıkla kestirilemediği bir yüzyıl olacak gibi görünmektedir. Sadece tarihi olay ve olgularla ilgili değil zaman algısı konusunda da ciddi farklılıklar yaşanmaktadır. Bu algıdan hareketle hangi zamanı yaşayacak olduğumuzu önceden kestirebilmemiz artık kesinlikle imkânsızdır. Zamanın bilimsel kavranışıyla çok önemli bir devrimin meydana geldiği doğrudur; zira Newton'un klasik teorisine göre zaman tek boyutluydu ve hep aynı hızda akıyordu; zaman evrensel, mutlak ve objektifti. Bu anlamda geçmiş ve gelecek özdeştı.7 

Günümüzde şimdiki zamanın tarihi tanımlamasıyla yeni bir zaman anlayışı gündeme gelmiştir. François Hartog, şimdiki zamanın tarihi konusunda 20. yüzyıldan Eski Mezopotamya'ya ve daha gerilere iki yönlü bir geziyi önermektedir: Yapılacak bu iki yönlü gezinin çok uzun ve çok kısa olacağını belirtir. O'na göre şu an yaptığımız benzer şeyleri, yolcular, hem de belirgin farklılıkları görsünler diye sadece birkaç yerde durmayı salık verir. Daha açık ifade etmek gerekirse, tarihi yazarken; şimdiki zamanı, geleceği ve geçmişi birbirine bağlama biçimlerinin nasıl yapılacağı üzerinde durmaktadır. Bu anlamda zaman tarihçinin her günkü hayatıdır. François Hartog’un, Tarih Başkalık Zamansallık, başlıklı kitabında yer alan bir değerlendirmeye göre, tarihçi artık, homojen ve boş bir doğrusal zamanla ilgilenmese de, zamanı basit bir araç olarak görme tehlikesiyle karşı karşıyadır.8 

Einstein'in formüle ettiği modern izafiyet teorisiyle birlikte zaman kavramının derin bir değişime uğradığını bilmekteyiz. Uzam-zaman kavramı kabul görmüş ve birbirlerinden ayrı olan uzam (bir nesnenin uzayda kapladığı yer) ve zaman kavramlarının yerine geçmiştir. Einstein'le birlikte zaman, Newton'cu ve fiziksel ideal1iğini yitirmiştir. Işık hızından daha hızlı gidilemeyeceğine göre, geçmişe 
yolculuk da yapılamayacaktır. 

Zamanın geleceği hakkında soru sorulan Uya Prigogine, zaman fikrine belirsizlik fikrini de dahil ederek daha öteye gitmeyi denedi.9 Bu belirsizlik, belki de, yirmi birinci yüzyılın belirleyici olgusudur. Uya Progogine, Newton'un tersinir yasalarının [doğa olaylarında sonsuz küçük bir değişikliğin etkisiyle anlık fiziksel, kimyasal ve mekanik dönüşüm] içinde yaşadığımız dünyanın küçük bir bölümün de geçerli olduğunu göstermektedir. Bu yasaların, gezegenlerin hareketlerini tarif etmeyi sağladığı doğrudur; ama gezegende jeoloji, iklim ve yaşam gibi tersinmez fenomenlerle ilgili yasaların formüle edilmesini gerektirmektedir. 

Bu keşiflerle birlikte zaman kavramında yaşanan devrimin önemini yeterince ölçebiliyor muyuz? Günümüzde kesinliklere hiç yer yok artık; çünkü zamanın tek bir geleceği değil, birden çok geleceği vardır; çünkü doğa artık öngörülemezdir, doğa, tarihtir. Bu epistemolojik (bilgi teorisi) devrimde, zamanın geleceğine ve tarihe dair hangi kavrayış gün ışığına çıkmaktadır? 

Bu kavrayış elbette, özgürlük kavrayışı olacaktır. Robert Musil'e göre, tarihin yörüngesi, bir kez harekete geçtiğinde, belirli bir yolu kat eden bilardo topunun yörüngesine benzemez; tarihin hareketi daha ziyade, bulutların hareketine benzer; sokaklarda rasgele dolaşan bir insanın çıktığı gezintiye benzer. Kimi yerde o kişiyi bir karaltı yolundan saptırır. Başka bir yerde aylak aylak dolaşan başka insanlar ya da yolunu kesen ev cepheleri gibi tuhaf bileşenler onu yolundan alı koyar ve nihayet varmayı hayâl bile etmediği meçhul bir yerde kendini buluverir. Tarihin yolu. Çoğunlukla yanılgıya çıkar. Şimdiki zamana, bir şehrin son evinde rastlanılır daima; ev yığınlarının uzağında kalmış, ıssızlığın ortasındaki bir evdir bu. Tıpkı her yeni kuşağın, şaşkın bir hâlde, ben kimim?, benim seleflerim kimlerdi? diye kendi kendine sorması gibi.10 

O kişi şu soruyu da mutlaka sormalıdır kendine: Ben neredeyim?. Her yeni kuşak, seleflerinin de kendilerinden başka şey olmadıklarını, tek farklarının başka yerde ve zamanda olmak olduğunu 
varsaysa iyi ederdi. 

Bu devrimin kozları ve hedefleri hem müsbet bilimler hem de sosyal bilimler için çok önemlidir. Uya Progogine, bilgi alanındaki alt üst oluşun kapsamını şöyle belirler: “Yirmi birinci yüzyıl hangi branşa dahil olacaktır? Gelecek zaman için nasıl bir gelecek zaman vardır? (... ) Olasılık kavramıyla' birlikte mikroskobik dünyanın bilimine bile belirsizlik ve çoklu gelecek zaman fikri girer. (...) Bizler, kesinliklerin dünyasından olasılıkların dünyasına ilerliyoruz. Yabancılaştırıcı bir determinizm ile tesadüfün yönettiği ve bu nedenle de aklımızın ermediği bir evren arasındaki dar yolu bulmamız gerekir.” 

Zaman kavrayışımızdaki bu devasa alt üst oluş karşısında toplumsal ve kültürel zamanda da kriz yaşıyor olmamız şaşırtıcı mıdır? Bu soruya en doğru cevabı tarih verir; tarih, Benedetto Croke'nin dediği gibi her zaman çağdaştır. 

Bu nedenle zaman, büzüldükçe küreselleşir ve tarih şimdiki zamana indirgendikçe çağdaşlaşır. Zaman, ne kadar kornprime, sıkıştırılmış bir hâl alırsa rekabet de o ölçüde keskinleşir. Zaman giderek en yetkin stratejik koz hâlini alır. Aynı zamanda da insanlığın gecikmiş modernliğinin hayaleti olur. (...) küreselleşme ve yeni teknolojilerin ortaya çıkışı, kısa vade ufkunu ve gerçek zaman mantığını, yâni an bu an ve ne koparabilirsen kârdır misali mali ve medyatik mantığın hegemonyasını toplumlara dayatmaktadır. 

Mesela demokratik toplumlarda politik kararların bir sonraki seçim ufkuna göre uyarlanması gibi. Hükümdarlar ve krallar, benden sonra tufan diyerek tiranlıklarını meşrulaştırmak istemişlerdi. Günümüzde ise aciliyetin tiranlığı söz konusudur. Bu durum kollektif proje fikrine yapılan referansların hızla silinmesine yol açar. Bu durumda kendimizi, uzun zamana yayılmış bir perspektife yerleştirenleyiz. İşte böyle bir bakış açısında aciliyet, zamanın yapısını bozar ve ütopyayı gayr-ı meşru ilan eder. Sanki an zamanı ortadan kaldırmış gibidir. Bugünün insanı her yerde yarının insanının haklarını, haksız yere kendine mal etmektedir; onun mutluluğunu, dengesini, hattâ kimi zaman yaşamını bile tehdit etmektedir. Yazık ki aciliyet mantığı, geçici düzenleme olmak bir yana-belki öyle olsa maruz görülebilirdi-kalıcılaşmaktadır. Bu yaklaşımın özeti, amaç için her yol mubahtır. Birileri aciliyeti; inancı, ideolojiyi, siyasal eğilimleri, kurumu, çıkarı, aşireti için öngörmekte ve uygulamaktadırlar. Demokratik ve istikrarlı arayışlara, yazık ki, böyle bir zihniyette yer olmayacak tır. 

Maalesef bu mantık, toplumlara nüfuz etmektedir; gidişat dünyada da bu şekilde toplumların ilmiklerine kadar işlemektedir. 

ABD'nin, AB'nin, IMF'nin ve Dünya Bankası'nın aciliyetten doğan dayatmalarına, herkesin gerekçeleri farklı olsa bile dünyanın dört bir köşesinden cılız tepkiler gelmektedir. Öyleyse küreselleşme çağında zamanı nasıl yeniden inşa edebiliriz? Uzun zamanı nasıl güçlendirebilir ve saygınlığına kavuşturabiliriz? Günümüz insanı, an bu an dediği ve geçmişle ilgili hafıza kaybına uğradığı için 
kendisini gelecekle bütünleştirememektedir.11 

Yanlışları önlemenin bir yolu, belki de en önemli yolu, öngörmektir. Bu bilinç ise insana ve toplumlara ancak ciddi bir tarih perspektifiyle kazandırılabilir. Geçmişten geleceğe, uygarlık yaratımı ve ütopya kazandırma bilinciyle olacaktır bu. Ulusal tarihimizi evrensel boyutta anlayarak ve anlamlandırarak. İşte en önemli soru da tam bu sırada geliyor; bunu kim yapacak? Tarihçiler elbette; ama hangi tarihçiler? sorusunu da buradan sormak gerekir! 

Tarihsel bir perspektif olarak günümüz Yeni Dünya Düzeni de eskisinden pek farklı görüntü vermemektedir; sadece eskisinin yeni bir kisvesidir. Özellikle ekonomi, artan bir şekilde uluslararası hâle geldi. Yoksul kesimlerle, zenginler arasındaki uçurum daha da keskinleşti. Zannedilmesin ki yaşananlar uluslararası rekabetin bir sonucudur: Uluslararası arenanın aktörleri artık uluslar değil, 
petrol ve silah üretim kontrol ve dağıtımını tekellerine geçiren-ayrıca diğer ekonomik alanlar da dalıil-çokuluslu şirketlerdir. Zengin toplumların zenginleri, onlara taşeronluk yapan yoksul ulusların zenginleriyle birlikte karşılarına çıkan her şeyi yerle bir ederek dünyayı yönetmek amacındadırlar. Kanaatimce olan biteni kavramak için yeni paradigmaalara ihtiyaç yoktur. Dünya düzeninin kuralları her zamanki gibi sürmektedir: Zayıflar için hukukun üstünlüğü. Güçlüler için kuvvetin üstünlüğü, zayıflar için ekonomik rasyonalite. Güçlüler için devlet erki ve müdahalesi.12 

Geçmişte de olduğu gibi, imtiyaz ve iktidar, halkın kontrolüne ya da piyasa disiplinine isteyerek boyun eğmez; bu nedenle anlamlı demokrasiyi baltalamak suretiyle piyasa ilkelerini kendi özel ihtiyaçları doğrultusunda eğip bükmeye uğraşır. Saygınlık kültürü içinde geriye sadece geleneksel ödevler kalır: Geçmişin ve bugünün tarihini -çok yönlü-iktidarların çıkarları doğrultusunda yeniden şekillendirmek. 

Tüm dünyada liderlerimizin ve bizim kendimizi adadığımız yüce ilkeleri göklere çıkarmak ve sicilimizdeki kusurları, yanlış yönlendirilmiş iyi niyetler, bazı kötü düşmanların bizi zorladığı güç seçimler ve bu işin eğitimini almış olanlara yabancı gelmeyecek bahanelerle geçiştirmek. 

Özellikle günümüzde, dünya devletleri ve toplumları, II. Dünya Savaşı’ndan sonra bilinen tüm paradigmaları değiştirecek yeni bir sürece sürükleniyorlar. Bunun başlıca nedeni gelişmiş ülkelerin aç gözlülüğü ve paylaşıma yanaşmamalarıdır. Ülkelerde de iktidarlar ister demokratik ister otokratik olsunlar yetkileri daha fazla merkezileştirme eğilimi taşımaktadırlar. Onaylamasak dahi bu durumu, dünyanın genel gidişatının, öncelikli olarak, ülkeleri daha fazla güvenliğe yöneltmesi, tüm dünyada genel kaotik bir sürecin başladığının habercisidir. Uzun dönemde bireyin ve toplumun sahip olduğu 
tarihsel düşüncenin ve tarih eğitiminin ne denli önemli olduğunu ve güncelden kopulmadan zamanı okumanın vazgeçilemez bir enstrümanı olarak değerlen dirmek mümkündür. Tüm bu zorlamalar, eğitim düzeyi yüksek ve sıkı bir tarih eğitimi ile donatılmış bireyi ve toplumu öngörmektedir. Uygarlığın akışı yönünde, başta ilgililer ve toplum kapsayıcı bir ilerlemeciliğin ve gelişmeciliğin 
arayışında olmalıdır. 

 Dipnotlar;

1 Bayram Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum ve Üniversite”, Baltam Türklük Bilgisi 3, Balkan Türkoloji Araştırmaları Merkezi, Prizren 2005, s. 66-78. 
2 Martin Bernal, Kara Athena: Klasik Medeniyet'in Afro-Asyatik Kökleri/ Black Athena: The Afroasiatic Roots of Classical Civilization, 
   (Çev.; Özcan Buze), Kaynak yayınları, İstanbul 1998;Ayrıca Bkz., Samuel Noah Kramer, Tarih Sümerde Başlar,(Çev.;Hamide Koyukan) ,İstanbul 1999. 
3 Teorik arka plan için Bkz., Eric Hobsbawm, Geleneğin İcadı, (Çev.; Mehmet Murat Şahin), Agora Kitaplığı, İstanbul 2006. 
4 Kemal Karpat, Osmanlı ve Dünya, Osmanlı Devleti ve Dünya Tarihindeki Yeri, Ufuk Yayınları, İstanbul 2001, s. 93-94. 
5 Zeynep Direk, "Türkiye'de Felsefenin Kuruluşu", Sosyal Bilimleri Yeniden Düşünmek, Metis Yayınları, İstanbul-Ankara 2001, s. 69. 
6 Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 70 vd.; Noam Chomsky, 11 Eylül, (Türkçesi: Dost Körpe), OM Yayınevi, İstanbul 2002, s. 73-76. 
7 Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 70 vd. 
8 François Hartog, Tarih Başkalık Zamansallık, Dost Kitabevı, Ankara 2000, s. 201 vd.; Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 72-73. 
9 Jerome Binde, "Zamanın Geleceği", Le Monde Diplomauque, (Çev.; Işık Ergüden), Nisan 2002, s. 24-25. 
10 Binde, "Zamanın Geleceği", s. 24. 
11 Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 75. 
12 Bayrakdar, “Tarih Tarihçi Toplum…”, s. 76. 

Prof. Dr. Bayram BAYRAKDAR 
Dokuz Eylül Üniversitesi, 
bbayraktar@deu.edu.tr 

***

15 Temmuz Süreci ve Tarih Eğitimi,

15 Temmuz Süreci ve Tarih Eğitimi,


SUNUŞ 

4. Uluslararası Tarih Eğitimi Sempozyumu (4th International Symposium on History Education)) Türk Tarih Kurumu ve Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesi işbirliğiyle 1-2-3- Eylül 2016 tarihlerinde Muğla Sıtkı Koçman Üniversitesinin ev sahipliğinde gerçekleştirilmiştir. Tarih eğitimi başta olmak üzere, tarih yazımı ve eğitim tarihi alanında çalışan akademisyen, tarih/sosyal bilgiler öğretmenleri ve farklı üniversitelerden tarih/sosyal bilgiler lisans ve lisansüstü öğrencilerinden oluşan bildirili katılımcıların yanı sıra alanında uzman 2 davetli konuşmacı ve tarih yazıcılığı, tarih öğretimi, tarih öğretmeni yetiştirme ve eğitim tarihi başlıklı paneller sempozyumu bilgi şölenine dönüştürmüştür. 

Sempozyumda sunulan bildirilerden toplam 70 tam metin bildiri hakem süzgecinden geçtikten sonra tam metin bildiri kitabında yer almıştır. Bu bildirilerden 11 tanesi “tarih yazımı”, 38 tanesi “tarih eğitimi” ve 21 tanesi “eğitim tarihi” başlığı altında yer almıştır. Ayrıca açılış ve panel konuşmalarından bazıları da bildiri kitabının ilk kısmında yer bulmuştur.. Kitapta yer alan bildiri 
yazarlarından bazılarının lisans ve yüksek lisans öğrencisi olması, yolun başındayken sempozyum vesilesiyle alan uzmanları ile biraraya gelmeleri, tarih yazımı/tarih öğretimi/eğitim tarihi üzerine düşünmeleri, tartışmalara katılmaları ve yazmaları geleceğe olan umudumuzu artırmıştır. Kitapta yer alan bildirilerin tarih yazımı, tarih öğretimi ve eğitim tarihi literatürinde başvuru kaynağı niteliğinde değerli çalışmalar olduğu iddiasındayız. 

Büyük soru “tarih nedir?” (Carr, 2008) ile başlayan “geçmişe ilişkin nasıl bilgi ediniriz, tarihsel nedensellik nedir?, tarihsel bir olguyu nasıl tanımlarız, tarihsel gerçek ya da nesnellik diye bir şey var mıdır? (Evans,1999), Tarih nerededir? (Safran,2010), arşivde, kütüphane de vs. ise onu oraya kim getirmiştir, Tarih ne öğretir?, toplumlar neden tarihe ilgi duyarlar, tarihten ne beklerler, toplum 
tarihçileri niçin beslemektedir? (Özbaran, 2005) ) ve daha çok çeşitli sorulara cevap bulmak ve tarihin doğasını açıklamaya çalışmak yorucu sorgulama süreci gerektirmektedir. Literatürde tarih yazıcılığı/tarih bilimi/histoyoloji, tarihçilik mesleği (akademik tarihçilik, mektepli tarihçiler, profesyonel tarihçilik) ile anılan alan ile ilgili birçok kavram (tarihsicilik, tarihselcilik, yapısöküm vs.), 
teori (pozitivist, idealist, Marksist, Annales vs.), dönem (geleneksel, modernizm, postmodernizm), okul (Maduniyet Okulu, Subaltern Okulu, Metodik okul vs), bu konunun şöhretleri yani çeşitli tarihçi, felsefeci ismi ve bunların görüşleri vs. özümsemek oldukça karmaşıktır. 

Her ne kadar (Evans, 1997), kendi disiplinleri konusunda yazmayı göze almış az sayıda tarihçinin olduğundan ve bunların da meslektaşlarının takdirini kazanamadığından bahsetse de özellikle Türkiye’de tarih/sosyal bilgiler eğitimcilerinin lisansüstü tez, makale, kitap gibi ürünlerle tarih yazımı/tarihçilik alanının büyülü kapısından içeri girdikleri görülmektedir. Nitekim 4. Uluslararası 
Tarih Eğitimi Sempozyumu programında tarih yazıcılığı paneli düzenlenmiş ve tam metin kitabında da tarih yazımı literatürüne katkı sunan makalelere ilk sırada yer verilmiştir. Sempozyumun odak noktası olan tarih eğitimi/öğretimi başlığı altında tarih öğretim programları, ders kitapları, tarih dersi etkinlikleri, yerel tarih/sözlü tarih uygulamaları tarih öğretimi ve diğer disiplinler, üstün yetenekli öğrencilerle tarih öğretimi gibi temalara yönelik tam metin bildiriler bulunmaktadır. Eğitim tarihi başlığı altında eğitim tarihi literatürüne eklenmesi gereken bilgilerin yer aldığı çalışmalar bulunmaktadır. 

Tarihe şahit olunan günlerde Muğla’da sorumluluklarının bilincindeki çok değerli katılımcıları buluşturan sempozyum kitabı vesilesiyle vatanımız için canını feda eden şehitlerimize ve Türk tarihçiliğinin önemli ismi Prof. Dr. Halil İnalcık‘a Yüce Allah’tan rahmet dilerim. Sempozyuma destek veren Türk Tarih Kurumu Başkanlığına, katılımcılara, sempozyumda görevli melektaşlarıma ve bu 
çalışmanın hazırlanmasında emeği geçen yüksek lisans ve lisans öğrencilerimize teşekkürü bir borç bilirim. Kitabın hayırlara vesile olmasını temenni ederim. 

Doç. Dr. Ayten KİRİŞ AVAROĞULLARI 
Sempozyum Düzenleme Kurulu Başkanı 


AÇILIŞ VE PANEL KONUŞMALARI ;

15 Temmuz Süreci ve Tarih Eğitimi 


Doç. Dr. Semih AKTEKİN 
Milli Eğitim Bakanlığı Öğretmen Yetiştirme ve Geliştirme Genel Müdürü 


İsmet Özel bir şiirinde 

 Her şey ben yaşarken oldu 

 Bunu bilsin insanlar, 

 Ben yaşarken koptu tufan, 

 Ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat. 


Her şeyi gördüm içim rahat’ diyor. Bugün sizlerle 4. Uluslararası tarih eğitimi sempozyumu kapsamında 15 Temmuz Demokrasi Salonu’nda toplanmış bulunuyoruz. 15 Temmuz’un tüm Türk milleti için olduğu kadar biz tarih eğitimcileri için de çok özel anlamı var. 15 Temmuz gecesi bizler bir tarihçi ve tarih eğitimcisinin meslek hayatı boyunca ilgilendiği ve anlattığı her şeyi bir gecede yaşayarak gördük ve tecrübe ettik. Bizlere tarih dersleri aracılığıyla yıllarca anlatılan kahramanlık hikâyelerinin, millet olma şuurunun, vatan ve bayrak sevgisinin, şehitlik ve gazilik bilincinin milletimizin şuur altında derin bir karşılığı olduğunu somut olarak yaşayıp gördüğümüz için içimiz rahat. 15 Temmuz’da ‘vatan nedir, millet nedir, bayrak nedir, milli mücadele nedir, vatana ihanet nedir, şehitlik nedir, gazilik nedir’ sorularının karşılığını yaşayarak, bir daha unutmamak üzere yeniden öğrendik, Milletimizin tarihsel ve kollektif hafızasının, 27 Mayısları, Menderesleri düşünerek sokağa çıkan insanlarımızın tarih bilincinin en üst düzeyde olduğunu hep birlikte gördük. Kitaplarda öğretilmeyen ama milletin derin hafızasında yaşayan tarihsel bilincin kitlelere yol gösterdiğini, acı bir şekilde tecrübe ederek öğrendik. 

Tarih eğitimcileri olarak gençlerimize Ulubatlı Hasan’ı, Hasan Tahsin’i, Şerife Bacı’yı ve onların kahramanlıklarını, gazilik ve şehitliğin ne demek olduğunu anlatmak artık daha kolay. 15 
Temmuz gecesi, özel kuvvetler karargâhını ele geçirmeye çalışan hain generali vuran Astsubay Ömer Halisdemir, Boğaziçi köprüsünde darbecilere karşı tek başına kahramanca meydan okuyan Safiye Bayat, darbecilerin kullandığı tankın önüne korkusuzca yatan Metin Doğan, kullandığı kamyonla direnişin sembol isimlerinden biri haline gelen Şerife Boz, art arda iki tankın önüne yatarak darbecileri durdurmaya çalışan Sabri Ünal ve ismini burada sayamadığım yüzlerce şehit ve gazimiz, toplumun her kesimini temsil eden, genci yaşlısı, profesörü işsizi, kadını erkeğiyle binlerce vatandaşımız, Türkiye’nin bağımsızlık tarihini yeniden yazdılar. O gece dost ve düşman, eğitimli ve cahil tanımı yeniden yapıldı. Asıl dostumuz ve düşmanlarımızın kimler olduğunu yaşayarak yeniden öğrendik. 

Bir yanda kendi ülkesinin cumhurbaşkanına suikast girişiminde bulunduktan sonra devletin helikopteriyle Yunanistan’a sığınan sözde askerler, bir yanda mülteci olarak bulunduğu Türkiye’de elinde Türk Bayrağı ile sokağa fırlayan, demokrasi nöbetlerine katılan, ‘yaşasın Türkiye’ diye bağıran Suriyeliler, Afrikalılar. Bir yanda en parlak eğitim kurumlarında okuduğu halde beynini FETÖ örgütüne teslim etmiş zavallılar, bir yanda çok iyi okullarda okumamış olsa bile işgal girişime karşı hayatı pahasına direnen kahramanlar… 

Bu milletin çocuklarına tarih öğretmek biz eğitimciler için artık daha fazla sorumluluk ve donanım gerektiriyor. Tarih eğitimcileri olarak işimiz artık hem daha kolay hem daha zor. Çünkü öğrencilerimiz şimdiye kadar bir masal gibi dinledikleri ve okudukları kahramanlık öykülerinin gerçek olduğunu, yaşayarak görerek öğrendiler. Sırt çantasıyla Boğaziçi köprüsünde tanklı askerlere 
karşı tek başına kahramanca direnen Safiye Bayat’ı, bütün vücuduyla tankın önüne korkusuca yatarak darbecilere meydan okuyan Metin Doğan’ı tüm Türkiye televizyon ekranlarından izledi. Eğer batılı amaçlar ve batının çıkarları için yapılsaydı dünyadaki belli başlı tüm barış ve cesaret madalyaları verilerek ödüllendirilecek ve tüm dünya medyasında sürekli gösterilecek, ama Türkiye’nin 
bağımsızlığı için yapılınca görmezden gelinen bu kahramanlar, milletin derin hafızasına kazınan davranışlarıyla gençlerimize tarih şuuru ve bilinci aşıladılar. Milletimiz 15 Temmuz gecesi yaşayarak bir tarih yazdı. 15 Temmuz ve sonrası gelişmeler ışığında tarih yazımı ve tarih eğitimi konusundaki yaklaşımlarımızı da belki yeniden gözden geçirmemiz gerekiyor. Son yıllarda yapılandırmacılığı 
merkeze alan tarih öğretimimizde beceri temelli öğretim ve aktif öğrenme yaklaşımı ön plana çıkmıştı. 

15 Temmuz’da yaşadıklarımız, milletimizin gazilik ve şehitlik gibi temel değerlerini ve tarihsel birikimini genç nesillere aktarmayı, vatan ve bayrak sevgisi ile bağımsızlık ve kahramanlık duygularını genç nesillere kazandırmayı hedefleyen yaklaşımların da ihmal edilmemesi gerektiğini, beceri temelli öğretim ve aktif öğrenme lehine geleneksel yaklaşımları feda etmememiz gerektiğini de 
görmüş olduk. Bundan böyle tarih ve sosyal bilgiler derslerinde vatan sevgisi, millet olma şuuru, bağımsızlık, şehitlik ve gazilik gibi değer ve kavramlara daha çok vurgu yapacak bir yaklaşım sergilememiz gerekiyor. Milli Eğitim Bakanlığı bu kapsamda bu yıl okulların açıldığı ilk hafta olan 19-23 Eylül tarihleri arasında “15 Temmuz Demokrasi Zaferi ve Şehitleri Anma Etkinlikleri Programı” kapsamında çeşitli etkinlikler düzenleyecek. Bu etkinlikler ile 15 Temmuz süreci farklı boyutlarıyla ele alınacak ve farklı yaş grupları için hazırlanmış materyallerle öğrencilerimizin milli irade, demokrasi ve bağımsızlık konularında daha bilinçli olmaları yanında, zihinlerini hain ve karanlık gruplara teslim etmeyecek, özgür ve eleştirel düşünen bireyler olarak yetişmeleri de hedeflenecektir. 

15 Temmuz süreci biz tarih eğitimcilerine aynı zamanda uluslararası etkinliklere katılım ve farklı ülkelerden aydınlarla iletişimin de ne derece önemli olduğunu öğretti. Bazılarımız tarih eğitimi alanında uluslararası bazı kuruluşlara üyeyiz ve onların faaliyetlerine katılıyoruz. 15 Temmuz ve sonrasında yurt dışındaki meslektaşlarımızın ülkemizde olan bitenlerle ilgili doğru bilgi sahibi olmamaktan kaynaklanan kafa karışıklıklarına sahip olduklarını gördük. Ülkemizi işgal girişiminde bulunan hain FETÖ örgütü ve onların yurtdışındaki uzantıları çeşitli iletişim kanallarını kullanarak 15 Temmuz darbe girişimi ve sonrasındaki olaylar hakkında yanlış bilgiler yaydılar. Bu tür yalan ve yanlış bilgilere maruz kalan yabancı meslektaşlarımızın ülkemizde yaşananlar hakkında sağlıklı değer lendirmeler yapamadıklarını gördük. Bu yüzden tarih eğitimcileri olarak bu tür uluslararası etkinlikleri, başka ülkelerdeki eğitimcilerin ülkemizdeki olaylar hakkında doğru bilgilenmesinin bir Aracı olarak da kullanmamız gerekiyor. Bu kapsamda özellikle İngilizce dilinde yayın ve bildiriler ile sosyal medya paylaşım larının önemini bu süreçte yaşayarak görmüş olduk. Tarih eğitimcileri olarak sadece kendi çocuklarımıza karşı değil, diğer ülkelerdeki insanlara da hakikatin öğretilmesi konusunda sorumluluğumuz olduğunu unutmamak gerekiyor. 

Ülkemizin yeniden darbe ve işgal girişimleri yaşamaması hepimizin ortak dileği. Beynini hain ve karanlık örgütlere teslim etmemiş, özgür ve eleştirel düşünebilen, gerektiğinde ülkesinin bağımsızlığı için hayatını feda ederek şehit olmayı göze almış nesiller yetiştirmenin ne kadar önemli olduğunu 15 Temmuz vesilesiyle hepimiz görmüş olduk. Bu acı tecrübe ışığında bundan sonra da 
hepimizi çok büyük sorumluluklar beklediğini hatırlatarak, başarılı bir sempozyum geçirmemiz dileğiyle hepinize saygılarımı sunuyorum. 


Doç. Dr. Semih AKTEKİN 
Milli Eğitim Bakanlığı Öğretmen Yetiştirme ve Geliştirme Genel Müdürü 

Doç. Dr. Ayten KİRİŞ AVAROĞULLARI 
Sempozyum Düzenleme Kurulu Başkanı 


***

Kerkük Valisi ve Bayrak Krizi

Kerkük Valisi ve Bayrak Krizi






Bilgay Duman

2017-03-24






Kerkük Valisi Necmettin Kerim, Kerkük İl Meclisine 14 Mart 2017 tarihinde resmî bir yazı göndererek Kerkük’teki tüm devlet kurum ve kuruluşlarının binalarına Irak bayrağının yanında Kuzey Irak Federal Bölgesi bayrağının asılması talimatı vermiştir. Bu talimat, Türkmenlerin tepkisini çekmiş ve talebin ne kadar yanlış ve tehlikeli olduğunu bildiren açıklamalarla kınanmıştır.

Irak Türkmen Cephesi (ITC) Başkanı ve Kerkük Milletvekili Erşet Salihi, olaya şiddetli tepki göstererek “valinin ateşle oynadığını” dile getirmiştir. Salihi demecinde şu ifadeleri kullanmıştır: “Kerkük Valisi Türkmenlerin göz bebeği ve Türk şehri olan Kerkük’te Kürdistan bayrağını diktirerek ateşle oynuyor ve kentte kardeş kavgası çıkarmak istiyor.”

Türkmen partileri ve siyasi hareketleri de bir bildiri yayınlayarak Kerkük Valisinin bayrak konusundaki tutumunu kınamış, böyle bir adımın Kerkük halkı arasındaki uyuma zarar vereceğini dile getirerek Başbakanı konu hakkında tutumunu açıklamaya davet etmiştir.

Milletvekili ve ITC Başkan Yardımcısı Hasan Turan “Ne yazıktır ki Irak hükümeti anayasaya ve yasalara aykırı bu tür davranışlar karşısında sessiz kalmaktadır. Kerkük vilayetinin @’ının IŞİD işgali altında olduğu mevcut siyasi ortam ve güvenlik durumu, bu gibi fitneler için müsait değildir” diyerek endişelerini dile getirmiştir.

Türkmen eski Milletvekili Fevzi Ekrem Terzi, olay hakkında yapmış olduğu bir açıklamada, Kürdistan bayrağının Kerkük’teki devlet dairelerine asılmasını, aralarındaki anlaşmazlık bağlamında Kürt partilerinin kendi bölgelerini genişletme amacıyla yürüttükleri programlı bir planın parçası olduğunu, Kürt partilerinin IŞİD ile savaş ortamını fırsat bilerek Kerkük’te oldubitti politikasını kullandıklarını vurgulamış ve Cumhurbaşkanını seyirci kalmayıp soruna müdahale etmeye çağırmıştır.

Konu, federal hükümetin de tepkisine neden olmuştur. Başbakan Sözcüsü Saad el-Hadisi konu hakkında 20 Mart tarihinde yaptığı resmî açıklamda şu ifadeleri kullanmıştır: “Kürdistan federe bölgesi dışındaki bölgelerde devlet dairelerine ya da diğer binalara Irak bayrağından başka bayrakların asılması yanlıştır, zira bu gibi konular federal hükümetin yetki alanına girer. Kerkük, hükümetimizin yetkisinde olan vilayetlerden biridir ve orada sadece Irak bayrağı asılmalıdır.”

Irak hükümetini oluşturan “Kanun Devleti” koalisyonunun parlamentodaki grup başkanı Ali el-Edib, Kerkük Valisinin bu davranışının anayasaya aykırı olduğunu ve Irak halkı arasında endişe yarattığını vurgulamıştır.

Tanınmış Iraklı hukuk uzmanı Tarık Harb, Kerkük Valisi Necmeddin Kerim’in Irak yasalarına göre suç işlediğini ve vilayetler kanununa aykırı davrandığını belirtmiştir. Ayrıca “Başbakan Haydar el-Abadi, onaylanmak üzere parlamentoya göndereceği bir yasa taslağıyla herhangi bir valiyi görevden alabilir. Kerkük Valisi Irak bayrak yasasına aykırı davranmıştır” şeklinde açıklamada bulunmuştur.




Türkiye Cumhuriyeti de bu olaya karşısında sessiz kalmamıştır. Dışişleri Bakanlığı Sözcüsü Büyükelçi Hüseyin Müftüoğlu, Kerkük’teki kamu binalarına resmî günlerde Irak Kürt Bölgesel Yönetimi (IKBY) bayrağının Irak bayrağıyla birlikte göndere çekilmesi için yapılan başvuruya ilişkin “Süreç işletilmeden Kerkük’ün statüsüyle ilgili olarak yapılacak tek taraflı tasarrufların Irak’taki uzlaşı ve istikrar çabalarına zarar vermesi tehlikesi bulunmaktadır. Bu tür girişimlerin Irak’ın sosyal, kültürel ve ekonomik zenginliğinin vücut bulduğu Kerkük’ün çok kültürlü kimliğini de aşındırma riski bulunmaktadır” şeklinde uyarıda bulunmuştur. Birleşmiş Milletler Irak’a yardım misyonu UNAMI’nin basın bürosu da konuyla ilgili 21 Mart tarihinde bir açıklama yaparak endişelerini dile getirmiş ve Kerkük’ün Irak hükümetinin federal yetkisinde olduğunu, dolayısıyla Irak bayrağından başka hiçbir bayrağın asılmaması gerektiğine işaret etmiştir. Tek taraflı atılan her türlü adımın Irak’taki etnik ve dinî grupların uyum ve barış içinde yaşamasını tehlikeye sokacağını vurgulamıştır.

Irak parlamentosundaki Reform Cephesi üyesi Milletvekili İskender Vetut, konu hakkında bir basın açıklaması yaparak şu ifadelere yer vermiştir: “Kerkük federal hükümetin yönetimindedir, bu yüzden Kerkük Valisinin kararı anayasaya aykırıdır, zaten Kerkük’te çoğunlukta olan Türkmenler ve Araplar bu kararı reddettiklerini açıkça beyan etmişlerdir, Kürt tarafı bu konuda akıllıca davranmalıdır.” Milletvekili Vetut açıklamasında parlamentoyu Kerkük’te Kürt bayrağı asma kararını veren Kerkük Valisi Necmeddin Kerim’i görevden almaya davet etmiştir.

Kerkük Valisi Necmeddin Kerim, bayrak konusunu anayasal zemine oturtmak amacıyla Irak Anayasasının 140. maddesini gerekçe göstermiş ve Kerkük’ün bu madde kapsamına girdiğini ileri sürmüştür. Vali, düzenlemiş olduğu bir basın toplantısında, Birleşmiş Milletler Irak’a yardım misyonu UNAMI’nin yaptığı açıklamaya cevap olarak şu ifadeleri kullanmıştır: “Anayasada Kerkük’te Kürdistan bayrağının asılmasını yasaklayan bir madde yoktur, bayrağın asılması Kerkük’teki gruplar arasında kardeşlik bağını daha da arttıracaktır.”

Konuya Irak Anayasası çerçevesinden bakıldığında, durumun şöyle olduğu görünür:

Irak 2003’te ABD ve çok uluslu güçler tarafından işgal edildikten sonra, 8 Mart 2004 tarihinde “Geçici Dönem İçin Irak Yönetimi Yasası” adı altında bir geçici anayasa ilan edilmiştir. Bu geçici anayasa, 20 Mayıs 2005’te yürürlüğe giren kalıcı anayasanın 143. Maddesi gereğince iptal edilmiş, ancak aynı maddenin hükümlerine göre geçici anayasanın 53. Maddesinin (A) fıkrası ile 58. Maddesi, kalıcı anayasanın bir parçası olarak yürürlükte kalmıştır.

Adı geçen (A) fıkrası, Duhok, Erbil, Süleymaniye, Kerkük, Diyala ve Neyneva vilayetlerinin 19 Mart 2003 tarihinde Kürt hükümeti tarafından yönetilen araziler olarak tespit etmiştir. Kerkük vilayetinin tüm bölgeleri, Kerkük il merkezi, Altunköprü, Dibis, Tazehurmatu, Dakuk, Havice ve merkeze bağlı tüm Türkmen köyleri yukarıdaki tanımın dışında kalmış ve bu bölgeler merkezî hükümetin yönetimine bağlı olmaya devam etmiştir.

58. Madde ve kalıcı anayasanın 140. Maddesinin ikinci bendinde Kerkük ve nereler olduğu belirtilmeyen “diğer bölgeler”, “münazaalı = çekişmeli” bölgeler olarak tanımlanmış ve –Kerkük dâhil– bu bölgelerin akıbeti ve nereye bağlanacağı en geç 31 Aralık 2007 tarihine kadar gerçekleşmesi gereken üç icraatın sonuçlandırılmasına bağlanmıştır: normalleştirme; sayım ve referandum.

Bu aşamaların hiçbiri, son tarih olan 31 Aralık 2007 tarihinin üzerinden dokuz yılı aşan bir süre geçmesine rağmen gerçekleşmemiştir ve buna göre de 140. Madde geçerliliğini kaybetmiştir. Anılan maddenin halen geçerli olduğu düşünülse bile, referandum yapılmadığı için Kerkük halkının iradesi henüz tecelli etmemiştir ve bu yüzden tüm bu bölgeler hukuken Kürdistan federe bölgesinin dışındadır ve merkezî hükümete bağlıdır.

Buna göre Kerkük valisinin, bir emri vakide bulunması anayasanın içeriğine ve ruhuna aykırıdır. İşte bu yüzden Irak Başbakanlığı, Türk Dışişleri Bakanlığı ve Birleşmiş Milletlerin Irak’a yardım bürosu bu gerçeği görerek söz konusu adımın hem yanlış hem de tehlikeli olduğunu vurgulamışlardır.


 2017-03-02

http://www.orsam.org.tr/index.php/Content/Analiz/5090?s=orsam|turkish

***

Atatürk Dönemi Dış Politikasında Ortadoğu’nun Yeri Üzerine


Atatürk Dönemi Dış  Politikasında Ortadoğu’nun Yeri Üzerine 


Mustafa Bıyıklı, Batı İşgalleri Karşısında Türkiye’nin 
Ortadoğu Politikaları- Atatürk Dönemi, Gökkubbe Yayınları, İstanbul 2007, 2. bsm., 517 s.


DEĞERLENDİRME MAKALESİ 

Namık Sinan TURAN
* Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü. 

Türkiye’nin son yıllarda Ortadoğu coğrafyasında daha aktif rol oynama çabaları bölgedeki tarihsel referansların değerlendirilmesi açısından da fırsat olarak 
kabul edilmekte. Bu hiç şüphesiz gerek siyasi tarih gerekse uluslararası ilişkiler açısından oldukça eksik sayılabilecek literatüre katkı anlamında oldukça 
önemli. Osmanlı Dönemi Arap milliyetçiliğinin gelişim sürecine dair çalışmalar ya da son yıllardaki siyasi ve ekonomik gelişmeleri baz alan konuların ağırlık 
kazandığı araştırmalar ne yazık ki erken cumhuriyetin dış politikasında Ortadoğu söz konusu olduğunda eksik kalıyor.1 Bunun başlıca iki nedeni olduğu 
söylenebilir. İlki cumhuriyetin ilk yıllarına dair arşiv kaynaklarının tasnifi konusundaki eksiklerin araştırmacıları konudan uzaklaştırması. İkincisi ise yüzünü Batı uygarlığına dönen Kemalist rejimin Ortadoğu’ya ve daha özelde İslam dünyasına sırtını döndüğü yönündeki önyargının konuya olan ilgiyi azaltması. Bununla birlikte akademik anlamda Ömer Kürkçüoğlu’nun çalışmaları Türkiye ve Ortadoğu ilişkileri konusunda ilkler arasında sayılmalıdır.2 

Atatürk dönemi Ortadoğu ile olan ilişkiler konusunda son yıllarda bir ilgi uyanmaya başlamışsa da bu henüz yeterli düzeyde değildir.3 

Son döneme kadar K. Krüger’in 1932’de basılmış olan eserinin yanında konuyla doğrudan ilişkili bir çalışma bulmak oldukça güçtü.4 

Bu nedenle Mustafa Bıyıklı’nın kitabı önem kazanmaktadır. 

Batı İşgalleri Karşısında Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları: Atatürk Dönemi başlıklı çalışma yazarın 2002 yılında tamamladığı İki Dünya Savaşı Arasında 
Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları (1918-1939) adlı doktora tezine dayanmakta. Ancak anlaşıldığı kadarıyla bazı ilaveler içermekte. Kitap uzun bir girişin 
ardından üç bölüm olarak kurgulanmış. Bunun yanında “Türkiye İçin Ek Tedbirler ve Hedefler”, “Ortadoğu Ekseninde Türk-Arap İlişkilerinin Gelişmesi”, 
“Atatürk Dönemi Türk Dış Politikasının Kaynakçalı Kronolojisi” gibi ek yazılarla destekleniyor. 

Yazar kitabının girişinde temelde Osmanlı Devleti’ndeki siyasal ve sosyo ekonomik değişimin nedenlerini tahlil etmekte, bunu iç ve dış etkiler ışığında analiz etmeye çalışmakta. Ancak hemen belirtmek gerekir ki bunu yaparken kullandığı dil ve üslup bir akademik çalışmanın üslubuyla uyuşmuyor. Burada altın çağ olarak tanımlanan Osmanlının  klasik döneminin 5 sona erişi ve yaşanan sarsıntı karşısında 18. yüzyıl sonlarından itibaren geliştirilmeye başlanan “yenileşme” hareketleri devletin “sosyal” yönlü bir müdafaa hareketi olarak değerlendiriliyor. Böylelikle Batının siyasi ve ekonomik nüfuzunun Akdeniz’in doğusunda giderek hissedildiği bir süreçte Osmanlıdaki dönüşümlerin temelde savunma refleksine dayalı bir siyasetin sonucu olduğuna dikkat çekiliyor. 
Burada temelde görülen yaklaşım olayları tamamen dış etkilerin bir sonucu olarak yorumlama anlayışıdır. Örneğin Osmanlı halkları arasında milliyetçiliğin 
gelişimi ve bağımsızlık taleplerinin yükselişi Batılıların kışkırtmacılığı na bağlı olarak yorumlanıyor. (s. 18-19) Oysa milliyetçilik gibi 19. yüzyılın genel karakteristiğini belirleyen ve yeni kimliklerin inşa sürecine işaret eden bir ideolojinin etkileri yalnızca dış etkilerle açıklanamaz. Dahası Osmanlı gayrı Müslimleri arasında bu etkinin uyanışında örneğin Yunan milliyetçiliğinin gelişiminde bu kimliği birleştirici bir unsur olarak tasarlayan Yunan ticaret burjuvazisinin etkisini dikkate almamak mümkün değildir. Aynı yaklaşım Osmanlı Ortadoğu’su için de göze çarpmaktadır. Nitekim yazarın da dikkat çektiği Şam olaylarının dramatik gelişim seyri Batının bölgedeki nüfuz mücadelesinin yanı sıra bölgedeki cemaatler arasında ekonomik çatışmanın da bir sonucudur. Evet 
görünürde Tanzimat ve Islahat Fermanlarının bölgede özellikle Müslümanlar arasında yarattığı tepki olayların gelişiminde etkili olmuştur; ancak temelde 
ve çok daha etkin bir neden olarak ekonomik gelişimdeki eşitsiz durum yer almaktadır. 

1860 Şam olaylarını – yazar 1861 olarak gösteriyor – Büyük Devletlerin “ Hıristiyan azınlığı ve batılılaştırdıkları zümreleri ” kullanarak İslam dünyasında ikili kültür, huzursuzluk ve karışıklık arayışlarının bir sonucu olarak değerlendirmek olayı tek boyuta indirgemek anlamına geliyor.6 

Kitabın girişindeki analizlerde özellikle kuramsal anlamdaki eksiklikler dikkat çekiyor. Milliyetçilik olgusu ve Arap milliyetçiliğinin gelişimine dair algılama 
buna tipik bir örnek oluşturuyor. Buna göre sömürgeci devletler Arap milliyetçiliğini ve Türk-Arap düşmanlığını başlatarak “Ortadoğu çevresinde 
Türk-Arap ilişkileri daralmaya ve kopma noktasına varmıştır.” deniyor. Akademik uzmanlık alanını Ortadoğu üzerine geliştirmiş bir yazarın Arap milliyetçiliği 
konusundaki literatürden haberdar olmaması düşünülemeyeceğine göre buradaki yorumlamanın çoktan aşılmış bir yaklaşımı yansıttığını da bilmesi 
gerekirdi. Milliyetçilik hareketlerinde özellikle 19. yüzyıldaki gelişim çizgisinde Fransız devriminden itibaren dış etkilerin yeri bilinmektedir. Ancak hiçbir 
ideoloji toplumsal ve ekonomik bir altyapı olmadan siyasi bir realite haline dönüşemez. Arap milliyetçiliği de bu yönüyle bakıldığında tek başına Osmanlı 
birliğine kasteden Batılıların kışkırtmalarının bir sonucu olarak değerlendirilemez. Elbette Batının modern biliminin, kurumlarının ve siyasi düşüncelerinin 
Arap dünyasına ulaşmasında özellikle sahil şeridinde faaliyet gösteren misyonerlerin önemli bir payı olmuştur. Ancak bu konuyu ayrıntılı olarak inceleyen Adil Baktıaya’nın da belirttiği gibi misyonerler ne Araplara ulaşan tek kanaldı ne de bu kanalların en önemlisiydi. Nitekim Bıyıklı’nın ileri sürdüğünün 
aksine misyoner okul ve kolejlerin bu süreçteki etkisi oldukça tartışmalıdır. Son dönemdeki araştırmalar Arap milliyetçiliğinin fikri temsilcilerinin misyoner 
okullardan çok Osmanlı eğitim kurumlarından yetiştiğini ortaya koymaktadır.7 Yoksa burada ileri sürüldüğü gibi Arap milliyetçiliği, Ermeni milliyetçiliği ve Jön 
Türk hareketini tek başına Osmanlı’yı parçalamaya yönelik Batının girişimleri olarak değerlendirmek konuyu eksik görmektir (s. 33). 

Tanzimat ve Islahat Fermanlarının sosyal yapı üzerindeki etkilerinin tümüyle olumsuz değerlendirildiği görülmektedir. Tüm bu projeler “birer Türk fikri olmaktan uzak” Batının dayatmaları olarak değerlendirilirken analitik bir değerlendirme arayışından çok Türkiye’deki muhafazakar yazının bilinen söylemi tekrar ediliyor. 
Batılılaşma projesinin özellikle edebiyat ve kültür yaşamındaki eksik ya da zayıf kalan yanları elbette eleştirilebilir ve eleştirilmelidir de8 ancak burada yer 
aldığı biçimiyle gazeteler ve gazeteye bağlı yazı çeşitlerin, tiyatro, roman, Batılı eserlerin Türkçe’ye tercümesi, dil ve imlaya dair ıslah girişimlerin 
de Batının amacına ulaşmak adına siyasi amaçla kullandığı araçlar olarak resmetmek 19. yüzyılın dünyasını ve kamuoyunu doğru teşhis edememek 
anlamına gelmektedir. 

Aksi halde “Batı değerleri lehine ve Osmanlı değerleri aleyhine olarak dış destek ve teşviklerle gazete, tercüme, tiyatro, romantizm, cemiyet faaliyetleri 
ve kadının evinden dışarı çıkartılıp bu faaliyetlerin içine yönlendirilmesinin” olumsuz sonuçlar olarak sunulması başka şekilde açıklanamamaktadır (s. 22). 

Nitekim benzer değerlendirmelere girişte bolca rastlanmaktadır. 

Türkiye’de Osmanlı son yüzyılı ve erken cumhuriyet dönemine dair değerlendirmelerde ideolojik önyargıların etkisinin aşılabildiğini iddia etmek mümkün değildir. Bu çalışmada da bunun aşılamadığı görülmektedir. Bunlardan en dikkat çekici olan meşrutiyetin değerlendirilmesidir. II. Meşrutiyet konusunda son derece geniş bir literatürün varlığı bir yana sadece Süleyman Kocabaş’ın çalışmasına dayanan yazar bunu adeta 7 milyon Yahudi’nin yaşadığı Selanik’teki 
sermayedarların, dış devletlerin hedeflerine ulaşmak için kullandıkları mason localarının olgunlaştırdıkları Jön Türklerin Osmanlı hanedanının dışlanması, 
İslam’ın yok edilmesi ve garpzedeliğin yaygınlaştırılması konusundaki girişimlerinin sonucu olarak değerlendiriyor (s. 26). Tümüyle tartışılabilecek bu yaklaşım tarihçilik yaklaşımının ikna ediciliği bir yana pedagojik anlamda da sorunlar içermektedir.9 Aynı tavır Batının oyununun bir parçası olan “azınlıklarının ihanetvari şikayet ve propagandaları” şeklindeki yorumlarda da görülüyor (s. 30). 

Söz konusu yaklaşım böyle bir çalışmanın girişinde yer alması gereken tezin ana ekseninin belirlenmesi ve yöntemin saptanmasından uzaklaşılarak demogojik tartışmaların tarafı olunması sonucunu doğuruyor. Benzeri ifadeler ve görüşlere günümüzün bazı basın organlarında da rastlanabilmektedir. 
Ancak akademik bir çalışmanın girişinin günlük gazetelerde rastlanan cinsten bir üslubu kaldıramayacağı açıktır. Ayrıca bu yaklaşım girişi amacından uzaklaştır makta, konuyu dağıtıp, okurun konsantrasyonunu, metne bağlılığını zayıflat maktadır. 

  Bunun en tipik örneği s. 28’deki 20. dipnot ve 29-30 arasındaki 21 ve 22. dipnotlardır. Konuyla bağlantısı olmadığı halde ve Kayı boyu gibi yıllar önce aşılmış nazariyelere de gönderme yaparak 623 yıllık Osmanlı idaresinin “aydınlık, huzur ve adalet içerisinde yönettiği” 60 kadar ülkedeki egemenlik sürelerinin belirlenmesi kitaba bir katkı sağlamadığı gibi bütünlüğü de bozmaktadır. Bu yönüyle bakıldığında giriş kısmı eserin takdimi ve yöntemin ana hatlarının belirlenmesinden çok yazarın kimi konulardaki görüşlerini okurla paylaştığı müstakil bir yazı niteliğine bürünmektedir. 

Kitabın ilk bölümü “Batı-Doğu Ekseni veya Akdeniz Hattında Meseleler, İç ve Dış Politikalar” başlığını taşıyor. 9 alt başlık altında incelenen sorun Ortadoğu’nun küresel mücadelede başlıca merkezlerden biri haline geliş süreci. 

Bu bağlamda başta İngiltere olmak üzere, Düvel-i Muazzama’nın Akdeniz politikaları, I. Dünya Savaşı’nın sonuçları, savaş sonrası düzen kurma arayışları 
ve tarafların tezleri bu bölümün başlıkları arasında yer alıyor. Söz konusu süreç hakkında yerli ve yabancı oldukça geniş bir literatür bulunmaktadır. Ancak 
burada ilk dikkati çeken yön özellikle yabancı literatürün taranmasındaki eksikliktir. Aynı şekilde en çok yayına rastlanabilecek konulardaki atıflarda da 
bu eksiklik kendisini hissettirmektedir. 

Örneğin sayfa 112-113’te Çanakkale ve Birinci Dünya Savaşına dair verilen kaynaklar kimi internet siteleri olup, yazarın bu konudaki çalışmalardan 
haberdar olmadığını düşünmek mümkün değildir. Benzer şekilde Mekke Şerifi Hüseyin ve ayaklanması gibi konuyu doğrudan ilgilendirebilecek tartışmalarda bile kaynaklar üzerindeki eksiklik göze çarpmaktadır. Oysa en azından Ernest C. Dawn’ın, Osmanlıcılıktan Arabçılığa adlı eseri burada daha ufuk açıcı yorumlar 
üretilmesine katkı sağlayabilirdi (s. 114). 

İlk bölümde metne dair bir diğer dikkat çekici yön yoğun bilgi aktarımı ve tekrarlara karşılık analitik bir bölümlendirmenin yapılamayışıdır. 
Bu durumda okur iki dünya savaşı arası batı karşısında Türkiye’nin Ortadoğu politikalarına genel bir bakıştan yine iki dünya savaşı arasında Türkiye’nin deniz stratejileri ve psikolojisine savrulabilmekte ve aralarında bağ kurmada zorlanabilmektedir. 

Burada daha dikkatli bir bölümlendirmeyle ortaya konan emek analitik bir çerçevede sunulabilirdi. 

Misak-ı Milli Politikası ışığında Yeni Türkiye’nin ve dış politikasının incelendiği ikinci bölüm Ortadoğu’daki politik mücadelede Türkiye’nin yerini konu 
ediniyor. İlk olarak İttihat ve Terakki’nin Arap elitleri ile olan çekişmesi, Jön Türk idaresinin Arap bölgelerinde yarattığı siyasal tepki inceleniyor. 
Bunu takiben yeni rejimin şekillenişi aşamasında hilafet tartışmalarına yer veriliyor. Hilafetin kaldırılması süreci uzunca bir bölüm olarak anlatılıyor. Burada aktarılanlar elbette hilafetin kaldırılma sürecine dair önemli bilgiler; ancak başlı başına bir araştırma konusu olan ve yazarın da yüksek lisans tezinin konusunu 
oluşturan bu sürecin çok ayrıntılı yer alışı Türkiye’nin Ortadoğu politikasının şekillenmesindeki en önemli amil buymuş havası yaratıyor. Yazar bu bölümde 
Meclis çatısı altında ve basında yer alan tartışmaları aktarırken, belki de üzerinde durulması gereken bir başka konuyu ihmal ediyor. Hilafet meselesi 

19. yüzyılda özellikle II. Abdülhamid rejimi döneminde İttihad-ı İslam tartışmaları kapsamında iç ve dışta, taraftar ve muhalif çevrelerde hayli tartışılmış bir konuydu. Özellikle Abdülhamid rejiminin kurumu diplomaside öne çıkarma konusundaki özeni ve hassasiyeti karşısında İngiltere’nin de kışkırttığı Arap hilafeti meselesi Araplar arasında Osmanlı hilafetine alternatif olarak tartışılmaya başlanmıştı.10 İkincisi bazı Arap bölgelerinde Osmanlı karşıtlığının yükselişi sanıldığının aksine Jön Türk idaresinden öncelere dayanıyordu. Bunda yalnızca dış yönlendirmeler ya da Osmanlı merkeziyetçi bürokratlarının uygulamaları değil yükselen Arap milliyetçiliğinin de etkisi vardı.11 Nitekim bu konuda değerli araştırmacı Prof. Dr. İsmail Kara’nın editörlüğünde toplanan 
hilafet risaleleri başlıklı çalışma konuyla ilgili büyük bir boşluğu doldurmuş, olayı geniş perspektifli değerlendirme imkanı sağlamıştır. 

İkinci bölüm yeni Türkiye’nin iç ve dış politikasında kimlik değişiminin incelendiği başlığın ardından 1921 yılından 1938’e değin yıl yıl dış politika gelişmelerini 
ele alıyor. Burada Başbakanlık Cumhuriyet Arşivinden yararlanılmış olması konuya katkı sağlıyor. Ancak bazı konuların atlandığı dikkatlerden kaçmıyor. 
Örneğin 1934 yılı gelişmeleri arasında İran Şahının Türkiye ziyaretine yer verilmemiş olması dikkat çekiyor. Oysa bu ziyaret yazarın da 1937 olayları içinde yer verdiği 8 Temmuz 1937 tarihli Sadâbat Paktı’na giden süreçte iki ülke arasında resmi ilişkilerin gelişiminde önemli bir adımdır.12 Yazar 10 Haziran 
1934-6 Temmuz 1934 arasında gerçekleştirilen bu ziyarete kronolojisinde de yer vermemiştir (s.446). Mustafa Bıyıklı 1923-1938 politikalarını değerlendirirken 
Türkiye’de ulus devletin oluşum sürecindeki laiklik politikalarının Ortadoğu ile ilişkilerde göreceli olarak belirleyici olmakla birlikte 1930’a kadar 
olan dönemde güvenlik, barış ve komşuluk açısından olumlu gelişmeler yaşandığına dikkat çekiyor. 

Bu dönem dış politikasında en önemli özellik Lozan sonrası sorunlarla mücadele edilirken, dış dünyayla daha kuşkucu ve temkinli ilişkilerin kurulmasıdır. 
Yazar 1933 sonrasında Ortadoğu ülkeleri ve Türkiye arasında görülen ilişkilerdeki gelişmeyi revizyonist blok ülkelerinin yayılmacı faaliyetlerine karşı Türkiye, İran, Irak, Afganistan gibi ülkelerin emperyalizme yönelik benzer kaygılarına bağlı olarak değerlendiriyor. Aynı dönemde dikkat çekilen bir diğer nokta ise Türk dış politikasında zaman zaman statükocu kimi kez de ısrarcı ve fırsatçı olunmasıdır. Nitekim Montreux ve Hatay meselesindeki tutum bu yönüyle vurgulanmaktadır (s. 326-327). 

Kitabın üçüncü bölümü Arap-Türk ilişkileri, meseleler ve politikalar konusuna ayrılmış. Burada da tezi bölümlendirmedeki eksiklilikler ilk anda göze çarpıyor. 
En dikkate değer yön konu başlıklarında tekrara düşülmesi ve dağınık bir tarzın benimsenmesi. Burada esas tema Araplar ve Türkler arasındaki ilişkilerde 
devletlerin, daha özelde toplumların birbirini algılama biçimleri. Arap dünyasında Türkiye üzerine yapılan çalışmalar, Osmanlı geçmişine bakışları gibi başlıklar oldukça genel ifadelerle burada yer alırken, Türk-Arap yakınlaşmasının gerekliliği başlığı altında bu konuda argümanlar ileri sürmektense 1908-18 dönemin deki gelişmelerin kısa bir yorumuna yer veriliyor. 

Yazar 1916 sonrası bazı Arapların yabancılarla işbirliği yaparak halife-sultana karşı ayaklanmalarını kabullenilemeyecek bir şey olarak nitelendirirken, 1919 sonrasında Türk milliyetçilerinin de halife-sultana karşı aynı şeyi yaptıklarını iddia ediyor. Bu durumda okurun kafasında ulusal savaş sırasında gayet pragmatik gerekçelerle halife-sultana yönelik vurgular yapan milliyetçilerin hangi yabancılarla işbirliği yaptığına dair bir soru oluşabiliyor. 
Bir önceki bölümde hilafetin kaldırılmasına dair anlatıda yer verilmeyen Arapların lehte ya da aleyhte tepkilerine bu bölümde yer veriliyor. Arapların Osmanlı geçmişine ve Atatürk inkılaplarına bakışlarına dair başlıklar, Türkiye’nin Ortadoğu politikasına yönelik yaklaşımları çarpıcı alıntılarla aktarılıyor. Özellikle Arap aydınları arasında Türkiye’deki dönüşüme dair algılamalar dikkat çekici. Burada aktarıldığı biçimiyle Kemalist devrimin hafta tatilinin değişiminden, harf reformuna, kadın erkek eşitliğine kadar toplumsal ve siyasal alandaki hemen her adımı bazı çevrelerde İslam’ın temel yasasından açıkça uzaklaşma ve İslam dünyasına sırtını dönme olarak değerlendirilmiş. Mustafa Bıyıklı burada menfi yaklaşımların yanında ortak tarihe yönelik daha soğukkanlı yaklaşımlardan da söz ediyor. Bunlar arasında Tunuslu tarihçi Abdülcelil Temimi ve Mısırlı tarihçi Muhammed Harb’ı özellikle anıyor. Ancak burada da işaret edildiği gibi Araplar ve Türkler arasındaki imaj sorununun kısa sürede hallolmasını beklemek fazla iyimserlik oluyor. Kitabın son bölümü olumsuz Arap imajının düzeltilmesi için ileri sürülen Arap teklifleriniiçeren başlıkla tamamlanıyor. Daha çok İbrahim Dakuki’nin çalışmalarına dayandırılan bu kısımda karşılıklı önyargıların aşılmasında diyaloga ve anlayışa dayalı bir ilişki tarzının gerekliliği üzerinde duruluyor. 
Mustafa Bıyıklı’nın çalışması çok incelenmemiş bir konunun ele alınması açısından dikkat çekmekle birlikte konuya yönelik kaynakçada özellikle İngilizce 
ve Fransızca literatürün eksikliğiyle, bölümlendirme ve konunun sınırlarının tespiti konusunda sorunlar barındırıyor. 
Eksikliği dikkat çeken bir diğer konu ise dış politika konusunun ele alındığı bir çalışmada dış politikada belirleyici olan paradigmalara yeterince yer verilmemiş oluşu. 
Atatürk Dönemi Dış Politikasında Ortadoğu’nun Yeri Üzerine;
Ortadoğu Etütleri, Ocak 2010 
Cilt 1, Sayı 2 
Namık Sinan Turan 

DİPNOTLAR;

1 YüksekÖğretimKurumu tez katalogunda yapılacak kısa bir araştırmadaTürkiye’nin Ortadoğu ile olan ilişkilerinin çeşitli boyutlarına işaret eden 59 tez kaleme alındığı görülmektedir. 
2 Ömer Kürkçüoğlu, Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi (1909-1918),
  Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara 1982veTürkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikaları (1945-1970), 
  Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara 1972. 
3 Bu konuda iki yüksek lisans tezi kaleme alınmıştır. Aydın Can, Atatürk Dönemi Türkiye’nin Ortadoğu Politikası (1923-1938),
  Yüksek LisansTezi, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2000, 315 s., FikriIşık, Atatürk Döneminde Türkiye’nin Ortadoğu Politikası, 
  İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2005, 132 s. 
4 Krüger, K., Turkey and the Middle East, George Allen and Unwin Ltd. London 1932, 223 s.,Türkçesi için bkz. Kemalist Türkiye ve Ortadoğu, Altın Yayınları, çev. 
   Nihal Önol, İstanbul 1981, 197 s. 
5 Yazar Altın Çağ tabirini Fatih, Yavuz ve Kanuni dönemlerini içerecek biçimde kullandığını belirtiyor. 
   Bununla birlikte erken modern çağların bir imparatorluğu olan Osmanlılarda altın çağ tabiri genelde 
   Kanuni Süleyman dönemini ifade edecek şekilde kullanmıştır. Cemal Kafadar, “TheMythof theGolden 
   Age:Ottoman Historical Consiciousnessin the Post Süleymânic Era”, Süleymân the Second and His 
  Time, Ed. Halil İnalcık - Cemal Kafadar, The Isıs Press, İstanbul 1993, s. 37-48. 
6 1860 Şam olaylarının sosyo-ekonomik nedenleri ve gelişim süreciyle ilgili olarak Leila Tarazi Fawaz, An Occasion for War: Civil Conflict in Lebanon and Damascus 
   in 1860,University of California Press 1994. 
7 Adil Baktıaya,Osmanlı Suriyesi’nde Arapçılığın Doğuşu: Sosyo-Ekonomik Değişim ve Siyasi Düşünce,Bengi Yayınları, İstanbul 2009, s. 108-174. 
8 Bu konuda yapılan değerlendirmeler için Şerif Mardin, “ Tanzimat’tan Sonra Aşırı Batılılaşma ”, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, İstanbul 1991, s. 23-77, 
9 Tarih yazımında söz konusu yaklaşımın analizi için bkz. Nuray Mert,“ Cumhuriyet Tarihini Yeniden Okumak ”, Doğu Batı, sayı 47, Ankara 2008-9, s. 133-134. 
10 Azmi Özcan,“ İngiltere’de Hilafet Tartışmaları 1873-1909”, İslam Araştırmaları Dergisi,Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,İstanbul 1998, Sayı 2, s.49-71; 
    Ayrıca bkz.Ş.Tufan Buzpınar, “II. Abdülhamid Döneminde Osmanlı Hilafetine Muhalefetin Ortaya Çıkışı: 1877-1882”, Hilafet Risaleleri: Abdülhamid Devri, 
    ciltI, Ed.İsmail Kara, Klasik Yayınları, İstanbul 2002, s. 37-63. 
11 Ş.TufanBuzpınar,“OsmanlıSuriye’sindeTürkAleyhtarıİlanlarveBunlara KarşıTepkiler 1878-1881”, 
    İslam Araştırmaları Dergisi,Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1998, sayı2, s. 73-89. 
12 Bu konuda ayrıntılı bir inceleme için bkz. L.Hilal Akgül, “ Rıza Han’ın ( Rıza Şah Pehlevi ) Türkiye Ziyareti”, Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları, İstanbul Üniversitesi 
    Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, 2005, sayı7, s. 1-42. 


***