ORTADOĞUNUN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
ORTADOĞUNUN etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

13 Ekim 2017 Cuma

Ortadoğu’nun Hali ve Din,


Ortadoğu’nun Hali ve Din,


Erol Manisalı
erolmanisa@yahoo.com 

Irak’ta olan bitenleri Türkiye ve dünya “hayretler içinde” izliyor. Neden hayret edildiğine “hayret etmek gerekir”. Aslında her şey “olağan”. Bunlar doğal sebep-sonuç ilişkileri. 
- Din ve mezhep bağnazlığını “karanlık çağlardaki gibi” hayatın, siyasetin, ekonominin bir parçası olarak sürdüren insan toplulukları burada. 
- Bütün bu mezhep (ve din) kavgalarının, insanların önemli bir bölümü tarafından “esas alındığı bir koşullanma”; 21. yüzyıldaki yaşam tarzlarını bile bu çarpıklıklar içinde kabullenen bir cehalet, ilkellik ve sapkınlık örneği.
- Bütün bunların üzerine küresel çıkar odaklarının bu çağdışı örgütlenmeleri profesyonel bir biçimde kendi çıkarları doğrultusunda kullanmaları; ilkel insanların mezhep adına, din adına diyerek canavarlaşıp cihat ilan etmeleri; diğerlerinin boğazını kesmeye başlamaları gibi, durumdan vazife çıkaran küresel (ve bölgesel) güçler de “her şey mubahtır” politikası izlerlerse, çok doğal bir sonuç olarak Ortadoğu’da bugünkü kaos yaşanacaktır. 2+2’nin 4 ettiği gibi. Bölge insanının çok büyük bir çoğunluğu kaybederken bazıları bundan kazanç ve güç sağlıyor. Küresel güçler de aralarındaki oyunda bu ilkellik ve cehaleti bir silah olarak kullanıyorlar.

Toplumun derinliklerine işlemiş 

Asırlardır süre gelen bu çarpıklıklar, inanç sapkınlıkları ve azgelişmişlik, “sosyolojik olarak toplumların genlerine işlercesine, bir yaşam biçimi haline gelmiş”. 
Ara sıra ortaya çıkan demokratik filizlenmeler ve kıpırdanmalar, “küresel güçler ve yerel uzantıları tarafından yok edilmişler ve bugün de yok ediliyorlar”. 
Tek istisnası Atatürk ve Kurtuluş Savaşı ile birlikte Türkiye Cumhuriyeti’nin ortaya çıkışı; İslam dünyasındaki tek çağdaşlaşma oluşumu. Yaşam biçiminde ilkelliklerden kurtularak modernleşmeyi ve çağı yakalama çabası örneği. 
Hukukta, siyasette, ekonomide, sanatta, aile düzeninde “Avrupa örneğinde olduğu gibi, çağı yakalama savaşı”. 
Mezhep ve din kavgalarından uzak, “çağdaş insan” (ve toplum) olma savaşımı. Belki de bu nedenle Atatürk’ün ve devrimlerinin bu kadar düşmanı var. Alternatifinin ne olduğunu bugün Irak, Suriye, Mısır, Sudan, Libya ve körfez ülkelerinde, hemen hemen tüm Arap dünyasında görüyoruz. 
Atatürk döneminde yaşanan reformları hangi İslam ülkesi yapabildi? Arap ülkeleri mi, İran mı, Afganistan mı, Pakistan mı? Hiçbiri yapamadı. Hemen hemen tamamı dün olduğu gibi bugün de çağdaşlıktan, demokrasiden çok uzaklarda bulunuyorlar. 
Mezhepti, tarikattı, karşı kabileydi diyerek birbirlerini boğazlıyorlar. Yarın da bu ülkelerde bir şey değişmeyecek. Çünkü asırlardır oluşan bataklık dokusunu değiştirmek görünür gelecekte imkânsız.

IŞİD’in Arkası, Önü 

Herkes görmeye çalışıyor; arkasında kim var, önünde kim var? 

Ne fark eder ki; şu devletler ya da şu uluslararası örgütler olsa ne olacak? 

Esas sorun Ortadoğu’daki Arap ülkelerinin dokusuna sinmiş ve yerleşmiş olan çağdışılıklardır. Mezheplerden dini örgütlere ve aşiretlere ve aile saltanatına kadar uzanan çürümüş ve kokuşmuş bir yapı. 
Böyle bir bataklık bulunuyorsa (A) ülkesinin ya da (B) ülkesinin kullanması neyi değiştirecektir? Önemli olan asırlardır bu bataklığın oluşmasıdır. 
Başka birileri kullanmasa bile içindeki mikroplar birbirlerini yemeye başlarlar. Sonuçta bir şey değişmez; kaos, ölümler, felaketler sürüp gidecektir. Din adına, mezhep adına, aşiret reisi adına diyerek saldıranlar ve diktatörler yaşayacaktır. 
Ortadoğu dünden bugüne yoğunlaşarak gelen batak dokusu ile yarın da böyle sürüp gidecektir. 
Bazen askeri diktatörler, bazen dini diktatörler, şeyhler, şıhlar, krallar bataklığın içindeki adacıklarda hükümranlıklarını sürdüreceklerdir. 
Atatürk Türkiyesi bu Ortadoğu bataklığından bir Türkiye Cumhuriyeti yaratmıştır. Bugünkü durumumuz mu? Televizyonları izleyin, gazetelere göz gezdirin, İnternette dolanın manzarayı net bir biçimde görebilirsiniz. 
Atatürk Türkiyesi mi? Bataklığın bir parçası olmak mı? Seçimi siz yapacaksınız.

http://www.cumhuriyet.com.tr/koseyazisi/85927/Ortadogu_nun_Hali_ve_Din.html

***

10 Nisan 2017 Pazartesi

Atatürk Dönemi Dış Politikasında Ortadoğu’nun Yeri Üzerine


Atatürk Dönemi Dış  Politikasında Ortadoğu’nun Yeri Üzerine 


Mustafa Bıyıklı, Batı İşgalleri Karşısında Türkiye’nin 
Ortadoğu Politikaları- Atatürk Dönemi, Gökkubbe Yayınları, İstanbul 2007, 2. bsm., 517 s.


DEĞERLENDİRME MAKALESİ 

Namık Sinan TURAN
* Doç. Dr., İstanbul Üniversitesi, İktisat Fakültesi, Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümü. 

Türkiye’nin son yıllarda Ortadoğu coğrafyasında daha aktif rol oynama çabaları bölgedeki tarihsel referansların değerlendirilmesi açısından da fırsat olarak 
kabul edilmekte. Bu hiç şüphesiz gerek siyasi tarih gerekse uluslararası ilişkiler açısından oldukça eksik sayılabilecek literatüre katkı anlamında oldukça 
önemli. Osmanlı Dönemi Arap milliyetçiliğinin gelişim sürecine dair çalışmalar ya da son yıllardaki siyasi ve ekonomik gelişmeleri baz alan konuların ağırlık 
kazandığı araştırmalar ne yazık ki erken cumhuriyetin dış politikasında Ortadoğu söz konusu olduğunda eksik kalıyor.1 Bunun başlıca iki nedeni olduğu 
söylenebilir. İlki cumhuriyetin ilk yıllarına dair arşiv kaynaklarının tasnifi konusundaki eksiklerin araştırmacıları konudan uzaklaştırması. İkincisi ise yüzünü Batı uygarlığına dönen Kemalist rejimin Ortadoğu’ya ve daha özelde İslam dünyasına sırtını döndüğü yönündeki önyargının konuya olan ilgiyi azaltması. Bununla birlikte akademik anlamda Ömer Kürkçüoğlu’nun çalışmaları Türkiye ve Ortadoğu ilişkileri konusunda ilkler arasında sayılmalıdır.2 

Atatürk dönemi Ortadoğu ile olan ilişkiler konusunda son yıllarda bir ilgi uyanmaya başlamışsa da bu henüz yeterli düzeyde değildir.3 

Son döneme kadar K. Krüger’in 1932’de basılmış olan eserinin yanında konuyla doğrudan ilişkili bir çalışma bulmak oldukça güçtü.4 

Bu nedenle Mustafa Bıyıklı’nın kitabı önem kazanmaktadır. 

Batı İşgalleri Karşısında Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları: Atatürk Dönemi başlıklı çalışma yazarın 2002 yılında tamamladığı İki Dünya Savaşı Arasında 
Türkiye’nin Ortadoğu Politikaları (1918-1939) adlı doktora tezine dayanmakta. Ancak anlaşıldığı kadarıyla bazı ilaveler içermekte. Kitap uzun bir girişin 
ardından üç bölüm olarak kurgulanmış. Bunun yanında “Türkiye İçin Ek Tedbirler ve Hedefler”, “Ortadoğu Ekseninde Türk-Arap İlişkilerinin Gelişmesi”, 
“Atatürk Dönemi Türk Dış Politikasının Kaynakçalı Kronolojisi” gibi ek yazılarla destekleniyor. 

Yazar kitabının girişinde temelde Osmanlı Devleti’ndeki siyasal ve sosyo ekonomik değişimin nedenlerini tahlil etmekte, bunu iç ve dış etkiler ışığında analiz etmeye çalışmakta. Ancak hemen belirtmek gerekir ki bunu yaparken kullandığı dil ve üslup bir akademik çalışmanın üslubuyla uyuşmuyor. Burada altın çağ olarak tanımlanan Osmanlının  klasik döneminin 5 sona erişi ve yaşanan sarsıntı karşısında 18. yüzyıl sonlarından itibaren geliştirilmeye başlanan “yenileşme” hareketleri devletin “sosyal” yönlü bir müdafaa hareketi olarak değerlendiriliyor. Böylelikle Batının siyasi ve ekonomik nüfuzunun Akdeniz’in doğusunda giderek hissedildiği bir süreçte Osmanlıdaki dönüşümlerin temelde savunma refleksine dayalı bir siyasetin sonucu olduğuna dikkat çekiliyor. 
Burada temelde görülen yaklaşım olayları tamamen dış etkilerin bir sonucu olarak yorumlama anlayışıdır. Örneğin Osmanlı halkları arasında milliyetçiliğin 
gelişimi ve bağımsızlık taleplerinin yükselişi Batılıların kışkırtmacılığı na bağlı olarak yorumlanıyor. (s. 18-19) Oysa milliyetçilik gibi 19. yüzyılın genel karakteristiğini belirleyen ve yeni kimliklerin inşa sürecine işaret eden bir ideolojinin etkileri yalnızca dış etkilerle açıklanamaz. Dahası Osmanlı gayrı Müslimleri arasında bu etkinin uyanışında örneğin Yunan milliyetçiliğinin gelişiminde bu kimliği birleştirici bir unsur olarak tasarlayan Yunan ticaret burjuvazisinin etkisini dikkate almamak mümkün değildir. Aynı yaklaşım Osmanlı Ortadoğu’su için de göze çarpmaktadır. Nitekim yazarın da dikkat çektiği Şam olaylarının dramatik gelişim seyri Batının bölgedeki nüfuz mücadelesinin yanı sıra bölgedeki cemaatler arasında ekonomik çatışmanın da bir sonucudur. Evet 
görünürde Tanzimat ve Islahat Fermanlarının bölgede özellikle Müslümanlar arasında yarattığı tepki olayların gelişiminde etkili olmuştur; ancak temelde 
ve çok daha etkin bir neden olarak ekonomik gelişimdeki eşitsiz durum yer almaktadır. 

1860 Şam olaylarını – yazar 1861 olarak gösteriyor – Büyük Devletlerin “ Hıristiyan azınlığı ve batılılaştırdıkları zümreleri ” kullanarak İslam dünyasında ikili kültür, huzursuzluk ve karışıklık arayışlarının bir sonucu olarak değerlendirmek olayı tek boyuta indirgemek anlamına geliyor.6 

Kitabın girişindeki analizlerde özellikle kuramsal anlamdaki eksiklikler dikkat çekiyor. Milliyetçilik olgusu ve Arap milliyetçiliğinin gelişimine dair algılama 
buna tipik bir örnek oluşturuyor. Buna göre sömürgeci devletler Arap milliyetçiliğini ve Türk-Arap düşmanlığını başlatarak “Ortadoğu çevresinde 
Türk-Arap ilişkileri daralmaya ve kopma noktasına varmıştır.” deniyor. Akademik uzmanlık alanını Ortadoğu üzerine geliştirmiş bir yazarın Arap milliyetçiliği 
konusundaki literatürden haberdar olmaması düşünülemeyeceğine göre buradaki yorumlamanın çoktan aşılmış bir yaklaşımı yansıttığını da bilmesi 
gerekirdi. Milliyetçilik hareketlerinde özellikle 19. yüzyıldaki gelişim çizgisinde Fransız devriminden itibaren dış etkilerin yeri bilinmektedir. Ancak hiçbir 
ideoloji toplumsal ve ekonomik bir altyapı olmadan siyasi bir realite haline dönüşemez. Arap milliyetçiliği de bu yönüyle bakıldığında tek başına Osmanlı 
birliğine kasteden Batılıların kışkırtmalarının bir sonucu olarak değerlendirilemez. Elbette Batının modern biliminin, kurumlarının ve siyasi düşüncelerinin 
Arap dünyasına ulaşmasında özellikle sahil şeridinde faaliyet gösteren misyonerlerin önemli bir payı olmuştur. Ancak bu konuyu ayrıntılı olarak inceleyen Adil Baktıaya’nın da belirttiği gibi misyonerler ne Araplara ulaşan tek kanaldı ne de bu kanalların en önemlisiydi. Nitekim Bıyıklı’nın ileri sürdüğünün 
aksine misyoner okul ve kolejlerin bu süreçteki etkisi oldukça tartışmalıdır. Son dönemdeki araştırmalar Arap milliyetçiliğinin fikri temsilcilerinin misyoner 
okullardan çok Osmanlı eğitim kurumlarından yetiştiğini ortaya koymaktadır.7 Yoksa burada ileri sürüldüğü gibi Arap milliyetçiliği, Ermeni milliyetçiliği ve Jön 
Türk hareketini tek başına Osmanlı’yı parçalamaya yönelik Batının girişimleri olarak değerlendirmek konuyu eksik görmektir (s. 33). 

Tanzimat ve Islahat Fermanlarının sosyal yapı üzerindeki etkilerinin tümüyle olumsuz değerlendirildiği görülmektedir. Tüm bu projeler “birer Türk fikri olmaktan uzak” Batının dayatmaları olarak değerlendirilirken analitik bir değerlendirme arayışından çok Türkiye’deki muhafazakar yazının bilinen söylemi tekrar ediliyor. 
Batılılaşma projesinin özellikle edebiyat ve kültür yaşamındaki eksik ya da zayıf kalan yanları elbette eleştirilebilir ve eleştirilmelidir de8 ancak burada yer 
aldığı biçimiyle gazeteler ve gazeteye bağlı yazı çeşitlerin, tiyatro, roman, Batılı eserlerin Türkçe’ye tercümesi, dil ve imlaya dair ıslah girişimlerin 
de Batının amacına ulaşmak adına siyasi amaçla kullandığı araçlar olarak resmetmek 19. yüzyılın dünyasını ve kamuoyunu doğru teşhis edememek 
anlamına gelmektedir. 

Aksi halde “Batı değerleri lehine ve Osmanlı değerleri aleyhine olarak dış destek ve teşviklerle gazete, tercüme, tiyatro, romantizm, cemiyet faaliyetleri 
ve kadının evinden dışarı çıkartılıp bu faaliyetlerin içine yönlendirilmesinin” olumsuz sonuçlar olarak sunulması başka şekilde açıklanamamaktadır (s. 22). 

Nitekim benzer değerlendirmelere girişte bolca rastlanmaktadır. 

Türkiye’de Osmanlı son yüzyılı ve erken cumhuriyet dönemine dair değerlendirmelerde ideolojik önyargıların etkisinin aşılabildiğini iddia etmek mümkün değildir. Bu çalışmada da bunun aşılamadığı görülmektedir. Bunlardan en dikkat çekici olan meşrutiyetin değerlendirilmesidir. II. Meşrutiyet konusunda son derece geniş bir literatürün varlığı bir yana sadece Süleyman Kocabaş’ın çalışmasına dayanan yazar bunu adeta 7 milyon Yahudi’nin yaşadığı Selanik’teki 
sermayedarların, dış devletlerin hedeflerine ulaşmak için kullandıkları mason localarının olgunlaştırdıkları Jön Türklerin Osmanlı hanedanının dışlanması, 
İslam’ın yok edilmesi ve garpzedeliğin yaygınlaştırılması konusundaki girişimlerinin sonucu olarak değerlendiriyor (s. 26). Tümüyle tartışılabilecek bu yaklaşım tarihçilik yaklaşımının ikna ediciliği bir yana pedagojik anlamda da sorunlar içermektedir.9 Aynı tavır Batının oyununun bir parçası olan “azınlıklarının ihanetvari şikayet ve propagandaları” şeklindeki yorumlarda da görülüyor (s. 30). 

Söz konusu yaklaşım böyle bir çalışmanın girişinde yer alması gereken tezin ana ekseninin belirlenmesi ve yöntemin saptanmasından uzaklaşılarak demogojik tartışmaların tarafı olunması sonucunu doğuruyor. Benzeri ifadeler ve görüşlere günümüzün bazı basın organlarında da rastlanabilmektedir. 
Ancak akademik bir çalışmanın girişinin günlük gazetelerde rastlanan cinsten bir üslubu kaldıramayacağı açıktır. Ayrıca bu yaklaşım girişi amacından uzaklaştır makta, konuyu dağıtıp, okurun konsantrasyonunu, metne bağlılığını zayıflat maktadır. 

  Bunun en tipik örneği s. 28’deki 20. dipnot ve 29-30 arasındaki 21 ve 22. dipnotlardır. Konuyla bağlantısı olmadığı halde ve Kayı boyu gibi yıllar önce aşılmış nazariyelere de gönderme yaparak 623 yıllık Osmanlı idaresinin “aydınlık, huzur ve adalet içerisinde yönettiği” 60 kadar ülkedeki egemenlik sürelerinin belirlenmesi kitaba bir katkı sağlamadığı gibi bütünlüğü de bozmaktadır. Bu yönüyle bakıldığında giriş kısmı eserin takdimi ve yöntemin ana hatlarının belirlenmesinden çok yazarın kimi konulardaki görüşlerini okurla paylaştığı müstakil bir yazı niteliğine bürünmektedir. 

Kitabın ilk bölümü “Batı-Doğu Ekseni veya Akdeniz Hattında Meseleler, İç ve Dış Politikalar” başlığını taşıyor. 9 alt başlık altında incelenen sorun Ortadoğu’nun küresel mücadelede başlıca merkezlerden biri haline geliş süreci. 

Bu bağlamda başta İngiltere olmak üzere, Düvel-i Muazzama’nın Akdeniz politikaları, I. Dünya Savaşı’nın sonuçları, savaş sonrası düzen kurma arayışları 
ve tarafların tezleri bu bölümün başlıkları arasında yer alıyor. Söz konusu süreç hakkında yerli ve yabancı oldukça geniş bir literatür bulunmaktadır. Ancak 
burada ilk dikkati çeken yön özellikle yabancı literatürün taranmasındaki eksikliktir. Aynı şekilde en çok yayına rastlanabilecek konulardaki atıflarda da 
bu eksiklik kendisini hissettirmektedir. 

Örneğin sayfa 112-113’te Çanakkale ve Birinci Dünya Savaşına dair verilen kaynaklar kimi internet siteleri olup, yazarın bu konudaki çalışmalardan 
haberdar olmadığını düşünmek mümkün değildir. Benzer şekilde Mekke Şerifi Hüseyin ve ayaklanması gibi konuyu doğrudan ilgilendirebilecek tartışmalarda bile kaynaklar üzerindeki eksiklik göze çarpmaktadır. Oysa en azından Ernest C. Dawn’ın, Osmanlıcılıktan Arabçılığa adlı eseri burada daha ufuk açıcı yorumlar 
üretilmesine katkı sağlayabilirdi (s. 114). 

İlk bölümde metne dair bir diğer dikkat çekici yön yoğun bilgi aktarımı ve tekrarlara karşılık analitik bir bölümlendirmenin yapılamayışıdır. 
Bu durumda okur iki dünya savaşı arası batı karşısında Türkiye’nin Ortadoğu politikalarına genel bir bakıştan yine iki dünya savaşı arasında Türkiye’nin deniz stratejileri ve psikolojisine savrulabilmekte ve aralarında bağ kurmada zorlanabilmektedir. 

Burada daha dikkatli bir bölümlendirmeyle ortaya konan emek analitik bir çerçevede sunulabilirdi. 

Misak-ı Milli Politikası ışığında Yeni Türkiye’nin ve dış politikasının incelendiği ikinci bölüm Ortadoğu’daki politik mücadelede Türkiye’nin yerini konu 
ediniyor. İlk olarak İttihat ve Terakki’nin Arap elitleri ile olan çekişmesi, Jön Türk idaresinin Arap bölgelerinde yarattığı siyasal tepki inceleniyor. 
Bunu takiben yeni rejimin şekillenişi aşamasında hilafet tartışmalarına yer veriliyor. Hilafetin kaldırılması süreci uzunca bir bölüm olarak anlatılıyor. Burada aktarılanlar elbette hilafetin kaldırılma sürecine dair önemli bilgiler; ancak başlı başına bir araştırma konusu olan ve yazarın da yüksek lisans tezinin konusunu 
oluşturan bu sürecin çok ayrıntılı yer alışı Türkiye’nin Ortadoğu politikasının şekillenmesindeki en önemli amil buymuş havası yaratıyor. Yazar bu bölümde 
Meclis çatısı altında ve basında yer alan tartışmaları aktarırken, belki de üzerinde durulması gereken bir başka konuyu ihmal ediyor. Hilafet meselesi 

19. yüzyılda özellikle II. Abdülhamid rejimi döneminde İttihad-ı İslam tartışmaları kapsamında iç ve dışta, taraftar ve muhalif çevrelerde hayli tartışılmış bir konuydu. Özellikle Abdülhamid rejiminin kurumu diplomaside öne çıkarma konusundaki özeni ve hassasiyeti karşısında İngiltere’nin de kışkırttığı Arap hilafeti meselesi Araplar arasında Osmanlı hilafetine alternatif olarak tartışılmaya başlanmıştı.10 İkincisi bazı Arap bölgelerinde Osmanlı karşıtlığının yükselişi sanıldığının aksine Jön Türk idaresinden öncelere dayanıyordu. Bunda yalnızca dış yönlendirmeler ya da Osmanlı merkeziyetçi bürokratlarının uygulamaları değil yükselen Arap milliyetçiliğinin de etkisi vardı.11 Nitekim bu konuda değerli araştırmacı Prof. Dr. İsmail Kara’nın editörlüğünde toplanan 
hilafet risaleleri başlıklı çalışma konuyla ilgili büyük bir boşluğu doldurmuş, olayı geniş perspektifli değerlendirme imkanı sağlamıştır. 

İkinci bölüm yeni Türkiye’nin iç ve dış politikasında kimlik değişiminin incelendiği başlığın ardından 1921 yılından 1938’e değin yıl yıl dış politika gelişmelerini 
ele alıyor. Burada Başbakanlık Cumhuriyet Arşivinden yararlanılmış olması konuya katkı sağlıyor. Ancak bazı konuların atlandığı dikkatlerden kaçmıyor. 
Örneğin 1934 yılı gelişmeleri arasında İran Şahının Türkiye ziyaretine yer verilmemiş olması dikkat çekiyor. Oysa bu ziyaret yazarın da 1937 olayları içinde yer verdiği 8 Temmuz 1937 tarihli Sadâbat Paktı’na giden süreçte iki ülke arasında resmi ilişkilerin gelişiminde önemli bir adımdır.12 Yazar 10 Haziran 
1934-6 Temmuz 1934 arasında gerçekleştirilen bu ziyarete kronolojisinde de yer vermemiştir (s.446). Mustafa Bıyıklı 1923-1938 politikalarını değerlendirirken 
Türkiye’de ulus devletin oluşum sürecindeki laiklik politikalarının Ortadoğu ile ilişkilerde göreceli olarak belirleyici olmakla birlikte 1930’a kadar 
olan dönemde güvenlik, barış ve komşuluk açısından olumlu gelişmeler yaşandığına dikkat çekiyor. 

Bu dönem dış politikasında en önemli özellik Lozan sonrası sorunlarla mücadele edilirken, dış dünyayla daha kuşkucu ve temkinli ilişkilerin kurulmasıdır. 
Yazar 1933 sonrasında Ortadoğu ülkeleri ve Türkiye arasında görülen ilişkilerdeki gelişmeyi revizyonist blok ülkelerinin yayılmacı faaliyetlerine karşı Türkiye, İran, Irak, Afganistan gibi ülkelerin emperyalizme yönelik benzer kaygılarına bağlı olarak değerlendiriyor. Aynı dönemde dikkat çekilen bir diğer nokta ise Türk dış politikasında zaman zaman statükocu kimi kez de ısrarcı ve fırsatçı olunmasıdır. Nitekim Montreux ve Hatay meselesindeki tutum bu yönüyle vurgulanmaktadır (s. 326-327). 

Kitabın üçüncü bölümü Arap-Türk ilişkileri, meseleler ve politikalar konusuna ayrılmış. Burada da tezi bölümlendirmedeki eksiklilikler ilk anda göze çarpıyor. 
En dikkate değer yön konu başlıklarında tekrara düşülmesi ve dağınık bir tarzın benimsenmesi. Burada esas tema Araplar ve Türkler arasındaki ilişkilerde 
devletlerin, daha özelde toplumların birbirini algılama biçimleri. Arap dünyasında Türkiye üzerine yapılan çalışmalar, Osmanlı geçmişine bakışları gibi başlıklar oldukça genel ifadelerle burada yer alırken, Türk-Arap yakınlaşmasının gerekliliği başlığı altında bu konuda argümanlar ileri sürmektense 1908-18 dönemin deki gelişmelerin kısa bir yorumuna yer veriliyor. 

Yazar 1916 sonrası bazı Arapların yabancılarla işbirliği yaparak halife-sultana karşı ayaklanmalarını kabullenilemeyecek bir şey olarak nitelendirirken, 1919 sonrasında Türk milliyetçilerinin de halife-sultana karşı aynı şeyi yaptıklarını iddia ediyor. Bu durumda okurun kafasında ulusal savaş sırasında gayet pragmatik gerekçelerle halife-sultana yönelik vurgular yapan milliyetçilerin hangi yabancılarla işbirliği yaptığına dair bir soru oluşabiliyor. 
Bir önceki bölümde hilafetin kaldırılmasına dair anlatıda yer verilmeyen Arapların lehte ya da aleyhte tepkilerine bu bölümde yer veriliyor. Arapların Osmanlı geçmişine ve Atatürk inkılaplarına bakışlarına dair başlıklar, Türkiye’nin Ortadoğu politikasına yönelik yaklaşımları çarpıcı alıntılarla aktarılıyor. Özellikle Arap aydınları arasında Türkiye’deki dönüşüme dair algılamalar dikkat çekici. Burada aktarıldığı biçimiyle Kemalist devrimin hafta tatilinin değişiminden, harf reformuna, kadın erkek eşitliğine kadar toplumsal ve siyasal alandaki hemen her adımı bazı çevrelerde İslam’ın temel yasasından açıkça uzaklaşma ve İslam dünyasına sırtını dönme olarak değerlendirilmiş. Mustafa Bıyıklı burada menfi yaklaşımların yanında ortak tarihe yönelik daha soğukkanlı yaklaşımlardan da söz ediyor. Bunlar arasında Tunuslu tarihçi Abdülcelil Temimi ve Mısırlı tarihçi Muhammed Harb’ı özellikle anıyor. Ancak burada da işaret edildiği gibi Araplar ve Türkler arasındaki imaj sorununun kısa sürede hallolmasını beklemek fazla iyimserlik oluyor. Kitabın son bölümü olumsuz Arap imajının düzeltilmesi için ileri sürülen Arap teklifleriniiçeren başlıkla tamamlanıyor. Daha çok İbrahim Dakuki’nin çalışmalarına dayandırılan bu kısımda karşılıklı önyargıların aşılmasında diyaloga ve anlayışa dayalı bir ilişki tarzının gerekliliği üzerinde duruluyor. 
Mustafa Bıyıklı’nın çalışması çok incelenmemiş bir konunun ele alınması açısından dikkat çekmekle birlikte konuya yönelik kaynakçada özellikle İngilizce 
ve Fransızca literatürün eksikliğiyle, bölümlendirme ve konunun sınırlarının tespiti konusunda sorunlar barındırıyor. 
Eksikliği dikkat çeken bir diğer konu ise dış politika konusunun ele alındığı bir çalışmada dış politikada belirleyici olan paradigmalara yeterince yer verilmemiş oluşu. 
Atatürk Dönemi Dış Politikasında Ortadoğu’nun Yeri Üzerine;
Ortadoğu Etütleri, Ocak 2010 
Cilt 1, Sayı 2 
Namık Sinan Turan 

DİPNOTLAR;

1 YüksekÖğretimKurumu tez katalogunda yapılacak kısa bir araştırmadaTürkiye’nin Ortadoğu ile olan ilişkilerinin çeşitli boyutlarına işaret eden 59 tez kaleme alındığı görülmektedir. 
2 Ömer Kürkçüoğlu, Osmanlı Devleti’ne Karşı Arap Bağımsızlık Hareketi (1909-1918),
  Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara 1982veTürkiye’nin Arap Ortadoğu’suna Karşı Politikaları (1945-1970), 
  Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını, Ankara 1972. 
3 Bu konuda iki yüksek lisans tezi kaleme alınmıştır. Aydın Can, Atatürk Dönemi Türkiye’nin Ortadoğu Politikası (1923-1938),
  Yüksek LisansTezi, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2000, 315 s., FikriIşık, Atatürk Döneminde Türkiye’nin Ortadoğu Politikası, 
  İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, 2005, 132 s. 
4 Krüger, K., Turkey and the Middle East, George Allen and Unwin Ltd. London 1932, 223 s.,Türkçesi için bkz. Kemalist Türkiye ve Ortadoğu, Altın Yayınları, çev. 
   Nihal Önol, İstanbul 1981, 197 s. 
5 Yazar Altın Çağ tabirini Fatih, Yavuz ve Kanuni dönemlerini içerecek biçimde kullandığını belirtiyor. 
   Bununla birlikte erken modern çağların bir imparatorluğu olan Osmanlılarda altın çağ tabiri genelde 
   Kanuni Süleyman dönemini ifade edecek şekilde kullanmıştır. Cemal Kafadar, “TheMythof theGolden 
   Age:Ottoman Historical Consiciousnessin the Post Süleymânic Era”, Süleymân the Second and His 
  Time, Ed. Halil İnalcık - Cemal Kafadar, The Isıs Press, İstanbul 1993, s. 37-48. 
6 1860 Şam olaylarının sosyo-ekonomik nedenleri ve gelişim süreciyle ilgili olarak Leila Tarazi Fawaz, An Occasion for War: Civil Conflict in Lebanon and Damascus 
   in 1860,University of California Press 1994. 
7 Adil Baktıaya,Osmanlı Suriyesi’nde Arapçılığın Doğuşu: Sosyo-Ekonomik Değişim ve Siyasi Düşünce,Bengi Yayınları, İstanbul 2009, s. 108-174. 
8 Bu konuda yapılan değerlendirmeler için Şerif Mardin, “ Tanzimat’tan Sonra Aşırı Batılılaşma ”, Türk Modernleşmesi, İletişim Yayınları, İstanbul 1991, s. 23-77, 
9 Tarih yazımında söz konusu yaklaşımın analizi için bkz. Nuray Mert,“ Cumhuriyet Tarihini Yeniden Okumak ”, Doğu Batı, sayı 47, Ankara 2008-9, s. 133-134. 
10 Azmi Özcan,“ İngiltere’de Hilafet Tartışmaları 1873-1909”, İslam Araştırmaları Dergisi,Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,İstanbul 1998, Sayı 2, s.49-71; 
    Ayrıca bkz.Ş.Tufan Buzpınar, “II. Abdülhamid Döneminde Osmanlı Hilafetine Muhalefetin Ortaya Çıkışı: 1877-1882”, Hilafet Risaleleri: Abdülhamid Devri, 
    ciltI, Ed.İsmail Kara, Klasik Yayınları, İstanbul 2002, s. 37-63. 
11 Ş.TufanBuzpınar,“OsmanlıSuriye’sindeTürkAleyhtarıİlanlarveBunlara KarşıTepkiler 1878-1881”, 
    İslam Araştırmaları Dergisi,Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, İstanbul 1998, sayı2, s. 73-89. 
12 Bu konuda ayrıntılı bir inceleme için bkz. L.Hilal Akgül, “ Rıza Han’ın ( Rıza Şah Pehlevi ) Türkiye Ziyareti”, Yakın Dönem Türkiye Araştırmaları, İstanbul Üniversitesi 
    Atatürk İlkeleri ve İnkılap Tarihi Enstitüsü Yayını, 2005, sayı7, s. 1-42. 


***

6 Şubat 2017 Pazartesi

Ortadoğu’nun Siyasi Fahişeleri!


‘Ortadoğu’nun Siyasi Fahişeleri!’



  ‘Ortadoğu’nun Siyasi Fahişeleri!’ 

Emin Pazarcı, 
Temmuz 2012

''Elimden Gelse, Bütün dünya Okullarının programlarına; ' İNSANIN İNSANI  SÖMÜRMEMESİ ' adlı bir ders koyardım.''


Barzaniler;
 _ ‘ Ortadoğu’nun Siyasi Fahişeleri! ’ 
   
Batılı bazı diplomatlar, durup dururken Talabani ve Barzani’ye “ Ortadoğu’nun Siyasi Fahişeleri ” adını takmamış. 

Her İpte oynuyorlar. Sabun gibiler, sürekli olarak sağasola kayıyorlar. Söyledikleri başka, attıkları adımlar farklı. Sürekli olarak rol değiştiriyor lar. Talabani de Barzani de son derece güvenilmez iki ayrı tip!

Mesut Barzani, Molla Mustafa Barzani’nin oğlu. Mesut Barzani bugün Amerika için ne ifade ediyorsa, dün de babası Sovyetler Birliği için onu ifade ediyordu. 
Molla Mustafa Barzani, Sovyetler’in güdümündeki bir KGB elamanıydı. Sovyet İstihbaratı KGB dosyalarındaki kod adı da Reis’ti. 1946′da yanındaki birkaç yüz 
Peşmerge ile birlikte Sovyetler’e kaçtı. Komünist rejim tarafından Bakü’ye yerleştirildi. Kendisi ve Peşmergeleri özel eğitimden geçirildikten sonra Irak’a 
geri gönderildi.

Molla Mustafa Barzani, hep kendisine silah ve para yardımı yapan Ruslar’ın emrinde oldu. 1961′de dönemin KGB Başkanı Shelepin’in talimatı ile Irak’ı 
parçalamak için isyan çıkardı. Bundan 46 yıl önce 1966′da, içinde Adana ve Sivas’ın da yer aldığı “Kürdistan” haritasını göstererek, İsviçre Televizyonu’na 
bir açıklama yaptı. Türkiye’ye meydan okudu: “İkinci hedefimiz Türkiye’dir.” 

Tabii, arkasına Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’ni alarak. Baba Barzani’nin bu çıkışı, Türkiye’deki pek çok gazetede yayınlandı.

Şimdi biraz daha gerilere gidelim. Barzani Ailesi, Osmanlı döneminde de ciddi problemdi. Osmanlı-Rus Savaşı’nın hemen arifesinde bu aşiretin reisi Şeyh 
Abdülselam, sözde “Tatil” yapmak için Rusya’ya gitti. Kısa süre sonra, büyük miktarda silah ve para yardımı alarak geri döndü. Aradan 1 sene geçtikten sonra Osmanlı-Rus Savaşı çıktı. Barzani Aşireti, Osmanlı’nın o zor günlerinde Ruslar’la birlikte hareket etti. Osmanlı, Ardından yine bunlar tarafından İngilizler’e satıldı.

Molla Mustafa Barzani’den sonra görevi oğlu devraldı. Önce Ruslar hesabına çalışan aile, dünya dengelerinin değişmesi ile birlikte, CIA ile iş tutmaya 
başladı. Şimdi bölgede KGB elemanı Molla Mustafa Barzani yerine, CIA ile birlikte hareket eden oğlu Mesut Barzani var. Dün, Sovyetler Birliği’nin desteği 
ile Türkiye düşmanlığı yapılıyordu. Bugün, ABD’ye sırt dayanarak Türkiye’nin altı oyulmak isteniyor. Efendiler değişti, ama hedef hiç değişmedi.

Geçmişte yaşananlara bir göz atalım. 

2003 yılında Barzani’nin tahrikleri sonucu Erbil’de Türk Bayrakları yakılmadı mı? 2007 yılında, Euro News’e konuşup Türkiye’nin Kuzey Irak’ta PKK’ya karşı bir 
operasyon düzenlemesinin felaket olacağını söyleyen O değil miydi?

Türkiye’ye bütün Kürdistan’dan çok Güçlü bir karşılık verilir ” dememiş miydi?

Mesut Barzani, yine aynı yıllarda Kerkük konusunda Türkiye’ye posta koymaya kalkmamış mıydı:

”Türkiye’de de Kürtler var. Türkiye’nin Kerkük’e karışması durumunda biz de Diyarbakır ve diğer kentlerin içişlerine karışacağız. Türkler, Kerkük konusunda 
ısrar ederlerse, bütün sonuçlarına katlanarak onları engellemeye çalışacağım.”

Bu adam, Kandil’de bulunan ve Türkiye’nin teslim edilmesini istediği 248 PKK yöneticisi için “Bizim bölgemizde değiller” cevabını vermemiş miydi?

Şimdi de başımıza yeni çoraplar örmeye çalışıyor. PKK ile diğer Kürt gruplarını buluşturuyor. Suriye’de birlikte hareket etmelerini sağlıyor. Yetiştirdiği 
binlerce peşmergeyi, yeni bir yapılanma ortaya çıkarmak amacıyla Suriye’ye gönderiyor. Biz de Suriye’de sınırımıza yakın bölgelerde ortaya çıkan PKK 
yuvalanmasını ” Tehdit” olarak gördüğümüzü açıklıyoruz. Doğru, ama yeterli değil. Çünkü, ortada sadece bir PKK tehdidi yok.

Türkiye’ye yönelen tehdidin adını doğru koymak lazım: “ Barzani ve PKK işbirliği! ”

Artık açıkça görülüyor ki, Ortadoğu’nun siyasi fahişeleri Türkiye’ye karşı yeni oyunlar peşinde. Tabii, bu arada onları idare eden ve cesaretlendiren 
arkalarındaki gücü de unutmamak lazım!


(Emin Pazarcı, Temmuz 2012)
  
http://www.t2174a.com/?p=2054

..

6 Aralık 2014 Cumartesi

ORTADOĞU’NUN İKİ GÜCÜ: TÜRKİYE VE İSRAİL





ORTADOĞU’NUN İKİ GÜCÜ: TÜRKİYE VE İSRAİL.,


ORTADOĞU’NUN İKİ GÜCÜ: TÜRKİYE VE İSRAİL
Türkiye 1948’de kurulan İsrail devletini ilk tanıyan devletler arasında yer almaktadır. 1950 yılında elçilik açılmış olup, Süveyş kanalı krizi sonrasında 1956 tarihinde maslahatgüzarlık seviyesine indirilmiş,1963 yılında yeniden açılan elçilik 1 Ocak 1980 itibariyle ise Büyükelçilik seviyesine ulaşmıştır.
 2000 Sonrası İkili İlişkiler
Türkiye-İsrail ilişkileri tarih boyunca inişli-çıkışlı bir seyir izlemiştir. 2000 yılından itibaren ikili ilişkiler zaman zaman siyasi ve istihbarata dayalı sorunlarla karşılaşsa da, diplomatik ilişkiler hiçbir zaman kesilmemiştir. 2002 yılında Türkiye’de iktidara gelen AKP hükümeti ile birlikte ikili ilişkilerde sorunlar yaşanmaya başlamıştır. İlişkilerin gerilemesinin ana nedeni Mavi Marmara’da öldürülen 9 Türk vatandaşı, Davos krizi (one minute krizi) ve Gazze üzerindeki ambargonun sonra erdirilmesi gibi konularda iletilen taleplerin İsrail hükümeti tarafından geri çevrilmesidir. Ortadoğu’da siyasi gelişmelerin belirleyici etkenlerinden olan İsrail-Türkiye ilişkileri son dönemde ortaya çıkan sorunlar iyice analiz edildiği zaman, temel sorunun İsrail hükümetinin aşırı sağ politikacılarından kaynaklandığı söylenebilir. İsrail yönetiminin basiretsizliği nedeniyle ikili ilişkilerin daha uzunca bir süre iyileşmesi öngörülmemektedir. İsrail yönetiminin diplomasi nezaketinden yoksun olması sonucu Türk büyükelçisinin bir süre ayakta bekletilip, daha sonrasında ise alçak bir koltukta oturmasına müsaade edilmesi; aslında İsrail hükümetinin radikal politikacılarının devlet ve diplomasi tecrübesizliğine ve terbiyesizliklerine işarettir. İsrail dış politikasının radikal politikacılar tarafından çevrelenmesi sonucu İsrail bölgedeki en önemli ülke olan Türkiye’yi kaybetmek üzeredir.
Türkiye-İsrail ilişkilerinde beklenmedik gelişme ise doğal afetlerden birisi olan orman yangını sonucu Türkiye’nin İsrail tarafına yardım göndermesidir. Mavi Marmara baskınının ardından ilişkilerin gerildiği İsrail’de 42 kişinin hayatını kaybettiği yangını Başbakan Recep Tayyip Erdoğan, Ankara’daki “Wikileaks zirvesinde” öğrenmiş, Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’ndan yangınla ilgili bilgi alan Erdoğan, “Derhal diplomatik girişimlerde bulunun. Siyaset ayrı, insanlık ayrı” diye talimat vermiştir. Bu girişim her ne kadar ikili ilişkilerin gerileme döneminden çıkacağının üzerine konuşulsa da, ikili ilişkilerde herhangi bir düzelme gerçekleşmemiştir. Bu fırsatı her iki ülke de yakınlaşma açısından kullanamamıştır. Bu açıdan bakıldığında sorumluluğun tarafı her iki ülke olarak görülse de, görünmeyen gerçek radikal İsrailli politikacıların hatasıdır. İsrail tarafı ikili ilişkilerin tekrardan düzelmesi için ilk olumlu adımı son dönemde sıcak bir mesajla gerçekleştirmiştir. ABD’deki Washington Institute adlı düşünce kuruluşunda konuşan Kadima Partisi lideri ve Başbakan Yardımcısı Şaul Mofaz, Türkiye ile ilişkilerin çok önemli olduğunu söylemiştir. “Özellikle İsrail’de olmak üzere hepimiz, Türkiye’nin bölgesinde bir süper güç haline geldiğini anlamalıyız. Türkiye’yi bölgemizde bir süper güç olarak görüyorum, bunda hiçbir şüphe yok” diyen Kadima partisi lideri, sözlerine şöyle devam etmiştir; “Türkiye ile geçmişte olduğu gibi stratejik ilişkilerimiz olmalı. İsrail Genelkurmay Başkanı’yken en iyi dostum Türk Genelkurmay Başkanı’ydı. Bunu (ilişkilerimizdeki sorunları) çözmeliyiz. ‘Biz’ derken, iki taraftan da liderleri kastediyorum. Bir araya gelmeli, konuşmalı, geçmişi geride bırakmalı ve geleceğe bakmalıyız. Bunun önümüzdeki aylarda gerçekleşeceğine inanıyorum. Ne zaman ve nasıl olacağını söyleyemem ama hem İsrail’in hem de Türkiye’nin stratejik hedefleri için bu gerekli”. İsrail tarafının önemli adımı artık Türkiye’nin bölgesel bir süper güç olduğunu kabul etmesi ve dış politikasını buna göre şekillendireceğinin mesajını vermesi, bozulan ikili ilişkilerin tekrardan düzelmesi amacıyla geçmişi unutarak daha sağlıklı ve sağlam adımların atılması amacını taşımaktadır.
Türkiye açısından bakıldığında İsrail ile ikili ilişkilerin tekrardan başlamasının ön şartları mevcuttur. İlk şart Türk Dışişleri Bakanı Prof. Dr. Ahmet Davutoğlu’nun sıklıkla vurguladığı üzere Mavi Marmara’da yapılan katliam nedeniyle İsrail devletinin resmi olarak Türkiye Cumhuriyeti’nden özür dilemesidir. Türkiye açısından bakıldığında bu olay ulusal bir onur meselesidir. Bu açıdan İsrail yönetimi Türkiye’nin isteğine makul bir cevap vermelidir. Bölge açısından iki önemli ülke olan Türkiye ve İsrail bölge üzerinden söz sahibi ve etkisi oldukça önemli iki ülkedir. İsrail’in yaptığı hatayı kabul etmesi ve Türkiye’den özür dilemesi bu ülkeye yönelik olumsuz algının düzelmesine katkıda bulunacaktır.
Sonuca gelecek olursak, Türkiye-İsrail tarafları arasında yakın bir zaman diliminde başlayacak ikili görüşmelerin en önemli engeli İsrail yönetiminin radikal politikacılarının açıklamaları ve hırçın tavırlarıdır. Tüm bu olumsuzluklara rağmen olumlu olmamızı sağlayan bir faktör ise Türkiye’de Mavi Marmara katliamı sonrasında İsraillilere veya Yahudi asıllı Türk vatandaşlarına yönelik herhangi bir olumsuzluğun yaşanmamasıdır. Bu durum her iki ülke vatandaşlarının geçmişten gelen birbirlerine karşı duydukları sevgi ve saygının bir sonucudur. Çözüm ise İsrail’in Mavi Marmara özrü sonrasında Türkiye’nin Gazze konusundaki iyi niyetli yaklaşımlarını olumlu karşılaması ve makul bir uygulamaya gitmesidir. Bölge güvenliği için her iki ülkenin de birbirlerine daha olumlu yaklaşması ve İsrail’in saldırgan üslubu bırakarak iyi niyet politikasını Türkiye üzerinden uygulamaya geçmesi gereklidir. Son dönemde İsrail Başbakan Yardımcısı Şaul Mofaz’ın Türkiye’nin süper güç haline geldiği açıklaması İsrail dış politikasında yakın bir zamanda değişim gerçekleşeceğinin ve İsrail’in Türkiye ile ikili ilişkilerini tekrardan eski haline getirmek için çaba göstereceğinin göstergesi olarak yorumlanabilir.
Volkan TÜRKMEN
KAYNAKLAR