13 Ekim 2016 Perşembe

Son Haçlı Seferi PKK AÇILIMI BÖLÜM 4



Son Haçlı Seferi PKK AÇILIMI  BÖLÜM 4 



Müfredat ve ders kitapları bile ayrıştırıcı projenin hedefi Kökeni ne olursa olsun herkesin Türk milletinin eşit haklara sahip evladı olduğu gerçeğini inkar eden, ülkeyi 36 Etnik Parça ya ayıran bir tarih öğretimi için harekete geçiliyor 
Kandil’den inen teröristler beraberlerinde hükumete sunulmak üzere " Kürt halkı olarak tarihimizi, kültürümüzü, sanat ve edebiyatımızı özgürce yaşamak, geliştirmek ve korumak istiyoruz." talebiyle geldi. 

12 TERÖR SUÇLUSU ÇOCUKLAR: 

Terörle Mücadele Yasası’nda değişiklik yapılarak, sokak gösterilerine katılan çocukların terör suçlusu olarak yargılanmaması sağlanacak. 
Konuyla ilgili yasa tasarısı TBMM’de. Bu tasarı; içine teröristbaşına yeniden yargılanma hakkı tanıyan bir maddenin eklendiğinin görülmesi üzerine, 
beklemeye alınmıştır. 

Daha önce çocuk yaşı, "Çocuk Hakları Sözleşmesi" (ÇHS) gereğince 18’e çıkarılmıştı. Şimdi; PKK’nın sokak gücü olarak 2005’den beri terör estiren, kan 
döken, şehirlerin altını üstüne getiren bu militanların, adi suçlu gibi yargılanmasını temin için yasa değiştirilecek. Böylece cezalar otomatik olarak 
düşeceğinden, hükümlülerin ve yargılananların büyük kısmı serbest kalacaktır. Yani, 11. sırada sözü geçen, örtülü af çıkarılmış olacaktır. Teröristlerin 
affedilmesiyle, eylemcilerin sayısı artacağından, kamu düzenine, vatandaşlarımıza ve güvenlik güçlerimize vaki, molotoflu, taşlı, baltalı saldırılar daha da yoğunlaşacak demektir. Bu değişikliğin zamanlaması da dikkat çekicidir. ÇHS çocuk yaşı 18 diyor. Ama gelişimleri iklim ve ülkelere göre değişeceğinden, 
yaş belirlemesini devletlere bırakıyor. Sözleşme, çocuk istismarının önlenmesi, iyi insanlar olarak topluma kazandırılmaları amacıyla düzenlenmiştir. Bu 
insani ve milli amaç gereğince, çocuklarımızın terör bataklığından kurtarılması için tedbir alınması gerekirken, tam tersi yapılarak çocukları adeta, kanlı 
terörün içine atacak bir ortam hazırlanıyor. 

13 TARİH DERSİNDE MÜFREDAT DEĞİŞİKLİĞİ: 

Hem ilk ve ortaöğretimde, hem de üniversitelerde tarih derslerinin müfredatı değiştirilecek. Kürtleri yok sayan ifadelerin değiştirilmesi sağlanacak. Türk Dil 
Kurumu da sözlük ve gramer kitaplarında ayrımcılığa yol açan ifadelerin tamamını çıkaracak. 

Öncelikle, bu düzenleme, "1739 sayılı Milli Eğitim Temel Kanunu, Türk Milli Eğitiminin Amaçları maddesine" aykırıdır. Ayrıca tarih derslerinde "Kürtleri yok 
sayan ifadeleri" olduğu doğru değildir, iftiradır. 

Sonra bir milletin tarihi bütün olarak araştırılıp öğretilir. Yine tarihin derinliklerinden gelen farklı kesimleri de içine alacak şekilde ve kaynaşmanın, bir millet olmanın hukuki, siyasi, kültürel ve sosyolojik temelleri objektif bir şekilde ele alınarak eğitim ve öğretim yapılır.. 

Doğru olan budur. Ancak kökeni ne olursa olsun herkesin Türk milletinin eşit haklara sahip evladı olduğu gerçeğini inkar eden, ülkeyi 36 etnik parçaya 
ayıran bir tarih öğretimi olamaz. Bir olan milleti, dil, din, ırk temelinde parçalara ayıracak eğitimi ve öğretimi hiçbir devlet yapamaz. Hiçbir devlet, ayrıştırıcı, 
farklılaştırıcı, yabancılaştırıcı ve çatışmacı bir tarih bilinci vererek, vatandaşlarını birbirine düşman yapamaz. Böylesine planları, ancak devletin ve millettin 
düşmanlar yapabilir. Bu kimin talebi denirse, belli değil mi? Tabii ki PKK’nın, yani iş-aş bekleyen vatandaşımızın değil. Bunun son örneği: Kandil’den inen teröristlerin hükumete sunulmak üzere getirdiği, 9 maddelik "barış" mektubunun ilgili maddesi; "Kürt halkı olarak tarihimizi, kültürümüzü, sanat ve edebiyatımızı özgürce yaşamak, geliştirmek ve korumak istiyoruz." (20.10.2009) 
Esasen, 26 maddelik açılımın tamamına yakını, PKK şartlarıyla ayniyet içinde ve bütün olan milleti ayrıştırmaya, etnik kimlik inşaasına yarayan bir projedir. 

14 ANADİLDE PROPAGANDA: 

Siyasi partilerin anadilde propaganda yapmasına imkân verilecek. Siyasi Partiler Kanunu’nun, ‘Azınlık Yaratılmasının Önlenmesi’ başlıklı maddesi değiştirilecek. Bu maddedeki, ‘propaganda ve mitinglerde, pankart ve levhalarda, broşür ve beyannamelerde plaklar ve ses görüntü bantlarında Türkçe den başka dil kullanılamayacağı’ hükmü değiştirilecek. Çifte dil kullanmanın yolu açılacak. 
Bu düzenleme Anayasa’nın "Başlangıç ilkelerine", değiştirilemez dediği 3’üncü madde "devletin dili Türkçe," 10’uncu madde "Kanun önünde eşitlik," 68’inci 
madde "Siyasi Partilerle İlgili Hükümler," 69’uncu madde "Siyasi Partilerin Uyacakları Esaslar" hakkındaki hükümlere aykırıdır. 
Siyasi partiler, rejimin temel kurumlarıdır. Özellikle, bir millete ait demek olan "milli devlet"i ve bunun ilk şartı olan "milli kimlik" ve "devlet dilini" benimsemek 
ve savunmak zorundadırlar. Ana dilde faaliyet gösteremezler. Farklı etnik ve benzeri kesimleri ayrıştırmaya, azınlık yaratmaya çalışamazlar. Aynı şekilde 
"üniter" devlet yapısına sadık kalmak zorundadırlar. Partilerin etnik dillerde propaganda yapması, devletin iki dilli olmasının en kestirme yoludur. Bu ise 
paralel dil yaratılarak ayrışmanın önünü açacaktır. 

Bu talep kimden geliyor? PKK’dan. Kimin ihtiyacı var. PKK’nın. İşte iki örnek: Terörist başı’ nın " 4’üncü AB, Türkiye ve Kürtler " Konulu konferansa 
gönderdiği 9 maddelik teklifin 5’inci maddesi (6.12.2007 özgürgündem) ve DTP’nin düzenlediği " Demokratik Toplum Kongresi " sonuç bildirgesinin 9. 
maddesi "etnik kimlikle (parti) siyaset " talebi. 

15 ÖZEL EĞİTİM MERKEZLERİ: 

Silah bırakan terör örgütü militanlarının topluma kazandırılmasına yönelik projeler hazırlanıp, özel eğitim merkezleri kurulacak. 
Teröristlerin topluma kazandırılması iyi de, bunu kim yapacak? Yoksa bu işi teröre "çözüm" bulacağım diyerek, PKK taleplerini bir bir yerine getirenler mi 
başaracak? Ortada böyle bir niyet ve yetenek varsa, bunu niçin sokakları yangın yerine çeviren ve adına "taş atan çocuklar" dediğiniz militanlara 
uygulamıyor sunuz? Bölücülük yolunda canını verecek kadar şartlandırılmış teröristi, bu yoldan nasıl çevireceksiniz söyler misiniz? 
Bu maddenin uygulanması, diğerleriyle birlikte düşünüldüğünde, şu sonuç çıkıyor. Eli silaha ve kana bulaşmış, ülkeye ihanet etmiş teröristlere iş, aş verilip; etnik temelde siyaset ve bölücülük yapmalarına ortam hazırlanacak demektir. Niçin ısrarla köye dönüş isteniyor? 

16 KÖYE DÖNÜŞ HIZLANACAK: 

Köye dönmek isteyenler teşvik edilecek. Terörden doğan zararların karşılanmasına yönelik sorunlar kısa sürede giderilecek. 
Köye dönüşün, PKK ve AB’nin talebi olduğunu hemen belirtelim. Hatırlayacak olursak köyleri yakan yıkan PKK, ahaliyi sindirip teslim almak için beşikteki 
bebeğe kadar katlediyordu. Coğrafi yapısı sarp, yerleşim sayıları çok ve dağınık olan köylerin korunmasının zor olduğunu, teröristlerin barınma ve 
gizlenmesine yaradığını gören güvenlik güçleri, buraları boşaltmıştı. Özellikle, İran, Irak ve Suriye sınırındaki, Eruh ve Şemdinli’ye bağlı köylerin durumu 
hassasiyet gösteriyordu. Bu bölgede güvenlik güçlerinden önce hareket eden PKK, buradaki insanların Türkiye’nin iç kesimlerine gitmesini önlemek ve elinin 
altında potansiyel güç bulundurmak amacıyla, hepsini Irak’a taşımış, Mahmur kampı böylece oluşmuştur. 

Bu hatırlatmadan sonra " Köye Dönüşün " masumiyetinin yanında terör stratejisi açısından önemini belirtmeliyiz.Teröristlerin beslenme, gizlenme ve 
barınmaları açısından sınır bölgeleri başta, hassas konumdaki köyler dikkate alınmadan dönüş sağlanırsa, çok yanlış ve tehlikeli sonuçlar doğurabilir. 
Özellikle terörün azdığı bu dönemde.

Ayrıca bu köylerin coğrafi konumları ve arazi yapısı sebebiyle, buralara yeterli şekilde kamu hizmetlerinin götürülmeyeceğinden, örgütün istismarına açık 
olacaktır. Bu düzenleme de, aynen cezaevlerinin boşaltılması, yurt dışındaki terörist ve bölücülerin getirilmesi, 11 bin kişilik Mahmur’un taşınması gibi 
ülkemizde bölücü militan yığınağının yapılması anlamına geliyor. Bu gerçekleşirse, PKK tahminlerin üzerinde güçlendirilmiş ve tasarlanan iç çatışma ve 
kalkışma için, affedilmez bir hata yapılmış olacaktır. Şimdi, PKK ve AB’nin ısrarla "Köye dönüşü hızlandırın" baskısının, ne için yapıldığı daha iyi anlaşılıyor. 

Yarın: Diyanet’ten Açılım 
13/01/2010 - 21:10:49 

5 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


*********

Son Haçlı Seferi PKK AÇILIMI BÖLÜM 3



Son Haçlı Seferi PKK AÇILIMI BÖLÜM 3- 


Yerel yönetimi güçlendirme oyunu ardındaki şer güçler Bölge insanını tam anlamı ile terör örgütünün egemenlik ve insafına terk edecek ‘yerel yönetimleri güçlendirme’ tezgahının arkasında yine AB ve PKK talepleri var 

Güvenlik güçleriyle girdiği çatışmalarda ölen terörist cenazeleri belediyelerin resmi araçlarıyla kaldırılabiliyor. 

7 DİYARBAKIR CEZAEVİ: 

1980 darbesinden beri işkence ve insan hakları ihlalleri ile anılan Diyarbakır Cezaevi boşaltılacak. Bölgedeki tüm cezaevlerinin AB standartlarında olmasına 
özen gösterilecek. 

Önce soralım, bunu kim istiyor? Tabii ki, PKK. (Taraf gzt. 12.05.2009) 

Burada yapılacak iki ayrı iş var. Birincisi Diyarbakır Cezaevi’nin boşaltılmas, ikincisi bölgedeki cezaevlerinin AB standartlarına ulaştırılması. Diyarbakır 
Cezaevi’nin örgütün istediği gibi, "İşkence ve İnsan Hakları İhlalleri Müzesi" yapılması sözkonusu. Aynen Ermenistan’ın sözde "soykırım" anıtı gibi. Bu 
gerçekleşirse, bütün dünyaya devletimizi teşhir edecek, bölücü teröristlere tarih yazmış olacağız öyle mi? Bölgedeki cezaevlerinin AB standartlarında olması iyi de, böyle bir ayırımın mantığı ne olabilir? Her fırsatta bölücü teröre taviz ve prim vermenin anlamı nedir? 

8 BELEDİYELER GÜÇLENECEK:

Yerel Yönetimlerin güçlendirilmesi sağlanacak. Merkezi yönetimin birçok yetkisi yerel yönetimlere devredilecek. Halen TBMM’de bulunan Yerel Yönetimler 
Reformu bu gözle yeniden elden geçirilecek. AB ve PKK da aynen bu görüşte. İşte Bebek katili Öcalan’ın 10 şartından biri; "Yerel yönetimler güçlendirilsin, demokratik özerklik kabul edilsin." (Sabah 24.7.2009) 

İşte Kandil’deki Karayılan’nın görüşü; "Demokratik özerklik, Devletin üniter yapısını da bozmayan bir çözümdür. Mahallî İdareler Kanunu değişir, yerel 
yönetimler güçlendirilir." (Milliyet, 6.5.2009) 

İşte Ahmet Türk’ün çözümü; "Demokratik bir Anayasa, farklılıkları zenginlik gören bir mantık, yerel yönetimlerin güçlendirilmesi, kültürel, dinsel, kimliksel, 
demokratik özerklik ve ademi merkezcilik anlayışı taşıyan bir proje" (Vatan, 7.6.2009) 
DTP tarafından Diyarbakır’da düzenlenen ’Demokratik Toplum Kongresi’nden temel çözüm perspektifi olarak; "Demokratik Özerk Kürdistan" talebi çıktı. 
(Vatan, 15.6.2009) 

PKK yanlısı belediyelerin; kamu kuruluşu oldukları halde, yasaları nasıl hiçe saydığı, terör üssü halinde nasıl pervasızca çalıştığı, güvenlik güçleriyle girdiği 
çatışmalarda ölen terörist cenazelerini örgüt bayrağı altında nasıl kaldırdığı, taziye odaları açtığı, hasılı bölücü terörü nasıl tırmandırdıkları bilindiği halde, 
yetkilerinin daha da artırılmasının hangi sonuçları doğuracağı ortada değil mi? 
Bütün bunlar yapıldığında, bölgede PKK’nın tam anlamıyla hakimiyet kuracağı, milyonlarca insanımızın örgütün insafına terkedileceği belli değil mi? Bunun 
da uluslararası hukukta ciddi sonuçlarının olacağı bilindiği halde, "PKK açılımı" adı altında yerel yönetimlerin gücü hangi ihtiyacın gereği olarak artırılıyor? 

9 ÖCALAN’IN DURUMU: 

İmralı’da tutuklu bulunan PKK Lideri Abdullah Öcalan’ın yaşamı, Uluslararası Af Örgütü ve Avrupa İnsan Hakları Komisyonu standartlarına göre yeniden 
gözden geçirilecek. 

Bunu terörist başı, PKK. DTP ve AB istiyor. 

Teröristbaşına gösterilen ihtimam, ne Uluslararası Af Örgütü, ne Avrupa İnsan Hakları Komisyonu standartlarında vardır. Bu gerçeğin adı geçen kuruluşlara 
söylenmeyip de, gereğinin yapılacağının ifadesi ilginçtir. 10 yıldır sağlığı bir doktor heyetinin kontrolünde tutulmakta, herhangi bir tertibe karşı, yemekleri 
önce hizmet edenlere yedirilerek güvenliğine titizlik gösterilmekte, birinci kalitede bakım verilmektedir. Televizyonu, kütüphanesi vardır, günlük gazeteleri takip edebilmekte, günde iki defa avluda dolaşmaktadır. Halen görülen davası olmadığı halde, yasalar çiğnenerek her hafta avukatlarla görüşmekte ve verdiği talimatlarla terör örgütünü yönetmektedir.

Terör suç, terör örgütünü övmek suç, yönetmek suç, hükümlü olarak yönetmek katmerli suç. Ama bu suç " Demokratik " bir hak olarak görülüyor ve devlet 
güvencesi altında örgütü yönetiyor Yöneticilerin ağır bir suç işlemeyi göze alarak, terör örgütünün yönetilmesine izin vermeleri nasıl izah edilebilir? Örgüt bugünkü konumuna, bu sayede ulaşmıştır. Bir yandan terör eylemleri artmış, öbür yandan teröristbaşı devamlı gündemde tutularak meşrulaştırılıp muhatap konumuna gelmiş ve PKK üzerindeki otoritesini sürdürmüştür. 

İş şehirlerde örgütlenerek (KCK), devletin yerini almaya, gerektiğinde şehirleri ateşe veren terör eylemlerinin yaygınlaştırılmasına gelmiştir. Son günlerdeki 
KCK operasyonlarında yakalananların arasında, dağdan inen ve sebest bırakılan teröristlerin bulunması çok anlamlıdır. Gelişmelere bakarak bu gidişe, kalkışma safhasına geçişin hazırlığı da diyebiliriz. 

10 CEZAEVİNDE KÜRTÇE KONUŞULACAK: 

Cezaevindeki Kürtçe konuşma yasağı kaldırılacak. Yeni tüzükte, Türkçe bilmediğini beyan etmek yeterli sayılacak. 

Tahkik ettik, cezaevlerinde böyle bir yasak yoktur. Ancak, pakette böyle bir madde olduğuna göre, bazı düzenlemeler yapılacak demektir. Bekleyip 
göreceğiz. Ama bu konu, Kurmançcanın ikinci dil yapılması için tasarlanan diğer düzenlemelerle birlikte düşünülmesi halinde önem kazanmaktadır. 
Bunu kim istiyor AB-PKK. 
(Taraf Gazt. 12.05.2009) Bölücülere ceza indirimli örtülü af 

11 GENEL AF OLMAYACAK: 

Ancak dağdaki ve cezaevindeki mahkûmların azami düzeyde yararlanacağı ceza indirimlerine gidilecek. TCK’nın Etkin Pişmanlık başta olmak üzere bazı 
maddelerinde değişiklik yapılarak dağdaki PKK militanlarının indirilmesi sağlanacak. 

Affı kim istiyor? Teröristbaşı, PKK- DTP- AB-ABD. 

Bu düzenlemeyle, "Cezaevindeki mahkumların bile azami düzeyde ceza indiriminden yararlanması" mümkün olacak denildiğine göre, dağdakilerin 
tamamının serbest kalabileceğini kabul etmek gerekiyor. Dağdaki teröristlerin suça karışma durumları bilinmediğine göre, zaten başka bir sonuç da 
beklenemez. Teröristbaşı Öcalan’a; "taş atan çocuklar" yasa tasarısına eklenen bir madde ile "yeniden yargılanma hakkı" verilecekti, ancak TBMM’de bunun 
farkına varılınca bu teşebbüs, şimdilik akim kalmış oldu. Akim kaldı, ama bu arada iktidarın gerçek niyetinin ne olduğu da açığa çıkmış oldu. 
Teröristbaşının affı için bu yol işlemezse, başka şekilde bir yol aranacak, mesela diğer mahkumlara tanınacak yeniden yargılanma hakkı emsal gösterilerek, 
eşitlik gerekçesiyle AİHM’e başvurma imkanın verilmesi gibi. PKK şartlarının başında hep teröristbaşının affı vardır. Birkaç örnek verirsek; Kandil’den gelen 
teröristlerin getirdikleri mektupda (20.10.2009), teröristbaşının avukatıyla duyurduğu "demokratik açılım sürecine dair ’üç aşamalı yol haritası’nda 
(AA.24.10.2009), DTP’nin düzenlediği ’Demokratik Toplum Kongresi Sonuç Bildirgesi’nde (Vatan, 15.6.2009) bebek katilinin serbest bırakılması istenmiştir. 
PKK’nın amacı ülkeyi bölmek olduğuna göre, hepsi affedilse bile terör devam edecektir. Daha da vahimi, "madem teröristbaşı bile affedildi, bu durumda 
mücadelenin ne anlamı kaldı" denilerek ülkenin savunulması çok zorlaşacaktır. 

Afla beraber yaşlı ve yorgunları ile ovadaki eylem ve siyaset kadroları takviye edilecek, 5 bin kişilik "savunma gücüne", yeni güçler katılacaktır. Nitekim, 
teröristbaşının talimatına göre, her şey halledilse bile "5 bin kişilik bir savunma (!) gücü daima hazır tutulmalı" denmektedir. PKK’nın hedefi "Bağımsız 
Birleşik Kürdistan"dır. Projenin Irak ayağı tamam. Sırada Türkiye ayağı var, bu yolda hızlandırılmış adımlar atılıyor. Sonra sıra Suriye ve İran’a gelecektir. 
Mesele hafife alınamaz. Yok efendim daha çok demokrasiymiş, özgürlükmüş gibi akla ziyan veren gevezelikler bırakılmalı, devlete yakışan tedbirler 
alınmalıdır. Kesin olan şudur ki; PKK yenilmedikçe terör bitmez. Bakınız PKK’nın ikinci adamı Duran Kalkan ne diyor? "Genel af çıksa da silah bırakmayız." 
(Milliyet, 24.06.2009) Bu gerçek terörün karakteridir. Onun için terörle mücadele edilecekse bilmelisiniz ki, taviz çare değil, aksine tehlikeli bir zaaftır. 

Yarın: Terör Suçlusu Çocuklar 
12/01/2010 - 20:45:08 

4 CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR


****

Son Haçlı Seferi PKK AÇILIMI BÖLÜM 2




Son Haçlı Seferi PKK AÇILIMI  BÖLÜM  2  



Türk milletini Parça Parça etmek projenin temel hedefi Milletimizin " Türk, Kürt, Arap, Laz.." gibi parçalara ayrıştırılıp, bunun " Demokratikleşme " ve " Özgürleşme " Adıyla takdim edilmesi kararlaştırılan plan adım adım uygulunmak ta 

Yıkım projesinin arkasındaki en büyük gücün AB ve Avrupa Konseyi olduğu ortadadır. 

3 İFADE ÖZGÜRLÜĞÜ ARTACAK: 

Türk Ceza Kanunu’nun 216. Maddesi değiştirilerek ifade özgürlüğünün sınırları genişletilirken, nefret suçlarına ilişkin boşluk oluşmaması için tedbir alınacak. 
Herşeyden önce bu muğlak ifade, Anayasa’nın 14’üncü maddesi "Temel Hak ve Hürriyetlerin Kötüye Kullanılmaması" hükmüne aykırıdır. 
Yürürlükteki TCK 216. Madde; "Halkın sosyal sınıf, ırk, din, mezhep ve bölge bakımından farklı özelliklere sahip bir kesimini diğer kesimler aleyhine kin ve 
düşmanlığa alenen tahrik eden kimseyi..." cezalandırıyor. Bu madde kaldırılırken, "Nefret suçlarına ilişkin boşluk oluşmamasına.." dikkat edilecekmiş. Bu geçersiz bir ifadedir, hiçbir anlamı yoktur. Çünkü nefret, "Kin ve düşmanlık,"ın tabii sonucudur, önlenmesi de mümkün değildir. Kanun metninden "Kin ve düşmanlık" kavramları çıkarılırsa, nefret suçuyla mücadelenin, herhangi bir anlamı kalacak mıdır? 
Bu tehlikeli düzenleme, Cumhurbaşkanı Gül’ün TBMM açılışında üzerinde durduğu, "Demokratik çoğulculuk", yani çok dilli, dinli, kültürlü, etnikli yapıyı esas alan zihniyet; 

-AB ve Avrupa Konseyi’nin finanse ettiği proje gereğince adı, "Demokratik Vatandaşlık ve İnsan Hakları" olarak değiştirilen vatandaşlık dersleri, (Dersler 
11.11.2009’da başlamıştır.) ile, 
-Bağımsız olarak çalışacak "Ayrımcılıkla Mücadele Komisyonu" kurulmasına dair kanun tasarısı,  Birlikte ele alındığında, milletimizin " Türk, Kürt, Arap, Laz.." gibi parçalara nasıl ayrıştırılacağı, bunun adına da neden " Demokratikleşme " ve " Özgürleşme "  dendiği çok açık bir şekilde görülecektir. Peki bütün bunlara kimlerin ihtiyacı var ve kimler istiyor? Tabii ki, AB. Hem de kendi ülkelerinde böylesine  uygulamalara, asla müsaade edilmediği halde. 

İç Çatışmaya Zemin; 

Bizim yöneticilerin, bu gerçekleri milletimizden gizlemek için, " Bunları bize kimse dayatmıyor, kendimiz yapıyoruz " şeklindeki beyanları çok ilginçtir, sanki bir oyunun sahnelendiğini gösteriyor. Düzenlemenin zamanlaması da dikkat çekicidir. "PKK açılımı" ile hızlanan gerginliğin; şehirlerdeki taşlı, baltalı, molotoflu yakıp yıkmaların ve öldürmelerin tam ortasında, TCK 216’nın gündeme getirilmesi manidar değil mi? Bu madde kalkar, sosyal kesimler arasında kin ve 
düşmanlık alabildiğine kışkırtılırsa, iç çatışma ortamına tam manasıyla hazırlanmış olmayacak mı? 

4 VATANDAŞLIKTAN ÇIKMAYA DÜZEN: 

12 Eylül darbesinde Avrupa’ya kaçan ve Türk vatandaşlığından çıkmış kişilerin yeniden vatandaşlığa dönüşü sağlanacak. 

30 yıl önceye kadar uzanan bir zamanda vatandaşlığı düşenler, tekrar vatandaş yapılarak Türkiye’ye getirilecek. Bu kimin aklına gelmiş, kim istiyor, nasıl bir 
ihtiyacı karşılayacak? Hemen açıklayalım, bunu isteyen teröristbaşı Öcalan’dır. 

Bunun delili pek çoktur. Ama bir örnekle yetinelim. 

Abdullah Öcalan’ın, ’4. Avrupa Birliği, Türkiye ve Kürtler’ konulu konferansa gönderdiği 9 maddelik mesajdan; " Bir toplumsal barış ve demokratik katılım 
yasası çıkarılmalı, bu yasayla gerillanın, ceza evindekilerin, yurt dışındakilerin ve yurt dışına çıkmak zorunda kalmış tüm sürgünlerin hiçbir kayıt konmadan 
demokratik siyasal yaşama katılması sağlanmalıdır."(Özgür Gündem.org 6.12.2007) 
Terörle mücadele adına hazırlanan bu pakette yer alan hususlarla, terörist başının istekleri birbiriyle ne kadar da örtüşüyor değil mi?. Sanki bebek katili şart koşuyor, yöneticiler gereğini yapıyor. 

Böylece cezaevleri ve yurt dışında ne kadar bölücü ve terörist varsa, toplanıp meydanlara sürülebilecektir. Adeta teröristlere ve bölücülere takviye güç 
hazırlanıyor. Hatta oralarda özel eğitimden geçirilmiş militanlarla destekleneceği açık değil mi? 

5 YENİ VATANDAŞLIK HAKKI VERİLECEK:

Teröre bulaşmadığı ve silahlı eylemlere karışmadığı tespit edilen Kürt kökenli vatandaşlara İçişleri Bakanlığı’nın önerisiyle yeniden vatandaşlık hakkı verilecek.  
Böylece teröristbaşının bir talebi daha karşılanmış olacaktır. 
Teröre bulaşmayanlar denilmekle, terör örgütü mensupları kastediliyor olmalı. İçişleri Bakanlığı bunların isimlerini dahi bilemezken, teröre bulaşıp 
bulaşmadıklarını nasıl anlayacak? Bu çeşit boş ifadeler, sadece vatandaşın uyanmasını önlemeye yönelik olabilir. 
Kısaca bütün teröristler ülkemize gelip, elini kolunu sallayarak, Doğu ve Güneydoğu’da örgütlü çalışmalara katılabilecektir. Bölgede yığınağa devam ediliyor. 
Dışarıdan gelenlerin daha şimdiden devreye girerek, bölücü partinin eylemlerinde ve mitinglerinde konuşmalar yapması, olacaklar hakkında fikir vermeye yetmez mi? 

Mahmur Kamp' ını bölücü yuvası Kandil ve PKK’dan ayrı düşünmek büyük hatadır 


6 KAMPLAR BOŞALACAK:

Mahmur Kampı Birleşmiş Milletler ve Irak devletiyle yapılacak işbirliği içinde boşaltılacak. 6-7 bin mültecinin Türkiye’ye yerleşmesi sağlanacak. 
16 yıl önce teröristbaşının çağrısı üzerine, Hakkari’nin Eruh ve Şemdinli gibi sınır bölgelerinden Irak’a geçerek yerleşenlerin yaşadığı kamp. Bu güne kadar 
kimse bunlara gidin de, gelmeyin de demedi, ama örgüt emriyle orada kaldılar. 
Adeta küçük bir şehir büyüklüğündeki bu kampı, Kandil’den ayrı düşünmek mümkün değildir. Çünkü bu bir PKK kampıdır. Burada, çocuk, kadın, yaşlı 
demeden herkes; PKK bayrakları, bebek katilinin posterleri altında eğitim görmektedir. 11 bin civarındaki bu militan güç ülkemize getirilip, yerleştirilmekle, bölgede bölücü terör ciddi bir takviye almış olacaktır. 
Yeniçağ Gazetesi’nin haberine göre, (24.12.2009) Habur militanları Türkiye’ye gelmek için 10 şart koşmuşlar. Bunlar; kendilerine toplu yerleşim birimi 
kurulmalıymış, Kürt kimliği Anayasa’ya girecekmiş, bebek katilinin yol haritası açıklanacakmış ve tecriti kaldırılacakmış, askeri operasyonlar 
durdurulacakmış, Kürt sorununa siyasi çözüm bulunacakmış, örgütle diyalog kurulacakmış, Kürt tarihi, Kürtçe eğitim ve öğretimi yapılacakmış, koruculuk 
kaldırılacakmış.. 

Barzani de; "Mahmur’un boşaltılması için aktif bir çaba içine giremeyiz," dedikten sonra, alay edercesine; "Eğer bizi Mahmur bölgesinden sorumlu 
tutuyorsanız, Kerkük de sorunlu bir bölge, sorumluluğunu bize verin, Kürdistan sınırları içine alınsın." şeklinde konuşmuş. 
İşte, Bağdat anlaşmasına göre, Irak’ın kuzeyinde PKK’yı etkisizleştirme sözü veren Barzani ve içimize almak için can attığımız PKK üssü Mahmur’un 
durumu böyle. 

Bu düzenlemeyi kim istiyor, buna kimin ihtiyacı var? Açık değil mi, AB ve teröristbaşı istiyor, böyle bir yığınağa PKK’nın ihtiyacı çok. (Delili 4’üncü madde 
açıklamasında verilmiştir.) 

Yarın: DİYARBAKIR CEZAEVİ 
12/01/2010 - 20:43:59 

3 CÜ  BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR

****

Son Haçlı Seferi '' PKK AÇILIMI '' BÖLÜM 1




Son Haçlı Seferi  '' PKK AÇILIMI ''  BÖLÜM 1 



Adı bile 3 kez değiştirilen ayrıştırıcı yıkım projesi ÖNCE “ Kürt Açılımı ”ydı, sonra “ Demokratik Açılım ” oldu, şimdi de “ Milli Birlik ve Huzur Açılımı ” deme ihtiyacı duydular. ,,





Sadi SOMUNCUOĞLU’nun yazı dizisi 



Adı bile 3 kez değiştirilen ayrıştırıcı yıkım projesi Başbakan Erdoğan’ın bu projenin adını, önce " Kürt Açılımı ", sonra " Demokratik Açılım ", daha sonra da 
" Milli Birlik ve Huzur Açılımı " olarak sürekli değiştirme ihtiyacını duydu... 
“ PKK Açılımı "nın Kısa Döneme Ait 26 Maddesi ve Açıklaması Star gazetesinin 19.09.2009 günlü haberine göre, " Başbakanlık, İçişleri ve MİT üyelerinden oluşan komisyonun, sivil toplum örgütlerinden ve partilerden gelen öneriler doğrultusunda yaptığı çalışmanın ana hatları belli oldu." 

Habere göre, bu kısa döneme ait 26 maddeden oluşan paket, TBMM’de görüşülerek, gerekli yasal düzenlemeler yapılacakmış. 
Açıklama böyle, ama gerçekler çok farklı. Zira sayın Başbakan Erdoğan aylar, hatta yıllar öncesinden bütün bunları anlattığı halde, tespitlerin 
Başbakanlıktaki Komisyon tarafından şimdi belirlenmiş gibi gösterilmesi ilginç değil mi?. İlginç olan bir diğer husus da, sayın Erdoğan’ın bu projenin adını, 
önce "Kürt Açılımı", sonra "Demokratik Açılım", daha sonra da "Milli Birlik ve Huzur Açılımı" olarak sürekli değiştirme ihtiyacını duymasıdır. Belki de projenin 
gerçekte bir "PKK Açılımı" olduğu gizlenmek isteniyor. Pakete, önce "Kürt Açılımı" adının verilmesi, bunların bölge insanının istekleriymiş gibi gösterilmeye 
çalışılması, böyle bir hesabın yapıldığı izlenimini veriyor. İyi de siz haklı olarak, hem "PKK, Kürt kökenli vatandaşlarımızı temsil edemez" diyeceksiniz, hem 
de PKK terör örgütünün isteklerini, bu kesim insanlarımıza yüklemeye kalkışarak kendinizle çelişkiye düşeceksiniz, garip bir durum değil mi? Aslında bu 
çelişki, ya sizin kafanızın çok karışık olduğunu, yahut da milletin kafasını karıştırmak için bu yolu seçtiğinizi göstermiyor mu? Bu tespitlerden sonra esas 
konumuz olan, Star gazetesinin bahsettiği açılımın 26 maddesinin neler olduğuna ve açıklamalara geçebiliriz. 

1 ÜNİTER DEVLETE AYKIRI OLMAYACAK: 

Atılacak tüm adımlar Anayasa’nın ilk 3 maddesinde çizilen çerçeve içinde kalacak. Üniter yapıya aykırı hiçbir değişiklik pakete konmayacak. 
Bu ifadeye göre milli devlet yapısı dikkate alınmayacak, hatta tasfiye edilecektir. 
Öncelikle, açılım projesinin temel hedefi diyebileceğimiz milli/ulus devlet ile üniter devlet’in ne olduğunu hatırlamamız gerekiyor. Malum, bir millete ait olan 
devlete milli devlet denilmektedir. Dünyadaki genel durum, özellikle gelişmiş ülke devletlerinin durumu böyledir. Yani milli’ dir, dili ve kimliği tekdir. 

Milli Devlet Tasfiyesi 

Milli devlet’in yönetim şekli tek merkezli (üniter) olabileceği gibi, çok merkezli (federasyon veya konfederasyon) da olabilir. Buna göre Türkiye, Fransa, 
Japonya, Yunanistan, Norveç, İsveç, Danimarka, Finlandiya gibi devletler, hem milli, hem de üniter yapıdadır. ABD ve Almanya gibi ülkeler ise, milli (çünkü 
bir millete ait), ama çok merkezden yönetildiği için federasyon yapısındadır. Üniter devlete gelince, söylediğimiz gibi, yönetimin tek merkezde olmasını, yani 
otoritenin tekilliğini ifade eder. Üniter devlet (yönetim merkezi tek olmak şartıyla), iki dilli, iki kimlikli de olabilir. Onun için PKK, milli devlete hayır, üniter 
devlete evet diyor. BOP’un inşa ettiği şimdiki Irak devleti, iki milletli (milli değil) ve iki merkezden yönetildiği (federasyon) için, ne "milli", ne de "üniter"dir. 
Yapay ve geçicidir. Bu hatırlatmadan sonra maddedeki düzenlemeye dönebiliriz. Projedeki milli devletin tasfiyesi; Anayasa’nın Başlangıç ilkelerine, 3’üncü 
madde "Devletin bütünlüğü", 5’nci madde "Devletin Temel Amaç ve Görevleri", 6’ıncı madde "Egemenlik Kayıtsız Şartsız Milletindir", 7’nci madde "Yasama 
Yetkisi" şeklinde ifade edilen milli devlet (bir milletin devleti) yapısına aykırıdır. Metinde her ne kadar, "Anayasa’nın ilk 3 maddesinde çizilen çerçeve içinde 
kalınacak" deniliyorsa da, bunun tam tersi yapılıyor. 

Söz Başka, İcraat Başka. Talep Şer Üçlüden..

Bu aykırılığa dair bazı örnekler verelim: Devlet Kurumu olan TRT-6’nın Kurmanç lehçesinden yayın yapması gibi. İleride yapılması planlananlar da aynı 
mahiyette. Mesela; Partilerin (kamu kurumu niteliğindedirler) Kurmanç lehçesinden propaganda yapması, MEB okullarında Kurmançcanın seçmeli ders 
olması, Üniversitelerde Kurmanç dili ve edebiyatı bölümlerinin açılması, Halk Eğitim Merkezlerinde Kurmançca okuma yazma öğretilmesi, ana dili öğretmek 
için devletin kurslar açması, Hakkari Üniversitesi’nin ilk defa Kürtçe yayın yapan internet sitesi açması (Hürriyet 9.7.2009) vb. 
Milli devleti yok edecek düzenlemeleri kimler istiyor? Tabii ki, AB-PKK-DTP üçlüsü: (BİA Haber Mrk. 31.10.2007, AB İlerleme raporları.) 

1-Anayasa’da Kürtlerin temel haklarının, bütün kültürlerin varlığının ve kendini ifade etmesinin güvence altına alınması, (teröristbaşının son talimatı.) 
2- Ortak devletin kabulü, (teröristbaşının "demokratik cumhuriyet"i) 
3- Kürtlere özerklik verilmesi, (Teröristbaşının son talimatı) 
4-Kürtçenin eğitim dili olması, etnik kimliğe dayalı siyaset (etnik parti) yapılması, (teröristbaşının talimatı) 
5- Özerk bölgeye bayrak ve sembol kullanma hakkının tanınması, (Teröristbaşının talimatı) 
6-"Türk" yerine "Türkiyelilik", "Türk ulusu" yerine "Türkiye ulusu" kavramının kullanılması,"Türkiyelilik" üst kimliği çerçevesinde Türkiye Cumhuriyeti 
vatandaşlığının esas alınması, (Başbakan Erdoğan da, aynen bu görüşte.) 
7- Bölge meclislerinin kurulması, Diyarbakır’ın merkez olması. 

Görüldüğü gibi, " PKK açılımı " Milli devletin yok edilmesi temelinde yürütülecektir. 
Kurmançi lehçesinden yayın yapan TRT 6 milli devlet yapısına aykırıdır. 


Coğrafyamız Milli kültür ve Tarihimizden koparılıyor 


2 KÜRTÇE İSME İZİN: 


Doğu ve Güneydoğu’da adı sonradan Türkçeye çevrilen yerleşim yerlerine eski isimlerini kullanma izni verilecek. Diğer etnik gruplar talepte 
bulunmaları halinde kendi dillerindeki yerleşim yerlerinin adlarını kullanabilecek. 

Bunu kim istiyor? 
Elbette ki, PKK. (Taraf Gzt.12.05.2009)

Basit gibi görülen bu düzenleme, coğrafyamızı milli kültürümüzden ve tarihimizden koparacaktır. Selçuklu, Osmanlı ve Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinde, bu vatan toprağı üzerinde kurulan yüksek medeniyetin bir parçası da, dağların, taşların, yolların, ovaların, bölgelerin, göllerin, suların, yerleşim birimlerinin isimlendirilmesi dir. Bin yıllık tarihimizi öğrenmek için araştırma yapacakların başvuracağı en önemli kaynaklar, coğrafyanın dili denilen bu isimlendirmeler dir. 

Şimdi bunlar yok mu edilecektir? 

Son 40-50 yılda bazı bilgisiz memurlar tarafından, "Türkçeleştiriyoruz" gerekçesiyle zaten Türkçe olan pek çok tarihi yer ismi, Ermenice veya eski 
kavimlerden kalma zannedilerek değiştirilmiştir. İşte bunlar aslına uygun hale getirilebilir. Ama bu değiştirme, milli kültür ve medeniyetimizin kökünü 
kazıyacak şekilde, Ermenileştirme gibi uygulamalara kayarsa, büyük şehirlere, hatta İstanbul’a kadar gelebilir. 
Madde metninde "Diğer etnik gruplar" için de geçerli olacak denildiğine göre bu yıkım, kendi tarihimize düşmanlığa, vatanımızın Hıristiyanlaştırılmasına 
dönüşebilecektir. Karşımızda Türk-İslam medeniyetini yok etmek isteyen bir Haçlı projesi vardır. Turizm perdesi altında çok mesafe alındığı hatırlanmalıdır. 
Böyle bir düzenlemeyi kim istiyor? Gayet açık, AB ve PKK. Bunun son örneği, Kandil’den inen teröristlerin Hükümete sundukları 9 maddelik "barış" 
mektubudur. (20.10.2009) 

2 Cİ BÖLÜM İLE DEVAM EDECEKTİR



*****

TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi?




TSK Neden Hedef Alındı ve Nasıl Bertaraf Edildi?

Yazar: Cahit Armağan DİLEK

AYM Önünde Adalet Nöbetindeyken Balyoz ve Benzeri Kumpas Davalarına Strateji Kavramlarıyla Yeniden Bakış;

Türkiye'nin gündemi ve Türk toplumunun algısı 2007'den bu yana Sauna Çetesi, Atabeyler, Ergenekon, Poyrazköy, Kafes Eylem Planı, Amirallere Suikast, Arınç'a Suikast (Kozmik Oda), İrticayla Mücadele Eylem Planı, Balyoz, İnternet Andıcı, Askeri Casusluk gibi davalarla şekillendirildi. Ancak ne trajiktir ki, 2013 yılının son aylarında hükümet yetkililerinin de bizzat açıkladığı şekilde söz konusu davaların düzmece ve kumpas davalar olduğu ortaya çıktı. Bunca kumpas itirafı, yeni deliller, raporlara rağmen sorumlu ve yetkililerden sorunu çözecek tek bir hareket gelmeyince mağdurlar AYM önünde adalet nöbetine başladılar.
Bu davaların ortak özelliği, bir bölümünün sadece askerleri kapsaması, diğerlerinde ise yine çoğunluğunu askerler oluştururken sivillerin de davalara dahil edilmesine rağmen, hepsinde asıl hedefin asker olmasıydı. Bugüne kadar söz konusu davaların mağdurları gerek savunmalarında gerekse yazdıkları kitaplarda bu davalarda Türk Silahlı Kuvvetlerinin (TSK) hedef alındığını, çünkü TSK'nın bölgesinin en güçlü, dünyanın da sayılı askeri güçlerinden biri olduğunu, küresel güçlerin bölgemizdeki emellerine ulaşmada TSK'yı önlerinde engel olarak gördüklerini, onun için de etkisiz hale getirilmesi gerektiğini düşündüklerini ortaya koydular. Bu tespitler doğru ve önemli.
İşte bu makalede bu tespitleri destekleyecek yeni tespitlerle TSK'nın neden hedef alındığı ve nasıl bertaraf edildiği stratejik seviyeden bakılarak açıklanmaya çalışılacaktır. Bunu yaparken de askeri stratejide önemli bir kavram olan ve günümüzde siyaset ve iş dünyası stratejilerinin de vazgeçilmez kavramı olarak benimsenen "Ağırlık Merkezi" konseptinden faydalanacağım.

Ağırlık Merkezi Konsepti

Ağırlık Merkezi kavramı stratejinin temel kavramlarından biridir. Stratejinin klasikleri ve temel dokümanları olan Çinli stratejist Sun Tzu'nun"Savaş sanatı" ve Prusyalı General Clausewitz'in "Savaş Üzerine" isimli eserlerinde ne olduğu ve nasıl uygulanması gerektiği açıklanmaktadır. En sade tanımıyla ağırlık merkezi "karşı tarafın yani düşmanın bütün gücünü ve hareketlerini dayandırdığı, ihtiyaç duyduğu gücü ile hareket serbestisini sağlayan ve bizim bütün enerjimizi üzerine yöneltmemiz gereken şey"dir. Diğer bir ifadeyle de "karşı tarafın neyini etkisiz hale getirirsem ben kazanırımın cevabı"dır.
Tanımı kolay gibi gözükse de belirlenmesi çok zordur. Sun Tzu "Kendini tanımak kazanmanın yarısıdır, diğer yarısı ise düşmanı tanımaktır" diyerek bu zorluğa işaret etmiştir. Ağırlık merkezini tespit edebilmek için karşı tarafın kritik yeteneklerini, kritik ihtiyaçlarını, kritik eksikliklerini diğer bir ifadeyle kuvvetli ve zayıf yönlerini iyi analiz etmek gerekir ki bütün enerjimizi yöneltebileceğimiz noktayı (ağırlık merkezini) tam olarak belirleyebilelim. Ağırlık merkezine iki türlü saldırabilirsiniz; (1) doğrudan (2) dolaylı. Doğrudan saldırmak yani fiziki/öldürücü silahlarla saldırmak zor ve masraflıdır, bunun için yeterli kaynaklara, ortama sahip olmak gerekir, bu nedenle genellikle dolaylı saldırı (günümüzde bilgi harbi (etki odaklı operasyon+psikolojik harekat + algı operasyonu+siber saldırı) olarak bilinmektedir) en uygun hal tarzıdır.
Ağırlık merkezi ulusal/stratejik seviyede ve operasyonel seviyede belirlenebilir. Ulusal/stratejik seviyede belirlenecek ağırlık merkezi ya askeri/güvenlik kapasitesi ya da ekonomik/endüstriyel kapasitedir. Operasyonel seviyedeki ağırlık merkezi ise stratejik seviyedeki ağırlık merkezini koruyan şeydir ve bu genellikle askeri yetenekler veya askeri kuvvetlerdir.   
Günümüzde ağırlık merkezi konsepti uygulamasını en iyi şekilde kurumsallaştıran ve hayata geçiren ülke ABD'dir. Pentagon ağırlık merkezi konseptini askeri talimatlarına (Joint Publication, Doctrine for Joint Planning Operations) koymuş, bütün planlama faaliyetlerine yansıtmıştır ve uygulamalar için çok büyük bütçeler ayırmaktadır. Amerikalı askerlerle ikili veya NATO çerçevesinde çalışmalar olanlar bunu çok iyi bilecektir.

Türkiye'nin Stratejik Ağırlık Merkezi ve Operasyonel Ağırlık Merkezleri
Kapsamı, etkileri ve sonuçları itibariyle bakıldığında düzmece kumpas davalar Türkiye'ye yönelik stratejik seviyede bir kampanya yürütmek veTürkiye'nin ağırlık merkezine dolaylı bir saldırı gerçekleştirmek üzere kurgulanmış ve uygulamaya sokulmuş dış destekli bir operasyondur. Ayrıca kesin sonuç almak amacıyla hem ulusal/stratejik ağırlık merkezi hem de operasyonel ağırlık merkezleri eş zamanlı hedef alınacak şekilde saldırılar planlanmış ve uygulanmıştır. Bu saldırıların yöneldiği ağırlık merkezi nedir diye incelemek istediğimizde yukarıdaki teorik bilgilere göre iki seçenek vardır. Türk ekonomisi bugün dünyanın en büyük 17. ekonomisi olmasına rağmen alınan dış yardımlar/krediler, yaşanan ekonomik krizler ve kırılgan yapısıyla Türkiye'nin bütün gücünün ekonomisine dayandığını, Türkiye'ye hareket serbestisi sağladığını söylemek mümkün değildir.  Geriye diğer seçenek yani Türk Ordusu kalmaktadır ki gerçekten de Türkiye'nin ağırlık merkezi TSK'dır. Nasıl mı? İşte bunu yabancı aktörlerin de ele alacağı formatta kısaca gözden geçirelim.
 Türkiye Cumhuriyeti Mustafa Kemal Atatürk ve silah arkadaşları tarafından kurulmuştur, yani kurucu atalarımız askerdir. Türkiye Cumhuriyeti ona "en büyük eserim" diyen Atatürk ile özdeşleşmiştir. Bu bağlamda devletimizin kurucusunun kuruluş felsefesinde devletin gücünü neye dayandırdığına yani Türkiye'nin en kuvvetli yeteneğinin ne olduğunu açıklayan değişik zamanlardaki demeçleri "Ordumuz, Türk birliğinin, Türk kudret ve kabiliyetinin, Türk vatanseverliğinin çelikleşmiş bir ifadesidir." , "Ordumuz; Türk topraklarının ve Türkiye idealini tahakkuk ettirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların, yenilmesi imkânsız teminatıdır." , "Ordumuz yaşam ve onur savaşımında ulusun amaçlarının tek dayanak noktasıdır." ,"Türkiye Cumhuriyeti sadece iki şeye güvenir: Biri ulus kararı, diğeri en elim ve güç koşullar içinde dünyanın övgüsüne hakkıyla yaraşma niteliğini kazanan ordumuzun kahramanlığı." , "Ordumuz; Türk topraklarının ve Türkiye ülküsünü gerçekleştirmek için sarf etmekte olduğumuz sistemli çalışmaların yenilmesi olanaksız güvencesidir." ve söylevleri "...Düşmanlar, milletimizi bağımsızlıktan mahrum etmek için, evvela onu ordudan mahrum etmek çarelerine giriştiler. Silahlarımızı, cephanelerimizi, bütün müdafaa vasıtalarımızı elimizden almaya çalıştılar. Sonra kumandanlarımıza ve subaylarımıza tecavüz ve taarruza başladılar. Askerlik izzetinefsini yok etmeye gayret ettiler... Orduyu imha etmek için mutlaka subayları mahvetmek, aşağılamak lazımdır..." Türkiye'nin ağırlık merkezinin anlaşılmasında önem arz etmektedir.
Bütün bunların yanında Atatürk'ün vefatından hemen önceki son mesajı olan ve "Atatürk'ün Türk Ordusuna Değişmeyen Mesajı" olarak bilinen hitabındaki sözleri de Türkiye'nin bütün gücünün ve hareket serbestisinin TSK'ya dayandığını ve ondan kaynaklandığını göstermektedir. Nitekim ünlü Amerikalı spekülatör Soros'un "Türkiye'nin tek ihraç ürünü Ordusudur" sözü bunun teyit eden örneklerden sadece bir tanesidir. Ayrıca Kore Savaşından, 1974 Kıbrıs Barış Harekatına, terörle mücadeleden uluslararası barışı koruma harekatlarına, bölgesinin en güçlü ordusu olmasının yanısıra NATO'nun en büyük ikinci ordusu olmasına kadar uluslararası arenada ortaya çıkan görüntü "TSK demek Türkiye demektir"gerçeğini vurgulamaktadır.
Diğer taraftan özellikle Türkiye'nin özellikle NATO üyesi olmasıyla birlikte TSK'nın yabancı ülkelerle olan ilişkileri Türkiye'nin herhangi bir devlet kurumununkinden çok daha fazladır ve içiçedir. TSK bu dış temaslardan edindiği devlet yönetiminin her alanıyla ilgili bilgi birikimini ve tecrübesini (strateji oluşturma, risk yönetimi, güvenlik yönetimi, kriz yönetimi vs) ülke içine aktarırken devleti eğiten ve yetiştiren bir rolü üstlenmiş, Soğuk Savaş döneminin de etkisiyle savunma/güvenlik konularının ön planda tutulması devletin yönetiminde TSK'nın ön almasını ve diğer kurumları yönlendirme işlevini artırmış, bu durum TSK'yı sözü mutlaka dinlenmesi gereken bir konuma oturtmuş, hem içeride hem dışarıda "TSK eşittir devlet" algısını yerleştirmiştir.

TSK Neden Hedef?
Türkiye Cumhuriyeti kurulduğundan 2000'li yılların hemen başlarına kadar geçen süre içinde Türkiye'yi inceleyen, analiz edenler TSK'nın Türkiye'nin bel kemiği olduğunu, ağırlık merkezi olduğunu görecektir, anlayacaktır. Bu aşamada hemen akla gelebilecek bir soru var;  Türkiye üzerinde emelleri olanlar neden o zamanlar değil de 2000'li yıllarla birlikte TSK'yı bu şekilde hedef aldı? Bunu anlamak için de 2000'li yılların başında Türkiye'nin durumuna bakmak gerekir.
2000'li yıllara girildiğinde Türkiye en büyük ekonomiler arasında ilk yirmidedir (daha önceleri bir dönem 14.sıraya kadar yükselmiştir), genç ve dinamik bir nüfusu vardır, yer üstü ve yer altı kaynakları uygun işlendiğinde yeterlidir, büyük bir tarım potansiyeline sahiptir aynı zamanda hızla sanayileşmektedir, Adriyatik'ten Çin Seddi'ne kadar olan bölge Türkiye'nin ilgi alanından etki alanına (öncelikle askeri eğitim, yardım, işbirliği mekanizmalarıyla) girmeye başlamıştır, özellikle bölgemizdeki krizlerde Türkiye aranan bir arabulucu ve denge unsuru olarak sözü dinlenen bir ülke olmuştur, savunma sanayi büyük bir gelişme gösterirken TSK'nın ihtiyaçlarını milli olarak karşılamak üzere projeler başlatılmıştır(bugün hükümetin övünerek halka anlattığı savunma ürünlerinin-miili gemi, Anka insansız uçak, milli uydu, uzun menzilli füze vs- hemen hemen hepsi 20003'ten önce projelendirilmiştir), TSK bölgesel bir güç olurken Karadeniz ve Doğu Akdeniz'e bölge dışı aktörlerin müdahil olmasına engel olmuştur, bütün dünya denizlerinde varlık gösteren ABD Türkiye'nin öncülüğündeki girişimler (Karadeniz Ekonomik İşbirliği, Karadeniz Deniz İşbirliği Görev Grubu Kuvveti (BLACKSEAFOR), Karadeniz Uyum Harekatı vs) nedeniyle Karadeniz'e girememiştir, Doğu Akdeniz'deki enerji kaynaklarının haksız-hukuksuz şekilde tek taraflı olarak Güney Kıbrıs tarafından el konulmasına engel olunmuştur, KKTC'nin haklarının korunması maksadıyla Güney Kıbrıs'ın NATO üyeliği ve işbirliği engellenmiştir, yaptırımlara ve AB üyeliğinin engellenmesine rağmen Türkiye Kıbrıs'taki garantör haklarından vazgeçirilememiş ve adadaki Türk askeri çekilmemiştir, 1984'ten itibaren Türkiye'nin kaynaklarını tüketen terörle mücadelede 1999 yılında askeri anlamda zafer kazanılmıştır (ancak sonraki gelişmeler bunun tek küresel güç ABD ve diğer Batılı güçlerce arzu edilen bir sonuç olmadığı için terörün aslında sona erdirilemediği ve Türkiye'nin uyguladığı yöntemle terörle mücadele edilemeyeceği soruna siyasi çözüm bulunması gerektiğini benimsetecek ortamın oluşturulmasının desteklendiği görülmüştür), 11 Eylül saldırıları sonrasında dünyada oluşan yeni konjonktürde tek küresel süper güç olan ABD Irak'ı işgal planlarını değiştirmek zorunda bırakılmıştır, Irak'ı işgal eden ABD'ye kendisine rağmen Türkiye'nin tek taraflı olarak Irak'ın kuzeyine müdahale edebileceği kaygısı yaşatılmıştır... Evet o dönemde Türkiye daha buraya yazılmayan bir çok şeyi yapan ve başarabilen bölgesel bir güç konumundadır, küresel rol üstlenebileceğinin emarelerini göstermektedir.
İşte işin püf noktası da buradadır. Makalenin ilk bölümünde de anlattığımız şekilde bütün bunların arkasındaki güç, Türkiye'nin bu kararları alıp uygularken dayandığı güç, Türkiye'ye hareket serbestisi sağlayan güç TSK'dır. Daha önceki yıllarda terör, ekonomik krizler, 1980 öncesi yaşanan anarşi ortamı, 1960 ve sonrasında yaşanan askeri darbe dönemleriyle Türkiye'nin dolayısıyla TSK'nın etkisizleştirilmesi hedef alınmışsa da pasif dolaylı yöntemlerle uygulamaya sokulan senaryolarla bunun başarılamadığı görüldüğünden bu kez 2003'ten itibaren yine dolaylı ancak aktif yöntemleri içeren yeni bir senaryo (düzmece delillere dayalı siber saldırılarla oluşturulan kumpas davaları) uygulamaya sokulmuştur.
Bu kumpas davalarla stratejik seviyede Türkiye'nin ağırlık merkezi olarak Türkiye'nin askeri/güvenlik kapasitesi yani  TSK asıl hedef alınarak saldırılar gerçekleştirilirken operasyonel seviyede de askeri kuvvetler (Özel Kuvvetler, Dz.K.K.lığı, SAT/SAS) ve TSK'nın mevcut ve gelecekteki komuta kademesi hedef alınmıştır. Ortada fiili bir savaş durumunun olmaması nedeniyle bu saldırılar doğrudan değil dolaylı yollardan (bilgi harbi) yapılmıştır ki bu da kumpas davalar olarak ortaya çıkmıştır.

Neler oldu?
Şöyle geriye doğru baktığımızda bu kumpas davalarının 2006'dan itibaren başlatıldığını görürüz. Ancak TSK'ya karşı uygulamaya sokulan bilgi harbinin başlangıcı bu değildir.
İlk hedef Özel Kuvvetler Komutanlığı
TSK'ya karşı ilk hareket 04 Temmuz 2003'te Irak'ta Türk Özel Kuvvetler timinin başına çuval geçirilmesi olayıdır. Bu olayın Amerikan askerlerinin Türkiye'ye de konuşlanmasını ve Türkiye üzerinden Irak'a girmesini öngören Amerikan planının 01 Mart 2003'te TBMM'de kabul edilmemesinden sonra gerçekleştiği hiç unutulmamalıdır. Fiili bir saldırı olmasına rağmen etkisi ve sonuçları itibariyle bilgi harbi kapsamında (Türkiye'nin en prestijli askeri birliği olan Özel Kuvvetlerin dolayısıyla TSK'nın imajının yerle bir edilmesi, görev etkinliğinin yok edilmesi) değerlendirilmelidir. Çünkü silahlı çatışmaya dönüşmemesi ve olayın içindeki personel sayısı açısından küçükmüş gibi gözükse de o olay TSK'nın en prestijli birliğinin personelinin esir alınması ve başına çuval geçirilmesi TSK'nın hem imajının hem de gerçek gücünün çöküşünün başlangıcı olması ve o tarihten sonraki TSK yapılanmalarını olumsuz etkilemesi açısından çok kritik sonuçları vardır.
2014 yılı itibariyle TSK'nın imajının ve etkinliğinin ne durumda olduğu bir şeyler söylemeye ihtiyaç duyulmayacak kadar aşikardır. TSK'nın yapılanması konusunu da şöyle açıklayabilirim. Çuval olayı zamanında Genelkurmay Özel Kuvvetler K.lığı tümen seviyesindedir. O zamanlar yapılan değerlendirmeler geleceğin savaşlarında özel kuvvet birliklerinin rolünün artacağı yönündedir ve TSK bu nedenle Özel Kuvvetler Komutanlığını büyütmeyi öngörür, nitekim Korgeneral seviyesinde atamayla birliğin seviyesini kolorduya yükseltir. Hedef muhtemelen ordu seviyesine çıkarmaktır ancak (2006 sonrası ilk davaların (Sauna çetesi ve Atabeyler) özel kuvvetlerle ilgili olduğunu hatırlanırsa) sonraki gelişmelerde özel kuvvetlerin kritikler görevlerinin gizliliği ihlal edilmiş ve askeri merkeze alan diğer davalar nedeniyle Özel Kuvvetler Komutanlığını ordu seviyesine yükseltmek yerine tekrar tümen seviyesine indirilmek zorunda kalınmış hatta bazı önemli birimleri lağvedilmiştir.
Peki bu yapılanmayı gerçekleştirememek neden önemlidir diye soranlara şunu söyleyebilirim. Savunma ve güvenlik stratejilerinin öngörülerine göre önümüzdeki dönemdeki geleceğin savaşlarında özel kuvvet unsurlarının harekatları esas belirleyici unsur olacaktır. Dünyanın gelişmiş ülkeleri bu yönde planlama yapmış ve uygulamaya geçmiştir. Örneğin ABD'nin 2010 ve 2014 savunma stratejilerinde özel kuvvetlerin geliştirilmesi, büyütülmesi ve kuvvetlendirilmesi ana hedeflerden biri olarak belirlenmiş ve uygulamaya geçirilmiştir. TSK bunu yıllar öncesinden görmüş olmasına rağmen yukarıda özet olarak açıklanan nedenlerle bunu başaramamış ya da engellenmiş ve TSK önemli bir kuvvet çarpanını etkin hale getirememiştir.
Özel Kuvvetler terörle mücadelede de en etkin olan birliktir. PKK TSK'nın Özel Kuvvetleriyle karşılaşmak istememektedir. Bu nedenledir ki sözde çözüm sürecinde PKK ve yandaşlarının talepleri arasında TSK özel kuvvet birliklerinin doğu ve güneydoğudan çekilmesi hatta özel kuvvetlerin tamamen lağvedilmesi vardır. TSK'nın Özel Kuvvetleri büyütememesinin ve güçlendirememesinin arkasındaki faktörler arasında bunun da olabileceği unutulmamalıdır.
Özel Kuvvetlerin hedef alınmasında yol açan diğer bir husus da Irak'ın kuzeyinde Özel Kuvvetler personelinin Türkiye'nin menfaatleri doğrultusunda kendilerine verilen emirler doğrultusundaki tavizsiz dik duruşlarıdır. Bu durum hem PKK hem Barzani yönetimi hem de ABD'yi rahatsız etmiştir. Yukarıda belirtilen gelişmelere paralel olarak Irak'ın kuzeyindeki Özel Kuvvetler personelinin "müzakereci subaylarla"değiştirilmesi taleplerinin gelmesi ancak bunun karşılık bulmaması da davalarda Özel Kuvvetlerin hedef alınmasına yol açan etkenlerden olmuştur.
Sıradaki hedef SAT ve SAS Timleri
Genelkurmay Özel Kuvvetler Komutanlığı bu saldırı ve davalarla imajını, kendine güvenini kaybederken aynı süreçte ortaya atılan Poyrazköy kazıları, Kafes Eylem Planı davaları bu işin planlayıcılarının Türkiye ve TSK'yı çok iyi çalıştıklarını gösteriyordu. Bu davalar ağırlıklı olarak Deniz Kuvvetlerinin en güzide birimleri olan ve Türkiye'nin son yıllarda yaşadığı en önemli askeri krizden (Kardak krizi) zaferle çıkmasını sağlayan Dz.K.K.lığı bünyesindeki Sualtı Taarruz Timleri (SAT) ile Sualtı Savunma Timlerini (SAS) hedef alması da günümüzün moda terimiyle oldukça manidardır.
Özel Kuvvetler Komutanlığı TSK için ne kadar kritik ve önemliyse SAT ve SAS timleri de hem TSK hem de Deniz Kuvvetleri için o kadar kritik ve önemlidir. Düşman kıyılarında, adalarında gizli örtülü operasyonlarda, klasik deniz harekatlarında düşman bölgelerinde yapılacak ön hazırlıklarda ne kadar vazgeçilmezler ve hayati rolleri varsa barış döneminde de deniz harekat alanlarındaki operasyonlarda (terörle mücadele, kaçakçılık, deniz haydutluğuyla mücadele, kriz bölgelerinden sivillerin tahliyesi, arama-kurtarma vb) SAT ve SAS timlerinin kritik rolleri vardır.
Gerek Özel Kuvvetler gerekse SAT/SAS Timlerine yönelik nokta operasyona dönüşen davalar özelde bu birlikleri genelde TSK'nın imajını, güvenilirliğini, etkinliğini aşağıları çektiği gibi bu birliklerin çalışma ve operasyon özelliklerinden kaynaklanan personelin birbirine güvenme, destekleme, ekip olma ve aidiyet ruhuna da zarar vermiş, davalarla tecrübeli personelin aniden tasfiye edilmesiyle tecrübe aktarımı sekteye uğramış geride kalan personelin bizim başımıza da böyle şeyler korkusuna kapılarak bu birliklerin görevinin gerektirdiği "inisiyatif kullanma" yetenekleri körlenmiştir.
Komuta kademesi yok ediliyor
Davalar bu şekilde sağlı sollu saldırılar şeklinde gelirken ve özel yetiştirilmiş genç ve dinamik birlikler (Özel Kuvvetler, SAT/SAS) ve onun personeli hukuk dışı yapılanmalar ve faaliyetler içinde ama "onların komutanları ve ileride komutan olacaklar da aynı yapı içinde aynı düşüncede" savını vurgulamaya yönelik olarak bu sefer irticayla mücadele eylem planı, internet andıcı ve TSK'ya en büyük darbeyi vuracak olan dijital Balyoz saldırıları gerçekleştirildi.
Bu davaların önemi TSK'nin komuta kademesinde yer almış, o sırada yer alan ve gelecekte yer alması beklenen personelin hedef alınmış olmasıdır. Balyoz davasına kullanılacak sözde delillerin parça parça sızdırılması, davaya sokulacak personeli değişik dalgalar halinde tutuklanması bunun kontrollü ve konjontüre uygun olarak dijital verilerin hazırlanıp piyasa sürüldüğünü ve tutuklanacak subayların isimlerinin anlık olarak güncellendiğini göstermektedir.  Bu güncellemede de komuta kademesinin ve subayların terfi zamanı ve sırasının etkili olduğu görülmektedir. Örneğin Balyoz davasının ilk dalgasında davanın içine sokulanların önemli bir bölümünün 2010 Ağustos askeri şurasında terfisi beklenen subaylar olması, daha sonraki davalarda tutuklananların ise 2011, 2012 ve hatta 2013, 2014'de terfi etmesi beklenen o an itibariyle gemi ve kritik birlik komutanı olan subaylar olduğu görülmektedir.
Balyoz davasının belki de en dikkat çekici özelliği sözde bir darbe girişimi yani hükümeti devirip Ankara'da yönetimi üstlenileceğinin iddia edilmesine rağmen yargılananların ve tutuklananların yarısından fazlasının Deniz Kuvvetleri personeli olmasıdır. Hal böyle olunca Deniz Kuvvetlerinin komuta kademesinde amirallerin yarısından fazlası tutuklanmış, geride kalanların bir kısmı tutuksuz olmak üzere davalara dahil edilmiş, Deniz Kuvvetlerinin teamülleri ile sicil ve görevdeki başarı durumuna göre amiral olması beklenen subayların tutuklanması Deniz Kuvvetlerinde komuta zafiyeti yaşamasına yol açmıştır.
Peki Balyoz davasıyla neden Deniz Kuvvetleri ve personeli ağırlıklı olarak hedef alınmıştır? Şöyle açıklayabiliriz. Calusewitz'in "Savaş politikanın başka araçlarla (yani orduyla) devamıdır" tanımı vardır ancak yüzyıllardır bilinen başka bir uygulama daha vardır ki o da Deniz Kuvvetlerinin barış zamanında da bir dış politika aracı olarak kullanılmasıdır. Deniz Kuvvetleriyle sizin münhasır ekonomik bölgenizde arama yapılmasını engelleyebilirsiniz ya da arama araştırma yapan kendi gemilerinizi personelinizi desteklersiniz, korursunuz, yabancı ülkelere liman ziyaretleri yaparak bayrak gösterirsiniz, ülkenizi tanıtırsınız ve bir nevi propaganda yaparsınız, kriz durumunda o ülkenin açıklarına gemi gönderirsiniz kararlılık mesajı verirsiniz,  topraklarınızı yani anavatanınıza ileriden koruma sağlarsınız, denizde yani karasuları ve münhasır ekonomik bölgelerinizde ülkenin hak ve menfaatlerini korursunuz, dünyanın bütün denizlerinde ve limanlarında varlık ve bayrak gösterebilirsiniz, denizdeki varlığınızla devletinizin egemenliğini ve bağımsızlığı teyit edersiniz. İnsanlığın gelecekte ihtiyaç duyacağı kaynaklar denizlerdedir ayrıca denizler karadaki kaynakların ticaret ve ulaştırma yollarıdır. Bu nedenle çevre denizlerinizde kontrolü elde bulundurmak ve bölge dışı güçlerin müdahalesine izin vermemek,  Dz.K.K.lığının internet sayfasında da vurgulandığı gibi "anavatanınızda güvende olmak için denizde güçlü olmak, dünyada söz sahibi olmak için tüm denizlerde var olmak" gerekmektedir. Aslında bu durum sadece Türkiye için değil denize kıyısı olan bütün ülkeler için geçerlidir. Kaynaklara sahip olma ve denizde hakimiyet yarışı dünya genelinde devam etmektedir. Örneğin Güney Çin Denizi ve Doğu Çin Denizinde bölge ülkeleri kaynak mücadelesi nedeniyle her an çatışma riski içindedir.
Bütün bu söylediklerimizi Atatürk'ün 1924 yılında Hamidiye kruvazörüyle çıktığı Karadeniz seyahatinde söylediği şu sözler özetlemektedir:“...Donanmasız Anadolu olmaz. Donanmadan yana kuvvetli olmak Türkiye’nin savunması için şarttır. Donanmamız izlediğimiz politikanın da kuvvetli desteği olacaktır..........Hudutlarının mühim ve büyük aksamı deniz olan Türk Devleti’nin Donanması da mühim ve büyük olmak gerektir. O zaman Türkiye Cumhuriyeti daha müsterih ve emin olacaktır. Mükemmel ve kaadir bir Türk Donanmasına malik olmak gayedir. Bunun ilk azimet noktası, sefain-i harbiye tedarikinden evvel onları muvaffakıyetle sevk ve idareye muktedir kumandanlara, zabitlere, mütehassıslara malikiyettir......”. Bu sözler Türk Deniz Kuvvetlerinin ve onun komuta kademesinin neden hedef alındığını çok net olarak göstermektedir.

TSK Nasıl Bertaraf Edildi?
TSK'nın hedef alındığını, TSK kolayca bertaraf edilebilmek için neler yapıldığını ve TSK'nın hangi noktalarına saldırıldığını ortaya koyduk. Peki bu nasıl oldu?
Etkisi, sonuçları, kapsamı, seviyesi dikkate alındığında TSK'nın maruz kaldığı bu saldırı stratejik bir saldırıdır nihai hedefi Türkiye'dir ama ağırlık merkezi Türkiye'nin bel kemiği olan TSK'dır. Uygulanan yöntem (bilgi harbi), saldırının seviyesi ile seçilen hedef nedeniyle bunun arakasındaki esas gücün bir yabancı aktör olduğunu ancak yurt içinde ve TSK içinde taşeronlar ve işbirlikçiler kullanmadan gerçekleştirilemeyeceğini göstermektedir.
Bu davaların yukarıda özet olarak anlatıldığı gibi bir matriks formatında hazırlanmış düzmece bilgi ve belgelerin zamanı ve sırası geldiğinde kamuoyundaki tepkiler ve algılara paralel olarak piyasa sürülmesiyle gerçekleştiğini söyleyebiliriz. Böyle kapsamlı bir operasyonun dış desteği veren aktörün ve taşeronların temsilcilerinden oluşan bir karargahtan yönetildiğini söylemek abartı olmayacaktır. Bu karargahtaki dış aktörün rolü muhtemelen bilgi harbinin uygulanmasını bu kapsamda ihtiyaç duyulacak bilgilerin neler olabileceğini koordine etmek, eğitmek, ses/dinleme kayıtlarını sağlamak şeklinde gerçekleşmiştir. Taşeronlar ise kurum olarak TSK ve kişiler hakkındaki bilgileri sağlamak, düzmece delilleri hazırlayıp yerleştirerek kumpası hazırlamak işlerini yapmışlardır.  
Yabancı bir gücün, küresel ve bölgesel hedefleri olan bir gücün Türkiye'ye yönelik böyle bir operasyonu olabilir, peki yerli taşeronlar ve işbirlikçiler bu işe nasıl dahil oldu? Taşeron ve işbirlikçilerin yanında bu operasyon için uygun ortam nasıl hazırlandı? Burada ilk akla gelen doğal olarak hükümet oluyor. Hükümetin bu işin içinde olduğunu söylemek için somut belge ve bilgi zaten yok ama bilgi harbinin özelliği gereği bu operasyonu planlayan dış aktörler kendi çıkarlarını muhtemelen Türkiye'deki iç politik ortamla örtüştürerek hükümet açısından masum gözüken düzenlemelerin yapılmasını gizli ve açık yollardan telkin etmiştir. TSK'yı bertaraf etmek isteyen dış aktörler için Türkiye'de "askeri vesayetin ortadan kaldırılması, darbelerle hesaplaşılması, askerin yarattığı mağduriyetlerin giderilmesi"söylemi kolayca örtüştürülebilecektir.
Bu söylem hükümet açısından kullanılabilecek bir argümandır ancak önünü sonu düşünmeden alınan hesapsız kararlar ve uygulanan politikaların Türkiye'nin bekasını tehdit eden konuma geldiğini görmekteyiz. Nitekim de öyle olmuştur ve MGK'nın yapısı değiştirilmiş, askerlerin özel mahkemelerde kolayca yargılanmasını sağlayacak düzenlemeler yapılmıştır. Hatta "Atatürk'ün Türk Ordusuna Değişmeyen Mesajı'nda"da açık ve net bir şekilde yazmasına rağmen TSK'nın iç tehdit ve Cumhuriyeti koruma ve kollama görevi yasadan çıkarılarak sadece dış tehditle sınırlandırıldı. Atatürk'ün bizzat verdiği bu görev yani "Türk vatanını ve Türk camiasının şan ve şerefini, dahili ve harici her türlü tehlikelere karşı korumak" vazifesiyle TSK dünyada kendine has bir özelliğe sahip oluyor, devletin ve milletin bölünmez bütünlüğüne işaret ediyordu. İşte yapılan değişiklikle bu birlik ve bütünlük anlayışının ortadan kaldırılması, TSK ile milletin ayrılması hedefleniyordu. İşte operasyonu planlayan dış aktörlerin hangi taşeron ve işbirlikçilerle çalışacakları ile hükümetin ve TSK'nın yapısını iyi çalıştıkları gözükmektedir. Buradaki taşeron hükümet yetkililerinin de itiraf ettikleri gibi cemaattir. ABD'nin kendi topraklarında yaşayan bir kişinin kontrolündeki cemaatin faaliyetlerini, ilişkilerini, insan gücünün, üyelerinin Türkiye'deki kurumlardaki durumunu bilmemesi ve izlemiyor olması mümkün değildir. Türk kamuoyuna 2013'ün sonlarında açıklanmış olmasına rağmen cemaatin hükümet içindeki durumunu/etkisini ABD muhtemelen en başından buyana biliyordu. Ve yine muhtemelen cemaat liderinin mensuplarına verdiği direktifleri (2000 yılında açılan davanın iddianamesinde bunların hepsi zaten açıkça yazmaktadır) yani mensuplarının devletin bütün kurumlarına sızıp, sorumlu ve etkili pozisyonlara yükselip zamanı geldiğinde verilecek işaretle ortaya çıkacaklarını izliyordu. Türkiye'ye yönelik stratejik saldırıların planlayıcıları Türk hükümetinin politikalarıyla kendi çıkarlarını örtüştürdükleri gibi muhtemelen cemaatin Türkiye'nin yönetiminde söz sahibi olmalarına destek olunacağına ilişkin vaatlerde bulunarak onların arkasında olduğu izlenimi vermişler ve operasyona dahil etmişlerdir.  Cemaat için bu hiç de yabana atılır bir vaat değildir. Zaten TSK dahil  önemli kurumlara sızmış adamları bu davalarla tasfiye edileceklerin yerlerine kolayca yükselebilecektir. Bu durum TSK içindeki işbirlikçilerini de motive edecek bir unsurdur.

Her şey zamanlama meselesiydi. 2003'teki çuval olayı bu operasyonun işaret fişeğiydi 2007'lere gelindiğinde cemaatin kurumlara ve tabii ki TSK'ya sızması tamamlanmıştı. Hükümet yasal düzenlemeler ve özellikle yargı ile emniyetteki atamalarla cemaat üyelerinin TSK'ya karşı yürütülecek operasyonu yapacak kişilerin önünü açıyor, cemaat mensubu olan TSK'dan atılmış ve halen görevde olan askerlerin sağladığı bilgi ve belgelerden istifadeyle düzmece dijital deliller hazırlanıyordu. Psikolojik harekatın ana kuralı (halk televizyonlarda verilen ilk bilgileri haberleri doğru/gerçek olarak kabul eder) uygulamaya geçirilmiş, aramalar, gözaltılar, kazılar, subayları suçlayan haberler, TSK'nın suç ve terör örgütü olduğunu vurgulayan görüntüler teyitsiz ve sınırsız bir şekilde televizyonlardan anında kamuoyuna pompalanıyor, subaylar kafileler halinde tutuklanıyor, davalar açılıyordu. Bu haliyle etki odaklı bir harekatın da yürütüldüğünü görüyoruz. Bu davalarda dikkat çekici diğer bir konuda bazı kişilerin bir kaç davada yer almasıyla genelde bakıldığında bu davalar arasında organik bağların da kurulmaya çalışıldığıdır. Böylece bütün bunların başında TSK var ve bu girişimler örgütlü ve tek bir merkezden idare ediliyor algısı yaratılıyordu.

Bu davalarda tutuklanan tek Genelkurmay Başkanı olan İlker Başbuğ aslında bunu görmüş ve TSK'ya asimetrik psikolojik savaş açıldığını söylemişti ama görünen o ki hükümeti ikna edememişti. Başbuğ bir şey daha yapmıştı o da "Güçlü Ordu Güçlü Türkiye" sloganını belirlemişti. TSK'nın Türkiye'nin ağırlık merkezi olduğunu vurgulayan, Türkiye'nin ordusu güçlü olmazsa Türkiye'nin bir güç olamayacağını ifşa eden bu slogan o zamanlar bazı hükümet üyelerini bile rahatsız etmiş hatta kaldırılması istenmişti.  İlker Başbuğ'un tutuklanmasında belki de bu uyarıcı tespitleri ve sloganları da etkili olmuştur diye düşünmeden edemiyor insan.

2012 yılı ortalarına gelindiğinde planlayıcılar maksadına ulaşmıştı. TSK tatbikat, seminer yapamaz, savaş gemilerine ve filolarına komuta edecek subay bulamaz, terörle mücadele ettirilmez konuma gelmişti. Diğer davalar devam ederken TSK'ya en büyük darbeyi vuran ve en çok sayıda askeri içeren Balyoz davasına bakan mahkeme kararını vermişti. 2013 yılı sonlarına doğru ise başka gelişmeler oldu. Yargıtay'ın kararı onaylamasına rağmen mağdurların en başından bu yana söyledikleri delillerin düzmece olduğu, bu olayların yalan, iftira ve kumpas olduğu devletin kurumlarının raporları ve hükümet üyelerinin açıklamalarıyla ortaya çıktı. Çıktı ancak bütün gerçeklere rağmen Balyoz mağduru Türk subayları beton duvarlar arasından çıkamadı. Şimdi aradıkları adalet için AYM önünde adalet nöbetindeler.

Belki de bu vesileyle Balyoz'un ne olduğunu anlatan herkesin Balyoz'un nasıl bir kumpas olduğunu hemen anlayabileceği kısa bir analojiyi hemen burada anlatmakta fayda var.  Bu analoji halen Mamak'ta tutsak olan arkadaşımız Dz.Kur.Alb. Bayram Ali Tavlayan'a aittir. İşte bir başka deyişle BALYOZ:
- Bir akşam eve geldim ve posta kutumda trafik cezası ihbarnamesini buldum.
- Ankara’da şu gün şu tarihte şu caddede kırmızı ışık ihlali yaptığım yazıyordu.
- Kısa bir incelemeden sonra, ihlal tarihinde resmi görevli olarak İstanbul’da olduğumu anladım ve bunu bir otel faturası ve otopark fişiyle kanıtladım.
- Hemen Emniyete gittim ve durumu açıkladım. İhbarnamede cezayı yazan polisin kimlik bilgilerin ve imzasının olmadığını, bu belgenin gerçek olup olmadığını sordum. Cevaben "vatansever gönüllü bir trafik müfettişinin" olayı ihbar ettiğini ancak kimliğini açıklayamayacaklarını, benim cezayı ödemem gerektiğini, sonra mahkemeye başvurabileceğimi ve yargıya güvenmemi söylediler.
- Bunun üzerine ben de şöyle dedim; “Cezayı öderim, yargıya da güveniyorum. Ancak ortada küçük ama kritik bir detay var: İhlal ettiğimi iddia ettiğiniz cadde üzerinde hiç trafik ışığı yani ihlal edilecek KIRMIZI ışık yok!!!”

İşte Balyoz da böyle. Davadaki tek gerçek "her yönüyle mağdur edilen ve beton duvarlar arasına atılan masum TSK personeli", bunun dışında davada öne sürülen olaylar, belgeler, bilgiler hepsi düzmece ve yalan.

Sonuç;

Türkiye 2007'den itibaren stratejik bir saldırıya maruz kalmaktadır. Bu saldırının hedefinde Türkiye'nin ağırlık merkezi olan, Türkiye deyince devlet deyince ona eşit olarak algılanan Türk Silahlı Kuvvetleri var.Türkiye'ye hareket serbestisi sağlayan ana güç olan TSK belki de en zayıf noktasından vuruldu. Evet Türkiye TSK ile güçlüydü ancak klasik ve düzenli savaşlar için hazır olan TSK en zayıf olduğu siber alanda düzmece dijital belge saldırılarından kurtulamadı ve ağır hasar gördü. TSK'nın düzmece kumpas davalarıyla saldırıya uğramasıyla Türkiye de canevinden vurulmuş oldu. Zayıflamış bir TSK'nın sonucu zayıflamış bir Türkiye olacaktır.

Bu davalarla yapılacak nokta atışlarla TSK'nın bertaraf edilmesi için Genelkurmay Özel Kuvvetleri, SAT/SAS Timleri, mevcut ve gelecekti komuta kademesi, özellikle Balyoz davasıyla barış dönemlerinde de politik bir araç olarak kullanılabilen Deniz Kuvvetleri operasyonel ağırlık merkezleri olarak seçilmiştir. TSK'ya karşı bu bilgi harbini planlayanların Türkiye'yi, hükümeti ve TSK'yı çok iyi tanıdıkları, takip ettikleri ve analiz ettikleri ve sonuçta amaçlarına ulaştıkları aşikardır. Çünkü TSK terörle savaşı kazan bir orduyken terörist olmakla suçlandı ve mahkum edildi, Türkiye'nin en disiplinli, en çalışkan, canını vatanına emanet etmiş personelden oluştuğu kabul edilen TSK casusluk, fuhuş, organize faili meçhul cinayetlerle suçlandı, mahkum edildi ve halk bunlara sessiz kalabildi.  Hayatın olağan akışına ters bu durumların gerçekleşmiş olması TSK'ya yönelik operasyonun maalesef başarılı olduğunu göstermektedir.
TSK'nın bertaraf edilmesiyle Türkiye içindeki, çevresindeki, etki ve ilgi alanındaki askeri-politik olaylara, güvenlik sorunlarında zor durumlar yaşamaktadır. TSK artık terörle mücadele ettirilmemektedir, PKK karşı kazanılmış zaferler ve psikolojik üstünlük terk edilmiş, güneydoğuda PKK hareket serbestisi kazanmış devlet uygulamaları yaparken askerler birliklerin içine hapsedilmiş, PKK Suriye'nin kuzeyinde devletçikler kurmuştur, Suriye sorununda TSK'nın izleyeceği strateji belli değildir, Karadeniz hiç olmadığı kadar ABD'nin kontrolündedir, Ege'de Yunanlıların işgal ettiği adacıklara karşı hiçbir uygulama mevcut değildir, Doğu Akdeniz'de münhasır ekonomik bölge ve denizaltından gaz/petrol çıkarılması faaliyetlerinde inisiyatif Güney Kıbrıs ve İsrail'e geçmiştir. En trajik olanı da Türkiye'nin güvenliği ve geleceğiyle ilgili bu konularda bile TSK'nın komuta kademesi konuşamamakta, görüşlerini değerlendirmelerini kamuoyuyla paylaşamamaktadır.

Evet, TSK bilgi harbi ile vurulmuştur, algı yönetimiyle suç ve terör örgütü kötülüklerin odak noktası haline getirilmiştir, asimetrik psikolojik bir harekata maruz kalmıştır, etki odaklı harekatla sarsılmıştır, siber saldırıyla bertaraf edilmiştir. TSK büyük hasar görmüştür, TSK'nın hasar görmesi Türkiye'nin geleceğinin tehdit altında olduğunu göstermektedir.Ama zararın neresinden dönülürse kardır. Hükümet ve devlet bir an önce bu gerçekleri görmeli, çöküşü durdurup tersine çevirecek adımları mutlaka atmalıdır. Bu bağlamda AYM'nın Balyoz mağdurlarının bireysel başvurularına yönelik vereceği karar artık hayati önem kazanmıştır. Balyoz davası mağdurlarının yakınlarının başlattığı Vardiya Bizde, Sessiz Çığlık ve son olarak Adalet Nöbeti adındaki hak ve adalet arayışları artık sınırlarını aşmış (söz konusu etkinliklere katılan, destek veren ya da kendi sorunlarını o ortamlarda anlatmak isteyenlere bakıldığında) sadece Balyoz değil diğer alanlarda ve konulardaki mağdurlar için de bir umut ışığına dönüşmüştür. Bu durum Türkiye'nin bekasına yöneltilen dış destekli bilgi harbiyle her türlü kötülüğün kaynağı gösterilen TSK'nın Türkiye'deki bütün mağdurların hatta  kendisine karşı saldırılara/operasyonlara katılanların da sığınacağı güvenli bir liman olacağını göstermektedir.

Bunun ilk adımı Balyoz davasının mağduru subayların derhal özgürlüğüne kavuşturulması, davanın adil ve evrensel hukuk kuralları içinde görülmesidir, böyle olduğunda Balyoz'un kumpas olduğunu mahkemeler de teyit edecektir. Bununla birlikte mağdur olan insanların (kaybedilen hayatların ve hapishanede geçen yılların geri verilmesi mümkün olmamakla birlikte) yaralarının sarılması belki mümkün olabilecek, devlet yönetiminde / karar mekanizmalarında / yasalarda / kurumlardaki erozyonların ve bozulmaların düzeltilmesi uzun dönemde gerçekleşebilecektir. Bu nedenle bu konuda atılacak adımdaki bir saniyelik bile gecikmeye hem Türkiye'nin hem de davalarla mağdur edilen askerlerin tahammülü yoktur.

http://www.21yyte.org/tr/arastirma/terorizm-ve-terorizmle-mucadele/2014/05/26/7614/tsk-neden-hedef-alindi-ve-nasil-bertaraf-edildi